POPULARITY
Video Bölümleri:00:00 - 00:27 Giriş00:27 - 05:30 19. Yüzyıla Girerken Osmanlı05:30 - 07:22 Halet Efendi ve İntisap07:22 - 10:15 Fransız İhtilali, Napolyon'un Mısır Seferi10:15 - 11:24 Halet Efendi'ye Elçilik Görevi Veriliyor11:24 - 14:28 Paris'e Ucuz Yollu Hediye Arayışı, Yolculuk14:28 - 18:34 Talleyrand'la İlk Kriz, Napoleon'la Tanışma18:34 - 20:13 Görüşme Krizi, Payitaht'la Anlaşmazlık20:13 - 26:11 Büyük Kriz: İmparatorluk Meselesi26:11 - 30:30 Elçiliğinin Sonu ve Eş Dostun Hediye İstekleri30:30 - 32:17 Yeni Elçi "Eşek Herif" Muhib Efendi32:17 - 38:18 Halet Efendi Komik Anlar Compiliation38:18 - 39:35 Devamını İster Misiniz?, Abonelik MeselesiOsmanlı Devletinin en zorlu günleri, 19. yüzyılın ilk yıllarıdır. Zira o günlerde Avrupa, Fransız İhtilali ve onun etkileriyle çalkalanmaktadır. İhtilal yetmezmiş gibi Napolyon Bonapart (Napoléon Bonaparte) adında düşük rütbeli bir subay, ihtilalin de etkisiyle basamakları hızla yükselerek iktidara gelir.Avrupa Tarihine Koalisyon Savaşları olarak geçecek uzun ve kaotik dönemi başlatır. Napolyon'a karşı ittifak kuran devletler, onu durdurmaya çalışsa da başarılı olamaz. Özellikle 1798 yılında hiç beklenmedik şekilde Napolyon'un bir Osmanlı toprağı olan Mısır'a saldırma kararı, tüm dengeleri değiştirir. Bu koalisyon ve ittifak ağına Osmanlı Devleti de katılmak durumunda kalır. 1802 yılında imzalanan Paris Barış Antlaşmasının ardından sözde "dostluk" adına Paris'e bir elçi göndermek durumunda kalan 3. Selim, bu görev için o günlerde pek tanınmayan bir isim olan Halet Efendi seçilir.Halet Efendi ise Osmanlı Tarihinin en hususi karakterlerdendir. Nüktedan, kurnaz, iktidar ve kudrete meyilli, gözü açık ve sinsi bir şahsiyete sahiptir. Paris'te Napolyon ve Fransa Dışişleri Bakanı Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord (Mösyö Talleyrand) ile boy ölçüşebilecek az sayıdaki isimden birisidir. Görevinin ilk gününden itibaren kurnaz şekilde Fransızlarla mücadeleye başlar. Fakat dedik ya; en sancılı dönemdir. Emekleme aşamasında olan Osmanlı diplomasisi, neredeyse her hafta, her gün yeni bir krizle, sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Diğer elçiler gibi Halet Efendi de bin bir sorunla boğuşur. Bir yandan Fransızlar, öbür yandan diğer ülke elçileri fakat en önemlisi bir yandan da Babıali ile mücadele etmektedir.Osmanlı'nın zayıf ekonomisi, çevresindeki eş dostunun bitmek bilmeyen hediye arzuları, Halet Efendi'yi Fransa günlerinde bunalıma girecek bir seviyeye getirir. İşte bütün bu hikaye içerisinde Mehmet Said Halet Efendi, hayatta ve ayakta kalmanın kavgasını verir. Nitekim 1806'da Paris elçiliği görevi sona erene kadar bunu başarır. İstanbul'a dönüşüyle birlikte hayatında yepyeni bir sayfa açılacaktır; iktidar sayfası. Her zaman olduğu gibi Kabakçı Mustafa İsyanında doğru kişilerle birlikte olan, doğru isimlere yardımda bulunan Halet, bu zor günlerden de alnının akıyla çıkar. Kısa süre sonra Alemdar Mustafa Paşa'nın girişimiyle tahta cülus edecek 2. Mahmut'un baş danışmanı olacak kadar yükselecek olan Halet, devlet dediğimiz mekanizmanın kontrolünü eline geçirir.1820'lerin başlarında patlak veren Rum İsyanına kadar muktedir olan Halet, Tepedelenli Ali Paşa'nın "tedib"i sürecindeki icraatları, yıllardır ayağına bastığı insanlar, yeniçerilerle usulsüz temasları ve Rum İsyanındaki rolü sebebiyle yolun sonuna gelir. Mehmet Said Halet Efendi'yi betimleyen en güzel satırlar, vefatının ardından halk arasında yayılır.“Ne kendi eyledi rahat, ne âlem buldu huzur,Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur”“Ne kendi rahat etti, ne de halka huzur verdi,bu dünyadan göçtü gitti, şimdi kabirdekiler düşünsün”Osmanlı İngiliz Savaşı Videosu: https://youtu.be/QqcRwGy7aKcKanalımızı desteklemek ve ek içeriklere ulaşmak için;https://www.youtube.com/channel/UCPlTdUoi8jAjEdk1wf5cQug/join
On bir ay boyunca hasretle gözlediğimiz bir rahmet iklimini daha elimizden geldiğince ibadet ve yardımlarla geçirmeye çalıştık. Akabinde bayramımızı kutladık. Şimdi bize düşen, bu rahmet ayında elde ettiğimiz manevî kazanımlarımızı, bir sonraki ramazana kadar yılın geri kalan kısmına yaymak için gayret sarf etmek.
Umut Sûresi: Rabbin seni asla yalnız bırakmaz. Umudunu asla yitirme. Geleceğe umut ve azimle yürü “Kuşluk vaktine ve iyice kararıp sakinleştiğinde geceye yemin olsun ki; Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı. Elbette işin sonu senin için öncesinden daha hayırlı olacaktır. Rabbin sana mutlaka lütuflarda bulunacak, sen de memnun olacaksın. Hani O, bir zamanlar seni yetim bulup barındırmamış mıydı? Seni şaşkın bir halde bulup sana yol göstermemiş miydi? Ve seni yoksul bulup zengin etmemiş miydi? O hâlde sakın yetimi ezme! Sana el açıp isteyeni de sakın boş çevirme! Rabbinin lütuflarını şükranla an” (Duhâ Sûresi).
29. Cüz, Mülk Sûresi ile başlar. Bu yazımızda, bu mübarek sûrenin fazileti ve muhtevası hakkında özet bir bilgi sunmaya çalışacağız. Sûreyi, Kur'ân'ın bugünkü muhatabına sanki doğrudan hitap ediyormuş gibi aktarmaya çalışacağız. Önce bu sûrenin fazileti hakkında sahih senetlerle bize ulaşan şu hadisleri zikredelim: 1. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
Mümin Allah'a ve Resûlü'ne karşı çıkanlara derin bir sevgi besleyemez “Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah'a ve peygamberine karşı çıkan kimselere -babaları, oğulları, kardeşleri yahut diğer akrabaları da olsa- sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah bu müminlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları -orada ebedî kalmak üzere- altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'tan yanadırlar; iyi bilinmeli ki kurtuluşa erecek olanlar da Allah'tan yana olanlardır!” (Mücâdile 58/22).
“Göklerin ve yerin tamamı Allah'a ait olduğu halde size ne oluyor da Allah yolunda infak etmiyorsunuz? İçinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derecesi, daha sonra infak eden ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vadetmiştir. Allah, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır. Kim Allah'a güzel bir borç verirse Allah bunu kat kat artırır. Ayrıca onun için çok değerli bir mükâfat da vardır” (Hadîd 57/10-11).
Asıl fetih kalplerin fethidir. Bunun için de huzur ve barışın hâkim olduğu bir ortama ihtiyaç vardır “Biz, sana apaçık bir fetih nasip ettik. Ta ki, Allah senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlasın, senin üzerindeki nimetlerini tamamlasın, seni dosdoğru yola iletsin ve sana şanlı bir zafer ihsan etsin” (Fetih 48/1-3).
Âfâkta ve enfüste gösterilecek âyetler nelerdir? “Çevrelerinde ve kendilerinde bulunan delillerimizi onlara göstereceğiz. Ta ki onun hakikat olduğu kendileri için apaçık ortaya çıksın. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53). “Çevrelerinde” diye çevirdiğimiz “âfâk (ufuklar)”, “kendilerinde” diye çevirdiğimiz “enfüs (nefsler)” ve “delillerimiz” diye çevirdiğimiz “âyât (âyetler)” kelimeleri ile nelerin kastedilmiş olabileceği ve “hakikat (hak) olduğu ortaya çıkacak olan”ın ne olabileceğine dair çeşitli yorumlar yapılabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
En büyük günahımızı bile silmeyi ve bizi en iyi amelimizle ödüllendirmeyi vadeden bir Rabbimiz var! “Rableri katında, onlar için istedikleri her şey olacaktır. İşte bu, kulluğunu güzel yapanların mükâfatıdır. Sonunda Allah onların yaptıkları en kötü amelleri bile silecek ve onları işledikleri en güzel amele göre ödüllendirecektir” (Zümer 39/35).
23. cüzde yer alan Sâffât ve Sâd Surelerinde âdeta peygamberler geçidi sunulur. Pek çok peygamberin yalnızca isminin ya da onunla alakalı bir iki kelimenin zikredilmesiyle yetinilir. Ancak sırasıyla Hz. İbrahim, Hz. Yunus, Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub'a dair biraz detaylı bir anlatım görülmektedir. Şimdi bunları çok özet bir şekilde ele almaya çalışalım. Hz. İbrahim'in kıssasından hisse: Kalb-i selîm ile yola çıkan tevhit ve teslimiyet kahramanı olur
Allah ve melekleri müminlere de salât ederler. Öyleyse Efendimiz'e (sav) salât etmek ne demektir? “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O ve melekleri size salât eder. O, müminlere karşı pek merhametlidir” (Ahzâb 33/43). Şu meâldeki âyet-i kerimeyi hepimiz biliyoruzdur: “Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyet ile teslim olun!” (Ahzâb 33/56). Bu âyette geçen “salât etmek” fiili, çoğu zaman zihin karışıklığına sebep olmakta, “Allah ve melekleri Hz. Peygamber'e salât u selâm ederler/okurlar.” şeklinde meâllere yanlış yansıtılmakta, çeşitli sohbet ve vaazlarda sanki Cenâb-ı Hak ve melekler Hz. Peygamber'e (sav) salavât okuyorlarmış gibi tuhaf tercümelere ve anlatımlara konu olmaktadır.
Dünyanın zâhiri ve bâtını nedir? “Onlar, dünya hayatının yalnızca zâhirinin/görünen yüzünün bir kısmını bilirler; ahiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler” (Rum 30/7). Bu âyet-i kerimede “onlar” diye bahsedilen kişiler, bir önceki âyette geçen “insanların çoğu”dur. Şu hâlde tefsîrî bir meâl ile “İnsanların çoğu, dünya hayatının yalnızca görünen yüzünün bir kısmını bilirler.” diye çevirmek yanlış olmaz.
Allah'a kavuşmayı arzulayabilmek “Kim Allah'a kavuşmayı arzuluyorsa, bilsin ki Allah'ın belirlediği o vakit mutlaka gelecektir” (Ankebût 29/5). Kur'ân-ı Kerîm'in en heyecan verici âyetlerinden biridir bu mübarek âyet. Manası düşünülerek okunduğunda, adeta insanı aşkla, şevkle ve iştiyakla bambaşka bir iklime kanatlandırır. Umut ve hasretle kendisini ötelerin ötesine geçirir. Nasıl böyle olmasın ki! Ne olup bittiğini anlayamadığımız ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız muammadan ibaret bir hayatın içindeyiz. Bir yerlerden geldik; ama nereden? Bir yerlere gidiyoruz; ama nereye? Bir bilinmezlik girdabının içindeyiz. Ve hepimizi bekleyen bir gerçeklik var: Bir gün mutlaka öleceğiz. Peki ya sonrası?
Mahmut Ay-Kur'ân Günlüğü -19. Cüz by Yeni Şafak
Kurtuluşa/huzura eren müminlerin vasıfları “Şu Müminler kesinlikle kurtuluşa/huzura ermiştir: Onlar, namazlarında derin bir huşu/saygı içindedirler. Anlamsız, yararsız söz ve davranışlardan uzak dururlar. Zekâtı verirler. İffetlerini korurlar. Sadece eşleriyle veya ellerinin altında olanlarla (câriyelerle) yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. Ama her kim bunun ötesine geçmek isterse işte haddi aşanlar onlardır. Emanetlerine ve verdikleri sözlere sadakat gösterirler. Namazlarını (vaktinde ve) düzenli kılmaya özen gösterirler. İşte onlardır Firdevs cennetinin vârisleri ve orada onlar sonsuza dek kalacaklardır.” (Müminûn 23/1-11)
Âlemlere rahmet olan Elçi “Biz, seni ancak ve ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 98/107). Fatiha Suresi'nde “Hamd, Rahman ve Rahîm olan âlemlerin Rabb'ine aittir.” diyen Âlemlerin Rabbi, kendisinin ilk olarak Rahmân ve Rahîm isimleriyle bilinmesini istemiştir. Hikmetli Kitap'ta yaratma fiili pek çok yerde Rahman ismine isnat edilerek, yaratmanın bir rahmet tecellisi olduğuna işaret edilmiştir. Âlemlerin Rabbi'nin tüm âlemi kapsayacak şekilde ilk ve en yaygın tecellisi rahmet olduğuna göre O'nun insanlar arasında en güzeli olarak seçtiği ve takdir ettiği sonra da son elçi olarak tüm insanlığa gönderdiği Muhammed Mustafa'ya (sav) yakışan da “âlemlere rahmet” olmasıydı. Musa-Hızır kıssasıyla ilgili dünkü yazımızda da ifade ettiğimiz gibi Allah Teâlâ seçtiği kullarına ledünnî ilim ile birlikte ledünnî merhamet duygusu verir.
Musa-Hızır kıssası: Zâhir yanıltabilir Hikmetli Kitab'ın en gizemli kıssasıdır Musa-Hızır kıssası. Kıssa özetle şu şekildedir: Hz. Musa -muhtemelen hizmetinde bulunan- bir gence iki denizin birleştiği yere usanmak bilmeden gitmeye karar verdiğini söyler ve birlikte yola koyulurlar. İki denizin birleştiği yere varınca yanlarına aldıkları kurutulmuş balığı bir yerde unuturlar; balık canlanır ve denize atlar. Bir müddet sonra Hz. Musa, gence azığı getirmesini söyler; fakat genç, konakladıkları esnada balığı bir kayalıkta unuttuğunu söyler. Bunun üzerine Hz. Musa aradıkları yerin orası olduğunu söyler ve geriye dönerler. Burada kendisine Allah tarafından “rahmet ve ilim” verilmiş olan sâlih bir kul ile karşılaşırlar.
Mağara arkadaşları: Ashâb-ı Kehf Hikmetli Kitab'ın en gizemli suresi, Kehf Suresi'dir. Bu mübarek surede, üç gizemli kıssa anlatılır: Ashâb-ı Kehf, Musa-Hızır ve Zülkarneyn kıssası. Üçü de temsilî/sembolik yönü çok güçlü olan mesaj yüklü kıssalardır. Bu kıssaların sebeb-i nüzulüne dair kaynaklarda şöyle bir bilgi yer alır: Resûl-i Ekrem'in (sav) kutlu mesajının Mekke'de dalga dalga yayılması ve ferdan ferdâ gönüllerde yer edinmesi üzerine müşrikler, iki kişiyi Medine'ye gönderir; oradaki Yahudilerle onun gerçek bir peygamber olup olmadığı hakkında istişare edip konuyla alâkalı onlardan yardım almalarını isterler. Zira Yahudiler, vahiy ve peygamberlik hakkında bilgili kimselerdir. Bu iki kişi Medine'ye gider ve Yahudilerle görüşürler. Yahudiler, kendilerine “Muhammed'e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınan gençleri, dünyanın doğusunu da batısını da dolaşmış olan adamı ve ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bu konuda size cevap verirse o bir peygamberdir; ona uyun. Veremezse, bilin ki o bir falcıdır.” derler.
Yüce Mevlâ'nın, kullarına verdiği müjde “Kullarıma şunu bildir ki Ben gerçekten çok bağışlayıcı ve çok merhametliyim. Ama azabım da çok elem verici bir azaptır” (Hicr 15/49-50). Hikmetli Kitap'ta Cenâb-ı Hakk'ın cemâl sıfatları ile celâl sıfatları umumiyetle birlikte zikredilir. Böylece insanlar, O'nun iki tür sıfatı olduğunu bilsinler; cemâl sıfatlarının tecellilerini istesinler, ama celâl sıfatlarının tecellilerinden de korunsunlar. Yalnız umumiyetle şöyle bir incelik fark edilir bu ifadelerde: Önce cemâl sıfatları zikredilir ve bunlara yapılan vurgu çok daha güçlüdür. Bununla, O'nun cemâlinin celâline baskın olduğuna işaret edilir. Bu âyet-i kerîmede de benzer bir ifade inceliği görülür. Şöyle ki, Hak Teâlâ, rahmetinden bahsederken isimlerini zikretmiş ve “Ben el-Ğafûr ve er-Rahîm'im.” buyurmuştur. Azabından bahsederken ise “Ben azap ediciyim” gibi bir isim/sıfat kullanmamış, “Azabım çetindir.” buyurmuştur.
Gök gürültüsünü göğün tesbihi olarak işitmek “Gök gürültüsü Allah'ı överek tesbih eder” (Ra'd 8/15). Biz insanlar için korku verici bir ses olan gök gürültüsü, Hikmetli Kitab'a göre bir nevi tesbihtir. Bu, insana öyle muazzam bir bakış açısı katar ki duyduğu en dehşetli seslerden birini bile, ondan korkmak ya da onu alelâde bir doğa olayı olarak algılamak yerine, Kâinatın Yaratıcısı'nı tesbih eden bir ses olarak anlamlandırmasını sağlar. İnsan için bu anlamlandırma o kadar kıymetlidir ki onu tabiat ile barışık kılar; tabiattaki her şeyin, kendisinin ve tüm evrenin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini kendi dilince terennüm ettiğine, O'na itaatini dile getirdiğine inanır. Evrendeki tüm varlıklar adeta bir koro hâlinde âlemlerin Rabbi'ni tesbih ve tenzih eder. Bunun tek istisnası, kendisine verilmiş özgür iradeyi yanlış kullanan insandır. Bu sebeple, o koroda tek detone olan varlık, âlemdeki bu vahdeti müşâhede edemeyen zavallı kâfir/nankör insanlardır. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in göstermek istediği yerden kâinata ve mahlûkata bakan bir insan, orada muazzam bir ahenk görür; aşk ve şevkle bu koroya katılıp aynı tonda Yüce Allah'ı tesbih etmek ister; kâfir/nankör insanlar gibi detone olmak istemez
Hikmetli Kitap'ta bir kerede baştan sona kronolojik olarak anlatılan tek bir kıssa vardır: Yusuf'un kıssası. Ayrıca bu kıssa, “kıssaların en güzeli” olarak vasıflanmıştır. Onun bu şekilde nitelendirilmesinin önemli bir sebebi şu olsa gerektir: Bu kıssada zikredilen karakterlerin tamamı başta sıkıntılı süreçler geçirmişler, ama sonunda muratlarına nail olmuşlar ve hayatları mutlu bir sonla bitmiştir. Hz. Yusuf, başta çok büyük çileler çekmiş, ama sonunda büyük imkânlara kavuşmuştur. Hz. Yakup, sonunda Yusuf'una kavuşmuştur. Onun abileri, başta büyük günahlar işleyip kötülükler yapmışlar; ama sonunda tövbe etmişler ve düzgün insanlar olmuşlardır. Züleyha başta nefsine yenilmiş, sonra pişman olup tövbe etmiştir. Kur'ân'da geçmez, ama tefsir kitaplarında Züleyha'nın Hz. Yusuf ile evlendiği zikredilir. Hâsılı; Hz. Yusuf'un kıssası, insana umut aşılayan, bugünkü kötü duruma bakıp yarınlar hakkında karamsarlığa düşmemeyi telkin eden terapi edici yönü güçlü bir kıssadır.
Cami görünümlü şer yuvası: Mescid-i Dırâr “Bir de şunlar var ki, müminlere zarar vermek, inkârcılığı yaymak, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne savaş açmış kişi lehine fırsat kollamak üzere mescid (süsü verilmiş bir bina) yapmışlardır. Bir de (utanmadan) 'Amacımız sadece iyi bir şey yapmaktı.' diye yemin edeceklerdir. Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar. Orada asla namaz kılma! Daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da arınmaya çalışanları sever.
Önce ahlâk sonra hukuk “Allah'a ve iki topluluğun karşılaştığı, hak ile bâtılın iyice açığa çıktığı o (Bedir) gününde kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah'a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir.” (Enfâl 8/41).
Fıtratın rubûbiyete tanıklığı: bezm-i elest “Hani Rabbin Âdemoğulları'nın bellerinden zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Elbette öyle! Buna şahitlik ederiz” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz. Yahut “Bizden önceki atalarımız Allah'a ortak koşmuştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesildik. Şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin!” demeye kalkışmayasınız.” (A'râf 7/172-173).
Mahmut Akpinar | Avrupa, ABD'siz güvenlik arayışında… by Tr724
Mahmut Akpinar | Avrupa, ABD'siz güvenlik arayışında… | 08.03.2025 by Tr724
Dinlerini parçalayıp fırkalara ayrılanlar gibi olmayın! “Dinlerini parçalayıp bölük pörçük gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir” (En'âm 6/159).
İnsan, kolay erişilebilecek haramlarla imtihan edilir “Ey iman edenler! Allah, görmedikleri hâlde kendisinden sakınanları ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği (kadar kolay elde edebileceğiniz) bir miktar av ile muhakkak ki sizleri sınayacaktır” (Mâide 5/94).
Allah kime hidayet verir, kimi saptırır? “…Gerçek şu ki, size Allah'tan muazzam bir nur ve apaçık bir kitap geldi. Allah, rızasına talip olanları o kitap vesilesiyle kurtuluş yollarına yönlendirir/hidayet eder; karanlıktan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola iletir/hidayet eder” (Mâide 5/15-16).
Allah insanın yükünü hafifletmek ister “Allah, sizin yükünüzü hafifletmek ister. Zira insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ 4/28) Yerlerin ve göklerin yüklenmeye cesaret edemediği “dünya hayatında sınanma emaneti”nin sorumluluğunu kabullenen insan (bk. ), ağır bir yük yüklenmiştir. İnsan olmak, hakikaten zordur. “İnsan” olmanın farkına vararak yaşamaya çalışmak; hayata, ölüme, varlığa, yokluğa dair kafa yorarak, bunları -künhüne asla vâkıf olamayacağımızı bile bile- anlamaya ve sorgulamaya çalışmak, bu zorluğu daha da şiddetlendirir. Sa'dî'nin dediği gibi “İnsan; bir damla kan, yüz bin endişeden ibaret bir varlık (Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe).” Hz. Mevlânâ'nın ifadesiyle insan, iç âleminde “dokuz yüz katlı” bir potansiyeli barındırıyor. Şayet Yüce Yaratıcı'nın kendisine yüklediği “hilafet emaneti”nin farkına varır ve kendisini esmâ-i ilâhiyyenin tümünün mazharı olmaya adarsa, melekleri kendisine hayran bırakacak bir potansiyele sahiptir.
İyi/erdemli insan kimdir? 4. cüzün ilk âyeti, iyi/erdemli insanın önemli özelliklerinden birini (diğerleri için bk. Bakara 2/177 ve 189) zikretmektedir: Sevdiklerinden infak etmek. Âyetin meâli şöyledir: “Sevdiklerinizden infak etmedikçe ‘iyilik' makamına ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân 3/92). Buna göre, iyi insan sevdiği malından, mülkünden ve herhangi bir dünyalığından vazgeçip onu Allah rızası için infak edendir. Erdemli insana yakışan, en sevdiğinin rızasını kazanmak için dünyevî sevgilerden vazgeçmektir. Malımızla yapabileceğimiz en değerli yatırım, onu infak etmek suretiyle ebedî bir manevî gelire dönüştürmektir. Âyet-i kerîme, infak kültürü hakkında çok önemli bir noktayı vurgulamaktadır: Makbul infak, kıymetli olan bir şeyi vermektir. Değerli olmayan, eskimiş, kıyıda köşede kalmış bir şeyi elden çıkarmak amacıyla vermek, makbul bir infak ve erdemlilik değildir. İnfak edilen şey, ne kadar değerliyse, infak da o kadar değerli ve sevaptır.
3. cüzün ilk sayfasında, Resûl-i Ekrem'in (sav) “Allah'ın Kitabı'ndaki en büyük âyet” olarak nitelediği “âyetü'l-kürsî” yer alır. Bu âyette, Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ve Kayyûm isimleri zikredilip evrendeki her şeyin hakiki manada yegâne mâlikinin O olduğu bildirildikten sonra şefaat konusuna geçilir ve şöyle buyurulur:
*Kıblenin değişimi Efendimiz (sav), Medine'yi teşrif ettikten sonra, on altı veya on yedi ay boyunca namazlarını Mescid-i Aksa'ya yönelerek kılmıştı. Ancak gönlü, Kâbe'yi kıble edinmekteydi. Nitekim onun arzusu, vahiyle yerine getirildi ve Kur'ân âyetleriyle Kâbe, yeni kıble edinilmiş oldu. Bakara Suresi'nin 142-150. âyetleri bu konuyu ihtiva etmektedir. Kıblenin değişimi, çok büyük bir olaydır. İmanı zayıf olanlar için savrulma nedeni olabilecek ciddi bir imtihan olmuştur. Medine'de yaşayan Yahudiler ve münafıklar, bu hadiseyi istismar ederek Efendimiz (sav) ile alay etmişlerdir. Ancak sağlam bir imanla ona bağlı olanların imanlarında asla bir zayıflama görülmemiştir. Yahudi ve münafıkların, “Bunlara ne oldu da şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçip yeni bir kıble edindiler!” şeklindeki alaylarına Kur'ân'ın verdiği cevap çok anlamlıdır: “Doğu da batı da Allah'ındır.” Yani; kıble sembolik bir şeydir. Allah, tek bir cihette değildir ki O'na yönelmek için tek bir cihet belirlensin. Başka bir âyette buyurulduğu üzere “Nereye yönelirseniz yönelin, O'nun zâtı oradadır.” (Bakara 2/115). Kıble gibi çok önemli bir şeyin değişimi bize şunu öğretir: Allah Teâlâ, iman esasları ve ahlâk ilkeleri dışında, yeni şartlar icabı dindeki her şeyi değiştirebilir/güncelleyebilir. Dinin sabitelerini ve değişkenlerini iyi anlamak gerekir. Bu nokta, dinin özünü ve ruhunu kavrayabilmek için üzerinde çok derin düşünülmesi gereken bir noktadır. Özellikle zahirî kuralların basit ayrıntılarına takılan ve dindarlığı daha çok zahirî kurallar çerçevesinde algılayanların, kıblenin değişimini iyi düşünüp bundan ders çıkarmaları gerekir.
Mushaf-ı Şerif, Fâtiha Suresi ile başlar. Yedi kısa cümleden oluşan bu mübarek sure; uluhiyet, nübüvvet ve ahiret konularını içermesi itibarıyla Kur'ân'ın bir nevi özetidir. Önce Hak Teâlâ'nın en kuşatıcı sıfatları zikredilir; ardından kulun niyazı gelir. O'nun şu üç sıfatı hatırlatılır: Rabbu'l-âlemîn, er-Rahman er-Rahîm ve Mâliki yevmi'd-dîn. Birincisi, O'nun tüm evreni yaratan, yaşatan; tür farkı olmaksızın tüm canlıların; inanç, ırk ve renk ayırımı gözetmeden cümle mahlûkatın terbiye edicisi olan, -tabiri caizse- bakımını yapan ve ihtiyaçlarını gideren bir varlık olduğu mesajı verilir. Bu sureyi okuyan insana şu hatırlatılır: Senin yönelmiş olduğun, niyaz ettiğin Allah, sadece senin ve senin inancına mensup olanların değil, tüm insanların Rabbi'dir. Dolayısıyla O'na yönelirken, sanki tüm mahlûkat adına O'nun huzurundaymış gibi hissetmelisin veya tüm mevcudatın aslında her an O'nun Rab'liğinin tasarrufu altında olduğunu düşünmelisin. İşte sen, böyle bir Rabb'in huzurundasın.
“Zamansal bir rahmet döngüsüdür Ramazan; on bir ayda bir, ruhumuzun kapısını çalan. Göksel bir sofradır Ramazan; senede bir, gönül ufkumuzda kurulan. Bir arınma mevsimidir Ramazan; her yıl manevî olarak bizi paklayan. Bir hatırlatmadır Ramazan; kulluğumuzdaki gaflet ve umarsızlığımızın farkındalığına varmamızı sağlayan. Bir mekteptir Ramazan; nefsimizi terbiye ederken ruhumuzu takviye etmeyi öğreten. Bir irfan ocağıdır Ramazan; ruhun doyması için nefsin aç kalması gerektiğini talim eden. Bir iyilik okuludur Ramazan; başkaları ile paylaştıkça iyi insan olabileceğimizi bize tahsil ettiren. Bir buluşma, bir kavuşmadır Ramazan; sevdiklerimizle bizi aynı sofrada aynı imanla, aynı heyecanla bir araya getiren. Nihayet bir vuslattır Ramazan; ruhun neşesinin nefse azaptan sonra kazanılacağının işareti olarak oruçtan sonra bayrama eriştiren. Ve sonrasında bir özlemdir Ramazan; on bir ay hasretle beklenen.”
Mahmut Akpinar | Öcalan'ın çağrısı ne anlama geliyor? by Tr724
İnsanoğlunu aciz bırakan en dehşetli doğal afetlerden biri olan depreme, yaşadıkları coğrafyanın fay hatları üzerinde bulunması nedeniyle Müslümanlar, asırlardır sıkça maruz kalmışlardır. Nuh Arslantaş'ın, İslam Tarihinde Depremler ve Algılanma Biçimleri isimli eseri, İslâm'ın ilk günlerinden itibaren depremlerin nasıl algılandığına dair ilginç bilgiler sunar. Bu yazımızda, mezkûr eserden bazı örnekleri özet olarak aktaracak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.
Mahmut Akpinar | Işık evler ve esnaflar | 20.02.2025 by Tr724
Mahmut Akpınar | Küçük kızın günlüğü ve adalet! | 09.02.2025 by Tr724
Mahmut Akpınar | Eyvah, çocuğum ateist oldu! | 24.01.2025 by Tr724
Mahmut Akpınar | “Birleşik Büyük Kürdistan!” | 10.01.2025 by Tr724
Mahmut Akpınar | Türkiye, İranlaşıyor! | 03.01.2025 by Tr724
Mahmut Akpınar | Türkiye güçleniyor mu? | 25.12.2024 by Tr724
Mahmut Akpýnar | Derinleşen bir yara | 20.12.2024 by Tr724
TÜRK BÜYÜKLERİ KAŞGARLI MAHMUT (1025-1090) Kaşgarlı Mahmut, 1025 yılında doğmuştur. Karahanlı Devleti döneminde yaşayan Kaşgarlı Mahmut, ilk Türk dil bilginidir. Türk kültürünü Araplara tanıtılmasında büyük rol oynamıştır. Türkçeyle ilgili çalışmalarında, resmi dili Türkçe olan Karahanlı Devleti'nden büyük destek görmüştür. Kaşgarlı Mahmut'un, Yusuf Has Hacip'le birlikte Türk dili ve kültürüne büyük hizmetleri olmuştur. Bu iki Türk bilgini, Türk dil birliğini sağlamak için çalışmışlardır. Kaşgarlı Mahmut, bu düşünce ile Araplara, Türkçeyi öğretmek ve Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek için “Kitab-ı Divanü Lügati't-Türk” adlı eserini yazmıştır. Divanü Lügati't-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğü ve dil bilgisidir. Aynı zamanda Türkçe'nin bir sözlük niteliğindedir. Sekiz bölümden oluşan kitapta yaklaşık 8000 kelime vardır. Kaşgarlı Mahmut, kelimelerin anlamlarını verirken deyimlerden, atasözlerinden ve destanlardan da yararlanmıştır. Eserde anlatılan Türk dünyasını gösteren bir de harita vardır. Bu eser, Türk kültürü, Türk tarihi ve yaşamıyla ilgili bilgiler de içermektedir. Dil birliği açısından dili ve kültürü açısından sözlük olmanın ötesinde anlamlar taşıyan bir şaheserdir. ALİ ŞÎR NEVÂÎ (1441-1501) Ali Şîr Nevâî, 1441 yılında doğmuştur. İlk eğitimini babasından alan Ali Şîr Nevâî, daha sonra eğitimine Horasan ve Semerkant'ta devam etmiştir. Ali Şîr Nevâî, yazarlığının yanında, değişik devlet kademelerinde de görev almıştır. Devrinin en önemli şairlerinden biri olan Ali Şîr Nevâî, şiirlerini Türkçe ve Farsça yazmıştır. Şair, aynı zamanda Arapçayı da çok iyi öğrenmiştir. Kaşgarlı Mahmut'tan sonra Türkçeye büyük hizmetleri olmuştur. Birçok esere imza atan Ali Şîr Nevâî'nin en önemli eseri “Muhakemet'ül-Lügateyn”dir. Şair, bu eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış ve Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu dile getirmiştir. O, bu kitabıyla başka yazar ve şairleri, Türkçeye özen-dirme gayreti içinde olmuştur. KARAMANOĞLU MEHMET BEY (? - 1280) Karamanoğulları'nın ikinci beyi oğludur. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Askerî ve idari yönden başarılı bir devlet adamıdır. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasıyla Anadolu'da çeşitli beylikler ortaya çıkmıştır. Karamanoğulları da bu beyliklerden biridir. Anadolu Selçukluları zamanında devletin resmi dili olarak Farsça ve Arapça kullanılmıştır. Selçuklu Devleti'nin yıkılışından sonra Beylikler döneminde, kullanılan dil konusunda değişim yaşanmıştır. Bağımsızlığını kazanan beyliklerin yöneticileri, halkı ve yazarları Türkçeyi kullanmadan için teşvik etmişlerdir. Aynı zamanda daha önce yazılan Arapça ve Farsça eserler de Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu dönem, Türkçenin yazı dili olarak kabul edildiği bir geçiş dönemi olmuştur. İşte bu dönemde dikkat çeken en önemli gelişme, Karamanoğulları Beyliği'nin yöneticisi Mehmet Bey'le birlikte başlamıştır. Mehmet Bey, millet olmanın, birlikte yaşamanın ilk şartı olan dil birliğinin sağlanmasına inanmıştır. Bu birliği sağlamak için aldığı kararla, devlet içinde bütün Türkçeyi konuşan bütün Türklerin bulunduğu bir çevrede dilini yaygınlaştırmıştır. Mehmet Bey, Türkçe yok büyük bir adım atmıştır. “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mescitte ve meydanda Türkçeden başka dil kullanmayacaktır.” fermanıyla dil birliği yolunda önemli bir adım atmıştır. Bu ferman ile Türkçe, Anadolu'da beyliklerin tercih ettiği dil hâline gelmiştir. Bu dönemde birçok eser, tercüme yoluyla Türkçeye kazandırılmıştır. Derleyen: Ahmet KAMALAK
Mahmut Akpınar | Muhaberat Devleti çöktü! | 09.12.2024 by Tr724
Mahmut Akpınar | Bir devir kapandı mı? | 14.11.2024 by Tr724
Mahmut Akpınar | Fethullah Gülen'e neden düşmanlar? | 11.11.2024 by Tr724
Mahmut Akpınar | Sosyal çürüme ve troller! | 02.11.2024 by Tr724
Mahmut Akpınar | Fethullah Gülen'i nasıl tanıdım, neden sevdim? by Tr724