POPULARITY
Evet sevgili Yeni Haller dinleyicileri.Yaz tatiline girmiyor ama yaza özel minik bir format değişikliğine gidiyoruz. Sadece yaz boyunca.Peki, nasıl bir değişiklik bu?Şöyle efendim: Gündemi Yeni Haller gibi yorumluyoruz. Herkesin baktığı yerden bakmamaya çalışarak ve herkesin tercih ettiklerinin yanı sıra Yeni Haller'e yakışacak gündem başlıklarını bularak.Dolayısıyla geride kalan haftada olanlardan sadece haberdar olmayacak, olan biteni dinlerken her daim işinize yarayacak yeni bilgiler öğrenerek ayrılacaksınız bölümden.Yani, umarım... :)(He bu arada, beğenirseniz bana yazın. Sosyal medya olur, e-mail olur... Hepsi aşağıda var. Yazın zira eğer beğenirseniz Eylül'de bunu videolu çekip hem podcast hem de videocast olarak Youtube ve diğer mecralara yüklemeyi düşünüyorum.)Klasik Yeni Haller ise Eylül'den itibaren devam edecek tabii... (Haftada iki bölüm olacak yani!)Bu hafta neler anlattım peki?Türkiye'nin gündemi: Belediyeler ve yangınlarTrump-Musk kavgasında 2. perdeABD'nin enerji kriziMeta'nın OpenAI'dan eleman araklaması ve gelişenlerOpenAI'ın yeni YZ "gadget"ıAzerbaycan, Ermenistan ve bu ikilinin Rusya'yla ilişkileriFIFA Kulüpler Dünya Kupası'na aşırı uyuz olmam(Epey de doluymuş ya!)İyi dinlemeler.Biliyorsunuz Yeni Haller sizlerin desteğiyle yayın hayatına devam eden bir podcast kanalı.Beni aşağıdaki link'lerden destekleyebilirsiniz:www.patreon.com/yenihallerYeni Haller'in bir de Buy Me A Coffee hesabı var artık. Buradan destek olmak çoook daha kolay. Patreon'da sorun yaşayanlar için açtım efendim. Buyurun:https://www.buymeacoffee.com/yenihallerBölümde bahsi geçen Yeni Haller'in T24 Youtube kanalındaki özel içeriklerine şuradan ulaşabilirsiniz:T24 Youtube Yeni Haller ListesiBana ulaşmak için:https://www.instagram.com/eray_ozerhttps://twitter.com/ErayOzeryenihallerpodcast@gmail.com
Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) bu konuyu şöyle açıklamıştır: “Her şeyin iyi ve kötü olmak üzere iki yönü vardır. Kullanma yerine göre aynı şey iyi ve kötü olabilir. Nefretin yansıması olarak Allâhü Teâlâ öfkeyi yaratmıştır. Dolayısıyla onun işlevi kılıca benzemektedir. Kılıç, mümin veya kâfir, kime karşı kullanılırsa kullanılsın, kendi işlevini yerine getirir. Ancak mümine karşı kılıç çekmek günâh iken kâfire karşı kullanmak sevaptır.” Kısacası, öfkenin varlığı kötü değildir. Kullanan kişinin yanlış yerde kullanması kötüdür. Öfkemizi Allâh (c.c.)'un düşmanına karşı kullanmaya gayret göstermemiz gerekir. İmam Gazâlî (r.âleyh), öfkenin; din, şeriat ve akılla terbiye edilmesi gerektiğini söyler. Meşru yerlerde öfkelenmek, bunun dışında ise öfkeyi bastırmak gerekir.Şemsü'l-hak el-Afgânî (r.âleyh) şöyle der: “İslam dini; imân, can, mal, vatan ve namus uğruna öfkelenmeyi meşru kâbul etmektedir. Hatta bunlar uğruna öfkelenmemek insaniyete de aykırıdır. Düşmanın; dinimize, namusumuza, vatan ve topraklarımıza el uzattığı zamanlarda öfkelenmemek insanlık dışı bir tutumdur. Son dönemde dinî hükümlere karşı dil uzatanların sayıları artmaya başladı. Böyle durumlarda her bir müminin öfkelenmesi gerekir. İmkânı varsa eliyle bunu engellemek, yoksa diliyle buna karşı çıkmak müslümanın görevidir. Buna da güç yetmiyorsa en azından bu eylemlerden nefret etmesi gerekir. Bu sıralama hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Buna göre dinî hükümlerin alaya alındığı meclisleri hemen terk edip buna karşı olduğunu belirtmek gerekir.Öfkelenmenin meşru olduğu bir diğer alan ise insanın kendi nefsidir.” Hacı İmdâdullah Muhâcir-i Mekkî (r.âleyh) şöyle derdi: “Allâh (c.c.)'un düşmanı olan kâfirlere karşı öfkelenme fırsatı eline geçmiyorsa, öfkeni kendi nefsine karşı kullan. Çünkü nefis en büyük düşmanındır.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.89)
This is a free preview of a paid episode. To hear more, visit tersaci.substack.comEvlilik ve değişen kadın erkek ilişkileri üzerine Eleni ve Salpi ile birlikte yaptığımız sohbet. [Sohbetin tamamına tersaci.substack.com üzerinden ulaşabilirsiniz.]SORU: Evlilik yaşının yükselmesi—sadece Türkiye'ye değil, bütün dünyada böyle— boşanma oranlarının artması buna bağlı olarak da çocuk sayıları azalıyor. Dolayısıyla yani daha geç evlenen, daha sık boşanan ve daha az evlenen toplumlarda çocuk yapma oranının düşmesi çok sürpriz değil. Ne oldu da evlilik oranları düşüyor, kadınlar beğenmez oluyor ve eligible/uygun erkek sayısı azalıyor?“Çekirdek aile—işte bir karı koca ve çocuk—resmi aslında biraz daha bir balondu ve söndü.”“Ben her şeyi var oturuşçu bir yerden sorguladığım için çok fazla tabii motivasyonu olabilir. Çocuk yapmaya dair insanların motivasyonları neler bunları sormak gerekir. Evliliğin devamı var, çevremde gözlenmediğim kadarıyla. Aslında o motivasyonlara girmemiz lazım.”“Tek eşlilik bizim oluşturduğumuz bir sosyal konstrakt (yapı). Sonradan oluşturulmuş bu yapı aslında dengeli bir yapı değil bir kartel anlaşmasına benzer. Yani toplumsal olarak veya sosyal olarak bu kodun bu anlaşmanın devam etmesini istiyorsun ama bireysel olarak da cheat etmek (aldatmak) istiyorsun. Bireysel olarak da ben bu anlaşmaya uymayayım ama toplum uysun. Yani ben aldatayım ama diğerleri aldatmasın.”“Kadınlar yani hani şimdi bu %99'un seçilip %1'in harem kurduğu mesele dün başlayan bir mesele değil. Yani bu evrimin başlangıçtan başlangıçtan itibaren var. Erkekler o dönemlerde nasıl hayatta kalıp seçilip bu zamana kadar geldilerse bu zamandan sonra da o şekilde devam edecek süreç. Yani bu yeni oluşan bir şey değil ama daha görünür oldu belki.”“Çerçeveye oturtulan ve hedef gösterilen ve insanların bunlar da cinsel özgürlüğe ulaşmış dövmeli kız prototipi yaratıp ona saldırması da yine çok yanlış anlaşılan bir şey.”Keyifli dinlemeler.[Kayıt tarihi: 26 Mayıs 2025]Güncellemelerden haberdar olmak ve daha fazlası (bölüm notları, soru ve yorumlarınız) için: tersaci.substack.com Twitter: @trscbrs
1991'deki I. Birinci Körfez Savaşı'yla İslam dünyasında yeni bir dönem başladı. Sovyet dönemi sona erdiğinde İngiltere-ABD hâkimiyetindeki Batı bloğu Almanya ve Fransa'nın desteği ile İslam coğrafyasında büyük bir işgal dönemini başlatmıştı. Yeni işgale sadece iki hafta kala entelektüel hayatımıza yön veren kişiler ne yazık ki hâlâ ABD öncülüğündeki işgal kuvvetlerinin Irak'a saldırmayacağını savunuyorlardı. Bir sahne kurulmuştu ve oyun oynanıyordu. Onlara göre bu savaş emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun düşmüyordu. Yeni bir savaşa gerek yoktu, emperyalist ülkeler ölümü göstererek bizi sıtmaya razı etmek istiyorlardı. Sovyetlerin dağılmasından sonra kaynakların paylaşımı için yeni bir düzenleme yapılması gerekiyordu. Yeni sömürgecilik kavramı etrafında oluşan fikirler de kaynak paylaşımının yeniden düzenlenmesini öngörüyordu. Bu fikirleri benimseyenlere göre yeni düzenlemenin yapılabilmesi için savaşa lüzum yoktu. Emperyalistler zaten istediklerini alacaklardı. Dolayısıyla ortada bir tiyatro vardı.
Dünyanın yaşadığı son pandemi olan COVID-19 pandemisinin resmî ilanının üzerinden beş yıldan fazla zaman geçti. Bu tür kriz dönemleri, sistemin bağrında taşıdığı çelişkileri tüm çıplaklığıyla görmemize olanak sağlar. COVID-19 pandemisi de sağlık sisteminin çelişkilerini görünür kıldı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), pandemi döneminde zengin ülkelerin aldıkları yüz kızartıcı tutumların olası yeni bir pandemi durumunda tekrar yaşanmaması için yaklaşık dört yıldır bir Pandemi Anlaşması üzerinde çalışıyordu. Geçtiğimiz günlerde DSÖ, Pandemi Anlaşması taslağının üye ülkelerce kabul edildiğini müjde olarak duyurdu. Oysa zengin ülkelerin tutumunda bir değişiklik yok, hâlâ ellerindeki olanakları kârlarını sürdürmek için dünyayla paylaşmak istemiyorlar.COVID-19'a karşı herhangi bir etkili ilacın olmadığı, vakaları tespit etmek için yaygın testin yapılmadığı, izolasyon ve karantina tedbirlerinin alınmadığı, hastane servis ve yoğun bakım yataklarının yetmediği bir anda aşı, çok kritik bir yerde duruyordu. Ancak aşı üretimi, aynı ilaç üretimi gibi ne yazık ki dev ilaç şirketlerinin tekelindeydi ve fikrî mülkiyete (patente) tabiydi. DSÖ, Mayıs 2020'de ilaç şirketlerine aşının daha erken sürede bulunabilmesi ve yaygın şekilde üretilebilmesi için COVID-19 virüsü hakkında elde ettikleri bilgileri tüm dünyanın kullanımına açma çağrısı yapmış ancak tek bir ilaç şirketi bile bilgi paylaşmamıştı. Ayrıca COVID-19 aşıları üzerindeki patentin kaldırılması girişimleri de sonuçsuz kalmıştı.Aşılar daha bulunmadan önce zengin ülkeler nüfuslarından katbekat fazla aşıyı sipariş etmiş, aşı bulunduktan sonra da aşı milliyetçiliği yaparak aşıları depolamıştı. İlaç şirketleri aşı almak isteyen ülkelerden fahiş fiyatlar talep etti. Böylece yoksul ülkeler çok geç bir zamanda aşıya ulaşabildi. Resmî rakamlara göre dünya çapında toplam 7 milyondan fazla insan COVID-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Bunların yaklaşık 5 milyonu, ölümden korumada yüksek başarıya sahip aşılar uygulanmaya başladıktan sonraki dönemde gerçekleşti. Ne yazık ki milyonlarca insanı, aşı ile önlenebilir bir hastalıktan kaybetmiş olduk.Mevcut Pandemi Anlaşması taslağı üzerinde uzlaşılamayan maddeler, COVID-19 pandemisinde uzlaşılamayan kritik başlıklarla aynı içerikte. Zengin ülkeler, olası bir pandemi durumunda hastalık kaynağına ve ilaç/aşı geliştirme teknolojisine dair bilgileri dünya ile paylaşmak, DSÖ'ye üye ülkelere yaptırım uygulamasına olanak tanıyacak yetkiler vermek, yoksul ülkelerin ihtiyacı olan ilaçları ve aşıları tedarik etmek ve oluşturulacak pandemi fonuna katkı sunmak istemiyorlar. Peki, bunları neden istemiyorlar? Çünkü kârlarından olmak istemiyorlar. Dünyanın sağlığını ve insanların ölmesini umursamıyorlar.COVID-19 pandemisinde dünya çapında sermaye sınıfının tutumu insan sağlığını korumak yönünde değil, kârlarını korumak yönünde olmuştu. Üretimi, pandeminin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmemekte ısrar ettiler. Özel hastaneler tamamen ücretsiz sunmaları gereken hizmetlerden fahiş ücretler talep etti. Sermaye dostu hükümetler de virüsün yayılmasını engelleyecek halk sağlığı tedbirlerini ciddiyetle uygulamadı ve sürdürmedi. İşçileri, emekçileri hiçbir önlem almadan çalışmaya yolladılar.Pandemiye karşı hazır olmayı, sağlık alanında alınacak tedbirlerle sınırlı görmek yanlış bir tespit olur. Çünkü pandemiyle mücadelede halk sağlığı tedbirlerinin uygulanmamasının esas nedeni, amacı yalnızca kâr etmek olan kapitalist üretim ilişkileridir. Üretimi, kâr için değil, insanlığın ihtiyaçları için yapmak gerekiyor. Dolayısıyla bunu gerçekleştirmek için işçi sınıfı ve onun müttefikleri mevzilerini bugünden güçlendirmeye başlamalıdır. Özelleşen sağlık sistemini kamulaştırmayı, üretimden gelen gücümüzü kullanarak üretimi dönüştürmek için işyerlerimizde sınıf mücadeleci sendikalarda örgütlenmeyi önümüze bir hedef olarak koymalıyız. Ancak böyle bir hedefle yürüteceğimiz mücadeleyle bir sonraki pandemiye hazır girmemiz mümkün olacaktır.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, ünlü tarihçimiz Ahmet Cevdet Paşa hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: Cevdet Paşa, medrese tahsilini Fatih Camii'nde tamamladı. Aynı zamanda Çarşamba'da irşadla meşgul olan Kuşadalı İbrahim Efendi'nin yanına gidiyor ve tarikatinden hissedar olmak istiyordu. Dolayısıyla Kuşadalı'nın meclisine yıllarca devam etti, fakat hiçbir feyze ve fütuhata nail olamazdı. Bir gün Kuşadalı İbrahim Efendi hazretlerine şöyle dedi
İşsizlik şu anda Türkiye'nin en büyük sorunu olarak öne çıkıyor. Bunu anlamak için herhangi bir istatistik veri yayınlanmasına gerek yok. Sağınıza solunuza bakmanız yeterli. Her yerde işçi çıkarmalar var. İşten çıkarılanlar çok zor iş buluyor. Çalışanlar her an işten çıkarılma tehdidi altında mesai yapıyor. Ancak işsizlikle ilgili olarak TÜİK sadece resmi ya da dar tanımlı olarak ifade ettiğimiz işsizlik oranını açıklamıyor. Aynı zamanda toplumdaki işsizlik olgusuna dair çok daha gerçekçi bir veri sunan geniş tanımlı işsizlik (Atıl işgücü) oranlarını da düzenli olarak açıklıyor.Örneğin en son 30 Mayıs'ta yayınlanan TÜİK bülteninde dar tanımlı (resmi) işsizlik oranı yüzde 8,6 gibi görece düşük bir seviyede iken aynı bültende geniş tanımlı işsizliğin yüzde 32,2 gibi rekor bir boyuta ulaşmış olduğu görülüyor. Bu öyle bir rakam ki pandemi döneminde dahi geniş tanımlı işsizlik en fazla yüzde 29'u görmüştü. Demek ki TÜİK işsizliğin boyutunu gizlemiyor. Ama karşımızda duran gerçekliği anlamak için bu rakamları yorumlamak gerekiyor. Resmi işsizlik oranındaki işsiz: “Son dört hafta içerisinde aktif olarak iş arayan, iş bulduğu takdirde 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olup işsiz olanlar”dır. İşsizlerle istihdamda olanların toplamı da işgücünü oluşturur. Bu tanım dardır çünkü potansiyel işgücünü (iş bulma ümidi olmayanlar, işbaşı yapabilecek olup iş aramayanlar, iş arayıp iki hafta içinde işbaşı yapamayacak olanlar); ev kadınlarını, öğrencileri, emeklileri, yaşlıları, hastalık, engelli olmak ve diğer sebeplerle çalışmayıp iş de aramayanları kapsamaz. Dar tanımlı işsizlik önemlidir. Çünkü işsizlerin işgücü piyasasının içinde en aktif olan yedek sanayi ordusunun merkezindeki grubu bize verir. Ancak bizim günlük hayatta işsiz olarak bahsettiğimiz yedek sanayi ordusu bu kesimle sınırlı değil. Geniş tanımlı işsizlik, potansiyel işgücünü ve zamana bağlı eksik istihdamı (geçici, düzensiz, yarı-zamanlı işlerde çalışıp ek ya da yeni iş arayanlar) da işsizlik tanımının içine katar. Bunlar yedek sanayi ordusunun ikinci çeperidir. Bir sonraki çeperde herhangi bir şekilde gelir getirici bir işte çalışma gündemi olmayan ev kadınları, emekliler, öğrenciler, yaşlılar, engelliler vb. vardır. İşsizler içinden ümidini yitirenler dört hafta boyunca aktif şekilde iş aramadı mı işgücünden çıkar potansiyel işgücüne geçer. Yani merkezden ikinci çepere geçer. Aynı şekilde geçim sıkıntısı dolayısıyla iş aramaya başlayan ev kadını, emekli, öğrenci, engelli vb. artık potansiyel işgücünde sayılmaya başlar. Dolayısıyla resmi işsizlik azalırken geniş tanımlı işsizlik arttığında ve makas açıldığında ilk akla gelen iş bulma ümidinin azalmasıyla birlikte işgücünden çıkanların olmuş olmasıdır. Gerçekten de TÜİK rakamlarından son bir yıl içinde yaklaşık 1 milyon kişinin iş bulma umudunu yitirerek ikinci çepere geçtiğini ve artık resmen işsiz sayılmadığını görüyoruz. Aynı şekilde en dış çeperden potansiyel işgücüne katılımlar olduğunu da görmekteyiz. Yani geçim sıkıntısı dolayısıyla daha önce iş aramayan ev kadınları, emekliler, öğrenciler, engelliler vb. artık “bir iş olsa çalışırım” demeye başlıyorlar. Böylece TÜİK'in rakamlarından sadece işsizliğin ulaştığı devasa boyutları değil aynı zamanda hayat pahalılığının işgücü piyasasına nasıl yansıdığını da görüyoruz. Bu şekilde analiz ettiğimizde resmi işsizlik oranının yüzde 8,6 olmasına bakarak, işsizliğin düşük olmadığı tam tersine kronikleştiği sonucuna varıyoruz. Bu, İngiliz Mehmet'in Orta Vadeli Programı'nın işçi sınıfına çıkardığı faturadır. İşsizliğin işçi sınıfının en yakıcı gündemi haline geldiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu gündemi ülkenin ve siyasetin de merkezine yerleştirmek zorundayız. Pandemi döneminde işten çıkarma yasağı gelmişti. Göstermelikti, uygulanmadı ama olsun demek ki işçi çıkarma yasaklanabiliyormuş! Bunu hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır. İşsizlik pandemiyi de geçti, iş işten geçmeden işten çıkarmaların yasaklanması için mücadele yükseltilmeli!
Bu kez ben okurum'da tutkulu bir aşk romanı var. 19. Yüzyılda Kuzey İngiltere'de, dört yetenekli kardeşten biri olan Emily Bronte tarafından yazılmış Uğultulu Tepeler, kendi kadar unutulmaz karakterleri Heathcliff ve Catherine ile de ünlü. Deniz Yüce Başarır'ın bu bölümdeki konuğu yayıncı, tiyatrocu Ilgın Sönmez de kitabı ‘beni ben yapan roman' olarak tanımlayan coşkulu biri. Dolayısıyla, ben okurum severleri yine dolu dolu, eğlenceli bir sohbet bekliyor. Tabii kitaptan çarpıcı alıntılarla birlikte…
Dezenflasyon süreci, enflasyon oranının düşme eğilimine girdiği ancak hala pozitif seviyelerde olduğu durumu ifade eder. Dolayısıyla, yüksek fiyat artışlarının yaşandığı ortamdan daha istikrarlı bir ekonomik ortama geçişi ifade eder. Dezenflasyonun sürecinin ekonomi üzerinde olumlu ve olumsuz etkileri vardır.
Dünyada ezilmiş, hakkı yenmiş pek çok halk vardır. Bizim de yaşadığımız Batı Asya (Ortadoğu) coğrafyasında yaşayan Filistin halkı da bu halklardan biridir. Filistin halkı, dünyanın en büyük baş belası olan ABD destekli işgalci İsrail tarafından yüzyılı aşkındır sömürgecilik, ırk ayrımcılığı, yerinden edilme ve işgal politikalarına karşı direnmekte ve mücadele etmektedir. Filistin halkının emperyalizme ve Siyonizme karşı verdiği bu kahramanca mücadele dünyada simge haline gelmiş, ezilen halklara ilham kaynağı olmuştur.Ekim 2023'ten sonra işgalci İsrail, aynı öncesinde olduğu gibi Filistin halkının teslim olması, haklarından vazgeçmesi ve yurdundan göç etmesi için onun tüm yaşam koşullarını yok etme saikiyle hareket etmiş ve soykırım uygulamıştır. Hâlâ da bu uygulamalarına tüm şiddetiyle devam etmektedir.İşgalci İsrail, soykırımın başladığı Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de en az 36 hastaneyi bombalamış ve kullanılamaz hale getirmiştir. Ayrıca işgalci İsrail devleti, binden fazla sağlık çalışanını doğrudan hedef alarak infaz etmiş veya işkence altında öldürmüştür. Kayıt altına alınan öldürdüğü Filistinli sayısı en az elli bini, yaralı sayısı ise yüz on bir bini aşmıştır. Bombardımanın yoğun şekilde devam ettiği, ağır kuşatmanın sürdüğü koşullarda, doğrudan hedef alınmalarına rağmen Filistinli doktorlar ve sağlık emekçileri var güçleriyle yaraları iyileştirme mücadelesi vererek insanlığın yüz akı olmuşlardır.İstanbul Tabip Odası, geçmişten beridir Filistin halkının tarihsel haklı ve meşru mücadelesini desteklemeyi, maruz kaldığı baskılara ve zulme karşı durmayı her zaman enternasyonal bir görev bilmiştir. Bu anlamda her yıl İstanbul Tabip Odası olarak farklı kurumlardan jüri üyelerinin katılımıyla belirlediğimiz, ismini 23 Mayıs 1980 yılında TTB Merkez Konseyi üyeliği yaparken emek ve demokrasi düşmanlarınca katledilen Dişhekimi Sevinç Özgüner'den alan İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi ödülüne, bu yıl, direnişleriyle ve mücadeleleriyle simgeleşen Filistinli Dr. Hussâm Ebu Safiyye nezdinde tüm Filistinli sağlık emekçilerini layık gördük. 23 Mayıs'ta yapacağımız törenle gıyaben ödüllerini vereceğiz.Ayrıca tarihsel ve insani yaşam hakları için meşru mücadele veren Filistin halkının yaşadığı her yerde dayanışmayı örmek, Filistin meselesinin yalnızca savaşta değil “barışta” da gündemde tutulmasını sağlamak, Filistinli doktorlar ve sağlık emekçilerine destek olmak, mümkün olduğu ölçüde ulusal ve uluslararası sağlık örgütleriyle beraber dayanışmayı örgütlemek ve Türkiye devletinin İsrail'e tam ambargo uygulamasını sağlamak ve bunu dünya çapında örgütlemesi yönünde baskı oluşturmak üzere İstanbul Tabip Odası bünyesinde Filistin'le Dayanışma Çalışma Grubu'nu kurduk ve çalışmaya başladık.Son yapılan ateşkesin İsrail tarafından bozulduğu günden beri Gazze, belki de tarihinin en ağır ablukasını yaşıyor. Sınır kapılarından hiçbir geçişe İsrail tarafından izin verilmiyor. En temel insani ihtiyaçlar dahi karşılanamaz durumda. Hastalara iyileşmesi için verilen serum sıvıları su kıtlığı nedeniyle içme suyu için kullanılmak zorunda kalıyor. Salgın hastalıklar hortlamış durumda. Dünyanın gözü önünde bir insanlık dramı yaşanıyor.İstanbul Tabip Odası ezilenin, haklının, güçsüzün yanında saf tutar; tarafsız değildir. Dolayısıyla Filistinlilerin yaşadığı bu insanlık dramına sessiz kalamazdı. İşgalci ve soykırımcı İsrail'in karşısında Filistin halkının haklı ve meşru mücadelesini desteklemek, özgürlüğünü savunmak insani ve enternasyonalist bir görev olmasının yanında, tıbbın ve hekimlik değerlerinin de bir gereğidir. Filistin halkının özgürleşmesi, bölgedeki ve dünyadaki her türden ezilenlerin; işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların, kadınların da özgürleşmesi yolunda büyük bir adım olacaktır.Yaşasın halkların kardeşliği!Nehirden denize özgür Filistin!
Bu aralar Diyanet İşleri Başkanlığı'nın cuma hutbeleri gerçekten gündemin tam ortasından ve dişe dokunur cümlelerle, önerilerle devam ediyor yoluna. Dolayısıyla önce bir tebrik Diyanet'e.
“Ey ademoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için ama israf etmeyin. Çünkü O; israf edenleri sevmez.” (A'raf 31)“De ki: Allah´ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” A'raf 32"Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." (İsra 27)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cahiliyye Arap kabileleri, Kabe'yi çırılçıplak olarak tavaf ederlerdi. Bunu, erkekleri gündüz, kadınları da geceleyin yaparlardı. Minâ'da mescide, ibadet ettikleri yere geldiklerinde, elbiselerini tamamen çıkararak, o yere çırılçıplak girer ve "Biz, içinde (giyinik iken) günah işlediğimiz elbiselerle tavaf (ibadet) etmeyiz" derlerdi. Bazıları da şöyle derlerdi: "Biz bunu, uğur sayarak yapıyoruz. Elbiselerimizi soyup attığımız gibi, günahlarımızdan da soyunup kurtulmuş oluyoruz." Onlar elbiseleri ile ibadet ediyor, yaşayacak kadar yiyor, et ve iç yağı yemiyorlardı. Bundan dolayı, müslümanlar, "Ya Resûlallah, bizim böyle yapmamız daha münasiptir" deyince, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu, "Elbiselerinizi giyiniz, et ve iç yağı yiyiniz, (içilecek şeyleri) içiniz, ama israf etmeyiniz" demektir.Ayetteki "Zînetinizi alın"sözü, bir emirdir. Emrin zahiri vücûb (farziyyet) ifade eder. Dolayısiyle bu, her namaz kılındığında setr-i avretin vacib olduğunu gösterir.Bu, Ebu Bekr el-Esam'ın görüşüdür. Buna göre ayette bahsedilen israftan murad, cahiliyye Araplarının "bahire" ve "sâibe" gibi hayvanları haram saymalarıdır. Çünkü onlar o hayvanları, mülkiyetlerinden çıkarıyor ve onlardan istifade etmiyorlardı. Yine onlar hacc yaparlarken, Allah'ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri haram sayıyorlardı. İşte bu da israftır.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bu cümle, tehdidin doruk noktasını ifade eder. Zira, Allah'ın sevmediği herkes, sevabtan mahrum olarak kalır. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona mükâfatını ve sevabını ulaştırarak vermesi demektir. O halde, bu sevginin olmaması, sevabın ve mükâfatın olmaması demektir. Her ne zaman sevab bulunmazsa, orada ceza söz konusu demektir.Bu, bütün zînet çeşitlerini içine alan bir kelimedir. Böylece, ayette bahsedilen zînetin hükmüne, her türlü süsleme çeşitleri, bedeni her türlü şeyden temizleme, binecek şeyler ve her türlü takı çeşitleri dahil olur. Çünkü, bütün bunların hepsi bir zînettir. Eğer erkeklere, altın ve ipeğin haram olduğu hususunda bir nass (hadis) bulunmasaydı, bunlar da bu umûmî ifadenin hükmüne dahil olurlardı.Yine, ayette bahsedilen "temiz ve hoş rızıklar..." ifadesinin kapsamına, her türlü yiyecek ve içeceklerden leziz ve iştah çekici olanları girdiği gibi, aynı şekilde bunun hükmüne kadınlar ve güzel kokulardan faydalanmak da dahildir. Osman İbn Maz'ûn'dan rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Nefsimin bana telkini, kendimi hadım etmeme karar verme hususunda bana üstün geldi..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Yavaş ol, ey Osman! Benim ümmetimin hadımlığı, oruçtur" buyurdu. Bunun üzerine Osman, "Nefsim bana, ruhban olmamı telkin ediyor" dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber, "Benim ümmetimin ruhbanlığı, namaz vaktini beklemek için, mescidlerde beklemektir" buyurdu. O, "Nefsim bana, yeryüzünde seyahat etmemi telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber "Benim ümmetimin seyahati, savaşmak, hacc ve umre yapmaktır"; O, "Nefsim bana, malik olduğum bütün şeyi elden çıkarmamı telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber, "(Bu hususta) evla olan, senin, kendin ve çoluk çocuğuna harcaman, yetim ve yoksula acıman ve onlara bundan daha iyisini vermendir." O, "Nefsim bana, eşimle cima etmememi telkin ediyor" deyince,
Birbirine yakın aynı isimli iki köy varsa birine “yukarı filanca” derler. Diğerinin ismi de kendiliğinden belirlenmiş olur. Kırşehir'in Çiçekdağı ilçesindeki Hacıahmetli Köyü ahalisi işi biraz abartmış. Üç yere birden yerleşmişler. Dolayısıyla “Yukarı, Aşağı” demek yetmemiş, ister istemez bir de Ortahacıahmetli doğmuş.
#HerkeseSanat Sanat Tarihi Uzmanı, Sakıp Sabancı Müzesi Eğitim, Öğrenme Programları ve Etkinlikler Sorumlusu Fatma Coşkuner çocuk ve sanat ilişkisini anlatıyor. ... "Çocuk, sanatla daha dürüst, daha içten ve daha özgür bir ilişki kuruyor. Çünkü kalıplarla sınırlamıyor bakışını. Açıklık ve sezgisellikle hareket ediyor. Çünkü içinde hesap yok, yargı yok, ölçü yok. Sadece saf bir ifade arzusu var. Çocuklar sadece hissediyorlar ve bu his, sanatın özüne en yakın noktayı bulmalarını sağlıyor. Dolayısıyla sanat, çocuğu daha bilinçli, özgür, yaratıcı ve farkında olacağı bir yolculuğa çıkarıyor." ... Peki çocuk ve sanat nasıl tanıştırmalı, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Fatma Coşkuner bu soruları yanıtlarken, birlikte yapılabilecek etkinlikleri de anlattı. Son olarak doktora konusu olan ve çocuklarla da çalıştığı Aivazovsky'nin "Dokuzuncu Dalga" ve "Fırtına" adlı tablolarını anlattı. Çocuklar bu tablolara bakınca ne görüyor, yorumları ne oluyor, bu tablolardan hangi hikayeleri çıkardılar?Programda Coşkuner'in 23 Nisan nedeniyle etkinlik önerileri de var. NEDEN FATMA COŞKUNER? Fatma Coşkuner, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde lisans ve yüksek lisans eğitimi gördü. European University at St. Petersburg'da ikinci yüksek lisans derecesini, 2021 yılında Koç Üniversitesi'nde “On the Threshold of the Black Sea: Intersecting Identity and Discourses of Empire in the Paintings of Ivan Konstantinovich Aivazovsky” adlı tezi ile doktora derecesini aldı. Yüksek lisans çalışmalarında Kırım Savaşı üzerinden Osmanlı-Rus ilişkilerine odaklanan Coşkuner, doktora sürecinde Ermeni-Rus ressam Ivan K. Aivazovsky üzerinden imparatorluk, kimlik ve coğrafya/mekân algısının sanatla olan ilişkisi üzerine çalışmalarını sürdürdü. Doktora eğitimi süresince Moskova, St. Petersburg, Paris, Londra, Feodosia, Erivan şehirlerinde konu üzerine birincil kaynak ve arşiv çalışmalarına devam etti. Stajını Varşova Milli Müzesi'nde Doğu Sanatları Bölümü'nde tamamladı. Koç Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi de dahil olmak üzere Türkiye'nin çeşitli üniversitelerinde sanat tarihi ve mimarlık tarihi üzerine dersler verdi. Ulusal ve uluslararası çok sayıda kongre ve konferansa katıldı. Yine ulusal ve uluslararası alanda olmak üzere yayınlanmış makaleleri ve kazandığı ödülleri bulunmaktadır. Halen Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nde Eğitim, Öğrenme Programları ve Etkinlikler Sorumlusu olarak görev yapıyor. Akademik ve profesyonel deneyimini kullanarak sanat, tarih ve müzecilik alanlarını birbirine bağlayan etkili projeler geliştirmeye devam ediyor. NEDEN HERKESE SANAT? Uzak durduğumuz sanat dallarının seyircisi olmayı öğreniyoruz. Nacide Berber uzmanlara soruyor, Cengiz Saral yayına hazırlıyor. Herkese Sanat cumartesi saat 12.30'da. tekrarı pazar 18.30'da NTVRadyo'da. Programın ses kayıtlarını, radyoda yayınlandıktan sonra, kaçıranlar ve tekrar dinlemek isteyenler için ntvradyo.com.tr adresindeki arşivinde ve podcast platformlarında bulabilirsiniz. İstediğiniz zaman istediğiniz yerde dinlemeniz için. #ntvradyo #herkesesanat #Aivazovky #çocukvesanat #resim #dokuzuncudalga #fatmacoşkuner
Bunu tekrar konuşmak istediğimden emin değilim aslında ama bir kez daha mecburen söyleyeyim. Küresel kültürün dayattığı hayvan sevgisinin sadece iki tarafı vardır. Bir tarafı hastalık, diğer tarafı ise ekonomik değişim. Dolayısıyla “hayvan sevgisi” ile “küresel kültürün dayattığı uydurulmuş duyarlılıklar üzerinden dolaşımda olan hayvan sevgisi sapkınlığı” arasında geceyle gündüz kadar fark vardır.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve 100'den fazla kişinin gözaltına alınmasıyla başlayan süreç bir yargı süreci. Dolayısıyla ilk anda bir refleks olarak devreye girmesi gereken tutum hakkında soruşturma, kovuşturma, gözaltı veya yargılama işlemi yapılanların masumiyet karinesi haklarına saygı duymaktır. Doğrusu bu benim her zaman gözetmeye çalıştığım bir ilke. Türkiye'de yargı sürecinin medyayla birlikte yürütülmesinin ne kadar telafi edilmez büyük erken-infaz hatalarıyla beraber yürüdüğüne dair ibret alınacak yeterince örneğimiz var. Arkadaşımız Mehmet Metiner de haklı olarak işi bu yanından ele almış. Masumiyet karinesinin işletilmesi hiç kimsenin kendini mahkeme yerine koyarak peşinen hiç kimseyi suçlu ilan etmemesini gerektirir. Zira herkesin lekelenmeme hakkı azizdir. Ancak masumiyet karinesinin bir başka veçhesi de vardır ki, türlü iddialarla suçlanıp yargılanan birinin peşin peşin suçsuz ilan edilmemesini de gerektirir.
2025 yılını örgütlenme ve mücadele yılı ilan ederken yıla Polonez işçilerinin tüm Türkiye'yi sarsan direnişiyle girmiştik. Perfetti'de direniş yıllar sürmesi muhtemel yetki davası bitmeden toplu sözleşme masasının kurulmasını sağlamış, metal sektöründe MESS'in, arkasına grev yasaklarını alarak yaptığı işten atma saldırısı metal işçilerinin ve Birleşik Metal-İş'in iradesiyle püskürtülmüştü. İşçi sınıfı namına çok güçlü girdiğimiz bu yılda Grid Solutions, Green Transfo ve Chinatool gibi grevlerde örnek başarılara imza atıldı. Tekgıda-İş'le birlikte mücadelenin içinde yer aldığımız Polonez ve Perfetti'de ise tökezledik hatta ciddi bir darbe yedik. Tökezlemekten kastımızı açacağız. Mücadelede her zaman zaferler olmayacak. Zaferlerden güç almak kadar başarısızlıklardan ve yenilen darbelerden ders çıkarmak da çok önemli.Sınıf mücadelesinde başarının ve başarısızlığın kriterlerini doğru tespit etmek gerekli. Sözleşmelerde saat ücretlerine yapılan zam oranlarından, sosyal haklara, yürürlük süresinden işyerindeki çalışma rejiminin çeşitli boyutlarına kadar birçok madde söz konusudur. Bunlarda elde edilen kazanımlar şu ya da bu ölçüde işçileri tatmin edebilir. Bazen işçileri tatmin eden seviyeler aslında işçinin alabileceğinin çok altındadır. Bazen de tam tersi söz konusu olur. İşçi ile patron arasındaki güç dengesi içinde kopartabildiklerimiz mevcut geçim şartları içinde işçileri tatmin etmekten çok uzak kalabilir. Burada işçi her zaman haklıdır. Çünkü kapitalizm artı değer sömürüsüne dayanır. İşçiler en iyi durumda dahi emeğinin karşılığını (çalışarak ürettikleri ve patronların el koyduğu değer) değil, emek gücünün (ertesi gün emek gücünü yeniden patronun hizmetine sunması için gerekli mal ve hizmetlerin değeri) karşılığını alır. Yani bazen, hatta çoğu zaman en yüksek ücret alan işçiler pekâlâ en çok sömürülen işçiler olabilir. Sıklıkla yaşadığımız bir durum. Bir fabrikada işçilerin şikayet ettiği sözleşmenin belki de çok daha azına ulaşmak için başka fabrikalardaki işçiler kıyasıya bir mücadele içindedir.Dolayısıyla imzalanan toplu sözleşmeleri ya da direnişlerin sonucunda elde edilen maddi kazanımları tartıya koymak yanıltıcı olur. Sınıf mücadelesi açısından temel kriter şunlar olmalıdır: Mücadelenin sonucunda işçilerin birliği güçlenmiş midir? Gelecek mücadeleler için işçiye dayanak oluşturacak mevziler elde edilmiş midir? Öncü işçiler nitelik olarak gelişmiş midir ve nicelik olarak artmış mıdır? Mücadelenin o fabrikadaki işçilerin ve genel olarak işçi sınıfının sınıf bilinci üzerindeki etkisi ne olmuşturBu süreçte şiarımız “Sendikana üye ol, sahip çık, denetle”dir! Şunu da özellikle belirtmek gerekir: Sendika bürokrasisine rağmen sendikalara sahip çıkmak ve onları sınıfın mücadele örgütlerine dönüştürmek için gösterilen çabalar, patronlarla cephe cepheye verilen mücadele kadar önemlidir. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Sınıf bilinci, öncü işçilerin tüm bu mücadele cephelerinin bilgi, birikim ve deneyimi ile donanmasıyla gelişir.
Gök gürültüsünü göğün tesbihi olarak işitmek “Gök gürültüsü Allah'ı överek tesbih eder” (Ra'd 8/15). Biz insanlar için korku verici bir ses olan gök gürültüsü, Hikmetli Kitab'a göre bir nevi tesbihtir. Bu, insana öyle muazzam bir bakış açısı katar ki duyduğu en dehşetli seslerden birini bile, ondan korkmak ya da onu alelâde bir doğa olayı olarak algılamak yerine, Kâinatın Yaratıcısı'nı tesbih eden bir ses olarak anlamlandırmasını sağlar. İnsan için bu anlamlandırma o kadar kıymetlidir ki onu tabiat ile barışık kılar; tabiattaki her şeyin, kendisinin ve tüm evrenin Rabbi olan Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini kendi dilince terennüm ettiğine, O'na itaatini dile getirdiğine inanır. Evrendeki tüm varlıklar adeta bir koro hâlinde âlemlerin Rabbi'ni tesbih ve tenzih eder. Bunun tek istisnası, kendisine verilmiş özgür iradeyi yanlış kullanan insandır. Bu sebeple, o koroda tek detone olan varlık, âlemdeki bu vahdeti müşâhede edemeyen zavallı kâfir/nankör insanlardır. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in göstermek istediği yerden kâinata ve mahlûkata bakan bir insan, orada muazzam bir ahenk görür; aşk ve şevkle bu koroya katılıp aynı tonda Yüce Allah'ı tesbih etmek ister; kâfir/nankör insanlar gibi detone olmak istemez
Son zamanlarda Türkiye'de muhafazakâr kesimin ahlâkî üstünlüğü kaybettiği sözlerini daha sık duymaya başlamışsınızdır. Bu durum, başka pek çok şeyle de ilişkilendirilse de özellikle yirmi küsur yıldır devam edegelen Ak Parti iktidarının bir eseri olarak görül-mektedir. Buna göre muhafa-zakâr kesim, iktidara geldiğinde sahip olduğu ahlâkî üstünlüğü kötü iktidar tecrübesi nedeniyle kaybetmiş, ahlâkî üstünlük seküler cenaha geçmiş durumdadır. İktidara yönelik eleştiriler üst üste yığılınca bu tespit sanki doğruymuş gibi görünmektedir. Keşke öyle olsaydı! En azından ahlâken üstün olduğundan emin olacağımız bir kesimimiz olurdu. Bu türlü değerlendirmeler, esas itibariyle ahlâkî üstünlük hissinin gerekçelerini yeterince tahlil edememekten kaynaklanmaktadır. Tahlil yetersizliği, ilginç şekilde anlama zafiyetini, değişim ve dönüşüm sürecini fark etmek gururu olarak takdim etmektedir. Dolayısıyla mesele üzerine düşündüğünü sananlar ya kör bir tarafgirlikle meseleyi ele almakta yahut böyle ele alanların haddinden fazla tesirinde kalmaktadır.
Yılın ikinci Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısının sonucunu Perşembe günü öğrendik. Daha önce de sizlere ilettiğim üzere Merkez Bankası bu yıl 12 yerine 8 PPK toplantısı gerçekleştirecek. Dolayısıyla bu yıldan itibaren her toplantı çok daha önemli hale geldi. Bununla birlikte yıllık enflasyondaki belirgin gerileme ve aylık enflasyonun ana eğilimindeki trendin düşmeye devam etmesi de Merkez Bankası'nın elini rahatlatıyor.
Mushaf-ı Şerif, Fâtiha Suresi ile başlar. Yedi kısa cümleden oluşan bu mübarek sure; uluhiyet, nübüvvet ve ahiret konularını içermesi itibarıyla Kur'ân'ın bir nevi özetidir. Önce Hak Teâlâ'nın en kuşatıcı sıfatları zikredilir; ardından kulun niyazı gelir. O'nun şu üç sıfatı hatırlatılır: Rabbu'l-âlemîn, er-Rahman er-Rahîm ve Mâliki yevmi'd-dîn. Birincisi, O'nun tüm evreni yaratan, yaşatan; tür farkı olmaksızın tüm canlıların; inanç, ırk ve renk ayırımı gözetmeden cümle mahlûkatın terbiye edicisi olan, -tabiri caizse- bakımını yapan ve ihtiyaçlarını gideren bir varlık olduğu mesajı verilir. Bu sureyi okuyan insana şu hatırlatılır: Senin yönelmiş olduğun, niyaz ettiğin Allah, sadece senin ve senin inancına mensup olanların değil, tüm insanların Rabbi'dir. Dolayısıyla O'na yönelirken, sanki tüm mahlûkat adına O'nun huzurundaymış gibi hissetmelisin veya tüm mevcudatın aslında her an O'nun Rab'liğinin tasarrufu altında olduğunu düşünmelisin. İşte sen, böyle bir Rabb'in huzurundasın.
Hafızayı ve hatıraları beslemek gerekiyor. Lakin hatıraların muhafazasını sadece fotoğraflara, bizim için arşiv oluşturduğunu iddia eden dijital mecralara depolanan fotoğraflara devretmek ne kadar doğru? Zannedilenin aksine hafızayı ve hatırayı besleyen dijital kültür değil, sözlü ve yazılı kültürdür. Sözlü kültür nesiller boyu ailenin hikayesini, memleketin ahvalini bir kulaktan ötekine aktarır durur. Edebi metinler de adeta kokunun yerini tutar. Şaşırdınız mı? Şaşırmakta haklısınız. Ben dahi şaşırdım. Sait Faik Abasıyanık'ın Mahalle Kahvesi adlı öykü kitabında yer alan “Gramofon ve Yazı Makinesi” adlı öyküsünü okuyordum. Anlatıcı radyodan hazzetmediğini söylerken gramofon ve yazı makinesi için adeta methiye düzüyordu. Öykünün hafızamdan çekip getirdiği bir sahne ile bizim geçmişimizi taze tutan şeyin aynı zamanda “başkasının anlatısı” olduğunu fark ettim.
Dijital pazarlama ve e-ticaret dünyasındaki en güncel stratejileri ve yenilikleri paylaştığım podcast kanalımıza hoş geldiniz. Bugünkü bölümümüz, Ramazan ayında reklam kampanyalarının nasıl daha etkili hale getirilebileceği ve markaların bu kutsal ay boyunca satışlarını nasıl artırabileceği üzerine olacak. Ramazan, sadece dini bir dönem değil, aynı zamanda tüketicilerin alışveriş alışkanlıklarında büyük değişimler yaşadığı bir süreç. Özellikle online alışveriş, mobil kullanım ve dijital reklamlarda büyük bir artış görülüyor. Peki, bu fırsatlardan en iyi şekilde nasıl yararlanabilirsiniz? İşte detaylar! Ramazan Ayında Tüketici Davranışlarındaki Değişimler Ramazan ayında tüketici davranışlarında gözle görülür değişiklikler yaşanıyor. Özellikle yemek, giyim, hediyelik eşya, hijyen ve sağlık ürünlerinde artan bir talep söz konusu. Bunun yanında, dijital platformların kullanım oranları da hızla yükseliyor. * Mobil Kullanım Artıyor: Ramazan ayında insanların mobil cihazlarda geçirdiği süre %30 oranında artıyor. İftar sonrası saatlerde internet kullanımında büyük bir yükseliş gözlemleniyor. * İçerik Tüketimi Fırlıyor: YouTube, Instagram ve TikTok gibi platformlarda yemek tarifleri, ibadet içerikleri ve alışveriş önerileri en çok aranan konular arasında. * Gece Alışveriş Oranları Artıyor: İftardan sonra tüketiciler online alışverişe daha fazla yöneliyor. Özellikle saat 21:00 – 02:00 arasında e-ticaret sitelerinde yoğunluk yaşanıyor. * Hediyeleşme Eğilimi Güçleniyor: Ramazan ve Bayram dönemlerinde hediyeleşme oranı yükseliyor. Parfüm, kıyafet, aksesuar ve dekorasyon ürünleri daha fazla talep görüyor. Bu noktada, reklam kampanyalarınızı Ramazan'ın dinamiklerine uygun şekilde planlamak büyük bir avantaj sağlayacaktır. Ramazan İçin Özel Reklam Kampanyaları Nasıl Olmalı? 1. Tüketicinin Önceliklerini Anlayın ve Mesajınızı Uygun Hale Getirin Ramazan ayı, birçok insan için manevi ve toplumsal bir dönemi simgeliyor. Dolayısıyla reklamlarınıza samimi ve insani bir dokunuş eklemek önemli. Kampanyalarınızı dini ve kültürel hassasiyetleri göz önünde bulundurarak hazırlayın. İnsanlara sadece bir ürün satmaya değil, onların hayatına bir değer katmaya odaklanın. 2. Reklamları Günün Doğru Saatinde Yayınlayın Ramazan boyunca tüketici davranışlarında belirli saatlerde büyük değişimler oluyor. Sabah saatlerinde iş ve günlük ihtiyaçlarla ilgili içeriklere talep varken, iftar öncesinde yemek tarifleri ve alışveriş içerikleri popülerleşiyor. Gece saatlerinde ise alışveriş ve video içerik tüketimi zirve yapıyor. Bu yüzden reklamlarınızı doğru saat aralıklarına denk getirmek büyük önem taşıyor: * Sabah 06:00 – 10:00: Motivasyon, sağlık, iş odaklı içerikler * Öğle 12:00 – 15:00: Hafif eğlenceli ve bilgilendirici içerikler * İftar Öncesi 16:00 – 19:00: Yemek tarifleri, indirim duyuruları, yemek sipariş kampanyaları * İftar Sonrası 21:00 – 02:00: Online alışveriş, e-ticaret reklamları, özel indirimler 3. Mobil Optimizasyonu Unutmayın Ramazan ayında tüketicilerin büyük bir bölümü alışverişlerini mobil cihazlardan yapıyor. Mobil uyumluluk, site hızlandırma ve kullanıcı deneyimini geliştirme gibi faktörlere önem vermek dönüşümlerinizi ciddi oranda artıracaktır. 4. Video İçeriklerle Bağ Kurun Ramazan ayında YouTube ve Instagram gibi video içerik platformlarında büyük bir etkileşim artışı yaşanıyor. İnsanların ilgisini çekecek kısa ve etkili video içeriklerle marka bilinirliğinizi artırabilirsiniz. 5. Kampanyalarınızı Ramazan'a Özel Hale Getirin Özel indirimler, Ramazan'a uygun promosyonlar ve hediye kampanyaları yaparak markanızı öne çıkarabilirsiniz. İşte bazı örnek kampanya fikirleri: * İftar ve Sahur İndirimleri: Günün belirli saatlerinde özel kampanyalar yapabilirsiniz. * Bağış ve Yardım Kampanyaları: Satışlarınızın bir kısmını hayır kurumlarına bağışlamak marka imajınızı güçlendirebilir. * Ramazan'a Özel Paketler: Ürünlerinizi paket haline getirerek özel fiyatlarla sunabilirsiniz. Daha fazla detay ve yeni içerikler için beni IG'de takip edin @frktprk
Bir cihazı imal eden firma, en güzel şekilde nasıl çalıştırılabileceğini gösteren kılavuzunu da yanına koyar. Eğer cihaz arızalanırsa tamir ettirmek için yine aynı firmaya müracaat ederiz. Eğer firmaya ulaşabilmemiz mümkün olmuyorsa yanında bulunan kılavuzu açar ve oradan bilgi ediniriz. Eğer bizler de kendimizi Allâh (c.c.)'un yaratmış olduğu bir makine gibi düşünürsek bizim için en uygun olan yasaları yapacak olanın da “Kadir-i Mutlak” olan Cenâb-ı Hâkk olduğunu anlamış oluruz. Yaşadığımız toplumdaki sosyal hastalıkların da nasıl tedavi edileceğini Allâh (c.c.)'un bildirdiği metod ve programda buluruz. Çünkü beşeriyetin sıkıntı ve problemlerine çare olabilecek yegâne program odur. Eğer Allâh (c.c.)'un yasalarının yerine problemlerimizin çözümü için beşeri kanunlara yönelerek orada çare aramaya kalkışırsak elbette ki dünya ve ahirette bedbahtlardan oluruz. Zira bizler kesin bir şekilde biliyoruz ki onlar bizleri yaratmamıştır. Dolayısıyla onlar insan nefsinin derinliklerindeki sırları ve psikolojik yapıyı kavrayamazlar. Bunun içindir ki Allâh (c. c.)'un kanunlarından başka uygulanan bütün beşeri kanunlar ancak insanın mutsuzluğuna ve huzursuzluğuna sebep olmaktadır. Peki, neden böyle olmaktadır? Çünkü biz kâinattaki her şeyin bizlere hizmet ettiğini görünce zannediyoruz ki bizim bu evrende asli bir varlığımız vardır. Evrende var olan her şeyin bizim emrimize sunulduğunu görünce en büyük zatın O (c.c.) olduğunu unutuyor, O'nun bizlere ihsan etmiş olduğu ilmi kendimize nisbet ediyor ve Karun gibi böbürleniyoruz. Ayet-i kerime'de şöyle buyruluyor: “Karun ise: O (servet) bana kendimdeki ilim sayesinde verilmiştir, dedi.” (Kasas s. 78) (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri,s.25-26)
Bu işi de estetikçiler mi yapıyor bilmiyorum ama birçokları dilinin kemiğini aldırmış gibi konuşuyor bugünlerde. İyi bilmediği meselelerde sükutu seçen temkin ehli pek fazla kimse kalmadı. Bir meseleyi iyi bilmediğini bilen de azaldı iyice. Dolayısıyla araba yüküyle konuşulan ortamlarda incir çekirdekleri hiç olmadığı kadar boş kalıyor. Yüzlerce söz söyleme sırası alan var, eveleme gevelemeden, bin kere söylenmiş tekerlemeden, cehaleti açık eden gevezelikten başka söylenen pek bir şey yok. Sadra şifa bir şey çıkmayınca bu laf kalabalığı koca bir gürültüye dönüşüyor ve her yeri işgal ederek ömrümüzü tüketiyor.
Donald Trump, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlık koltuğuna oturduğu 20 Ocak günü pek çok kararnameye imza attı. Kararnamelerden biri ABD'nin, Dünya Sağlık Örgütü'nden (DSÖ) ayrılmasını öngörüyordu. Trump'ın DSÖ'den ayrılma kararı, DSÖ'yü finansal açıdan zayıflatacağı ve böylece küresel sağlık göstergelerini olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle pek çok örgüt ve yorumcu tarafından eleştirildi. Oysa ABD, sağlık alanında da dünya halklarına en büyük tehdit konumunda. Dolayısıyla Trump'ın bu hamlesini dünya halkları fırsata çevirmelidir.Sovyetler Birliği ve diğer işçi devletleri dağıldıktan sonra ABD, DSÖ'ye yön veren esas aktör haline gelmiştir. 2024-2025 bütçesinde ABD, yaklaşık 1 milyar dolar katkıyla en yakın rakibi ülke olan Almanya'yı üçe, sonraki ülke olan Çin'i ise beşe katlamaktadır. ABD'nin DSÖ içinde finansal liderliği ortadadır. Ama mesele bununla kalmaz. ABD sermayesinin sağlık alanında ana yönlendiricisi olan Gates Vakfı'nın (aşıda patent haklarının yılmaz savunucusu Gates Vakfı'nın kuruluşu GAVI ile birlikte) bağış miktarı ise 1,2 milyar dolardır. Buna Dünya Bankası, Rotary Vakfı gibi ABD politikasına destekçi kuruluşları da eklersek toplamın DSÖ'nün bütçesinin neredeyse yarısına tekabül ettiğini görürüz. Bu kuruluşların hiçbiri DSÖ'ye hayrına bağış yapmıyor. Amerikan sermayesinin, sağlığı kendine temel almış temsilcilerinin kârlarını arttırmak ve bu döngüyü sürdürmek için yapıyorlar.Çok geçmişe gitmeye gerek yok. Covid-19 pandemisi tüm gerçekliği bir kez daha gözler önüne serdi. Covid-19'a karşı olabildiğince hızlı, etkili ve patent hakları olmayan bir aşı geliştirmek için oluşturulan bilgi havuzuna ABD ve yandaşları tek bir bilgi aktarmadı. Aşı bulunduktan sonra da zengin ülkeler aşıları depoladığı ve aşılar çok pahalı olduğu için zengin olmayan ülkeler aşıya zamanında ve yeterince ulaşamadı. Tahminlere göre eğer aşıda patent olmasa ve dünyaya eşit şekilde dağıtılabilseydi Covid-19'dan ölen insanların en az 500 bini -muhtemelen çok daha fazlası- kurtarılabilecekti. İlaç şirketleri milyarlarca dolar kazanırken dünya kaybetti.Ancak Trump'ın DSÖ'den ayrılma hamlesini, yürüttüğü genel politikasından ayrı düşünmemeliyiz. Bunu, Çin'i dünyadan yalıtma politikasının sağlıktaki izdüşümü olarak görmek gerekir. Trump gerçekten DSÖ'den ayrılır mı bilinmez ama ABD, sağlığı piyasacı yönde yönlendirmekten geri duramaz. ABD burjuvazisi, Gatesgiller buna müsaade edemez. O nedenle yüksek ihtimalle Trump'ın bu hamlesi, DSÖ yönetimini ve DSÖ'nün yardımına şimdilik muhtaç ülkeleri Çin'in nüfuzundan uzaklaştırıp tehditle yanına çekme hamlesidir.ABD'nin yürüttüğü politikalardan hiçbir çıkarı olmayan dünya halkları Trump'ın DSÖ'den çıkma kararını fırsata çevirip patent anlaşmalarını yırtıp atarak, yüksek teknolojiye sahip Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin başı çektiği, diğer yoksul ülkelerin destek vereceği bir dayanışma ağı/kuruluşu kurup aşı, ilaç vb. tıbbi malzemeleri üretmek için gerekli bilgi ve teknolojiyi en kısa zamanda elde edecekleri süreci başlatıp, ABD'den bağımsız olarak kendi kaderlerini çizmelidir. Elbette, zengin ülkelerin dışında kalan dünyanın kendi başına burjuvazinin iktidarı altında emperyalizmden kurtulma atılımı yapamayacağı açıktır. Yapılması gereken, işçi devletleri kurulması ve bunların dayanışma içinde kurtuluşa doğru yürümeleridir.
Hayatımızda düşüncenin etkin olmadığı hiçbir alan yok. Hem gündelik ihtiyaçlarımızın karşılanması hem de özel ilgiler, meslekler, uzmanlıklar düşünme gücümüzle mümkün oluyor. Düşünme gücüne sahip olmayan bir nesne zaten insan da olamaya-cağından insan olmak, zorunlu olarak düşünerek var olmayı gerektiriyor. Fakat düşünce kelimesini daha özel bir anlamda da kullanıyoruz: Bir döneme ve birçok dönemi içeren uzun bir sürece damgasını vuran sorunlar hakkında tefekkür etmek. Bu sorunlar hayata bakışımızı, insani dünyayı nasıl inşa edeceğimizi, kendimizden ve başkalarından beklentilerimizi ya da âlem ve Tanrı tasavvurumuzu derinden etkiler. Bu kabil sorunlar da kendi içinde epeyce farklılık arz eder. Sorunlar hakkında düşünmek mutlaka bir krizde olmayı gerektirmez. Çünkü büyük sorunlar, bir neslin diğer nesil adına düşünüp dosyayı kapatacağı meseleler değildir. Dolayısıyla her nesilde yeniden ele alınması, en azından mevcut birikimin ve birikime dair farkındalığın eksilmeye uğramadan nesilden nesle aktarılması gerekir. Fakat kriz zaman zaman herhangi bir alanda büyük sorunlar hakkında düşünme kabiliyetine sahip herkesin hissedeceği bir noktaya varır. Böyle durumlarda aslında düşünce krize düşer. Pekâlâ, bir düşünce krizini diğer kriz türlerinden ayıran nedir? Aşağıda bu soruya cevap olacak bir tarif yapacağım.
“Allâh'ın onlara azap etmesine nasıl bir şey engel olabilir ki, Allâhü Teâlâ onlara azap etmesin? Halbuki onlar mü'minlerin Mescid-i Haram'ı ziyaret etmesini yasaklıyorlar. Onlar bu yasakları sebebiyle azâbı hak ediyorlar. Ve onlar mescidin sahibi ve yöneticisi olmadılar. Mescid-i Haram'ın yöneticisi şirkten ve diğer isyanlardan (günâhlardan) kaçınan takvâ sahipleridir. Ancak müşriklerin çoğu mescidin yöneticisinin takvâ sahipleri olduğunu bilmezler. Onların mescid yanında namazları ancak ıslık çalmak ve el ele vurmaktan ibarettir. Hal böyle olunca, Ey kâfirler! Kendi kendinize kazanmış olduğunuz bu küfrünüz sebebiyle ahiret azabını tadın.” (Enfal s. 34-35) Kâfirlerin Resûlullâh (s.a.v.)'i ve diğer Mü'minleri hicrete mecbur etmeleri ve Hudeybiye olayında mü'minleri Mekke'ye sokmayıp bir anlaşma yaparak döndürmeleri, mü'minlere Mescid-i Haram'ı (Ka'be'yi) ziyareti yasaklamaları sınıfındandır. İmkânını bulabilselerdi müslümanlardan Mescid-i Haram'a bir kişi bile koymayacaklardı. Ancak bu hususta başarılı olamadılar ve sonunda Mescid-i Haram'dan kendileri uzaklaştırıldılar. Dolayısıyla, mü'minler üzerine uygulamak istedikleri planları kendi ayaklarına dolaşmıştır. Beyt-i Şerif (Kâ'be) huzurunda onların inançlarına göre namaz olmadı. Ancak ıslık çalma ve el ele vurma oldu. Bunlar tavâf ederken uygun olmayan şu fiilleri işledikleri gibi Resûlullâh (s.a.v.) namaz kılarken sağına ve soluna gelirler, Resûlullâh (s.a.v.)'in zihnini karıştırmak ve kendisi ile alay etmek için ellerini birbirine çarpar ve ıslık çalarlardı.Kısacası, zamânımızda konferanslarda ve diğer toplantı yerlerinde Avrupa'yı taklit ederek alkış adıyla yapılan el şakırtıları, câhiliye âdetlerindendir. Bu âdetin Allâh'ın gazabına sebep, İslâm âdetlerine ters ve Allâh indinde kötülenmiş olduğu bu ayetten istifade edilen faydalardandır. (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Enfal Suresi Tefsiri, s.130)
Başkanlık yemini edip işe başlayalı bir ay bile dolmadan ABD Başkanı Trump, Kanada, Grönland, Panama Kanalı, Ukrayna'nın yer altı zenginlikleri, Afganistan'daki ABD silahları derken sonunda bir şey daha istedi: “İsrail, Gazze'yi bize teslim edecek, biz de Filistinlileri başka yerlere yerleştirip oraya bir şey yapacağız.” ‘Siyaseten' yayınında da söyledim. Her ne kadar deli olduğunu düşünüyor olsam da Trump'ın kafayı peynir ekmekle yediğini sanmıyorum. Dolayısıyla Hamas'ın üçüncü dünya savaşını fiziken bitiren zaferinin hemen ardından ABD'nin bir dördüncü dünya savaşı başlatacağını zannetmem. Trump ABD'si, Gazze'den gelecek Amerikan askeri tabutlarına da, sürdürülebilir bir savaş ekonomisine de hazır değil.
Ey iman edenler! diye başlayan Maide Suresi 51. âyetin ihtiva ettiği hüküm tüm müminleri içine almaktadır. Ayetin iniş sebebinin sadece bir kısım müminler olması, genelliğini etkilemez. Rivayet edildiğine göre, Ubâde b. Sâmit (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'e demiş ki: “Benim bir takım yahudi dostlarım vardı. Ben Allâh ve Resûlü için onların dostluğunu bırakıyorum; Allâh'a ve Resûlü'ne sığınıyorum.” Abdullah b. Übey de demiş ki: “Ben, felâketlerden korkan birisiyim; dolayısıyla Kaynukaoğullarından olan yahudi dostlarımı ter-ketmiyorum.” Bunun üzerine bu âyet indi: “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirinin dostudurlar. Her iki gruptan bir kısım insanlar, diğer gruptan bir kısım in-sanla dostluk kurmuşlardır. Dolayısıyla aleyhinize ve zararınıza olabilecek bir noktada, onlar müttefik durumdadırlar. Hepsi, aleyhinizde bir araya geliyorlar. Durum böyle olunca, onlardan herhangi birisinin dostluğunu, nasıl kafanızdan geçirirsiniz; onlara dost olmayı nasıl düşünebilirsiniz? Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz onlardan olur. Onların dinini benimsemiş olur ve onlarla beraber cehenneme girer. Şüphesiz bu dostluk, onların dinini benimseme biçiminde bir dostluk olursa sonucu böyledir; yoksa onların inancım kâbul etmeden, onlarla sırf alışveriş ve benzeri bir ihtiyaç için arkadaşlık yapmak, ihtiyaçtan dolayı onlarla sohbet etmek, muhatap olmak bu tehdidin kapsamına girmez. Muhakkak ki Allâh, zalim kavmi hidayete erdirmez.” (Maide s. 51) Mü'min kardeşlerini bir kenara bırakıp din düşmanlarını dost edinen; Müslümanların küfür ve sapıklığa düşmelerine seyirci kalan, onları kendi halinde bırakan ve böylece kendi kendisine zulmeden kimseleri doğru yola yöneltmez. Şöyle bir duâ nakledilir: “Ya Rab! Göz açıp kapayıncaya kadar; hatta daha az bir zaman bile; beni, nefsime teslim etme!” (İsmail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri, Maide s. 51)
Arz yanlı ekonomi politikası, vergileri azaltarak ekonominin canlanacağını ilk kez İbn Haldun tarafından dile getirilmiş ve 1980'li yıllarda ABD tarafından uygulanan bir ekonomi politikası olmuştur. Arz yanlı ekonomiye göre, ekonomideki sorunların çözüm için üretimin yani arzın artırılmasıdır. Üretim artışı ile hem ekonomik büyümenin sürdürülebilir olması hem de düşük enflasyonun gerçekleşmesi sağlanır. Dolayısıyla, ekonomide bir ürünün arzında artış olduğunda fiyatların düşeceği ve üretim miktarının artacağı beklenmektedir.
Tabiatın solan çiçeği, kuruyan yaprağı yeni bir çiçekle, yeni bir yaprakla yerine geri koyan bir hafızası var. Ona o hafızayı da bir bağışlayan… Varlık sistematiği içinde her şey birbirine bağlı ve zuhura gelen her şey ulvi kaidelere göre hayat buluyor. Dolayısıyla bizi oluşlarıyla şaşırtan şeyler, aslında bir saatin hassas iç organlarının muntazaman işlediği gibi o sistematik içinde şaşmadan ve olması gerektiği gibi oluyor.
Kimileri, ‘tasavvufi eylemlere bakıyoruz, bir de Hindistan'da yogilerin veya Hint rahiplerinin vs. yaşantılarına bakıyoruz; ikisinin birbirine benzediğini görüyoruz. Öyle ise tasavvuf çoğunlukla eski Hint kültürüne dayanıyor, diyorlar. Bir kısmı da Eski Yunan'a Eflatun'un ideler alemine benzetmeye çalışıyor. İki şey arasında benzerlik varsa, acaba biri diğerinden alınmıştır, denilebilir mi? Kurban kesmek benim bildiğim kadarıyla gerek ilahi dinlerde olsun, gerek sonradan uydurulmuş beşeri dinlerde olsun hepsinde var. Uzak coğrafyalarda onların da bir takım eylemlerden sonra bir keçiyi kestiğini, kurban ettiğini görebilirsiniz, kanını sağa sola sürüyorlar, kutsal gördükleri için böyle yapıyorlar tabiatıyla. Yani o kafirlerde kurban adetini görürsünüz. Şimdi buna göre birisi çıksa ve İslam'daki kurban ibadeti filan yerdeki Kafiristan denilen beldeden alınmıştır, dese doğru olur mu? Dinler tarihi kitaplarında bu söz konusu yapılır. İnsanlığın ilk dini olarak onlar Kur'ân-ı Kerîm'den uzak bir değerlendirme yaptıkları için ampirizm, totemizm… insanlığın ilk dinidir, diyorlar. Halbuki insanlığın ilk dini, ilk insan Hz.Ademi'in getirdiği din idi ki Hz. Adem aynı zamanda ilk peygamberdi. Yani insanlığın ilk dini hak din, ilahi din idi. Yani kurban o batıl dinlerden hak dine gelmiş değil. Hak dinden oraya kalıntı olarak geçmiş. O batıl dinden olup hak dindekine benzeyen bazı şeyler, batıl dinlerin uydurukları değil, hak dinden o batıl dine geçmiş kalıntılardır. Bunu göremeyen bizim saf insanlar veya güya kimi âlimlerimiz diyor ki “tasavvufi yaşantı hindulardan gelmiştir”. Dolayısıyla batıl dinlerden hak dinlerdekine benzer bir takım eylemleri, hak din onlardan aldı değil, onlar hak dinden bunları aldılar, anlamına gelir. Bunun doğrusu budur. (Prof.Dr.Orhan Çeker, Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış, s.24)
Akika, yeni doğan çocuk için kesilen kurbandır. Erkek çocuk için 2, kız için 1 kesilmesi sünnettir. Allâh Resûlü (s.a.v.), kendisi akika kurbanı kesmiş ve Ashâbı (r.a.e.)'i de buna teşvik etmiştir. Akikanın bazı hikmet ve faydaları şunlardır: Akika vesilesiyle çocuğun nesebi bereketlenir ve çoğalır. Akika kurbanı kesmek, kişinin cömertliğinin bir göstergesidir. Akika kurbanının, çocuğun doğumunun yedinci gününde kesilmesinin nedeni, doğum sonrasında ilk olarak çocuğun bakımı, ihtiyaçlarının giderilmesi ve akrabaların haberdar edilmesi gibi birçok işle meşgul olunmasıdır. Bu nedenle doğum ile akika arasında birkaç gün ara olmalıdır. Ayrıca, kurbanlık hayvanı ayarlamak ve diğer hazırlıkları yapmak için de zamana ihtiyaç olmaktadır. Yedinci gün isim konulmasının hikmeti ise, çocuğun hemen isme ihtiyaç duymaması ve güzel bir isim seçmek için aileye düşünme fırsatı verilmesidir. Aceleyle kötü bir isim koymamak, en uygun ismi seçmek için yedi gün zaman bırakılmıştır. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Erkek çocuğu için iki koyun, kız çocuğu için bir koyun akika olarak kesin.” (Ebu Davud) Bunun nedeni, toplumun erkek çocuğunu kız çocuğundan daha kıymetli zannetmeleridir. İnsanlar kıymetli zannettikleri bir şeyin karşılığında daha büyük bedeller öder. Bu yüzden erkek çocuğu için iki kurban kesilir. İbnu'l-Kayyim (r.âleyh) bu konuda şöyle der: “İnsanların gözünde erkek çocuğun, kız çocuğuna göre bir üstünlüğü söz konusudur. İnsanlar da erkek çocuğu olduğunda daha mutlu olurlar. Dolayısıyla nimetin büyüklüğü, şükrün fazlalığını gerektirir.” (Eşref Ali et-Tehanevî, Terbiye-i Evlâd, s.50)
Önceki yazımızı “İslam yazısı, Allah Teâlâ'nın Peygamber Aleyhisselam'a inzal ettiği vahyin Arapça harf, kelime ve cümle vasıtasıyla beyanıdır. Dolayısıyla hüsnihattan ilk maksat Kur'an ayetlerinin yazı düzeyinde ve herkes tarafından ve her türlü zorlanmadan arındırılmış olarak okunmasının sağlanmasıdır.” diyerek bitirmiştik. Burada Arapça'da fiil ve isimlerin üretilmesine, bunların yapı ve konumlarının incelenmesine; cümlelerin sentaks ve yapılarına kısaca sarf-nahiv bilgisine olan ihtiyaca gönderme yaptığımız açıktır.
Sağlık hizmetlerinin kendi içinde hiyerarşik bir yapısı bulunur. Bir ülkenin sağlık sistemi, öncelikle vatandaşlarını ve ülkede yaşayan her türlü yabancıyı hasta etmeyecek şekilde planlanmalıdır. Dolayısıyla koruyucu sağlık hizmetlerinin önceliği vardır. Keza benzer şekilde tedavi edici sağlık hizmetleri o ülkede görülen her bir hastalığa aynı önemi verecek şekilde planlanamaz. En çok hasta eden, en çok sakat bırakan ve en çok öldüren hastalıklar diğerlerine göre önceliklidir. Ülkemizde bu görevleri yerine getirmesi ve yönetmesi gereken esas sağlık birimleri Aile Sağlığı Merkezleridir (ASM'ler). Bu nedenle ASM'lerin sağlık sistemimiz içinde en güçlü yapılar olmaları gerekir. Ancak, bizimki gibi, esas olarak hastalar üzerinden kâr etmek üzerine kurgulanmış sağlık sistemlerinde bu önceliklendirme uygulanmaz. ASM'ler her bakımdan zayıf bırakılmış, hastane ve hastalık merkezli bir sağlık sistemi modeli tercih edilmiştir. Sağlık hizmetlerinin devlet eliyle merkezî ölçekte planlanarak sunulmasının ilk örneği Prusya (Almanya) İmparatoru Bismarck tarafından başlatılan ve sigorta primi ödemesi üzerinden kurgulanan sağlık hizmeti sayılabilir. Sonrasında bazı başka Avrupa devletleri de benzer uygulamalara gitmiştir. Ancak bu sağlık sistemleri tüm vatandaşlarını eşit şekilde kapsamıyor, ücretsiz sunulmuyor, koruyucu sağlık hizmetlerini önceliklendirmiyordu. Bu anlamda dönüm noktası hiç kuşku yok ki Ekim devrimi olacaktı. Ekim devrimi öncesi Rusya'da merkezî bir sağlık sistemi bulunmuyordu. Yaşam beklentisi çok düşüktü, bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere önlenebilir hastalıklar kol geziyordu. Devrimin ilk Sağlık Bakanı Nikolay Semaşko, Bolşeviklerin programıyla uyumlu şekilde sağlık organizasyonunda devrim niteliğinde değişikliklere gitti. Tüm vatandaşları kapsayan, ücretsiz ve ülkenin en ücra köşelerine dahi ulaşan bölgesel tabanlı ve basamaklı bir sağlık sistemi kurdu. Bu sağlık sistemi, vatandaşın başvurusunu beklemeden yaşam ve çalışma alanları ile iç içe olacak şekilde kurgulandı. Önceliği vatandaşların hasta olmasını önlemekti. Vatandaşlar, basamaklandırmanın bir gereği olarak yaşadığı ve çalıştığı yerdeki sağlık birimiyle irtibat halinde olmak zorundaydı. Bu birimler kişileri yalnız hastayken değil, sağlıklıyken de hasta olmaması için düzenli aralıklarla izlerdi. Bu sağlık birimleri gerekli görürse bir üst basamaktan yardım talep edebilir veya hastayı en yakın ilçe veya il merkezindeki sağlık birimine yönlendirebilirdi. Ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulan Sağlık Ocakları'yla birlikte sağlık hizmetlerinde basamaklı bir sisteme geçilmiştir. Sağlık Ocakları koruyucu ve tedavi edici hizmetlerin beraber sunulması, koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi, sistemin bölgesel ve nüfus tabanlı olması, basamaklı bir sağlık sistemi içinde kurgulanması nedeniyle sağ iktidarların hep hedefinde olmuştu. Zamanla zayıflatılan Sağlık Ocakları'na “incir ağacını diken” AKP iktidarı oldu. Sağlıkta piyasalaştırmayı, sağlık emekçilerini örgütsüzleştirmeyi hedefleyen Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın ilk icraatlerinden biri Sağlık Ocakları'nı kapatıp ASM – Aile Hekimliği sistemine geçmekti. Sağlık ekipleri dağıtıldı, çalışanlar sözleşmeli statüye geçirildi, bölgesel ve ilk basamak niteliği kaldırıldı, poliklinik hizmetleri odaklı bir çalışma düzeni dayatıldı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve emekten yana sendikalar ücretsiz, nitelikli ve ulaşılabilir bir sağlık hizmeti için birinci basamak sağlık merkezlerinin hem sağlık çalışanları (yalnızca doktorlar değil) hem tıbbi malzeme hem de yetki anlamında güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Oysa Kasım 2024'te çıkarılan yönetmelikle ASM'ler, bırakalım güçlendirilmeyi daha da zayıflatılıyor. Sağlık çalışanlarının ücretleri düşürülüyor, performans sistemi getiriliyor, vatandaşların ödemesi gereken muayene ve ilaç ücretleri arttırılıyor.
Yazımıza başlık olan ‘Hüsnihattın haddi nedir?' sorusu, hüsnühat terkibinin ilk manası olan -genel kaligrafiye değil- özel İslam yazısına münhasır ‘güzel yazı'nın sınırlarına dair bir sorudur. Dolayısıyla bu soru hattatın eylemini yani güzel yazıyı yazanın yazma filini dışta bırakır.
“Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar, buralarda sabah akşam O'nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.” (Nur 36-37) Müfessirler, ayette geçen “evler” den maksadın mescitler ve müminlerin evleri olduğunu söyler. (Maverdî, Şevkânî; İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Ebu Hayyan'a göre, ayetteki “evler” sözcüğü içinde namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan bütün evler için geçerlidir. (Ebu Hayan, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İkrime'ye göre de bu evler, içinde iman meşalesi yanan bütün mescit ve evlerdir. Lambaların ışığında geceleri namaz kılınan ve ilmî sohbetler yapılan her yer buna dahildir. Diğer taraftan, Ayette “mescid” yerine “ev” sözcüğünün kullanılmış olması dikkat çekicidir. Bundan, “Biz de Musa'ya ve kardeşine ‘Kavminiz için Mısır'da evler edinin' diye vahyettik. Evlerinizi mescid haline getirin. Namazlarınızı dosdoğru kılın. Müjdele o müminleri.” (Yunus, 10/87) ayetindeki emrin gösterdiği hedefe uygun şekilde, müminlerin evlerinin içlerinde Allah'ın anıldığı ve sabah akşam Onu tesbih eden adamların bulunduğu birer mescide benzemesi gerektiği sonucunu çıkarmak daha uygundur. Bu da, ideal bir Müslüman aileye yakışan şeyin, sabah ve akşam vakitlerini Allah'ı anarak, Onu tesbih ederek, Onun kitabını okuyarak ve Onun rızasına ulaştıracak bilgileri kazanmaya çalışarak değerlendirmek olduğunu ve bunda başlıca sorumluluğun evin reisine düştüğünü gösterir. Yine dikkat çekicidir ki, âyet hayatın dışında bir model önermemekte, ticaret ve alışverişi devre dışı bırakmamaktadır. İbni Abbas'ın da dediği gibi, “Allah'ın nurunu kendilerine misal olarak verdiği bu kimseler, halk içinde en çok ticaretle uğraşan, en fazla alışveriş yapanlar da olabilir; ancak bu meşgaleler, Allah'ı anmaktan onları alıkoymaz.” (Müstedrek, 2:432, no. 3506.) “Onların durumları değişir ve böylece kalpleri, anlamaz bir halden anlar hale; gözleri görmez halden, görür hale gelirler. Dolayısıyla onlar, şüpheden zanna, zandan yakîne, yakînden de, muayene ve müşahedeye (bizzat görmeye) geçmişlerdir. Çünkü Hakk Teâlâ, "Onlar için Allah´tan, hiç beklemedikleri nice şeyler, zuhur edip gelecek” (ûnm, 47) ve "Andolsun ki sen (dünyada) bu hususta bir gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp açtık" (Kaf, 22) buyurmuştur. Kalpler, yerlerinden oynar ve boğazlara dayanır; gözler de masmavi kesilir. Nitekim Dahhâk şöyle der: "Kâfirleri, gözleri keskin olarak hasredilirler, sonra gözleri kayar, derken kör olurlar. Kalpleri de korkudan, bir çıkış yolu bulamaz ve ancak gelip boğaza dayanır. Nitekim Allah Teâlâ, "O zaman yürekleri gamla dolu olarak, gırtlaklarının yanındadır" buyurmuştur.” Razi Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, onları en iyi bilen olduğu halde meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler. Rabb Teâla sormaya devam eder.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma 9) “Bu, onların, bu günde bir araya gelişlerinde Allah'ın kendilerine inam ettiği nimetlerin yüceliğine dikkat çekmek içindir. Onların durumları böyle olunca, insanlar, ta yaratıldıklarından beri, hep Cenâb-ı Hakkın kendilerine verdiği nimetler içindedirler. Dolayısıyla da, Allah'ın lütfü, İnsanlar bunu hak etmeden önce onların üzerinde sabittir. Belli milletlerden her birinin, haftanın o yedi gününden, kendisine saygı gösterdiği bir günü vardır: Meselâ, yahudilerin, cumartesi; hıristiyanların, pazar; müslümanların ise Cuma'sı vardır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cum'a günü, işte bugün, insanların hakkında ihtilaf ettiği gündür. Cenâb-ı Hakk biz (müslümanlara) bu günü bildirdi. Yahudiler için yarın, hristiyanlar için ise, yarından sonraki gün (önemlidir)" Şükür günü ve sevinç gösterme, nimetleri ortaya koyma (gösterme) günü olduğu için Cum'a gününde, sayesinde o günün şerefinin ortaya konduğu toplanmaya (bir araya gelmeye) ihtiyaç hissedildi de, bayramların adeti gibi, cemaatlar bir araya geldi. Böylece Allah'ın nimetlerini hatırlatmak, şükür nimetlerinin tekrarını sağlayacak şeyi yapmak suretiyle, o nimetlerin sürdürülmesini teşvik için, bu günde hutbe okunmaya ihtiyaç hissedildi. Bu saygının medarı namaz olunca, arzulanan toplanma, tam ve mükemmel olsun diye, bugünün namazı, gündüzün ortasına (öğle vaktine) yerleştirildi. Bu namaz, işte bundan ötürü, daha fazla toplanmayı sağlasın ve daha büyük cemaati biraraya getirsin diye (her beldede) tek bir camide kılınması uygun görülmüştür. Allah en iyi bilendir.” Fahreddini Razi “Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır. Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, “Cum‘a”, 18); "Cuma günü içinde öyle bir vakit vardır ki, Müslüman bir kul namaz kıldığı halde o vakte rastlar da Allah'tan bir şey dilerse, muhakkak Allah onun dileğini yerine getirir." buyurur ve bu sözleri söylerken de eliyle bu vaktin çok kısa olduğuna işaret ederdi. (Buhârî, Cum`a 37, Talâk 24, Daavât 61; Müslim, Müsâfirîn 166, 167, Cum`a 13-15) “Her kim önemsemediği için üç cumayı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler” (Ebû Dâvûd, “Salât”, 210; Tirmizî, “Cum‘a”, 7). Hürriyeti kısıtlanmamış, yolculuk halinde olmayan ve geçerli mazereti bulunmayan müslüman erkeklere cuma namazı farzdır. Hastalık, camiye gidemeyecek ölçüde yaşlılık, hasta bakıcılık, hava ve yol durumunun sağlığa zarar verecek ölçüde olumsuz olması, can ve mal güvenliğinin tehlikeye girmesi cuma namazına gitmemeyi meşru kılan mazeretlerdir. Camiye götürecek kimsesi bulunsa bile âmâya cuma namazı farz değildir. Âyetin “Allah'ı anmaya koşun” diye çevrilen kısmında “Allah'ı anmak”tan maksadın cuma namazının ayrılmaz bir parçası olan hutbe ile birlikte iki rek‘atlık farz namaz olduğu genellikle ifade edilir. Müfessirlerce genellikle, “koşun” emrinden gerçek anlamda koşma, telâşla yürüme ve hızla gitmenin kastedilmediği belirtilir. Bununla birlikte bazıları bunun “gidiniz” anlamına geldiğini, nitekim bu mânaya gelen bir kıraatin de bulunduğunu savunurken, bazıları kalp ve niyetle yönelme, bazıları da bir aksiyon (amel) gösterme yani işe koyulma mânasında olduğunu söylerler. İbn Atıyye son anlamı açıklarken kalkıp abdest almak, elbisesini giymek, yola çıkmak gibi eylemlerin hepsinin bu kapsamda düşünülmesi gerektiğini kaydeder. Cuma hazırlığı çerçevesinde sünnet olan işlerin başında boy abdesti almak gelir.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Teknolojinin çok hızlı ilerlediği günümüz dünyasında birçok icat bizler için vazgeçilmez hale geldi. Hayatımızda en önemli yere sahip icatları konuştuğumuz bu bölümümüzde Berkin, Feyza ve Onur bu icatların hangilerinden asla vazgeçemeyeceklerini ve hangilerinden vazgeçebileceklerini tartıştılar. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Onur: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Onur. Bugünkü bölümümüzde Feyza ve Berkin'le birlikteyiz. Nasılsınız öncelikle? Feyza ile başlayalım. Feyza: [0:35] İyiyim. Onur sen nasılsın? Emin diyecektim. Onur: [0:38] Ben de iyiyim. Alışkanlık olmuş. Genelde Emin açılış yapıyor. Burada olmadığı için ben yapıyorum. Ben iyiyim. Teşekkür ederim. Sen nasılsın Berkin? Berkin: [0:48] Ben de iyiyim Onur. Senin de iyi olduğunu duyduğuma sevindim Feyza. Dünyayı değiştiren önemli icatlar Onur: [0:53] Evet. Bugünkü bölümümüzde icatlar hakkında konuşacağız. Sizce en önemli icat hangisi? Vazgeçemeyeceğiniz, onsuz yapamayacağınız icatlar hangileri? Bu konu üzerinde konuşacağız. Öncelikle fikirlerinizi alalım. Sizce en önemli icat nedir günümüzde? Berkin: [1:10] Yani günümüzde mi yoksatarih boyu mu düşünelim bunu? Onur: [1:15] Önce tarih boyu diyelim sonra günümüzde diye düşünelim. Berkin: [1:20] Ya şimdisonuçta tüm teknolojik gelişimler bir noktadan başlamıştır ya... Hani sonuçtasıfırdan başlıyor ve dalga dalga dallanarak budaklanarak ilerliyor. Dolayısıyla burada tekerleğin icadı falan gibi... Feyza: [1:39] Yok... Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Sık sık "göremediğin şey olamazsın" denir. Bilim, teknoloji ve matematikte çalışan kadınlar arasında uzun zamandır yankı bulan bu söz - kadınların tarihsel olarak başarıları nedeniyle silindiği sektörler. Dolayısıyla bugün hala bariz cinsiyet eşitsizliklerinin olması şaşırtıcı değil. Ancak Avustralya genelinde kadınlar, gelecek nesillere ilham verme umuduyla diğer kadın bilim insanlarının profillerini yükseltmek için çalışıyorlar.
CHP'nin Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan sorumlu gölge bakanı Yalçın Karatepe ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek görüştü. Karatepe, Şimşek ile yaptığı görüşmenin ardından konuştu. Görüşmeye dört konu başlığıyla gittiklerini söyleyen Karatepe, Şimşek'in tavrında bir değişiklik görmediklerini ve acı reçeteyi vatandaşa çıkarmak istediklerini dile getirdi. Ülkedeki gelir adaletsizliğine dikkat çeken Karatepe, “Gelirden en fazla pay alan yüzde 5'lik kesimin gelirindeki artış, ülke nüfusunun yarısının gelirindeki artışın 7 katı. Dolayısıyla talebi dengelemek için düşük gelir grubunda yer alanların gelirlerindeki artışların sınırlanmasının doğru olmadığını görüyoruz” dedi. Yılmaz Özdil, CHP lideri Özgür Özel'i Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştüğü için eleştirdi. Özgür Özel de Özdil'in açıklamalarıyla ilgili, “Geçmişte 'Bidon Kafa' diye köşe yazısı yazmış arkadaş, seçimin ertesi günü. Bir yerde sular kesilmiş, 'Hadi bakalım bidon kafalılar, bu iktidarı siz seçtiniz şimdi gidin su sırasına girin' diyor. Ben vaktiyle bunu eleştirmiştim, onun da hırsı bundan. İyi ki de onunla aramda böyle bir açı var. O, ‘hatamız nerede' demek yerine, oy vermeyen seçmene ‘bidon kafa' diyen zihniyet. 47 yıldır ilk kez birinci parti olmamızın sebebi, bu zihniyetten yaşadığımız kopuş” dedi. Yılmaz Özdil ise Özel'e, “Sana bu iftiranı yedireceğim” cevabını verdi. Nuray Mert, Soru - Cevap'ta yorumladı.
“Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Mülk 1 “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” Mülk 2 “aşkındır, cömerttir” tebâreke sözü – Ne mübarek adamsın ya! “Bu sûreye Mülk Sûresi denildiği gibi, kendisini okumaya devam eden kimseyi kabir azabından kurtaracağı için de, elMünciye (kurtaran) diye adlandırılmıştır. İbn Abbas´ın da, hep bu sûreyi kendisini okuyan kimseyi kabirde müdafaa edeceği için, el-Mücâdile (müdafaa eden) diye isimlendirdiği rivayet edilmiştir. Bil ki bu lâfız, ancak, Cenâb-ı Hakk´ın hem bir melik, hem de mâlik olduğunu te´kid etmek için kullanılmıştır. Ve bu tıpkı, "Emretmek yasaklamak, işleri bağlamak ve çözmek (kesin şekilde kararlaştırmak), falancanın elindedir. Bu hususta diğer organların bir payı yoktur.." denilmesi gibidir. Allah Teâlâ önce, "Hakimiyet elinde olan Allah" buyurmuş, daha sonra da "O her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur ki bu, Cenâb-ı Hakk´ın her şeye kadir olduğu sabit olması durumunda, mülkün ancak O´nun elinde olabileceğini ihsas ettirmektedir. İşte bu, alimlerimizin, "Eğer kulun muradı yerine gelip de Allah´ın muradı yerine gelmeyecek olsaydı, bu Allah´ın aczini, zaafını ve mutlak manada mülkün sahibi olmamasını gerektirirdi" diye ifade ettikleri hususun kendisidir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ´nın, mülkün mâliki olması durumunda, herşeye kadir olması gerektiğine delâlet eder. "Kadir" kelimesi, "kâdlr"in mübalağa (ileri mana ifade eden) sigasıdır. O, her şeye kadir olunca, hiçbir şeyin O´nun herhangi bir şeye kadir olup yaratmasına manî olamaması gerekir. Bu da, Allah Teâlâ üzerinde, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin hakkının bulunmamasını gerektirir. Aksi halde bu hak, O´nun o şeyi yapmasına mâni olur. Yine O´nun yaptığı hiçbir şeyin kabih (çirkin ve kötü) olmamasını gerektirir. Aksi halde bu kabîhlik, O´nun o şeyi yapmasına manî olur. Dolayısıyla kudret açısından kâmil olmaz. Böylece de "kadîr" olamaz. "Hayat", "ölüm"den önce olmasına rağmen, Allah Teâlâ şu sebeplerden ötürü, ayette ölümü hayattan önce zikretmiştir. 1) Mukâtil şöyle der: "Cenâb-ı Hakk "ölüm" ile, “nutfe”yi, "alaka"yı ve “mudga”yı (insanın yaratılışındaki ilk merhaleleri); "hayat" ile de, ruhun (canın) üflenmesini kastetmiştir." 2) Atâ´nın rivayetine göre Ibn Abbas (r.a), "Allah, "ölüm" ile dünyadaki ölümü, "hayat" ile de, ebedî hayat yurdu olan âhiret hayatını kastetmiştir" demiştir. 3) Hz. Peygamber (s.a.s)´den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü, bir münadi, "Ey cennet ehli" diye seslenir. Cennettekiler bu nidanın yüce AJlah´dan olduğunu bilirler ve "Ey Rabbimiz buyur, emrine amadeyiz, huzurundayız!" derler. Bunun üzerine Allah, "Rabbinizin size vadettiklerini gerçek olarak buldunuz mu?" der. Cennetlikler de: "Evet" derler. Sonra da ölüm, güzel beyaz bir koç kılığında getirilip boğazlanır. Sonra da, "Ey cennet ehli, işte bu (hayatınız), ölümsüz ebediyyettir ve ey cehennem ehli, işte bu (azabınız), ölümsüz bir ebediyyettir" diye nida edilir. Bu nida, cennet ehlinin sevincine sevinç katarken, cehennem ehlinin de hüznüne hüzün katar." Bil ki en temel nimet hayattır. Çünkü hayat olmasaydı dünyada hiç kimse nimetlerden istifade edemezdi. Hayat ahiret nimetleri arasında da birinci sıradadır. Çünkü orada da hayat olmasa, ebedî mükâfaat diye birşey olmaz. kitabın pek çok yerinde de anlattığımız üzere, ölüm de bir nimettir. Çünkü ölüm, mükellefiyet hali ile, kişinin amellerine karşılık verilmesi halini birbirinden ayıran birşeydir. Ölüm, mesela bu açıdan bir nimettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Lezzetleri (tadları) mağlub eden, yok eden şeyi (yani ölümü) çokça hatırlayın" buyurmuştur. Hz. Peygamber, (s.a.s) ashabına birisini sordu. Onlar da o kişiyi övüp, onu hayırla yâd ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Onun ölümü hatırlaması nasıldı?" diye sordu. Onlar, "Az idi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine o, "Öyle ise o sizin dediğiniz gibi değildi" buyurmuştur.
“Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” Şura 19 “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” Şura 20 “Bil Ki Allah Teâlâ, kendisinin kullarına lütufkâr olduğunu, onlara çokça ihsanda bulunduğunu beyân edince, onların da, hayırları isteme, kötülüklerden sakınma hususunda mutlaka sayü gayret göstermeleri gerektiğini beyân buyurarak, "Kim ahiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Allah Teâlâ, çalışan kimsenin, kendisiyle bir fayda elde ettiği şeyi, mecazî olarak, "hars-mahsûl" diye adlandırmıştır" demiştir. Allah Teâlâ, bu ayette, ahireti isteyen ile dünyayı isteyen arasında, şu bakımlardan fark olduğunu ortaya koymuştur Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyeni, bu ayette dünya ekinini isteyenden önce zikretmiştir ki bu, bir üstün kılma (ve iltifatın) emâresidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak ahiret ekinini ahiret diye tavsif etmiş, daha sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)´in "Biz, öne geçmiş olan sonrakileriz...” (sonradan gelip de herkesi geçmiş olan, ahireti kazanmış olan kimseleriz)" şeklindeki sözüne dikkat çekmek için, ayette önce zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyen kimse hakkında, "onun ekinini arttırırız" buyurmuş, dünya ekinini murad eden hakkında da, "ona da, (yalnız) bundan veririz.." buyurmuştur. Bu ifadedeki "bundan" ifadesi, kısmilik ifade eder. Buna göre mana, "Ona, onun istediği şeylerin hepsini değil, bir kısmını verir" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresi´nde, "Kim bu çarçabuk geçen (dünyayı) dilerse biz de burada ona, (evet) kimi dilersek ona, dileyeceğimiz şeyi çarçabuk veririz" buyurmuştur. Aklî delil ile bu iki hususu açıklamak mümkündür: Çünkü âhiret için çalışıp, bu işe devam eden herkesin, bu hususta yaptığı amellerin çokluğu, o kimsede birtakım melekelerin meydana gelmesine sebeb olur. Binâenaleyh bu amellere çokça devam eden her insanın, ahireti İstemeye kalbinin meyli daha fazla olur. Durum böyle olunca da mutluluklar ve sevinçler o nisbette büyük ve çok olur. İşte ayetteki, "Onun mahsûlünü arttırırız” ifadesiyle bu kastedilmiştir. Ama dünyayı isteyen kişi, bu isteğinde ne kadar ısrarlı ve devamlı olursa, dünyayı elde etme hususundaki arzusu da o nisbette çoğalır ve dünyaya meyli o nisbette kuvvetlenir. Meyil, hep artmakta olup, elde edilmek istenen şey de aynı halde kalınca, mahrumiyyet de şüphesiz o nisbette gerekli ve elzem olur. Allah Teâlâ, âhiret ekinini isteyenler hakkında, "onun mahsûlünü arttırırız" buyurmuş. Bu kimseye, dünyayı (dünya hayır ve menfaatlerini) nasib edip etmeyeceğinden bahsetmemiş, bu konuda ne müsbet ne menfî bir şey bildirmeyip meskût bırakmıştır. Fakat dünya ekinini isteyen kimseye, Allah Teâlâ çok açık ve net bir biçimde âhiret payından hiçbirşey vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Ki işte bu, bu hususta büyük bir farkın bulunduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak sanki, "Ahiret asıl, dünya ise ona tabidir, ikinci derecededir. Binâenaleyh aslı elde eden, ihtiyacı kadarıyla ikinciyi de elde etmiş olur" demek istemiştir. Fakat Hak Teâlâ, dünyadan bahsedilen yerde ahiretin adının anılmayacak derecede değerli olduğuna dikkat çekmek için, bu hususu zekretmemiştir. Ahiret veresiye, dünya ise peşindir. Peşin olan, veresiye olana tercih edilir. Çünkü insanlar, "peşin, veresiyeden daha iyidir" demektedirler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk işte bu kaziyyenin (mantıkî hükmün), âhiret ve dünya halleri bakımından, tam tersi olduğunu beyân buyurmuştur. Ahiret her ne kadar veresiye (sonradan elde edilecek) ise de, hep artmaya ve sürekliliğe yöneliktir. Binâenaleyh daha efdal ve mükemmeldir. Dünya ise, her ne kadar peşinse de, Önce noksanlığa ve sonra tamamen yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla daha değersiz ve düşük olmuş olur.
Vardı, hani bir vecizede vardı: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Bence dünyaya ait hiçbir meseleyi dert edinmemek lazım; nasıl olsa gelip-geçicidir bunlar. Onlara ehemmiyet verir, onları gözünüzde büyütürseniz, onların altında kalır ezilirsiniz. Elden geldiğince o mevzuda temkinli olmalı ve görmezden gelmeli onları. Karakterlerinin gereğini yapıyor… كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) “Kendinize bakın!” diyor Kur'an-ı kerim. Kendi kusurlarınızı görmeye çalışın. Falan size zulmettiği zaman bile, “Acaba biz, Rabbimize karşı vazife ve sorumluluklarımızın hangisinde kusur yaptık ki, Cenâb-ı Hak, birilerini bize musallat etti!” Şu virüsü musallat eder Allah, zelzeleyi musallat eder, fay kırılmasını musallat eder, çekirgeyi musallat eder, güvercini musallat eder, eder eder, Allah celle celâluhu. Ancak Allah'ın (celle celâluhu) “imhal”leri vardır; “ihmal”leri değil, “imhal”leri vardır. Mehil verir, Erhamü'r-Râhimîn'dir O (celle celâluhu), Rabbü'l-âlemîn'dir. Herkes böyle bir kusur işlediğinde onu hemen cezalandırırsa, yeryüzünde yine Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerde farklı ifadelerle beyan buyurduğu gibi yürüyen bir tane canlı kalmaz. Evet, çünkü herkes şöyle-böyle bir günah işler, bir zulümde bulunur. Dolayısıyla Allah onu cezalandırınca, o gider; şunu cezalandırınca, o gider; bunu cezalandırınca, o gider; hiç kimse kalmaz. Oysaki öyle değil. Allah'ın (celle celâluhu) imhalleri vardır ki insan kendine gelsin, aklını başına alsın, o kusurdan vazgeçsin, sevaba yönelsin, arınmaya koşsun, Allah (celle celâluhu) da onu bağışlasın, affetsin. اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنَّا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا، يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا “Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim'sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle, ey Erhamerrahimîn. Bizi yarlığa, merhamet buyur bize. Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle.” Böyle mübarek aylarda, insanlık için, kendiniz için bu türlü tazarru ve niyazlarda bulunma mevzuu çok önemli bir şey. Allah, ona denk getirdi; hem Ramazan'ın sevabı, hem orucun sevabı, hem geceleri kalkıp ihya etmenin sevabı.. unutulmuş teheccüdleri kılmanın sevabı.. secdeyi derinlemesine duymanın, hadiste buyurulduğu üzere O'na (celle celâluhu) en yakın olma hâlini duymanın sevabı… Hakikaten başınızı yere koyduğunuzda, O'na en yakın olduğunuzu hissederek, “Allah'ım! Ne olur şunu lütfeyle, bunu lütfeyle!” deme mevzuu, Cenâb-ı Hakk'ın ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı oluyor size. Bela ve musibetleri asla başkalarına fatura etmemeliyiz; bilakis kendimizden bilip hemen istiğfar ve tevbeye yönelmeliyiz!.. Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde antrparantez arz ediyorum elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli.
Havadan bombalanan yedi yardım görevlisinin yanlışlıkla öldürüldüğünü söyleyen İsrail'in cumhurbaşkanı olaydan dolayı özür diledi. World Central Kitchen için çalışan yardım görevlisi Zomi Frankcom ve ölen diğer altı kişi için Avustralya'dan yoğun eleştiriler geldi.
İncir ağaçlarının (Ficus sp.) gözle görülür çiçekleri yoktur. Dolayısıyla ilk etapta onların rüzgar ile tozlaştığını düşünebilirsiniz; ancak bu da doğru değildir. Bu durumda incir bitkileri nasıl ürerler? Çiçeği olmayan bir bitkiye hangi tozlaştırıcı uğrasın ki?Aslında incirlerin son derece çekici çiçekleri… Seslendiren: Talha ÇAKIRCA
İnsana insanlığından dolayı saygı duyulmalı. Şayet onun bir yanına karşı çıkılacaksa, onu ahsen-i takvîmden uzaklaştıracak söz ve davranışlarına karşı çıkılmalı. Mesela; yalan bir lafz-ı kafirdir, iftira bir lafz-ı kafirdir, gıybet bir lafz-ı kafirdir, birini karalama bir lafz-ı kafirdir, mü'mine takıyyeci deme bir lafz-ı kafirdir; onu yerden yere vurma, üzerine bir çarpı çekme, değişik haklardan mahrum etme birer fiil-i kafirdir. İşte, ille de karşı çıkılacaksa, bu elfaz-ı küfriyeye ve ef'al-i küfriyeye karşı çıkılmalıdır. (00:20) *Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ “Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakikî muhacir de, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” Evet, ideal mü'min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş ve mü'minlere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan insandır. (03:03) *Mü'min, diğer insanlara emniyet ve güven vaad eden, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Emin ve güvenilir olma manasına emanet, bir Peygamber sıfatıdır. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz o kadar emin idi ki, Mekke halkı, eşlerini ve gelinlik kızlarını birine emanet edecek olsalar akıllarına ilk olarak O gelirdi. Çünkü, Efendimiz'in gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O'nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O'nu “Muhammedü'l-Emin” diye çağırırlardı. Peygamber Efendimiz'in hayatına ve ahlakına baktığımızda, O'nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hıyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda imanın sâdık temsilcisi olma gibi hususlar O'nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de “Mü'min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O'dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah'a bağlar.
Bir olaya bakış yöntemimde felsefe ve tarih olmaz ise ben bunu oldukça eksik görürüm. Hemen herkesin siyaset, seçim, belediye, vs. konuştuğu noktada ben, bu işte temel felsefe ve asıl stratejik açıklama nerede diye arıyorum. Dolayısıyla felsefi yaklaşım ve stratejik bakış tarzı siyaset üstüdür. Benim açıklamalarım bu noktada değerlidir; mevcut yapılanlar gibi değil, başka türlü tartışmaları kapsamaktadır. Açıkça yazayım: Kim kazanacak, iktidar veya muhalefet ne yapacak, türü ifadelerle değil; imar neye göre olmalı, altyapı ve üstyapı nasıl planlanmalı, ülke ekonomisine uyumluluk ne şekilde sağlanmalı, kanunlar ne içerikte olmalı, gibi piramidin üstündeki meseleler önemlidir.
*İhtimal burada îsâr ruhuyla yaşayanlar Cennet'e girerken bile o istikamette davranırlar. Nitekim, hadis kitaplarında ahirete ait şöyle bir tablo anlatılmakta ve zenginler ile âlimlerin karşılaşmaları nazara verilmektedir: Servetini Allah yolunda infak eden zenginler ile ilmiyle âmil olan âlimler Cennet'in kapısında buluşacaklar. Âlimler, cömert zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü, şayet siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkanları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla hakk-ı tekaddüm size aittir, buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat, cömert zenginler, “Aslında, biz size borçluyuz; çünkü, eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helalinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarfedemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve ard arda Cennet'e dahil olacaklar. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu hadiseyi sadece gelecekten haber vermek için nakletmemiş, aynı zamanda ümmetine bir îsâr ufku göstermiştir. Bu video 22/09/2013 tarihinde yayınlanan “Îsâr Ruhu: Başkalarını Kendine Tercih Etme Ufku” isimli bamtelinden alınmıştır.