Yeni Şafak Gazetesi olarak yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hâkim olması için tüm gücümüzle çalıştık.Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik.Fırtınalı günlerde sığını…
Ağlayan Özgür Bey ve partidaşlarının görüntüleri dönüyor bugünlerde. Ne zaman ağlamışlardı, unutanlar için hatırlatalım: Kemal Bey'in veda zamanında. O görüntülere bakıp da hüküm vermek epeyce kadar yanıltıcı olur. Her ağlayanı samimi sanmak hataya düşmektir.
“Önce Amerika” diyen ABD Başkanı Trump'ın “canî Netanyahu”yu kurtarmak gibi ‘büyük' bir derdi var. Netanyahu hakkında rüşvet, dolandırıcılık ve görevi kötüye kullanmaktan üç ayrı dava açılmıştı. Bu davalar Netanyahu'nun yasal geciktirme taktikleri nedeniyle dört yıldır devam ediyor. Netanyahu'nunsa kendini kurtarmak için feda etmeyeceği bir şey yok.
Bilge lider Dr. Devlet Bahçeli Öcalan'ın gelip Meclis'te DEM Parti grubunda konuşması çağrısında bulunduğunda özellikle iki ismin tepkisini asla unutmam. İktidarımız sayesinde kuruldukları gazete ve ekran köşelerinden kişisel güç devşiren bu iki isim “ihanet projesi” demişlerdi. İsimlerini vermeyeceğim.
Kitlelerin öfkesi, coğrafyamızın acısı Batı'yı da Doğu'yu da patlatacak noktaya ulaştı. Hiçbir millet, hiçbir toplum böyle bir “sabır testi”ne tabi tutulmadı, tutulamaz. İsrail ve bir avuç Yahudi üzerinden öyle korkunç, öyle tahammül edilemeyecek barbarlıklar deneniyor ki; hangi din veya etnik kemlikte olursa olsun, yeryüzünde buna tahammül edecek başka kimse yoktur. Bu “ölümcül sabrı” gösterebilecek başka kimse yoktur. Buna tahammül edebilecek başka kimse yoktur. Bu sessizliği yenilgi gibi, acizlik gibi algılayanlar büyük sürpriz yaşayabilir. Dar anlamda ideolojik bir karşı koyuşun çok ötesini söylüyorum. Hiçbir siyasi kimliğe sahip olmayan kitleler bile artık bu vahşete, bu kibre, bu azgınlığa tahammül edemez hale geldi.
On İki Gün Savaşı, bölgede tektonik bazı hareketlenmelere yol açtı. Bazı “plakaların” yönü değişti, bazıları hızlandı. Bu hareketlenmelerin bir ucu Gazze'ye, bir ucu Suriye'ye, bir ucu Terörsüz Türkiye'ye, ve ilginçtir, bir ucu da Rusya'ya, hatta Azerbaycan'a dokunuyor. Nasılını anlatayım. Önce PKK'nın silah bırakmasıyla ilgili süreçle başlayalım. Şu anda Terörsüz Türkiye sürecinin üçüncü aşamasındayız (Detaylar için; İşte Terörsüz Türkiye'nin Beş Evresi, 16 Mayıs.) Bu evre silah bırakma kararının pratiğe döküleceği aşamaydı. Örgütün Türkiye, Irak, Suriye ve İran'daki uzuvları için eşanlı bir takvim öngörülmüyordu. Kandil ve Suriye öncelikliydi. Örgütün İran yapılanması PJAK'ın geleceği ise belirsizdi. İran'ın bu konuda nasıl bir tutum takınacağı bilinmiyordu. Savaşın ardından Tahran da bu konuda destekçi bir pozisyona geçebilir. Ancak henüz somut bir işaret yok.
Siyasi parti faaliyetleri, siyasal fikirler üzerine inşa edilir ve memleket öncelikli bir organizasyon olarak şekillenir. Türkiye'deki tüm partiler, kuruluş aşamasında memlekete hizmet iddiasını taşır; fikirleri, ideolojileri ve topluma sundukları vizyon doğrultusunda vatandaş nezdinde bir karşılık bulurlar. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 1950'den bu yana Türkiye siyasetinde sürekli gündemde olan ve tartışmaların odağında kalan bir partidir. Kurucu parti olması, ülkenin ekonomik gücünü elinde tutan kesimlerin desteğine sahip olması ve uzun yıllar boyunca bürokratik elitler üzerinde etkili olması, CHP'nin Türkiye'nin siyasal gündemini sürekli meşgul etmesinin başlıca nedenlerindendir.
Biz büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Medeniyetimizin büyüklüğünü tahayyül bile edemiyoruz bugün. Medeniyetini tanrılaştırmak değil bu dediğim. Bugünün dünyasına hangi katkıları yaptığımızın, insanlığın düşünsel derinliğinin temellerini sağlam kazıklarla güçlendirenin biz olduğumuzun dahi farkında değiliz. Ayasofya'ya Sinan'ın dokunuşu gibi…
Bizim gazetede pazar günü çok ilginç bir haber yayınlandı. Biraz da sonucunu aşağı yukarı kestirebileceğimiz bir süreç dile getiriliyordu. Ancak bu kadar net ifadeler bugüne kadar pek kullanılmamıştı. Önce haberden söz edelim, sonra da olayı bir adım ileri götürerek sanal gerçeklik ile bağlayıp zenginleştirelim. Haber şu: İnternet çağının getirdiği kolaylıklar arasında en dikkat çekici değişim, insanların tanışma ve evlenme biçimlerinde yaşanıyormuş. Ancak sosyal medya aracılığıyla kurulan ilişkiler, çoğu zaman hüsranla sonuçlanıyormuş.
Bir hafta tatil yapalım diye yola çıkıp geldiğimiz Marmaris'te esnafından taksicisine, tekne kaptanından plaj işletmecisine kadar herkesin gündemi aynı: “Yerli turist yok bu sene. Yaprak kımıldamıyor. Öldük biz öldük.” Durun bunu az geriden alayım.
Kardeşim ve yayıncım A. Ali Ural'ın yıllardır zihninde taşıdığı bir proje, sayıları gittikçe azalan vakıf-adamlarımızdan Ramazan Arıtürk'ün yüreklendirmesi ve maddi desteğiyle, nihayet kuvveden fiile çıktı: AYA Sanat ve Düşünce Vakfı. Başka bir görevimle çakışması nedeniyle AYA'nın yakın zamanda gerçekleşen açılışına katılamamıştım. Vakfın emektarlarından öykücü Hümeyra Yabar'ın, vakıftaki ilk sohbet teklifini -bu kusurumu telafi etmeme de vesile olacağı umumuyla- tereddütsüz kabul ettim ve geçtiğimiz cumartesi günü AYA'da bulundum. Sohbeti teşrif eden Hüseyin Akın ve diğer dostlarla hasret giderdik, AYA'nın Yazarlık Atölyesi'ne mensup kardeşlerimle sohbet ettik.
Bizim dünya dediğimiz şey kendimiziz aslında; kendi bildiğimiz, kendi yaşadığımız, kendi anladığımız, kendi sevdiğimiz ve yine kendi nefret ettiğimiz şeylerle sınırlı bir şey! Hayattan ne anladığımız kendi insanî kapasitemizin, idrakimizin, bilincimizin izin verdiği kadar! Başkalarının dünyası da kendi insanî çapları kadar! Şaşmaz doğrularımız var ya, hepsinin menzili bizim son sınırlarımızda bitiyor. Hepimiz bir gezegenin içinde topluca ve aynı zamanda kendi iç dünyasında tek başına yaşayan varlıklarız. Gerçeklik dediğimiz şeyin genişliği, içinde yaşadığımız fanusun vadettiği, izin verdiği kadar. Ufku durduğumuz yerden görebildiğimiz kadar… Ama işin cilvesi o ki, herkes o fanusu bütün bir alem sanıyor ya da bu yalana bir şekilde kanıyor. Bir şeyleri derinliğine anlamak ve kavramak, hayata daha geniş ve derin bir zaviyeden bakmak noktasında aşamadığımız en büyük engel bu olmalı!
CHP'deki iç savaşta yeni raunt! Kılıçdaroğlu'nu partiden mi atacaklar? Ülkeye yeniliği hırsızlık yaparak mı getirecekler? Şaibeli kurultayla ilgili dava öncesi CHP'de ortalık toz duman. Kılıçdaroğlu'nun butlan kararı çıkarsa dönebileceğine yönelik açıklaması ipleri kopardı. İmamoğlu, eski genel başkanını ‘ihanetle' suçladı. Partililer ikiye bölündü. Önünü kesmek için Kılıçdaroğlu'nun ihraç edileceği öne sürüldü.
Siyonizm, İslam dünyasının karşılaştığı en büyük ve güçlü tehditlerden biridir. Bu ideolojinin neden en büyük ve güçlü tehdit olduğu sorusu cevapsız kalmamalı. Tehdit devam ettiği için bu tehdidin mahiyeti ve temsilleri üzerine çalışmak hayatî derecede önemlidir. Fakat ayrıntılara girmeden önce bu büyük ve güçlü tehdidin geleneksel yaklaşımlarla izah edilemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bugün Siyonizm'i Siyonist Yahudiler temsil ediyor fakat tehdidi daha büyük ve güçlü hâle getiren sadece Siyonist Yahudiler değildir. Birçok defa ifade etmeye çalıştığımız gibi Siyonizm'i dinî bir ideolojiye indirgemek onu bağlamından koparmak anlamına gelir.
Trump'ın ilk başkanlık döneminde, 15 Eylül 2020'de Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri İsrail ile masaya oturdular ve adına Abraham Anlaşmaları denilen, aslında İsrail'in güvenliğini teminat altına alan o ihanet belgesine imza attılar. Sonradan Fas ve Sudan da anlaşmanın kapsamına alındı; Ürdün zaten 1994'te İsrail'le “normalleşme” anlaşmasını imzalamıştı, Suudi Arabistan ise anlaşmayı imzalamak üzereydi. Hamas'ın 7 Ekim operasyonu bu ihanet sürecini askıya aldı.
Dünyâ savaşlarla, soykırımlarla, ekonomik kriz ve boyutları her geçen gün büyüyen akıl almaz eşitsizliklerle savrulurken, tekmil cümbüşüyle turizm mevsimi de başladı. Turizm denilince aklıma hemen 1970'lerde eş dost meclislerinde bu hususta yapıla klişe konuşmalar gelir. O vakitler Türkiye'ye, pek çoğu da çulsuz kabilinden sâdece 900.000 civârında; turist gelirdi.
Kurucu parti olma vasfı ile kendilerini ayrıştıran ve kurumsal kimliğini bu statü üzerinden inşa eden Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), bir yol ayrımında mı? Bu soruya cevap vermeden, günümüz tartışmalarına milat teşkil edebilecek bir zeminin anlaşılması gerektiği kanaatindeyim. Kurultay sürecinde, tabii olarak iki gruba ayrılan parti, bu ikiliği aşamamış ve partide mevcut yönetim hilafına hareket eden bazı aktörler, bu süreci mahkemeye taşımışlardır.
İsviçre Diyanet Vakfı'nın düzenlediği Kitap Fuarı münasebetiyle İsviçre'yi dolaşıyoruz. Turist değiliz. Hakikatin izini süren hakikat erleriyiz. Kendimizi ve keşfe çıktığımız dünyayı çift yönlü keşif çabası bizimkisi. Bu mükâşefe yolculuğunu yine MTO'muzun en parlak isimlerinden Ahmet Arif Kutlu kardeşimizin Basel gözlemleriyle paylaşıyoruz sizlerle. Zihin açıcı okumalar…
Aksa Tufanı'nın en önemli etkilerinden birisi de İsrail ile tüm hızıyla devam etmekte olan sözüm ona “normalleşme” sürecinin akamete uğramış olmasıdır. Sözüm ona diyoruz, çünkü aslında normalleşmeye dair İsrail'in tek beklentisi bütün Ortadoğu Arap-İslam ülkelerinin kendisine biat etmesi ve onun insanlık dışı işgalci siyasetlerine sessiz kalmalarıdır.
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu “yolsuzluk” soruşturması kapsamında 19 Mart 2025 tarihinde gözaltına alındı sonrasında da birçok kişiyle birlikte tutuklandı. Lehte ve aleyhte çok şey yazılıp çiziliyor. Devam eden yargılama süreci de dikkate alınarak biz kendi alanımızla ilgili olarak yaşananlardan kamu görevlilerinin çıkarması gereken derslerin ikincisini maddeler halinde açıklamaya çalışacağız.
Emek, sermaye, doğal kaynak, teknoloji ve girişimcilik geleneksel olarak kabul edilen temel üretim faktörleridir. Temel üretim faktörleri olarak emek ve nitelikli işgücü ve özellikle günümüzde bilgiye dayalı ekonomilerinde teknolojik ilerlemeler ekonomik büyümenin vazgeçilmez faktörlerindendir.
Kurb-ı nefâvil hadisi olarak bilinen meşhur bir kudsî hadis vardır: “Kulumun bana yaklaştığı şeyler içinde en sevdiklerim ona farz kıldıklarımdır. Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onu severim. Onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” (Buhârî, Rekâik, 38). Tasavvuf geleneğinde en çok atıf yapılan hadislerden biri bu hadistir. Sûfîler bu ve benzeri hadislerden hareketle ibadetlerin vesile olacağı yakınlığı, kurb-ı ferâiz ve kurb-ı nevâfil olarak iki ayırmıştır. Kurb-ı ferâiz, farz ibadetleri yaparak Hakk'a yaklaşmak; kurb-ı nevâfil ise nafile ibadetleri yaparak Hakk'a yaklaşmak demektir.
İstanbul'da görev yapmış valiler hakkında hacimli, hatta birkaç ciltlik kitap hazırlamak için Fatih Sultan Mehmet devrine kadar gitmek, onun tayin ettiği ilk validen, Karıştıran Süleyman Bey'den başlamak gerekiyor. Yine belirtmek gerekir ki, aynı padişahın tayin ettiği ilk belediye başkanı Hızır Çelebi, az çok biliniyorsa da o devirde “subaşı” da denilen Karıştıran Süleyman Bey yeteri kadar tanınmıyor.
Bilindiği üzere, siyasal hayatta iktidar ve muhalefet arasında bir denge vardır. Bu denge, demokratik rejimlerin temel dinamiğidir. Siyasette “bugünün muhalefeti, yarının iktidarıdır” anlayışı, siyasal rekabetin sağlıklı işlemesinin göstergesidir. AK Parti, kurulduğu 2001 yılından bu yana iktidarı temsil ederken, Cumhuriyet Halk Partisi ise bu süreç boyunca ana muhalefet olarak konumunu korumuştur. Ancak geçen zaman zarfında CHP, iktidar olma kapasitesini geliştirememiş ve ana muhalefet partisi pozisyonunu adeta bir siyasal kadere dönüşmüştür.
Amerikalı eski Neocon, “Tarihin Sonu” adlı meşhur kitabın yazarı Prof. Francis Fukuyama geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir röportajda İsrail'in ABD ve Avrupa'da kamuoyu desteğini kaybetmeye başladığını söylüyordu. Fukuyama'ya göre İsrail için asıl meseleyse “Genç Amerikalılar” idi. Gazze'de yaşananlar sebebiyle Genç Amerikalılar'ın İsrail'e yönelik tepkilerinin kalıcı olacağını vurgulayan Fukuyama “Bu durum ABD'nin İsrail'e verdiği askeri ve ekonomik desteği tehlikeye atmayacak ama uzun vadede erozyona uğratacak” diyordu.
İsviçre Diyanet Vakfı'nın düzenlediği kitap fuarı için geldiğimiz İsviçre seyahatimizi MTO'muzun en parlak talebelerinden Ahmet Arif Kutlu kardeşimizin nefis kaleminden sizlere aktarmaya devam ediyorum. Ahmet Arif, bu kez Basel'i yazıyor. Zihin açıcı okumalar…
Basına yansıdığı kadarıyla yaşama ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi için Ankara'ya “Büyük Öğretmen Yürüyüşü” başlatan özel sektör çalışanı eğitimciler dertlerini açık buldukları her kapıya anlatmaya çalışıyorlar. Bu yazımızda bu konuyu rasyonel zeminde açıklamaya çalışacağız.
Eski Maarif Vekilimizin mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirdim ironisinin bugün yeni yansımaları var. Mesela işletmeler olmasa ekonomiyi ne güzel yönetirim, gibi… Merkez Bankası Güncesinde batmak durumundaki işletmelerin batması gerektiğini ima eden toptancı yaklaşımı böyle okumak sanırım yanlış olmaz.
İsrail sadece Ortadoğu'da değil, dünyanın her yanında Amerikan çıkarlarına hizmet eder. Örneğin ABD diktatörlerle yönetilen bir rejim ya da bir terör veya uyuşturucu ile anılan örgütü destekliyor görünmeyi kendisi için uygun bulmadığında araya aracı koyar. Bu aracı da muhtemelen İsrail olur. İsrail, dünyanın her yerinde ABD adına iş yapmaya hazırdır.
Dervişe “bize açlıktan bahset” demişler. “Midenin açlığından mı, gözün açlığından mı, nefsin açlığından mı, kalbin açlığından mı bahsedeyim?” diye sormuş derviş. Gözle görülür bir sessizlik olmuş dervişin bu sorularının ardından. Derviş, usul usul anlatmaya koyulmuş.
En önemli farka işaret etmek gerekirse: Halîfeler ümmetin hür bey'atı ile halife olurlar, alimler ve yetkin kişiler ile danışma yaparak ülkeyi yönetirler, şeriatla amel ettikleri sürece kendilerine itaat edilir, hak yoldan sapınca da onu seçenler tarafından görevden uzaklaştırılırlar.
Türkiye'de cumhuriyetin ilânından sonra gerçekleşen en acı hadiselerden biri, 1931 yılında Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça yaklaşık 30-50 ton arası değerli belgenin “kâğıt hamuru olarak kullanılmak üzere” Bulgaristan'a satılmasıdır. Hadisenin detayları, baştan aşağı absürtlüklerle ve inanılması güç ihmallerle doludur: Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkim olduğu geniş coğrafyanın çok farklı köşeleriyle alakalı askerî, malî, siyasî, hukukî ve edebî belgelerden oluşan arşiv, Sofya'da faaliyet gösteren bir kâğıt fabrikasının İsviçre asıllı Ermeni sahibi Berger ailesi tarafından “okkası üç kuruş on paraya” satın alınmıştı. İstanbul Sultanahmet'teki Osmanlı Arşivi binasından balyalar halinde çıkarılan belgeler, Sirkeci'den vagonlara yüklenerek trenle Bulgaristan'a nakledildi.
“Modernleşen Türkiye” kitabının yazarı Erik Jan Zürcher Türk modernleşmesi üzerine yazan diğer yazarların aksine 1923'ün modernleşme için bir sıfır noktası olmadığını söyler. Zürcher Türk modern-leşmesinin tarihini yazarken Türkiye'yi Osmanlı'nın bir devamı olarak görür. Zürcher'e göre Türkiye, sahip olduğu Osmanlı geçmişi olmadan anlaşılamaz.
CHP tarihinin en çalkantılı dönemini yaşıyor. CHP'de her zaman hizipçilik olmuştur ancak bugünlerde yaşanılanlar hizipçiliğin ötesindedir. 27 Nisan e-Muhtırasına karşı iktidarın sergilediği duruş, vesayete karşı atılmış en önemli adımdı. 27 Mayıs darbesiyle ihdas edilen askeri vesayetin temel yürütme merkezi Cumhurbaş-kanlığı idi. Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti iktidarının, 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milli iradeden taviz vermemesi, vesayetçilerin muhtıra yayınlamasına neden oldu.
İran ve İsrail arasındaki savaşın adanı Trump “12 Gün Savaşı” olarak koyduğunda bir yandan daha önceki “6 gün savaşı”na gönderme yapıyordu bir yandan da “bu kadarı yeter” diyerek savaşın 13. gün devam etmemesi yönünde taraflara bir komut vermiş oluyordu. Ama 12 sayısının 12 İmam inancına sahip Şii İran açısından başka bir mistik-sembolik çağrışımı da olacaktır.
I. İran-İsrail arasındaki iki haftalık savaşın sönümlenmesiyle birlikte, Başkan Trump'ın Ortadoğu özel temsilcisi Witkoff'un, ‘Bir çok ülkede normalleşme bekliyoruz. İbrahim Anlaşmaları'na taraf ülkelerle ilgili büyük bir duyuru yapacağız” açıklaması geldi…
Sürdürülebilirlik kavramı günümüzde vitrinleri, ambalajları ve neredeyse tüm iletişim mecralarını süslemeyi sürdürüyor. Ancak sürdürülebilirlik kavramı gerçekten de geleceği kurtarma planının bir öznesi mi yoksa bilinçli bir ürün yerleştirmesi mi? Doğa dostu “yeşil imaj” çizmenin ötesinde, sürdürülebilirlik hayatta kalmaya dair kolektif bir irademi yoksa pazarlama departmanlarının icadı bir duyarlılık makyajı mı? Son yıllarda yayınlanan araştırma raporları tüketicinin sürdürülebilirliği sadece bir trend olarak görmediğine, bir yaşam refleksi, bir ahlaki pozisyon hatta ekonomik bir tercih olarak benimsediğine işaret ediyor. Yeşilin tonu artık sadece ürün ambalajlarında değil aynı zamanda tüketicinin zihin haritasında, alışveriş sepetinde ya da sosyal medyadaki tercihlerinde belirginleşiyor. Rengin tonu ise tüketici ve markalar arasındaki ilişkinin derinliğine bağlı olarak değişiyor.
Merkez Bankası Para Politikası Kurulu'nun (PPK) Haziran ayı toplantısını pas geçmesinin ardından oluşan iklimde gözler bir yandan enflasyon beklentilerine diğer yandan da reel sektörün durumuna çevrildi. Zira Merkez Bankası'nın dezenflasyon programını katı bir şekilde uygulamaya devam ediyor olması nedeni ile görece oldukça yüksek kalan reel faizin reel sektör üzerindeki olumsuz etkileri de gün geçtikçe daha yoğun hissediliyor.
Ceza sahası içinde ‘on kusurlu hareket'ten birini yaptığınız takdirde hakem penaltı için düdüğü çalar… Bu da futboldan yola çıkarak çok sık kullanılan bir metafor hâline gelmiştir… Şu sıra mevcut CHP yönetimi, Kemal Kılıçdaroğlu konusunda ‘10 kusurlu hareket'in sanki 10'unu da ifa ediyor… Siyaseten ununu elemiş, eleğini duvara asmış, hatta “siyasi mevta” olarak değerlendirilen, arka arkaya 13 seçim kaybetmekle malûl bir veteranı durduk yerde mağdur hâline getirip kendilerine rakip, Türkiye'ye alternatif olarak sunmaya kalktılar…
Önce seneler öncesine gideyim. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğrenciyken Çetele isimli bir dergi çıkartmıştık arkadaşlarımızla. Fakültenin edebiyat kulübünün bir faaliyeti olarak hayata geçirdiğimiz dergide imzalarını gördüğünüzde “o da mı yazmış burada” diyeceğiniz pek çok isim kalem oynatmıştı. Dergi, tamı tamına imece yöntemiyle çıkıyordu. Grafikleri Fuat abi neredeyse ücret almadan yapıyor, baskı parasının bir kısmını biletli sinema gösterimlerinden, bir kısmını MGV'deki koca reislerden, bir kısmını da harçlığı biraz bol arkadaşlarımızdan alıyorduk.
Kudüs'te doğup Kitâbü Ahseni't-tekâsîm fî ma'rifeti'l-ekâlîm (İslam Coğrafyası, trc.: D. Ahsen Batur, Selenge, İstanbul 2015) adlı kitabıyla tanınan coğrafya alimi Muhammed b. Ahmed, hicri 390 yılı civarında vefat ettiğine göre, el-Makdisî veya el-Mukaddesî nisbesine sahip ilk kişilerden biri olmalıdır. Onun Kudüs'ü -adını zikrettiğimiz kitabında- önce temiz dayanıklı yapılarıyla, ahlaklı halkı ve bereketli mahalliyle; sonra ilgili övgülerine yapılan itirazı cevaplandırırken kozmolojisi, kudsiyeti ve Peygamberler diyarı olmasıyla sahiplenmesinden ve hatta bunda biraz abartılı davranmasından da anlaşılan budur.
İki hafta önce İsrail ile ABD'nin İran'a saldırıları ve İran'ın buna karşılık vermesi neticesinde gelişen savaş nedeniyle günlerdir dikkatlerimiz İran'a çevrildi. Peki, İran'ı ne kadar tanıyoruz? İran denince aklımıza Şiî devleti, İranlılar denince de Şiîler geliyor. Halbuki ne tarihte ne de günümüzde durum tümüyle bundan ibaret. 1501'de Türkler tarafından kurulan Safevîler'e kadar bugünkü İran topraklarında tamamen Şiî hakimiyetinden bahsetmek mümkün değildir. Safevîler'e kadar İranlıların/Fârisîlerin çoğunluğu Sünnî idi. Tefsirden hadise, fıkıhtan kelâma kadar İslâmî ilimlerin tamamında Fârisî kökenli pek çok meşhur Sünnî âlim yetişmiştir.
Geçen hafta çok yoğun geçti. Cuma cumartesi Berlin. Pazar İstanbul. Pazartesi Gaziantep. Salı Gaziantep'ten karayoluyla doğduğum büyüdüğüm Adıyaman/Kâhta. Kâhta programımız çok yoğun. Saha çalışmaları, görüşmeler, taziye ziyaretleri, AK Parti'mizin ilçe danışma meclisi toplantısı… Bu yazıyı Kâhta'da iki arada bir derede yazıyorum.
Kırk yıl önceki bir mizah dergisinde “Nasıl oluyor da oluyor?” bölümü vardı. Galiba sonradan kitap olarak da basıldı. Bugünlerde olan bitene bakınca, ister istemez o soruyu soruyoruz. Nasıl oluyor da oluyor? İran-İsrail arasındaki savaş dünyanın on iki gününe damga vurdu. O damgayı Gazze'dekiler, Ukrayna'dakiler ve açlık sebebiyle hayata tutunmakta zorlananlar pek fark etmedi ama geri kalanlar o savaşa kilitlendi.
İsviçre Diyanet Vakfı'nın düzenlediği I. Kitap Fuarı'na MTO'muzun iki parlak asistan talebesi kardeşimizi de götürmüştüm yanımda: Yusuf Karaburçak ve Ahmet Arif Kutlu. Ahmet Arif, bugün bize Rheinfelden şehri üzerinden mukayeseli bir medeniyet okuması yapıyor ve yaşadığımız medeniyet krizinin ne kadar trajik boyutlara sahip olduğunu mekân tasavvurumuzun hunharca ve barbarca yok edilmesi travması üzerinden gözler önüne seriyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu, İran'la ateşkesten sonra dedi ki… “İsrail kendini dünyanın büyük güçleri arasında ilk sıralara yerleştirdi.” Son yıllarda tüm yaşananlar, bölgesel hegemonya mücadelesidir. ABD bölgedeki ağırlığını azaltmaya hazırlanırken geriye kalan tarlayı kim sürecek, onun kavgasıdır. İsrail, İran'ın kolunu kanadını kırdı, bölgesel güç temerküzü elde etti. Sırada ne var? Bir İsrailli futbol yorumcusu, daha sonra “Şaka yaptım” diyerek düzelttiği şu cümleyi kurabildi: “Çeyrek finalde Hamas'ı, yarı finalde İran'ı geçtik. Finalde Türkiye ile karşılaşacağız.” Türkiye'de de pek çok kişi o İsrailli gibi düşünüyor. “Final maçı” Suriye'de mi oynanacak? Öyleyse, Türkiye'nin kıyıları İsrail'i görüyor ne demek? Tartışalım…
ABD'nin yıllardır sürdürdüğü İran'ın nükleer programını sınırlandırma ve nükleer bir güç olmasına izin vermeme çabalarında yeni bir dönem başladı. Varılan ateşkes anlaşmasıyla sona eren 12 günlük savaş süresince ortaya çıkan ABD-İsrail iş birliği, bundan sonra İran'ın nükleer güç olmasını engellemek için yeni formül haline gelebilir. Daha önce Stuxnet saldırısı gibi ABD ve İsrail'in gizli operasyonlarının diplomatik baskıyla desteklenerek İran'ın anlaşmaya zorlanmasına dayanan bir çaba söz konusuydu. En son yaşanan savaşta ise İsrail'in İran'a karşı saldırılarının ABD'yi de askeri çatışmanın içine çekebildiği bir formülün gerçekleşebileceğini gösterdi. Daha önce Amerikan güvenlik müesses nizamının aktörleri bir yandan İsrail'in İran'a saldırılması gerektiği tezine direnirken bir yandan da diplomatik bir anlaşmaya zorlamak için gizli operasyonlara destek verirlerdi. Ancak Washington bu sefer Netanyahu'nun Trump'ı savaşın içine çekmesine mâni olamayarak savaşın daha kapsamlı bir bölgesel savaşa dönüşmemesiyle yetinmek zorunda kaldı.
İsrail'in Ortadoğu'daki varlığının Batı'ya sayısız faydaları var: Haçlı Seferleri'yle uğruna sayısız can verilen Hristiyanlığın kutsal mekanları İsrail'in koruması altında. Ortadoğu petrolleri sorunsuz şekilde Batı'ya akıyor. Ticaret yolları güvende. Tarihte olduğu gibi Müslümanların birleşmelerini, güçlenmelerini ve Batı'ya sefer düzenlemelerini de İsrail önlüyor. Bütün bunların üzerine, Yahudilerin bir devleti var ve bu da Batı'da Yahudi nüfusunun “tehlikeli” boyutlara gelmesini engelliyor.
Dünya'da Rusya Ukrayna savaşı ile yükselen tansiyon ve kutuplaşmalar yakın zaman evvel Hindistan Pakistan arasında savaşa dönüştü. Ardından İsrail'in Gazze'deki katliamına ek olarak İran ile bir savaşa girdiğine şahit olduk. Her ne kadar Hindistan Pakistan ve İsrail İran çatışmaları son bulmuş olsa da bittiğini söylemek mümkün değil. Yani sorunların çözüme kavuşturulduğu anlaşmalar yok. Rusya Ukrayna savaşı da sadece diğerlerinin gölgesinde kaldı; ateşkes bile yok.
Bazı karşılaşmalar vardır. Yıllar sonra hatırladığınızda, evvel gidenlerin arkada kalanların tamamlaması için bıraktığı ödevleri düşünürsünüz. Şeyma ile yolumuz böyle bir “ödev” üzerinden çakıştı. O günün tekrar tekrar üzerinden geçeceğim ve her defasında yeni bir teferruatı fark edeceğim 2025'in ocak ayında bir gün. Hayır, Şeyma ile ocak ayında tanışmadık. Aylar sonra babasının hikâyesinde buluşacaktık onunla.
Siyasi İlahiyat adlı kitabı (trc: A. Emre Zeybekoğlu) yayımlayan Dost Kitabevi, yazarının özgeçmiş bilgisine şunu eklemiştir: “Onun nasyonal sosyalist bir devlete fikir babalığı yapmış olması yalnızca kişisel bir trajedi değil, aynı zamanda büyük bir bilim adamının sonunun başlangıcı olmuştur.”
İsrail'in İran'a saldırıları sonrasında başlayan rejim değişikliği konusu, birçok açıdan tartışıldı. İsrail'in, İran'da askeri hedeflerinin yanı sıra siyasal bir amaç olarak beliren rejimi değiştirme çabası, herhangi bir sosyo-politik gerçekliğe karşılık geliyor mu? Önceki yazılarda da tartıştığımız bu konu, İran'ın yakın geçmişte muhatap olduğu geniş ölçekli iki toplumsal hareket örneğinde de görüldüğü üzere, çok da olası değil. İç dengelerin dışında dışarıdan bir müdahale ihtimali söz konusu olduğunda da tersine kitleleri İran devleti etrafında konsolide edebilecek bir vasat ortaya çıkabilmektedir.