POPULARITY
Yoldaşım, köşedaşım, programdaşım Ersin Çelik, kültürel iktidardan bahis açtığı son yazısını “İsmail Kılıçarslan da deşerse daha derinlerden devam edecek” cümlesiyle bitirip pası ayağıma bırakmış. Oradan devam edeyim. Ama önce Ersin'in “umut dolu” yazısından bir paragraf iliştireyim şuraya: “Hatırlayalım, birkaç yıl öncesine kadar İslami camianın gençlerini; değerlerinden ve gelenekten uzaklaşmakla suçlayan, misal ateizmin ve eşcinselliğin imam hatiplerde bile yaygınlaştığını iddia eden, buna paralel AK Parti'yi inşa eden zeminin kaydığını söyleyen yorumlar bir anda her tarafı sarmıştı. İnsanları kendi çocuğundan şüpheye düşürecek kadar etkili olmuştu yapılan tezvirat. Yurt dışından fonlanan medyanın arşivi böylesi haber, rapor ve analizlerle, sahte röportajlarla dolu. Bugün yeniden tartışmaya durduğumuz ‘Kültürel İktidar' da tam olarak; iddiasını kaybetmiş, cesaretini yitirmiş, ne olursa olsun başaramayacağına inanmış, kendini, değerlerini, inancını inkâr edecek bir ezikliği dayatıyordu.”
“O'na dönünüz. O'nun önünde boynunuzu eğiniz ve ağlayınız. Yaşlar hem gözünüzden hem de kalbinizden aksın. Ağlamak ibadettir; Hakk'a karşı tevazu göstermenin şiddet hâlidir. Tevbe ve iyi niyet üzere ölen kurtulur. Ey cemaat! Nefisleriniz ilâhlık iddiasında; bundan haberiniz yok. O, bu kötü hâlini her zaman göstermektedir. Hakikat karşısında zor kullanmakta, Hakk'a kafa tutmakta ve ayrıca O'nun istediğini de istememekte... Dergâhtan kovulan şeytanı nefis sevmekte; halbuki Mevlâ onu sevmez. Nefis kadere uymuyor ve sabır, yolunu tutmuyor, daima niza çıkarıyor. O'nun yanında Hakk'a teslime dair alâmet yoktur. İslâm'ın sadece ismi ile yetiniyor; bu ona hiçbir zaman için fayda sağlayamaz ve menfaat getiremez. Ey evlâd! Korku üzere ol. Emin olma. Bu hâlin Rabbine kavuşuncaya kadar devam etsin. Kalbin istikrar buluncaya kadar böyle ol. Niyetini O'na yönelt. Emniyet hâli önüne serilinceye kadar çekin; bu olursa emin olabilirsin. Hak katında emniyet bulursan bol hayır görürsün. Oradan gelen emniyet hâli devamlıdır. O verdiği şeyi geri almaz. Aziz olan Hak kulunu sevince kendine yaklaştırır. Kul Mevlâsından korktuğu müddetçe kötülükleri gider; kalbi ve sırrı sakin olur. Bu hâli kimse sezemez. Hakk'la arasında olur. Siz tecrübesiz insanlarsınız. Allah yolcuları sizin önderinizdir. Onlar kurtarır. Eşinizi razı etmekte ve Mevlâ'nızı darıltmaktasınız. Halkın çoğu, eşinin ve çocuklarının rızasını Mevlâ'dan öne almaktadır. Ben, senin bütün hareket ve duruşunu, bütün gayretini nefsin için görmekteyim; yalnız eşin ve çocuğun için çalıştığını sezmekteyim. Sende Hakk'tan yana hiçbir haber yok. Yazık sana; tam olgun erlerden sayılmıyorsun. Kâmil olan kişi, yalnız Hak için iş yapar. Kalp gözlerin görmez olmuş. İç alemindeki temizlik bozulmuş. Rabbinden perdelenmişsin, ama bunlardan haberin yok. Bu sebeple bazı büyükler şöyle der (Onlara selâm olsun): - Hak'tan perdeli olduğunu bilmeyen zavallılara yazıklar olsun. Yediğin ekmek içerisinde cam kırıkları vardır; sen onu yemektesin ve durumu bilmemektesin. Çünkü ona karşı iştahın ve arzun çok fazla. Hırsın da sınırsız... Az sonra miden parçalanacak ve öleceksin. Bütün belâ Mevlândan uzak olduğu için geliyor; eğer halkı sevmediğini ve Hakk'ı sevdiğini söylemekte gerçekçi olsaydın böyle olmazdın. Peygamberler, her zaman nefislerine karşıdırlar; tabiî arzu ve şehvetlerini yenerler, hakikat yönünden meleklere katılıncaya kadar çalışırlar. Nefislerini yenmek için çok çabalar ve bu yolda çok gayret sarf ederler. Peygamberler ve sevgili kullar sabırlıdırlar. Size gereken sabır işinde onlara uymaktır. Ey evlâd! Tam hamle yapacak durumu elde edinceye kadar, düşmanın duruşuna dayan. Yakında onu tutar yere vurursun. Yalnız zamanını bekle; zamanı gelince onun bütün varlığını teslim alırsın. Ey evlâd! Çalış; hiç kimseye eziyet için gayret etme. Herkese iyi niyet besle. Ancak cemiyetin düzeni için bir şey yapılacaksa onu da yapmaktan geri durma; bu ibâdet sayılır. Aklı başında ve seçme doğrular, sûrlarına üflediler. Onlar, nefislerinin kıyametini kopardılar. Kendi gayretleri ile dünyayı bir yana attılar. Sırata inandıkları için geçtiler. Kalple yürüdüler ve cennetin kapısına vardılar. İçeri girmeden kapı ağzında durdular ve şöyle dediler: - Biz, buranın nimetini yalnız yemeyeceğiz ve içmeyeceğiz. İyi insanlar, yalnız canlarını düşünmezler ve yalnız yemezler. Bu düşünce ile dünyaya döndüler. Maksatları insanları Hakk'ın tâatına çağırmaktı. Ve orada gördükleri iyi şeyleri haber vermekti; ayrıca güç işleri kolaylaştırmaktı. İyi görüşe sahip olan baş gözü ile halka bakar; sonra kalbini açar ve Allah'ın fiil tecellisini onlarda görür. O tecellinin hareketini ve sükûnunu anlar. Buna izzet nazarı derler; Allahın sevgili kulları bu görüşe sahiptir. İman sahibi o kimsedir ki, bir kişiye baktığı zaman baş gözünü kullanır. İç âlemine de kalbi ile bakar ve Mevlâ'yı sır gözü ile görür. Bu yolda çalışan bulur. Kader geldiği zaman uyar. Deniz ve kara onun gözünde aynıdır.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Emin ve Emine, bu bölümde dünyanın en lezzetli mutfağını konuşuyorlar. Hangi mutfak mı? Tabii ki Türk mutfağı!
Kendini tanımak, bilmek istersen, iki şeyden yaratılmış olduğunu bilmelisin. Biri zâhiri kalıp. Buna beden derler. Göz ile görülebilir. Diğeri bâtın mânâsındadır. Ona nefs derler, rûh derler ve kalp derler. Bu ancak hakikât gözü ile bilinir. Baş gözü ile görülemez. Senin hakikâtin, aslın, bu bâtın mânâsındadır. Ondan gayrısı ona tâbidir. Onun askeri ve hizmetçisidir. Biz bu mânâya kalp ismini vereceğiz. Kalp dediğimiz zaman biliniz ki, bazen rûh dedikleri, bazen nefs dedikleri, insanın hakikâtini demek istiyoruz. Kalp demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan et parçası yâni yüreği kastetmiyoruz. Onun bir kıymeti yoktur. Hayvanlarda da, ölülerde de vardır. Baş gözü ile görülebilir. Baş gözü ile görülen her şey, bu âlemden olup bunlara âlem-i şehâdet denir. Kalbin hakikâti bu âlemden değildir. Bu âleme garîb olarak gelmiştir. Yolcu gibi gelmiştir. Görünen et parçası, yürek onun taşıyıcısı ve âletidir. Bedenin tüm uzuvları, onun askeridir. Bütün bedenin padişahı odur. Hâkk Teâlâ'yı tanımak, O (c.c.)'un cemâlini müşâhede etmek, onun sıfatıdır. Teklif ona olmaktadır. Hitap onadır. Asıl saâdet ve şekâvet onun içindir. Beden, bütün bunlarda ona uymaktadır. Onun hakikâtini bilmek, sıfatlarını tanımak, Allâhü Teâlâ'yı tanımanın, bilmenin anahtarıdır. Onu bilmeye çok uğraş ki, o çok yüksek bir cevherdir. Melekler cevherindendir. Onun asıl madeni, Allâhü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrar oraya dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir. Ticaret ve ziraat tohumu ekmek için gelmiştir. O hâlde bu mânâdaki ticaret ve ziraatı bilmelisin. (Hüccetülislâm İmâm-ı Gazalî (r.âleyh), Kimyâ-i Saâdet, s.18-19)
Prof. Dr. Barış Doster'e göre Batı'nın ana amacı, Gürcistan'dan yeni bir Ukrayna yaratmak. Gürcistan halkının sandıkta gösterdiği irade ile bu plana karşı çıktığını kaydeden Doster, Batılıların iyi komşuluk ilişkisini yalnızca kendilerine layık gördüğünü ve diğer ülkelerin savaşmasını teşvik ettiğini hatırlattı.
Bir aydır memleketin doğusundan girip batısından çıkıyoruz. Konya'da, Sultanhanı ve Aksaray'da başlayan yolculuğumuz Ankara'ya, ardından Tekirdağ'a uzandı. Oradan üç gün süren bir Bodrum, Milas, Muğla ve İzmir yolculuğumuza geçtik. Ege'yi fethettik. Kıvılcımı çaktık.
HACC SÛRESİ 18-32 MEALİ N108 M022 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile. 18 Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu O'na, Allah'a secde ederler. (insanlardan) bir çoğunun üzerinde azap hak olmuştur. Allah kimi alçaltırsa ona ikram eden olmaz. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. (Secde âyeti) 19 İşte şu ikisi (mü'minle kâfir) Rableri konusunda çekişen iki hasımdırlar. İnkâr edenlere ateşten elbise biçilmiştir. Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. 20 Onunla (kaynar su ile) onların karnındakiler ve derileri eritilir. 21 Onlar için demirden kamçılar vardır. 22 Oradan, o gamdan her kurtulmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler ve "Bu yakıcı azabı tadın" (denir). 23 Şüphe yok ki Allah iman edip ameli salih işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere kor. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenecekler. Orada elbiseleri de ipektir. 24 Sözün güzeline ulaştırıldılar ve çok övülenin (Allah'ın) yoluna kavuşturuldular. 25 Şüphesiz inkâr edenler ve Allah'ın yolundan ve insanlar için kıldığımız, kendisinde yerli ve misafirlerin eşit olduğu Mescidi Haram'dan alıkoyanlar... Kim orada zulüm ile sapmayı isterse ona acıklı azabı tattırırız. 26 Hani beytin (Ka'be'nin) yerini İbrahim'e hazırlamıştık (ve şöyle demiştik): "Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve evimi tavaf edenler, kıyama duranlar, rukû ve secde edenler için temizle." 27 İnsanlar için de haccı i'lan et, uzun yollardan gelen yaya ve yorgun deve (çevik binek) üzerinde sana gelsinler. 28 Kendilerine ait menfaatlere şahit olsunlar ve kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerine belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Onlardan yeyin ve yoksula, fakire de yedirin. 29 Sonra kirlerini gidersinler, (tıraş olup temizlensinler) adaklarını yerine getirsinler ve Beyti Atik'i (Kabe'yi) tavaf etsinler. 30 İşte (hac) budur. Kim Allah'ın hurmetlerine saygı gösterirse Rabbi katında bu onun için daha hayırlıdır. Size (Maide 3,En'am 145,A'raf 157) okunanların dışındaki hayvanlar helâl kılınmıştır. O halde putlardan olan pislikten ve yalan sözden kaçının. 31 Allah için hanifler olarak (Allah'tan başkasının ilahlığına gönülden dahi meyletmeden) ve Allah'a ortak koşmadan. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki gökyüzünden düşüyor da kuş onu kapıyor veya rüzgar onu uzak bir yere uçuruyor gibidir. (İmanın yüceliğinden inkârın uçurumuna düşer.) 32 İşte böyle. Kim Allah'ın şeairine (işaretlerine) saygı gösterirse bu saygı kalplerin takvasındandır. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/hacc-suresi-18-32-tefsiri
Resûlullâh (s.a.v.) Medine'ye gelince devenin yularını boynunun üstüne bırakmıştı. Kendisi onu hiç tahrik etmiyordu. Deve Ebû Eyyub Ensarî (r.a.) Hazretlerinin evinin önüne çöktü. Resûlullâh (s.a.v.) de devenin üstünde duruyordu. Oradan yine kalkıp gitti, evvelki yerine çöktü ve bir ses çıkardı. Ondan sonra Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz üstünden indi ve: “Allâh dilerse konağımız burasıdır” dedi. Rivayet olunur ki, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz Ebû Eyyub Hazretlerinin evlerine girdiği zaman yer evine konmayı ihtiyar etti. Onun üstünde olan çardağı istemedi. Ebu Eyyub (r.a.) hâtûnuna dedi ki: “Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in aşağıda olması ona lâyık değildir. O (s.a.v.)'e Cebrâil (a.s.) gelir ve Kur'an nâzil olur, O (s.a.v.)'in yukarıda olması gerekir.” Velhasıl o gece kendisi ve hanımı ıstıraptan yatmadılar. Sonunda söylediler. Efendimiz (s.a.v.)'i yukarı çıkardılar, kendileri aşağı indi. Rivayete göre Ebû Eyyub (r.a.)'in evini eski zamanlarda Yemen padişahlarından biri Medine'ye geldiği zaman Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz için yapmıştı. Onun için Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'yi şereflendirdiklerinde oraya konmuştu. O padişah Medine-i Münevvere'ye geldi. Orada bir ev yaptı ve âlimlerden dört yüz kişiyi bıraktı. Alimlerin reisinin eline bir mektup verip tenbih etti ki: “Ben bu evi Resûlullâh (s.a.v.) Hazretleri için yaptım. Zuhur edip bu diyara geldiği zaman evi teslim edip bu mektubu da ona ulaştırasınız” dedi. Ondan sonra günlerin geçmesiyle ev elden ele düştü. Nihavet Ebû Eyyub Hazretlerinin tasarrufunda iken Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri gelip saadetle kondu. Ebû Eyyub (r.a.), o âlimlerin reisinin evlâdından idi. Ensar topluluğu da orada kalan âlimlerin neslinden idiler. Sonradan Kâinatın Efendisi (s.a.v.)'in şerefli hizmetine yetişip nusretler ettiler. (İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.103-104)
Üniversite üzerine söylemlerin önemli bir kısmı olabildiğine ideal bir bilim, hakikat ve nesnellik varsayımına dayanır. Bu varsayımların toplamı birden üniversite hakkında bir otantiklik jargonunu tuhaf bir biçimde işletir. Tuhaflık şu ki, bir süre sonra bu otantiklik beklentisi üniversitenin her türlü gelişimi üzerine bir yük oluşturmaya başlar. Bilhassa üniversitenin yeni açılımları, fiziksel ve kurumsal gelişimi ve yeni gelişmelere ayak uydurma adına attığı adımların bu otantik veya ideal üniversiteden bir sapma oluşturduğuna dair yaklaşımlar her zaman üniversitenin tarihine eşlik etmiş serzenişlere kaynaklık etmiştir. Oysa üniversite diğer bütün sosyal müesseseler gibi beşerî kurumlardır ve bunun içinde yaşayanlar, onun hizmetini alanlar bunu pekâlâ bildikleri halde bu beklentilerden geri durmazlar. Bugün artan üniversite sayısının, üniversiteleşme oranının, bilimsel yayın, araştırma, mezun ve bilim adamı sayısının ardından neredeyse “yitip giden bir üniversite” idealine ağıt tutmanın arkasındaki psikolojiyi iyi irdelemek gerekiyor. Elbette bunu yaparken bugün Türkiye'deki üniversitelerin hiçbir sorunu olmadığını söylemiş olmuyoruz. Bilakis Türkiye'deki hızlı üniversiteleşmeye her zaman eşlik eden başka sorunlara da her söz açıldığında değiniyoruz. Ama üniversite alanındaki her gelişmeye burun kıvırıp en olumsuz örneklerden yola çıkıp üniversitenin geriye gittiğinden dem vuran kalabalık bir kesimin varlığı ister istemez şu soruyu sordurtuyor: “Üniversitelerin daha iyi olduğu bir geçmişimiz vardı da biz mi göremedik?”. Son yazımızı bu soruyla bitirmiştik. Doğrusu bugün üniversitelerin geriye gittiğini söyleyenlerin hangi alanda bu geriye gidişin olduğunu somut örneklerle rakamlarla ortaya koymalarını beklesek de boşuna, çünkü bu tavırları bilgiden kaynaklanmadığı için ortaya konulan bilgilerle değişecek gibi değil. Ama biz yine de sorumuzu sorup cevabını somut olarak vermeye devam edelim: Üniversitenin Türkiye'de özlenen bir altın çağı var mıdır? Bu altın çağda neler olmuş da oradan uzaklaşmak üniversitenin tabiatını bozmuş veya idealinden saptırmıştır? Sayısal alanda veya üniversitede özerklik, bilimsel özgürlük alanında mı? Bu dönem mesela Cumhuriyetin ilk dönemleri midir? Oradan başlayabiliriz, sonra diğer dönemlere de geçip üniversitenin “altın çağ”ını arayalım isterseniz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda faal halde bulunan bir üniversite vardır ve bunun da 1869 yılındaki ilk denemelerinden itibaren asıl kurumsallaşması 1900 yılında II. Abdülhamit zamanında olmuştur. 1923-24 ders yılında savaştan çıkılmış olduğu için önceki yıllara nazaran epey azalmış olan öğrenci sayısı 2292'dir ve bu sayı İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürüleceği yıl olan 1933 yılında yani 10 yıl sonra ancak 3558'e çıkmış olacaktır. Darülfünun bu yıllarda 7 fakülte ve yüksekokuluna sahiptir.
Torun annesi için sipariş verdiği hediye paketini açıyor. İncecik bir paket. Belli ki yükte hafif, pahada ağır bir hediye. Paketin içindekini görmeyen babaanne “Ne o, içi boş mu çıktı?” diye soruyor tedirgin bir eda ile. 23 yaşındaki genç kız “Eski kuşağın internet alışverişine bakışı.” diyor, ablasına göz kırparak. Babaanne kendisi ile alay edildiğinin farkında “Bu kulaklar neler duydu neler. Bir zamanlar hayali ihracatçımız olduydu, Başbakan'ın yeğeni hem de...” diyerek sitem ediyor. 23 yaşındaki genç kız, babaannesinin cümlelerini sevinçle karşılıyor: “Ah ne hoş bir isimlendirme ‘hayal ihracatçısı' ” “Hayal ihracatçısı değil, hayali ihracatçı.” “İkisi de bana uyar. Hayal ihracatçısı da hayali ihracatçı da.” Abla her zaman olduğu gibi “eski kuşak” ile “yepisyeni kuşak” arasında ara bulucu olmaya çalışıyor. “Bak sevgili Z kuşağı, babaannem bir dönemin siyasi çalkantılarından bahsediyor. Süleyman Demirel Başbakan...” “Ha ben biliyorum o şarkıyı. Süleyman hep başbakan. Bak size de dinleteceğim şimdi. Uğur ile Ceyda TİKTOK çekti bu şarkı ile. Oradan biliyorum.” Şarkıyı dinlerken babaanne bağırıyor: “Adı Yahya idi. Yahya Demirel. Ahretliğim torununa Yahya ismini koyacaktı da kaderi benzer diye koymaktan vazgeçmişti.” “Ne alaka babaanne ya!” “Alakayı sen kur sevgili Z kuşağı. Bas tuşa gelsin sana.” Ablasından komutu olan “Z kuşağı” derhal gugulluyor. Gugullarken soruyor:
Soykırımcı İsrail'in Gazze halkına yönelik emsalsiz vahşilikteki katliamları “modern”, “medeni” dünyanın gözleri önünde 9 ayını tamamlamak üzere. Bu zamana kadar 50 bine yakın insan hayatını kaybetti. Bunların arasında 20 binin üstünde çocuk, 15 binin üstünde de kadın var. Bir savaşta bu kadar çocuk, kadın ve sivil ölümü savaşan tarafın gözünü kan bürüdüğünün ve insanlıktan fersah fersah çıkmış olduğunun yeterli kanıtı. İsrail için çocuklar, yarının eli silahlı düşmanları… O yüzden onların öldürülmesini dini açıdan haklılaştıran hatta daha fazla teşvik ve tahrik eden bir motivasyon var ve bu anlayış, bugün Müslümanları hedef almışsa da bu bütün insanlık için büyük bir tehlike. Modern teknolojik silahlar katliamlarda insan duygularını tamamen devre dışı bırakabiliyor, basılan bir tetiğin nasıl bir acıya, trajediye yol açacağını kimsenin hesap edecek ne zamanı ne hâli oluyor. Zaten o tetiğin yol açtığı aşırı patlama ve tahribat arasında insan cesetleri de toz oluyor ve trajedi o toz dumanın arasında adeta örtbas oluyor. Ama tabii ki bütün o toz duman arasında hiç gizlenemeyen şey hedef alınan ve ölenlerin çoğunun annelerinin karnında, kuvezde, kundakta veya oyun alanlarında çocuklar olması. Bu arada kara operasyonları esnasında insanlıktan çıkmış İsrail askerlerinin Gazze'de sergiledikleri aşağılık uygulamalar göz ardı edilemeyecek bir şekilde insanlığın gözünün içine giriyor. Hastanelerin defalarca bombalanması, yaralılara bir umut şifa olmaya çalışan sağlık görevlilerinin özellikle hedef alınarak öldürülmesi, olan biteni dünyaya duyurmaya çalışan basın mensuplarından şimdiye kadarki bütün savaşlarda ölenlerden daha fazlasının ölmüş olması, okulların, camilerin, kiliselerin bombalanması. İsrail haydut askerleri tarafından işgal edilen hastanelerde tedavi görmekte olan bütün yaralıların cesetleri kısa süre sonra hastane yakınlarında toplu mezarlarda bulundu. İsrail şimdiye kadar insanlık suçlarından yargılanmış olan her suçlunun toplamından daha fazla suçu irtikap etmiş durumda. Üstelik bütün bunları yaparken kendisini fena halde motive eden bir kutsal kitabı var: “Bir şehre girdiğinizde kadın, erkek, çocuk, yaşlı veya nefes alan her şeyi öldürün." Bir süre önce 3 oğlu ve 4 küçük torunu suikastla katledilen Hamas'ın Siyasi Büro Şefi İsmail Heniye'nin bu kez de ailesinden aralarında kız kardeşi, yeğenleri ve 6 torununun bulunduğu 10 kişi daha şehit edildi. Hamas'ın bulunduğu Gazze'de de değil, işgal altındaki Batı Şeria'da İsrail askerlerince yaralanmış bir Filistinli gencin bir askeri aracın önüne, güneş altında çalışan aracın üstüne bağlanarak taşınması, zihinlere kaydedilen ayrı bir canilik örneği. O esnada askeri araç bir ambulansın önünden geçiyor ve yaralıyı ambulansa bırakmak yerine kendine kalkan yaparak geçip gidiyor. Kendilerinden olmayan insanlarda, bilhassa Müslüman dünyadan nefret ettiren, herkese yalanı, zinayı, faizi, işkenceyi ve ölümü reva gördüren bir zalimliği dini bir temele oturtan bir teoloji var ve bu teoloji son kertede bugünkü Batı medeniyetinin etik temellerinde de bir şekilde formüle edilmiş olarak yer alıyor. Oradan sömürgecilik, oryantalizm, Avrupa- merkezci modernlik de aynı duygusal kaynaklardan besleniyor. Siyonizm ile Batılı sömürgecilik aynı epistemolojik kökenlere sahip.
*32 SECDE SÛRESİ Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile. 1 ElifLâmMîm. 2 Kitabın indirilişi alemlerin Rabbi tarafındandır. Bunda hiçbir şüphe yoktur. 3 Yoksa "Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?" Hayır, o Rabbinden olan hak (kitap)tır. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarmak içindir. Belki yola gelirler. 4 Allah'tır gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden(Yarattığı her şeyi hükmü altına alan). Sizin için O'ndan başka bir dost ve şefâatci yoktur. Düşünmüyor musunuz? 5 Gökten yere kadar bütün işleri Allah düzenler. Sonra sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde, O'na yükselir. 6 İşte O, gizliyi de açığı da bilen, her şeye gücü yeten, merhamet edendir. 7 Yarattığı her şeyi güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. 8 Sonra, onun soyunu, bayağı bir sudan yarattı. 9 Sonra onu düzeltti ve ona ruhundan üfürdü. Size kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! 10 "Topraklarda kaybolduktan sonra, biz yeniden mi yaratılacağız?” dediler. Evet onlar Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. 11 De ki: "Size görevlendirilen ölüm meleği sizi öldürecek, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” 12 Rablerinin huzurunda başlarını öne eğerek; "Rabbimiz, gördük ve işittik. Bizi (dünyaya) geri döndür de salih amel işleyelim. Biz kesin olarak inandık" diyen suçluları bir görsen. 13 Biz, dileseydik herkese hidâyetini verirdik. Fakat benden; "Cehennemin tamamını cinler ve insanların bir kısmıyla dolduracağım" sözü gerçekleşti. 14 Bu (kıyamet) gününüzü unutmanız sebebiyle (azabı) tadın. Biz de sizi unuttuk, yaptıklarınızın karşılığı olarak, ebedi azabı tadın. 15 Bizim âyetlerimize ancak şunlar iman ederler: Âyetler hatırlatıldığında secdeye kapananlar. Rablerini hamd ile tesbih edip, büyüklük taslamayanlar. (Secde âyeti) 16 Yanlarını yataklardan (ibadet için) uzak tutanlar, ve korkarak ve umarak Rablerine dua edenler ve kendilerine verdiğimiz rızkdan infak edenler (bizim âyetlerimize iman ederler.) 17 Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için göz aydınlığı olan nimetlerden (onlara verilmek için) nelerin saklandığını hiçbir kimse bilemez. 18 Mü'min olan, fasık olan gibi midir? Bunlar denk değildir. 19 İman edip ameli salih işleyenlere gelince, onlar için yaptıklarına karşılık ağırlanmak için varacakları cennet vardır. 20 Fasıklara gelince, onların sığınağı ateştir. Oradan her çıkmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler ve onlara; "Yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadınız!" denir. 21 Belki (İmana) dönerler diye, onlara büyük azaptan önce, küçük azabı tattıracağız. 22 Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra, ondan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Şüphesiz biz suçlulardan intikam alırız. 23 And olsun biz, Musa'ya kitab verdik. Sen ona kavuşacağından şüphe etme. Onu İsrail oğullarına hidâyet rehberi kıldık. 24 Sabredip, âyetlerimize iman ettiklerinden, onlar arasından emrimizle yol gösteren imamlar (önderler) kıldık. 25 Şüphesiz Rabbin, kıyamet gününde, ihtilaf ettikleri konularda hükmedecektir. 26 Kendilerinden önceki nesillerden helâk ettiklerimiz ki, şimdi bunlar onların yurtlarında geziyor. Bu onları doğru yola götürmedi mi? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Hâlâ kulak vermiyorlar mı? 27 Görmüyorlar mı? biz suyu kurak yere sevkederiz de, onunla ekin çıkarırız, ondan hayvanları ve kendileri yerler. Hala görmüyorlar mı? 28 "Eğer doğru söylüyorsanız fetih (kıyamet) ne zaman?" derler. 29 De ki; “fetih (kıyamet) günü geldiğinde, kâfirlere imanları fayda vermez. Onlara zaman da tanınmaz.” 30 Vazgeç onlardan ve bekle, şüphesiz onlar da bekleyecekler. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/secde-suresi-tefsiri-ali-kucuk
Bu yazıyı sahura kalktığımız ilk gece (pazar) Bodrum'dan yazıyorum. Çünkü pazartesi erkenden çıkıp Milas'ın Selimiye beldesinde seçim çalışmalarına gideceğim. Olur ki fırsat bulamaz da yazamazsam diye tedbiren pazar gecesinin geç bir vaktinde yazıyorum. Gurbette Ramazan zordur. Hele bir de seçim çalışmalarına katılıyorsanız. Gazzeli kardeşlerimizin halini düşününce zorluk kelimesi hem anlamını yitiriyor hem de yüreğime onulmaz bir acı gibi çöküyor. Çarşamba ve perşembe günü İstanbul'daki tv programlarından sonra cuma sabahı erkenden memleketim Adıyaman'a iki günlüğüne gideceğim. Pazar günü Gaziantep'te olacağım. Pazartesi sabahı erkenden G. Antep'ten İzmir'e uçacağım. Oradan da karayoluyla kaç saatlik yolculuktan sonra söz verdiğim üzere tekrar Milas'a geçeceğim. Seçimin son gününe kadar oradayım inşallah... Bir yanda Ramazan, bir yanda seferilik, bir yanda tv programları bir yanda da sahada seçim çalışmaları. Rabbim tahammül versin ve hayırlara tebdil eylesin. Biz seferle yükümlüyüz. Elimizden geleni yaptıktan sonra gerisi Rabbimize aittir. Kalpleri evirip çeviren O'dur. Zafer O'ndandır. xxxxx Bir ayı aşkın süredir evimizden uzaktayız. Asla şikâyetçi değiliz. Zinhar birilerinden aferin almak veya bir makam elde etmek niyetiyle de çalışıyor değiliz. Şahıslar kazansın diye çalışmıyoruz. Birilerine makam sağlamak için çabalamıyoruz. O birilerinin kibirden başları göğe ulaşsın, nefisleri daha da azmanlaşsın diye alın ve yürek teri akıtmıyoruz. Sadece ve yalnızca Reis'in başı öne eğilmesin, bayrağı yere düşmesin diye sahalardayız. Çünkü Reis'in şahsında somutlaşan davayadır bizim sevdamız. O malum odakların seçim sonuçları üzerinden kem dilleri Reis'in üstünde uzamasın diye çabalayıp durmamızın sebebi bu. Sahada olup bitenleri görüyoruz. Kimlerin ne yapıp ettiğini de.
Merkez Bankası 2024, 2025 ve 2026 enflasyon tahminlerinde değişikliğe gitmedi. 2024 için %36, 2025 için %14 ve 2026 için %9'luk tahmini korudu. Yılın ilk enflasyon raporu sunumuna Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay'ın "oksomoron" çıkışı damga vurdu. Tecrübeli ekonomist Akçay, toplantının sonunda mikrofonu eline aldı ve şunları söyledi: Süreç doğru anlaşılmadığında yüzde 36'lık enflasyon tahmininin yukarı yönlü neden revize edilmediği gibi soruları geliyor. Bizim şu an içinde çalıştığımız sistemde, ağırlıklı ortalama fonlama maliyeti mevduat faizi bağı kopmuş, politika faizi enflasyon bağı kopmuş, faiz kur bağı kopmuş durumdaydı. Biz yedi aydır tekrar ihdas ediyoruz. Bu bağlar tekrar ihdas edilecek. Veriler birikecek. Alan verileri kullanacaksınız, modelleme yapacaksınız. Oradan sonra da 36'dan 38'e çıkma ihtiyacı duyacaksınız. Modelleme bilen arkadaşlar beni çok iyi anlayacaktır ki bu çok zor ve hatta imkânsıza yakın. 36 hedefini değiştirmekten ziyade o hedefe bizi sürekli yakınsatacak olan önlemleri devreye sokmak çok daha anlamlı. Öbür türlü yaptığınız işe olmayan bir önem atfediyor olursunuz. Bu normalleşme süreci aslında biriken veri ile bağların yeniden kurulması ile modellemede çalışan arkadaşlara uygun ortam sağlayacak. Daha o noktada bile değiliz. 36 hedefi iddialı; ama iddiasız hedef koyan merkez bankası bence oksimorondur. İddialı ama erişilebilir bir hedef, enflasyon beklentilerini aşağı indirmekte ve düzeltmekte iddiasız ve rahat ulaşılabilir bir hedeften çok daha iyidir. Dolayısı ile yaptığımız şeyin doğruluğuna fena halde inanıyoruz. Yeni Başkan Dr. Fatih Karahan ise kameralar önündeki ilk sınavını başarıyla verdi ve Erkan'a göre mesajları çok daha sert ve netti. "Karahan'ın konuşmasında öne çıkan cümleler ise şunlardı: Enflasyon görünümünde bir numaralı risk asgari ücret. Kira fiyatları istediğimiz düzeyde değil. Ek faiz artışı öngörmüyoruz. Likidite strelizasyonu önemli. Kredi kartlarında düzenlemeye ihtiyaç var." O halde MB'nin yeni dönem yol haritası: Talep enflasyonu, kredi kartı düzenlemeleri, taksitlendirmenin azaltılması ve kredi kısıtlamalarıyla kontrol altına alırken; likidite strelizasyonu ve kuru baskılayarak TL algısını güçlendirilmesi... Aynı zamanda faiz artışı yoluyla değil de parasal sıkılıkla enflasyonu kontrol altında tutmak.
Balkanlar, dünyanın en kritik ve stratejik tampon bölgelerinden biri. Her zaman patlamaya hazır bombayı andırıyor. Büyük Balkan Seyahati yazılarımız, Balkanların geçmişten geleceğe uzanan karmaşık hikâyesinin görünür görünmez boyutlarını her yazıda kalemi olgunlaşan MTO'muzun demirbaş talebelerinden Seyfullah Yiğit kardeşimin dinamik kalemi ve gözlem gücüyle ruh dolu bir dille okuyucuyla paylaştı. Bugün bu yazıların sonuna gelmiş durumdayız. Seyahatimizi an be an, gün be gün kaleme alan, kayda geçiren, Balkanlar'a seyahat yapacak kardeşlerimize rehberlik edecek güzel bir kaynak oldu. Bu yazıları ilk fırsatta benim yazılarla birlikte kitaplaştıracağız. Seyahatimizi en güzel şekilde organize eden Aşk-ı Turkuaz sahibi Beytullah Yıldız kardeşime bir kez daha teşekkür ediyoruz. Bu arada Mayıs ayında Özbekistan Kazakistan seyahatimiz olacak kardeşlerimizle. O seyahatimizle ilgili izlenimlerimizi de paylaşacağız inşallah. *** Saraybosna'da Tarihi İsa Bey çarşısındayız. Bugün, buradan, son durağımız olan Saraybosna'dan ayrılacağız. Son ziyaretlerimizi yapıyoruz. İsa Bey çarşısında çok güzel bir atmosfer var. Akideyle inşa edilen yapılar… aynı zamanda bir tebliğ vazifesi de görüyor. Şehirlerin Müslümanca inşa edilmesi bu açıdan çok önemli. İsa Bey, Üsküp beyidir. Oradan buraya getirtilir şehri ihya etmesi için. Çok başarılı bir idarecidir. Çarşının her sokağının ayrı bir işlevi vardır. Bakırcılar çarşısı, kilimciler çarşısı gibi her bir sokakta ayrı bir meslek icra edilir. İsa Bey'e başta merkezden para gönderilmez. O, kendi imkanlarıyla şehri imar etmeye başlar. Daha sonra merkezin bundan haberi olur. 25 yıl yetecek kadar para gönderilir. Bu çarşı ve daha fazlası bu parayla inşa edilir. İsa Bey, Saraybosna'yı Saraybosna yapan adamdır yani. Bundan dolayı Boşnaklar kendisine ‘dedo' derler. Bizde babacan, yardımsever, fedakâr insanlara ‘baba' demeleri gibi. İsa Bey, ilk olarak sebil yapar. Daha sonra İsa Bey Camii yapılır ve diğer eserler sırasıyla inşa edilir. Çarşı meydanından Gazi Osman Bey Külliyesine geçtik. Saraybosna'nın en önemli merkezlerindendir bu külliye. Ara ara Yusuf Kaplan Hocamız da katkı yapıyor Mihmandar Süleyman'a. Külliyeler bir üniversitedir aynı zamanda. Buralarda hâlâ Kur'an okunur. Beş yüzyıllık gelenek devam ettirilir. Matbaa var, el yazması Kur'anlar çoğaltılıyor. Cami, ters ‘T' şeklinde Bektaşî geleneğine göre inşa edilmiş. Sultan Süleyman döneminde bu gelenek terk edilir. Sultan Süleyman, caminin bu şekilde inşa edildiğini öğrenince itiraz eder. Hüsrev Paşa, Sultan'a, camiyi yıkalım mı diye sorar. Sultan, hayır, karışmayın der. Bu camii, Balkanlar'da Bektaşi geleneğine göre yapılan son camidir. Cami inşası için Dubrovnik'ten sağlam taşlar ve işten anlayan Hırvat ustalar getirilir. Hırvatlardan necaset kokusu gelir. Bu kokunun giderilmesi için Hırvat çalışanlar için umumi bir tuvalet inşa edilir. Avrupa'da ilk umumi tuvaletin yapıldığı yerdir Saraybosna. İslâm Medeniyeti, insanın hem iç hem de dış temizliğine önem verir. İslâm Medeniyeti, hayata anlam katan, değer katan bir medeniyettir, bunu her şeyde görmek mümkündür.
Bu yıl da mutadım olduğu üzere yeni miladi yılın ilk yazısını yazmaya başlamadan önce bilgisayarımdaki “gazete yazıları arşiv” dosyasına “2023” isimli klasörü taşıyıp, “2024” isimli bir klasör açtım. Dile kolay, tam 12 yıl olmuş gazetem Yeni Şafak'ta yazmaya başlayalı. Dürüst konuşmak gerekirse bu 12 yıl içerisinde kaç defa “artık köşe yazmayı bırakmam lazım, şiirler, romanlar beni bekliyor” diye düşündüğümü hatırlamıyorum bile. Her seferinde “biraz daha var, biraz daha yazmalıyım” diye düşünerek vazgeçtim bu fikirden. Bu 12 yılda hep “bildiğim yolla mücadeleye devam edebilmek” galebe çaldı benim açımdan. Ve yine bu 12 yıl hem Türkiye için hem de benim için inanılmaz olayları kendisine sığdıran bir 12 yıl oldu. Gezi olayları, 17-25 Aralık ihaneti, 15 Temmuz, pandemi, Gazze ve Suriye meseleleri, Tayyip Bey'in her seçimi kazanması falan derken “tarihin bu momentine yazarak şahitlik etmek” çok ilginç ve açıkça söylemek gerekirse çok da zor bir deneyimdi benim açımdan. Köşe yazarlığı maceram boyunca söylediğim bir cümle var: “İnandığım bazı şeyleri yazamadığım doğrudur ama inanmadan yazdığım tek bir satır okumadı benden okurlarım.” Doğru. “Keşke yazmasaydım” dediğim yazılarım da oldu, “şu yazımda epey hata yapmışım” dediğim yazılarım da. Kimi “yandaş” diye suçladı bu süreçte beni, kimi “yeteri kadar Reisçi olmamakla.” Her iki suçlamanın da anlaşılır tarafları vardı elbette. Bana soracak olursanız “kendi bildiğim yöntem ve yolla Türkiye'yi sevmekten ve onun yanında durmaktan başkaca bir şey yapmadım bu 12 yıl boyunca” diyeceğim size. Bunun çok çeşitli sebepleri var ama en önemlisi galiba Türkiye'yi “insanlığın son adası” olarak görmeye meylimdir. Uzattım. Uzatınca duygusallaştım da bir bakıma. Hâlbuki yıl değerlendirmesi yazmak üzere oturmuştum yazının başına. Oradan devam edeyim. 2023 “hüzün yılı” olarak kalacak aklımda. Aynı yıla “iki büyük acı” sığdı çünkü. Yılın başında yaşadığımız deprem felaketi zannediyorum tamı tamına “asrın felaketi” olarak isimlendirebileceğimiz bir şeydi. 50 bin insanımızı kaybetmenin yanı sıra dehşetli biçimde iki şey fark ettik depremde. Birincisi Türk insanının ne kadar asil, ne denli mübarek bir insan topluluğu olabileceğini. İkincisi ise Türk insanının ne denli ahlaksız, ne denli aşağılık bir insan topluluğu olabileceğini. Doğru. İki durumu da aynı anda fark ettik. “Baraj patladı” bir yandaydı, tam 29 gün “üzeri çatılı” bir yerde uyumadan enkazda çalışan maden işçileri bir yandaydı. “Annem çorba içmeden geçerseniz size hakkını helal etmeyecek” cümlesi bir yandaydı, 20 liralık bisküviyi 100 liraya satmaya çalışan leş fırsatçı bir yandaydı. “Oy yoksa yardım da yok” diyen aşağılıklar bir yandaydı, enkazdan çıkardığı kadına “ben gideyim abla, beni burada görürülerse döverler” diyen Suriyeli kardeşimiz bir yandaydı.
Gazze'de yaşanan katliamı her gün televizyondan, sosyal medyadan gazetelerden görüyoruz. Gördükçe de içimiz içimizi yiyor. Oradan gelen her görüntü, İsrail'in uyguladığı bitmek tükenmez bilmeyen yok etme arzusu, karşımızdakinin insani değerlerden nasibini almamış bir grup olduğu gerçeğini yüzümüze vuruyor. Gazze diye bir yerin varlığından artık ne kadar bahsedebiliriz bilmiyorum. Daha savaş ve Gazzelilere yönelik soykırım olanca hızıyla devam ederken “Deniz artık uzak değil” başlığıyla, Gazze'de İsrail'in henüz ele bile geçirmediği yerlerde yapmayı planladığı tatil sitelerinin reklamını görmek midemi bulandırıyor. Gazze'yi Gazze yapan bütün değerler yerle bir edilirken Gazzeliler nasıl dayanıyorlar? Bunu anlamak için idrakim yetmiyor. Aklıma şu soru geliyor: Bir yeri bize ait hissettiren nedir? Hem sevdiklerimiz (ailemiz, arkadaşlarımız) hem de içinde anılarımız olan binalar, gezdiğimiz, yürüdüğümüz sokaklar değil mi? Kitap okuduğumuz bir kütüphane, gençlik yıllarımızda gittiğimiz bir sinema salonu, arkadaşlarımızla buluştuğumuz bir kafe... listeyi uzatmak mümkün. Bu listeye tarihi binaları, yapıları eklemek gerek. Camileri, medreseleri, külliyeleri hatta mezarlıkları. Bunların hepsi birden gittiğinde burayı sizin kılacak olan şey nedir? Bütün aileniz, tanıdığınız hemen herkes öldüğünde, bildiğiniz bütün binalar yıkıldığında o topraklara nasıl hâlâ bağlı kalmak mümkün. Bu yok oluşlar doğal yollardan da olabilir. Nitekim 6 Şubat depremleriyle benzer bir durumu yaşayan milyonlarca insanımız var. Ya da İsrail'in Gazze'de uyguladığı gibi bir yıkım da söz konusu olabilir. İkisinin arasında hiç şüphesiz büyük farklar var. Tabii İsrail, Gazze'nin sadece geçmişini silmiyor. Geleceğini de şimdiden yok etme peşinde. Yoksa neden savaşta doğrudan çocukları öldürsün? Sadece bu da değil, sağ kalan çocuklar için de tüm ümitleri yok etme peşinde. 1978 yılında kurulan ve Gazze'nin doktor ve mühendislerini yetiştiren Gazze İslam Üniversitesi yerle bir edildi. Üniversitenin Rektörü Sufyan Tayeh öldürüldü. Filistin'de Unesco'nun fizik, astrofizik ve uzay bilimleri başkanıydı. Gene aynı üniversiteden Dr. Refaat Alareer'in son şiirini herkes okudu, duydu ama bir kez daha tekrar etmekten zarar gelmez:
Ohri'deki gözlemlerimizi ve keşiflerimizi paylaşmaya devam ediyoruz. Bingöl'den MTO'nun demirbaşlarından Seyfullah Yiğit kardeşimin leziz kalemi ve ince İslâmî duyarlığıyla kaleme aldığı ilginç ve düşündürücü bir Ohri ve Balkanlar portresi ile sizi baş başa bırakıyorum... Ohri'de de Ayasofya var. Kutsal bilgelik demek Ayasofya. Ayasofya her yerde bulunmaz. Kriterleri çok zor. Ayasofya'nın varlığı için orada 365 gün ibadet edilmesi şartı var. Ohri'deki Ayasofya Kilisesinin her bir sütunu ayrı bir yerden getirilmiş. 10. yüzyılın sonları ile 11. yüzyılın başlarında yapılmış Ohri'deki Ayasofya Kilisesi. Daha sonra fethin sembolü olarak camiye dönüştürülmüş. Cami olduğu dönemlerde kilise kalıntıları da korunmuş. Bunu Makedon'lar da kabul ediyor ve hatta teşekkür ediyorlarmış, mihmandarımız Süleyman kardeşin aktardığına göre. Safranbolu evlerini andıran sokaklarda gezerken ilginç şeyler öğreniyoruz mihmandarımızdan. Kaldırım mesela. Kaldırım, Roma döneminden kalan yolların Osmanlı döneminde kaldırılmasıyla oluşmuş. Böylece kaldırım yolu olmuş. Örneğini Ohri'de gördük. Yine aynı sokakta İslâm şehirlerinin nasıl insanî olduğunun örnekliğini öğrenecektik Süleyman kardeşten. Evlerin pencerelerinin önünde sarı çiçek varsa bunun anlamı, evde hasta varmış demek; beyaz çiçek varsa bunun anlamı, evde dul var ve kırmızı çiçek olduğunda da henüz evlenmemiş kız evi olduğu anlaşılıyormuş. Böylece şehir sakinleri, çiçeklerle ama sessizce birbirlerine nasıl davranacaklarını anlatıyorlar. Bu nasıl bir inceliktir böyle. İsmini yazmayı unuttuğumuz bir arkadaşımızın oracıkta söylediği bu söz çok doğru: “Osmanlı Medeniyeti, çiçekle çiçeklenen bir medeniyettir.” Tarihî şehirden kıyıya geçtik tekne turu için. Yusuf Hoca ve birkaç arkadaş tekne tutar endişesiyle indiler. Tekne tam kalkacakken ben de indim. Yusuf hocaları buldum. Hep birlikte Cengiz abinin çay ocağına doğru yürüdük. Meydanda çınar ağacının önünde fotür şapkalı, top sakallı bir adama rast geldik, Türkiye'denmiş. Türk olduğunu söyledi. Ama bizim bildiğimiz Müslüman Türklerden değil. Türklerin özünün izini sürdüğünü söylüyordu Ohri'de. Yılın altı ayı Ohri şehrinde ikamet ediyormuş. Araştırmacı, şiir yazıyor falan kendini böyle takdim ediyor... ismini öğrenmeyi unuttuk. Eski Türkler falan deyip birkaç cümle kurdu. Ustam Yusuf Kaplan'dan kaçar mı? Kaçmadı. Hemen tepki gösterdi. Ne demek Türkler Müslüman olunca Arap oldu. Türkler, İslâm'a girmeden önce ne yaptılar. Kalıcı bir medeniyet kurabildiler mi diye sert ama yerinde bir çıkış yaptı hoca. “Bunlar hep o cahil cühela kadının fikirleri. Aslı astarı olmayan fikirler bunlar. Oradan alıp kullanıyorsunuz” diye sert yapmaya devam etti Ustam. Adam afalladı. İfşa edilmişti artık. Bir şey demedi Ustamın bahsettiği Mübeccel Kıray Hanımla ilgili. Demek ki kabul ediyordu. Mübeccel Hanımın saçma fikirlerini satıyordu Ohri'de tarihî Osmanlı şehrinin şiir gibi sokaklarında! Fötr şapkalı adam, Yusuf Hoca'nın kendisini ifşa etmesiyle “ben Şamanım” dedi. “Türkler, Şaman dinine dönmeli” demez mi? Tabii cevabını sert bir şekilde aldı. Türkler... ümmetin yüz aklarındandır. Ancak bunu, bu devşirmeler anlamaz. Anlayacak kapasiteden de yoksunlar. Bu devşirme tipli adamla yol üstünde ayaküstü konuşmuştuk. Biraz ileride olan Cengiz abinin yerine geçer geçmez bu konu üzerine sohbet etmeye başladık.
Fenerbahçe otobüsünün bir sniper tarafından vurulması olayı (4 Nisan 2015) halen “faili meçhul!” Tetikçi, sekiz yıldır bulunamadı, sırra kadem bastı... Gelgelelim, aslında faili meşhur! -Nasıl, yani? Araklı'daki saldırı noktasında görevli bekçiden başlayıp, saldırı gerçeklerinin hasıraltı edilmesini sağlayan emniyetçi şahıslara... Oradan dosyaya bakan savcı ve de hâkime kadar alayının FETÖ şüphelisi olması ve bunların çoğunun meslekten ihraç edilmesi yeterince fikir veriyor! Fenerbahçe otobüsünün vurulması, 3 Temmuz 2011'deki Şike Kumpasının (Made in FETÖ) devamı niteliğinde bir saldırıydı. Takım otobüsünü kullanan şoförün yaralanmasına karşın aracı durdurmayı başarması, büyük bir faciayı önlemişti. Otobüs saldırısı, lider takımın sezon sonunda dördüncü yıldızı ezeli rakibine kaptırmasına yol açmıştı. Asıl mevzu ise çok daha derinde idi. BÜYÜK KAOS PLANI Türkiye, 7 Haziran 2015'te seçime gidiyordu ve “Törkiş Gladyo” lokomotif örgütü FETÖ eliyle “Kaos” planlamıştı! Otobüs saldırısından sadece dört gün önce Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın şehit edildiğini hatırlayalım. Aynı gün, Türkiye çapında elektrik sabotajı da yapılmıştı. Üç saldırı da, seçimlerin sonucunu etkilemek üzere düzenlenen derin mi derin operasyonlardı. PARALEL'İN KRİPTOLARI Otobüs saldırısını gerçekleştiren tetikçisinin veya azmettiricisinin yahut organizatörünün yakalanamayışının... FETÖ'nün halen daha Faal Kripto unsurları sayesinde olduğunu tahmin etmek güç değildir. Bu minvalde, son dönemdeki en çarpıcı ve ibretlik örnek... Vatan Partisi'nin Genel Sekreteri Özgür Bursalı'nın tam isabetle “deşifre ettiği” Şırnak Üniversitesi bünyesindeki FETÖ'cü yapılanmadır. Bu hadisede “üniversite rektörünce himaye edilen” Paralel İmam Bedirhan Önem'in tutuklanması Aydınlık'ın ısrarlı yayınlarıyla mümkün olabildi. Rektör Mister Alkış'ın firari FETÖ İmamı Şerif Ali Tekalan'a ‘Sadakat Mektubu' gazetenin çarpıcı haberleri ile ortaya çıktı. Paralel Rektörün “Üniversitedeki 330 personelin 190'ı Hizmet'e bağlıdır” diye not düştüğü de belgelendi.
İstanbul'un tarihi hazirelerindeki hazineleri, yani buraları cennet bahçeleri haline getiren âlimleri, ârifleri ve bilumum büyük insanları ziyaret edip, onlarla ülfet ve ünsiyet tazelemekten az da olsa manevi bir zevk alıyorum. Bu maksatla, özellikle selatin camilerinin yanı başında bulunan hazirelere arada bir uğruyorum. Böylece “Dünya işlerinizden sıkıldığınız zaman kabristanları ziyaret ediniz” hadis-i şerifindeki tavsiye-i Peygamberiden belki hissedar olurum diye ümitleniyorum. Birkaç aydan beri Süleymaniye Camii'ni ve haziresini ihmal etmiştim. Dün, eski Diyanet İşleri başkanlarımızdan merhum Lütfü Doğan hocamızın, ikinci defa kılınacak olan cenaze namazına katılmak üzere yine bu tarihi mabede gittim. Merhumun namazı o koca avluyu dolduracak kadar kalabalık bir cemaatle kılındı ve okunan dualar eşliğinde ilahi rahmete tevdi edildi. İstanbul'un diğer hazirelerinde olduğu gibi, Süleymaniye Haziresi'nde de birçok tarihi şahsiyetin türbesi ve kabri bulunuyor. Fatih Sultan Mehmed'le oğlu Sultan İkinci Bayezid gibi, cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesi de kendi camiinin hemen önündeki bu tarihi kabristanda yer alıyor. Osmanlı padişahları genellikle kıble tarafındaki bu türbeleriyle, bir bakıma her birisi muhteşem bir selatin camisi olan bu eserlerini mühürlemiş oluyorlar. Ulema ve mutasavvıf meşheri diyebileceğimiz bu tarihi hazirede en eski ve en çok ziyaret edilen türbe -tabii ki- karaların ve denizlerin hâkimi Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesidir. Giriş kapısının üstünde Hacerü'l-Esved'den küçük bir parça bulunmaktadır. Unutmadan söyleyeyim ki bu padişahımızın biri Zigetvar'da, diğeri de Süleymaniye'de olmak üzere iki türbesi bulunuyor. Tarihçilerimiz büyük hükümdarın cenaze namazının ihtişamı ve defin merasimindeki heyecanı eserlerinde anlatırken o gün İstanbul'da yer yerinden oynadı, diyorlar. Mesela Reşad Ekrem Koçu, bu merasimi şöyle tasvir ediyor: “Cenaze Belgrad'dan yola çıkmış haberi geldi. İstanbul şöyle bir titredi. Edirne'yi geçmiş haberi gelince, şehir yavaş yavaş boşalmaya başladı. O tarihte İstanbul'un nüfusu sekiz yüz binle bir milyon arasında tahmin edilebilir. Şehirde yalnız kadınlar, sabiler, hastalar kaldı. Müslim, gayr-i müslim bütün İstanbullular, takatlerine göre, Çekmecelere, Silivri'ye kadar büyük padişahlarının mübarek nâşını karşılamak için yola döküldü. Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile bütün ulema ve şeyhler Küçükçekmece'de karşılamıştı. Oradan İstanbul'a Kur'an ile tekbir ve tehlil ile gayet ağır bir vaziyette gelindi. Mevsim tam kış ağzı, 1566 yılı Kasım'ının 28. perşembe günü tabut Süleymaniye Camii'nin musalla taşına kondu. Ulema arasında kısa bir münakaşa oldu; bir cenaze namazı Zigetvar'da, ikinci cenaze namazı Belgrad'da kılınmıştı. İstanbul'da da namaz kılınacak mıydı? Cenaze namazının tekrarı caiz miydi? Şeyhülislam Efendi, hiç tereddüt etmedi, caizdir dedi ve hemen imamet mevkiine geçti. Büyük padişahın İstanbul'da üçüncü namazı kılındı.
Akademiklink Podcastin bugünkü bölümünde geçtiğimiz ayın gündemini ele alıyoruz. Kıvanç Talu, Dilan Polat, Kanada Başbakanı, Filistin-İsrail Savaşı, Cumhuriyetin 100. Yılı ve çok daha fazlası, hocalarımızın eğlenceli anlatımıyla sizlerle. --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/akademiklink/message
Hamas kendi sonunu hazırlamış. İsrail var ya, Filistin diye bir yer bırakmayacakmış. Hamas, durduk yere saldırmış. Sonları yakınmış. Oysa İsrail daha önceleri vurmadan haber veriyormuş, savaş kurallarına uyuyormuş. MOSSAD bu işin peşini bırakmazmış. Sosyal medyada üç gündür sakız gibi çiğnenen İsrail yanlısı ve Filistin düşmanı söylemler, üç aşağı beş yukarı böyle. Netflix'te dört sezon yayınlanan MOSSAD dizisi ‘Fauda'yı izleyince kendini İsrail ve Filistin uzmanı sananlar bir yana, Türkiye'de bu kadar İsrail destekçisi olduğuna hiç ihtimal vermezdim. Gerçekten şaşırdım. İsrail katliamlarını cansiparane savunan, böylesine güçlü kamuoyunu Amerika'da, İngiltere'de, Ukrayna'da oluşturamamıştır. Gazze'nin yerle bir edildiği, bir binada 250 sivilin öldüğü, hastanelerin hedef gösterilerek vurulduğu, Mescid-i Aksa'nın yangın yerine çevirdiği yakın geçmişteki tüm saldırılarda tarafını, “tarafsız kalarak” belli etmeyen, füzeyle vurulan evin enkazından ağzında emzikle çıkarılan bebek cesetlerine rağmen İsrail'i dudak ucuyla bile kınamayan kim varsa, üç gündür el kaldırıyorlar. Bir tek “Türkiye'deyiz, Türk'üz ama İsrail için çalışıyoruz” demedikleri kaldı ama ilan etmiş kadar oldular. Peki, bu nasıl oldu? İsrail bunu nasıl başarmış olabilir? Şimdi birileri, “Ya siz sosyal medyada yazılanlara ne bakıyorsunuz. Kamuoyunun ne düşündüğü önemli” diyecektir. Oradan bakınca haklı olabilirsiniz ama kamuoyunu artık sosyal medya belirliyor. Yönlendiriyor. Şekillendiriyor ve bir bakmışsın, anası-babası ayağını Filistin'e destek eylemlerinden eksik etmemiş gençler İsrail'e açıktan destek olmasalar da “Hamas hak etti” paylaşımları yapıyorlar. Neden mi? Çünkü onlar ihtiyaç duydukları bilgiyi, sosyal medyada İsrail'in enformasyon yükünü omuzlanan Oğuzhan Uğur'un, “Filistinliler, açgözlü dedelerinin sattıkları topraklar üzerine kurulmuş İsrail'e intihar saldırısı yaptı” cümlesini referans alıyorlar. Neyse ki dostum İsmail Halis, bu 150 yıllık büyük yalanı muazzam bir bilgi, tarihten örnekler ve üslup örneğiyle çürüttü de daha fazla genç zehirlenmedi. Bu arada Ümit Özdağ'ın ektiği ırkçılık tohumları da şu üç günde bir kez daha mahsul verdi. Özdağ'ın saçtığı zehri alanların en iyi niyetlisi, “Biz neden taraf tutuyoruz, Filistin'e Araplar sahip çıksın. Biz İsrail'le neden kötü olalım” diyorlar mesela. Tekrar ediyorum sosyal medyada yazılanları, konuşulanları hafife alanlar çok yanılıyorlar. İşte o cümleler, İsrail'e büyük güç veriyor. Hamas'ın ‘Kudüs Tufanı' ile titreyen Siyonistlerin omuzlarına bir el olarak uzanıyor, silahlarına mermi olarak Filistinlilere dönüyor. Yalanlarla, manipülâsyonlarla beslenen o cümleler, Müslüman Türk toplumunda “Siyonizm'i koşulsuz destekleme” çalışması yürütüldüğü ve başarılı olunduğunu da gözler önüne seriyor. Teknik Direktör Mustafa Denizli'nin bir milli maç sonrası söylediği, ‘İçimizdeki İrlandalılar' sözünden yola çıkarak ‘İçimizdeki İsrailliler' dedim ancak ötesi bir durumla karşı karşıyayız. İsrail'in tüm işgal politikaları ile geçmişte, bugün ve gelecekteki katliamlarını savunan Müslüman Türk gençleri var ülkemizde. Aynı zamanda İsrail vatandaşı olup, İsrail ordusunda askerlik yapan kadın ve erkeklerden bahsetmiyorum. Bizim, sizin, semtin çocukları var aralarında. Eğer Zafer Partili hesapların tamamını MOSSAD yönetmiyorsa, durum maalesef böyle.
…kendi kendime konuşarak bıraktığım sesli not - 25 Temmuz 2023 @Simrit'in Çalışma Odası - Petah Tiqwa
Hindistan Devlet Başkanı Modi ABD'yi ziyâret etti. Akabinde Hindistan'ın himâyesinde yapılan son Şanghay İşbirliği Örgütü Toplantısı çok sönük geçti. ABD Hâzine Bakanı Yellen Çin'e gitti. Karşılıklı sıcak açıklamalar yapıldı. Nihâyet Zelenski Türkiye'yi ziyâret etti. T.C Reis-i Cumhûru Erdoğan, Ukrayna'nın NATO üyeliğine Türkiye'nin sıcak baktığını ve desteklediğini açıkladı. Bunlar az boz gelişmeler değil. Bu gelişmeler dünyânın ekonomipolitik yapısında çok mühim, kritik kırılmalara gidildiğini gösteriyor Değerlendirmelerimi tek bir yazıya sığdırmam zor. Bunun için en az iki, belki de üç köşe yazısı düşündüm. Meseleye, sıkıcı olacağını biliyorum ama biraz da teorik temelleri üzerinden bakmak gerekiyor. Ez cümle, ekonomipolitik kavramını açmadan pek bir şey anlaşılmayacak gibi. Oradan başlayalım.. Her ne kadar dilbilimsel itibarla kökeni Aristotales'e kadar uzansa da ekonomi kavramının tarihinin modern zamanlarda başlamış olduğunu düşünenlerdenim. Aristotales'in kullandığı mânâsıyla oikonomia evin geçimini ifâde eder. Bizim kullandığımız iktisat kavramıyla da örtüşür. İktisatın gâyesi geçim işini kotarmaktır. Bu da çok fazla aç gözlü olmamayı, eldekiyle iktifa etmeyi icap ettirir. Kıymetli büyüğüm Mustafa Kutlu Üstâdımın dilinde bu kanaat ekonomisidir. Aslında kanaat ekonomisi bizzat iktisattır. (İktisat etmek, tutumluluk göstermek fiilleri de bunun hediyesidir). İş biz modernlerin bildiği mânâda ekonomiye geldiğinde manzara tamâmen değişir. Mesele, artık değerin arttırılabilme kapasitesi kazanmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Onbin seneyi biraz mütecâviz olan tarihin kısm-ı azâmında nesillerini kuşatan mukadderat değişmiyordu. Ahşabî, hâcerî ve sert mâdenî malzemelerin kullanımı üzerine kurulan zırâî temeldeki bu tarz-ı hayâtta artık değerin kapasitesi de sınırlı kalmaya mahkûmdu. Sümerler, Hititler, Aztekler, Selçuklular, Romalılar ve Osmanlılar, Persler, Frigler'in medeniyetleri, fark etmez, saban ile anılır. Saban üzerinden üretilecek artık değerin hacmi ne olabilirdi ki? Evet artık değer ister istemez eşitsizlik doğuracaktı. Bütün mesele bu eşitsizliklerin kırmızı çizgileri geçmemesiydi. Yukarıdakiler aşağıdakilerden farklı yaşayacaklardı. Ama bu farklılık genel dengeyi bozmamalıydı. Eğer bozarsa herkesin kaybedeceği bir istikrarsızlığa (kaos) sürüklenilirdi. O sebeple, herkes adımını ona göre atmalıydı. Antik dünyâlarda aşırı zenginlik temerküzünün hoş karşılanmamasının, sefahata, gösterişe duyulan hınç buradan kaynaklanır. Hoş; bu sınırlar aşılsa bile, belli bir çevrim üzerinden yeniden kurulurdu. (İbn-i Hâldun'un umran- asabiye arasında salıncaklanan bir târih tezi geliştirmesini de bu noktaya isâbet ettirebiliriz). Siyâset (politeia) ise zâten kısıtlı bir artık veren zıraat ve zenaatkârlığa dayalı iş kollarının üretimini düzen ve emniyet altına alınması, genel dengenin korunması; ez cümle artık değerin âdil dağıtımından mes'uldu. Dinlerin perhizkâr, kanaatkârlığı telkin etmesinin sebebi de buydu.
Türkçemiz Türkçe, çok geniş bir alanda konuşulan bir dildir. Gittiğim birçok ülkede Türkçe sayesinde kurduğum ilişkilerin sıcaklığını hâlâ içimde duyarım. Örneğin, 1988 yılında New York'tan Minneapolis'e uçuyordum. Yanımdaki koltuğa müzik dinleyen bir genç oturdu. Bir ara bana dönerek “Hi! How are you?” (Merhaba. Nasılsın?) diyerek konuşmaya başladı. Türk olduğumu öğrenince “Yeah, ben de Türküm yahu.” diyerek omzuma bir tokat atmaz mı? Türkçeyi az biliyordu. “Türkiye ile ilgili ne biliyorsun?” deyince “Tahin pekmez, tahin pekmez” diye haykırdı. İkimiz de kendimizi tutamayarak kahkahayı basmıştık. 1993 yılında bir davet üzerine gittiğim Sidney'de bir alışveriş merkezini geziyordum. Oradan geçen Türklerle tanışmış, saatlerce tatlı tatlı sohbet etmiştik. Sadece Sidney'de mi? Hiç unutmam, 1995 yılında trenle Berlin'e gidiyordum. Karşımda yaşlı bir şahıs oturuyordu. “Yakın zamana kadar Gürcistan'da oturuyordum.” diye söze başlamıştı. Gürcistan'da asırlardır yaşayan Alman azınlıklardanmış. Almancanın yanında hangi dilleri konuştuğunu sorunca Gürcüce, Azerice, Kazakça ve Rusça diye sıralamıştı. Şaşırdığımı görünce bana açıklamak zorunda kaldı: “İkinci Dünya Savaşı'na kadar Gürcistan'da kendi köyümüzde yaşıyorduk. Çevremizde hep Azeri köyleri olduğu için Gürcücenin yanında Azerice de öğrenmiştim. Ancak savaştan sonra tüm köy Kazakistan'a göç etti. Orada da Kazakçayı öğrendim. Yıllar sonra tekrar köyü müze dönmemize izin verdiler.” Almancayı bırakıp, konuşmamıza Türkçe olarak devam ettik. Yaşlı şahıs, “Aslında Kazakça da Türkçedir. ‘Yumurta' yerine ‘cumurta' dersen olur biter.” dedi. Ben “Oralardan bir şey özlüyor musunuz?” diye sorunca yaşlı adamın gözleri doldu. “Özlemem mi heç, kadim dostluk özlemişem men.” demişti. Berlin'e gelince birbirimize baba oğul gibi sarılıp ayrılmıştık. Son zamanlarda üniversitemize Kazakistan'dan, Özbekistan'dan öğrenciler gelmeye başladı. Türkçe ile çok güzel ilişkiler kuruyoruz. Özbek öğrencimiz Hamburg'a staja gitmişti. Stajını tamamladıktan sonra beni ziyaret ettiğinde: “Hocam, ne güzel. Hamburg hep kardeşlerimizle dolu, kendimi hiç yabancı gibi hissetmedim.” demişti. Hollandacayı ve Türkçeyi ana dili gibi konuşan binlerce gencimiz var. Son yapılan araştırmalar, göçmen çocuklarının üniversite ve yüksek okullara gitme oranının arttığını gösteriyor. Birçok dil uzmanı da ana dilin kişinin gelişmesi için çok önemli olduğu görüşündedir. Türkçe bilmek, Avrupa Birliği'nin Türkiye ile gelişen ticari ilişkilerinde önemli bir rol oynayabilir. Avrupa'da yetişen gençler, Avrupa ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerde bir köprü vazifesi görebilirler. Üstelik Türkçe bilmek, şirketlerin Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerinde de yararlı olabilir. Geçenlerde bir öğretmen dostum anlatmıştı: Türkiye ile büyük ticari ilişkileri olan bir şirkete yönetici alınacakmış. Birçok başvurunun içinden Türkiye ile olan ilişkileri sebebiyle Türk adayı seçmişler. Mehmet Akşit
Bir önceki yazımın başlığı, “Merhum Tarihçimiz Ziya Nur ve Ayasofya Hasreti” idi. Tabii ki bu hasreti çeken sadece Ziya Nur Aksun değildi. Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu'ndan Refi Cevat Ulunay'a; Necip Fazıl Kısakürek'ten Osman Yüksel Serdengeçti'ye; Arif Nihat Asya'dan Ali Ulvi Kurucu'ya kadar daha birçok yazarımızın ve şairimizin Ayasofya hasretiyle, Ayasofya heyecanıyla, harika yazılar kaleme aldıklarını, duygulu şiirler terennüm ettiklerini biliyoruz. Bizim nesil bu yazıları okuyarak büyüdü. Böylece Ayasofya hasretimiz gitgide büyüdü. Bu tarihi mabed, kurulduğu ilk günden zamanımıza kadar aktüalitesini hiç kaybetmeyen, ilgi odağı olmayı başarıyla sürdüren, yerli yabancı herkesi cezbeden bir ibadethane idi. Tam bir cazibe merkezi olan Ayasofya kiliseyken de, cami iken de ibadethane idi. Müze oluşu arızîliktir ve 86 yıllık bir fetret devri bittikten sonra bu arızîlik de sona ermiştir. Ayasofya bundan böyle asli ve ulvi kimliğine kavuşmanın mutluluğunu yaşamaya devam edecektir. Ayasofya'ya gösterilen büyük alakayı uzun uzun anlatmaya ne hacet, mabedin önünde ziyaretçilerin oluşturduğu hayli uzun kuyruğa, bir an önce içeriye girmek için sabırsızlanan insan seline bakmak yeterlidir. Oradan geçerken bu manzarayı görüp ben de aynı heyecanı duyuyorum. Sadede gelecek olursak, Ayasofya hakkında en coşkulu heyecanı onu inşa eden Bizans krallarıyla beraber Osmanlı padişahları yaşadılar. Banisi olan ‘Jüstinyen'i önceki yazımda bir nebze de olsa anlattığım için Ayasofya'ya İslami kimliğini kazandıran Fatih Sultan Mehmet'le başlayayım ve değişik bir ifadede bulunayım, Fatih sadece Konstantıniyye'yi değil, şehir halkının gönülleriyle beraber Ayasofya'yı da fethetti. Bizans'ın en büyük ve en önemli kiliseleri olan Pantokrator Kilisesi ile Ayasofya Kilisesi, önce Allah'ın inayetiyle, sonra Fatih'in ve şanlı askerlerinin (fetih şühedasının) gayretiyle ele geçirilince İslam'ın nuru çan seslerini susturdu ve “Konstantıniyye” “İslambol” oldu. Fatih şehre girer girmez ilk iş olarak Ayasofya'ya gitti ve iki rekât şükür namazı kıldı. Cuma namazına yetişmesi için gerekli hazırlığın yapılmasını emretti. Bu sırada, bir yeniçerinin avludaki mermerleri koparmaya başladığını görünce fena halde sinirlendi. Hünkâr, mermere sarılan o gafil elde sanatı, güzelliği hırpalamak isteyen bir pençe sezerek haşinleşti ve elindeki gürzle askere engel oldu. Bu olayı Hammer, Ducas'tan şöyle naklediyor: “Nefer, gürzün şiddetinden çok Hünkâr'ın gazabından (gazab-ı şâhânesinden) yarı ölü hale geldi. Birkaç kişi kendisini kucaklayarak oradan uzaklaştırdı. İşte o heyecanlı hengâme, o mahşeri kargaşalık, o şuursuz karışıklık arasında İstanbul'u ayakta tutan ve şehirden tek bir taşın düşmesini imkânsız kılan bu gürz darbesidir!..” Ayasofya'da en muhteşem manzara ilk cuma namazının kılındığı sırada ortaya çıktı. Ahmet Muhtar Paşa, “Feth-i Celil-i Konstantıniyye” isimli eserinde bu ihtişamı olanca renkli çizgileriyle ve nev'i şahsına münhasır üslubuyla anlatmaktadır. Buna göre mimarlar ve işçiler gece gündüz çalışarak Ayasofya Kilisesi'ni Ayasofya Camisi haline getirdiler. Padişah, kumandanları, mücahitleri ve gazileriyle alay halinde içeri girdi. İlahi gulguleler kubbelere doğru yükseliyordu. Hafızlar okumaya, müezzinler selalara ve ezanlara başladılar. Cemaat bir ağızdan tekbir alıyor, kubbede hoş yankılar meydana geliyordu. Akşemseddin hazretleri, saygıyla padişahın koltuğuna girip minbere çıkardı. Etrafa hidayet nurları saçan Peygamber kılıcı elinde parıl parıl parlıyordu. Hazreti Fatih, hutbeyi okuduktan sonra minberden inerek Akşemseddin hazretlerini imamlığa davet etti. Böylece yeni Müslüman olan Ayasofya'da ilk cuma namazı kılınmış oldu.
Merhaba sevgili dinleyenler, Kendim hakkında konuşurken en az iki kez düşünüp bir kez söylemeyi öğrendim. Ve bunu, bir başkasına gerek sevgi gerek de maddi herhangi bir şey verirken yapmayı da öğrendim. Birçok şey öğrendim fakat bölümün başından sonuna kadar fikirlerimi değiştirmemeyi öğrenemedim. Aybike, the "U Turn" Queen karşınızda. Teyzemin hep anlattığı bir hikayedir; ben küçükken benden herhangi bir şey isteyen herkese "Enayi var de mi" diyormuşum. Oradan buraya nasıl geldim bilmiyorum ama bugünlerde buradan yine oraya döneceğim kesin... Dinlediğiniz için teşekkür ederim bana sosyal medya hesaplarımdan ulaşabilirsiniz
Bâbıali baskınıyla zoraki hakimiyetlerini tesis eden ittihatçılar, İtilaf Devletleri Donanmalarının Çanakkale'yi zorlaması ve karaya asker çıkarıp İstanbul yolunu açmaya davranması üzerine müthiş bir korkuya düştüler ve hükümet merkezini Anadolu'ya taşımayı düşündüler. Bu arada Sultan Abdülhamîd Han'a da başvurdular ve şöyle dediler: Devlet merkezinin Eskişehir'e kaldırılması ihtimâli vardır. Hatta bu iş için gerekli hazırlıklar da yapılmaktadır. Şevketlû biraderiniz Sultan Reşad Hazretleri, sizi, düşman eline geçmesini mümkün gördükleri payitahtlarında bırakmayacaklanna göre Anadolu'nun hangi köşesine çekilmek istediğinizi ve nereyi tercih buyurduğunuzu soruyorlar. O zaman Sultan Abdülhamîd Han, bütün ümit kapılarını kapayan bu ruhî iflâs ve hezîmet ânında, ayakta ve çarpıcı bir heybet içinde, tane tane şu cevabı verdi: Şevketli biraderimin hakipay-ı şahanelerine arz-ı ubudiyet ederim. Endişeleri tamamiyle gereksizdir. Eğer dokunulmamış ise, Çanakkale'yi ben zamanında, fevkalâde tahkim eylemiştim. Oradan hiçbir donanmanın geçmesi mümkün değildir. Boğaziçi de öyle. Amma farz edelim ki öyle bir felâket başa geldiği takdirde, Hakanın yapacağı şey, tâcını, halkını terk edip kaçmak değil eyvan-ı payitahtının taşları altında can vermektir. Hazret-i Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, harp ede ede, yıkılan kalelerin altında can vermek celâletini göstermişti. Biz, Fatih'in ahfâdı, Konstantin'den aşağı kalamayız. Zât-ı Şahane'ye böylece arz edin! Rahat olsunlar ve ezelî irâdeye boyun eğsinler! Şuradan şuraya kımıldamasınlar! Düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık bir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Bu ulvî cevap, ittihatçıların, o sözde gözükara (!) kahramanların yüreğine işledi. Onlar da İstanbul'u terk etmemeye ve sonuna kadar direnmeye karar verdiler. Ve netice malûm... Sırf Abdülhamîd'in rûhî telkini sayesinde boşaltılmayan Payitaht ve çekip giden düşman... Ulu Hakan, hapishanesinden bile İstanbul'u kurtarmıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdulhamid Han, s.592)
İbrahim Kalın ile “Kendi Gökkubbemiz” kendine has üslubuyla farklı ufuklara yelken açtırmaya kaldığı yerden devam ediyor. Her hafta farklı konulara değinerek izleyicilerine yeni fikir kapıları aralayan İbrahim Kalın bu bölümde "Batı, Kriz ve Küresel" kavramları üzerinde duruyor. Kendi Gökkubbemiz'in yeni bölümde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Hocam merhaba, tekrar hoş geldiniz. Bir önceki bölümde mühim bir mevzuu sorduk onun mukaddimesi babında çok tatlı bir girizgah yaptık ama yarım kalan kısımlar vardı oradan devam etmek isterim... Önceki bölümü bunu setrettikten sonra seyredecekler kısaca özetleyecek olursak; Dünya bir çıkmazın içinde. Buraya bir söz söylenmesi lazım. Yeni bir söze yeni bir teklife muhtaç. Batı tecrübesi bunu söyleyebilir mi demiştik, biz söyleyebilir miyiz kısmında da eylemin öznesi olmak bahsinden hareketle artık oraya doğru geliyoruz demiştik. Oradan devam edecek olursak ve batı tecrübesi ile başlayalım lütfen... Batı tecrübesi dünyanın mevcut sıkıntılarına çare üretebilecek durumda mı? İbrahim Kalın: Merhabalar. Hoş bulduk, teşekkür ederim. Dünyadaki mevcut küresel krizlerin ortaya çıkışında batının kurduğu sistemin çok büyük bir payı var. İşlememesi, krizlere girmesi, tökezlemesi... Fakat batı bu krizlere dönem dönem çözüm üretebilecek bir dinamizm ve enerjiyi de üretme kabiliyetine sahip, bunu da göz ardı etmeyelim. Bazen deniyor ya batı çöktü, bitti, herşey tükendi... Yok, öyle değil. Kriz var ama bu krizi yönetebilecek, bunu aşabilecek bir kabiliyeti de gösteriyor, enerjiyi de çıkartıyor çünkü bu özelliği hala var. Üniversiteleri var, araştırma kurumları var, siyaseti var, başka kurumları var... Toynbee'nin çok güzel bir analizi var; 'Bir milletin, bir toplumun en ayırt edici özelliği onun etnik kimliği yahut bulunduğu coğrafya, bir takım maddi avantajları değil krizlere karşı cevap verme kabiliyetidir' diyor... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Savaş Şafak Barkçin Çağrışımlar'ın bu bölümünde Bursa'dan sesleniyor sizlere. Savaş Şafak Barkçin bu bölümde başlıca şunları anlattı: Evet sevgili dostlar. Bugün artık İstanbul'un biraz dışına çıkalım dedim. Sevgili Orhan kardeşimle Bursa'da bir programımız var. O vesileyle Çağrışımlar'ın bu bölümünü inşallah Bursa'dan çekeceğiz. Orada çok güzel bilgiler, yerler, hikayeler belki aklımıza gelenleri aktaracağız. Şu andan yoldayız. Yola çıktık. Allah nasip ederse bir süre sonra Bursa'da olacağız. Oradan sizinle muhabbete devam edeceğiz. Bakalım Bursa'nın çağrışımları neler? Bir de onlara bakarız. Olur mu? Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bu haftaki konuğum İstanbul Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesi, Prof.Dr. Aylin Seçkin. Aylin Hocamla filozofların temellerini attığı ekonomi biliminin eğitiminin nasıl dönüştüğünü, üniversite eğitiminin ufuk açıcı olmaktan nasıl diplomaya indirgendiğini konuştuk. Benim de son yıllarda büyük ilgi duyduğum ve bakış açımı değiştiren davranışsal ekonominin hala düzenin baskın anlayışı olan neo klasik ekonomik düşünceye getirdiği açılımdan bahsettik. Oradan hocamın “Sanatın Ekonomisi” adlı 2021 yılında yayınlanan kitabına getirdik sözü. Kendisine sanat ekonomisinin davranış ekonomisinin bir alt dalı olup olmadığını sordum. Öyle olan taraflarının da olduğunu mikro iktisadın konusu olduğunu da ifade etti Aylin Hoca. Sanatın iyi bir yatırım olup olmadığını, lüks tüketimle benzeşen ve farklılaşan yanlarına da değindik. Blokzincirin sanat piyasasına etkisinden konuşurken, sanatın 15 dakikalığına hisse senedi gibi alır satılır bir şey olmadığını, bir ara parlayıp sönen NFT balonuna ilişkin erken dönem tespitlerinden de söz etti. Sanat konuşurken, Picasso'nun “iyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar” sözünden hareketle yapay zekanın bu alana etkisini konuşmadan olmazdı. Hocanın ekonominin çok konuşulmayan konularından biri olan spor ekonomisi hakkındaki görüşlerini son dünya kupası bağlamında sordum. Konu hocamın uzmanı olduğu dopinge oradan da suç ekonomisine kaydı ama bunları başka bir bölüme sakladım. (02:00) Ekonomi eğitimi son 30 yılda değişti mi? (08:00) Davranış ekonomisi (11:40) Sanatın ekonomisi (17:03) Sanat iyi bir yatırım mıdır? (22:50) Lüks ve sanat (28:30) Sanat ekonomisine blokzincirin etkisi (37:18) Picasso'nun yapay zekadan farkı (43:27) Dünya Kupasının spor ekonomisi adına değerlendirmesi (48:00) Aylin Hoca'nın değer yaratma formülü Aylin Hoca'nın twitter hesabı https://twitter.com/AylinSeckin2 Aylin Hoca'nın Linkedin profili https://www.linkedin.com/in/aylin-seckin-georges-b91a292/
Yaptığımız işin anlaşılmadığını hissettiğimiz zamanlar oluyor... “İletişimciyim” demek, hemen o dönemin en popüler iletişim aracını akla getirebiliyor ve mesela şu sıralarda bütün işimizin sosyal medyadan mesaj paylaşmak olduğu zannedilebiliyor. Oysa sosyal medya denizde bir damla, restoran mutfağındaki hazırlığın sadece bir bölümü... Ana yemek bile değil, malzeme... Bu restoran metaforu, stratejik iletişim çalışmalarını anlatmak için iyidir aslında... Oradan devam edebiliriz... Restoran işine girmeye karar verdiniz diyelim... Senelerce işletmeden, mutfak sanatlarına kadar pek çok eğitim aldınız... Yetmedi, restoranlarda çalıştınız, paydaşları tanıdınız, ilişki geliştirdiniz... Müşteri ilişkilerinden personel yönetimine, tıkalı mutfak lavabosunun açılmasından usta işi bırakıp en yakın rakibe gittiğinde mutfağı yönetmeye, yemek hazırlamaya kadar pek çok konuda hâkimiyet kazandınız... Onlar da yetmedi tabii... Sermaye lazım... Belki ortaklık yapısı içinde belki de toplaya ede restoranı açacak, personele dağıtacak parayı da hallettiniz diyelim... Açılış için her şey hazır... Dört başı mamur görünüyor,
Her doğan çocuk zer aleminden gelir. Hz. Adem de tüm insanlar da zer aleminde vardır. Oradan dünyaya geliyorlar. İnsanın aşama aşama oluşması diye bir şey yoktur.Every born child comes from the zer realm. Hz. Both Adam and all human beings exist in the realm of zerk. They are born from there. There is no such thing as a gradual formation of man.
Akşener, yeri geldiğinde siyasi rakiplerine “Tarih öğretmeni olarak hatırlatmak isterim!” diyerek itiraz etmeyi pek sever. Oradan ilhamla… Bu defa, “Siyasi Tarih” dersi için kendisini “tahtaya” çağırıyoruz! Meral Hanım, Sözcü yazarına söyledikleri ile öylesine çuvalladı ki… “Hazreti Musa değil, Hazreti İbrahim; kız değil, erkek; Ayşe değil, İsmail; Azrail değil Cebrail; keçi değil, koç! Ben bunun neresini düzelteyim?” kıssasını hatırladık!
Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer, bu hafta Biri Bir Gün'de "Namazda Sırtında Odun Taşıyan Meczup" hikayesini anlatıyor... Serdar Tuncer bu bölümde başlıca şunları anlattı: Selamın aleyküm erenler ve dahi erenlere gönül verenler hatta ve hatta erenlere gönül verenleri sevenler ve dahi namazın aradan çıkartılacak bir şey değil de ikame edilecek bir şey olduğunu bilenler... Hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Meczubun biri bir gün ezan okununca demiş ki gideyim şu camide cemaatle namaz kılayım. Vatmış camiye, abdestini almış, tam cemaat ilk sünnetleri kılmaya durdukları vakit kapıdan içeri girmiş. İçeri girmiş şaşkın gözlerle içeri bakmış. Demiş bu böyle olmaz ben gideyim. Dışarı çıkmış. Oradan bulabildiği bir yerden odunlar... Üst üste yığmış odunları, bir ipe bağlamış derken yetmemiş odunları sırtına almış onu da sıkıca bağlamış, tekrar gelmiş camiye ama nefes nefese, ayakta duracak hali yok. Tam farza durulurken yetişip arkada bir yerde Allah-u Ekber diyip cemaate uyup durmuş namaza. Fakat... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Çok çalıştıktan sonra tatil yapmak gibisi var mı? Günlük hayatımızdakı sorumluluklardan bir süreliğine uzaklaştıktan sonra, tekrar çalışmaya ve şehir hayatına dönmenin zorluğunu konuşuyoruz. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Show Notes Kış Uykusu: https://www.imdb.com/title/tt2758880/ Transcript Intro Müzik Haftanın Konusu Emin: [0:34] Herkese merhaba! Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Emin. Bugün yine Cihat'la beraberiz. Nasılsın Cihat? Cihat: [0:43] İyiyim Emin teşekkür ederim. San nasılsın? Emin: [0:46] Ben de iyiyim. Çok dinç hissediyorum kendimi. Herhalde yoğun çalışma temposunun getirdiği en güzel şeylerden birisi bu. Her ne kadar yorulsan da gün içerisinde uzun süreli baktığında kendini daha dinç hissetmene sebep oluyor diye düşünüyorum. Cihat: [1:03] Ya ben de buna katılıyorum. Aktif olmak, daha aktif olmayı doğuruyor bence. Şu anlamda söylüyorum bunu: Sabah erken uyandığımda ben o gün daha fazla iş yapıyorum en basitinden. Emin: [1:14] Kesinlikle. (Evet.) Peki sen şimdi daha taze bir tatilden döndün. Cihat: [1:22] İki tatilden. Emin: [1:23] Hatta iki tatilden döndün. Biz de bunun üzerine bir bölüm çekelim dedik. Bugünkü bölümümüzün konusu tatil dönüşü sonrası yaşanan buhran. Cihat: [1:32] Ben şöyle özetleyeyim durumu: Önce bir hafta Bodrum'a gittim. Orada tatil yaptım. Oradan döndüm. Bir hafta boyunca çalıştım. Ardından geçtiğimiz Cuma günü Kaş'a gittim. Pazartesi de oradan döndüm. Ve tatiller öncesi çok motive bir şekilde her gün çok verimli çalışırken döndüğümden beri gerçekten aklım beş karış havada diyebilirim. Emin: [1:55] Evet, bu... Bunu yaşamayan yoktur herhalde ya. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan doksan dokuzuncu bölüm sizlerle. Hemen başta söz edelim. Yeni bir iletişim kanalımız var. 2.5 yılın ardından bu podcast'in de bir Instagram hesabı olsun artık dedik ve hesabı törenlerle açtık. Takip edenlere çok teşekkür ediyoruz. Hesabımızın ismi menemenstudyo Oradan da iletişimimiz başladığı için birkaç tane geri bildirimle açtık bu bölümü. Sorular ve yorumlar bölüme renk kattı. Bu bölümde doğayla, hayvanlarla ilgili biraz konuştuk. Yazı gerimizde bıraktık ama geçen yazın bir çok konusu, olayı ve haberi arasında bizi en çok gülümseten haberlerinden birine geri dönüş yaptık. Bu arada, aynı şekilde yine sinirlerimizi zıplatan bir diğer haber de hayvan haberiydi. Onu da değerlendirdik. Geçen bölümde biraz bahsi geçen “Elvis” filminin de içinde olduğu bir listeyi geri saydık. Bu liste en çok seyredilen müzik filmleri listesi. Tamamı da biyografilerden oluşuyor. 2021'de çok konuşuyorduk kripto paralardan, NFT'lerden. 57. bölümümüzde El Salvador'u anlatmıştık. Bundan bir yıl önce bir karar almışlardı. 20 yıldır resmi para birimi olan Amerikan Doları'na ek olarak bitcoin'u da resmi para birimi olarak kabul ettiler. Bunu yapan ilk bağımsız ülke oldular. Peki sonra neler oldu, neler gelişti? Tam bir yılın ardından konuyla ilgili bir güncelleme yaptık. Belki seneye yeni gelişmeleri yine anlatırız. Bu bölümde herkesi ağlatan Taylor Hawkins Anma Konseri için “Bi de Buna Bak” dedik. Neredeyse altı saatten fazla bir süre boyunca, Foo Fighters'ın vefat eden davulcusu Taylor Hawkins'in arkadaşlarından oluşan geniş bir kadro dokunaklı bir konser verdi. Bu konserin link'ini aşağıda bulabilirsiniz. İstek parçamızın sözleri çok hüzün dolu ama bu parça belki de 90'ların en tatlı pop şarkılarından biri oldu. Şarkılarının çok popüler olmasından biraz tedirginlik yaşayan İsveçli bir rock grubundan... Bi De Buna Bak https://www.cbs.com/shows/video/JE9XtcuFvGHWqaLu4WJlAwGSVwQ2EHMN/ https://www.youtube.com/watch?v=P2KnD7sfpoA&t=3s --- Send in a voice message: https://anchor.fm/burcin-acer/message
Bu dəfə Tural Yusifov və Ali Khayyam komfort zonasından danışdılar. Komfort zonasına daxil olmaq, yoxsa o zonadan çıxmaqmı lazımdır? Bəlkə komfort zonası yoxdur və pis vərdişlərin zonası var?
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan doksanıncı bölüm sizlerle. Yayın günümüz yılın ilk ve tek 13. Cuması. Merak etmeyin, bu bölümde korku filmlerinden bahsetmedik.
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer ile birlikte sizlere Kosova'dan sesleniyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Ney, neyi söyler? Dinlemeyi bilene, içindeki şeyi söyler. Yeterki insan kulak sahibi olsun hatta kulakta yetmez bazen gönül sahibi olsun. Güzel bir mekandayız, safalı bir mekandayız, bizi mahzun eden ama bir yandan da buralarda bir muradımız olduğunu, hala olduğunu, hep olmaya devam edeceğini ihtar eden bir mekandayız; Kosova'da, Meşhed-i Hüdavendigar'dayız. Oradan selamlıyoruz sizi... Efendim hoş geldiniz. Ömer Tuğrul İnançer: Teşekkür ederim. Hoşa geldik. Ne güzel ifade ettin... Hem sürurlu hem hüzünlü bir hal... Buna da eyvallah diye diye gönlümüzü, kafamızı, arzularımızı fukaralaştırmayalım. Elbette eyvallah, elbette elhamdülillah ama rıza göstermek hareketsiz kalmamıza sebep oluyor. Sabrın adı hiçbir şey yapmadan beklemek oluyor halbuki bütün esbaba tevessül edip yani herhangi bir neticenin elde edilmesi için lazım olan bütün sebepleri bir araya getirip sonra sebepler bir araya geldi mutlaka netice çıkacak demeyip sahibinden beklemeye sabır denir. Hiçbir şey yapmadan beklemeye sabır denmez. Keza buna da eyvallah diye diye kendimizi fukaralığa... Fukara deyince herkes cep ve cüzdan fukaralığı zannediyor, gönül fukaralığına düşmeyelim... Peki toprak mı feth edelim? diyen veya düşünen az beyinliler çıkacaktır... Hayır... Serdar Tuncer: Kuşları sevdiğinizi mi anlamalıyım bu cümleden? Ömer Tuğrul İnançer: Tabi, kuş hürdür, hududu yoktur. :) Yani buraların devlet hududu dışında olması, gönül hududu dışında olmayı gerektirmez. Çünkü... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
O Podcast’in 2022’deki ilk bölümünde sezon filmlerinden konuşup SAG adaylarına uzandık. Oradan sosyal medyadaki sorularınıza uzanıp bir de Hayao Miyazaki övdük. Afiyet olsun! 02:58 Spencer 09:42 Belfast 14:54 The Lost Daughter 22:32 Okul Tıraşı 29:42 Çatlak 35:27 SAG Adayları 42:16 Soru & Cevap #806: Sezon filmleri, Okul Tıraşı, Çatlak ve SAG Adayları yazısı ilk önce Oscar Boy üzerinde ortaya çıktı.
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer'in sorularını cevaplıyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Efendim merhabalar. Bir önceki programı seyredenler hatırlayacaklar ki efendim afiyette misiniz? peşinden bi sual soracaktım onu diyemeden program bitti. Acaba bi önceki programda ne konuştular diyenler bu bittikten sonra bi önceki programada bi bakıversinler. Soracağım şeye gelirsek şuydu... Önce hoş geldiniz diyeyim sonrasında efendim bu nasılsın bahsi bugün birini görüyoruz nasıl olduğunu merak etmesekte nasılsın diye soruyoruz, o da iyi olmasa bile iyiyim diyor halbuki Kudema herkese nasılsın demezmiş derdini çözebileceğini nasılsın diye sorarmış bi de küçük büyüğe nasılsın diye soramazmış edeben, afiyette misiniz diye sorarmış... Ömer Tuğrul İnançer: Selam da öyledir. Bugün küçük büyüğe selam veriyor askerlikten alışkanlık olarak belki de halbuki selamı büyük küçüğe verir hakikatte çünkü büyüğün ahvali göründüğü gibi değildir. Bir zikir meclisinde Hz. Abdülkadir Efendimiz de hazirundan ama halkaya dahil değil misafir gelmiş, kaynamış öyle zuhurat olur... Hazret gayet vakur oturuyor, herkes kaynamış. Oradan münasebetsizin biri size hiç tesir etmedi mi efendi amca? Tanımıyor herhalde... Böyle duruyorsunuz? Ayetle cevap vermiş Hazreti Abdülkadir; "Siz dağları yerinde durur görürsünüz, onlar hep hareket halindedir." Cevap bu kadar. Onun için büyüklerin içinde bulunduğu hali bilemeyiz. Zikirde midir, tefekkürde midir, tatilde midir? Tatilini de bozma ya! Selam verirsen almak mecburiyetinde olduğu için kendi meclisi bozulur, bu meclisleri de bilmiyoruz hiç... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Anadolu coğrafyasını ve Rumeli'yi anlatıyor. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde başlıca şunları söyledi; Rumeliye doğru uzanalım... Fakir, Rumeli ile çok ilgilenmekteyim. Aşağı yukarı, kültür ve turizm bakanlığında çalıştığım zaman sayın müsteşarımız Rumeli'deki tasavvufi kurumların incelenmesi göreviyle fakiri gönderdi Rumeliye işte rapor hazırladık, hali hazırdaki durum nedir vesaire... ve fazlaca ilgilenmeye başladım sonra kendi, şahsi isteğimle. Bu ilgi bir takım kardeşler, arkadaşlar tarafından sen Rumelilisin ne bağlandı. Halbuki benim aile olarak Rumeli ile alakam yani Avrupa kıtasının en batı noktası Bakırköy benim ailemde annemin doğum yeri. Ailem, annemin ailesi bir kaç göbek İstanbullu, babamın ailesi bir kaç göbek Bursalı. Bursalı değince de Rumeli'den Bursa'ya çok göçmen gelmiştir malum, yine bir Rumeli kökenimiz yok. Hasılı, ilgilenmek için maddi bir bağ aramak gibi bir noksanımız var toplum olarak. Hemşehrilik gayreti denebilir buna... Bir yeri sevmek için oralı olmak şart değil, oranın ne olduğunu bilmek, anlamak, kavramak, hissetmek, özümsemek önemlidir. Biz büyüğümüzden, Muzaffer Efendi Hazretlerinden şöyle işittik, o özbeöz türkmen bir zattı, karakeçili aşiretin evladıydı. Büyük dedesi vazife ile Bulgaristan'ın Yanbolu'sunda görevde bulunmuş ama Rumelili bir ailenin çocuğu değil, karakeçili aşiretinden. Fakat Rumeli için derdi ki; "Rumeli'de bastığın topraktaki çimen ya dedenin sakalıdır, ya büyükannenin saçıdır." Çünkü Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili işte diziler var vesaire filan... Oradan beri biz biliyoruz ki Osmanlı Devleti'nin... Bu Osmanlı Devleti sözü de yanlış. Osmanlı Devleti diye bir Devlet yoktur. O, hanedanın adı ile devletin adını birleştiren yabancıların taktığı bir isimdir. Bizim kendi devletimize verdiğimiz isim; Devlet-i Aliyye yani yüce devlet. Bir de sıfat eklemişizdir ona; Devlet-i Ebed Müddet yani kıyamete kadar sürecek olan devlet... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Ömer Tuğrul İnançer ile "Dinle Neyden" kendine has üslubuyla kaldığı yerden devam ediyor. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde doğru ve yanlış bilgiden bahsetti. Her hafta farklı konularla yanlış bildiğimiz doğruları çarpıcı üslubuyla izleyenlere anlatan Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde doğru ve yanlış bilgiyi vb. pek çok konu başlıklarını anlattı. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümün başında şunlardan bahsetti; Efendim yine İstanbul silüeti önünden, İstanbul vari selamlarla sizi selamlarız. Niye İstanbul vari? Şirket-i Aliye'nin bir kaptanı varmış. Eskiden Galata köprüsü iskeleydi. Oradan ayrılıyor, birkaç yer dolaşıyor ve tekrar oraya dönüyor. O kaptan hep geç kalıyor, bir türlü saatinde geri dönmüyor. 1-3-5-15 sonra idarecilerden biri demiş kaptan niye böyle oluyor? Efendim demiş, Üsküdar'ın zerzevatından, Kuzguncuk'un haşeratından, Beylerbeyi'nin teşrifatından böyle oluyor. Ne demek o demiş. İstanbul'da Galata köprüsünün öbür tarafında eskiden hal vardı, o halden alışveriş yapıyor insanlar küfeler, sepetler dolusu. Üsküdar iskelesinde onlar boşalıyor normal bir yolcu indirme, bindirme zamanından daha fazla bekliyoruz. Peki Kuzguncuk'ta ne oluyor? Efendim Kuzguncuk'ta ermeni, rum, yahudi çok karışık. Çünkü biraz yukarısı selamsız. Kuzguncuk zaten yahudilerin Ortaköy'den sonra ilk yerleştikleri yer, bi de rumlar var hiç sen, ben bitmiyor aralarında. Ya kavga çıkıyor, ya niza çıkıyor, biri iskeleden bağırıyor, öteki gemiden bağırıyor falan orada vakit kaybı. Peki Beylerbeyi'nde? Efendim Beylerbeyi'nde hep nazik beyler, paşalar oturuyorlar. Aman efendim önden siz buyurun, aman efendim önden siz buyurun derken yine iskeleden zamanında ayrılamıyoruz. İşte İstanbul'un eski Beylerbeyi'nde oturanların o aman efendim önden siz buyurun selamıyla hepinizi selamladık. Bilmek başka, yapmak başka, olmak başkadır. Bilinmeden yapılır mı? Hayır, bilinmeden yapılmaz ama bilginin kaynağı kitap değildir, daha doğrusu yalnızca kitap değildir. Bizzat kendi yaptıklarımız. Yanlış yaptıksak bi daha yapmamak bilgidir, doğru yaptıysak hep doğru yapmak bilgidir. Başkalarının hareketleri yani bilgi edinmenin sonu yok. İyi de bu bilgiyi kullanmak meselesinde neredeyiz?...
Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” kendine has üslubuyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer “Tıkandı Baba” hikayesini anlatıyor. Her hafta birbirinden güzel ve birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer bu hafta “Tıkandı Baba” hikayesini anlattı. Serdar Tuncer'in Biri Bir Gün'de anlattığı hikaye şöyle; Sultan 2. Mahmud bir gün kılık kıyafetini değiştirip çarşı pazar dolaşmaya başlar. Dolanırken bir kahvehaneye girmiş. Herkes bir şeyler istiyor istiyor, ”Tıkandı Baba çay getir”, ”Tıkandı Baba oralet getir” diye. Bu durum Sultan Mahmud'un dikkatini çekmiş, neden bu adama Tıkandı diyorlar acaba diye düşünmeye başlamış. Sultan Mahmud da bir çay istemiş. Baba çayı getirmiş. Sultan ”Baba sana niye Tıkandı Baba derler, anlatır mısın merak ettim” demiş. Tıkandı Baba ” boş ver evlat, uzun mesele” demiş. Sultan ısrar etmiş, baba da oturmuş sandalyeye başlamış anlatmaya; ”Bir gece rüyamda bir sürü insan gördüm ve her birinin de bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğa çomağı sokup açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak oluğun içinde kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve biraz daha uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken oradaki insanlar “Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı baba” ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam hep elimde kaldı, olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.” Sultan Mahmud ve Tıkandı Baba Tıkandı Baba'nın anlattıklarına baya üzülmüş Sultan Mahmud. Çayını içmiş, kolay gelsin diye dışarıya çıkmış. Sultan Mahmud adamlarına ”Her gün bu adama bir tepsi baklava getirin, her dilimin altına da bir tane altın koyun” diye emir vermiş. Padişahın adamları baş üstüne deyip hemen işe koyulmuşlar. Ertesi gün baklavayı Tıkandı Baba'ya getirmişler, Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. “Uzun zamandır tatlı da yememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden söylenmiş. Baklavayı almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satıp evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya ”-Taze baklava, güzel baklava ” Oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Biraz pazarlık yapıp üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Baba baklavayı satmış, elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yerde başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi -Baba baklava güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da; -Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Tıkandı Baba yine tıkandı Aradan bir ay geçince Sultan Mahmud ”bizim Tıkandı Baba'ya bir bakalım”, deyip Baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; - ... Devamı videomuzda… Gelin, Beraber Yürüyelim...
Yusuf Kaplan ile 'Yol Haritası' programında Cumhuriyet'in ilk yıllarında edebiyat ne durumdaydı bu konuşuldu. Modern türk edebiyatı anlatıldı. Necip Fazıl Kısakürek'in yaptığı zihinsel devrime giriş amaçlı öncesi kabilinden çağdaş türk edebiyatı konuşuldu. Seküler Türkiye Cumhuriyeti meşrutiyet döneminde ve devlet tarafından desteklenen edebiyatın ürünüdür, dedi Yusuf Kaplan ve ilave etti, Türkiye Cumhuriyeti'ni roman kurdu. Romanın imparatorluğudur, devletidir. Türk romanının büyük isimleri cumhuriyetin kurulmasında büyük rol oynamışlardır. Yusuf Kaplan yine bu bölümde; Yakup Kadri Karaosmanoğlu başta olmak üzere. Tabi aynı zamanda tartışmıştır. Ne kadar rejimin sözcüsü gibi olsa da aynı zamanda alta alta tartışmıştır. Halide Edip Adıvar resmi romancı gibi çalışmıştır. Vurun Kahpe'ye böyle bir romandır. Sonra rejimle araları açılmıştır. Amerikan muhipleri hikayesinin başını çekmişlerdir. Devlet gidiyor, koskoca devlet gidiyor Anadolu havzasına sıkışmış bir devlet var. Bu yüzden her yönden çok fazla mülteci gelmiştir Anadolu'ya.. Anadolu nuhun gemisi olduğunu bir kez daha ispat etmiştir. Balkanlardan kafkaslardan gelen.. Türk toplumu aynı zamanda hicret toplumu. Göçebe bir toplum, tarihi kodlarında bu var. Sadece Balkanlardaki Kafkaslardaki insanların değil, Endonezyanın, Afrikanın, Somalinin de yurdudur Anadolu. Burada bizim dünyamız yıkıldı, Gökkubbe çöktü, bir kültürel inkar yolculuğu gerçekleşti, bu Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ifadesi. Ahmet Hamdi Tanpınar rejimin adamı ama sığ bir adam değil. Ahmet Hamdi, Mehmet Akif 'in nefes alamadığını gördü. Mehmet Akif memleketi terk edecek adam mı? İstiklal Marşı'nı yazan adamın istiklali yok. Oradan çıkacak edebiyat propagandist bir edebiyattır. Şevket Süreyya Aydemir cumhuriyete kadro yetiştiren kadro hareketinin kurucularından birisi. Şevket Süreyya Aydemir'in son kitabı, 'inkılap ve kadrodur' Orada bir cümlesi var, 'her şeyi yıktık yerine yeni bir şey koyamadık.' bitti. Şerif Mardin'de 'modernleşme türklerin islamiyetten uzaklaştırılmasıdır' demişti. Gelinen nokta kaçınılmaz olarak burası olacaktı. Tarih yapan bir toplumun tarihte tatil yapan bir toplum halinde dönüştürülmesidir bu proje. Rusya'daki edebiyatın, tiyatronun, sinemanın propagandist olduğunu görüyoruz. Ayzenştayn, Pudovkin ve bütün genç kuşak hepsi devrimci adamlar ama marksizm yapıyorlar. Türk gençliği bundan etkileniyor mu çok etkileniyor. Mesela Muhsin Ertuğrul sinemayı kuran adamdır, fakat Moskova'da bulunmuştur. Sinema üzerinden sistemin propagandasını yapmak için. Tek parti iktidarında tek adam sineması icad edildi. Romancılardan Halit Ziya Uşaklıgil, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmaoğlu, Reşad Nuri Güntekin, bunlar Türk Romanın enleridir. Bunlar rejimin oturmasında büyük rol oynamıştır. Mesela Çalıkuşu tam bir propaganda romanıdır. Meşrutiyette oluşan kadro tasfiye edilmiş olmasaydı büyük bir atılım yaşanabilirdi. Cumhuriyette kıyısından geçebildik mi hayır tabi ki.. Ahmet Haşim çok büyük bir şairdir. Bizim hayallerimizi, rüyalarımızı Yahya Kemal ile birlikte bize anlatan adamlardır. Yahya Kemal sadece bir şair değildir, bir düşünürdür, tarih felsefecisi, bir şehir felsefecisi. İlginç olan şu, Paris'e gidiyor, Sorel ile tanışıyor. Sorel Fransız milliyetçiliğinin fikir babası.. Yahya Kemal Paris'e gidiyor duvara çarpıyor eve dönüyor. Paris'e gidip eve dönen yok. Bizim dünyamız çalıntı bir dünya, alıntı bir dünya değil. Köklere inemedikleri için göklere yükselmemizi sağlayabilecek modern bir edebiyat inşa edilemedi. dedi... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Huzurdayım; soru soruluyor: “Kur'anbirçok yerde kâinata referansveriyor ve Bediüzzaman Hazretleride kâinat kitabını okumanınöneminden bahsediyor. Kâinat kitabını okumakne demektir? Kâinat kitabını nasıl okuruz?”Bunun Kur'an'daki açıklaması nedir?Hazret derin bir noktadan başlıyor; aklınçalışma şekillerinden. Nazarî akıl vardır diyorKant'a referansla, Nazarî akıl, etrafındaolup biteni sorgular. İşte budur diyor aklınkâinatla ilişkisi. Akıl etrafında olup bitenisorgulamak, hakikati etrafında aramaklabaşlar işe. Arar aramasına ama akıl cevapolabilecek malzemeyi kendinden bulamaz.Bunu yine Kant'ın nazarî akıl ile hakikat bulunamazifadesine bağlıyor.Nazarî (salt) akıl, etrafını sorgular ve onasorular sorar. Hakikatin bilgisine ulaşmanınyolu, aramanın kendisindedir. Oradan amelîakla döner insan. Arayışını bir merkeze teksifeder. Kur'an'da anlatılan, Hz. İbrahimaleyhisselamın serüveninde olduğu gibi…Amelî (pratik) akıl, Efendimiz aleyhis-salâtüvesselâmın varlık tanımında gizlidir.“Abdühu ve Resȗluh”... Abd, yani insan,bir diğer deyişle kendi başına bu sorunlarınüstesinden gelemeyeceğinin farkında olan,acziyetinin farkında olan varlık, arayış içindedir.Kimi kapı kapı dolaşır, kimi bir mağarayaçekilir, kimi hassalarını hassaslaştırmanınpeşinde riyazet ile incelmeye çalışır.Hakikat bilgisinin kapısının tokmağına dokunur.İnsan, ruhunun inceliği, aklının keskinliğiölçüsünde ona gelen hakikat huzmeleriniiçer ve sonunda yansıtır. Yansıtmakapasitesinin enginliği, onu mesaj taşıyanhakikat bilgisinin temsilcisi, uygulayıcısı vetanıtıcısı rolüne yükseltir. İşte o an, onunvahiyle muhatap olduğu andır. Başkalarınınkendi seviyelerinde kalplerine açılanıanlamaya çalışıp gelen ilhamları etraflarınaaktardıkları gibi, o bu halin zirvesinin temsilcisidir.Kâinatın anlamlarını araştırırken insanınkarşısına, kâinatın “tercüme-i ezeliyesi”olan vahyin (Kur'an'ın) çıkması gibi, kâinatıokuma ve anlama çabalarımız sonundakarşımıza, kabiliyetimizin kıtlığınamerhameten vahiy v