POPULARITY
HAYATIMIN EN ACI DERSİ İspanya'nın güneyinde Estepona isimli küçük bir kasabada büyüdüm. On altı yaşındayken bir sabah babam benden kendisini arabayla 30 kilometre uzaktaki bir köye götürmemi istedi. Ancak onu Mijas'a götürdükten sonra arabayı bakım için yakındaki bir tamirhaneye bırakmam gerekiyordu. Araba kullanmayı öğrenmiştim fakat pratik yapmak için pek de fırsatım olmamıştı. Onun için bu teklifi hemen kabul ettim. Babamı Mijas'a götürdüm. Onu öğleden sonra saat dörtte alacaktım. Sonra arabayı tamirhaneye bıraktım. Birkaç saat vaktim vardı. Ben de tamirhanenin yakınında bir sinemada film izlemeye karar verdim. Fakat sinemada çok vakit geçirdiğimin farkında değildim. Saat altı olmuştu. Dolayısıyla iki saat geç kalmıştım. Babam, sinemaya gittiğimi öğrenirse bana kızabilirdi. Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi. Ona tamirhanede arabanın işini uzun sürdüğünü söylemeye karar verdim. Buluşacağımız yere vardığımda babamın caddenin köşesinde umutla olduğunu gördüm. Geç kaldığım için özür diledikten sonra ona arabanın işinin uzadığını söyledim. Bunun üzerine babamın bana nasıl baktığını asla unutamam. Babam: – Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm Jason, dedi. – Ne demek istiyorsun baba? Gerçeği söylüyorum, dedim. Babam, bana tekrar baktı. – Sen geç kalınca tamirhaneyi aradım ve bir problem olup olmadığını sordum. Bana senin henüz arabayı almaya gelmediğini söylediler. Yani araba ile ilgili bir problem olmadığını biliyorum. Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım ve babama gerçeği itiraf ettim. Babam beni üzgün bir şekilde dinledi. – Kızgınım ama sana değil, kendime. Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan demek ki ben iyi bir baba olamamışım. Kendi babasına bile yalan söyleyebilen bir çocuk yetiştirmişim. Eve yürüyerek döneceğim ve bu arada neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim. – Ama baba... Eve 30 kilometre yol var ve hava da karardı. O kadar yolu yürüyemezsin, dedim. Babam, ne özür dilemelerime, ne itirazlarıma, ne de diğer söylediklerime kulak astı. Onu hayal kırıklığına uğratmıştım ve hayatımın en acı derslerinden birini almak üzereydim. Babam, tozlu yollarda yürümeye başladı. Ben de arkasından arab ile onu izliyordum. Ondan özür diliyor ve arabaya binmesini rica ediyordum. Maalesef beni duymazdan geliyor ve üzgün bir şekilde yürümeye devam ediyordu. 30 kilometre boyunca 10 kilometre süratle onu takip ettim. Babamın hem bedensel hem de duygusal olarak bu kadar sıkıntı çekmesine şahit olmak hayatımın en üzücü ve acı veren dersi olmuştur. Aldığım bu dersten sonra bir daha yalan söylemedim. Jason BOCARRO
Sumud ve Özgürlük filolarına canları pahasına katılanlar, ABD-İsraili'nin Gazze'de işlediği soykırımı, açlık zulmünü -kendi sorumluluklarını da ifa etme tahtında- ifşa ettiler. Dolayısıyla onların eylemlerini -tereddütsüz bir şekilde- meşkur olarak nitelemek ve onları tebrik etmek gerekir.
Alman sosyolog Weber, otoritenin kaynağına ilişkin yaptığı analizlerde, meşruiyet olgusunu merkeze koyar. Weber'e göre, herhangi bir otorite/iktidar, gücünü tesis etmeye çalıştığı toplulukta meşruiyet üretmeksizin ayakta kalamaz. Dolayısıyla, iktidarda olanların otorite tesisi ya da onu yeniden üretmeleri, egemenlik altında olanların iktidara yönelik desteği ve kabulü ile mümkün olur. Farklı otorite tipleri üzerinden analizini detaylandıran sosyoloğun vurgulamaya çalıştığı husus, hangi motivasyonla olursa olsun, otoritenin, meşruiyet olmaksızın ayakta kalamayacağıdır. Bu nedenle otoritenin devam edip ayakta kalması, üzerinde iktidar tesis edilenlerin teveccüh ve taltifi ile mümkün olabilir ancak.
Günümüzde kandil gecelerinde, kadın erkek karışık, hatta bazen cami avlularında “tasavvuf müziği” adı altında konserler verilmektedir. Asırlardır, kandil geceleri, Kur'an-ı Kerim ve mevlid okunarak, namaz kılınarak, fakir fukara sevindirilerek ihya edilirdi. Artık bunlar geride kalacakmış. Batı ile her konuda dinlerarası “hoşgörü” tesis ediyoruz ya, bunun için onlara dini açıdan da benzememiz, uyum içinde olmamız lazımmış. Madem ki onlar kilisede, ibadet olarak “kilise müziği” çalıyorlar, bizim de aynı gaye ile “tasavvuf müziği” çalmamız gerekiyormuş. Daha önce de, ilahiyatçı bir profesör yazısında, “Yirmi birinci yüz yılda yaşıyoruz, dinde de değişim şart. Bunun için Kur'an felsefeleşmeli, Kur'an tefsirleri yeniden gözden geçirilmelidir, zamana göre yeniden yorumlanmalıdır.Ben Londra'da kilisede, felsefe konuşmaları, Beethoven ve Mozart'tan örnekler dinledim. Resim sergileri izledim. Kilisede olanlar, camide de olmalıdır.” diyordu. Bütün bunlar, dinde reform yapılarak İslamiyetin protestanlaştırılması, kiliseye benzetilmesi gayretleridir. İbni Arabi (k.s.) Hz. Müsamere adındaki kitabında bir hadisi aktarıyor: “Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Dinden uzaklaşıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'an-ı Kerim'i mizmarlardan (çalğıdan) şarkı gibi okurlar. Sevap için değil, keyif için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevab verilmez. Allâhü Teâlâ bunlara lânet eder, azap verir.” Dinimize göre, müzik ile ibadet, necasetin, idrarın zemzem ile karıştırılması gibidir. Dolayısıyla, samimi bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Bu tür teşebbüsler, dine Hıristiyanların ibadetlerini sokarak İslamiyeti bozmak isteyen sinsi düşmanların, art niyetli kimselerin işidir.(Mehmet Oruç, Dinler Arası Diyalog)
Bakara suresinin 62. ve Maide suresinin 69. ayeti kerimelerindeki Allâh'a (c.c) imân;meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahirete imânı da kapsamaktadır. Nitekim “Her kim Allâh'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla, sapıklığa düşmüştür.” (Nisa s. 136) buyurulmuştur.Eğer Allâh (c.c.)'a imân, gönderdiklerinin hepsine imânı kapsamasaydı bu ayetler arasında çelişki olmuş olurdu ki bu mümkün değildir.Sadece “La ilahe ilallâh” diyen kimse küfürden kurtulamadığı gibi, diğer peygamberleri tasdik ettiği halde “Muhammedün Resûlullâh” demeyen kimsede küfürden kurtulamaz. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v)'in risaletini kâbul etmeyen kimse hakikatte “La ilahe ilallâh” kelimesinin manasına muhalefet etmiş olur. Çünkü kendisinden başka ilah olmadığını tasdik ettiği Allâhü Teâlâ'nın, son peygamber olarak gönderdiği ve kendisine imân ve itaat edilmesini emrettiği peygamberini inkâr etmektedir. Dolayısıyla Allâhü Teâlâ'nın gönderdiği peygambere itiraz, Allâh (c.c.)'a itirazdır. Bu meselede en çelişkili durum Müslüman olduğu halde Yahudi ve Hristiyanların imânlarının da Allâh indinde kâbul edilebileceğini ve onların da cennete gireceğini iddia edenlerin halidir. Esasen bu düşünce, bunu iddia eden kimse için islamın hak din oluşunda şüphe etmek, demektir. Zira; “Muhammedun Resûlullâh” demeyerek onun risaletini kâbul etmeyen bir kimse eğer doğru itikat üzere ise onu peygamber olarak tasdik edip ona ümmet olan hepimizin imânı batıl olur (neûzü billâh) ki bizler peygamber olmayan bir zatı peygamber ittihaz etmekle ebedi cehennemlik oluruz.(Asuman Karamustafaoğlu, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.431)
Gülmek, insanoğlunun en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri olduğu gibi insanı sevimli kılan özelliklerdendir. Nükteler yoluyla gülmek ve güldürmek ise ince ruhlu ve kıvrak zekalı insanların hususiyetlerindendir. Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) de mütebessim bir çehreye sahip olup sık sık nükteler yapar, güler ve güldürürdü. Hatta bazı sahâbîler, ondan daha mütebessim ve güler yüzlü bir insan görmediklerini söylemiştir. Kendisi mütebessim olduğu gibi insanları tebessüm ettirmeyi de severdi. Zaman zaman kimseyi kırmadan nükteler yapar, etrafındakileri güldürürdü. Dolayısıyla nükteler yoluyla tebessüm etmek ve ettirmek, onun bir sünneti olarak değerlendirilebilir.
Siyasi gündemin tüm çalkantıları ve tartışmaları içinde değişmeyen bir gerçek var, o da milyonların yaşadığı derin yoksulluk ve geçim sıkıntısı. İşsizlik ve hayat pahalılığı ekonomik bir sorun olarak yaşansa da sebepleri de, sonuçları da, çözümleri de eninde sonunda siyasete dayanıyor. Dolayısıyla işçi sınıfının bunun farkına varmasının ve mücadelesini siyasallaştırmasının zorunluluk olduğu bir döneme gidiyoruz. Asgari ücrete zam yoksa, kamu işçisine, memura para yoksa kaynak olmadığından değil tüm kaynaklar sermayeye harcandığından, faize gittiğinden, emperyalizm tarafından gasbedildiğindendir. Vermediler, vermiyorlar, vermeyecekler. Almak zorundayız. Hakkını almak için sendikalaşan işçi işten atılıyorsa, direnen işçinin karşısına devletin polisi jandarması çıkıyorsa, sendikalı işçinin grevi devlet tarafından yasaklanıyorsa, o zaman iş ve ekmek mücadelesi de siyasi hale geliyor demektir.
CHP'nin 38. Olağan Kurultayının iptali ve hiç yapılmamış kabul edilmesi (mutlak butlan) talebiyle Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan dava bugün (30 Haziran 2025) görüldü ve mahkeme 8 Eylül tarihine ertelendi. Mahkemede eski Hatay Belediye Başkanı CHP'li Lütfü Savaş ve bazı CHP kurultay delegeleri davacı konumunda bulunuyor. Mahkeme eğer davacıların talebi doğrultusunda kararını verseydi CHP'nin 4-5 Kasım 2023'te gerçekleştirilen 38. Olağan Kurultayında Genel Başkan, Parti Meclisi ve Merkez Disiplin Kurulu seçimleri yok sayılacak, her şey 3 Kasım 2023'e dönecek yani bu tarihte Genel Başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer kurullar tekrar görev başına gelecekti. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu da bu davanın bir tarafı olarak görülüyor.CHP davası CHP'lerin işbirlikçilik yaptığı bir iktidar operasyonudurTürkiye siyasi tarihinde eşi benzeri olmayan bu karar ancak hukuka takla attırarak alınabilirdi. Çünkü Yüksek Seçim Kurulu'nun yetkili olduğu ve tüm itiraz süreçlerinin tamamlanıp kesinleştiği CHP Kurultayı ile ilgili Asliye Hukuk Mahkemesi'nin karar vermeye yetkisi dahi yoktu. Dolayısıyla klasik bir istibdad rejimi örneği olarak mahkemenin siyasi talimata hukuki kılıf giydirmesi gerekiyordu. İlginç bir durum oldu. Mahkeme karar vermedi ve davayı 8 Eylül'e erteledi. Bu erteleme kararının da ciddiye alınır hukuki bir gerekçesi yoktu. Mahkeme başkanı “Bu celsede karar verecektik ama ceza yargılamasındaki görevsizlik kararının kesinleşmesini bekliyoruz. En azından yargılamanın hangi mahkemede yapılacağını görmemiz gerekiyor.” diyerek erteleme kararını açıkladı. Asliye Ceza Mahkemesi “rüşvet suçu” var ise ağır ceza mahkemesi yetkilidir diye görevsizlik kararı vermişti.Dikkat! Rüşvet iddialarını da içeren ceza yargılamalarının sonucunu değil hangi mahkemenin görevli olduğunu görmek istiyor. “Sanıkların ceza mahkemesinde suçlu mu görüleceği yoksa beraat mı edeceği belli olsun, bu bizim baktığımız davada maddi gerçekliğin ortaya çıkması açısından önemlidir” dese belki anlaşılır. Ama öyle demiyor. Hangi mahkeme bakacak onu göreyim diyor. Sonra sanıklar suçlu da görülse beraat de etse benim için fark etmez diyor. Sadece hukukla değil akılla mantıkla da ilgisi olmayan gerekçeler. Nitekim erteleme kararının hemen ardından görevsizlik kararı reddedildi ve ceza yargılamasının Asliye Ceza Mahkemesi'nde süreceği belli oldu.Belli ki bu sefer de erteleme yönünde bir siyasi karar tebliğ edilmiş bu karara hukuki kılıf uydurulmuştu. Belli ki CHP'nin 8 Eylül'e kadar tüm yaz boyunca kendi iç kavgalarıyla uğraşması, iktidarı sıkıştıran erken seçim yerine CHP'nin seçiminin konuşulur olması isteniyor. Ve öyle olacağı da anlaşılıyor. İstibdad rejiminin açık bir siyasi operasyonu ile karşı karşıyayız. Bu operasyonu birçok yönüyle “CHP'de mutlak buhran” başlıklı yazımızda işlemiştik. Bu yazımızda “CHP köklü partidir, bu oyunlara gelmez” gibi düşüncelerin mezarlıktan geçerken ıslık çalmak kabilinden olduğunu ve Kılıçdaroğlu cephesinin istibdadın mahkemesi eliyle yeniden CHP'nin başına geçmeye hazırlandığını söylemiştik. Geçen süre içinde Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu, Silivri'de bir görüşme yaptı. Özgür Özel cephesi, Kılıçdaroğlu'na, kendisini sağduyu ile hareket etmeye davet etmek, kendisinden olası bir mutlak butlan kararını gayrimeşru ilan etmesini ve eğer böyle bir karar çıkarsa partiyi hemen olağanüstü genel kurula götüreceğini açıklamasını istemek için aracılar gönderdi. Hepsi de elleri boş döndü. Silivri'ye geldiğinde Kılıçdaroğlu'nu “genel başkanım” diye karşılayan İmamoğlu artık onun için “beni burada betona gömmek istiyor” diyordu.
Bugün Türkiye, işçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) alanında dünyada en kötü istatistiklere sahip ülkeler arasında. İSİG Meclisi verilerine göre 2024 yılında Türkiye'de en az 1.897 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu tablonun ortaya çıkmasında, Türkiye işçi sınıfının çalışma koşulları, örgütlülük düzeyi gibi etkenlerin yanında İSİG hizmetlerinin organizasyonunun da payı büyük. İstanbul Tabip Odası tarafından yayımlanan İstanbul'da Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimlerine (OSGB) Bağlı Çalışan İşyeri Hekimlerinin Çalışma Yaşamı başlıklı araştırma raporu, İSİG hizmetlerinin çok önemli bir bileşeni olan işyeri hekimlerinin istihdam biçimine ve çalışma koşullarına odaklanıyor. Rapor, işyeri hekimlerinin sorun başlıklarının işçi sınıfıyla ortak olduğunu gösteriyor ve yürütülmesi gereken mücadele şekline dair önemli veriler sunuyor.Bugün bize belki çok doğal gelse de işyerlerinde işçilere yönelik İSİG hizmetlerinin sunulması işçi sınıfı mücadelelerinin tarihsel bir kazanımıdır. Kapitalizmin erken dönemlerinde işçileri sıklıkla maruz kaldıkları iş kazalarından, meslek hastalıklarından ve iş cinayetlerinden koruyacak bir mekanizma bulunmuyordu. İşçi sınıfının, çalışma koşullarında iyileştirme sağlamak amacıyla sendika ve parti düzeyinde örgütlenmeye başlamasıyla beraber, İSİG'e dair talepleri de oluşmaya başladı. Patronlar için ciddi bir gider kalemi olan İSİG'e dair bu talepler, işçi sınıfının diğer talepleri gibi on yıllara yayılan mücadeleler sonucunda kazanıldı.İşyeri hekimliğinin -ve elbette işyerini denetlemek üzere ortaya çıkan diğer mesleklerin-, kendine has ayrı bir uzmanlık/branş olarak gelişimini işçi sınıfının mücadelelerine borçluyuz. Dolayısıyla işyeri hekimliğinin doğuş amacı; özünde tek amacı kâr etmek olan, insan sağlığını, kâr etmek uğruna hiçe saymaya eğilimli kapitalist üretim sürecini işçilerin sağlığını korumak için düzenlemek ve disipline etmektir. Yani, işyeri hekimliği, işin doğası gereği patronla karşıt bir pozisyondadır.Türkiye'de uzun yıllar işyeri hekimlerinin sertifikasyonu, çalışacakları işyerlerinin, iş sözleşmelerinin ve asgari ücret tarifelerinin belirlenmesi Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile tabip odalarının yetki ve sorumluluğundaydı. Patronlar, hekimlerin emeğini ucuzlatmak istiyor ve üretim hattını istedikleri gibi düzenlemede hiçbir engelle karşılaşmak istemiyordu. Nihayetinde, 1 Ocak 2013 tarihinde yürürlüğe giren 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile TTB ve tabip odalarının işyeri hekimliği alanına dair yukarıda saydığımız yetkileri elinden alındı.Bu kanunla TTB ve tabip odalarının sadece yetkileri kısıtlanmadı, aynı zamanda işyeri hekimleri de ciddi şekilde özlük hakkı kaybına uğramış oldu. Nitekim araştırma raporunda, görüşme yapılan işyeri hekimlerinin kendi çalışma koşullarına (ücretleri, çalışma saatleri, sosyal hakları vb.) dair pek çok sorunu dile getirdiğini görüyoruz. Bu sorunlar arasında işyeri hekimlerinin istihdam biçimi (OSGB'ler) merkezî bir yerde duruyor. 6331 sayılı kanunla adlarına OSGB denen, esasında işyeri hekimlerine görece düşük ücretlerle, pek çok özlük hakkından yoksun şekilde taşeron çalışmayı dayatan firmalar kuruldu. Böylece işyeri hekimliği ve tüm İSİG hizmetleri, OSGB'ler üzerinden kâr sağlanan bir alana dönüşmüş oldu. Kaybeden yalnızca TTB, ona bağlı tabip odaları ve işyeri hekimleri olmadı. Esas kaybeden işçi sağlığı alanı; kazanan ise patronlar oldu.Araştırma raporunun ortaya koyduğu başka bir gerçek, işyeri hekimlerinin dile getirdiği sorun başlıklarıyla işçilerinkinin birebir örtüşüyor oluşu. Hekimlerin tarihsel ve mesleki olarak avantajlı konumu kısmen sürmekle beraber bu konumunun günden güne eridiği raporun geneline yansımış. Buradan çıkarılacak sonuç, ortak birleşik mücadelenin gerekliliğidir.
Evet sevgili Yeni Haller dinleyicileri.Yaz tatiline girmiyor ama yaza özel minik bir format değişikliğine gidiyoruz. Sadece yaz boyunca.Peki, nasıl bir değişiklik bu?Şöyle efendim: Gündemi Yeni Haller gibi yorumluyoruz. Herkesin baktığı yerden bakmamaya çalışarak ve herkesin tercih ettiklerinin yanı sıra Yeni Haller'e yakışacak gündem başlıklarını bularak.Dolayısıyla geride kalan haftada olanlardan sadece haberdar olmayacak, olan biteni dinlerken her daim işinize yarayacak yeni bilgiler öğrenerek ayrılacaksınız bölümden.Yani, umarım... :)(He bu arada, beğenirseniz bana yazın. Sosyal medya olur, e-mail olur... Hepsi aşağıda var. Yazın zira eğer beğenirseniz Eylül'de bunu videolu çekip hem podcast hem de videocast olarak Youtube ve diğer mecralara yüklemeyi düşünüyorum.)Klasik Yeni Haller ise Eylül'den itibaren devam edecek tabii... (Haftada iki bölüm olacak yani!)Bu hafta neler anlattım peki?Türkiye'nin gündemi: Belediyeler ve yangınlarTrump-Musk kavgasında 2. perdeABD'nin enerji kriziMeta'nın OpenAI'dan eleman araklaması ve gelişenlerOpenAI'ın yeni YZ "gadget"ıAzerbaycan, Ermenistan ve bu ikilinin Rusya'yla ilişkileriFIFA Kulüpler Dünya Kupası'na aşırı uyuz olmam(Epey de doluymuş ya!)İyi dinlemeler.Biliyorsunuz Yeni Haller sizlerin desteğiyle yayın hayatına devam eden bir podcast kanalı.Beni aşağıdaki link'lerden destekleyebilirsiniz:www.patreon.com/yenihallerYeni Haller'in bir de Buy Me A Coffee hesabı var artık. Buradan destek olmak çoook daha kolay. Patreon'da sorun yaşayanlar için açtım efendim. Buyurun:https://www.buymeacoffee.com/yenihallerBölümde bahsi geçen Yeni Haller'in T24 Youtube kanalındaki özel içeriklerine şuradan ulaşabilirsiniz:T24 Youtube Yeni Haller ListesiBana ulaşmak için:https://www.instagram.com/eray_ozerhttps://twitter.com/ErayOzeryenihallerpodcast@gmail.com
Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Her şeyin iyi ve kötü olmak üzere iki yönü vardır. Kullanma yerine göre aynı şey iyi ve kötü olabilir. Nefretin yansıması olarak Allâhü Teâlâ öfkeyi yaratmıştır. Dolayısıyla onun işlevi kılıca benzemektedir. Kılıç, mümin veya kâfir, kime karşı kullanılırsa kullanılsın, kendi işlevini yerine getirir. Ancak mümine karşı kılıç çekmek günâh iken kâfire karşı kullanmak sevaptır.” Kısacası, öfkenin varlığı kötü değildir. Kullanan kişinin yanlış yerde kullanması kötüdür. Öfkemizi Allâh (c.c.)'un düşmanına karşı kullanmaya gayret göstermemiz gerekir. İmam Gazâlî (r.âleyh), öfkenin; din, şeriat ve akılla terbiye edilmesi gerektiğini söyler. Meşru yerlerde öfkelenmek, bunun dışında ise öfkeyi bastırmak gerekir.Şemsü'l-hak el-Afgânî (r.âleyh) şöyle der: “İslam dini; imân, can, mal, vatan ve namus uğruna öfkelenmeyi meşru kâbul etmektedir. Hatta bunlar uğruna öfkelenmemek insaniyete de aykırıdır. Düşmanın; dinimize, namusumuza, vatan ve topraklarımıza el uzattığı zamanlarda öfkelenmemek insanlık dışı bir tutumdur. Son dönemde dinî hükümlere karşı dil uzatanların sayıları artmaya başladı. Böyle durumlarda her bir müminin öfkelenmesi gerekir. İmkânı varsa eliyle bunu engellemek, yoksa diliyle buna karşı çıkmak müslümanın görevidir. Buna da güç yetmiyorsa en azından bu eylemlerden nefret etmesi gerekir. Bu sıralama hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Buna göre dinî hükümlerin alaya alındığı meclisleri hemen terk edip buna karşı olduğunu belirtmek gerekir.Öfkelenmenin meşru olduğu bir diğer alan ise insanın kendi nefsidir.” Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) şöyle derdi: “Allâh (c.c.)'un düşmanı olan kâfirlere karşı öfkelenme fırsatı eline geçmiyorsa, öfkeni kendi nefsine karşı kullan. Çünkü nefis en büyük düşmanındır.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.89)
This is a free preview of a paid episode. To hear more, visit tersaci.substack.comEvlilik ve değişen kadın erkek ilişkileri üzerine Eleni ve Salpi ile birlikte yaptığımız sohbet. [Sohbetin tamamına tersaci.substack.com üzerinden ulaşabilirsiniz.]SORU: Evlilik yaşının yükselmesi—sadece Türkiye'ye değil, bütün dünyada böyle— boşanma oranlarının artması buna bağlı olarak da çocuk sayıları azalıyor. Dolayısıyla yani daha geç evlenen, daha sık boşanan ve daha az evlenen toplumlarda çocuk yapma oranının düşmesi çok sürpriz değil. Ne oldu da evlilik oranları düşüyor, kadınlar beğenmez oluyor ve eligible/uygun erkek sayısı azalıyor?“Çekirdek aile—işte bir karı koca ve çocuk—resmi aslında biraz daha bir balondu ve söndü.”“Ben her şeyi var oturuşçu bir yerden sorguladığım için çok fazla tabii motivasyonu olabilir. Çocuk yapmaya dair insanların motivasyonları neler bunları sormak gerekir. Evliliğin devamı var, çevremde gözlenmediğim kadarıyla. Aslında o motivasyonlara girmemiz lazım.”“Tek eşlilik bizim oluşturduğumuz bir sosyal konstrakt (yapı). Sonradan oluşturulmuş bu yapı aslında dengeli bir yapı değil bir kartel anlaşmasına benzer. Yani toplumsal olarak veya sosyal olarak bu kodun bu anlaşmanın devam etmesini istiyorsun ama bireysel olarak da cheat etmek (aldatmak) istiyorsun. Bireysel olarak da ben bu anlaşmaya uymayayım ama toplum uysun. Yani ben aldatayım ama diğerleri aldatmasın.”“Kadınlar yani hani şimdi bu %99'un seçilip %1'in harem kurduğu mesele dün başlayan bir mesele değil. Yani bu evrimin başlangıçtan başlangıçtan itibaren var. Erkekler o dönemlerde nasıl hayatta kalıp seçilip bu zamana kadar geldilerse bu zamandan sonra da o şekilde devam edecek süreç. Yani bu yeni oluşan bir şey değil ama daha görünür oldu belki.”“Çerçeveye oturtulan ve hedef gösterilen ve insanların bunlar da cinsel özgürlüğe ulaşmış dövmeli kız prototipi yaratıp ona saldırması da yine çok yanlış anlaşılan bir şey.”Keyifli dinlemeler.[Kayıt tarihi: 26 Mayıs 2025]Güncellemelerden haberdar olmak ve daha fazlası (bölüm notları, soru ve yorumlarınız) için: tersaci.substack.com Twitter: @trscbrs
1991'deki I. Birinci Körfez Savaşı'yla İslam dünyasında yeni bir dönem başladı. Sovyet dönemi sona erdiğinde İngiltere-ABD hâkimiyetindeki Batı bloğu Almanya ve Fransa'nın desteği ile İslam coğrafyasında büyük bir işgal dönemini başlatmıştı. Yeni işgale sadece iki hafta kala entelektüel hayatımıza yön veren kişiler ne yazık ki hâlâ ABD öncülüğündeki işgal kuvvetlerinin Irak'a saldırmayacağını savunuyorlardı. Bir sahne kurulmuştu ve oyun oynanıyordu. Onlara göre bu savaş emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun düşmüyordu. Yeni bir savaşa gerek yoktu, emperyalist ülkeler ölümü göstererek bizi sıtmaya razı etmek istiyorlardı. Sovyetlerin dağılmasından sonra kaynakların paylaşımı için yeni bir düzenleme yapılması gerekiyordu. Yeni sömürgecilik kavramı etrafında oluşan fikirler de kaynak paylaşımının yeniden düzenlenmesini öngörüyordu. Bu fikirleri benimseyenlere göre yeni düzenlemenin yapılabilmesi için savaşa lüzum yoktu. Emperyalistler zaten istediklerini alacaklardı. Dolayısıyla ortada bir tiyatro vardı.
Dünyanın yaşadığı son pandemi olan COVID-19 pandemisinin resmî ilanının üzerinden beş yıldan fazla zaman geçti. Bu tür kriz dönemleri, sistemin bağrında taşıdığı çelişkileri tüm çıplaklığıyla görmemize olanak sağlar. COVID-19 pandemisi de sağlık sisteminin çelişkilerini görünür kıldı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), pandemi döneminde zengin ülkelerin aldıkları yüz kızartıcı tutumların olası yeni bir pandemi durumunda tekrar yaşanmaması için yaklaşık dört yıldır bir Pandemi Anlaşması üzerinde çalışıyordu. Geçtiğimiz günlerde DSÖ, Pandemi Anlaşması taslağının üye ülkelerce kabul edildiğini müjde olarak duyurdu. Oysa zengin ülkelerin tutumunda bir değişiklik yok, hâlâ ellerindeki olanakları kârlarını sürdürmek için dünyayla paylaşmak istemiyorlar.COVID-19'a karşı herhangi bir etkili ilacın olmadığı, vakaları tespit etmek için yaygın testin yapılmadığı, izolasyon ve karantina tedbirlerinin alınmadığı, hastane servis ve yoğun bakım yataklarının yetmediği bir anda aşı, çok kritik bir yerde duruyordu. Ancak aşı üretimi, aynı ilaç üretimi gibi ne yazık ki dev ilaç şirketlerinin tekelindeydi ve fikrî mülkiyete (patente) tabiydi. DSÖ, Mayıs 2020'de ilaç şirketlerine aşının daha erken sürede bulunabilmesi ve yaygın şekilde üretilebilmesi için COVID-19 virüsü hakkında elde ettikleri bilgileri tüm dünyanın kullanımına açma çağrısı yapmış ancak tek bir ilaç şirketi bile bilgi paylaşmamıştı. Ayrıca COVID-19 aşıları üzerindeki patentin kaldırılması girişimleri de sonuçsuz kalmıştı.Aşılar daha bulunmadan önce zengin ülkeler nüfuslarından katbekat fazla aşıyı sipariş etmiş, aşı bulunduktan sonra da aşı milliyetçiliği yaparak aşıları depolamıştı. İlaç şirketleri aşı almak isteyen ülkelerden fahiş fiyatlar talep etti. Böylece yoksul ülkeler çok geç bir zamanda aşıya ulaşabildi. Resmî rakamlara göre dünya çapında toplam 7 milyondan fazla insan COVID-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Bunların yaklaşık 5 milyonu, ölümden korumada yüksek başarıya sahip aşılar uygulanmaya başladıktan sonraki dönemde gerçekleşti. Ne yazık ki milyonlarca insanı, aşı ile önlenebilir bir hastalıktan kaybetmiş olduk.Mevcut Pandemi Anlaşması taslağı üzerinde uzlaşılamayan maddeler, COVID-19 pandemisinde uzlaşılamayan kritik başlıklarla aynı içerikte. Zengin ülkeler, olası bir pandemi durumunda hastalık kaynağına ve ilaç/aşı geliştirme teknolojisine dair bilgileri dünya ile paylaşmak, DSÖ'ye üye ülkelere yaptırım uygulamasına olanak tanıyacak yetkiler vermek, yoksul ülkelerin ihtiyacı olan ilaçları ve aşıları tedarik etmek ve oluşturulacak pandemi fonuna katkı sunmak istemiyorlar. Peki, bunları neden istemiyorlar? Çünkü kârlarından olmak istemiyorlar. Dünyanın sağlığını ve insanların ölmesini umursamıyorlar.COVID-19 pandemisinde dünya çapında sermaye sınıfının tutumu insan sağlığını korumak yönünde değil, kârlarını korumak yönünde olmuştu. Üretimi, pandeminin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmemekte ısrar ettiler. Özel hastaneler tamamen ücretsiz sunmaları gereken hizmetlerden fahiş ücretler talep etti. Sermaye dostu hükümetler de virüsün yayılmasını engelleyecek halk sağlığı tedbirlerini ciddiyetle uygulamadı ve sürdürmedi. İşçileri, emekçileri hiçbir önlem almadan çalışmaya yolladılar.Pandemiye karşı hazır olmayı, sağlık alanında alınacak tedbirlerle sınırlı görmek yanlış bir tespit olur. Çünkü pandemiyle mücadelede halk sağlığı tedbirlerinin uygulanmamasının esas nedeni, amacı yalnızca kâr etmek olan kapitalist üretim ilişkileridir. Üretimi, kâr için değil, insanlığın ihtiyaçları için yapmak gerekiyor. Dolayısıyla bunu gerçekleştirmek için işçi sınıfı ve onun müttefikleri mevzilerini bugünden güçlendirmeye başlamalıdır. Özelleşen sağlık sistemini kamulaştırmayı, üretimden gelen gücümüzü kullanarak üretimi dönüştürmek için işyerlerimizde sınıf mücadeleci sendikalarda örgütlenmeyi önümüze bir hedef olarak koymalıyız. Ancak böyle bir hedefle yürüteceğimiz mücadeleyle bir sonraki pandemiye hazır girmemiz mümkün olacaktır.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, ünlü tarihçimiz Ahmet Cevdet Paşa hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: Cevdet Paşa, medrese tahsilini Fatih Camii'nde tamamladı. Aynı zamanda Çarşamba'da irşadla meşgul olan Kuşadalı İbrahim Efendi'nin yanına gidiyor ve tarikatinden hissedar olmak istiyordu. Dolayısıyla Kuşadalı'nın meclisine yıllarca devam etti, fakat hiçbir feyze ve fütuhata nail olamazdı. Bir gün Kuşadalı İbrahim Efendi hazretlerine şöyle dedi
İşsizlik şu anda Türkiye'nin en büyük sorunu olarak öne çıkıyor. Bunu anlamak için herhangi bir istatistik veri yayınlanmasına gerek yok. Sağınıza solunuza bakmanız yeterli. Her yerde işçi çıkarmalar var. İşten çıkarılanlar çok zor iş buluyor. Çalışanlar her an işten çıkarılma tehdidi altında mesai yapıyor. Ancak işsizlikle ilgili olarak TÜİK sadece resmi ya da dar tanımlı olarak ifade ettiğimiz işsizlik oranını açıklamıyor. Aynı zamanda toplumdaki işsizlik olgusuna dair çok daha gerçekçi bir veri sunan geniş tanımlı işsizlik (Atıl işgücü) oranlarını da düzenli olarak açıklıyor.Örneğin en son 30 Mayıs'ta yayınlanan TÜİK bülteninde dar tanımlı (resmi) işsizlik oranı yüzde 8,6 gibi görece düşük bir seviyede iken aynı bültende geniş tanımlı işsizliğin yüzde 32,2 gibi rekor bir boyuta ulaşmış olduğu görülüyor. Bu öyle bir rakam ki pandemi döneminde dahi geniş tanımlı işsizlik en fazla yüzde 29'u görmüştü. Demek ki TÜİK işsizliğin boyutunu gizlemiyor. Ama karşımızda duran gerçekliği anlamak için bu rakamları yorumlamak gerekiyor. Resmi işsizlik oranındaki işsiz: “Son dört hafta içerisinde aktif olarak iş arayan, iş bulduğu takdirde 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olup işsiz olanlar”dır. İşsizlerle istihdamda olanların toplamı da işgücünü oluşturur. Bu tanım dardır çünkü potansiyel işgücünü (iş bulma ümidi olmayanlar, işbaşı yapabilecek olup iş aramayanlar, iş arayıp iki hafta içinde işbaşı yapamayacak olanlar); ev kadınlarını, öğrencileri, emeklileri, yaşlıları, hastalık, engelli olmak ve diğer sebeplerle çalışmayıp iş de aramayanları kapsamaz. Dar tanımlı işsizlik önemlidir. Çünkü işsizlerin işgücü piyasasının içinde en aktif olan yedek sanayi ordusunun merkezindeki grubu bize verir. Ancak bizim günlük hayatta işsiz olarak bahsettiğimiz yedek sanayi ordusu bu kesimle sınırlı değil. Geniş tanımlı işsizlik, potansiyel işgücünü ve zamana bağlı eksik istihdamı (geçici, düzensiz, yarı-zamanlı işlerde çalışıp ek ya da yeni iş arayanlar) da işsizlik tanımının içine katar. Bunlar yedek sanayi ordusunun ikinci çeperidir. Bir sonraki çeperde herhangi bir şekilde gelir getirici bir işte çalışma gündemi olmayan ev kadınları, emekliler, öğrenciler, yaşlılar, engelliler vb. vardır. İşsizler içinden ümidini yitirenler dört hafta boyunca aktif şekilde iş aramadı mı işgücünden çıkar potansiyel işgücüne geçer. Yani merkezden ikinci çepere geçer. Aynı şekilde geçim sıkıntısı dolayısıyla iş aramaya başlayan ev kadını, emekli, öğrenci, engelli vb. artık potansiyel işgücünde sayılmaya başlar. Dolayısıyla resmi işsizlik azalırken geniş tanımlı işsizlik arttığında ve makas açıldığında ilk akla gelen iş bulma ümidinin azalmasıyla birlikte işgücünden çıkanların olmuş olmasıdır. Gerçekten de TÜİK rakamlarından son bir yıl içinde yaklaşık 1 milyon kişinin iş bulma umudunu yitirerek ikinci çepere geçtiğini ve artık resmen işsiz sayılmadığını görüyoruz. Aynı şekilde en dış çeperden potansiyel işgücüne katılımlar olduğunu da görmekteyiz. Yani geçim sıkıntısı dolayısıyla daha önce iş aramayan ev kadınları, emekliler, öğrenciler, engelliler vb. artık “bir iş olsa çalışırım” demeye başlıyorlar. Böylece TÜİK'in rakamlarından sadece işsizliğin ulaştığı devasa boyutları değil aynı zamanda hayat pahalılığının işgücü piyasasına nasıl yansıdığını da görüyoruz. Bu şekilde analiz ettiğimizde resmi işsizlik oranının yüzde 8,6 olmasına bakarak, işsizliğin düşük olmadığı tam tersine kronikleştiği sonucuna varıyoruz. Bu, İngiliz Mehmet'in Orta Vadeli Programı'nın işçi sınıfına çıkardığı faturadır. İşsizliğin işçi sınıfının en yakıcı gündemi haline geldiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu gündemi ülkenin ve siyasetin de merkezine yerleştirmek zorundayız. Pandemi döneminde işten çıkarma yasağı gelmişti. Göstermelikti, uygulanmadı ama olsun demek ki işçi çıkarma yasaklanabiliyormuş! Bunu hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır. İşsizlik pandemiyi de geçti, iş işten geçmeden işten çıkarmaların yasaklanması için mücadele yükseltilmeli!
Bu kez ben okurum'da tutkulu bir aşk romanı var. 19. Yüzyılda Kuzey İngiltere'de, dört yetenekli kardeşten biri olan Emily Bronte tarafından yazılmış Uğultulu Tepeler, kendi kadar unutulmaz karakterleri Heathcliff ve Catherine ile de ünlü. Deniz Yüce Başarır'ın bu bölümdeki konuğu yayıncı, tiyatrocu Ilgın Sönmez de kitabı ‘beni ben yapan roman' olarak tanımlayan coşkulu biri. Dolayısıyla, ben okurum severleri yine dolu dolu, eğlenceli bir sohbet bekliyor. Tabii kitaptan çarpıcı alıntılarla birlikte…
Dezenflasyon süreci, enflasyon oranının düşme eğilimine girdiği ancak hala pozitif seviyelerde olduğu durumu ifade eder. Dolayısıyla, yüksek fiyat artışlarının yaşandığı ortamdan daha istikrarlı bir ekonomik ortama geçişi ifade eder. Dezenflasyonun sürecinin ekonomi üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri vardır.
Dünyada ezilmiş, hakkı yenmiş pek çok halk vardır. Bizim de yaşadığımız Batı Asya (Ortadoğu) coğrafyasında yaşayan Filistin halkı da bu halklardan biridir. Filistin halkı, dünyanın en büyük baş belası olan ABD destekli işgalci İsrail tarafından yüzyılı aşkındır sömürgecilik, ırk ayrımcılığı, yerinden edilme ve işgal politikalarına karşı direnmekte ve mücadele etmektedir. Filistin halkının emperyalizme ve Siyonizme karşı verdiği bu kahramanca mücadele dünyada simge haline gelmiş, ezilen halklara ilham kaynağı olmuştur.Ekim 2023'ten sonra işgalci İsrail, aynı öncesinde olduğu gibi Filistin halkının teslim olması, haklarından vazgeçmesi ve yurdundan göç etmesi için onun tüm yaşam koşullarını yok etme saikiyle hareket etmiş ve soykırım uygulamıştır. Hâlâ da bu uygulamalarına tüm şiddetiyle devam etmektedir.İşgalci İsrail, soykırımın başladığı Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de en az 36 hastaneyi bombalamış ve kullanılamaz hale getirmiştir. Ayrıca işgalci İsrail devleti, binden fazla sağlık çalışanını doğrudan hedef alarak infaz etmiş veya işkence altında öldürmüştür. Kayıt altına alınan öldürdüğü Filistinli sayısı en az elli bini, yaralı sayısı ise yüz on bir bini aşmıştır. Bombardımanın yoğun şekilde devam ettiği, ağır kuşatmanın sürdüğü koşullarda, doğrudan hedef alınmalarına rağmen Filistinli doktorlar ve sağlık emekçileri var güçleriyle yaraları iyileştirme mücadelesi vererek insanlığın yüz akı olmuşlardır.İstanbul Tabip Odası, geçmişten beridir Filistin halkının tarihsel haklı ve meşru mücadelesini desteklemeyi, maruz kaldığı baskılara ve zulme karşı durmayı her zaman enternasyonal bir görev bilmiştir. Bu anlamda her yıl İstanbul Tabip Odası olarak farklı kurumlardan jüri üyelerinin katılımıyla belirlediğimiz, ismini 23 Mayıs 1980 yılında TTB Merkez Konseyi üyeliği yaparken emek ve demokrasi düşmanlarınca katledilen Dişhekimi Sevinç Özgüner'den alan İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi ödülüne, bu yıl, direnişleriyle ve mücadeleleriyle simgeleşen Filistinli Dr. Hussâm Ebu Safiyye nezdinde tüm Filistinli sağlık emekçilerini layık gördük. 23 Mayıs'ta yapacağımız törenle gıyaben ödüllerini vereceğiz.Ayrıca tarihsel ve insani yaşam hakları için meşru mücadele veren Filistin halkının yaşadığı her yerde dayanışmayı örmek, Filistin meselesinin yalnızca savaşta değil “barışta” da gündemde tutulmasını sağlamak, Filistinli doktorlar ve sağlık emekçilerine destek olmak, mümkün olduğu ölçüde ulusal ve uluslararası sağlık örgütleriyle beraber dayanışmayı örgütlemek ve Türkiye devletinin İsrail'e tam ambargo uygulamasını sağlamak ve bunu dünya çapında örgütlemesi yönünde baskı oluşturmak üzere İstanbul Tabip Odası bünyesinde Filistin'le Dayanışma Çalışma Grubu'nu kurduk ve çalışmaya başladık.Son yapılan ateşkesin İsrail tarafından bozulduğu günden beri Gazze, belki de tarihinin en ağır ablukasını yaşıyor. Sınır kapılarından hiçbir geçişe İsrail tarafından izin verilmiyor. En temel insani ihtiyaçlar dahi karşılanamaz durumda. Hastalara iyileşmesi için verilen serum sıvıları su kıtlığı nedeniyle içme suyu için kullanılmak zorunda kalıyor. Salgın hastalıklar hortlamış durumda. Dünyanın gözü önünde bir insanlık dramı yaşanıyor.İstanbul Tabip Odası ezilenin, haklının, güçsüzün yanında saf tutar; tarafsız değildir. Dolayısıyla Filistinlilerin yaşadığı bu insanlık dramına sessiz kalamazdı. İşgalci ve soykırımcı İsrail'in karşısında Filistin halkının haklı ve meşru mücadelesini desteklemek, özgürlüğünü savunmak insani ve enternasyonalist bir görev olmasının yanında, tıbbın ve hekimlik değerlerinin de bir gereğidir. Filistin halkının özgürleşmesi, bölgedeki ve dünyadaki her türden ezilenlerin; işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların, kadınların da özgürleşmesi yolunda büyük bir adım olacaktır.Yaşasın halkların kardeşliği!Nehirden denize özgür Filistin!
Bu aralar Diyanet İşleri Başkanlığı'nın cuma hutbeleri gerçekten gündemin tam ortasından ve dişe dokunur cümlelerle, önerilerle devam ediyor yoluna. Dolayısıyla önce bir tebrik Diyanet'e.
“Ey ademoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için ama israf etmeyin. Çünkü O; israf edenleri sevmez.” (A'raf 31)“De ki: Allah´ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” A'raf 32"Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." (İsra 27)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cahiliyye Arap kabileleri, Kabe'yi çırılçıplak olarak tavaf ederlerdi. Bunu, erkekleri gündüz, kadınları da geceleyin yaparlardı. Minâ'da mescide, ibadet ettikleri yere geldiklerinde, elbiselerini tamamen çıkararak, o yere çırılçıplak girer ve "Biz, içinde (giyinik iken) günah işlediğimiz elbiselerle tavaf (ibadet) etmeyiz" derlerdi. Bazıları da şöyle derlerdi: "Biz bunu, uğur sayarak yapıyoruz. Elbiselerimizi soyup attığımız gibi, günahlarımızdan da soyunup kurtulmuş oluyoruz." Onlar elbiseleri ile ibadet ediyor, yaşayacak kadar yiyor, et ve iç yağı yemiyorlardı. Bundan dolayı, müslümanlar, "Ya Resûlallah, bizim böyle yapmamız daha münasiptir" deyince, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu, "Elbiselerinizi giyiniz, et ve iç yağı yiyiniz, (içilecek şeyleri) içiniz, ama israf etmeyiniz" demektir.Ayetteki "Zînetinizi alın"sözü, bir emirdir. Emrin zahiri vücûb (farziyyet) ifade eder. Dolayısiyle bu, her namaz kılındığında setr-i avretin vacib olduğunu gösterir.Bu, Ebu Bekr el-Esam'ın görüşüdür. Buna göre ayette bahsedilen israftan murad, cahiliyye Araplarının "bahire" ve "sâibe" gibi hayvanları haram saymalarıdır. Çünkü onlar o hayvanları, mülkiyetlerinden çıkarıyor ve onlardan istifade etmiyorlardı. Yine onlar hacc yaparlarken, Allah'ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri haram sayıyorlardı. İşte bu da israftır.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bu cümle, tehdidin doruk noktasını ifade eder. Zira, Allah'ın sevmediği herkes, sevabtan mahrum olarak kalır. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona mükâfatını ve sevabını ulaştırarak vermesi demektir. O halde, bu sevginin olmaması, sevabın ve mükâfatın olmaması demektir. Her ne zaman sevab bulunmazsa, orada ceza söz konusu demektir.Bu, bütün zînet çeşitlerini içine alan bir kelimedir. Böylece, ayette bahsedilen zînetin hükmüne, her türlü süsleme çeşitleri, bedeni her türlü şeyden temizleme, binecek şeyler ve her türlü takı çeşitleri dahil olur. Çünkü, bütün bunların hepsi bir zînettir. Eğer erkeklere, altın ve ipeğin haram olduğu hususunda bir nass (hadis) bulunmasaydı, bunlar da bu umûmî ifadenin hükmüne dahil olurlardı.Yine, ayette bahsedilen "temiz ve hoş rızıklar..." ifadesinin kapsamına, her türlü yiyecek ve içeceklerden leziz ve iştah çekici olanları girdiği gibi, aynı şekilde bunun hükmüne kadınlar ve güzel kokulardan faydalanmak da dahildir. Osman İbn Maz'ûn'dan rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Nefsimin bana telkini, kendimi hadım etmeme karar verme hususunda bana üstün geldi..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Yavaş ol, ey Osman! Benim ümmetimin hadımlığı, oruçtur" buyurdu. Bunun üzerine Osman, "Nefsim bana, ruhban olmamı telkin ediyor" dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber, "Benim ümmetimin ruhbanlığı, namaz vaktini beklemek için, mescidlerde beklemektir" buyurdu. O, "Nefsim bana, yeryüzünde seyahat etmemi telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber "Benim ümmetimin seyahati, savaşmak, hacc ve umre yapmaktır"; O, "Nefsim bana, malik olduğum bütün şeyi elden çıkarmamı telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber, "(Bu hususta) evla olan, senin, kendin ve çoluk çocuğuna harcaman, yetim ve yoksula acıman ve onlara bundan daha iyisini vermendir." O, "Nefsim bana, eşimle cima etmememi telkin ediyor" deyince,
Birbirine yakın aynı isimli iki köy varsa birine “yukarı filanca” derler. Diğerinin ismi de kendiliğinden belirlenmiş olur. Kırşehir'in Çiçekdağı ilçesindeki Hacıahmetli Köyü ahalisi işi biraz abartmış. Üç yere birden yerleşmişler. Dolayısıyla “Yukarı, Aşağı” demek yetmemiş, ister istemez bir de Ortahacıahmetli doğmuş.
#HerkeseSanat Sanat Tarihi Uzmanı, Sakıp Sabancı Müzesi Eğitim, Öğrenme Programları ve Etkinlikler Sorumlusu Fatma Coşkuner çocuk ve sanat ilişkisini anlatıyor. ... "Çocuk, sanatla daha dürüst, daha içten ve daha özgür bir ilişki kuruyor. Çünkü kalıplarla sınırlamıyor bakışını. Açıklık ve sezgisellikle hareket ediyor. Çünkü içinde hesap yok, yargı yok, ölçü yok. Sadece saf bir ifade arzusu var. Çocuklar sadece hissediyorlar ve bu his, sanatın özüne en yakın noktayı bulmalarını sağlıyor. Dolayısıyla sanat, çocuğu daha bilinçli, özgür, yaratıcı ve farkında olacağı bir yolculuğa çıkarıyor." ... Peki çocuk ve sanat nasıl tanıştırmalı, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Fatma Coşkuner bu soruları yanıtlarken, birlikte yapılabilecek etkinlikleri de anlattı. Son olarak doktora konusu olan ve çocuklarla da çalıştığı Aivazovsky'nin "Dokuzuncu Dalga" ve "Fırtına" adlı tablolarını anlattı. Çocuklar bu tablolara bakınca ne görüyor, yorumları ne oluyor, bu tablolardan hangi hikayeleri çıkardılar?Programda Coşkuner'in 23 Nisan nedeniyle etkinlik önerileri de var. NEDEN FATMA COŞKUNER? Fatma Coşkuner, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde lisans ve yüksek lisans eğitimi gördü. European University at St. Petersburg'da ikinci yüksek lisans derecesini, 2021 yılında Koç Üniversitesi'nde “On the Threshold of the Black Sea: Intersecting Identity and Discourses of Empire in the Paintings of Ivan Konstantinovich Aivazovsky” adlı tezi ile doktora derecesini aldı. Yüksek lisans çalışmalarında Kırım Savaşı üzerinden Osmanlı-Rus ilişkilerine odaklanan Coşkuner, doktora sürecinde Ermeni-Rus ressam Ivan K. Aivazovsky üzerinden imparatorluk, kimlik ve coğrafya/mekân algısının sanatla olan ilişkisi üzerine çalışmalarını sürdürdü. Doktora eğitimi süresince Moskova, St. Petersburg, Paris, Londra, Feodosia, Erivan şehirlerinde konu üzerine birincil kaynak ve arşiv çalışmalarına devam etti. Stajını Varşova Milli Müzesi'nde Doğu Sanatları Bölümü'nde tamamladı. Koç Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi de dahil olmak üzere Türkiye'nin çeşitli üniversitelerinde sanat tarihi ve mimarlık tarihi üzerine dersler verdi. Ulusal ve uluslararası çok sayıda kongre ve konferansa katıldı. Yine ulusal ve uluslararası alanda olmak üzere yayınlanmış makaleleri ve kazandığı ödülleri bulunmaktadır. Halen Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde Eğitim, Öğrenme Programları ve Etkinlikler Sorumlusu olarak görev yapıyor. Akademik ve profesyonel deneyimini kullanarak sanat, tarih ve müzecilik alanlarını birbirine bağlayan etkili projeler geliştirmeye devam ediyor. NEDEN HERKESE SANAT? Uzak durduğumuz sanat dallarının seyircisi olmayı öğreniyoruz. Nacide Berber uzmanlara soruyor, Cengiz Saral yayına hazırlıyor. Herkese Sanat cumartesi saat 12.30'da. tekrarı pazar 18.30'da NTVRadyo'da. Programın ses kayıtlarını, radyoda yayınlandıktan sonra, kaçıranlar ve tekrar dinlemek isteyenler için ntvradyo.com.tr adresindeki arşivinde ve podcast platformlarında bulabilirsiniz. İstediğiniz zaman istediğiniz yerde dinlemeniz için. #ntvradyo #herkesesanat #Aivazovky #çocukvesanat #resim #dokuzuncudalga #fatmacoşkuner
Bunu tekrar konuşmak istediğimden emin değilim aslında ama bir kez daha mecburen söyleyeyim. Küresel kültürün dayattığı hayvan sevgisinin sadece iki tarafı vardır. Bir tarafı hastalık, diğer tarafı ise ekonomik değişim. Dolayısıyla “hayvan sevgisi” ile “küresel kültürün dayattığı uydurulmuş duyarlılıklar üzerinden dolaşımda olan hayvan sevgisi sapkınlığı” arasında geceyle gündüz kadar fark vardır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve 100'den fazla kişinin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç bir yargı süreci. Dolayısıyla ilk anda bir refleks olarak devreye girmesi gereken tutum hakkında soruşturma, kovuşturma, gözaltı veya yargılama işlemi yapılanların masumiyet karinesi haklarına saygı duymaktır. Doğrusu bu benim her zaman gözetmeye çalıştığım bir ilke. Türkiye'de yargı sürecinin medyayla birlikte yürütülmesinin ne kadar telafi edilmez büyük erken-infaz hatalarıyla beraber yürüdüğüne dair ibret alınacak yeterince örneğimiz var. Arkadaşımız Mehmet Metiner de haklı olarak işi bu yanından ele almış. Masumiyet karinesinin işletilmesi hiç kimsenin kendini mahkeme yerine koyarak peşinen hiç kimseyi suçlu ilan etmemesini gerektirir. Zira herkesin lekelenmeme hakkı azizdir. Ancak masumiyet karinesinin bir başka veçhesi de vardır ki, türlü iddialarla suçlanıp yargılanan birinin peşin peşin suçsuz ilan edilmemesini de gerektirir.
2025 yılını örgütlenme ve mücadele yılı ilan ederken yıla Polonez işçilerinin tüm Türkiye'yi sarsan direnişiyle girmiştik. Perfetti'de direniş yıllar sürmesi muhtemel yetki davası bitmeden toplu sözleşme masasının kurulmasını sağlamış, metal sektöründe MESS'in, arkasına grev yasaklarını alarak yaptığı işten atma saldırısı metal işçilerinin ve Birleşik Metal-İş'in iradesiyle püskürtülmüştü. İşçi sınıfı namına çok güçlü girdiğimiz bu yılda Grid Solutions, Green Transfo ve Chinatool gibi grevlerde örnek başarılara imza atıldı. Tekgıda-İş'le birlikte mücadelenin içinde yer aldığımız Polonez ve Perfetti'de ise tökezledik hatta ciddi bir darbe yedik. Tökezlemekten kastımızı açacağız. Mücadelede her zaman zaferler olmayacak. Zaferlerden güç almak kadar başarısızlıklardan ve yenilen darbelerden ders çıkarmak da çok önemli.Sınıf mücadelesinde başarının ve başarısızlığın kriterlerini doğru tespit etmek gerekli. Sözleşmelerde saat ücretlerine yapılan zam oranlarından, sosyal haklara, yürürlük süresinden işyerindeki çalışma rejiminin çeşitli boyutlarına kadar birçok madde söz konusudur. Bunlarda elde edilen kazanımlar şu ya da bu ölçüde işçileri tatmin edebilir. Bazen işçileri tatmin eden seviyeler aslında işçinin alabileceğinin çok altındadır. Bazen de tam tersi söz konusu olur. İşçi ile patron arasındaki güç dengesi içinde kopartabildiklerimiz mevcut geçim şartları içinde işçileri tatmin etmekten çok uzak kalabilir. Burada işçi her zaman haklıdır. Çünkü kapitalizm artı değer sömürüsüne dayanır. İşçiler en iyi durumda dahi emeğinin karşılığını (çalışarak ürettikleri ve patronların el koyduğu değer) değil, emek gücünün (ertesi gün emek gücünü yeniden patronun hizmetine sunması için gerekli mal ve hizmetlerin değeri) karşılığını alır. Yani bazen, hatta çoğu zaman en yüksek ücret alan işçiler pekâlâ en çok sömürülen işçiler olabilir. Sıklıkla yaşadığımız bir durum. Bir fabrikada işçilerin şikayet ettiği sözleşmenin belki de çok daha azına ulaşmak için başka fabrikalardaki işçiler kıyasıya bir mücadele içindedir.Dolayısıyla imzalanan toplu sözleşmeleri ya da direnişlerin sonucunda elde edilen maddi kazanımları tartıya koymak yanıltıcı olur. Sınıf mücadelesi açısından temel kriter şunlar olmalıdır: Mücadelenin sonucunda işçilerin birliği güçlenmiş midir? Gelecek mücadeleler için işçiye dayanak oluşturacak mevziler elde edilmiş midir? Öncü işçiler nitelik olarak gelişmiş midir ve nicelik olarak artmış mıdır? Mücadelenin o fabrikadaki işçilerin ve genel olarak işçi sınıfının sınıf bilinci üzerindeki etkisi ne olmuşturBu süreçte şiarımız “Sendikana üye ol, sahip çık, denetle”dir! Şunu da özellikle belirtmek gerekir: Sendika bürokrasisine rağmen sendikalara sahip çıkmak ve onları sınıfın mücadele örgütlerine dönüştürmek için gösterilen çabalar, patronlarla cephe cepheye verilen mücadele kadar önemlidir. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Sınıf bilinci, öncü işçilerin tüm bu mücadele cephelerinin bilgi, birikim ve deneyimi ile donanmasıyla gelişir.
Gök gürültüsünü göğün tesbihi olarak işitmek “Gök gürültüsü Allah'ı överek tesbih eder” (Ra'd 8/15). Biz insanlar için korku verici bir ses olan gök gürültüsü, Hikmetli Kitab'a göre bir nevi tesbihtir. Bu, insana öyle muazzam bir bakış açısı katar ki duyduğu en dehşetli seslerden birini bile, ondan korkmak ya da onu alelâde bir doğa olayı olarak algılamak yerine, Kâinatın Yaratıcısı'nı tesbih eden bir ses olarak anlamlandırmasını sağlar. İnsan için bu anlamlandırma o kadar kıymetlidir ki onu tabiat ile barışık kılar; tabiattaki her şeyin, kendisinin ve tüm evrenin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini kendi dilince terennüm ettiğine, O'na itaatini dile getirdiğine inanır. Evrendeki tüm varlıklar adeta bir koro hâlinde âlemlerin Rabbi'ni tesbih ve tenzih eder. Bunun tek istisnası, kendisine verilmiş özgür iradeyi yanlış kullanan insandır. Bu sebeple, o koroda tek detone olan varlık, âlemdeki bu vahdeti müşâhede edemeyen zavallı kâfir/nankör insanlardır. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in göstermek istediği yerden kâinata ve mahlûkata bakan bir insan, orada muazzam bir ahenk görür; aşk ve şevkle bu koroya katılıp aynı tonda Yüce Allah'ı tesbih etmek ister; kâfir/nankör insanlar gibi detone olmak istemez
Son zamanlarda Türkiye'de muhafazakâr kesimin ahlâkî üstünlüğü kaybettiği sözlerini daha sık duymaya başlamışsınızdır. Bu durum, başka pek çok şeyle de ilişkilendirilse de özellikle yirmi küsur yıldır devam edegelen Ak Parti iktidarının bir eseri olarak görül-mektedir. Buna göre muhafa-zakâr kesim, iktidara geldiğinde sahip olduğu ahlâkî üstünlüğü kötü iktidar tecrübesi nedeniyle kaybetmiş, ahlâkî üstünlük seküler cenaha geçmiş durumdadır. İktidara yönelik eleştiriler üst üste yığılınca bu tespit sanki doğruymuş gibi görünmektedir. Keşke öyle olsaydı! En azından ahlâken üstün olduğundan emin olacağımız bir kesimimiz olurdu. Bu türlü değerlendirmeler, esas itibariyle ahlâkî üstünlük hissinin gerekçelerini yeterince tahlil edememekten kaynaklanmaktadır. Tahlil yetersizliği, ilginç şekilde anlama zafiyetini, değişim ve dönüşüm sürecini fark etmek gururu olarak takdim etmektedir. Dolayısıyla mesele üzerine düşündüğünü sananlar ya kör bir tarafgirlikle meseleyi ele almakta yahut böyle ele alanların haddinden fazla tesirinde kalmaktadır.
Yılın ikinci Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısının sonucunu Perşembe günü öğrendik. Daha önce de sizlere ilettiğim üzere Merkez Bankası bu yıl 12 yerine 8 PPK toplantısı gerçekleştirecek. Dolayısıyla bu yıldan itibaren her toplantı çok daha önemli hale geldi. Bununla birlikte yıllık enflasyondaki belirgin gerileme ve aylık enflasyonun ana eğilimindeki trendin düşmeye devam etmesi de Merkez Bankası'nın elini rahatlatıyor.
Mushaf-ı Şerif, Fâtiha Suresi ile başlar. Yedi kısa cümleden oluşan bu mübarek sure; uluhiyet, nübüvvet ve ahiret konularını içermesi itibarıyla Kur'ân'ın bir nevi özetidir. Önce Hak Teâlâ'nın en kuşatıcı sıfatları zikredilir; ardından kulun niyazı gelir. O'nun şu üç sıfatı hatırlatılır: Rabbu'l-âlemîn, er-Rahman er-Rahîm ve Mâliki yevmi'd-dîn. Birincisi, O'nun tüm evreni yaratan, yaşatan; tür farkı olmaksızın tüm canlıların; inanç, ırk ve renk ayırımı gözetmeden cümle mahlûkatın terbiye edicisi olan, -tabiri caizse- bakımını yapan ve ihtiyaçlarını gideren bir varlık olduğu mesajı verilir. Bu sureyi okuyan insana şu hatırlatılır: Senin yönelmiş olduğun, niyaz ettiğin Allah, sadece senin ve senin inancına mensup olanların değil, tüm insanların Rabbi'dir. Dolayısıyla O'na yönelirken, sanki tüm mahlûkat adına O'nun huzurundaymış gibi hissetmelisin veya tüm mevcudatın aslında her an O'nun Rab'liğinin tasarrufu altında olduğunu düşünmelisin. İşte sen, böyle bir Rabb'in huzurundasın.
Hafızayı ve hatıraları beslemek gerekiyor. Lakin hatıraların muhafazasını sadece fotoğraflara, bizim için arşiv oluşturduğunu iddia eden dijital mecralara depolanan fotoğraflara devretmek ne kadar doğru? Zannedilenin aksine hafızayı ve hatırayı besleyen dijital kültür değil, sözlü ve yazılı kültürdür. Sözlü kültür nesiller boyu ailenin hikayesini, memleketin ahvalini bir kulaktan ötekine aktarır durur. Edebi metinler de adeta kokunun yerini tutar. Şaşırdınız mı? Şaşırmakta haklısınız. Ben dahi şaşırdım. Sait Faik Abasıyanık'ın Mahalle Kahvesi adlı öykü kitabında yer alan “Gramofon ve Yazı Makinesi” adlı öyküsünü okuyordum. Anlatıcı radyodan hazzetmediğini söylerken gramofon ve yazı makinesi için adeta methiye düzüyordu. Öykünün hafızamdan çekip getirdiği bir sahne ile bizim geçmişimizi taze tutan şeyin aynı zamanda “başkasının anlatısı” olduğunu fark ettim.
Dijital pazarlama ve e-ticaret dünyasındaki en güncel stratejileri ve yenilikleri paylaştığım podcast kanalımıza hoş geldiniz. Bugünkü bölümümüz, Ramazan ayında reklam kampanyalarının nasıl daha etkili hale getirilebileceği ve markaların bu kutsal ay boyunca satışlarını nasıl artırabileceği üzerine olacak. Ramazan, sadece dini bir dönem değil, aynı zamanda tüketicilerin alışveriş alışkanlıklarında büyük değişimler yaşadığı bir süreç. Özellikle online alışveriş, mobil kullanım ve dijital reklamlarda büyük bir artış görülüyor. Peki, bu fırsatlardan en iyi şekilde nasıl yararlanabilirsiniz? İşte detaylar! Ramazan Ayında Tüketici Davranışlarındaki Değişimler Ramazan ayında tüketici davranışlarında gözle görülür değişiklikler yaşanıyor. Özellikle yemek, giyim, hediyelik eşya, hijyen ve sağlık ürünlerinde artan bir talep söz konusu. Bunun yanında, dijital platformların kullanım oranları da hızla yükseliyor. * Mobil Kullanım Artıyor: Ramazan ayında insanların mobil cihazlarda geçirdiği süre %30 oranında artıyor. İftar sonrası saatlerde internet kullanımında büyük bir yükseliş gözlemleniyor. * İçerik Tüketimi Fırlıyor: YouTube, Instagram ve TikTok gibi platformlarda yemek tarifleri, ibadet içerikleri ve alışveriş önerileri en çok aranan konular arasında. * Gece Alışveriş Oranları Artıyor: İftardan sonra tüketiciler online alışverişe daha fazla yöneliyor. Özellikle saat 21:00 – 02:00 arasında e-ticaret sitelerinde yoğunluk yaşanıyor. * Hediyeleşme Eğilimi Güçleniyor: Ramazan ve Bayram dönemlerinde hediyeleşme oranı yükseliyor. Parfüm, kıyafet, aksesuar ve dekorasyon ürünleri daha fazla talep görüyor. Bu noktada, reklam kampanyalarınızı Ramazan'ın dinamiklerine uygun şekilde planlamak büyük bir avantaj sağlayacaktır. Ramazan İçin Özel Reklam Kampanyaları Nasıl Olmalı? 1. Tüketicinin Önceliklerini Anlayın ve Mesajınızı Uygun Hale Getirin Ramazan ayı, birçok insan için manevi ve toplumsal bir dönemi simgeliyor. Dolayısıyla reklamlarınıza samimi ve insani bir dokunuş eklemek önemli. Kampanyalarınızı dini ve kültürel hassasiyetleri göz önünde bulundurarak hazırlayın. İnsanlara sadece bir ürün satmaya değil, onların hayatına bir değer katmaya odaklanın. 2. Reklamları Günün Doğru Saatinde Yayınlayın Ramazan boyunca tüketici davranışlarında belirli saatlerde büyük değişimler oluyor. Sabah saatlerinde iş ve günlük ihtiyaçlarla ilgili içeriklere talep varken, iftar öncesinde yemek tarifleri ve alışveriş içerikleri popülerleşiyor. Gece saatlerinde ise alışveriş ve video içerik tüketimi zirve yapıyor. Bu yüzden reklamlarınızı doğru saat aralıklarına denk getirmek büyük önem taşıyor: * Sabah 06:00 – 10:00: Motivasyon, sağlık, iş odaklı içerikler * Öğle 12:00 – 15:00: Hafif eğlenceli ve bilgilendirici içerikler * İftar Öncesi 16:00 – 19:00: Yemek tarifleri, indirim duyuruları, yemek sipariş kampanyaları * İftar Sonrası 21:00 – 02:00: Online alışveriş, e-ticaret reklamları, özel indirimler 3. Mobil Optimizasyonu Unutmayın Ramazan ayında tüketicilerin büyük bir bölümü alışverişlerini mobil cihazlardan yapıyor. Mobil uyumluluk, site hızlandırma ve kullanıcı deneyimini geliştirme gibi faktörlere önem vermek dönüşümlerinizi ciddi oranda artıracaktır. 4. Video İçeriklerle Bağ Kurun Ramazan ayında YouTube ve Instagram gibi video içerik platformlarında büyük bir etkileşim artışı yaşanıyor. İnsanların ilgisini çekecek kısa ve etkili video içeriklerle marka bilinirliğinizi artırabilirsiniz. 5. Kampanyalarınızı Ramazan'a Özel Hale Getirin Özel indirimler, Ramazan'a uygun promosyonlar ve hediye kampanyaları yaparak markanızı öne çıkarabilirsiniz. İşte bazı örnek kampanya fikirleri: * İftar ve Sahur İndirimleri: Günün belirli saatlerinde özel kampanyalar yapabilirsiniz. * Bağış ve Yardım Kampanyaları: Satışlarınızın bir kısmını hayır kurumlarına bağışlamak marka imajınızı güçlendirebilir. * Ramazan'a Özel Paketler: Ürünlerinizi paket haline getirerek özel fiyatlarla sunabilirsiniz. Daha fazla detay ve yeni içerikler için beni IG'de takip edin @frktprk
“Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O'nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.” (Nur 36-37) Müfessirler, ayette geçen “evler” den maksadın mescitler ve müminlerin evleri olduğunu söyler. (Maverdî, Şevkânî; İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Ebu Hayyan'a göre, ayetteki “evler” sözcüğü içinde namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan bütün evler için geçerlidir. (Ebu Hayan, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İkrime'ye göre de bu evler, içinde iman meşalesi yanan bütün mescit ve evlerdir. Lambaların ışığında geceleri namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan her yer buna dahildir. Diğer taraftan, Ayette “mescid” yerine “ev” sözcüğünün kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bundan, “Biz de Musa'ya ve kardeşine ‘Kavminiz için Mısır'da evler edinin' diye vahyettik. Evlerinizi mescid haline getirin. Namazlarınızı dosdoğru kılın. Müjdele o müminleri.” (Yunus, 10/87) ayetindeki emrin gösterdiği hedefe uygun şekilde, müminlerin evlerinin içlerinde Allah'ın anıldığı ve sabah akşam Onu tesbih eden adamların bulunduğu birer mescide benzemesi gerektiği sonucunu çıkarmak daha uygundur. Bu da, ideal bir Müslüman aileye yakışan şeyin, sabah ve akşam vakitlerini Allah'ı anarak, Onu tesbih ederek, Onun kitabını okuyarak ve Onun rızasına ulaştıracak bilgileri kazanmaya çalışarak değerlendirmek olduğunu ve bunda başlıca sorumluluğun evin reisine düştüğünü gösterir. Yine dikkat çekicidir ki, âyet hayatın dışında bir model önermemekte, ticaret ve alışverişi devre dışı bırakmamaktadır. İbni Abbas'ın da dediği gibi, “Allah'ın nurunu kendilerine misal olarak verdiği bu kimseler, halk içinde en çok ticaretle uğraşan, en fazla alışveriş yapanlar da olabilir; ancak bu meşgaleler, Allah'ı anmaktan onları alıkoymaz.” (Müstedrek, 2:432, no. 3506.) “Onların durumları değişir ve böylece kalpleri, anlamaz bir halden anlar hale; gözleri görmez halden, görür hale gelirler. Dolayısıyla onlar, şüpheden zanna, zandan yakîne, yakînden de, muayene ve müşahedeye (bizzat görmeye) geçmişlerdir. Çünkü Hakk Teâlâ, "Onlar için Allah´tan, hiç beklemedikleri nice şeyler, zuhur edip gelecek” (ûnm, 47) ve "Andolsun ki sen (dünyada) bu hususta bir gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp açtık" (Kaf, 22) buyurmuştur. Kalpler, yerlerinden oynar ve boğazlara dayanır; gözler de masmavi kesilir. Nitekim Dahhâk şöyle der: "Kâfirleri, gözleri keskin olarak hasredilirler, sonra gözleri kayar, derken kör olurlar. Kalpleri de korkudan, bir çıkış yolu bulamaz ve ancak gelip boğaza dayanır. Nitekim Allah Teâlâ, "O zaman yürekleri gamla dolu olarak, gırtlaklarının yanındadır" buyurmuştur.” Razi Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, onları en iyi bilen olduğu halde meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler. Rabb Teâla sormaya devam eder.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 9) “Bu, onların, bu günde bir araya gelişlerinde Allah'ın kendilerine inam ettiği nimetlerin yüceliğine dikkat çekmek içindir. Onların durumları böyle olunca, insanlar, ta yaratıldıklarından beri, hep Cenâb-ı Hakkın kendilerine verdiği nimetler içindedirler. Dolayısıyla da, Allah'ın lütfü, İnsanlar bunu hak etmeden önce onların üzerinde sabittir. Belli milletlerden her birinin, haftanın o yedi gününden, kendisine saygı gösterdiği bir günü vardır: Meselâ, yahudilerin, cumartesi; hıristiyanların, pazar; müslümanların ise Cuma'sı vardır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cum'a günü, işte bugün, insanların hakkında ihtilaf ettiği gündür. Cenâb-ı Hakk biz (müslümanlara) bu günü bildirdi. Yahudiler için yarın, hristiyanlar için ise, yarından sonraki gün (önemlidir)" Şükür günü ve sevinç gösterme, nimetleri ortaya koyma (gösterme) günü olduğu için Cum'a gününde, sayesinde o günün şerefinin ortaya konduğu toplanmaya (bir araya gelmeye) ihtiyaç hissedildi de, bayramların adeti gibi, cemaatlar bir araya geldi. Böylece Allah'ın nimetlerini hatırlatmak, şükür nimetlerinin tekrarını sağlayacak şeyi yapmak suretiyle, o nimetlerin sürdürülmesini teşvik için, bu günde hutbe okunmaya ihtiyaç hissedildi. Bu saygının medarı namaz olunca, arzulanan toplanma, tam ve mükemmel olsun diye, bugünün namazı, gündüzün ortasına (öğle vaktine) yerleştirildi. Bu namaz, işte bundan ötürü, daha fazla toplanmayı sağlasın ve daha büyük cemaati biraraya getirsin diye (her beldede) tek bir camide kılınması uygun görülmüştür. Allah en iyi bilendir.” Fahreddini Razi “Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır. Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, “Cum‘a”, 18); "Cuma günü içinde öyle bir vakit vardır ki, Müslüman bir kul namaz kıldığı halde o vakte rastlar da Allah'tan bir şey dilerse, muhakkak Allah onun dileğini yerine getirir." buyurur ve bu sözleri söylerken de eliyle bu vaktin çok kısa olduğuna işaret ederdi. (Buhârî, Cum`a 37, Talâk 24, Daavât 61; Müslim, Müsâfirîn 166, 167, Cum`a 13-15) “Her kim önemsemediği için üç cumayı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 210; Tirmizî, “Cum‘a”, 7). Hürriyeti kısıtlanmamış, yolculuk halinde olmayan ve geçerli mazereti bulunmayan müslüman erkeklere cuma namazı farzdır. Hastalık, camiye gidemeyecek ölçüde yaşlılık, hasta bakıcılık, hava ve yol durumunun sağlığa zarar verecek ölçüde olumsuz olması, can ve mal güvenliğinin tehlikeye girmesi cuma namazına gitmemeyi meşru kılan mazeretlerdir. Camiye götürecek kimsesi bulunsa bile âmâya cuma namazı farz değildir. Âyetin “Allah'ı anmaya koşun” diye çevrilen kısmında “Allah'ı anmak”tan maksadın cuma namazının ayrılmaz bir parçası olan hutbe ile birlikte iki rek‘atlık farz namaz olduğu genellikle ifade edilir. Müfessirlerce genellikle, “koşun” emrinden gerçek anlamda koşma, telâşla yürüme ve hızla gitmenin kastedilmediği belirtilir. Bununla birlikte bazıları bunun “gidiniz” anlamına geldiğini, nitekim bu mânaya gelen bir kıraatin de bulunduğunu savunurken, bazıları kalp ve niyetle yönelme, bazıları da bir aksiyon (amel) gösterme yani işe koyulma mânasında olduğunu söylerler. İbn Atıyye son anlamı açıklarken kalkıp abdest almak, elbisesini giymek, yola çıkmak gibi eylemlerin hepsinin bu kapsamda düşünülmesi gerektiğini kaydeder. Cuma hazırlığı çerçevesinde sünnet olan işlerin başında boy abdesti almak gelir.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Teknolojinin çok hızlı ilerlediği günümüz dünyasında birçok icat bizler için vazgeçilmez hale geldi. Hayatımızda en önemli yere sahip icatları konuştuğumuz bu bölümümüzde Berkin, Feyza ve Onur bu icatların hangilerinden asla vazgeçemeyeceklerini ve hangilerinden vazgeçebileceklerini tartıştılar. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Onur: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Onur. Bugünkü bölümümüzde Feyza ve Berkin'le birlikteyiz. Nasılsınız öncelikle? Feyza ile başlayalım. Feyza: [0:35] İyiyim. Onur sen nasılsın? Emin diyecektim. Onur: [0:38] Ben de iyiyim. Alışkanlık olmuş. Genelde Emin açılış yapıyor. Burada olmadığı için ben yapıyorum. Ben iyiyim. Teşekkür ederim. Sen nasılsın Berkin? Berkin: [0:48] Ben de iyiyim Onur. Senin de iyi olduğunu duyduğuma sevindim Feyza. Dünyayı değiştiren önemli icatlar Onur: [0:53] Evet. Bugünkü bölümümüzde icatlar hakkında konuşacağız. Sizce en önemli icat hangisi? Vazgeçemeyeceğiniz, onsuz yapamayacağınız icatlar hangileri? Bu konu üzerinde konuşacağız. Öncelikle fikirlerinizi alalım. Sizce en önemli icat nedir günümüzde? Berkin: [1:10] Yani günümüzde mi yoksatarih boyu mu düşünelim bunu? Onur: [1:15] Önce tarih boyu diyelim sonra günümüzde diye düşünelim. Berkin: [1:20] Ya şimdisonuçta tüm teknolojik gelişimler bir noktadan başlamıştır ya... Hani sonuçtasıfırdan başlıyor ve dalga dalga dallanarak budaklanarak ilerliyor. Dolayısıyla burada tekerleğin icadı falan gibi... Feyza: [1:39] Yok... Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Sık sık "göremediğin şey olamazsın" denir. Bilim, teknoloji ve matematikte çalışan kadınlar arasında uzun zamandır yankı bulan bu söz - kadınların tarihsel olarak başarıları nedeniyle silindiği sektörler. Dolayısıyla bugün hala bariz cinsiyet eşitsizliklerinin olması şaşırtıcı değil. Ancak Avustralya genelinde kadınlar, gelecek nesillere ilham verme umuduyla diğer kadın bilim insanlarının profillerini yükseltmek için çalışıyorlar.
CHP'nin Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan sorumlu gölge bakanı Yalçın Karatepe ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek görüştü. Karatepe, Şimşek ile yaptığı görüşmenin ardından konuştu. Görüşmeye dört konu başlığıyla gittiklerini söyleyen Karatepe, Şimşek'in tavrında bir değişiklik görmediklerini ve acı reçeteyi vatandaşa çıkarmak istediklerini dile getirdi. Ülkedeki gelir adaletsizliğine dikkat çeken Karatepe, “Gelirden en fazla pay alan yüzde 5'lik kesimin gelirindeki artış, ülke nüfusunun yarısının gelirindeki artışın 7 katı. Dolayısıyla talebi dengelemek için düşük gelir grubunda yer alanların gelirlerindeki artışların sınırlanmasının doğru olmadığını görüyoruz” dedi. Yılmaz Özdil, CHP lideri Özgür Özel'i Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştüğü için eleştirdi. Özgür Özel de Özdil'in açıklamalarıyla ilgili, “Geçmişte 'Bidon Kafa' diye köşe yazısı yazmış arkadaş, seçimin ertesi günü. Bir yerde sular kesilmiş, 'Hadi bakalım bidon kafalılar, bu iktidarı siz seçtiniz şimdi gidin su sırasına girin' diyor. Ben vaktiyle bunu eleştirmiştim, onun da hırsı bundan. İyi ki de onunla aramda böyle bir açı var. O, ‘hatamız nerede' demek yerine, oy vermeyen seçmene ‘bidon kafa' diyen zihniyet. 47 yıldır ilk kez birinci parti olmamızın sebebi, bu zihniyetten yaşadığımız kopuş” dedi. Yılmaz Özdil ise Özel'e, “Sana bu iftiranı yedireceğim” cevabını verdi. Nuray Mert, Soru - Cevap'ta yorumladı.
“Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Mülk 1 “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” Mülk 2 “aşkındır, cömerttir” tebâreke sözü – Ne mübarek adamsın ya! “Bu sûreye Mülk Sûresi denildiği gibi, kendisini okumaya devam eden kimseyi kabir azabından kurtaracağı için de, elMünciye (kurtaran) diye adlandırılmıştır. İbn Abbas´ın da, hep bu sûreyi kendisini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücâdile (müdafaa eden) diye isimlendirdiği rivayet edilmiştir. Bil ki bu lâfız, ancak, Cenâb-ı Hakk´ın hem bir melik, hem de mâlik olduğunu te´kid etmek için kullanılmıştır. Ve bu tıpkı, "Emretmek yasaklamak, işleri bağlamak ve çözmek (kesin şekilde kararlaştırmak), falancanın elindedir. Bu hususta diğer organların bir payı yoktur.." denilmesi gibidir. Allah Teâlâ önce, "Hakimiyet elinde olan Allah" buyurmuş, daha sonra da "O her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur ki bu, Cenâb-ı Hakk´ın her şeye kadir olduğu sabit olması durumunda, mülkün ancak O´nun elinde olabileceğini ihsas ettirmektedir. İşte bu, alimlerimizin, "Eğer kulun muradı yerine gelip de Allah´ın muradı yerine gelmeyecek olsaydı, bu Allah´ın aczini, zaafını ve mutlak manada mülkün sahibi olmamasını gerektirirdi" diye ifade ettikleri hususun kendisidir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ´nın, mülkün mâliki olması durumunda, herşeye kadir olması gerektiğine delâlet eder. "Kadir" kelimesi, "kâdlr"in mübalağa (ileri mana ifade eden) sigasıdır. O, her şeye kadir olunca, hiçbir şeyin O´nun herhangi bir şeye kadir olup yaratmasına manî olamaması gerekir. Bu da, Allah Teâlâ üzerinde, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin hakkının bulunmamasını gerektirir. Aksi halde bu hak, O´nun o şeyi yapmasına mâni olur. Yine O´nun yaptığı hiçbir şeyin kabih (çirkin ve kötü) olmamasını gerektirir. Aksi halde bu kabîhlik, O´nun o şeyi yapmasına manî olur. Dolayısıyla kudret açısından kâmil olmaz. Böylece de "kadîr" olamaz. "Hayat", "ölüm"den önce olmasına rağmen, Allah Teâlâ şu sebeplerden ötürü, ayette ölümü hayattan önce zikretmiştir. 1) Mukâtil şöyle der: "Cenâb-ı Hakk "ölüm" ile, “nutfe”yi, "alaka"yı ve “mudga”yı (insanın yaratılışındaki ilk merhaleleri); "hayat" ile de, ruhun (canın) üflenmesini kastetmiştir." 2) Atâ´nın rivayetine göre Ibn Abbas (r.a), "Allah, "ölüm" ile dünyadaki ölümü, "hayat" ile de, ebedî hayat yurdu olan âhiret hayatını kastetmiştir" demiştir. 3) Hz. Peygamber (s.a.s)´den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü, bir münadi, "Ey cennet ehli" diye seslenir. Cennettekiler bu nidanın yüce AJlah´dan olduğunu bilirler ve "Ey Rabbimiz buyur, emrine amadeyiz, huzurundayız!" derler. Bunun üzerine Allah, "Rabbinizin size vadettiklerini gerçek olarak buldunuz mu?" der. Cennetlikler de: "Evet" derler. Sonra da ölüm, güzel beyaz bir koç kılığında getirilip boğazlanır. Sonra da, "Ey cennet ehli, işte bu (hayatınız), ölümsüz ebediyyettir ve ey cehennem ehli, işte bu (azabınız), ölümsüz bir ebediyyettir" diye nida edilir. Bu nida, cennet ehlinin sevincine sevinç katarken, cehennem ehlinin de hüznüne hüzün katar." Bil ki en temel nimet hayattır. Çünkü hayat olmasaydı dünyada hiç kimse nimetlerden istifade edemezdi. Hayat ahiret nimetleri arasında da birinci sıradadır. Çünkü orada da hayat olmasa, ebedî mükâfaat diye birşey olmaz. kitabın pek çok yerinde de anlattığımız üzere, ölüm de bir nimettir. Çünkü ölüm, mükellefiyet hali ile, kişinin amellerine karşılık verilmesi halini birbirinden ayıran birşeydir. Ölüm, mesela bu açıdan bir nimettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Lezzetleri (tadları) mağlub eden, yok eden şeyi (yani ölümü) çokça hatırlayın" buyurmuştur. Hz. Peygamber, (s.a.s) ashabına birisini sordu. Onlar da o kişiyi övüp, onu hayırla yâd ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Onun ölümü hatırlaması nasıldı?" diye sordu. Onlar, "Az idi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine o, "Öyle ise o sizin dediğiniz gibi değildi" buyurmuştur.
“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” Şura 19 “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” Şura 20 “Bil Ki Allah Teâlâ, kendisinin kullarına lütufkâr olduğunu, onlara çokça ihsanda bulunduğunu beyân edince, onların da, hayırları isteme, kötülüklerden sakınma hususunda mutlaka sayü gayret göstermeleri gerektiğini beyân buyurarak, "Kim ahiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Allah Teâlâ, çalışan kimsenin, kendisiyle bir fayda elde ettiği şeyi, mecazî olarak, "hars-mahsûl" diye adlandırmıştır" demiştir. Allah Teâlâ, bu ayette, ahireti isteyen ile dünyayı isteyen arasında, şu bakımlardan fark olduğunu ortaya koymuştur Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyeni, bu ayette dünya ekinini isteyenden önce zikretmiştir ki bu, bir üstün kılma (ve iltifatın) emâresidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak ahiret ekinini ahiret diye tavsif etmiş, daha sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)´in "Biz, öne geçmiş olan sonrakileriz...” (sonradan gelip de herkesi geçmiş olan, ahireti kazanmış olan kimseleriz)" şeklindeki sözüne dikkat çekmek için, ayette önce zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyen kimse hakkında, "onun ekinini arttırırız" buyurmuş, dünya ekinini murad eden hakkında da, "ona da, (yalnız) bundan veririz.." buyurmuştur. Bu ifadedeki "bundan" ifadesi, kısmilik ifade eder. Buna göre mana, "Ona, onun istediği şeylerin hepsini değil, bir kısmını verir" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresi´nde, "Kim bu çarçabuk geçen (dünyayı) dilerse biz de burada ona, (evet) kimi dilersek ona, dileyeceğimiz şeyi çarçabuk veririz" buyurmuştur. Aklî delil ile bu iki hususu açıklamak mümkündür: Çünkü âhiret için çalışıp, bu işe devam eden herkesin, bu hususta yaptığı amellerin çokluğu, o kimsede birtakım melekelerin meydana gelmesine sebeb olur. Binâenaleyh bu amellere çokça devam eden her insanın, ahireti İstemeye kalbinin meyli daha fazla olur. Durum böyle olunca da mutluluklar ve sevinçler o nisbette büyük ve çok olur. İşte ayetteki, "Onun mahsûlünü arttırırız” ifadesiyle bu kastedilmiştir. Ama dünyayı isteyen kişi, bu isteğinde ne kadar ısrarlı ve devamlı olursa, dünyayı elde etme hususundaki arzusu da o nisbette çoğalır ve dünyaya meyli o nisbette kuvvetlenir. Meyil, hep artmakta olup, elde edilmek istenen şey de aynı halde kalınca, mahrumiyyet de şüphesiz o nisbette gerekli ve elzem olur. Allah Teâlâ, âhiret ekinini isteyenler hakkında, "onun mahsûlünü arttırırız" buyurmuş. Bu kimseye, dünyayı (dünya hayır ve menfaatlerini) nasib edip etmeyeceğinden bahsetmemiş, bu konuda ne müsbet ne menfî bir şey bildirmeyip meskût bırakmıştır. Fakat dünya ekinini isteyen kimseye, Allah Teâlâ çok açık ve net bir biçimde âhiret payından hiçbirşey vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Ki işte bu, bu hususta büyük bir farkın bulunduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak sanki, "Ahiret asıl, dünya ise ona tabidir, ikinci derecededir. Binâenaleyh aslı elde eden, ihtiyacı kadarıyla ikinciyi de elde etmiş olur" demek istemiştir. Fakat Hak Teâlâ, dünyadan bahsedilen yerde ahiretin adının anılmayacak derecede değerli olduğuna dikkat çekmek için, bu hususu zekretmemiştir. Ahiret veresiye, dünya ise peşindir. Peşin olan, veresiye olana tercih edilir. Çünkü insanlar, "peşin, veresiyeden daha iyidir" demektedirler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk işte bu kaziyyenin (mantıkî hükmün), âhiret ve dünya halleri bakımından, tam tersi olduğunu beyân buyurmuştur. Ahiret her ne kadar veresiye (sonradan elde edilecek) ise de, hep artmaya ve sürekliliğe yöneliktir. Binâenaleyh daha efdal ve mükemmeldir. Dünya ise, her ne kadar peşinse de, Önce noksanlığa ve sonra tamamen yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla daha değersiz ve düşük olmuş olur.
Vardı, hani bir vecizede vardı: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Bence dünyaya ait hiçbir meseleyi dert edinmemek lazım; nasıl olsa gelip-geçicidir bunlar. Onlara ehemmiyet verir, onları gözünüzde büyütürseniz, onların altında kalır ezilirsiniz. Elden geldiğince o mevzuda temkinli olmalı ve görmezden gelmeli onları. Karakterlerinin gereğini yapıyor… كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) “Kendinize bakın!” diyor Kur'an-ı kerim. Kendi kusurlarınızı görmeye çalışın. Falan size zulmettiği zaman bile, “Acaba biz, Rabbimize karşı vazife ve sorumluluklarımızın hangisinde kusur yaptık ki, Cenâb-ı Hak, birilerini bize musallat etti!” Şu virüsü musallat eder Allah, zelzeleyi musallat eder, fay kırılmasını musallat eder, çekirgeyi musallat eder, güvercini musallat eder, eder eder, Allah celle celâluhu. Ancak Allah'ın (celle celâluhu) “imhal”leri vardır; “ihmal”leri değil, “imhal”leri vardır. Mehil verir, Erhamü'r-Râhimîn'dir O (celle celâluhu), Rabbü'l-âlemîn'dir. Herkes böyle bir kusur işlediğinde onu hemen cezalandırırsa, yeryüzünde yine Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerde farklı ifadelerle beyan buyurduğu gibi yürüyen bir tane canlı kalmaz. Evet, çünkü herkes şöyle-böyle bir günah işler, bir zulümde bulunur. Dolayısıyla Allah onu cezalandırınca, o gider; şunu cezalandırınca, o gider; bunu cezalandırınca, o gider; hiç kimse kalmaz. Oysaki öyle değil. Allah'ın (celle celâluhu) imhalleri vardır ki insan kendine gelsin, aklını başına alsın, o kusurdan vazgeçsin, sevaba yönelsin, arınmaya koşsun, Allah (celle celâluhu) da onu bağışlasın, affetsin. اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنَّا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا، يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا “Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim'sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle, ey Erhamerrahimîn. Bizi yarlığa, merhamet buyur bize. Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle.” Böyle mübarek aylarda, insanlık için, kendiniz için bu türlü tazarru ve niyazlarda bulunma mevzuu çok önemli bir şey. Allah, ona denk getirdi; hem Ramazan'ın sevabı, hem orucun sevabı, hem geceleri kalkıp ihya etmenin sevabı.. unutulmuş teheccüdleri kılmanın sevabı.. secdeyi derinlemesine duymanın, hadiste buyurulduğu üzere O'na (celle celâluhu) en yakın olma hâlini duymanın sevabı… Hakikaten başınızı yere koyduğunuzda, O'na en yakın olduğunuzu hissederek, “Allah'ım! Ne olur şunu lütfeyle, bunu lütfeyle!” deme mevzuu, Cenâb-ı Hakk'ın ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı oluyor size. Bela ve musibetleri asla başkalarına fatura etmemeliyiz; bilakis kendimizden bilip hemen istiğfar ve tevbeye yönelmeliyiz!.. Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde antrparantez arz ediyorum elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli.
Havadan bombalanan yedi yardım görevlisinin yanlışlıkla öldürüldüğünü söyleyen İsrail'in cumhurbaşkanı olaydan dolayı özür diledi. World Central Kitchen için çalışan yardım görevlisi Zomi Frankcom ve ölen diğer altı kişi için Avustralya'dan yoğun eleştiriler geldi.
İncir ağaçlarının (Ficus sp.) gözle görülür çiçekleri yoktur. Dolayısıyla ilk etapta onların rüzgar ile tozlaştığını düşünebilirsiniz; ancak bu da doğru değildir. Bu durumda incir bitkileri nasıl ürerler? Çiçeği olmayan bir bitkiye hangi tozlaştırıcı uğrasın ki?Aslında incirlerin son derece çekici çiçekleri… Seslendiren: Talha ÇAKIRCA
İnsana insanlığından dolayı saygı duyulmalı. Şayet onun bir yanına karşı çıkılacaksa, onu ahsen-i takvîmden uzaklaştıracak söz ve davranışlarına karşı çıkılmalı. Mesela; yalan bir lafz-ı kafirdir, iftira bir lafz-ı kafirdir, gıybet bir lafz-ı kafirdir, birini karalama bir lafz-ı kafirdir, mü'mine takıyyeci deme bir lafz-ı kafirdir; onu yerden yere vurma, üzerine bir çarpı çekme, değişik haklardan mahrum etme birer fiil-i kafirdir. İşte, ille de karşı çıkılacaksa, bu elfaz-ı küfriyeye ve ef'al-i küfriyeye karşı çıkılmalıdır. (00:20) *Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ “Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakikî muhacir de, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” Evet, ideal mü'min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş ve mü'minlere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan insandır. (03:03) *Mü'min, diğer insanlara emniyet ve güven vaad eden, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Emin ve güvenilir olma manasına emanet, bir Peygamber sıfatıdır. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz o kadar emin idi ki, Mekke halkı, eşlerini ve gelinlik kızlarını birine emanet edecek olsalar akıllarına ilk olarak O gelirdi. Çünkü, Efendimiz'in gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O'nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O'nu “Muhammedü'l-Emin” diye çağırırlardı. Peygamber Efendimiz'in hayatına ve ahlakına baktığımızda, O'nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hıyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda imanın sâdık temsilcisi olma gibi hususlar O'nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de “Mü'min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O'dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah'a bağlar.
Bir olaya bakış yöntemimde felsefe ve tarih olmaz ise ben bunu oldukça eksik görürüm. Hemen herkesin siyaset, seçim, belediye, vs. konuştuğu noktada ben, bu işte temel felsefe ve asıl stratejik açıklama nerede diye arıyorum. Dolayısıyla felsefi yaklaşım ve stratejik bakış tarzı siyaset üstüdür. Benim açıklamalarım bu noktada değerlidir; mevcut yapılanlar gibi değil, başka türlü tartışmaları kapsamaktadır. Açıkça yazayım: Kim kazanacak, iktidar veya muhalefet ne yapacak, türü ifadelerle değil; imar neye göre olmalı, altyapı ve üstyapı nasıl planlanmalı, ülke ekonomisine uyumluluk ne şekilde sağlanmalı, kanunlar ne içerikte olmalı, gibi piramidin üstündeki meseleler önemlidir.
*İhtimal burada îsâr ruhuyla yaşayanlar Cennet'e girerken bile o istikamette davranırlar. Nitekim, hadis kitaplarında ahirete ait şöyle bir tablo anlatılmakta ve zenginler ile âlimlerin karşılaşmaları nazara verilmektedir: Servetini Allah yolunda infak eden zenginler ile ilmiyle âmil olan âlimler Cennet'in kapısında buluşacaklar. Âlimler, cömert zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü, şayet siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkanları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla hakk-ı tekaddüm size aittir, buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat, cömert zenginler, “Aslında, biz size borçluyuz; çünkü, eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helalinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarfedemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve ard arda Cennet'e dahil olacaklar. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu hadiseyi sadece gelecekten haber vermek için nakletmemiş, aynı zamanda ümmetine bir îsâr ufku göstermiştir. Bu video 22/09/2013 tarihinde yayınlanan “Îsâr Ruhu: Başkalarını Kendine Tercih Etme Ufku” isimli bamtelinden alınmıştır.
Duygusallık, politika ve uzmanlık… Size bu konuyu dürbünlü tüfek misaliyle açıklayacağım. Asıl konumuz ise Filistin-İsrail arasında sürüp giden krizin bugünkü karşılığı olan ve derin bir insanlık dramına dönüşen çatışmanın anlatımı olacak. Dolayısıyla bu çok ciddi konuyu, kamuoyu ve kamu diplomasisi yönüyle ele almakta yarar gördüğümü başta işaret edeyim. Dürbünlü tüfek ileriyi görür ve iyi eldeyse hedefini vurur. Saçma atan tüfek ise başka bireydir, avcılık meselesi...
En Azılı Düşman!.. *Bir dönemde dinsizle ve imansızla yaka-paça olursunuz. Doğrudan doğruya inancınıza ve Allah ile münasebetinize karşı cephe oluşturmuşlardır; Hazreti Rasûl-u Zîşân'a ve O'nunla münasebetlerinize karşı cephe oluşturmuşlardır. Bunlar bir yönüyle belki sizde bir kısım olumsuz gerilimler hâsıl eder. Onlar da size karşı olumsuz tecavüzlerinde sürekli metafizik gerilim içindedirler. Siz hiçbir şey yapmasanız, el kaldırmasanız, bir sözle mukabele etmeseniz bile, sözleriyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla sürekli sizi presler geçerler üzerinizden. Bir dönemde öyledir! Ama bunlar görünen düşmanlar olduğu için, bilirsiniz bunları; onlardan ne geleceğini de bilirsiniz. Akrebin ısırdığını bilirsiniz. Dolayısıyla yanınızda dolaşsa bile, kuyruğunu size sokmamasına dikkat edersiniz; problemi kuyruğundadır onun. Bazılarının problem olan yanları da ağızlarındadır, dişlerinin dibindedir; ısırırlar ve zehirlerini dökerler. Fakat bunların ikisi de mübarek mahlûktur, çünkü ne oldukları bellidir. Gördüğünüz zaman bunlara karşı hemen müdafaa vaziyetine geçersiniz. *Fakat bir de zehir saçan sinekler vardır; keneler vardır; çok küçük şeyler vardır. Her sene bir virüs, bir mikrop çıkıyor ortaya; mikroskopla ancak görebilirsiniz. Nereden geleceği, sizi nasıl vuracağı belli değil. Bunlar içinizde dolaşırlar böyle ve siz hiç fark edemezsiniz bunları. Çarparlar sizi, felç ederler, kolunuzu kanadınızı kırarlar. Bu açıdan da düşmanın açıktan açığa cephe teşkil edip üzerinize gelmesi kötü bir şeydir ama bir yönüyle savulacak bir tehlike olması itibarıyla çok da kötü değildir. Savabilirsiniz onu; bir cephe, bir mevzi, bir tabye oluşturursunuz; ona göre bir strateji geliştirirsiniz ve def edersiniz. Fakat kendi içinizde bir mikrop ya da virüs olursa hafizanallah bilemeyebilirsiniz. Zaaflarımız kuyruk diken akrep gibi aramızda dolaşırsa, yılan gibi diş gösterip dilini sarkıtarak üzerimize gelirse; içimizde olan, evimizde barındırdığımız hubb-u cah hissi, korku hissi, tenperverlik hissi, bohemlik hissi, makam mansıp hissi, servet hissi, rahatlık hissi, yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatma hissi gibi duygular benliğimizi sararsa, işte asıl böyle bir musibet çok tehlikelidir. *Bu açıdan, öteden beri insanların başına hep belalar musallat olagelmiştir. Ondan ne enbiyâ kurtulmuştur, ne evliyâ kurtulmuştur, ne asfiyâ ne müctehidîn ne de müceddidîn kurtulmuştur. Çileye maruz kalmayan bir tane bile peygamber yoktur. Çekmeyenler akıbetlerinden endişe etsinler; çekmeleri öbür âleme ertelenmiş demektir. Doğru yolda iseniz çekersiniz; o işten kaçış yoktur. Şu kadar var ki, bazısı doğrudan doğruya preslenir; bazıları da o preslenmeyi görür, vicdan azabı çeker, içten içe ağlar, “Nasıl yapayım? Ben buna yardım etmeliyim ama yardım edemedim. Nasıl vefasız bir insanım?” der, o da öyle çeker. Herkes seviyesine, donanımına, insanî alakalarına ve derinliğine göre çeker. Bu video 26/04/2015 tarihinde yayınlanan “En Büyük Tehlike ve Boykot” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bir Duygu Birliği Oluşturup Asgari Müştereklerde Buluşmalı!.. *“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır, anlaşabilir.” (Hazreti Mevlana) Dolayısıyla duygu birliği oluşturmak, en azından asgari müştereklerde buluşmak lazım: İnsanız hepimiz! Hepimiz Allah'ın sanatıyız; Kendini bizimle ifade ediyor; bizi varlığına, birliğine, esmâ-i İlâhiyesine, sıfât-ı Sübhâniyesine şeffaf birer ayna haline getiriyor; kalblerimizi tecelligâh-ı ilâhî yapıyor. Bunlar yetmez mi?!. *Sinek kanadı kadar ayrıştırıcı hususlar var ve gördüğünüz gibi bunlar, fil kadar müştereklerin yerini alarak hükümlerini icra ediyorlar. Çok önemsiz şeylerden dolayı insanlar birbirleriyle adeta yaka-paça oluyorlar. *Yaka-paça olma tabiat-ı insaniyede var. İnsan iman, İslam, ihsan şuuru, ihlas telakkisi, rıza yörüngesi ve Allah'a karşı aşk u iştiyak duygusu ile o olumsuz hisleri baskı altına alabilir; kurutabilir onları. Dolayısıyla da kurumuş bu çekirdekler, şeytandan gelen sinyalleri almaz artık. Fakat o duygular canlı ise, şeytandan gelen o türlü esintileri, sinyalleri duyarlar; onları deşifre edip çözerler ve sizin çok ulvi duygularınız üzerinde tesir icra etmeye başlarlar hafizanallah. *Muktezâ-yı beşeriyeti inkâr etmeye kalkmamak lazım, tabiatımızda var! Fakat Allah Teâlâ o tabiatı tadil etmeye matuf Enbiyâ-ı İzâm'ı göndermiş; onlara kitaplar vermiş; sonra onları uygulatmış, bize yol yöntem öğretmiş. Hallerinde görmüşüz onları, Cenâb-ı Hak gerçekten görmeye muvaffak eylesin, temsillerinde şahit olmuşuz. Bu açıdan da, o olumsuz hisleri baskı altına almak için lazım gelen dinamiklerin hepsi mevcut. Bu video 26/04/2015 tarihinde yayınlanan “En Büyük Tehlike ve Boykot” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
TÜİK, Ekim ayına ilişkin tüketici ve üretici fiyat endekslerini açıkladı. Tüketici fiyatlar aylık %3,43, yıllık 61,36 olarak duyuruldu. Böylece yıllık enflasyon üç ayın ardından ilk kez yavaşlamış oldu. Yavaşlamanın başlıca nedeni baz etkisi. Geçen yıl ekim ayında aylık enflasyon %3,54'tü. Üretici fiyat endeksi ise aylık %1,94, yıllık 39,39 oldu. Bir süredir devam eden bu tablo, üretici fiyatların daha yavaş ve düşük oranlı arttığını gösteriyor. İki endeks arasındaki makas ise üreticilerin maliyet üstü zamlar yaptığını düşündürüyor. Enflasyon konusunda asıl TCMB'nin raporu önemli. TCMB 2023 enflasyon tahminini OVP seviyesine çıkardı. Başkan Hafize Gaye Erkan, 2023 yıl sonu enflasyon tahminlerini yüzde 58'den yüzde 65'e, 2024 enflasyon tahminlerini ise yüzde 33'ten yüzde 36'ya çıkardıklarını söyledi. Başkanın açıklamalarına göre dezenflasyon süreci 2024 yılının ikinci yarısında başlayacak ve istikrarlı bir gerileme izleyeceğiz. O zamana kadar yükselmeye devam edecek ve 2024 Mayıs – Haziran döneminde %75 üstü bir enflasyon görülecek. Erkan'ın açıklamasına göre enflasyonda haziran sonrasında gerçekleşen 23 puandan fazla artışa akaryakıt fiyatları 4,8 puan, sepet kurdaki artış 4,3 puan, vergi artışları ise 2.5 puanlık katkı yaptı. ENAG, ekim enflasyonunu aylık %5,09, yıllık ise %126,18 olarak açıklamıştı. Giderek yaygınlaşan kanaat, ENAG'ın rakamlarının hissedileni daha doğru yansıttığı yönünde. Bakan Şimşek, şeffaflık sözü verdiği halde kendisinden önceki dönem açıklanan ve çok tartışma koparan enflasyon rakamlarını denetime açmadı. Dolayısıyla son aylarda doğru açıklandığını kabul etsek bile, yanlış rakamların üzerine açıklanmış oluyor. Yıl başı yaklaşırken yine bu tartışmalı enflasyon rakamları artışlar için baz oluşturacak. Emekçileri zor günler bekliyor TCMB Başkanı, son enflasyon raporu sunumunda, “Ücretlerdeki her 10 puanlık artış enflasyonda 1 ila 1,2 puan artışa yol açıyor” dedi. Fakat kar marjlarındaki fahiş artışların, şirketlerin maliyetlerinin çok üstünde zam yaparak sağladıkları astronomik karların etkisi hakkında ne bir çalışmadan söz etti ne de bir oran verdi. Ortodoks iktisatçılar, ekonomistler bu tutucu yaklaşımdan, bu piyasacı yaklaşımdan ayrılmıyorlar. Onlar için şirketlerin fahiş karları sorun oluşturmuyor. Bakış açılarının merkezinde “şirketler için her şeyin daha iyi olması” var. Milyonlarca emekçinin yoksulluk pençesine düşmesini her zaman göze alınması zorunlu bir maliyet olarak vazediyorlar. Enflasyonun karakteri hakkında bir çalışma yok. Bu enflasyonun talep çekişli mi yoksa kar çekişli mi ya da başat rolü hangisinin oynadığına dair bir kanıt sunmadan klasik sermaye yanlısı, sermayeyi gözeten politikaları tercih ediyorlar. Bu yaklaşımı ekonomi yönetiminin iki önemli isminde de (Şimşek ve Erkan) izliyoruz. Prof. Dr. Erinç Yeldan, Erkan'ın açıklaması üzerine; “Enflasyonun altında ücret maliyetleri var savı yanlış, tutarsız ve komuoyunu yanıltıcıdır. TÜİK verileri, 2015 sonrasında şirketlerin tekelci konumlarına dayanarak kar marjlarını hızla yükselttiğini ve üretici fiyat enflasyonunu körüklediğini belgeliyor” dedi. Ücretlerin milli gelir içindeki payı azalırken, TÜİK'in hatalı enflasyon rakamlarına göre yapılan zamlarla ücretlilerin alım gücü kaybı ortadayken, enflasyonu ücret artışlarının azdırdığını söylemek doğru Ortodoks ezberden başka bir şey değil. Prof. Yeldan'ın dediği gibi yanlış, tutarsız ve yanıltıcı. Fakat anlaşılıyor ki mevcut ekonomi yönetimi ücretlilere yüklenmeyi sürdürecek. Bu acımasızlığı en son “emeklilere 5 bin lira ikramiye” verilmesinde kapsam sınırı getirilmesinde de görmüştük.
Bu video 04/03/2018 tarihinde yayınlanan " MUSİBETLERİN EKŞİ ÇEHRESİ VE HİKMETİN GÜZEL YÜZÜ" isimli bamtelinden alınmıştır. Yayının tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://herkul.org/bamteli/bamteli-mus.... Bela ve musibetler, dış yüzleri itibarıyla çirkin, sevimsiz, iç bulandırıcı ve aynı zamanda insanın nöronlarına, Hipofiz bezine, Talamus bezine gelip çarpan şeytanî şerâreler mahiyetinde duyulur, hissedilir. Fakat meselenin sonucuna/neticesine bakmak lazımdır. Bu bakış açısı da aslında size, bize ait değildir, Kur'ân'ın fermanıdır: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey de hakkınızda şerlidir.” (Bakara, 2/216) Mesela, i'lâ-i Kelimetullah istikametinde çekilen çileler.. o mevzuda bir yönüyle duygu-düşünce açısından kıvamın önemli bir unsuru olan manevî cihadlar, mücahedeler, manevî savaşlar.. Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” dediği şey… Antrparantez arz edeyim: “Günümüzde maddî kılıç, kınına girmiştir; Kur'an'ın elmas düsturları, elmas prensipleri hükümfermadır.” Küreselleşen bir dünyada o türlü şeylere gitmek, katliamlara sebebiyet verir, ardı arkası kesilmeyen savaşlar fâsid dairesine sebebiyet verir, vuruşmalar kısır döngüsüne sebebiyet verir. Hele günümüzdeki o korkunç silahlarla?!. 1945'lerdeki, 50'lerdeki Japonya'nın başına patlayan silahlar değil; bunlar, bugün bir yerde patladığı zaman, Amerika'nın yarısını alıp götürecek kadar korkunç silahlar!.. Bir Batılı düşünürün dediği gibi: “Bir üçüncü cihan savaşında, maktûl mezara, kâtil de yoğun bakıma kalkar!” Şimdi buna karşı sizin kalkanınız, sütreniz, siperiniz, insanî değerleri öne çıkarma, sevgiyi öne çıkarma, kucaklaşmayı öne çıkarma olmuştur/olmalıdır. Burada bir şey soracağım, vicdanlarınızla cevap verin: Sizler ve sizin arkadaşlarınız dünyanın değişik yerlerine açılırken, bunun (sevgi, kucaklaşma ve insanî değerlerin) dışında ne götürdünüz? Efendim, “Biz renk körüyüz!” dediniz. Efendim, “Duyma sağırıyız!” dediniz. Dolayısıyla elin-âlemin değişik anlayışsızlıklarına karşı, anlayışlı davrandınız. Duymaları gerekli olan “mesmûât”ın yanında farklı duyuşları duyucu oldunuz. Elin-âlemin farklı dil kullanmasına karşılık, siz, gönülleri yumuşatacak bir dil kullandınız. Kalbiniz gül gibi oldu; gezdiğiniz caddeler, sokaklar, çarşı-pazar da ıtriyat çarşısına döndü. Bağırlarını açtılar. Size yol verdikleri zaman da eşrârın şerrinden emniyet adına yol verdiler: “Gidin, koruyamayacağız sizi!” dediler ama zannediyorum yüreklerine kan damlıyordu. Evet, bir gün şartlar/konjonktür müsait olduğu zaman dönüp gideceğinizi/geleceğinizi bekleme sevdası ile zannediyorum bir intizar içindeler şu anda da. İnşaallah, Cenâb-ı Hak, o günleri de gösterir; eşrârın er geç akîm kalacak o hâinâne gayretlerini, sa'ylerini, himmetlerini akîm bırakır, inşaallah teâlâ. Evet, bazen dış yüzü itibarıyla, kabuğu itibarıyla çirkin görünen şeyler vardır; fakat iç yüzü itibarıyla çok lâtiftir. Başta, konuya başlarken, Alvar İmamı'nın sözüyle ifade ettik: Seyyidinâ Hazreti Âdem'in yaşadığı, bir zelle idi. Bir zelle idi ki, ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى “Ama sonra Rabbisi O'nu seçti de, tevbesini kabul buyurdu ve O'nu hidayetine mazhar kıldı.” (Tâhâ, 20/122) Sonra Allah, onu seçti, seçkinlerden yaptı ve arkadan gelen nesiller “Mustafeyne'l-Ahyâr”dan saydılar. Ne dediler? “Âdem, Safiyyullah!” dediler. “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.” Hazreti Âdem, Cennet gibi bir güzellikler otağından ayrıldı fakat bir yönüyle, o otağa insanlığı çağırabilecek, Hazreti Rûh u Seyyidi'l-Enâm gibi bir “İnsan”a baba olma şerefi ile taçlandırıldı. ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى Cenâb-ı Hak, öyle eylesin, inşaallah!..
