Bir öykü yazarı olmamın verdiği seçicilikle üstüne düştüğüm öyküleri burada sizinle de sesli olarak paylaşıyorum.
Yıldızlar sahte ama bu muhteşem bir gösteri
Gözün ne kuvvetli ne şeytani bir organ olduğunun farkındayım.
Bazen geç vakit olup da işten hala gelmemişse öldüğünü, hiçbir zaman geri gelmeyeceğini düşünüyorum.
Bazı zamanlarda, bazı ülkelerde yazarların, düşünürlerin, filozofların cezalandırılması, hapse atılması, öldürülmesi hayatın neredeyse doğal bir parçası hâline gelir. Ben böyle bir zamanda, böyle bir ülkede yazarlık yapıyorum.
Öfkemin asıl kaynağı ve de bu durumun en acı tarafı: Ben hep, en öfkeli anlarımda bile yeterince kötü biri olmayı beceremedim.
Holü, odaları usulca dolaşarak enseme dokunan güzel kokulu bir rüzgâra benziyor benim için evde olmak. Uzaklarda biri, kutsal ağacın ince dalını yakıyor o an.
Gündüz uykularında bildiği her şeyi unutan büyükanne şimdi tanıdık bir uykuda. Gözleri kapalı. Açık ağzı, soluyan karanlık bir mağara.
Sadece varlığını değil, her hareketini içimde duyuyorum. Halbuki ona dönüp bakmadım bile.
On dokuz yaşında, dünyası bu köyden ibaret bir erkek çocuğu olarak, uykuların yalnızca rüyalar tarafından bölündüğü yerlerden birinde yaşamadığımı biliyordum.
Cin gibi bakan ateşli gözleri vardı, yanakları çökük, ağzı incecikti. Sımsıkı gerilmiş, koptu kopacak bir ipe benziyor her haliyle diye düşündü Lenny.
Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum.
“Okumak sonsuz bir uykuya dalmamı engellesin, korkudan tir tir titretsin beni diye içiyorum.”
Keşke bu, Emilia ve Julio’nun son düzüşmesi olsaydı.
Göz gözeyiz şimdi. Ter içindeyiz. Göğüslerimiz inip kalkıyor.
Sana mutluluk veren tek şey gecenin bir yarısı, koltuk altların nemlenmiş, kalbin güm güm atarken, henüz kimsenin görmediği yeni bir şey yazmak.
Siyah, tozlu kıyafetine ve gri, tozlu suratıyla çelik çerçeveli gözlüklerine bakıp “Ne tür hayvanlar?” dedim.
Cellatbaşının bana cesaret için verdiği ot yüzünden mi bilmiyorum, düğün gecesi hayal gibiydi her şey.
Asıl sorun bu: Gidecek yerin olmadıktan sonra, sıkılsan ne fayda; gitsen, nereye?
“Güvende, güvende, güvende” diye atardı evin nabzı usulca.
“İyi misin?” dedim. “Hayır. Boğazım yanıyor ve zar zor nefes alıyorum.”
O ağdalı siyahlığa, o zifirin içine, hiç ürkmeden, iğrenmeden, kısa bir tereddüt anı bile yaşamadan atlayıverdi.
Sesli öykü yayınıma hoş geldiniz, kulağınız bende olsun, haydi tanışalım. :)