POPULARITY
Categories
Beyaz elbise giymek müstehabtır. Siyah giymek de müstehabtır. Çünkü siyah giymek Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in, siyah bir sarığı vardı. Bayramlarda onu giyer ucunu da iki omuzu arasından arkaya sarkıtır (taylasan yapar)dı. Mekke'nin fethinde başında o sarık olduğu halde Mekke'ye girmişti. Erkekler için giyimde uygun olan, çok pahalı da çok âdî de olmayan ve kendisiyle maddî bakımdan aynı seviyede olan kimselerin giydiği gibi giyinmektir. Aşırı lüks elbise giymek dînen yasaklanmıştır. Çok düşük kaliteli elbise giymekle de insanların gıybet etmesine sebep olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), giyimde iki şekilde tanınmayı yasaklamıştır: Aşırı pahalı ve çok kalitesiz elbise giymek. Buna dikkat edilirse, düşüncesiz ve haddini bilmeyen kimselerce de aklı başında kimselerce de ayıplanmaz. Şemsül Eimme İmam Serahsî (r.âleyh) şöyle buyuruyor: “İnsan, çoğu zaman günlük fakat yıkanmış temiz elbise giymelidir. Bazen de Allâh (c.c.)'un verdiği nimeti ortaya koymak için en güzel elbisesini giymelidir. Böyle yapmak mendubtur.” Çünkü, hadis-i şerifte “Allâhü Teâlâ verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister” buyuruluyor. Kişi en güzel elbisesini her zaman giymemelidir. Çünkü, bunu görenler kendileri öyle elbise giyemedikleri için üzülür ve sıkıntı duyarlar. Şir'a Şerhi, Mişkât isimli eserden şunu naklediyor: “Eski ve yamalı elbise giymek İslâm'ın sünnetlerindendir. Rivayet olunuyor ki, Peygamberimiz, (s.a.v.) Hz. Fâtıma (r.anhâ)'yı Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdiğinde, Fâtıma (r.anhâ) Validemiz'in üzerinde yünden 12 yamalı bir örtü, pelerin vardı. Hz. Fâtıma (r. anhâ) el değirmeniyle arpa öğütürken, diliyle Kur'an okur, kalbiyle mânâsını düşünür, ayağıyla beşik sallardı.” (Allame Şeyh Alaüddin Abidin, Üç Boyutuyla İslam,S.736)
Yüce Allâh, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O (s.a.v.)'e bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: “El-Ekrem, El-Emîn, El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hâkk, El-Habîr, Zü'1 Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâtih El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, ElNûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn.” Ali bin Zeyd bin Cüd'ân (r.âleyh) der ki: “Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Bir ara içlerinden birisi: “Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?” diye sordu. Cevap olarak dediler ki: “Şüphesiz Hassân (r.a.)'in “Allâh (c.c.) ona isminden bir isim ayırdı” beytidir.” “Peygamber şairi” olarak anılan Hassan (r.a.)'in bu şiirinde, şu meâlde mısralar da bulunmakta idi: “Allâh (c.c.), O (s.a.v.)'in adını kendi adı ile berâber andırıyor: Müezzin beş vakit ezânları okuyup “eşhedü” dediği müddetçe... Lütfedip O (s.a.v.)'e kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Râbbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed (s.a.v.)” İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: “Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib, O (s.a.v.)'in nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O (s.a.v.)'e Muhammed (s.a.v.) adını koymuştur. Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: “Torununa Muhammed (s.a.v.) adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad vermediniz?” O da şu karşılığı vermiştir: “O (s.a.v.)'in gökte Allâh (c.c.), yeryüzünde de insanlar övsün diye, O (s.a.v.)'e Muhammed adını verdim” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.140)
Yüce Allâh, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O (s.a.v.)'e bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: “El-Ekrem, El-Emîn, El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hâkk, El-Habîr, Zü'1 Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâtih El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, ElNûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn.” Ali bin Zeyd bin Cüd'ân (r.âleyh) der ki: “Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Bir ara içlerinden birisi: “Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?” diye sordu. Cevap olarak dediler ki: “Şüphesiz Hassân (r.a.)'in “Allâh (c.c.) ona isminden bir isim ayırdı” beytidir.” “Peygamber şairi” olarak anılan Hassan (r.a.)'in bu şiirinde, şu meâlde mısralar da bulunmakta idi: “Allâh (c.c.), O (s.a.v.)'in adını kendi adı ile berâber andırıyor: Müezzin beş vakit ezânları okuyup “eşhedü” dediği müddetçe... Lütfedip O (s.a.v.)'e kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Râbbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed (s.a.v.)” İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: “Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib, O (s.a.v.)'in nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O (s.a.v.)'e Muhammed (s.a.v.) adını koymuştur. Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: “Torununa Muhammed (s.a.v.) adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad vermediniz?” O da şu karşılığı vermiştir: “O (s.a.v.)'in gökte Allâh (c.c.), yeryüzünde de insanlar övsün diye, O (s.a.v.)'e Muhammed adını verdim” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, S.140)
Bir kimsenin ölmek üzere olduğu bir takım alâmetlerle anlaşılır. Bunlar; ayaklarının gevşeyip sarkması, burnunun yumulması ve yanaklarının solması gibi şeylerdir. Bu alametler zahir olduğunda yanında bulunanlar, yüzü kıbleye gelecek şekilde onu sağ yanı üzerine yatırırlar. Bu sünnettir. Hastaya eziyet verecekse vazgeçilir. Âlimler; bu durumda olan hastanın ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılmasının ve yüzü kıbleye dönük olsun diye de başının altına bir yastık konulmasının daha uygun olduğunu söylemişler ve gerekçe olarak da ruhunun çıkması daha kolay olur, demişlerdir. Hastayı bu şekilde çevirme imkânı yoksa hali üzere bırakılır. Son sözü “Lâ îlâhe İllallâh” olsun diye başucunda durulup işiteceği bir tonla “Eşhedü Enlâ îlâhe İllallâh Ve Eşhedü Enne-Muhammed'en Resûlullâh” denir. Kendisine bunu söylemesi teklif edilmez. Hasta bu telkinden sonra bir defa kelime-i şehadet getirecek olursa, artık tekrar edilmez. Ancak şehadetten sonra başka bir söz söyleyecek olursa şehadet telkini beyân edildiği şekilde tekrarlanır. Bu telkinin sünnet olduğuna dair icma vardır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lâ ilâhe illallâh'ı telkin ediniz. Ölüm esnasında son sözü lâ ilâhe illallâh olan kimse, ona ne isabet ederse etsin bir gün cennete girecektir.” Ölmek üzere olan kâfire telkin meselesine gelince, ona kat'i surette “eşhedü” lafzıyla iki şehadet yani “Eşhedü Enlâ îlâhe İllallâh Ve Eşhedü Enne-Muhammed'en Rasûlullâh” telkin edilir. Bu vaciptir. Zira kâfir, bu iki şehadeti getirmedikçe müslüman olamaz. (Suâlli Cevaplı İslâm Fıkhı,C.3,S.139-140)
Aişe (r.anhâ)'dan, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İçlerinde Ebu Bekir'in bulunduğu bir kavim için layık olmaz ki, onun dışındakilerden birini imam yapsınlar.” (Tirmizi) Çünkü imametin medârı, fazilet üzerinedir. O halde kim efdal ise imamete evlâ olan odur. Nitekim fıkıh kitaplarında geniş olarak izah olunmuştur. Ebu Bekir (r.a.) hepsinden efdaldir. Hadisteki imametle; hilâfet mânâsındaki imamete işaret olunmuş olması mümkündür. İşte bundan dolayı Resûlullâh (s.a.v.) hastalığında imamete Ebu Bekir (r.a.)'i tayin etti. Hz. Ömer (r.a.) imam olduğu ve insanlara namaz kıldırdığı zaman, namazlarını Ebu Bekir (r.a.)'in imametiyle iade ettiler. Abdullah Zem'a (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre; Resûlullâh (s.a.v.)'in hastalığı şiddetlendiği zaman Bilâl (r.a.) onu namaza çağırdı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Ebu Bekir'e gidiniz.” Gittiler ki, Ebû Bekir yoktur ve Ömer insanların içindedir. Dedim ki “Ya Ömer! Kalk ve insanlara namaz kıldır.” O da öne geçti ve tekbir aldı. Resûlullâh (s.a.v.) onun sesini işittiği zaman dedi ki: “Ebu Bekir nerededir? Allâh ve müslümanlar buna razı olmaz.” Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e haber gönderildi. Ömer (r.a.) namazı kıldırdıktan sonra Ebu Bekir (r.a.) geldi ve insanlara namazı kıldırdı. Bir rivayette de şöyle ilâve edildi: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ömer (r.a.)'in sesini işittiği zaman mescidin yanı başındaki hücresinden başını çıkarttı sonra dedi ki: “Yok yok yok, insanlara elbette İbn-i Ebu Kuhâfe namaz kıldırmalıdır!” (Birgivi, Tarikatü'l-Muhammediyye Tercümesi,s.166-167)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Allâh'a karşı yalan söyleyenlerin kıyâmet günü yüzleri göreceksin ki kapkaradır.” (Zümer s. 60) Hasan Basri: “Allâh (c.c.)'a karşı yalan söyleyenler, “istersek yaparız istersek yapmayız” diyen kimselerdir.” demiştir. İbn Cevzî (r.âleyh) de tefsirinde şu malûmatı verir: “Alimlerden bir taife Allâh (c.c.)'a ve onun Peygamberi (s.a.v.)'e karşı yalan söylemeği, geçmiş büyüklerden nakledildiği üzere, küfür saymışlardır. Şüphesiz Allâh (c.c.)'a ve Peygamberi (s.a.v.)'e karşı yalan söylemekte, haram olan bir şeyi helâl saymak korkusu vardır. Haramı helâl saymak ise katışıksız küfürdür. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur: “Bana karşı yalan söyleyen kimse için cehennemde bir ev yapılır.” (Buharî) Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Bana karşı yalan söylemek benden başkasına yalan söylemek gibi değildir. Benim söylemediğimi bana nisbet ederek söyleyen kimse cehennemdeki durağına hazırlansın.” (Müslim) Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Yalan olduğunu bile bile bana izâfeten bir söz aktaran, yalanı meslek edinenlerden biridir.” (Müslim) Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Mü'min kişi hainlik ve yalan söylemek hariç her şeyi yapıp işleyebileceği bir fıtratta yaratılır.” (Bezzâr) (İmâm Zehebî, Büyük Günâhlar,s.70)
Namaz, insanın yaratılışından önce meleklerin devamlı yaptığı, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.)'dan beri tüm peygamberlerin ümmetlerine belirli şekil, vakit ve sayılarda emredilen, bütün dinlerde de ortak bir şiar olarak göze çarpan ilk ve en eski ibâdettir. Dinler tarihi incelendiğinde, namazsız hiçbir semavî dinin olmadığını görürüz. Fakat İslâm'daki namaz, önceki dinlerdeki namazlardan daha ileri manâ ve hikmetleri ihtivâ etmektedir. Namazın İslâm'daki yeri büyüktür. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz namazı, dinin direği olarak vasıflandırmış; İslâm binasının asıl unsurlarını sayarken de imân esâsı olan Kelime-i Şehâdet'ten hemen sonra namazı zikretmiştir. Ayrıca namaz dosdoğru kılındığında dine ait diğer bütün işlerin de Allâhü Teâlâ'nın istediği şekilde yürümesi daha âsân olacaktır. Zira Mevlâ Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: “Ey Resûlüm! Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh'ı anmak olan namaz elbette en büyük ibâdettir. Allâh, yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut s. 45) Büyük İslâm mutasavvıfı Ebû Talib el-Mekkî (r.âleyh) şöyle der: “Namaz bedenin, aklın ve kalbin iştirâk ettiği bir ibâdettir.” Namazda beden için, ayakta durma, rükû, secde, oturuş ve eğilip kalkma, dil ile Allâh (c.c.)'u yüceltme, övme, O (c.c.)'a sığınma ve O (c.c.)'dan yardım ve bağışlanmayı dilemektir. O (c.c.)'u her haliyle hatırlama; akıl için Allâh (c.c.)'un isim ve sıfatlarının mükemmelliği karşısında kendi eksiklik ve hatalarını düşünme; kalp için ise huşû, manevî lezzet ve tatmin olma hali vardır. (Suâlli-Cevâplı İslâm Fıkhı,c.2,s.6-7)
Cömertlik kolayca verebilmek şeklinde tanımlanabilir. Bu güzel huyda Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e kimse erişemez. Peygamber (s.a.v.)'i yakından tanıyan, dost-düşman herkes O (s.a.v.)'in yüce şahsiyetini böylece vasfetmiştir. Cabir b. Abdullah (r.a.)'den: “Hayatında, kendisinden istenen bir şey için “hayır, veremem” dememiştir.” İbn Abbas (r.a.)'den: “Peygamber (s.a.v.) iyilik yapmak bakımından insanların en cömerti idi. En çok cömert davrandığı zaman, Ramazan ayı idi. Hele Cebrail (a.s.)'la buluştuğu zaman Saba rüzgârından daha cömert olurdu.” Enes (r.a.)'den: “Bir adam ondan mal istedi. Ona iki dağ arasını dolduracak kadar çok koyun verdi. Adam memleketine dönünce, “Gidin siz de müslüman olun; çünkü Resûlullâh (s.a.v.) fakirlikten endişe duymayan bir adam gibi bolca dağıtıp veriyor” dedi.” Ebu Hureyre (r.a.)'den: “Bir adam gelip ondan bir şey istedi. Bunun üzerine Allâh'ın Resûlü (s.a.v.) başka bir adamdan onun için yarım vesk (otuz ölçek) ödünç alıp verdi. Sonra bilâhare alacaklı borcunu istemeye gelince, tuttu ona tam vesk (altmış ölçek) verdi ve sebebini izah ederek, şöyle buyurdu: “Yarımı, alacağındır. Diğer yarımı ise bizden sana olan bir atiye (ihsandır).” hadisleri rivayet olunmuştur. Peygamber (s.a.v.) henüz peygamber olarak gönderilmeden önce de durumu aynı idi. Nevfel oğlu Varaka ona, “Zayıfa yardım edersin, yoksulun elinden tutup korursun.” demiştir. (Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf,s.109-112)
Bir Hadîs-i Şerif'te: “Ramazân bayrâmından sonra altı gün oruç tutan bir kimse, bir sene boyunca oruç tutmuş gibi olur. Kişi bir iyilikte bulunursa, kendisine bunun on katı verilir” (İbn-i Mâce ve Nesâî) buyurulmuştur. Taberânî'nin rivâyetinde şu ziyâde vardır: Allâh Resûlü (s.a.v.) böyle buyurunca Ebû Eyyûb elEnsârî (r.a.), Efendimiz (s.a.v.)'e: “Ey Allâh'ın Resûlü! Tutulacak bir günlük oruç on güne karşı mıdır?” diye sorduklarında Efendimiz (s.a.v.) “Evet!” buyurdular. Altı günlük oruç bayrâmdan sonra arka arkaya tutulabileceği gibi bütün Şevvâl ayına dağıtılarak da tutulabilir. Zîrâ Âişe (r.anhâ) Vâlidemiz: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz pazartesi ve perşembe günlerinde oruçlu olmaya çalışırlardı” buyurdular. Ayrıca “Her ayda üç gün oruç tutmak, bütün hayâtını oruçlu geçirmek gibidir.” (Buhârî ve Müslim) “Kim bir sâlih âmelde bulunursa, ona yaptığının on katı ecir verilir.” (En'am s. 160) Bu âyet-i kerîmeden yola çıkarak, Ramazân'ın her bir gününün, on güne karşılık geldiğini ve toplamının 300 olduğunu, ardından tutulan altı günlük Şevval orucuyla birlikte 360 gün ettiğini, bu sürenin de 6 gün ziyadesiyle bir sene ettiğini âlîmler hesaplamışlardır. Zîrâ Kamerî takvimde yıl, 354 gündür. Tutulan 6 gün orucun, Pazartesi-Perşembe veyâ Kamerî ayın 13., 14. ve 15. (Eyyâm-ı Bıyz) günlerine denk getirilmesi daha fazîletlidir. Alî Havvâs (k.s.) buyurmuşlardır ki: “Şevvâl ayında tutulan bu altı günlük oruca da, Ramazân-ı Şerîf'teki gibi saygı gösterilmelidir. Çünkü Şevvâl ayında tutulan oruçlar, Ramazân ayındaki oruçların eksiklerini tamir durumundadır.” İşte Şevvâl ayı oruçlarında Râbbimizin vaad ettiği mükâfat, oruçla olan irtibatımızı devâm ettirmemiz, orucu sâdece Ramazân ayına mahsûs kılmamamız için bir teşvîk mahiyetindedir. (İmâm-ı Şa'rânî, el-Uhûdü'l- Kübrâ,a.225)
Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.) vahiy gelmeye başlayınca, yaşadığı zaman dilimi şartlarında bunun bir harfini bile zayi etmeden korumak gerekiyordu. Vahyi yazan, kâğıt vb. yazı araçları oldukça sınırlı idi. Hiç olmazsa bir nüsha yazdırmaya Efendimiz özen gösterdi ve yazılan sayfalar titizlikle korundu. O toplumda ezber kabiliyeti gelişmişti, pek çok kişi ya Kur'an'ın tamamını veya bazı kısımlarını ezberlediler. Yazılı bir tek nüshanın başına bir şey gelse başta Efendimiz olmak üzere demir hafızlar onu her an yeniden yazdıracak durumda idiler. Şunu hemen ifade etmem gerekir ki, manasını anlamadan ezber o devirde, o toplumda mevcut değildi; Kur'an hâfızı olan ashâb onun manasını da anlıyorlar, takıldıkları bir şey olursa Peygamberimiz'e soruyorlardı.
Allah ve melekleri müminlere de salât ederler. Öyleyse Efendimiz'e (sav) salât etmek ne demektir? “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O ve melekleri size salât eder. O, müminlere karşı pek merhametlidir” (Ahzâb 33/43). Şu meâldeki âyet-i kerimeyi hepimiz biliyoruzdur: “Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyet ile teslim olun!” (Ahzâb 33/56). Bu âyette geçen “salât etmek” fiili, çoğu zaman zihin karışıklığına sebep olmakta, “Allah ve melekleri Hz. Peygamber'e salât u selâm ederler/okurlar.” şeklinde meâllere yanlış yansıtılmakta, çeşitli sohbet ve vaazlarda sanki Cenâb-ı Hak ve melekler Hz. Peygamber'e (sav) salavât okuyorlarmış gibi tuhaf tercümelere ve anlatımlara konu olmaktadır.
İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe (r.a.), fıkıh, ilim, takvâ, hâfıza ve zabıt yönünden dünya imâmlarından birisidir. O dindarlığının, ibâdetinin, teheccüdünün, çok Kur'ân okumasının ve geceleri ibâdetle geçirmesinin yanında çok cömert ve çok zekî olan kimselerden sayılır. İmâm-ı A'zâm (r.a.), Kitâb'a ve Sünnet'e önem veren ve hadîs öğrenme konusunda çaba harcayıp, yolculuklara çıkan bir âlimdir. O, sünnetlere, bunları toplamaya, sünnetin kutsal sınırlarını savunmaya, ona karşı gelen veya ondan uzaklaşmak isteyenlere karşı baskı yapmaya çok büyük önem verirdi. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in sünnetini başka şeylere tercîh ederdi. İmâm-ı A'zâm (r.a.) sika olan güçlü râvîlere yönelen, rivayette zayıf olanları terkeden ilk âlimdir. İmâm-ı A'zâm (r.a.), hadîs ve fıkıhdan ayrılmamış, takvâ ve ibâdete devâm etmiş ve sonunda dünyanın dört bir tarafında görüşlerine başvurulan bir âlim ve kendisine uyulan bir bilgi sığınağı hâline gelmiştir. İmâm-ı A'zâm (r.a.)'in imâmlığı, büyüklüğü, mertebesinin yüceliği, fazîletinin mükemmelliği noktasında görüş birliği vardır. Selef âlimleri, onun takvâsını, zühdünü, ibâdetini, sultânlardan uzak duruşunu, onların kadılık teklîflerini kabûl etmeyişini, ilminin bolluğunu ve hadîs bilgisinin çokluğunu, fıkıhda eşsiz bir zekâya sâhib olduğunu, sünnete bağlılığını övmek için çok şeyler söylemişlerdir. Dünyanın dört bir tarafında kendi zamanında yaşamış önde gelen imâmlar, ona saygı duymuş ve meziyetlerini kabûl etmişlerdir. (Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.19-21) İMÂM-I A'ZÂM (R.A.)'IN DUÂSI “Allâhümme'rzuknâ fıkhen fi'd-dîn ve ziyâdeten fi'l-ilm ve kifâyeten fi'r-rızk ve sıhhaten fi'l-beden ve tevbeten kable'l-mevt ve râhaten ‘inde'l-mevt ve mağfiraten ba'de'l-mevt inneke mâ teşâu kadîr” Manası: Allâh'ım bizi dinde anlayış sahibi olmakla, ilim çokluğuyla, bol rızık sahibi olmakla, bedenimizi sıhhatle, ölümden önce tevbe; ölüm anında kolaylık ve rahat; ölüm sonrasında mağfiretle rızıklandır. Şüphesiz ki sen dilediğini yapmaya gücü yetensin.
Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)'in menkıbe ve fazîletleri sayılamayacak kadar çoktur. Ehl-i Sünnet'in âlimleri, sahabe (r.a.e.)'in en fazîletlilerinin cennetle müjdelenen on kişi olduğunu, bu on kişinin en üstünlerinin de sırasıyla: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.e.) olduğuna dair icmâ etmişlerdir. Allâh hepsinden razı olsun. Bunda asla şüphe yoktur. Bu hususta şüpheye yalnız bid'at sahibi pis münâfık düşer. Irbaz b. Sâriye (r.a.)'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte, Server-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Benim sünnetime ve benden sonra da mazhar-ı hidayet olmuş Hulefa-yı Râşidîn'in sünnetlerine bütün gücünüzle sımsıkı yapışın. (Tirmizî) Hulefa-i Râşidîn: Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a.e.)'dir. (Allâh onlardan râzı olsun. Amîn). Allâhü Teâlâ, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in fazîleti hakkında ayetler indirmiştir. Ezcümle: “Sizden dinde fazîlet ve dünyada servet sahibi olanlar akrâbasına, yoksullara Allâh yolunda hizmet edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin” (Nur s. 22) ayetiyle yine: “...İkinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar...” (Tevbe s. 40) ayetlerinin Hz. Ebûbekir (r.a.) hakkında nâzil olduğu hususunda hiçbir ihtilâf yoktur. Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyordu: “İkinin İkincisinden kim daha üstün olabilir ki, üçüncüleri Allâh (c.c.)'dur.” Cenâb-ı Hâkk şöyle buyurdu: “Sıdk-u hakîkatı getirene ve onu tasdik edenlere (mü'minlere) gelince işte onlar takvâya erenlerin ta kendileridir.” (Zümer s. 33) Cafer-i Sadık (r.a.) bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: “Sıdk-u hakîkati getiren Hz. Peygamber (s.a.v.)'dir. “Onu tasdik” eden de Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.)'dir. Allâh (c.c.) Ashâb (r.a.e.)'in hepsinden razı olsun! Amin. (İmâm Zehebî, Büyük Günâhlar,S.328)
Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva, cennetten yeryüzüne ayrı yerlere indirildikten sonra, senelerce ayrı kaldılar. Âdem (a.s.), Hindistan'da, Hz. Havva validemiz de Arâbistan'da kaldı. Dünyanın dert ve sıkıntılarına katlandılar. Cennet'ten ayrı kalmanın üzüntüsü ile uzun yıllar ağlayıp gözyaşı döktüler. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Âdem (a.s.), zellesi sebebiyle cennetten çıkarılınca dedi ki: “Ya Râbbi! Beni, Muhammed (s.a.v.)'in hürmetine affet.” Allâhü Teâlâ buyurdu ki: “Ya Âdem! Sen Muhammed'i nasıl bildin? Daha ben O'nu yaratmadım?” Âdem (a.s.) şöyle cevap verdi: “Ya Râbbi! Beni yaratıp, bana ruh verdiğin zaman, gözümü açıp baktığımda, Arş'ın kenarında “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” yazılı gördüm. İsmini isminle yazdığından, yarattıklarından en çok sevdiğin O'dur. Allâhü Teâlâ buyurdu ki: “Doğru söyledin ey Âdem. Mahlûkatımdan en çok sevdiğim O'dur. O'nun hürmetine af dilediğin için, seni affettim.” Daha sonra, Allâhü Teâlâ buyurdu ki: “Ya Âdem, sen dünyada meşakkât ve tevbeye zürriyetini vâris kıldın. Onlardan biri bana duâ edip, tazarruda bulunduğu zaman, senin tevbeni ve duânı kâbul ettiğim gibi, onların da tevbesini ve duâsını kâbul ederim. Onlardan biri, benden afv ve mağfiret dileyip, bana sığınırsa, tevbesini kâbul ederim. Çünkü ben tevbeleri kâbul ediciyim. Ey Âdem! Ben, günâhtan tevbe edenleri, cennette haşrederim. Onları mezarlarından neşeli ve güler yüzlü oldukları hâlde, duâları kabûl edilmiş olarak kaldırırım.” (Peygamberler Tarihi Ansiklopedisi. S.31)
“Ümmetin yetmiş üç fırkaya” bölüneceğine dair hadisi şerif, itikadi mezheplerin teşekkülü ile yakından alakalıdır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç, diğerleri cehenneme gireceklerdir.” buyuruyor. Sahabe-i Kiram (r.a.e.): “O müstesna olan fırka hangisidir, ya Resûlullâh?” diye sorunca, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Benim ve ashabımın yolunda olan cemaattir.” müjdesini veriyor. Bir başka hadisi şerifte ise Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Benim ve raşid halifelerimin sünnetine sarılınız.” Tüm bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Ashab (r.a.e.)'e uyanlar, ancak sahih rivayetlerle gelen ahkâm ve siyerlerde onlara uyanlardır. Bu da Ehl-i Sünnet'in yoludur, sünneti terk edenlerin yolu değildir. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hükmüne uyan bu fırkadır, çünkü Resûlullâh (s.a.v.)'e ve Ashabı (r.a.e.)'e bu fırka uymuştur. İslami fırkalar hakkında bilgi veren bütün kitaplar yukarıdaki yaptığımız alıntıları teyid etmektedirler. Resûlullâh (s.a.v.)'in mübarek Ashâbı (r.a.e.)'ni tekfir edenler, onların şehadetlerini, bir demet bakla hakkında bile kâbul etmeyenler, Allâhü Teâlâ'nın sıfatlarının tamamını veya bir kısmını inkar edenler ve yüce râbbimize cihet tayin edenler ve Allâh (c.c.) da benim bu kürsüye indiğim gibi arşa inerler diyenler, Resûlullâh (s.a.v.)'in: “Kurtulmuş fırka bana ve Ashabıma tabi olanlardır.” buyurduğu fırka olamaz. O mübarek fırka ancak, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in her çeşit sünnetini ve hatta mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'i sahih yollarla bize nakil ve rivayet eden mübarek Ashâb (r.a.e.)'in yolunda yürüyen ve titizlikle bağlanan Ehli Sünnet ve'l Cemaat denilen mutlu fırkadır. (Mehmet Çağlayan, Ehli Sünnet ve Akaidi.S.60)
“En büyük kusur kusursuzluk iddiasıdır. Kusursuzluk insanı kibre sürükler. Bu sebeple insanın hataları, günahları ve kusurları onu dengede tutar. İnsan olduğunu, Allah tarafından yaratılmış, sonlu bir varlık olduğunu hatırlatır. Bu sadette Hz. Hanzala bir gün Efendimiz (s.a.v)'e gelip ‘Hanzala münafık oldu' der. Efendimiz (s.a.v) neden böyle söylediğini sorunca Hanzala şöyle açıklar: “Ya Resûlullah! Senin yanında bulunuyoruz, bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp da çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce çoğunu unutuyoruz.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) onu teselli mahiyetinde şöyle buyurur: ‘Nefsimi kudretiyle elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki şayet siz, benim yanımda bulunduğunuz hâlde devam edip zikir üzere olabilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musâfaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala, bazen öyle olur bazen böyle.” (O'nun Gibi/ Muhammed Yazıcı)
*Kıblenin değişimi Efendimiz (sav), Medine'yi teşrif ettikten sonra, on altı veya on yedi ay boyunca namazlarını Mescid-i Aksa'ya yönelerek kılmıştı. Ancak gönlü, Kâbe'yi kıble edinmekteydi. Nitekim onun arzusu, vahiyle yerine getirildi ve Kur'ân âyetleriyle Kâbe, yeni kıble edinilmiş oldu. Bakara Suresi'nin 142-150. âyetleri bu konuyu ihtiva etmektedir. Kıblenin değişimi, çok büyük bir olaydır. İmanı zayıf olanlar için savrulma nedeni olabilecek ciddi bir imtihan olmuştur. Medine'de yaşayan Yahudiler ve münafıklar, bu hadiseyi istismar ederek Efendimiz (sav) ile alay etmişlerdir. Ancak sağlam bir imanla ona bağlı olanların imanlarında asla bir zayıflama görülmemiştir. Yahudi ve münafıkların, “Bunlara ne oldu da şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçip yeni bir kıble edindiler!” şeklindeki alaylarına Kur'ân'ın verdiği cevap çok anlamlıdır: “Doğu da batı da Allah'ındır.” Yani; kıble sembolik bir şeydir. Allah, tek bir cihette değildir ki O'na yönelmek için tek bir cihet belirlensin. Başka bir âyette buyurulduğu üzere “Nereye yönelirseniz yönelin, O'nun zâtı oradadır.” (Bakara 2/115). Kıble gibi çok önemli bir şeyin değişimi bize şunu öğretir: Allah Teâlâ, iman esasları ve ahlâk ilkeleri dışında, yeni şartlar icabı dindeki her şeyi değiştirebilir/güncelleyebilir. Dinin sabitelerini ve değişkenlerini iyi anlamak gerekir. Bu nokta, dinin özünü ve ruhunu kavrayabilmek için üzerinde çok derin düşünülmesi gereken bir noktadır. Özellikle zahirî kuralların basit ayrıntılarına takılan ve dindarlığı daha çok zahirî kurallar çerçevesinde algılayanların, kıblenin değişimini iyi düşünüp bundan ders çıkarmaları gerekir.
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâblarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümânın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretleri nin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmi yetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat! İşte kerâmeti maddî ve ma'nevî olarak ikiye ayı ran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma'nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma'nevî kerâ metler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendi mizin asırlık ömürleri. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyu ruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970'li yılların ikinci yarısında Erenköy'de bir evde) Abdü'l-kâdir-i Geylânî hazretlerinin kendisini yardı ma çağıran Adana'nın Misis nâhiyesinin Abdoğlu köyünden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatır ken, son derece sâf ihvânlardan Merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak: “Vallâhi bu Zât, asrın Ab dü'l-kâdir-i Geylânî'sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât'ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu'tâdlarını bozarak yeni baş lamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek: “Arabayı hazırlayın” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “İk râmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun” diyerek yemeden oradan ayrıldılar. İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Doğumundan i'tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma'nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşları nın dışarıya tezâhürüdür. Hâkk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müs lümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına; “Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diye rek kılıf bulup, İslâm'ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan i'tibâren tamâmı nı, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete ka dar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât et miş bir âlî kadîrdir Hazret-i Sâmî (k.s.). Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velî dir” Hazret-i Sâmî (k.s.). 1950'li yılların başlarında İstanbul'a intikâllerin den sonra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendi miz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendi leri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye: “Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilme sini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler. Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendile rini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdik lerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini diz lerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)'ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi'râc'da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiçbir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu” sorul duğunda: “Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuş lardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ. (Ömer Muhammed Öztürk, www.ramazanoglumahmudsamiks.com
Resûlullâh (s.a.v.) bir gün devesinin üzerinde ilerlerken, arkadaşları da O (s.a.v.)'in önünde yürüyorlardı. Hz. Muâz (r.a.): “Canım sana fedâ olsun, Yâ Resûlullâh! Cenâb-ı Mevlâ'dan niyâzım, bizim emânetimizi senden önce almasıdır. Allâh göstermesin, eğer sen bizden önce vefât edersen, senden sonra hangi ibadetleri yapalım?” diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu soruya cevap vermedi.Bunun üzerine Muâz: “Allâh yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâh yolunda cihâd çok güzel şeydir ama insanlar için bundan daha hayırlı ameller vardır.” “Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?” “Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”Muâz (r.a.), bu minvâl üzere, insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her defasında: “İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Hz. Muâz (r.a.): “Anam, babam sana kurban olsun Yâ Resûlullâh! İnsanlar için bunlardan daha hayırlı ne olabilir?” diye sordu.Efendimiz (s.a.v.) ağzını gösterdi: “Ey Muaz, ya hayır konuş, hayır konuşmyacaksan sus.” buyurdu. Muâz (r.a.): “Yâ Resûlullâh! Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.), Muâz (r.a.)'in dizine hafifçe dokundu ve şunları söyledi: “Allâh hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh'a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı, hayırlı söz söylesin veya sussun. Zararlı söz, iftira ve gıybet, zinadan şiddetlidir.”
Müfessir ve muhaddis sûfi İbni Atâ (r.âleyh) “Bu güvenli beldeye yemin ederim” (Tîn s. 3) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ Mekke'yi, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in orada oturması ve onun içinde bulunmasından dolayı her bakımdan güvenilir bir şehir yapmıştır. Zira Resûlullâh (s.a.v.)'in mübârek vücûdu orada bulunduğu için orası güvenli bir yerdir.”Sonra Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Babaya ve evlâdına yemin ederim.” (Beled s. 3) Bazı âlimler Cenâb-ı Hâkk'ın bu ayetteki “baba (vâlid)” ifâdesiyle Hz. Âdem (a.s.)'ı kastettiğini söylemişlerdir. O zaman da “evlâd (veled)” ifâdesiyle onun bütün soyu kastedilmiş olabilir. Bazı âlimler de ayette kendisine yemin edilen babanın (vâlid) Hz. İbrâhim (a.s.) olduğunu söylemişlerdir. O takdirde Allâhü Teâlâ “evlâd (veled)” ifâdesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'e işaret etmiş olabilir. Şu hâlde bu surede iki yerde Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e yemin edilmiş olmaktadır. Bu yeminlerden biri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yaşadığı şehre “Yemin ederim bu beldeye ki sen de bu beldenin sâkinisin” (Beled s. 1-2); diğeri ise babanın evlâdına “Babaya ve evlâdına yemin ederim” (Beled s. 3) yöneliktir. İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ, kendi katında Peygamber (s.a.v.)'den daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Cenâb-ı Hâkk'ın, ondan başka birinin hayatına yemin ettiğini işitmedim.” Tâbiîn muhaddislerinden Ebü'l-Cevzâ (r.a.) şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ Peygamber (s.a.v.)'i kendi katında yaratılmışların en değerlisi kâbul ettiği için onun hayatından başka hiçbir kimsenin hayatına yemin etmemiştir.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.105-110)
Allâhü Teâlâ'ya imandan sonra farzların en büyüğü, en mühimi namazdır. Namaz imanın alâmetidir, kalbin nurudur, ruhun kuvvetidir. Mü'minin miracıdır.Mü'min bu sayede Hâkk Teâlâ'nın manevî huzuruna yükselir. Allâhü Teâlâ' ya yal-vararak manevî kurbiyyete erer. Allâh (c.c.)'un İslâm'dan önce gönderdiği hak dinlerde de namaz insanlara emro-lunmuştur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz de ilk vahiyle mükellef olmalarından itibaren namaz kılmak la emrolunmuştu. Şu anda sorumlu olduğumuz namaz ise mi-rac gecesinde farz olmuştur. Namaz, Allâh (c.c.)'u tanıma ve kulluğun hakkını ona vermenin mükemmel bir alâmetidir. İn sanın ruhunda inancı ne derece açık ve kalbinde imam ne kadar uyanık ise, işlerinin Allâh (c.c.)'un emirlerine uygunluğu da, o derecededir. Allâh (c.c.) inancı kalplerde namazla canlandığından, hareketlerimizi O (c.c.)'un emirlerine uy duran direkt sebep namazdır. “Gerçekten namaz kötü işten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak ki Allâh'ı zikretmek daha büyüktür.” (Ankebut s. 45)Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Kıyamet gününde kulun amelinden ilk sorguya çekileceği husus namazdır. Namazı sağlam olursa felâha ermiş ve kurtulmuştur. Bozuk ise, kaybetmiş ve ziyana uğramıştır. Farz namazlardan bir şey eksik olursa Allâh şöyle buyurur: “Bakın kulumun sünnet namazları var mıdır? Ta ki onlarla farz namazdan olan eksik tamamlansın.” Sonra diğer amelleri de bu şekilde değerlendirilir?” (Tirmizi)
Merhaba Arkadaşlar, Bu podcastimizde Duhâ Sûresi'ndeki derin anlamı keşfetmeyi ve zorluklarla nasıl başa çıkabileceğimizi konuştuk. Efendimiz'in duygusal yolculuğuna tanıklık edin. Keyifli dinlemeler…
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz diğer aylara göre şaban ayında daha çok ibâdet ve taatte bulunurlardı. “Şaban benim ayımdır.” ve “Şaban günahları temizleyendir” buyurarak bu ayın kadrini yüceltmişlerdir. (Keşfü'l Hafâ) Hz. Enes (r.a.), Resûlullâh (s.a.v.)'in oruçların en üstünü hangisidir? sorusuna cevâb olarak: “Oruçların en üstünü Ramazan-ı şerîfe ta'zîm ve hürmet için Şa'ban ayında tutulan oruçtur” buyurduklarını beyân eylemiştir. Abdullah (r.a.)'in bildirdiği Hadîs-i Şerîf'te: “Şa'ban ayının son pazartesi günü oruç tutanın günahları mağfiret olunur.” buyurdu. Hz. Âişe (r.anhâ)'nın,; “Ben, Resûlullâh (s.a.v.)'i Şa'bân-ı şerîften daha çok, herhangi bir ayda oruç tuttuğunu görmedim” diye buyurmuştur Şa'ban kelimesinde beş harf vardır: Şın, Ayn, Be, Elif ve Nûn. Ş harfi şerefi, Ayn harfi ulviyyeti, yüksekliği, B harfi birri, ihsanı, Elif ülfeti, Nûn ise nuru göstermektedir. Bütün ihsanlar bu ayda, Allâhü Te'âlâ'dan kullara bahşedilmiştir. Şa'ban öyle bir aydır ki, onda hayırlar açılır, bereketler iner, hatâlar terk olunur, günâhlar örtülür.Bu ayda Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e çok salâvâtı şerîfe getirilir. Şa'ban ayı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e salâvat ayıdır. Nitekim Allâhü Te'âlâ: “Elbette ki Allâhü Te'âlâ ve melekleri peygamberi üzerine salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de ona salât ve selâm okuyun” (Ahzab s. 56) buyuruyor. Şa'bân-ı şerîfte okunacak duâ: Allâhümme bârik lenâ fî şa'bân ve belliğnâ ramazân vahtim lenâ bi'l-îmân ve yessir lenâ bi'l- kur'ân. (Bu duânın, sayı sınırı olmamakla beraber, Şa'bân-ı şerîf boyunca günde 100 defa okunmasında fazîlet vardır.)Şa'ban-ı şerîf duâları: İlk on (10) gün: “Yâ latîfü celle şânühü” İkinci on (10) gün: “Yâ rezzâku celle şânühü” Son on (10) gün: “Yâ azîzü celle şânühü” (Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.55)
Geçtiğimiz pazarı pazartesiye bağlayan gece, Miraç Gecesi'nin sene-i devriyesini idrâk ettik. Bu yazımızda, Efendimiz'in (sav) yaşadığı Miraç hadisenin detaylarına girmeden, bu hadisenin bizim zihin ve gönül dünyamızda nasıl bir karşılık bulması gerektiği, bize neler söyleyebileceği ve nasıl bir ufuk verebileceği üzerinde duracağız. Dinin özü ve temel fonksiyonu, bireylere yaşattığı kişisel manevî tecrübelerdir. Dindarlık da, esas itibarıyla dinî inanç ve duygulardan feyz alarak kişisel manevî tecrübeler yaşamaktır. O hâlde, dinin özünden istifade etmek ve dindarlaşmak isteyen bir insan, her şeyden evvel dinî inanç ve duygularından kaynaklanan manevî tecrübeler yaşamayı amaçlamalıdır. Bu itibarla, dinî/manevî açıdan önem atfedilen zaman dilimlerini, kişisel tecrübe sahamıza dâhil etmek amacıyla zihin ve gönül dünyamızda bazı manevî tecrübelerle kodlamak gerekir. Mesela Ramazan ayı, nefis terbiyesi ve arınma süreci; Berâet Gecesi ise, cân u gönülden yapılan tevbe sayesinde günahlardan ve kötülüklerden temizlenerek “günahsızlık beratı alma” gecesi olarak kodlanabilir. Peki ya Miraç Gecesi? Bu gece, yalnızca Muhammed Mustafa Efendimiz'in (sav) yaşamış olduğu en yüksek manevî tecrübenin hikâye edilmesi, hatta mitolojik/efsânevî bir şekilde tamamen doğaüstü bir olay olarak betimlenmesi suretiyle yalnızca uzaktan imrenilebilecek, övülebilecek bir hadisenin yâd edilmesi olarak mı anlaşılmalı? O'nun (sav) yaşadığı bu tecrübe, bizim için bir “öykü” konusu mudur; yoksa “öykünme” konusu mu? O'nun (sav) bu muhteşem Miraç tecrübesi, -kendi idrakimize ve manevî kabiliyetimize göre- bizim de miraç tecrübeleri yaşayabileceğimiz doğrultusunda bize ufuk vermez mi?
Mübarek üç ayların en lezzetli gecesi İsrâ ve Mirac hâdiselerinin gerçekleştiği mübarek Mirac Gecesi. İsrâ ve Mirac hâdiseleri, çok derin anlamlar içeren ve derin mesajlar veren iki olağanüstü hâdise, dünyayı terkediş ve adım adım ilâhî hakikate yükseliş yolculuğu... İslâm'ın temel özelliklerini özetleyen ve insanı kendine getirerek yüceler yücesi mertebelere yükselme imkânı sunan muazzez iki diriliş yolculuğu bu. Bugün Allah'ın bir lûtfu olarak âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'e (sav) bahşedilen İsra ve Mirac yolculuklarını yazdığım bir yazımı güncelleyerek, özlü ilavelerle birlikte bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyorum.
İslâm ana-baba haklarına son derece önem vermektedir. Nebi (s.a.v.) Efendimiz babanın hakkının, eğer baba düşman eline esir düşerde evlâdı onun fidyesini ödeyip esaretten kurtarırsa ödenebileceğini beyân buyurmuşlardır. Bunun yanında annenin hakkının ödeneceğine dair hiçbir bilgi yoktur. Bir gün Resûlullâh (s.a.v.) sahabelerinden birini, sırtında bir kadın ile Kâbe'yi tavâf ederken görüyor. Sahabe tavâfı bitirince Resûlullâh (s.a.v.) kendisini çağırtıyor ve “O sırtında tavâf ettirdiğin kadın kimdi?” diye soruyor. Sahabe “Anamdı ya Resûlullâh.” deyince Efendimiz (s.a.v.) “Peki hakkını ödemiş oldun mu?” diye suâl ediyor. Sahabe “Vallâhi Ya Resûlullâh, ben ödeşmek için yapmadım. Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)'in rızâsı için yaptım. Ödeşip ödeşmediğimi siz bilirsiniz.” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) Efendimiz: “Nefsim kudret elinde olan Allâh'a yemin ederim ki şu yaptırdığın tavâf onun karnında attığın bir tekmenin karşılığı değildir.” buyurmuşlardır. Yani anne hakkının ödenmesi mümkün değildir. Resûlullâh (s.a.v) “Anne-babasını razı ederek sabahlayan kimse için cennette iki kapı açılır. Aynı şekilde onları razı ederek akşamlayan kimse için de böylesi vardır. Eğer birini razı ederse, bir kapı açılır. Kendisine zulmetseler de, zulmetseler de, zulmetseler de onları razı etmeye çalışmalıdır. Kim anne-babasını kızdırdığı hâlde sabahlarsa ona da cehennemde iki kapı açılır. Onları kızdırarak akşamladığı zaman da yine kendisi için cehennemde iki kapı açılır. Eğer birini kızdırırsa bir kapı açılır. Kendisine zulmetseler de, zulmetseler de, zulmetseler de durum değişmez.” (Beyhâkî) buyurmuşlardır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.98-101)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Onlar ellerindeki Tevrât ve İncîl'de özelliklerini yazılı buldukları o elçiye, okuma yazma bilmeyen o Peygamber'e uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten sakındırır; iyi ve temiz şeyleri onlara helâl, pis şeyleri ise haram kılar, daha önce üzerlerinde bulunan ağır yükleri indirir, sırtlarındaki zincirleri çözer. Ona îmân eden, onu destekleyen, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen nûra uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Şöyle de: “Ey insanlar! Elbette ben, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allâh'ın hepinize birden gönderdiği elçisiyim. Öyleyse Allâh'a îmân edin, Allâh'a ve O'nun sözlerine îmân eden o ümmî Peygamber'e de îmân edin. Ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A'râf s. 157-158) Allâhü Teâlâ bir başka ayette de şöyle buyurdu:* “Allâh'ın, senin kalbine koyduğu rahmet sâyesinde onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. O hâlde onları affet, Allâh'ın onları bağışlamasını dile. Karara bağlanacak işlerde onlara danış. Kesin kararını verince de, yalnız Allâh'a tevekkül et. Çünkü Allâh kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân s. 159) Dahhâk ibni Müzâhim (r.a.)'in şöyle demiştir: “Bu ayette Allâhü Teâlâ, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'i mü'minlere merhametli, şefkâtli ve yumuşak huylu kıldığını söylemek suretiyle onlara olan iyiliğini hatırlatmaktadır. Şayet Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kaba ve kırıcı biri olsaydı, etrafındaki insanlar dağılıp giderdi. Böyle bir şey olmaması için Cenâb-ı Hâkk, O (s.a.v.)'i hoşgörülü, yumuşak, güler yüzlü, nâzik ve şefkâtli bir insan olarak yarattı.” Yine Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Böylece, siz bütün insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi ölçülü ve dengeli bir ümmet yaptık.”* (Bakara s. 143) (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.93-94)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Meşrû' işlere Allâh'a hamd ile başlanmazsa hayır ve bereketi kesilir.” “Allâh'a hamdetmek şükrün başıdır. Allâh'a hamdetmeyen bir kul O'na şükür etmemiştir.” “Cenâb-ı Hakk'ı senâ için elhamdülillâh demek, yâhûd Allâh'a hamd etmek zikirlerin efdalidir.” “Cenâb-ı Hakk'a en çok şükür edeniniz, insanlara teşekkürde kusur etmeyeninizdir.” “Allâh'a hamd ile başlanmayan herbir söz kesiktir.” “Cennete ilk girecek zümre «Hammadûn» zümresidir; yani Cenâb-ı Hakk'a çok hamdedip çok şükredenler.” “Hiçbir tarafı müstesnâ olmamak üzere bütün dünyâ ümmetten sâdece bir adama verilse ve sonra bu kimse ‘Elhamdülillâh' dese, muhakkak ki bu ‘Elhamdülillâh' bütün hepsinden daha kıymetli, daha efdal olurdu.” Cenâb-ı Hakk, insanı mükerrem sıfatla yaratmış ve onu en büyük şerefle süslemiştir. İnsan “Ahsen-i Takvim” üzere (en güzel sûrette) yaratılmıştır. Bu en şerefli mahlûku sayısız nimetlere gark etmiştir. Râbb'ül âlemin Âyet-i Kerîme'de; “Nimetlerimi tek tek saymak isteseniz, saymakla bitiremezsiniz.” (İbrâhîm s. 34) buyuruyor. Elhamdülillâh, Hakk Te'âlâ Hazretleri'nin maddî ve manevî birçok nimetleri içinde yüzüyoruz. Bu yüzden bol bol Allâh (c.c.)'a hamdetmeliyiz. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: “Cenâb-ı Hakk'ın ni'metlerine hamd ü senâ, insanı ni'metin zevâlinden, elden çıkmasından emîn kılar, korur.” Not: Şükür, gelen bir nimet karşılığı memnuniyet göstermektir. Hamd ise herhangi bir nimet karşılığı olmaksızın yapılan senâdır. (Hz. Mahmûd Sâmi Ramazânoğlu (k.s), Tezkiye-yi Nefs, Tasfiye-yi Kalb, 2-3.s.;Duâlar ve Zikirler 69-
Enes bin Mâlik (r.a.)'dan naklen Şeyh Ebü'l-Berekât Hibbetullah Sekatî'nin bize haber verdiği üzere, Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: “Receb, Allâhü Te'âlâ'nın ayıdır. Şa'ban benim ayımdır. Ramazan benim ümmetimin ayıdır.” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e “Yâ Resûlâllah! Receb Allâhü Te'âlâ'nın ayıdır ne demektir?” diye sorulan suâle: “Receb Allâhü Te'âlâ'nın ayıdır. Çünkü Receb, Hakk'ın mağfiretine mahsus bir aydır. Bu ayda çarpışmaya izin yoktur. Bu ayda Allâhü Te'âlâ peygamberlerin dualarını kabul etmiştir. Yine bu ayda Allâhü Te'âlâ evliyasını düşmanlarının elinden kurtarmıştır. Bir kimse Receb ayında oruç tutsa, Allâhü Te'âlâ tarafından üç türlü lütuf ve inâyete mazhar olur. Bunlardan biri Allâhü Te'âlâ onun geçmiş günahlarının tümünü mağfiret eder. İkincisi ondan sonraki hayatında da onu korur. Üçüncüsü mahşer yerinde susuzluktan emin olur” buyurduğunda, orada bulunanlardan bir yaşlı ve pîr-i fânî ayağa kalkıp: “Ya Resûlullâh, ben Receb ayının hepsini oruç tutamam” dediğinde: “Sen Receb ayının birinci, onbeşinci ve sonuncu günleri oruç tut, hepsini tutmuş sevabına kavuşursun. Çünkü sevâblar on misli yazılır. Fakat sen Receb-i şerîfin ilk cum'a gecesinde gâfil olma ki, melekler o geceye Regâib gecesi demişlerdir. Zira o gece, gecenin üçte biri geçtikten sonra göklerde ve yerde bir melek kalmaz, hepsi Kâ'be-i Muazzama ve etrafında toplanırlar. Allâhü Te'âlâ onların bu toplanmalarına muttali' oldukda, onlara hitaben: “Ey meleklerim, dilediğinizi benden isteyiniz” buyurur. Onlar, “Yâ Rabbî, istediğimiz, Receb ayında oruç tutanları mağfiret etmendir” deyip, isteklerini arzederler. Allâhü Te'âlâ: “Ben Receb ayında oruç tutanları mağfiret ettim buyurur” dedi. (Regâib, Berât ve Kadir gecesi namazlarını cemâatle kılmak mekruhtur. Hanefi mezhebine göre nâfile namazlardan ancak teravih namazı cemaatle kılınabilir.) (Abdulkadir-i Geylâni (k.s.), Gunyetü't Tâlibîn, s.272)
Sizden gelen soruları yanıtlamaya devam ediyoruz. Soru: Peygamber Efendimiz (sas)'den sonra peygamberler gelmeye devam etseydi, hem İslam kendi içinde bu kadar çıkmaza girmeyecekti (çünkü peygamber radikalizm, Kur'an'cılık, aşırı liberal Müslümanlık vb. konulara rahatça açıklamalar getirecekti), hem de dünya daha yaşanılabilir bir yer olabilirdi. Efendimiz'in (sas) son peygamber olması dünyada kendisinden sonra ortaya çıkacak olan problemlerin çözümsüz bırakılması değil midir? Allah dünyanın bu kadar gelişeceğini ve farklı akımların hatta dünya savaşlarının olacağını biliyordu ancak neden bunlar gerçekleşirken peygamberler gönderip bu olumsuzlukları vahiyle gidermedi? Dünya, Amerika'daki kölelik, Yahudi soykırımı, Moğolların katliamı gibi umumi musibet anlarına benzer birçok durumda bir kurtarıcıya ya da peygambere ihtiyaç duymuştur. Peki, bu durumda neden Efendimiz (sas) son peygamber olmuştur?
Ebû Hüreyre (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “Çok gülmeyin! Zirâ çok gülmek kalbi öldürür.” Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) gülerek sohbet eden bazı sahâbîlerinin yanına geldi ve onlara: “Canım elinde olan Allâh'a yemin ederim ki, şâyet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyurdu.” Müslüman ölçülü insandır. Gülerken de ölçülü olmalıdır. Ölçüyü kaçırdığı, kahkaha ile gülmeye başladığı ve bunu devam ettirdiği zaman, ilâhî denetim altında bulunduğunu unutur, Allâh (c.c.)'u zikretmeyi ihmâl eder; işte o zaman kalbi de duyarlığını kaybetmeye, katılaşmaya başlar. Allâhü Teâlâ, “Kalpleri Zât-ı Kibriyâsını zikretmeye karşı katılaşmış olanların vay hâline!” buyurmuştur. Efendimiz (s.a.v.) aşırı derecede gülmenin kalbi öldüreceğini haber vermiştir. Kalbi katılaşıp ölen kimsenin gerçekten bir ölüden farkı yoktur. Kalbimiz, Râbbimizle ilgimizi sağlayan tek organımızdır. Onu öldürmemeliyiz. Fahr-i Cihân (s.a.v.) Efendimiz, çok gülen ve kalbini öldüren kimsenin âhirette düşeceği perişan hâli hatırlatarak Ashâbı (r.a.e.)'i ve bizi uyarmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyuruyorlar ki: “Fazla gülmeyi terk edene, heybet verilir. Fazla konuşmayı terk edene, hikmet verilir. Fazla yemeği terk edene, ibâdetin lezzeti verilir. Mizâhı terk edene, zarâfet verilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret sevgisi verilir.” (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.278-279)
Peygamber (s.a.v.) “Âhir zamânda imânı muhâfaza etmek, kor ateşi elde tutmak kadar zor olacak. Kişi sabah evden imânlı çıkacak; akşam eve imânsız gelecek, akşam imânlı yatacak; sabah imânsız kalkacak.” diye buyurdular. İnsanın en kıymetli cevheri imânıdır. Bunu çok iyi korumak gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki: “Elbisenin eskidiği gibi imân da yıpranır. Yenilenmesi için Allâh (c.c.)'dan isteyiniz.” “Benden sonra karanlık gece parçaları gibi fitneler ortalığı kaplayacaktır. İnsan o zamânda mü'min olarak sabahlar, akşama kâfir olur. Dinlerini dünyanın fâni olan az bir metâına satarlar.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz her zamân şu duâyı okurlardı: “Ey büyük Allâh'ım! Kalpleri çeviren ancak sensin. Kalbimi dininde sâbit kıl...” Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) bu duâyı işitince sorarlardı: “Ya Resûlullâh! Sen de dönmekten korkuyor musun?” Allâh Resûlü (s.a.v.) şu cevâbı verdi: “Mekr-i ilâhiden beni kim temin eder? Çünkü, hadîs-i kudsîde: “İnsanların kalbi Rahmânın kudretindedir. Kalpleri dilediği gibi çevirir” buyurulmuştur. Bu bakımdan îmân tazelemeye ihtiyâç vardır.” Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “İmânınızı yenileyiniz (tazeleyiniz)” diye buyurduklarında Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.): “Yâ Resûlallâh! İmânımızı nasıl yenileyelim?” diye sordular. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular ki: “Lâ ilâhe illallâh sözünü çoğaltınız” İmân ve nikâh tazelemek için yapılacak duâ şudur: “Allâhümme innî ürîdü en üceddidel îmâne ve'n-nikâha tecdîden bikavli lâ ilâhe illallâh muhammedün Resûlullâhi” (Feyzü'l Kadîr, c.3, s.345)
Dâvûd bin Husayri şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, kavminin her bakımdan en faziletlisi olarak büyüdü; hepsinin en güzel ahlaklısı O (s.a.v.) idi. Mürüvette ve hoşgörüde en ileri olan O (s.a.v.) idi, en iyi komşu idi. Hilm, emânet ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz söylemekten en uzak olan da yine O (s.a.v.) idi. O (s.a.v.)'in şu veya bu ile çekişip cidalleştiği görülmemiştir... Kavmi yanında O (s.a.v.), o kadar emindi ki, kendisini ancak “El-Emîn” diyerek çağırıyorlardı.” Ebû Nuaym (r.âleyh) Mücâhid (r.a.)'den şöyle nakleder: “Ben, câhiliye zamanında Peygamberimiz (s.a.v.)'in ortağı idim. Ben Medine'ye gittiğimde bana: “Beni tanıdın mı?” diye sordu. Ben de: “Evet yâ Resûlallâh. Sen benim ortağımdın, hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz” diye karşılık verdim. Abdullah bin Ebu'l-Hamsâ (r.a.) şöyle demiştir: “Ben, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e peygamberlik verilmezden önce kendisinden bir şey satın almış ve O (s.a.v.)'e biraz borcum kalmıştı... Kendisine: “Burada bekle, kalanını getirip vereyim” demiştim. Ben bu maksatla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi gün bunu tamamen unutmuşum. Üçüncü günü hatırladığımda derhâl oraya koştum, kendisinin hâlâ orada beklemekte olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağını da verdim. O bana dedi ki: “Bu kadar bekletmekle şüphesiz bana sıkıntı vermiş oldunuz! Tam üç gün beni burada beklettiniz.” Rubeyyi bin Haysem (r.a.)'den İbn-i Sa'd (r.a.)'in çıkardığı haber ise şöyledir: “İslâm'dan önceki câhiliye devrinde, Kureyş büyükleri bazı ciddî mes'elelerde, Peygamber (s.a.v.)'in hakemliğine başvururdu.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.163-164)
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse Allâh'ın Kitabı'nı kendi re'yi (fikir, görüş) ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa yani açıklaması doğru olsa bile hatâ etmiş olur.” (Ebû Dâvud) İbn Abbas (r.a.)'den yapılan rivâyette, Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “Kim ki, Kur'an hakkında, ilmi olmadığı halde konuşursa (yani ilmi olmadığı halde kendi kafasına göre açıklarsa) Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizî) Başka bir hadîste de Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar: “Benden ilminiz ve selâhiyetiniz olmadığı halde uluorta hadîs rivâyet etmekten sakınınız (yâni bu konuda Allâh (c.c.)'dan korkunuz). Ancak sağlam bir şekilde bildiğiniz hadîsler müstesna, onları rivâyet edebilirsiniz. Kim bile bile kasıtlı olarak benim üzerime yalan isnad ederse, benim söylemediğim bir sözü beni söyledi diye yayarsa, Cehennem'deki yerine hazırlansın. Ve kim ki Kur'an üzerine kendi reyi, hevesi ve görüşü ile söz söyler, tefsir yaparsa, o da Cehennem'deki yerine hazırlansın.” (Ahmed b. Hanbel) Zamanımızda ilmî ehliyet ve liyakâti olmayan bir sürü câhil bilgiçlik taslıyarak Kur'an-ı Kerim'i kendi rey ve hevâlarına (fikir ve görüşlerine) göre tefsir etmekte ve böylece günâha girmektedirler. Hattâ o tefsirleri isabetli ve doğru olsa bile yine de yaptıkları iş hatâdır, günâhtır. Çünkü böyle bir şeye izin yoktur onlar için... Rivâyette “Kim ki Kur'an'ı kendi re'yi ile açıklamaya yeltenir, o kimse gerçeği örtmüş, hattâ bazen küfre ve inkâra düşmüş olur.” buyrulmaktadır. Müfessirliğe yeltenen câhil bir kişi, bazen o kadar yanlış bir açıklama yapabilir ki, o yüzden küfre saplanabilir. Bir de, Kur'an'ı kendi re'y, hevâ ve hevesi ile açıklayanlar, üzerine titremeleri gereken Kur'an gibi bir ni'met-i uzmâya karşı küfran-ı nimette bulunmuş olurlar. Rivayetteki “kefere” kelimesindeki tehdidin ağırlığı, kalbinde zerre kadar imân olan herkesi derin derin düşündürmeli ve Allâh (c.c.)'un âyetlerini uluorta ve keyfî bir şekilde açıklamaktan alıkoymalıdır. (İmâm Zehebî, Büyük Günâhlar, s.273-274)
Duâ mahalli olan son oturuşta sıradan konuşmalara benzer şekilde duâ etmenin namaza zararı var mıdır? Âlimler, namazda yapılan duâyı üç kısımda incelemişlerdir; 1. Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şerif kaynaklı olan dualar. 2. Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şerif kaynaklı olmayıp, insanların gündelik ve sıradan konuşmalarını andırmayan ve insanlardan istenilmesi muhâl (imkansız) olan şeyleri içeren duâlar. 3. Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şerif kaynaklı olmayıp, insanların gündelik ve sıradan konuşmalarına benzer tarzda insanlardan istenilmesi muhâl olmayan şeyleri içeren dualar. Hanefi alimlerine göre birinci ve ikinci kısımlarda anlatıldığı şekilde duâ etmek namazı bozmaz. Üçüncü kısımda anlatıldığı şekilde duâda bulunmak ise namazı bozar. Buna göre kişinin mesela; “Allah'ım, bana baklava börek gönder, falan hanımla evlendir, borcumu öde...” emsâli şekilde bir duâda bulunması, sahih olan görüşe göre namazı bozar. Fakat “Allah'ım bana afiyet ver, beni affet, bana rızık ver” gibi insanların gündelik ve sıradan konuşmalarını andırmayan ve insanlardan istenilmesi muhâl olan şeyleri içerecek şekilde duâda bulunmak namazı bozmaz. Muaviye b. Hakem es-Sulemiyyi (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Muhakkâk ki şu namaz, insanların kelamından hiçbir şeye uygun değildir. Çünkü namaz ancak tesbih, tekbir ve Kuran okumaktan ibarettir.” (Müslim) (Suâlli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.2, s.388-389)
Efendimiz'in (sav) doğumu neden insanlığın en büyük bayramıdır? | Bir Hasbihal | M. Fethullah Gülen by Çınar Medya
Tefsir Sohbetleri veya Müzakereli Meal okumaları. Kuran Time'ın ilk günden beri devam eden ve demirbaşlarından olan serisi tüm hızıyla devam ediyor! Yeni bir sûreye başlıyoruz ve Felak Sûresi'ne giriş yapıyoruz. Efendimiz'e (sas) yapılan büyü mevzusunu da konuştuğumuz bu programda ilgi çekici bilgilerle karşılaşacaksınız. İstifadeye medar olması ümidiyle...
İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah'ın salat ve selamı Efendimizin ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş; وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn'dir.” (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir. Mevlâ-yı Müteâl, Sultân-ı Rusül Efendimiz'e, “De ki: Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, malınız sizin olsun! Benim ücretim yalnız Allah'a aittir ve O, her şeye şahittir.” (Sebe', 34/47) buyururken de nübüvvetin bu ulvî yönünü nazara vermiştir. *Yâsîn Sûresi'nde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar), اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir. *İnsanlar canlı kitaplara bakarlar. Kitaplar kitaplaşan insanlarla bir şey ifade eder. (09:20) *Kur'ân-ı Kerim, Yûsuf Sûresi'nde geçen, قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِۤي أَدْعُو إِلَى اللّٰهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي “De ki: İşte benim yolum! Ben Allah'a körü körüne değil basiret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…” (Yûsuf Sûresi, 12/108) âyetiyle Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat ve tebliğ vazifesini basiret üzere gerçekleştirdiğine ve ümmet-i Muhammed'in de O'nun yolu üzere yürüdüklerine dikkatleri çeker. Öyleyse, adanmış ruhlar, ruhunun ufkuna yürürken zırhını rehin bırakan o Rehber-i Ekmel gibi yaşamalıdırlar. Evet, “Varım ol Dost'a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü-cihanım kalmadı” düşüncesi yeni bir dünyayı inşa edecek mimarların genel dinamikleri ve en büyük sermayeleridir. *Kendini iman ve Kur'an hizmetine adamış insanların kredileri istiğnadır, tekeffüfte bulunmamaktır, halka el açmamaktır, beklentisiz yaşamaktır ve soluklarında sürekli “Fedakârlık ya Hû” deyip hep “Hû” çekmektir. Sizin arkadaşlarınız az imkanlarla dünyanın bin yerinde okul açmışlarsa, bunun arkasında da beklentisizlik, Hakk'a teveccühe Hakk'ın teveccühle mukabelesi ve yarım da olsa Müslümanlığı temsil edebilme vardır. *Sahabe efendilerimizdeki dinî hassasiyete ve İslamî heyecana derin bir özlem duyan Hasan Basri Hazretleri, çağdaşı olan insanların hayatları ile Sahabenin yaşayışını kıyaslayıp çok üzüldüğü bir gün şöyle demiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Onların çoğunun elbisesi basit bir yün kumaştan ibaret idi. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlakın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi onların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.” Evet, dininden dolayı yer yer cinnet ve hafakanlara girmeyen, bu yolda dünyayı elinin tersiyle ittiğinden dolayı kendisine “deli” denecek ölçüde fedakârlıklar sergilemeyen kimselerin diyanetleri açısından kemâle ermeleri mümkün değildir. İslam hakikatinin mecnunu olmayanların da, insanlığa ebediyet şerbeti sunmaları imkânsızdır.
Efendimiz'in (sav) Tebliğ Sıfatı - 3 | Sonsuz Nur Vaazları 14 | M. Fethullah Gülen by
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in her zamanki mülayemet, hilm ve civanmertliğini Hudeybiye Sulhü ve Mekke Fethi esnasında da ortaya koyması neticesinde öyle insanlar Müslüman olmuşlardı ki, onlar katiyen harplerde dize getirilebilecek kimseler değillerdi. Mesela, Hazreti Hamza'nın şehit edilmesine sebebiyet veren Hind bile daha sonra mücahede meydanlarında hizmet eden bir kahramana dönüşmüştü. Yine, Siyer'de nakledildiğine göre, onun eşi Ebu Süfyan hazretleri, isabet eden bir okla gözü eline düşünce, “Şu kadar sene Peygamberini tanımadın, ne işe yararsın ki sen!” diyebilmişti. *Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in hadiseler karşısındaki tavrı engin bir siyer felsefesiyle yeniden ele alınıp toplumumuza kevser gibi içirilmeli. *Yananlarla yanmamak için içilmesi gerekli olan şeyi içmek lazım; o da mülayemet âb-ı hayatıdır; yumuşaklık, başkalarının hissiyatına saygılı olma, hırçınlığı terketme ve temkinli olma kevseri ve zemzemidir. *Dünyevî her beklenti insanın bünyesine düşmüş bir güve gibidir; bir gün onu yer bitirir.
Efendimiz'in (sav) Tebliğ Sıfatı - 2 | Sonsuz Nur Vaazları 13 | M.Fethullah Gülen by
Hudeybiye Sulhü, pek çok yönden mü'minler için ilham kaynağıdır. Bununla beraber, Hudeybiye, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in temkini, fetaneti, sabrı, tahammülü, dimdik duruşu, katiyen darılmaması, kırılmaması ve gönül koymaması açılarından da özellikle okunmalı; bu zaviyelerden de ibretler alınmalıdır.
*Kırılmalar, darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya, darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır. *“Cânımı cânan isterse minnet cânıma / Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cânânıma!” (Fuzulî) *Zannediyorum Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'e ve nübüvvetine yürekten inanmış bulunan ve kalbinde O'na karşı azıcık alaka duyan bir insan O'nun mübarek başının yarıldığını her hatırladığında “Keşke şu kaya gibi olan başım O'nun önünde olsaydı da kılıçlar ona inseydi!” heyecanıyla dolar. Hazreti Mus'ab bin Umeyr'in (radiyallahu anh) Uhud'daki hali bunun delilidir. *Mus'ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus'ab'ının bu hâlini şöyle dile getirirler: “Hazreti Mus'ab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için ‘Ya Rasûlullah'a bir şey olursa?' diye hicabından yüzünü kapatmaktadır.” *Allah Rasûlü hiçbir zaman kırılmamıştı. Uhud'da savaş stratejisi konusunda ashabıyla istişare ettikten ve onların fikirlerine uyarak meydan muharebesine çıktıktan sonra pek çok şehit verilmiş ve Kendisinin de mübarek başı yarılıp dişi kırılmış olduğu halde kimseye gönül koymamıştı; atf-ı cürümde falan bulunmadan, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplayıp onlarla istişare yapmıştı.
Efendimiz'in (sav) Tebliğ Sıfatı - 1 | Sonsuz Nur Vaazları 12 | M.Fethullah Gülen by
Bu video 03/05/2019 tarihinde yayınlanan “RAHMET, ÜMİT VE BEREKET AYI RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... (Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, Sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin' dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!' dedi, ben de ‘Âmin!' dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!' dedi, ben de ‘Âmin' dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan'a yetişmiş, Ramazan'ı idrak etmiş olduğu halde Allah'ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!' dedi, ben de ‘Âmin' dedim.”) “Ramazan'ı idrak ettiği halde, afv u mağfiret liyakati kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde, bir tanesi de budur Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” Yoksa İnsanlığın İftihar Tablosu'nun mübarek dudaklarından dökülen beyanlar, beyanların sultanıdır; çünkü onlar İnsanlığın Sultanı'nın dudaklarından dökülen ifadelerdir. Bir kere meseleye öyle bakmak lazımdır. ... Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibarıyla, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîh'i kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse… Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!” Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi eskilerin ifadesiyle “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim. Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..
Bu video 05/06/2016 tarihinde yayınlanan “RAMAZAN, ORUÇ VE TAKVA” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kur'an-ı Kerim'de, orucun farz oluşu anlatılırken, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah'ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz? *Takva, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takva, “Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir. *Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem'i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet'i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İster iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. *Kur'ân-ı Kerim, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü'minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. *Aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. Oruç, sizden öncekiler için bir vazife olarak yazıldığı gibi size de farz kılındı. *Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. *Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.” (Ra'd, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler. *Oruçtan maksad, Allah rızası, nefsin terbiyesi, irâde eğitimi ve takvadır. Oruç tutan insan Allah'ın bir emrini yerine getirdiği gibi, kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Bundan dolayı, geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu ve o, her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Belki sadece orucu tutma keyfiyetinde bir kısım farklılıklar vardı. *Allah Teâlâ'nın orucu bize farz kıldığı gibi bizden öncekilere de farz kıldığını beyan buyurması, ilahi emirlerin temel ve gaye bakımından birliğini iş'âr etmek; ayrıca bu farzın önemini belirtmek; onun bir ceza değil insanların menfaatine bir emir olduğunu bildirmek ve yerine getirilmesi için teşvik etmek sadedindedir.
Bu video 27/05/2017 tarihinde yayınlanan "RAMAZAN'DA İNLEYEN GÖNÜLLER" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada:https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Gök kapılarının açıldığı kutlu zaman dilimleri çok iyi değerlendirilmelidir!.. Ramazan nesrimize girmiş, şiirimize girmiş, edebiyatımıza girmiş, vaaz u nasihatlere mevzu olmuş; bu güne kadar, zannediyorum söylenecek her şey söylenmiş. Cenâb-ı Hak, söylenen şeylerin tesirini halk eylesin; her şey O'nun elinde!.. Ancak böyle mübarek günleri her saatiyle, her dakikasıyla, –“Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar” makalesinde de ifade edildiği gibi- sahurlarıyla, geceleriyle, yerinde teheccüdleriyle tam değerlendirmek lazım. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ramazan-ı şerifte teheccüd kılıyor muydu? Hazreti Âişe validemizin beyanına bakılınca, işte o terâvîhi öyle, o kadar yapıyorlardı; onunla iktifa ediliyordu ve vitr-i vacip kılınıyordu. İsteyen, yine müsait olursa, teheccüd de kılabilir, hacet namazı da kılabilir. Fakat böyle mübarek günler, gök kapılarının açıldığı ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetle baktığı zaman dilimleri olarak çok büyük fırsat bilinmelidir. ... Gök kapıları, Allah tarafından sizin diyeceğiniz/edeceğiniz şeylere açılıyorsa, her halde o gök kapılarının ötesinde bulunanlar da sizin diyeceğiniz şeylere “âmîn” diyor ve “âmîn” demeye teşne bulunuyorlardır. Belki bir gözleri sizin üzerinizde, bir gözleri de gördükleri-görmedikleri mâverâ-i tabiatın, İmam Rabbanî ifadesiyle verâların, verâların, verâların, verâsında… Bî kem u keyf O'na (celle celâluhu) bakıyor gibi.. O'nun o mevzudaki teveccühleri, diyeceği şeyleri almak için… Belki haliniz, İslam dünyasının hali itibariyle, biraz da nazarlarından şefkat taşarak, aynı zamanda ızdırap taşarak, Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ediyorlardır. Onların o hallerine iştirak etmek zannediyorum insan olmanın gereğidir. Terâvîh, her “tervîhâ”sıyla, çok iyi değerlendirilmeli. Ne kadar terâvîh kılıyoruz, tabii onun da her zaman münakaşası yapılabilir. ... Ramazan'ın her anı mazlum ve mağdurlara maddî manevî yardım mülahazalarıyla ve gayretleriyle de dolu olmalıdır!.. Evet, Müslümanın bugün en büyük derdi, İslam dünyasının derdi olması lazım. İslam dünyası, değişik dönemlerde çok olumsuz/menfî şeylere maruz kalmıştır. Belki dünya da maruz kalmıştır; Amerika'daki McCarthy gibi, başka yerlerde de nice McCarthy'ler çıkmıştır. Bir yerde bir Saddam çıkmış, bir yerde bir Kaddafi (Kazzâfî) çıkmıştır. Bir yerde de başkaları Müslümanlığı doğru yaşamak isteyen, gönlünce yaşamak isteyen insanların karşısına çıkmış, Müslümanlığı siyasî telakkileri çerçevesi içinde yorumlamış, o yoruma bağlamış ve onun öyle icrâ edilmesini istemişlerdir. Siyasî telakkilerine, siyasî arzularına/isteklerine ve siyasetle ikbâl ve istikbal arzularına muhalif gibi gördükleri şeylere karşı çıkmışlardır, binlerce insanın kanına girmişlerdir. Şimdi bazı İslam dünyasında yüzbinlerce insan… Bu yüzbinlerce insan, kendileriyle alakadar olan aileler ile müşterek mütalaa edildiği zaman, zannediyorum yüz ile çarpmak icap eder. Dolasıyla ızdırap duyan, ızdırap yaşayan, ızdırap soluklayan insanların sayısı, milyonlara bâliğ olmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Savaş mecburiyetinde kaldığınız zaman, mâbedlere sığınan insanlara ilişmeyin, kadınlara ilişmeyin, çoluk-çocuğa ilişmeyin!..” buyurmuştur. Fakat İslam dünyasında, bazı İslam memleketlerinde, ona riayet etmek şöyle dursun, McCarthy'nin felsefesine, Saddam'ın felsefesine, Kaddafi'nin felsefine göre bile hareket edilmemiştir; daha zâlimâne muameleler yapılmıştır. Ne Ramazan tanınmıştır, ne sahur tanınmıştır, ne terâvîh tanınmıştır, ne Müslümanlık bilinmiştir/tanınmıştır. İslam dünyasında bu çağda zuhur ettiği kadar zâlim, zuhur etmemiştir; münafık, zuhur etmemiştir. Bu çağ, münafık çağıdır; Deccâl'den sonra en tehlikeli çağ, Müslüman göründüğü halde Süfyanca hareket etme, bir Süfyan çağı, bir nifak çağı olduğunda şüphe yoktur.
Efendimiz'in (sav) Emanet Sıfatı - 2 | Sonsuz Nur Vaazları 11 | M.Fethullah Gülen by
Sünnetin Efendimiz (sav) Zamanında Kaydedilmesi | Sonsuz Nur Vaazları 49 | M.Fethullah Gülen by Çınar Medya