Taner Turna & Nazlı Sönmez'in müzik temalı podcast'leri
Bazen sebebini sorgulamadığım fiillerin altında kaldığımı hissediyorum. “Ben istemedim ki bu sorumluluğu, kim verdi bunu bana?” derken buluyorum kendimi. Zamanın yanına eklenen “geçmek” fiili de bunlardan. Geçenlerde onlardan biri ruhuma sızmaya kalkışırken yakalandı. Zaten biraz üstüne gidince kendisi de suçunu itiraf etti. Beni Bana Anlat'ın bu bölümünde kalamadığım yerden devam edip kendimi tekil cümleler kurmaya zorluyorum ve masum olmayan kelimelerle yüzleşiyorum.
Uyumlu olmak. Çıkıntılık yapmamak. Ortamı bozmamak. Tat kaçırmamak. Hepsinin zihnimde uzun uzun kamp kurduğu dönemler var. Kötücül olarak adlandırdığım hislerimin tümü bu sözlere yem oldu. Birçoğu “gel bak, sonra hallederiz” sözüne kandı. Toplum olabilmenin benzerliklere ve tek bir etiketin altına doluşmuş kümelere dayatıldığı bir yaşamın köşesizi olarak çoğu defa kendi sınırlarımı yuttum, örttüm, kapattım ya da gizledim. Daha yeni ortaya çıkıyor çizgilerim. Tıpkı gülümseyince aynadaki yüzümün de hatırlattığı gibi.. Hisler vardır. İyi ya da kötü değil. Ben, sen ve o olarak vardır. Ve evet, ben öfkeliyim.
Hayatta öncelikler yerinden oynadı mı düzeltmek mümkün değil. Yıkıp en baştan dizmek gerekiyor. Benim için öyle oldu. Önce elimde avucumda ne varsa serdim önüme, sonra tek tek seçtim içlerinden bugünkü Taner’in yanında ve başucunda istediklerini… Albert Camus’un da dediği gibi “Kendi doğamın keyfini sürüyorum ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkum etme numarası yapsak da.” Uzun bir aradan sonra kendi doğasındaki Taner’den selamlar olsun.
Bir yerden ayrılmak, oradan uzaklaşmak, çıkmadan son kez arkama baktığım, birkaç dakika sonra kapıyı kitledin mi diye düşündüğüm, geride kalanlara, ki buna bitkilerim de dahil, özlem duyduğum o yerden ayrılmak… ‘Ev’ dediğim yaşam alanımın ne anlama geldiğini, nerelerden geçerek zihninsel kabulleri ve duygusal varlıkları içine aldığını kavramaya başladım. Geç olsun, gerekirse güç de olsun. Yeter ki olsun dedirtti. Çıkıp gittim. İyiye doğru gözümü kapattım. Okşasın diye hayallere başımı uzattım. Kararlarıma ilk kez, sen önden buyur dedim. Kendimi, kendimden sorumlu tutunca basitleştim. Meğer sorumluluk, alıp verme işi değilmiş. İçinden geçene eşlik edince sessizce yanına sokulup destek verenmiş.
Her şeyi planlama alışkanlığı ve ne olursa olsun o plana sadık kalma istediği o kadar yerleşmiş ki zihnime anlık değişikliklere en ufak bir tahammülüm kalmamış. Halbuki tüm kararların bana ait olduğu bir zaman diliminde bile planladıklarımın tamamını yapmam mümkün değil. Şaşırtıcı mı? Asla. Sürekli plan yapma durumu, bir süre sonra hislerimi ve ruhsal durumumu görmezden gelmeme neden oluyor. Hal böyle iken hem anın içinde kalmam hem de kaygıdan uzak deneyimler yaşamam mümkün değil. Ne yapabilirim? Bilinmeyenlerle arkadaş olup başımdan geçenlere gülümseyerek şaşırmanın tadını çıkarabilirim. Denemeye değer.
Başımı göğe doğru kaldırıp kalbimi sevgiye, zihnimi yeniliklere açtığında değişime de izin vermiş oldum. Akıp gidenin ve selam vermeden geçenin hesabını tuttum. Tüm bunlar olurken istenmeyenleri değişime yem ettim. İdealize ettikçe, gerçeklikten uzaklaştım. Kararlarımın bütünü olduğumu unuttum. Artık burada duramam. Bir bahanem kalmadı. Yalnızlığımı alıp eve dönmenin vakti geldi.
Albert Camus’un Düşüş kitabının son cümlesi: “Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle!” Bazen tek bir cümle çeker tüm perdeyi önünden. Alır bakışları ötekinden. Zaten mesele içerinin görünmesi değil, dışarısı dedikçe kaçacak yerinin kalmaması… Evet, her zaman geç kalacağım. Gidiyor diye peşinden kovalamayacağım. Uzaklaşıyor diye üzülmeyeceğim. Sadece yürüyeceğim. Kalbime bir sorup, bin adım atacağım. Gerisi, ben neredeysem oraya gelecek. İçimden geçecek ve yoluna devam edecek.
Tekrarlama düşkünlüğüm ve inatçı monotonluğum içinde kurduğum ya da yakaladığım çizgi dışı bağlamları not almak, unutmamak ve hatırlamak bana iyi hissettiriyor. Başlamak ve bitirmek değil, adım atmak, uğramak, soluklanmak, dolaşmak, tanışmak ve sonunda da neresi olursa oraya varmak beni heyecanlandıran. Hatırlamak, dönüp bakmak, yola ve yolculuğa inanmak. Aklımda dolaşanlara ve kuyruğu birbirine dolananlara ithaf ettiğim Beni Bana Anlat’ın yeni bölümünden selamlar.
Kötü başlayan bir haftanın peşinden sürüklenmemek mümkün değil. Nitekim öyle de oldu. Ben geriye basmaya çalıştıkça yönünü bilmediğim adımların takip etmeye zorlandım. Bu dirençten, yüzünü bile görmediğim hislerden sağ çıkamayacağımı anlayınca da kendimi içinde keşifler barındıran tanıdık duyguların insafına bıraktım. Elde avuçta kalanları da Beni Bana Anlat’ın yeni bölümünü taşıdım. Hasan Ali Topbaş’ın da dediği gibi "İnsan kendine başkasından dolanarak gelir.” Herkese iyi pazarlar.
Fikirler tartışılmadığı sürece değerini, bizde oluşturduğu anlamı kaybediyor. Geriye neyi savunduğunu unutan kendi köşesine çekilmiş gruplar kalıyor. Oysa yanlışlık, en kötü ihtimalle doğruluğun ispatı. Tam bu noktada Gündüz Vassaf’ın dediği gibi: “Bir tarafa kızıp bir tarafı görmezlikten gelince ilkeli duruşlarımız, ‘Ne yapabilirim?’ arayışlarımız inandırıcı olmuyor.” Peki tüm bunlar, değişmekten korktuğumuz, değişime direndiğimiz için olabilir mi?
Çoğu zaman bir tercih olarak karşımıza çıkan umutlu olma ya da olmama halini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bugünden aldığımız her anlamlı nefes ve geleceğe attığımız her meraklı bakış, peşinden umutlu olmayı yani bir eylemi çağırmalı. Aksi hali koca ve anlamsız bir boşluk. Derdim kafamızı kaldırıp geleceğe yürüyebilmek. Umutla yan yana olabildiğimiz günlere…
Hislerimi ve düşüncelerimi didiklemeye devam ediyorum. Aldığım güzel bir haberin akabinde zihnimde beliren bir sorudan yola çıkarak uzun süredir muzdarip olduğum konuları çözümlemeye çalıştım. Başta bendeniz olmak üzere en çok kendine acımasız davrananlara seslendiğim bir bölümden selamlar!
Oradan buradan konuşurum diyerek başlattığım kayıtta sadede bir türlü gelemesem de sonu tatlıya bağlandı diye düşünüyorum. Bir kitap sayfasında buluştuğum filozof Jose Ortega’nın “Ben, kendim ve koşullarımdan ibaretim” sözüyle üst başlıkta toplanan, terapi notlarımdan BoJack Horseman'a uzanan yeni bölümden selamlar olsun
Son zamanlarda aldığım her kararın altını kazmaya başladım. Eşeledikçe karşıma çıkan kontrollü monotonluğumla baş başa kaldım. Hele ipleri elimden bıraktığımda benliğin hep bu anı beklermiş gibi kusursuzca görevini yerine getirmesine dayanamadım. En sonunda zihnimde “İnsan en çok kendine mi oynar?” sorusu dönerken kayıt tuşuna bastım.
Bu bölüme açıklama yazmak bile zor. Tekrarlı hayatın hafızamıza olan yan etkilerinden başlayıp 10. bölüm duygusallığı ile devam eden, ardından son janr bükücüleri merkezine alarak bir alt kültürü anlatmaya çalışan ortaya karışık bir bölüm oldu. Bitişe doğru hisler sağa sola kaysa da bir şekilde gemiyi limana yanaştırmayı başardım.
Sanat ve sporun kendimizi fiziksel, duygusal ve entelektüel olarak ifade etmemize olanak tanıdığı aşikar. Bununla birlikte sınırlar, kültürler, diller ve nesiller arasında geçiş yapmamızı sağlayan evrensel dil olduğu da kabulümüz. Hal böyle iken aynı muhabbet masasında pek buluşturulmayan bu ikiliyi tokuşturmayı kendime görev edindim. David Bowie ve Kobe Bryant’ın aynı cümle içinde yer aldığı yeni bölüm yayında!
Günümüz röportaj formatı beni yüz üstü bırakınca Damon Albarn ile sohbet etme planlarım da suya düştü. Madem öyle, bir önceki bölüm başlattığım dertleşme seansına devam edeyim dedim ve çok düşünmeden kayıt tuşuna bastım. O halde geçmişe yaptığım yolculukları, tekil yaşamın bende oluşturduğu izleri ve hayalini kurduğum projemin bebek adımlarını paylaştığım ‘biz bize’ bölümünden selamlar olsun.
Bir şekilde hayatıma dahil ettiğim insanları, kitapları, filmleri, müzik albümlerini ya da objeleri anlamlandırmayı ve geride bıraktıkları izleri farklı yapıların içinde aramayı seviyorum. José Saramago’nun “Tanrı evrenin sessizliğidir ve insan bu sessizliğe anlam veren çığlık” sözünden destek alarak kendisinin beş kitabına yeni anlamlar katmak istedim ve beş kitabını bende bıraktığı hislerden yola çıkarak müzik albümleriyle eşleştirdim.
Bir arkadaşıma şöyle bir cümle kurdum: “Şu an geleceğin bilinmezliğinde dolaşmaktansa geçmişin bilinen sokaklarında takılmayı tercih ederim.” Sonuç olarak sözümü tuttum. Karşıma çıkan siyah beyaz bir fotoğrafın peşine düşdüm. Kadrajda yer alan David Bowie ve Iggy Pop’un birlikte geçirdikleri 1976 ve 1977 yıllarında uzun yürüyüşlere çıktım. Yol kenarında denk geldiğim hikayeleri de 'göz hakkı' diyerek hiç düşünmeden ceplerime doluşturdum. Sonunda hikayeler dolup taşınca başladım anlatmaya. Düşünce kaldıran, susunca anlayan, gülünce rahatlayan ve sevince inanan arkadaşlara gelsin bu bölüm!
Önce bir şey sorucağım diye yanına gittim. Sonra konu konuyu açtı. Ben sordukça o cevapladı. Meğer o da yeteri kadar anlaşılmamaktan ve genelde kötü birisi olarak tanınmaktan şikayetçiymiş. Evet, utançtan bahsediyorum. Aramızdaki seviyeli ilişkiye zaman zaman arkadaşlarımı da dahil ederek kendisini daha yakından tanımaya çalıştım. İfade edemediği hisleri yüzünden kafamızı karıştırdığını itiraf etti. Ardından üstü toz tutmuş ve sınırları kaybolmuş benliğimizi ortaya çıkarttığını, yetmezmiş gibi bize varlığımızı hatırlattığını iddia etti. İlk başta inanmak zordu. Fakat düşündükçe kendisine hak verdim. Nihayetinde biz utanç ile aramızdaki meseleyi çözdük. Sözü size bıraktık.
Evet İstanbul’da, evimdeyim. Fakat bu sevdiğim sanatçılarla canımın istediği yerde, zamanı kapı dışarı ederek buluşmama ve sohbete tutuşmama engel değil. Düşüncülerini ve hislerini Red Hand Files adını verdiği websitesi üzerinden evrenle paylaşan Nick Cave, bu aralar en yakın arkadaşım. Hal böyle iken kendisiyle, uzun vakit geçirdiğini düşündüğüm Brighton kumsalında bir yürüyüşe çıkmak ve bazı sorulara birlikte cevap vermek istedim.
Spotify kişiselleştirilmiş listeler ile bize ufak sürprizler yapmaya başladığından beri gözümüz başkasını görmez oldu. Kim istemez ki her ihtiyacın olduğunda yanında olan bir arkadaşı… Gel zaman, git zaman rahata alışma sınırı olmayan bünyemiz, ipleri tamamen çevrimiçi platformlara bıraktı. Bendeniz bir süredir ilişkimize mesafe koyduğum Spotify’ın yokluğunu bağımsız radyo istasyonları sayesinde aramaz oldum. Bu bölümde de değişen dinleme alışkanlığım ve hali hazırda takip ettiğim radyo istasyonları hakkında konuşuyorum. Kapanışa da bir film ve dizi önerisi sıkıştırdım.
Bana çok sonradan vurdu alışkanlıklar. Yapıp geçiyoruz, kendimizi huzurlu, güvenli bazen de mutlu hissediyoruz. Daha da önemlisi panik ataktan uzak kalıyoruz. En azından benim için öyleydi. Ta ki derinlerden gelen monotonluğun izini sürüp çoğu artık sorgulanmayan tekrarların arasında kaybolduğumu farkedene kadar. Bu bölümde cebimi hazır cevaplarla doldurup alışkanların modern hayat içindeki gayet korunaklı olan mekanını ziyaret ediyorum. Ayrıca yeterince sabırlı olanları ya da kısa yolu tercih edenleri de bölüm sonunda bir sanatçı ile tanıştırıyorum.
Nereden geldi bu podcast fikri? Tabii ki durup dururken olmadı. Peki neden tek başıma kaydediyorum? Bir bildiğim var, yani olmalı. Her şey sırayla değil mi? Madem kendimden bahsedeceğim önce beni biraz tanımanız gerekiyor. Bakmayın öyle, olan oldu. Şimdi ne yapacağımıza odaklanalım. Kendime not: Beni Bana Anlat başladı.