Hayatın bizlere sunulan en büyük armağan olduğunu, bu yaşamı icra etmenin ise bir sanat olduğunu düşünüyorum. Hepimiz dünyaya içimizdeki potansiyeli ortaya çıkarmak üzere doğuyoruz. Bu kısacık hayatı en iyi şekilde icra etmek ve en iyi versiyonumuza ulaşabilmek için ruhumuzu geliştirmek zorunda oldu…
“Kalp ile bağını koparmak” …. kulağa ne kadar zalimce geliyor değil mi? Ne anlıyoruz bu ifadeden? Belki bencillik, belki zayıflık, korkaklık belki de vicdansız ve hatta robotik bir yaşam… İlk aklınıza gelen bunlar ve benzerleri ise aslında gerçeklikten ne kadar uzak olduğunuzu gösterir. Freud bu konuyu şöyle özetlemiş: “İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi, kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde, artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların tecrübe dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana tecrübeli denir. ”
Mükemmel erkek var mı? Büyüleyici bakışları, Yunan heykeli gibi kaslı vücudu, kusursuz kişiliği ve zevkleriyle aklınızı başınızdan alacak bir erkek her kadının hayallerini süsler. Ancak gel gör ki bu erkekler sadece peri masallarında, romantik komedi filmlerinde olur ve daha çocuk yaşlarda bilinç altımıza işlenmiştir. Sakın inanmayın bu şehir efsanelerine. Zira öyle bir erkek henüz nefes almıyor:)
Hayat döngüsünün içinde herkes ruh eşini arar durur. Hepimizin belki de en önemli hayalidir ruh eşini bulabilmek. Fakat bu yolda bazen kayboluruz. Ne aradığımızı kendimiz bile unuturuz. Bir çoğumuz pek çok ilişki ve evlilikten sonra bile aradığını bulamaz. Bulduğumuzu sanırız ama zaman içinde yanıldığımızı anlarız. Öyleyse nedir ruh eşi? Mükemmel uyumun yakalandığı bir partner gerçekten ruh eşiniz midir?
Değişen toplum düzenimiz değişik yerlere gidiyor. Gelişen teknolojiden sanırım, her şeyin kolayına kaçıyoruz. Kolay para kazanma, popüler olma, ünlü olma, çalışmadan zengin olma, spor ve diyet yapmadan zayıf ve sağlıklı kalma, kendini çözemeden bir başkasını tanıma isteği almış başını gidiyor. Önce gençler böyle diye düşündüm, yani Y kuşağı ve sonrası. Sonra baktım ki X kuşağında da aynı problemler var. Demek ki yaşla değil başla ilgili böyle şeyler. Zamanın ruhu bu olsa gerek. Herkes önüne altın tepside sunulan nimetlerden faydalanmayı öğrenmiş.
“Yaşamın trajedisi ölüm değil, yaşarken içimizde ölmesine izin verdiklerimizdir.” demiş Amerikalı yazar Norman Cousins. Ölüm gerçekten de bu kadar trajik bir son mudur? Hepimiz bir gün öleceğimizi bilerek yaşarken neden korkarız ölümden? Aslında hepimiz biliyoruz ölümün de doğum kadar normal olduğunu. Tek farkı doğunca sen ağlarsın etrafındakiler güler, ölünce sen gülersin etrafındakiler ağlar. Ölümün acı veren yanı ölen için değil, geride kalan sevdikleriniz için geçerlidir. Çünkü çoğu zaman siz ölürken öldüğünüzü bilmezsiniz. Çektiğiniz fiziksel acının bile farkında varmaz ya da hatırlamazsınız. Ama ardınızda bıraktıklarınız için yıkıcı bir travma olabilir. Geride kalanlar çoğu zaman yaşarken ölürler. Sizin çektiğiniz fiziksel acılar, sevdiklerinizin canını daha çok yakar. Aslında ölümden korkmayız çünkü bilmediğimiz bir şeyden korkamayız. Ölüm korkusunun altındaki tek neden; geride bıraktığımız sevdiklerimizin üzülmesidir. Çocuklarımız gelir aklımıza, ailemiz… Onların sizin ölümünüz ile acı çekecek olmaları sizi korkutur aslında. Hele hala size ihtiyacı olan bir evladınız varsa kendi ölümünüzden çok, onun siz olmadan nasıl yaşayacağını ve çekeceği zorlukları düşünürsünüz.
Sadakat ve Aldatma nedir? TDK sözlük anlamlarına bakacak olursak; SADAKAT/ SADIK OLMAK ; İçten bağlılık, dostluğu ve bağlılığı içten olan, ALDATMAK ise; Beklenmedik bir davranışla yanıltmak, karşısındakinin zaaflarından yararlanarak onun üzerinden kazanç sağlamak, birine verilen sözü tutmamak, yalan söylemek anlamı taşıyor. Bu tanıma göre “sadakat” bir karakter, kişilik analizi “aldatmak” ise bir eylemdir. Yani sadık olma durumu bir ahlaki kişilik göstergesiyken aldatmak kişideki sadık olamama duygusunu eylemlerine yansıtma şeklidir. Bu kişilik özelliği sadece özel ilişkilerimizde değil, iş hayatımızda, çocuklarımız ile olan ilişkilerimizde, dostluklarımızda ve aile ilişkilerimizde bile kendini açıkça gösterir. Sadakatsiz iş ortakları, çalışanlar, patronlar, arkadaşlar, eşler ve evlatlar tarafından bol bol kandırılırız.
Kadın-Erkek ilişkilerindeki tutku, insanda kafa karışıklığı yaratan bir ikilemdir. Bazen tutkulu bir ilişkinin içinde bulursunuz kendinizi ama sosyal çevrenizi paylaşamazsınız çünkü statüleriniz (kariyer, maddi imkanlar, yaş, eğitim, aile,din gibi) eşit değildir. Bazen ise ilişkinizi gönül rahatlığı ile sosyal çevreniz ile paylaşırsınız ama bu ilişkinin içinde ne tutku vardır ne de aşk…
Çevremdeki bekar veya evli, kadın ya da erkek herkesin, mevcut ilişkileri ve olamayan ilişkileri hakkında şikayetleri var. Sanırım bu çağımızın genel sorunu. Çünkü anladığım kadarı ile sadece Türkiye’dekiler değil, bütün dünyadaki kadın ve erkekler aynı dertten muzdarip. Tabi ki kültürel ve sosyal farklılıklar yaşanan sorunlar arasında bir fark oluştursa da genel olarak dünya üzerinde kimse kendi dengini bulamıyor. Erkekler esaslı bir kadın, kadınlar ise esas oğlanı arıyor.
Biz kızlar kendi aramızda “Adamlar Madam olmuş” deriz ya, işte bu yazıda bir erkeğin nasıl ve neden dişileştiğini öğreneceksiniz.
Birer yetişkin olsak da hepimizin içinde küçük bir çocuk hep vardır. Kimimiz onu besleriz, kimimizse ruhumuzun derinliklerine gömeriz. Bazılarımız ne kadar yaş alsa da içimizdeki meraklı, deli dolu, yargısız, öğrenmeye aç çocuk sayesinde hayata çelme takarız. Bana göre içimizdeki çocuğu çocuk olarak bırakmak ve büyümesine izin vermemek iyidir. Bazılarımız ise içlerindeki o çocuğu sevmez ve bir an önce büyütmek ister. İster ki büyüsün ve gerçek bir Ergin olsun. Bu bir seçimdir ve kimseyi bu konuda yargılayamayız. Ama o çocuğu Ergin yapacağız diye Ergen seviyesinde bırakmak, kişinin hem kendisine hem de çevresine yapacağı en büyük kötülüktür. Yani ya çocuk kalın ya da gerçek bir yetişkin olun.
Sizlerin de yaşadığınız çevreyi gözlemleme huyunuz var mı bilmiyorum ama ben kendimi bu ara çok fazla gözlem yaparken buluyorum. Sokakta gezen insanları, trafikteki halimizi, haberlerde veya sosyal medyada yapılan sokak röportajlarını izlediğimde dehşete düşüyorum. İşin ironik tarafı ise ağlanacak halimize kahkahalarla gülüyor olmamız. Çevremde pek çok insan, çoluk-çocuk, genç-yaşlı herkes Facebook, Istagram veya YouTube üzerinden yayınlanan salak saçma videoları izliyor ve bunu eğlenceli buluyor.
Hayatımız boyunca birilerini tanımaya ve anlamaya çalışırız. Aile fertlerimizi, sevgilimizi, çocuklarımızı, dostlarımızı.... Peki kendimizi ne kadar tanıyoruz? Başkalarını tanımak için gösterdiğimiz çabanın yarısını kendimizi tanımak için gösteriyor muyuz? Kendimize hiç sorular soruyor muyuz?
Hepimizin tek derdi mutlu olmak... Peki nedir mutluluk? Bizi mutlu eden şey nedir? Nasıl mutlu oluyoruz? Sonsuz mutluluk diye bir şey olabilir mi?
Bu aralar kafamdaki deli sorulardan bir de “An’da kalıp an’ı mı yaşamalıyız yoksa geleceğimizi planlamalı mıyız? ” İş görüşmelerindeki klişeleşmiş olan “5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” sorusu beni hep istemsiz olarak güldürmüştür. Görüşmeden çıktıktan sonra, evimize gidebileceğimizin bile garantisini veremezken, 5 yıl sonrasını nasıl planlayabiliriz? Düz mantık ile düşünürseniz oldukça mantıklı bence:) Öte yandan an’da kalmak, şimdiyi yaşamak, yarını yarına bırakmak kulağa oldukça sevimli geliyor.
Hayata bir kadın olarak bakmak çok güzel, hele de 40 yaşını aşmışsanız. 30’lu yaşlarımda bir kadının en güzel zamanlarının 40’lı yaşlar olduğunu söylediklerinde bir anlam veremezdim. Şimdi ne demek istediklerini çok iyi anlıyorum.
Çevremdeki ilişkileri ve evlilikleri gözlemliyorum da sanırım “Evlilik Kurumu” miadını doldurmak üzere. Belki de elli yıl sonra kimse “Evlenmek” kelimesinin ne anlama geldiğini bile bilmeyecek. Torunlarımızın torunları bizlerin evlenmek için çektiği acılara ve evliliklerimizi devam ettirmek için yaptığımız fedakarlıklara inanamayacaklar:) Tıpkı şimdi bizlerin anne-babalarımızın ya da büyük anne ve büyük babalarımızın bir ömür süren evliliklerini hayret ile izlediği ve inanmakta güçlük çektiği gibi… Evlilik gerçekten de bir ömür sürecek yolculuk mudur?
Sosyal Medya hesaplarının kartvizit yerine kullanıldığı günümüzde, bu hesaplar üzerinden başlayan aşkları çok duyar olduk. Sonu evlilikle bitenleri bile var. Halbuki eskiden öyle miydi? Görücü usulü tanışmalar, yan komşunun yeğenleri, bir arkadaşımın arkadaşının arkadaşları vs… Referanslar sağlamsa gözü kapalı gelin güvey olunurdu. Şimdi böyle şeylere kimsenin ihtiyacı yok, bu da güzel bir şey bence.
Herkesin ağzında aynı cümle bu aralar “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Evet her şey değişir. Şehirler, semtler, sokaklar, insanlar, moda, fikirler, düşünceler….10 sene hiç uğramadığınız köyünüze gittiğinizde köyünüzün değiştiğini fark edersiniz. Çocukluğunuzun geçtiği semt ya da sokak sizin çocukluğunuzdaki yer değildir. Evler değişmiştir, semtin ruhu değişmiştir, kokusu değişmiştir.
Masallarla büyümeyen yoktur herhalde aramızda...Hemen hemen her masalı biliriz. Külkedisi, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Uyuyan Güzel, Kırmızı Başlıklı Kız, Rapunzel v.b. Dikkat ettiniz mi masallardaki ana karakterler genellikle kadın. Verilmek istenen dersler hep kadınlar üzerine.
Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” kitabını okumadıysanız mutlaka okuyun. 80 sayfalık, 6 bağımsız hikayeden oluşan küçük ama dev bir kitap. Kitaba adını veren ilk hikaye oldukça etkili. Tanrı, meleklerinden Azrail’i lohusa bir kadının canını alması için dünyaya gönderir. Azrail kadına acır ve Tanrı’nın huzuruna çıkarak kadının ruhunu alamadığını söyler. Tanrı’nın cevabı ise şöyle olur; “Git kadının ruhunu al, sonra da şu üç kelamımı öğren: İnsanda ne var? İnsana ne verilmemiştir? İnsan neyle yaşar?
Hayat telaşımızın içinde çoğu zaman zihnimizi susturamayız. Zihnimiz çok konuşan bir gevezedir, sürekli hesap-kitap yapar, vesveselidir ve olumsuz düşüncelere meyillidir. Bu yüzden zaman zaman kafamız karışır ve karar veremez hale geliriz. Karar verme mekanizmamız çalışmaz çünkü karar vermek dingin bir zihnin işidir. Böylece yolumuzu kaybederiz ve hayatın içinde başı kesik tavuk gibi görmeden, bilmeden dolanırız. O karmaşıklığın içinde ayrıntıları kaçırır, rotamızı şaşırırız. Aslında bu hallerimiz durup dinlenmemiz gerektiğinin sinyalleridir. Hem zihnimiz hem de ruhumuz mola vermek istiyordur.
Bugün okuduğum bir yazı oldukça dikkatimi çekti ve okurken çok eğlendim. Eğlendim çünkü dost meclislerinde bahsettiğim ve sürekli karşı çıkanlara karşı savunmak zorunda kaldığım bir tezim, bilimsel olarak kanıtlanmış oldu:) Anlayacağınız egom kabardı:)
Çok merak ediyorum kim bu güçlü kadınlar? Ne yerler, ne içerler de güçlü olurlar? Ben de bir kadınım peki güçlü müyüm acaba? Eğer güçlü kadın sınıfında değilsem güçsüz mü oluyorum o zaman? Güçlü Kadın olabilmek için hangi parametrelere bağlı olmalıyız? Neye göre kime göre güçlü kadın olunuyor? Güç metremiz erkekler mi? Yani bir erkeğin yapabildiklerini yapan kadın mıdır güçlü kadın? Aynı şeyleri yapan bir erkek sadece “Erkek” olurken, kadın yapınca neden “Güçlü Kadın” oluyor? Hani eşittik?