POPULARITY
Beyaz elbise giymek müstehabtır. Siyah giymek de müstehabtır. Çünkü siyah giymek Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in, siyah bir sarığı vardı. Bayramlarda onu giyer ucunu da iki omuzu arasından arkaya sarkıtır (taylasan yapar)dı. Mekke'nin fethinde başında o sarık olduğu halde Mekke'ye girmişti. Erkekler için giyimde uygun olan, çok pahalı da çok âdî de olmayan ve kendisiyle maddî bakımdan aynı seviyede olan kimselerin giydiği gibi giyinmektir. Aşırı lüks elbise giymek dînen yasaklanmıştır. Çok düşük kaliteli elbise giymekle de insanların gıybet etmesine sebep olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), giyimde iki şekilde tanınmayı yasaklamıştır: Aşırı pahalı ve çok kalitesiz elbise giymek. Buna dikkat edilirse, düşüncesiz ve haddini bilmeyen kimselerce de aklı başında kimselerce de ayıplanmaz. Şemsül Eimme İmam Serahsî (r.âleyh) şöyle buyuruyor: “İnsan, çoğu zaman günlük fakat yıkanmış temiz elbise giymelidir. Bazen de Allâh (c.c.)'un verdiği nimeti ortaya koymak için en güzel elbisesini giymelidir. Böyle yapmak mendubtur.” Çünkü, hadis-i şerifte “Allâhü Teâlâ verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister” buyuruluyor. Kişi en güzel elbisesini her zaman giymemelidir. Çünkü, bunu görenler kendileri öyle elbise giyemedikleri için üzülür ve sıkıntı duyarlar. Şir'a Şerhi, Mişkât isimli eserden şunu naklediyor: “Eski ve yamalı elbise giymek İslâm'ın sünnetlerindendir. Rivayet olunuyor ki, Peygamberimiz, (s.a.v.) Hz. Fâtıma (r.anhâ)'yı Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdiğinde, Fâtıma (r.anhâ) Validemiz'in üzerinde yünden 12 yamalı bir örtü, pelerin vardı. Hz. Fâtıma (r. anhâ) el değirmeniyle arpa öğütürken, diliyle Kur'an okur, kalbiyle mânâsını düşünür, ayağıyla beşik sallardı.” (Allame Şeyh Alaüddin Abidin, Üç Boyutuyla İslam,S.736)
Mehmet Varıcı kardeşimizin camilerimizin anlam be önemini tartıştığı nefis yazısının üçüncü bölümünü sizlerle paylaşıyorum bu sütunda. Güzel bir pazar yazısı olacak. Zihin açıcı okumalar..,
Saîd b. Zeyd (r.a.) cennetle müjdelenen on sahâbînin sonuncusudur. Saîd b. Zeyd (r.a.)'den söz etmek için önce babasını tanımamız gerekir. Hz. Saîd (r.a.)'in babası İslâm'dan önce de putlara tapmaya karşı çıkan bir kimseydi. Babasının bu tutumu, daha sonraları oğlu Saîd üzerinde etkili olmuştur. Saîd b. Zeyd (r.a.)'in babası kendilerine “Hanifler” denilen topluluktandı ki bunlar putlara tapmaya karşı çıkarlardı. Âmir b. Râbîa'nın rivayet ettiğine göre, kendisi Mekke'nin dışında Zeyd b. Amr'in Hıra'ya doğru gittiğini görmüş. Zeyd, Âmir'e şöyle demiş: “Ey Amir! Bu bölgede bir peygamberin gelme zamanı yaklaşmış bulunuyor. Ben ona yetişeceğimi sanmıyorum. Şayet senin ömrün uzun olursa o peygambere tâbi ol ve benden selam söyle.” Âmir sözüne şunları ekliyor ve diyor ki: “Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince ben onun getirdiği dini kâbul ettim ve arkadaşım Zeyd'in selâmını ilettim. Hz. Peygamber (s.a.v.) onun selâmını aldı ve ona Allâh (c.c.)'un râhmet etmesi duâsında bulundu.” Said b. Zeyd (r.a.) de diyor ki: “Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek dedim ki; “Babam Zeyd sizin işittiğiniz gibiydi. Onun için istiğfar edin.” Peygamber (s.a.v.) onun için istiğfar etti ve şöyle buyurdu: “O kıyâmet gününde benimle İsa peygamber arasında tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir.” Saîd b. Zeyd (r.a.)'in rivayet ettiğine göre, “Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allâh'a yönelenlere müjde vardır” (Zümer s. 17) ayeti cahiliye döneminde tek Allâh'a inanan şu üç kimse hakkında inmiştir: Zeyd b. Amr, Ebû Zer el-Gıfârî ve Selman-ı Fârisi (r.a.e.). Bundan dolayıdır ki, Zeyd b. Amr (r.a.)'in bütün varlığını ve gücünü İslâm'a veren, tepeden tırnağa ihlâs kesilen ve cennetle müjdelenen on kişiden birisi olan Saîd gibi bir oğlu olmasında bir tuhaflık yoktur. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbe,s.199-201)
İbadet, kişinin varlık sebebi ve varoluş şartıdır. Çünkü kişi ancak ibadetiyle yani Rabbine kul olmasıyla, kula ve paraya pula kul olmaktan kurtulur, özgürleşir ve kendine gelir. Ubûdiyetin / kulluğun harekete geçmesidir ibadet: Dikey eksen ve yatay eksen. Mekke süreci ve Medine süreci. Enfüs ve âfak'ta aynı ânda yolculuk... Bütün ibadetler, bu iki ekseni harekete geçirerek kişiyi kirlerden arındırır, temizler, kendine getirir: Namaz insanı, Hacc hayatı, Zekât maddeyi, Oruç ruhu kirlerden arındırır, temizler.
Mağara arkadaşları: Ashâb-ı Kehf Hikmetli Kitab'ın en gizemli suresi, Kehf Suresi'dir. Bu mübarek surede, üç gizemli kıssa anlatılır: Ashâb-ı Kehf, Musa-Hızır ve Zülkarneyn kıssası. Üçü de temsilî/sembolik yönü çok güçlü olan mesaj yüklü kıssalardır. Bu kıssaların sebeb-i nüzulüne dair kaynaklarda şöyle bir bilgi yer alır: Resûl-i Ekrem'in (sav) kutlu mesajının Mekke'de dalga dalga yayılması ve ferdan ferdâ gönüllerde yer edinmesi üzerine müşrikler, iki kişiyi Medine'ye gönderir; oradaki Yahudilerle onun gerçek bir peygamber olup olmadığı hakkında istişare edip konuyla alâkalı onlardan yardım almalarını isterler. Zira Yahudiler, vahiy ve peygamberlik hakkında bilgili kimselerdir. Bu iki kişi Medine'ye gider ve Yahudilerle görüşürler. Yahudiler, kendilerine “Muhammed'e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınan gençleri, dünyanın doğusunu da batısını da dolaşmış olan adamı ve ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bu konuda size cevap verirse o bir peygamberdir; ona uyun. Veremezse, bilin ki o bir falcıdır.” derler.
*Yesrib'in İlk Muallimi, Uhud'un Sancağı: Mus'ab ibn Umeyr* Örnek Nesil serimizin *beşinci bölümünde, İslam davasının öncülerinden **Mus'ab ibn Umeyr (r.a.)*'ın fedakârlık ve teslimiyet dolu hayatına yakından bakıyoruz. Mekke'nin en zengin ve asil ailelerinden birinde doğan Mus'ab (r.a.), İslam'la şereflenince her şeyini geride bıraktı. *Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından Yesrib'e gönderilen ilk öğretmen ve davetçi* oldu. Orada İslam'ın hızla yayılmasına vesile oldu ve Medine'deki Müslümanları bir araya getirdi. Uhud Savaşı'nda ise Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) *sancaktarlık görevini üstlendi. Büyük bir cesaretle mücadele ederken şehit edildi. **Üzerindeki elbise kefen olarak yetmediği için ayakları otlarla örtüldü*. *Yesrib'in ilk muallimi, Uhud'un sancaktarı, zühd ve fedakârlığın timsali Mus'ab ibn Umeyr'in (r.a.) ilham veren hikâyesini keşfetmek için yeni bölümümüz yayında!*
Yapay zeka ile hazırlanan Siyer podcast serimizin 10. bölümünde, Mekke'nin fethinin İslam tarihindeki dönüm noktasını ele alıyoruz. Hz. Peygamber'in (s.a.v) yıllar sonra özlem duyduğu beldeye dönüşü, Kabe'nin putlardan arındırılması ve tarihe geçen büyük af… Ayrıca, Halid bin Velid'in (r.a) Mute'deki ilk savaş dehası, Ebû Süfyan'ın (r.a) iman edişi, Vahşi ve Hind'in pişmanlık dolu dönüşü ve İkrime'nin (r.a) mucizevi kurtuluşu gibi önemli olayları detaylıca inceliyoruz. Mekke'nin kapıları açıldığında kimler kurtuluşu seçti, kimler direndi? Bu bölümde, tarihî dönüm noktalarına ve Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) merhametine yakından şahit olacaksınız. Kaçırmamak için dinlemeyi, takip etmeyi ve bildirimleri açmayı unutmayın!
Hâkk Teâlâ'dan emir gelince Allâh Resûlü (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebûbekir (r.a.) ile berâber Ukaz panayırında Arap kabilelerine Allâhü Teâlâ'nın birliğini ve kendi risâletini anlatmak üzere yola çıktı. Lanetli Ebû Leheb, Allâh Resûlü (s.a.v.)'in Ukaz panayırına gittiğini duyunca erkenden pazara gitti. Resûlullâh (s.a.v.)'i bekledi. Allâh Resûlü (s.a.v.) panayıra geldi ve risâletini anlatmaya başladı. “Ben size Allâh tarafından gönderilmiş bir peygamberim. “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” deyiniz” dedi. Lanetli Ebû Leheb, “O'na kesinlikle inanmayın. Peygamber olduğunu kâbul etmeyin, gelip kavminiz arasına girmesine izin vermeyin” diyerek panayır için gelen Arapları kışkırttı ve Allâh Resûlü (s.a.v.)'i taşlattı. Hz. Ebûbekir (r.a.), Allâh Resûlü (s.a.v.)'i korumaya çalışırken kendisi de yaralandı. Taşlardan birkaç tanesi de Allâh Resûlü (s.a.v.)'e isabet etmiş ve yaralanmıştı. Mübarek bedeninden kanlar akıyordu. Hz. Ali (r.a.)'ın elbisesi de kana bulanmıştı. Hz. Ebûbekir (r.a.), Resûlullâh (s.a.v)'i o kalabalıktan çıkarttı. Biraz uzaklaştıktan sonra Allâh Resûlü (s.a.v.) devesinden indi. Mübârek eliyle Hz. Ebûbekir (r.a.)'in yaralarını sardı. Sonra elini bedeni üzerine koydu. Hz. Ebûbekir (r.a.)'in ağrıları o anda geçiverdi ve Mekke'ye döndüler. Yolda gelirken; Allâh Resûlü (s.a.v.), Hz. Ebûbekir (r.a.)'a; “Ey Atîk! Git bu gece dinlen. İnşaallâh yarın tekrar gidelim. Kendimizi Arap kabilelerine tanıtalım. Allâhü Teâlâ ne yazmışsa onu görürüz” dedi. Hz. Ebûbekir (r.a.); “Başım üzerine! Ey Allâh'ın Resûlü” dedi. Ümmü Rammân: “Ey Ebûbekir! Tekrar gidersen dünkünden daha beter ederler” dedi. Hz. Sıddîk (r.a.): “Ey Ümmü Rammân! Resûl yoluna kurban olmayan can, can mıdır? Benim cismim, canım, oğlum, kızım O (s.a.v.)'e feda olsun” dedi ve sonraki gün tekrar gittiler. (Erzurumlu Mustafa Darir, Siyer-i Nebi,c.2,s.85-88)
Mekke'de gördükleri zulüm karşısında Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar, adil hükümdar Necaşi'nin himayesine sığındılar. Ancak Kureyş, onları geri almak için elçiler gönderdi. Necaşi, tarafları dinlemek istediğinde, Müslümanları temsilen Ca'fer bin Ebi Talib (r.a.) söz aldı ve Kur'an'dan Meryem Suresi'ni okuyarak İslam'ı anlattı. Bu sözler karşısında Necaşi ve saraydaki din adamları gözyaşlarını tutamadılar. Kral, Müslümanları teslim etmeyi reddetti ve onları koruması altına aldı. Tarihin en etkileyici anlarından birini sizler için seslendirdik. Daha fazlası için Genç Podcast'i takip etmeyi unutmayınız ✨ #HabeşistanHicreti #CaferBinEbiTalib #İslamTarihi #Kur'an #Adalet #GençPodcast
Mekke'nin ileri gelenlerinden Abdulmuttalib bin Haşim ile Fatıma bint Amr'ın oğludur. 552553 yılları civarında doğdu. Babası Abdülmuttalib, uzun yıllar boyunca kapalı kaldığı için yeri unutulan zemzem kuyusunu yeniden ortaya çıkarıp onarmış ve kuyunun bakımını kendi üstüne almıştı. Kureyş kabilesinin diğer ileri gelenleri buna karşı çıkmışlar, o tarihte Hâris'ten başka oğlu olmayan Abdulmuttalib, tepkiler karşısında savunmasız kalmıştı. Bu sebeple, on erkek çocuğu olursa, birini kurban etmeye adamıştı. Dileği gerçekleştikten sonra gördüğü bir rüya üzerine adağını hatırlayarak, kurban edilecek çocuğu belirlemek için oğulları arasında kura çekti. Kura en küçük oğlu Abdullâh'a çıktı. Abdulmuttalib, Abdullâh'ı kurban etmeye hazırlanırken bu uygulamanın bir gelenek haline gelmesinden korkan yakınları ve Kureyş'in ileri gelenleri kendisini engellediler ve ona adak borcundan kurtulmak için oğlunun yerine birkaç deve kurban etmesini öğütlediler. Bunun üzerine getirilen on deve ile Abdullâh arasında kura çekildi, kura yine Abdullâh'a çıktı. Deve sayısı onar onar arttırıldığı halde kura hep Abdullâh'a çıkıyordu, nihayet sayı yüz deveye ulaşınca bu defa develere çıktı. Hazırlanan develer Safâ ile Merve arasında kurban edildi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sonraları bu olaydan bahsederken, hem Hz. İbrahim (a.s.) tarafından kurban edilmek istenen Hz. İsmail (a.s.)'ı hem de kendi babasını kastederek “Ben iki kurbanlığın oğluyum” buyurmuştur. (Hâkim) Başka bir gün bir bedevî Arap, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e “Ey iki kurbanlığın oğlu!” diye seslenmiş, O (s.a.v.) de bu hitabı onaylarcasına tebessüm etmiştir. (Hâkim) (İsam, Temel İslâm Ansiklopedisi,c.1 ,s.70)
Geçtiğimiz hafta, bir arkadaş grubuyla birlikte Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret nasip oldu. Sekiz günlük yoğun ibadet ve ziyaret programlarımız dolayısıyla gözüme, gönlüme ve zihnime takılan bazı noktaları paylaşmak istiyorum:
Gazâlî'nin sâlik vasfıyla katettiği Şam, Kudüs ve el-Halil menzillerinden sonra eriştiği Mekke ile Medine'nin, “Hakka giden Yolu tutmak” anlamında (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü) sülûk merkezli karşılıklarına gelince…
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara, beklendiği üzere ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan'a gerçekleştirdi. Başkent Riyad'da Veliaht Prens Muhammed bin Selman'la görüşen Şara ve beraberindeki heyet, ardından Mekke-i Mükerreme'ye geçerek umre ibadetini ifa etti. Suudi yönetimi, özel ihtimam gösterdiği bütün yabancı konuklara yaptığı jesti Şara için de tekrarladı: Kâbe-i Muazzama'nın kapısı açılarak Şara ve ekibine içeride namaz ve dua imkânı sağlandı.
“Allâh'ın onlara azap etmesine nasıl bir şey engel olabilir ki, Allâhü Teâlâ onlara azap etmesin? Halbuki onlar mü'minlerin Mescid-i Haram'ı ziyaret etmesini yasaklıyorlar. Onlar bu yasakları sebebiyle azâbı hak ediyorlar. Ve onlar mescidin sahibi ve yöneticisi olmadılar. Mescid-i Haram'ın yöneticisi şirkten ve diğer isyanlardan (günâhlardan) kaçınan takvâ sahipleridir. Ancak müşriklerin çoğu mescidin yöneticisinin takvâ sahipleri olduğunu bilmezler. Onların mescid yanında namazları ancak ıslık çalmak ve el ele vurmaktan ibarettir. Hal böyle olunca, Ey kâfirler! Kendi kendinize kazanmış olduğunuz bu küfrünüz sebebiyle ahiret azabını tadın.” (Enfal s. 34-35) Kâfirlerin Resûlullâh (s.a.v.)'i ve diğer Mü'minleri hicrete mecbur etmeleri ve Hudeybiye olayında mü'minleri Mekke'ye sokmayıp bir anlaşma yaparak döndürmeleri, mü'minlere Mescid-i Haram'ı (Ka'be'yi) ziyareti yasaklamaları sınıfındandır. İmkânını bulabilselerdi müslümanlardan Mescid-i Haram'a bir kişi bile koymayacaklardı. Ancak bu hususta başarılı olamadılar ve sonunda Mescid-i Haram'dan kendileri uzaklaştırıldılar. Dolayısıyla, mü'minler üzerine uygulamak istedikleri planları kendi ayaklarına dolaşmıştır. Beyt-i Şerif (Kâ'be) huzurunda onların inançlarına göre namaz olmadı. Ancak ıslık çalma ve el ele vurma oldu. Bunlar tavâf ederken uygun olmayan şu fiilleri işledikleri gibi Resûlullâh (s.a.v.) namaz kılarken sağına ve soluna gelirler, Resûlullâh (s.a.v.)'in zihnini karıştırmak ve kendisi ile alay etmek için ellerini birbirine çarpar ve ıslık çalarlardı.Kısacası, zamânımızda konferanslarda ve diğer toplantı yerlerinde Avrupa'yı taklit ederek alkış adıyla yapılan el şakırtıları, câhiliye âdetlerindendir. Bu âdetin Allâh'ın gazabına sebep, İslâm âdetlerine ters ve Allâh indinde kötülenmiş olduğu bu ayetten istifade edilen faydalardandır. (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Enfal Suresi Tefsiri, s.130)
Müfessir ve muhaddis sûfi İbni Atâ (r.âleyh) “Bu güvenli beldeye yemin ederim” (Tîn s. 3) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ Mekke'yi, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in orada oturması ve onun içinde bulunmasından dolayı her bakımdan güvenilir bir şehir yapmıştır. Zira Resûlullâh (s.a.v.)'in mübârek vücûdu orada bulunduğu için orası güvenli bir yerdir.”Sonra Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Babaya ve evlâdına yemin ederim.” (Beled s. 3) Bazı âlimler Cenâb-ı Hâkk'ın bu ayetteki “baba (vâlid)” ifâdesiyle Hz. Âdem (a.s.)'ı kastettiğini söylemişlerdir. O zaman da “evlâd (veled)” ifâdesiyle onun bütün soyu kastedilmiş olabilir. Bazı âlimler de ayette kendisine yemin edilen babanın (vâlid) Hz. İbrâhim (a.s.) olduğunu söylemişlerdir. O takdirde Allâhü Teâlâ “evlâd (veled)” ifâdesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.)'e işaret etmiş olabilir. Şu hâlde bu surede iki yerde Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e yemin edilmiş olmaktadır. Bu yeminlerden biri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yaşadığı şehre “Yemin ederim bu beldeye ki sen de bu beldenin sâkinisin” (Beled s. 1-2); diğeri ise babanın evlâdına “Babaya ve evlâdına yemin ederim” (Beled s. 3) yöneliktir. İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ, kendi katında Peygamber (s.a.v.)'den daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. Cenâb-ı Hâkk'ın, ondan başka birinin hayatına yemin ettiğini işitmedim.” Tâbiîn muhaddislerinden Ebü'l-Cevzâ (r.a.) şöyle demiştir: “Allâhü Teâlâ Peygamber (s.a.v.)'i kendi katında yaratılmışların en değerlisi kâbul ettiği için onun hayatından başka hiçbir kimsenin hayatına yemin etmemiştir.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.105-110)
Son devirde ülkemizde yaşamış en büyük velilerden Hz. Sâmî (k.s.)'un “tabiri câiz ise” kucağında doğmuş, onun terbiyesinde büyümüş, hayatını Hz. Sâmî (k.s.)'a hizmete ve ondan istifadeye adamış ve yine o zâtın vasiyyetleri gereği teçhiz ve tekfin işlerini yapmış, onun yolunu hâlâ insanlara anlatan ve Hz. Sâmî (k.s.)'un manevî evlâdı ve vazifelisi olan Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, Hz. Sâmi (k.s.) ile yaşadıkları bir Berât kandili gecesini şöyle anlatmışlardır: “Şaban-ı Şerîf'in başlarında Mahmûd Gezer Ağabeyle (Allâh (c.c.) rahmet eylesin Mekke'de vefât etti, Cennetü'l Muallâ'ya defnedildi.) devlethanenin bahçesinde oturuyorduk. Efendi Hazretleri'nin hâdimesi gelerek beni bir kenara çağırdı ve “Ömer Ağabey babam mahrem bir husus söyledi. Bunu Ömer Öztürk'e anlat. Kendisinde kalsın. Îcâbını yerine getirsin. Fakat kimseye de bir şey söylemesin.” dedi ve Efendi Hazretleri'nin “Ben Berât gecesini Ömer Öztürk ile değerlendirmek istiyorum. Kendisi bir imâm bulsun. Ayrıca iki kişiyi de çağırsın. İsterse birisi kendi babası Mehmet Öztürk olabilir. Bir de başka ihvân, benimle birlikte hepimiz beş kişi olacağız. Akşam namazını burada devlethanede kılacağız. İftarı beraber eder, akşam ve yatsı namazını beraber kılar, geceyi de beraber ihyâ ederiz inşâallah.” buyurduğunu söyledi. Fakir, babama ve (Sami Efendimiz'in son yıllarında namazlarını kıldıran) Mahmûd Hoca'ya haber verdim. Sonra Ömer Kirazoğlu ağabey, İsmail ve Cevat Öztürk ağabeylerimi çağırttı. İftar, namaz ve yemekten sonra Efendimiz Hazretleri her zaman oturdukları demiryolu cihetine karşı olan koltuğa oturdular. Az sonra ayağa kalkarak kendi karşısındaki koltuğa geçtiler. Kendi koltuklarına, Fakiri çağırıp “Sen gel, buraya otur, burası senin yerindir. Fakir de karşısında oturacağım” diyerek kendi koltuklarına Fakiri oturttular. Muhteşem bir sohbetten sonra yatsı namazı kılındı, tekrar aynı yerlerde oturarak sohbet, duâ ve murâkabe edildi. İzin alınarak evlere hareket edildi. (www.r am a z a n o g lu m a h m u ds am ik s.c o m )
Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO), bir yandan Hz. Peygamber›in (sav) Mekke›deki eğitim modeli Dâru'l-Erkam'dan strüktürel / yapısal olarak beslenerek, “yaş değil baş” ilkesiyle her yaştan dert sahibi insanı birinci sınıf bir eğitimden geçiriyor.
*57 HADÎD SÛRESİ 1-11 MEALİ Medine döneminin sonlarına doğru nâzil oldu. Yirmi beşinci âyette demirin Rabbimiz tarafından indirildiğini haber verdiği için "Hadîd sûresi" diye isimlendirilmiştir. Adaletin sağlanması için Kur'ân, insan ve gücün bir araya gelmesine işaret eder. Zor zamanların adamları öğülür. Onlar varlığa sevinmezler, yokluğa yerinmezler. Kazandıklarını dağıtırlar. Bid'atlara saplanmazlar. Ruhbanlığa özenmezler. 29 âyettir. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adı ile 1 Göklerde ve yerde her ne varsa Allah'ı tesbih etmektedir. O, aziz'dir, hakim'dir. 2 Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir. O diriltir ve O öldürür. O her şeye gücü yetendir. 3 O ilktir, O sondur, O açıktır, O gizlidir, O her şeyi bilendir. 4 O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istiva edendir. Yeryüzüne giren her şeyi ve ondan çıkan her şeyi bilir. Gökyüzünden inen her şeyi, gökyüzüne çıkan her şeyi de (bilir). Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. 5 Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir. Bütün işler Allah'a döndürülür. 6 Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. O göğüslerin özünü hakkıyla bilendir. 7 Allah'a ve Rasülü'ne iman ediniz, sizi halef (öncekilerin bıraktığı mala yönetici) kıldığı şeylerden infâk edin. Sizden iman edip, infak edenler için büyük ecir vardır. 8 Peygamber sizi Rabbinize iman etmeniz için çağırdığı halde, size ne oluyor da Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden söz almıştı. Eğer iman ediyorsanız (çağrıya uyun). 9 Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah size karşı şefkatlidir, merhametlidir. 10 Göklerin ve yerin mirası Allah'a ait olduğu halde, size ne oluyor da Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz? Sizin içinizden (Mekke'nin) fethinden önce infak eden ve savaşan (başkalarıyla) denk değildir. Onlar derece bakımından (Mekke'nin) fethinden sonra infak edip savaşanlardan daha büyüktürler. Allah hepsine güzeli (Cenneti) va'detti. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 11 Allah (kulların) a iyilikle borç verecek olan kimdir ki Allah onun için o malı kat kat artıracaktır ve onun için çok değerli ecir vardır. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/hadid-suresi-1-11-tefsiri-ali-kucuk
Mekke'nin fethedildiği gün… Şehrin dört bir yanından Kelime-i Tevhid sesleri yükseliyor. Kâbe, bütünüyle putlardan arınmış. Yerlerde paramparça olmuş putlar, yüzlerde bitimsiz bir hamd, sonsuz bir şükür. Habeşli Bilal, o muhteşem peltekliğiyle Ezan-ı Muhammedi okuyor ve çınlatıyor Mekke'nin, ruhun sılasının göğünü. Kâbe'nin bir köşesinden, ufak tefek, fakirliği her halinden belli bir Bedevi yaklaşıyor. Bir sahabenin önünde duruyor ürkerek. Sorusunu güçlükle duyuyor sahabe. Soru şu: “Muhammed hanginiz?”
Bugün dünyada dalgalanan Filistin bayrağı, ABD bayrağından daha fazladır. Filistin, bir gün bağımsız bir devlet olduğunda dünyanın en küçük devletlerinden biri olacaktır. Fakat dünya milletlerinin yarısı Filistin'in yanında saf tutmuştur. Kudüs, tarih boyunca Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların kutsal mekânı olarak var olmuştur. Hz. Ömer döneminde İslam topraklarının bir parçası olan Kudüs-i Şerif, Mekke ve Medine'den sonra İslam dünyasının üçüncü kutsal mekanıdır. Yahudilik ve Hristiyanlık için ise her iki dinin en kutsal mekanıdır.
Nebi (s.a.v.)'i dünyayı teşriflerinin kutlanması yüzyıllardır Müslümânlar tarafından icra edilen sünnetlerdendir. Bizzat Nebi (s.a.v.) Efendimiz, “Bu günde doğdum” buyurarak pazartesi günleri oruç tutmuştur. Hz. Ömer (r.a.) dönemine gelindiğinde ise okula giden öğrenci çocuklar için her yıl, Kurban Bayramında dört gün ve “mevlid gecesi” dolayısıyla da bir hafta tatil günü belirlenmiş ve Hz. Ömer (r.a.) bunu devam ettirenlere hayır duâda, kaldıranlara da bedduâda bulunmuştur. Bu gelenek son asırlara kadar devam etmiştir. Kurban ve Ramazan bayramları dışında İslam'da başka bir bayram olmadığı malumdur. Ancak mevlid günü bayramdan daha büyük ve önemlidir. Biz mevlidi bayram olarak isimlendirmiyoruz. Çünkü bütün bayramlar, saadetler ve İslam'la gelen bütün büyük günlerin güzellikleri mevlidle var oldu. Eğer Efendimiz (s.a.v.)'in mevlidi olmasaydı peygamberliği olmazdı, Kur'ân inmezdi, İsra ve Mi'rac olmazdı, Bedir zaferi olmazdı, büyük fetih (Mekke'nin fethi) gerçekleşmezdi. Bunların hepsi bütün hayırların kaynağı olan Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e ve O'nun doğumuna bağlıdır. Mevlid okunmasını bid'at olarak görenlere şunu söylüyoruz: “Biz O (s.a.v.) ile ferahladığımız ve sevindiğimiz için mevlidini kutluyoruz. Mü'min olduğumuz için de O'nu (s.a.v.)'i çok seviyoruz” Bu mübarek günde, oruç tutmak bol bol salavât getirmek, sevinç göstermek, ziyafetler tertib etmek, bu ziyafetlere katılmak, fakirlere bu günün şerefine sadakalar vermek ve Nebi (s.a.v.)'i öven şiirler okumak ve dinlemek Sâlih kimselerin âdetlerindendir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), daha doğduğu andan itibaren övülmeye başlanmıştır: “Bana bu güzel ve zarif çocuğu veren Allâh'a hamd olsun!” diyen dedesi Abdulmuttalib'in, ve “Sen doğunca dünya ışığa büründü ve Sen'in nûrunla ufuklar aydınlandı.” diyen amcası Hz. Abbas'ın deyişleri bunlardan sadece birkaçıdır. Medîne'ye gelişinden sonra ise pek çok Sahâbî şâir O (s.a.v.)'i övmek için yarışmışlardır. (Seyyid Muhammed Alevî, Mevlid-i Şerîf'i Kutlamak, s.10-12)
Devlet, bugün Malazgirt Zaferi'nin yıldönümü münasebetiyle Ahlat'ta toplanıyor. Malazgirt Zaferi, bir ordunun bir başka orduya karşı verdiği bir savaşın sonucunda elde edilmiş bir zaferin adı değildir. Malazgirt Zaferi, bir ruhun adıdır; direniş ve diriliş ruhunun. Mekke'den süt emen, Medine'den beslenen, Kudüs'te meyve veren hakikat medeniyetinin insanlık çapında bir yürüyüşe soyunmasının başlangıç noktasıdır. Malazgirt, sadece Türklerin tarihinde dönüm noktası değildir; hem İslâm tarihinde hem de insanlık tarihinde tarihin akışının, yönünün, yörüngesinin belirlendiği bir büyük dönüşümün miladıdır. O yüzden Malazgirt ruhu, Selçuklu'nun ufku, insanlığın umududur. ALP ARSLAN: SAMİMÎ BİR MÜSLÜMAN, ASALET VE MERHAMET TİMSALİ BİR SULTAN Sultan Alp Arslan, 1030 yılında doğdu, 43 yaşında ömrünü doldurdu. Bu kısacık ömrüne hem bu toprakların insanlarının, hem bütün müslümanların hem de insanlığın kaderinin nihâî yönünü belirleyecek bir dünya tarihi haritası sığdırdı. Sadece dokuz yıl hükümran oldu, dokuz yılda yaptıklarıyla dünya tarihinin alacağı şeklin tohumlarını ekti, yörüngesini belirledi. Anadolu'dan Balkanlar'a, Kuzey Afrika'dan Yemen'e kadar dalga dalga, sayha sayha yayılacak Hakikat Medeniyeti Çınarı, Sultan Alp Arslan'ın diktiği işte bu dev çınardı. Böylesi bir çınarı herkes dikemezdi; bu şeref herkese lûtfedilemezdi. Sultan Alp Arslan, her şeyden önce, samimî, ihlaslı, donanımlı bir müslümandı. Asalet timsali bir sultandı. Adalet, ahlâk ve merhamet anıtı bir insandı. Sadece müslüman kaynaklar değil, Süryani, Ermeni, Rum kaynaklar da, Sultan Alp Arslan'ı böyle tasvir ediyorlardı. Alp Arslan, bu hakikati kendisi de açıkça dile getirmiştir: “Biz, tertemiz, bid'atten uzak müslümanlarız. Allah rızasını kazanmak için kefenimizle yola çıkmış insanlarız. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ bize yardımını esirgememiştir.” ASKERÎ ORDULAR YETMEZ; FİKİR VE MEFKÛRE ORDULARI ŞART! Sultan Alp Arslan, İslâm dünyasının yaşadığı fitne-fesadı, darmadağınıklığı, kaosu, yıkımı iliklerine kadar yaşayan, o yüzden yüreği yangın yerine dönen bir müslüman, hedefe kilitlenen bir sultandı. İslâm dünyasının yaşadığı iç buhranları ve dış sorunları hal yoluna koymayı kafasına koymuştu.
Peygamberimiz (s.a.v.) gönderildiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray takının kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde taştığını görmüş. Bundan endişelenerek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarını toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarını istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ile oyunları alınmış ve şaşırıp kalmışlardır. Zira o gece sahrada geceleyen birisi, Hicaz'dan bir ışığın çıktığını ve tâ doğuya kadar uzandığını görür ve bunun yorumunu: “Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!” şeklinde yapar. Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp: “Herhalde farkındasınız, bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir peygamber olabilir ve bu peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!” Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayetle, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gönderildiğinde bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytânlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber vermişler. İblîs, “bunun, gönderilmiş bulunan bir peygamber sebebiyle olduğunu” söylemiş. Şeytânlar O (s.a.v.)'i aramaya koyulmuşlarsa da bulamamışlar. İblîs bizzat kendisi aramaya çıkmış ve O (s.a.v.)'i Mekke'de bulmuştur. Şeytânlara hitaben: “Ben O'nu Mekke'de buldum, yanında Cibril de vardı” demiştir. Ebû Nuaym (r.âleyh) demiştir ki: “İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryad etmiştir: Lânete uğradığında, arza indirildiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderildiğinde, Fatiha Sûresi nazil olduğunda.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.190-191)
Tin Suresi, birinci ayette Allah Teâlâ'nın “Tin”e yemin etmesinden dolayı bu adı almıştır; “Ve't-Tini ve'z-Zeytun” (İncire ve zeytine andolsun). Müfessirlerin görüşüne göre bu surenin başında yemin edilen Tin ve Zeytun'un ihtimali manaları şunlardır; 1. İncir ve zeytin. 2. Tin'den kasıt Dimeşk mescidi 3. Zeytun'dan maksat Beytü'l-Mukaddes mescidi 4. Tin ve Zeytun'dan kasıt Şam ve Beytü'l-Mukaddes'de bulunan ve Süryani dilinde Tina ve Zeyta dağı denilen iki dağ. Bu sureye “Zeytun” ve “Tin ve Zeytun” Suresi de denmiştir. Özellikleri Ayetlerinin sayısı noktasında görüş ayrılığı bulunmayan Tin Suresi, 8 ayet, 34 kelime ve 162 harften ibarettir. Mekke'de nazil olan Tin Suresi, Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 95. iniş sırasına göre ise Kur'an'ın 28. suresidir. Lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden olup, Evsat sureleri grubundandır; yani Kur'an'ın kısa surelerindendir ve 30. cüzde yer almaktadır. Ayrıca yeminle başlayan yirmi üç sureden, yirmi birincisidir (4 konuya yemin edilmiştir). Konuları Tin Suresi'nde insanın yaratılış ve değişen hallerine işaret etmekle birlikte, günahkâr insanın esfele safilin'e (aşağıların en aşağısına) tenezzül edeceği, mümin ve salih insanların ise sayısız sevap alacağı
Ey evlâd! Afiyet, afiyeti aramamaktır. Afiyeti arayan, afiyeti bulmamıştır. Zengin, zenginliği aramaz. Zenginliği fakirler arar. Şifa aramak hastalar içindir. Şifa, şifayı aramamaktadır. Bütün şifa, Hakk'a teslim olmaktadır. Sebepleri bir yana at. Kalbini temizle. Putlar varsa çıkar. Her derdin dermanı vardır. Onu bulmak icap eder. Şifaların en büyüğü, Allah'ın tevhididir. O'nu birlemek iman sahibinin vazifesidir. Tevhid, yalnız dille olmaz, kalple de olmalı... Tevhid ve zühd dille ve dış varlıkla olmaz. Akıllı ol. Yapmacıkları bırak. Hevese kapılma. Bir iş yapmak için, câhil hareketleri terk et. Bulunduğun hâl, yapmacık ve hevesten ibarettir. Riyakârlık da var. Nifak (içi başka dışı başka) hâli de mevcut. Bütün gücünün hedefi halkın sana tapması oluyor; onların yararını bekliyorsun. Şunu bil ki, halka bir adım atsan; Hakk'tan uzak kalırsın. Sen Hakk'ı aradığını söylüyorsun; halbuki, halkı arıyorsun. - Ben Mekke'ye gidiyorum, deyip Horasan yolunu tutana benziyorsun. Tabiî, Horasan'a yakın oldukça Mekke'den uzak kalırsın. İç âleminin temiz olduğunu söylüyorsun; fakat onlardan hem korkuyor hem de bir şeyler bekliyorsun. Dıştan her kötü şeyi bırakmış gibisin, içten ise ona karışma yollarını arıyorsun. İçin halk sevgisi ile dolu; dıştan Hakk'ı sevdiğini anlatıyorsun. Bu hâller, dil gürültüsü ile olmaz. Salih olan o muvahhid kullar, diğer kullara örnektir. Onların her birinin hâli başkadır. Onların bir kısmı dışından dünyayı bırakır. Bir kısmı içinden bırakır. Bu hâlleri, onlara zarar doğurmaz. Her biri kendi hâline göre iş eder. Hak Teâlâ'nın kudsî varlığından başkasını göremezler. Bunların kalbi saf ve temizdir. Bu âleme kavuşan, dünya mülkünü kazanmış olur. Kahraman odur. Bahadır odur. İslâm dininin dış emirleri insanın dışını süsler. İçe hitap eden gerekleri ise, ruhu nurlandırır; tevhid ve marifet iç âlemi temiz eden gereklerden sayılır. Karşımda duran! Dediler ve diyoruz, şeklindeki sözlerini açıkla, ne demek istiyorsun?.. Bu sözün ne getirebilir?.. Bir şeyin haram olduğunu söylüyorsun. Ama, durmadan yapmaktasın. Bir şeyin helâl olduğunu söylerken yapmıyorsun. Sende sadece bir iştiha var. Başka bir şey yok. Peygamber (S.A.) efendimiz şöyle buyururlar: - «Cahile bir defa yazıklar olsun, âlime yedi defa...» Cahile bir defa... sebebi, bilgisiz kalışı. Âlime yedi defa... sebebi, o bildiği ile iş tutmayışı... İlmin bereketi ondan uzaktır; yalnız vebalini yüklenmiştir. Öğren, sonra amel et. Sonra halkı bir yana at, Hak'la ol. Hak sevgisini kalbine yerleştir. Hak'la olma arzusu ve O'nun sevgisi sende ciddî bir hâl alınca, Mevlâ seni kendine yaklaştırır. Kendi öz varlığına iletir; orada yok eder. Sonra O dilerse seni halka teşhir eder, arzu buyurursa halk arasına katar. Dünyalık nasiplerini bol bol almak için her varlığı sana iletir. Rüzgârları sana emirle gelir. O'nun bilgisi seni kuşatmıştır. İşlerine halk da muttali olur. Bunlar kendi varlığını bıraktığın anda gelir. O'nunla halka karışırsın; seninle değil... Nefsin şomluğu (uğursuzluğu) ölür. Tabiat zararlı hâlini yitirir. Her şey sana bol gelir. Nefis, heva ve tabiat onlardan kısmet alamaz. Kalbin daima Hak'la olur. Şu kalp Hakk'a yakın olmadıkça felah bulamaz. Hak Azizdir, Celildir. Evveli, âhiri yoktur. Boşuna sıkışma, zavallı içi bozuk, yanında hayır diye bir şey yoktur. Dediğim hâllerden sende bulunmaz. Sen, ekmeğin ve katığın kölesisin. Helvaya kulsun. Emrinde bulunduğun efendinin ve atın bendesisin. Doğru olan kalp, halkı bir yana atar, Hakk'a doğru yolculuğa başlar. Yollarda bir şeyler görse, selâm verir, geçer. İlmiyle âmil olanlar, Peygamber (S.A.) efendimizin vârisleridir. Geçmişteki büyüklerin vekilleridir. Arta kalan halk ise onlara yardımcıdır. Onlarla iş yaparlar. Dinin gereklerini onların vasıtası ile yerine getirirler. Onlara iyiliği, kötülüğü söylerler. Cümle halk o sevgili kulların emrine hazır bekler. O büyük insanlar, kıyamet günü peygamberlerin yanında bulunur. Rabları tarafından peygamberlere ne verildi ise onlara da verilir.
Beled Suresi (Arapça: سورة البلد), Beled Suresi, Kur'an-ı Kerim'in otuzuncu bölümünde yer alan 90-cı suredir ve Mekki surelerinden biridir. Bu sure, Mekke diyarına işaret eden Beled'e yapılan yeminle başlar; Bu yüzden ona Beled denir. Allah Beled Suresi'nde, dünyadaki insan hayatının sürekli olarak acılara karıştığını anlatmakta, bir başka bölümde ise bazı nimetleri sayarak, insanın bu nimetler karşısında yaptığı nankörlüğe işaret etmektedir. Beled Suresi'nde insanın en değerli amellerinin köle azat etmek, fakirleri doyurmak ve yardım etmek olduğu bildirilmektedir. Bu sureyi okumanın faziletine gelince, Peygamber Efendimiz (s)'den, Kim Beled Suresini okursa, Allah'ın onu Kıyamet günü gazabından koruyacağı rivayet edilmiştir. Beled Suresi" beled'e (Mekke) yemin edilerek başlamakta ve bundan dolayı da bu adla anılmaktadır. “La uksimu bi haze'l-beled” (tercüme: Andolsun bu şehre.) Ayetlerinin sayısı noktasında görüş ayrılığı bulunmayan bu sure, 20 ayet, 82 kelime ve 343 harften oluşmaktadır. Mekke'de nazil olan bu sure Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 90. ve iniş sırasına göre ise, Kur'an'ın 35. suresidir. Lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden olup, Evsat sureleri grubundandır. Ayrıca yeminle başlayan surelerin on yedincisidir aynı zamanda sure üç konuya yemin ederek başlamaktadır. Konuları Beled Suresi, Mekke'nin azamet ve kutsiyetini gösterme doğrultusunda Mekke şehrine yemin ederek başlamıştır. Daha sonra insanın yaratılışına ve insanın yaşantısının her zaman zorluk ve meşakkatle beraber olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca köle azat etmek, açlara yemek vermek ve fakirlere yardım etmek gibi, yapılması çok zor olan ama insanın çok değerli amellerini beyan etmektedir. Daha sonra iyi amel sahiplerini “Ashab-ı Meymene” (Ashab-ı Yemin, cennet ehli); münkir ve kötü amelleri olanları ise, “Ashab-ı Meş'eme” (Ashab-ı Şimal, cehennem ehli) unvanıyla zikretmektedir. [1]
Şems Suresi (Arapça: سورة الشمس), Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de nazil olan surelerinden olup, Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 91. iniş sırasına göre ise 26. suresidir. Bu sureye, Şems'e (güneşe) yemin edilerek başlandığından dolayı Şems Suresi adı verilmiştir. Şems Suresi (Arapça: سورة الشمس), Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de nazil olan surelerinden olup, Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 91. iniş sırasına göre ise 26. suresidir. Bu sureye, Şems'e (güneşe) yemin edilerek başlandığından dolayı Şems Suresi adı verilmiştir. rahmet ve lütuf olarak ona verin. Esenlik olsun kuluma!”[4]
İnsana insanlığından dolayı saygı duyulmalı. Şayet onun bir yanına karşı çıkılacaksa, onu ahsen-i takvîmden uzaklaştıracak söz ve davranışlarına karşı çıkılmalı. Mesela; yalan bir lafz-ı kafirdir, iftira bir lafz-ı kafirdir, gıybet bir lafz-ı kafirdir, birini karalama bir lafz-ı kafirdir, mü'mine takıyyeci deme bir lafz-ı kafirdir; onu yerden yere vurma, üzerine bir çarpı çekme, değişik haklardan mahrum etme birer fiil-i kafirdir. İşte, ille de karşı çıkılacaksa, bu elfaz-ı küfriyeye ve ef'al-i küfriyeye karşı çıkılmalıdır. (00:20) *Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ “Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakikî muhacir de, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” Evet, ideal mü'min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş ve mü'minlere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan insandır. (03:03) *Mü'min, diğer insanlara emniyet ve güven vaad eden, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Emin ve güvenilir olma manasına emanet, bir Peygamber sıfatıdır. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz o kadar emin idi ki, Mekke halkı, eşlerini ve gelinlik kızlarını birine emanet edecek olsalar akıllarına ilk olarak O gelirdi. Çünkü, Efendimiz'in gözlerinin içine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O'nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O'nu “Muhammedü'l-Emin” diye çağırırlardı. Peygamber Efendimiz'in hayatına ve ahlakına baktığımızda, O'nun tam bir emniyet ve güven insanı olduğunu görürüz. Emin olma, emanete hıyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda imanın sâdık temsilcisi olma gibi hususlar O'nun şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Zaten, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de “Mü'min”dir. Çünkü O, güven kaynağıdır. Peygamberleri güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O'dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah'a bağlar.
Fecr Suresi (Arapça: سورة الفجر), Fecr Suresi, Kur'an-ı Kerim'in otuzuncu bölümünde yer alan seksen dokuzuncu suredir ve Mekki surelerinden biridir. Fecr, surenin ilk ayetinde Allah'ın yemin ettiği şafak anlamına gelir. Ad Kavmi'nin, Semud ve Firavun kavminin tarihine, onların bozgunculuk ve isyanlarına değinmekte ve insanların ilahi bir imtihandan geçtiğini bildirmektedir; Ancak bazı insanlar Allah'ın nimetini unuttukları için bu imtihanda başarısız olurlar. Fecr Suresi, İmam Hüseyin (a) Suresi olarak da anılmakta olup, hadislerde "emin nefs" anlamı, son ayetlerinde İmam Hüseyin (a) olarak tanıtılmaktadır. Rivayet edilen hadislerde, kim bunu on gece okursa Allah onu bağışlar, geri kalan günlerde okursa, Kıyamet gününde nur onun yanında olur. Fecr Suresi, İmam Hüseyin'in (a) şu anki türbesinde (H. 1391'de kurulan) kazınmış surelerden biridir. Fecr Suresi Fecr Suresi, ilk ayette Allah-u Teâlâ'nın fecre (tan yerinin ağarması ve şafak) yemin etmesinden dolayı bu adı almıştır. “Ve'l Fecr” : Tan yerinin ağarmasına andolsun. Fecr Suresi'nin ayet sayısı, Kufe karilerine göre 30, Basra karilerine göre 29, Hicaz karilerine göre 32 ve diğer bazı karilerin görüşlerine göre ise, 33'dür. Ancak birinci görüş daha meşhurdur. Sure 139 kelime ve 584 harften oluşmaktadır. Mekke'de nazil olan bu sure, Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 89. ve iniş sırasına göre ise, Kur'an'ın 10. suresidir. Lafız ve hacim bakımından Mufassal surelerden olup, Evsat sureleri grubundandır. Ayrıca yeminle başlayan surelerin on altıncısıdır. (Birinci ayetten dördüncü ayete kadarki bölümde 5 önemli konuya yemin edilmiştir.) Konuları Fecr Suresi'nde "Ad kavmi" ve aynı şekilde "İrame zati'l İmad" (yüksek sütunlu sarayları olan İrem'e), "Semud" ve "Firavun" kavimlerinin akıbetine ve onların işlemiş oldukları fitne ve tuğyanlara işaret edilmiştir. Ayrıca insanın ilahi huzurda nimetlerle imtihana tabi tutulduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra imansız insanların bu ilahi imtihanda başarısızlıklarının nedenin beyan etmekte ve imansızların cehennemin eserlerini görünce yaptıklarını hatırladıkları, ancak bu hatırlamanın gecikmiş ve faydasız olduğu güne, yani ceza (kıyamet) gününe işaret edilmektedir. Fecr Suresi'nin sonunda ise, "Nefsu'l Mutmeinne"ye (Ey huzura kavuşan can!) hoşnut olarak Rabbine dön ve artık (seçkin) kulların içine katıl ve cennete gir denmektedir
“Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah'a inandınız diye Resûlü ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihad etmek için çıktıysanız (böyle yapmayın). Onlara gizlice sevgi besliyorsunuz. Oysa ben sizin, gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, mutlaka doğru yoldan sapmıştır.” (Mümtehine 1) Gerçekten Hâtıb'ın annesi, oğulları ve kardeşleri Mekke'de bulunuyorlardı ve mektubun içeriği de bir münafıklık unsuru taşımıyor, aksine Resûlullah'a olan güçlü inancını ifade ediyordu. Bir rivayete göre mektupta şöyle bir ifade vardı: “Bilin ki Allah'ın peygamberi (s.a.) gece misali sel gibi akacak bir orduyla size doğru gelmeye hazırlanıyor. Allah'a yemin ederim ki o yalnız başına da gelecek olsa Allah onu size karşı muzaffer kılacaktır; çünkü Allah ona olan vaadini mutlaka yerine getirir.” Bununla birlikte önemli bir sırrın böyle bir yolla düşmana haber verilmesi müslümana yaraşmayan bir davranış, büyük bir suç ve günah idi. Nitekim Hâtıb'ın cevabı üzerine Hz. Ömer onun idamını teklif etti. Ama Hz. Peygamber onun Bedir Savaşı'na katılanlardan olduğunu ve Allah'ın onlarla ilgili müjdelerini hatırlatıp buna müsaade etmedi. “Zeccac ve Kerâbisî'den rivayet olunduğuna göre, "düşmanım" ifadesi, "Dinimin düşmanı" manasındadır. Hz. Peygamber (s.a.s), "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Binâenaleyh her biriniz, kimi arkadaş edindiğine iyi dikkat etsin" "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan da size düşman olanlar vardır, onlardan sakının." (Teğâbûn 14) "Benim ilmimde, bir işi gizli ya da açık yapmanızın değişmediğini bildiğiniz halde, onlara gizli gizli dostluk beslemenizde ne fayda vardır?" Allah Teâlâ, "Gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da çok iyi bilenim..." buyurarak, aksi söz konusu olmaksızın, zâten bu gerektirdiği halde, gizliyi bilmesini açık olanı bilmesinden önce getirmiştir (niçin)? Biz deriz ki, bu bizim bilmemize nisbetledir, yoksa Allah'ın bilmesine nisbetle değil. Çünkü, az önce de geçtiği gibi, Allah'ın ilminde bu iki durum aynıdır. Bir de, bundan maksat, daha gizli olanı ki, o küfürdür beyân etmektir. Dolayısıyla da önce zikredilmiştir. Buradaki "sizden" ifâdesinin manası, "siz mü'minlerden" şeklinde olursa, bunun manası gayet açıktır. Çünkü, bu fiili kim yaparsa, artık o, mü'min olmaz.” Razi "Allah'ın yaratmasını görüp durduğu halde. Allah'ın varlığından şüphe eden kimseye çok şaşarım; ilk yaratılmayı bildiği halde (kıyametin kopmasından sonraki) dirilmeyi inkâr edene şaşarım; her gün ve gece ölüyor ve tekrar diriİiyorken yani uyuyup tekrar uyanıyorken ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşrı inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki nimetlere inandığı halde, (sadece) aldanış yurdu olan bu dünya için koşuşturana şaşanm ve başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım." Hadis Seni yücelten kalbindeki davadır. Bir genç bir kızı almak ister şiddetle sever. Kızı alamadığı için intihar eder. Bu davadır. Halbuki dünyada tek kız mı vardı ne bu saplantı? İslamı yüceltme davan kalbinde böyle olacak. Küfür hep varolacak. Bizim gibi milyon tane vaiz de olsa küfrü yok edemeyecek. Bünyamin gibi milyon tane soykırımcı olsa İslamı yokedemeyecek. Herşey zıddıyla bilinir ve anlaşılır. İslamın zıddı dünyada olmazsa İslamın kıymeti anlaşılmaz. Vazgeçmek yok! Sıkılmak ve bırakmak yok! Dünyayı değiştireceksin! İstanbul 28 kez kuşatıldı ama fetih 29. kuşatmaya, Sultan Mehmed ve ordusuna nasib oldu. Denediler, ısrar ettiler, inad ettiler, vazgeçmediler. Şeytan seni cehenneme götürme konusunda hiç vazgeçti mi söyle? Hep ısrar ediyor, hep deniyor ve hiç sıkılmıyor. İzmir'den sizi izlemeye gidiş geliş 8000 lira harcıyorum hocam benzin 6000 hgs 2000 lira Adana'dan uçakla dönerken İstanbulda aşırı rüzgar vardı ve uçağı hiç olmadığı kadar çok salladı.
"Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı vallahi senden ayrılmazdım!” *Bütün tehlike dolapları herkesten önce İnsanlığın İftihar Tablosu'nun mübarek başında dönüp durmuştur. Kur'an-ı Kerim, Müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz'e tahsis etmiş ve şöyle demiştir: وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُاللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah'tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef'ul Efendimiz'dir; bütün planlar O'nun üzerine yapılmıştır. *İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz hicret esnasında Sevr sultanlığından ayrılıp yola revân olacağı an, yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Ey Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı vallahi senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı. *Şayet en mübarek insanlar hırpalanmışlarsa, preslerden geçmişlerse, dibeklerde adeta dövülmüşlerse ve siz bundan âzâde, vâreste tutuluyorsanız, bence kendi durumunuzdan şüphe duymanız lazım. Bu video 19/04/2015 tarihinde yayınlanan “Mukaddes Çile ve İnfak Kahramanları” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bin Tanemizi Öldürseler de Bu Kervan Yine Yürüyecek!.. *Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicretlerine tekaddüm eden günlerde, “Dâru'n-Nedve” denilen kulüpte toplanan Mekke müşriklerinin arasında, Necidli bir ihtiyar kılığında şeytanın bulunduğu da rivayet edilir. Müşrikler İslam'ın boy atıp intişar edişini engellemekten aciz kalınca, insî ve cinnî şeytanlar, Allah Rasûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashabını imha için bir plan yapmak üzere bir araya gelmişlerdi. Evet, Necidli bir ihtiyar kılığında Şeytan da onların aralarına katılmıştı. İhtimal müşrikler, işin idaresini ellerinden kaçırdıklarını anlamaya başlamış ve âdeta panik içindeydiler. Acaba ne yapmalıydılar? İşte onları bir araya getiren gündemin ana maddesi buydu. Sonunda “Her kabileden birer ikişer genç seçelim. Onları organize edelim. O'nun üzerine hep beraber saldırsınlar ve O'nu hep beraber öldürsünler. Böyle yaparsak Hâşimoğulları kan iddia edemezler. Bütün kavim ve kabilelerle savaşmayı da göze alamazlar.” teklifinde anlaşmışlardı. *İnanın günümüzde de aynı şeyler yaşanıyor. Burada ısrarla “Amanın o ahşap binada durmayın, problem var!” falan dediler. Bu kadarını açayım, bilin. Oysaki biz kim oluyoruz?!. Vifak ve ittifak içinde yürekleri çarpan, bu davaya gönül vermiş milyonlarca insan var. Bir buçuk seneye yakın bir zamandır, sürekli baskılar altında preslendikleri halde, hizmetlerinde bir duraklamaya girmeyen babayiğitler var. Bizim bin tanemiz ölse bile Allah'ın izni ve inayetiyle o kervanı durduramayacaklar. *Bir kimse Allah için olur ve O'nun teveccühünü, yakınlığını, dostluğunu, muhabbetini, maiyyetini, korumasını ve yardımını gönülden dilerse, Allah onu katiyen hasımlarına teslim etmez, himaye ve sıyanet buyurur. Himaye ve sıyanet buyuruyor! Himaye ve sıyanet buyuracaktır, endişe duymayın. Şayet ille de endişe duyacaksanız, belli bir dönemde mabette sizinle beraber namaz kıldıkları halde yanlış bir yola girmiş, yanlışlığın dili ve tercümanı olmuş ve birileri de dilini yutmuş, sessiz şeytanlığı tercih etmiş kimselerin su-i akıbetleri adına endişe duyun. Öylelerinin bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, bir su-i akıbete maruz kalacaklarında hiç şüpheniz olmasın! Dünyadaki bütün eşrar, füccar, mekkar, küyyad ve a'danın da aynı şeye maruz kalacaklarında hiç tereddüdünüz olmasın! *Allah (celle celaluhu) inâyetini, riâyetini, kilâetini bizimle beraber eylesin. İnsafsız zalimlere insaf ihsan eylesin. Yanlış yolda yürüyerek doğru bir yere varacaklarını zanneden o insanları Cenâb-ı Hak yanlışlarından döndürsün, sırat-ı müstakime hidayet eylesin. Vesselam… Bu video 26/04/2015 tarihinde yayınlanan “En Büyük Tehlike ve Boykot” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Cesur Münevverler Çıkmadı, Bari Bugün de Bir Emile Zola Olsaydı!.. *Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus Davası'ndaki Emile Zola'nın yiğitliği gibi ki aslında bizim tarihimizde öyle binlercesi vardır ama bu konu açılınca ilk planda batıya bakmanın neticesi olarak o akla gelir bir yiğitliği gösterenler olsaydı. İnsan ne kadar arzu ederdi, alnını yere koyan, secde eden insanlardan bir kaç tanesi, en azından Mekke'deki müşrikler gibi, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce insanı vazifelerini yaptığından dolayı gadre uğratan zalimler güruhuna karşı “yeter artık” falan deyip entelektüelce bir tavır sergileseydi, samimi bir ses yükseltseydi, herkes dilsiz şeytanlık durumuna düşmeseydi, keşke!.. İnsan ne kadar arzu ederdi!.. Ahiretlerini kurtaracaklardı. Maalesef aynı cürmün cezasını paylaşacaklar; birileri cürüm işleyerek, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak o cürme iştirak ettiklerinden dolayı, o cürmün cezasını müşterek olarak çekecekler öbür tarafta. Ve yine bizim canımız yanacak, onları öyle gördükçe, yüreğimiz sızlayacak; ciğerimize zıpkın saplanmış gibi bir acı duyacağız. Cenâb-ı Hak tez zamanda aklını yitirmiş kimselerin tutulmuş akıllarının zincirlerini, bağlarını çözsün, doğruyu göstersin, hakiki imana ulaştırsın, zulümden vazgeçirsin. *O üç insanla boykota son verildi ama işkence ve çileler bi'set-i seniyyenin on üçüncü senesine kadar öyle devam etti. “Acaba algı operasyonlarıyla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya… kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat hiçbir Müslümanı sindiremediler . *Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere boyun eğmedi zira onların insibağı çok güçlüydü. Sanki Allah (celle celaluhu) İnsanlığın İftihar Tablosu'nu hususi bir donanımla gönderdiği gibi, O'na hakiki ümmet olabilecek o babayiğitleri de hususi O'nun için hazırlamış. Bu açıdan da sahabeyle kimse boy ölçüşemez. Cenâb-ı Hak bizi onların arkasından yürüyenlerden eylesin. Bu video 26/04/2015 tarihinde yayınlanan “En Büyük Tehlike ve Boykot” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Ebû Leheb, Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de Müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve “Vallahi bunlar melekler!” dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi'nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hazreti Abbas'ın kölesiydi. Hazreti Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb'in başına elindeki sopayı indiriverdi. “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?” dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri, aldığı haberin elemiyle birleşince veya başka bir sebeple “Adese” denilen bir hastalığa yakalanmıştı. O gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar. Kazanma Kuşağında Büyük Kayıp ve Odun Taşıyıcısı Ümmü Cemil *Kabile ve soy olarak en uzak kimseler en erken gelip Allah Rasûlü'ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, Ebû Leheb aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife bilmişti. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu. Talih kuşu başındayken onu uçurmuş, kendisini talihsizliğe mahkûm etmişti. O'nun eteğinden tutsaydı, Hazreti Abbas ve “Allah'ın Arslanı” Hazreti Hamza gibi arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkması mukadderdi. Fakat o, büyük kazancı ayağının ucuyla itti, aslında böylece kendisini cehenneme itti. *Kur'an-ı Kerim, Ebû Leheb'in hanımı Ümmü Cemil için de “hammâlete'l-hatab – odun taşıyıcısı” diyor ve onun da kocasıyla beraber Cehennem'e yuvarlanacağını bildiriyor. Onlar “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” denecek türdendi; biri diğerini destekliyordu; ikisi de küfürde yarışırcasına koşuyor ve aralarında kin, nefret, intikam, gayz, küfür sinerjisi oluşturuyorlardı. Kadın, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçeceği yollara diken atıyordu ayağına batsın diye. Bu çok kavi, sahih rivayetlerde olmasa da menkıbe kitaplarında naklediliyor. Bu açıdan “odun taşıyıcısı” denmesi, Efendimiz'in geçeceği yollara odun, çalı çırpı taşıması dolayısıyla olabilir. Bir diğer yandan da yaptığı şeyler itibarıyla sırtında cehennem ateşini tutuşturacak odunları taşıması cihetiyle odun taşıyıcısı denmesi muhtemeldir. *Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz'in öz amcası ve onun eşi olan iki şahsın, açık açık Kur'ân'ın tehditlerinden nasibini alması, Nebiler Serveri'nin her yönüyle vahye/risalete dayandığını ve kendisine vahyedileni aynıyla insanlara bildirdiğini de göstermektedir. Cehennem'de Şeker Şerbet Musluğu Nasıl Olur? *Ayrıca, Cenâb-ı Hakk'ın, Tebbet Sûresi'yle gayet açık bir şekilde, Ebû Leheb ve hanımının Cehennem'e gireceklerini ilan etmesi gaybî bir mucizedir. Çünkü, Kur'ân'ın, Ebû Leheb'in bu kötü sonunu haber verdiği dönemde, ufuklarda bu neticeye emare sayılabilecek en küçük bir iz dahi yoktu. Bu âyetlerin nazil olmasından –yaklaşık– on sene sonra Müslümanların Bedir'de galibiyeti ve müşriklerin mağlubiyeti karşısında küfrü, gayzı, nefreti ve hasedi içinde, tam Kur'ân'ın haber verdiği gibi imansız olarak ölmüş ve bu şekil ölümüyle o da Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu doğrulamıştı. Bu video 10/05/2015 tarihinde yayınlanan “Yakın Körlüğü ve Ebu Leheb” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de nazil olan surelerindendir. Mushaf'taki sırasına göre 88. ve iniş sırasına göre ise, 68. suredir; 26 ayetten ibarettir. Gaşiye SuresiDosya:Gaşiye Suresi.png AnlamıHer şeyi saran, kaplayan, dehşeti her şeye ulaşan (kıyamet günü)Başka İsmi-SınıfıMekkiNüzul Sırası68Sure Numarası88Cüz30Sayısal BilgilerAyet Sayısı26Kelime Sayısı92Harf Sayısı382 v t e Bu sureye, "Gaşiye" (Kıyamet) gününden söz etmekle başlamasından dolayı, "Gaşiye Suresi" adı verilmiştir. Gaşiye Suresi'nde cennet ve cehennemin özelliklerinden; münkirlerin (kıyametteki) hal ve akıbetlerinden; müminlerin doğruluk, mutluluk ve hoşnutluklarından söz edilmektedir. Gaşiye Suresi Gaşiye Suresi, Gaşiye (Kıyamet) hikatesinden söz ettiğinden dolayı bu adı almıştır. “Hel etake hadisu'l Gaşiyeh.” (tercüme: Dehşeti her şeyi kapsayacak olan kıyametin haberi sana geldi mi?) İsmi fail olan "Gaşiye" kelimesi “Gaşev” ve “Gaşeve” kökünden türemiştir. Gaşiye kelimesinden maksat kıyamettir. Bu sure 26 ayet, 92 kelime ve 382 harften ibarettir. Mushaf'taki resmi sırası itibarıyla 88. ve iniş sırasına göre ise, Kur'an'ın 68. suresidir. Sure, Mekke'de nazil olmuştur. Lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden olup, Evsat sureleri grubundandır. Konuları Gaşiye Suresi'nde cennet ve cehennemin özelliklerinden; münkirlerin (kıyametteki) hal ve akıbetlerinden; müminlerin doğruluk, mutluluk ve hoşnutluklarından söz edilmektedir.[1
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş'et edip, Hazreti Musa'ya en kritik anda destek veren bir mü'minin (Mü'min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü'min Sûresi'nde geçmektedir. Firavun'un “Bırakın, ben Musa'yı öldüreyim; varsın o da Rabb'ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır. *Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu. *Evet hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu. Mütekebbir zorbalardan Rabbimize sığındık!.. *Firavun'un gittikçe çöküp, nihaî bir kaybetme noktasına doğru hızla ilerlemesine karşılık, Hazreti Musa fevkalâde rahattı ve Firavun'un tehditleri karşısında en ufak bir sarsıntı bile hissetmiyordu. Bu itibarla da hemen cevabını yapıştırmıştı: وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ مِنْ كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ “Ben, hesap gününe inanmayan her mütekebbir (gururlu, kendini beğenmiş zorba)dan benim ve sizin Rabbinize sığındım.” (Mü'min, 40/27) diyerek, bir yandan Hakk'a güvenini ortaya koyarken diğer yandan da bütün insanların Rabbinin sadece Allah olduğunu bir defa daha ihtar etmişti. *Bu ayet-i kerimelerle, bir tarafta Firavun'un tiz perdeden atıp tutması, ölüm tehditleri savurması, ölüm tehditleri savururken de içten içe aklî, mantıkî ve kalbî tutarsızlıklarının şuurunda olarak tedirginliği, telaşı ortaya konuyor. Ayrıca, böyle bir tedirginlik ve telaş karşısında, daha evvel horlayıp hakir gördüğü teb'anın gücünü yanına almaya çalışması ve bu uğurda onların dinî hissiyatlarını istismar etmesi anlatılıyor. Dahası her devirde olduğu gibi, kendisi fesat çıkarıp dururken başkalarını fesatla karalaması, her fırsatta mü'minlere düşmanlık yapmasına mukabil dindarların dinin ruhunu değiştirdiklerinden ve değiştireceklerinden dem vurması nazara veriliyor. Diğer taraftan da bütün bunlara karşı Hazreti Musa'nın fevkalâde bir temkin içinde halka bedel Allah'a sığınması ve Firavun'un kibrini, gururunu onun yüzüne vurması hatırlatılıyor. Bu video 13/09/2015 tarihinde yayınlanan “Fitneler Asrı ve Sulh Çizgisi” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
*Hicret esnasında Allah Rasûlü'nün yolu Sevr Sultanlığı'na uğramıştı. Oraya ve Hirâ'ya hep “sultanlık” dedik. “Mağara” demeyi yakıştıramıyorum. Evet, bir kayanın deliği bile olsa, oraya bir kere şeref-kudûm buyurmuşsa İnsanlığın İftihar Tablosu, orası Firdevsler kadar kıymet kazanmıştır. Onun için Hirâ, sultanıktır; Sevr, sultanlıktır. Adımını bastığı her yer sultanlıktır. *Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr Sultanlığı'nın duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü'nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O'nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü'nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah'tır.” *Hazreti Âdem'den (aleyhisselam) günümüze kadar her dönemde, Hak dostları en zor şartlar altında ıztırar diliyle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edince çok geçmeden kara bulutlar dağılmış ve o salih insanlar ilahi maiyetle inşiraha kavuşmuşlardır. Hazreti Yunus ve Hazreti Musa'nın (aleyhimesselam) mucize kurtuluşlarında olduğu gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerindeki pek çok hadisede de Üstad'ın ifadesiyle, sırr-ı ehadiyet içinde nuru tevhidin inkişaf ettiği görülmüştür. Her sıkıntı ve tazyik bir inşiraha gebedir!.. *Kalbleriniz O'nunla beraberse, O sizinle beraberdir. Şayet siz maiyyete talipseniz, Allah (celle celaluhu) o isteği karşılıksız bırakmaz. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, kul “Rabbim” deyince Allah (celle celaluhu) anında “Lebbeyk!..” diyor. Bu, “buyur” manasına gelir. Dil inceliği açısından buna “mukabele” veya “müşakele” diyebilirsiniz. Yani, siz Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ediyorsunuz, teveccühünüze O da mukabelede bulunuyor; “Nedir isteğin, is'af edeyim?” buyuruyor. Bu video 27/09/2015 tarihinde yayınlanan “Terakki Rampası Tazyikler” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki, “Hazreti Ömer'i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım! Ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme!..” *Evet, kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer'e müracaat etti. Yağmur duasına çıkmasını istediler. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas'ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle” dedi. O'nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas'ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver.” Sahabi diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla, selle birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer'in bu tavrı, öncelikle mahviyet ve tevazuundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas'a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk'ın muradı görmesinin neticesiydi. Mütekebbir, herkesi tasmalı köle gördüğünden en küçük muhalefeti ihanet sayar!.. *Her türlü şerrin anahtarı kibir, her türlü hayrın anahtarı da tevazudur. Hazreti Pir-i Muğan'ın ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün emaresi tevazu ve mahviyettir; küçüklüğün emaresi de tekebbürdür, burnunu dikmektir, kendini kast sistemine göre en üst basamakta saymak ve başkalarını da halayık gibi, kapıkulu gibi, tasmalı köleler gibi görmektir. Dolayısıyla da mütekebbir, kendisine muhalif bir şey söylenince veya yanlış bir davranışı yüzüne vurulunca, onu ihanet saymak suretiyle intikamkârâne bir duygu ve bir düşünceye kapılır; ifrit gibi o insanların üzerine saldırır. Allah parçalayıcı bir diş verse onu bile kullanmak suretiyle, bir salya verse onu da yüzlere atmak suretiyle intikam almak ister; bu hisle çok ciddi bir gerilime geçip yürür. Bu da kibrin, büyüklenmenin, egoizmin, egosantrizmin, narsisizmin dışa vurmasıdır. Bu video 22/11/2015 tarihinde yayınlanan “Hakkın Hatırı Âlîdir!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
İzafi bir sarsıntının her şeyi allak bullak ettiği, bir insan olması yönüyle kalb-i nebevînin inkisara uğrayabileceği, pek çok gönlün de rencide olduğu esnada Allah (celle celâluhu) çok yumuşak bir emirle meselenin yeniden meşveret edilmesini emretmişti: Habib-i Edibim! Sen zaten katı kalbli, hırçın ve haşin olamazsın, değilsin. Öyle olsaydın bu insanlar zaten Senin etrafında kümelenip savaş meydanına kadar gelmez, etrafında hiç toplanmaz ve dağılır giderlerdi. Ey Habib-i Edibim! Bir de onların içtihat hataları oldu. Dolayısıyla فَاعْفُ عَنْهُمْ Sen affet onları! وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ Ve onların affedilmeleri için Allah'tan mağfiret dile! *Kur'ân-ı Kerim'in, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz'in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, okçular tepesindeki sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat, her şeye rağmen Cenâb-ı Hak istişareyi emretmişti: وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ Meseleyi bir kere daha meşveret masasına yatır, müzakereye arz et ve yapılması gerekeni etrafındaki insanlarla bir kere daha görüş!.. *Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud'un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke'ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine'ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Bu esnada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği ashabıyla yine meşverette bulunmuş, onların gönüllerinin itminanla dolmasına vesile olmuş ve Uhud'a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke'nin yolunu tutmuştu. Mü'min kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğmeli ve doğru karşısında geri adım atabilmelidir!.. *Görüleceği üzere, İnsanlığın İftihar Tablosu meşverete riayet ederek kendi düşüncesinden tabiri caizse geriye adım atıyor. Bize ne olmuş ki bir kısım doğrularımızdan geriye adım atmayalım?!. Bu, başka insanlara saygı göstermenin, onların da doğru düşünebileceğini ve o düşüncelerin de bir işe yarayabileceğini kabul etmenin ifadesidir. Bu video 22/11/2015 tarihinde yayınlanan “Hakkın Hatırı Âlîdir!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bakış zaviyesindeki inhiraf ve meselelere yanlış açılardan bakma da bir küfür sebebi olagelmiştir. Bazen fizikî kıstaslarla metafiziği ölçme, bazen sadece metafiziğe ait mülahazalarla fiziği tartmaya kalkma insanı yanlış neticelere götürür. Rabb'i tanıma yolunda, bakış açısının çok iyi ayarlanması şarttır. Yoksa Firavun'un, yüksek kuleler yapıp, o kulelerin başından Allah'ı bulmaya çalışması; Nemrud'un gökyüzüne ok atarak O'nu vuracağını sanması hep yanlış bir bakış açısı ve niyet bozukluğunun sonucudur. 20. asırda, firavunca bir düşünceyi de Gagarin seslendirmiş ve dünyanın etrafında tur atıp geriye döndüğü zaman, “Allah'a rastlamadım” diyebilmiştir. O'nun bu hezeyanına karşılık Necip Fazıl'ın şu sözü çok manidardır: “A be ahmak! Allah'ın fezâda dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?” *Mekke müşrikleri, İnsanlığın İftihar Tabosu'na bakarken sadece Abdülmüttalip'ten Ebu Talib'in himayesine kalmış bir yetim görüyorlardı. (O yetime canlarımız kurban olsun!..) Onun maddeten fakirliğini haşa bir eksiklik sayıyorlardı. Mekke'de Velid b. Muğire'yi, Taif'te de Urve b. Mesud'u kastederek, “Bu Kur'ân, Mekke'de veya Taif'teki iki şerefli insandan birine inmeli değil miydi?” diyorlardı. Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), maddî açıdan fakir birisiydi. Ebû Talib'in himayesinde yetişmişti. Dolayısıyla O'nu, o günkü toplum telâkkisine takılarak kabullenemiyor ve hazmedemiyorlardı. Günümüzde Sadece “Hücûmat-ı Sitte” Değil, Belki “Hücumât-ı Sittîn” Mevcut *Maddî virüsler için sürekli bir değişim söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de zamana ve şahsa göre değişiklik arz edebilir. Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama', ırkçılık, enâniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Günümüzde “hücumât-ı sittîn”den de bahsedilebilir; yani o altı asla irca edilebilecek belki altmış hastalık mevcuttur. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah'ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır. Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Hased Kanserine Yenilmişlerin Prototipi Ebu Cehil *Bir de hased, inançsızlığa inzimam ederse, tehlikeyi muzaaf, hatta muk'ap hale getirir; iki buutlu, üç buutlu, dört buutlu düşmanlığa sebebiyet verir. Bunun prototipi Ebu Cehil'dir; onun için kendisine devr-i risalet-penahide, ışık çağında, gül asrında “cehaletin babası” denmiştir. *Hased, kıskançlık ve hazımsızlık gibi hastalıkların “takdîr-i ilâhîye rıza göstermeme” ile çok yakın irtibatı vardır. Hased, olumsuzluklara sebebiyet verme açısından bazen küfrün önüne geçer ve ondan daha fazla negatif tesir icra eder. Nitekim Ebu Cehil, Allah Rasûlü'nün emin olduğuna gönülden inanıyordu fakat hasedini bir türlü aşamıyordu. Hatta bir gün şöyle diyordu: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, ‘Rifâde (Mekke'ye gelen hacıların fakir olanlarını doyurup onlara ikramda bulunmak) bizde, sikâye (hacca gelenler için su/zemzem temin etmek) bizde, hicâbe (Ka'be'nin anahtarlarını taşıma ve muhafızlığı) bizde!..' diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘Peygamber de bizden' derlerse, işte ben buna dayanamam.” *Hased, böyle bir tahribata vesile olabilecek bir maraz-ı ruhîdir ve her devirde olmuştur. Firavun, Hazreti Musa'yı çekememiştir. Bilmem hangi mel'un, Hazreti Nuh'u çekememiştir. Nemrut, Hazreti İbrahim'i çekememiştir. Daha başkaları başka enbiya-ı izâmı çekememiş, onları değişik eza ve cefaya maruz bırakmışlardır. Hazreti Zekeriyya'nın başına erre koyanlar, vücudunu testereyle ikiye biçenler, o zatı şehit etmişlerdir. Hased, küfür ve zulüm kıyamete kadar da ilahî adet olarak, tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep kendisini gösterecektir; doğru yolda olan insanların başına çekiç ya da balyoz şeklinde inecek, gelip onların sinelerine mızrak gibi saplanacak, sürekli onlarla uğraşacak, onları incitecek ve o yoldan döndürmek için her şeyi yapacaktır. Eğer bu türlü musibetler sizin başınıza da geliyorsa, O'nun yolunda yürüdüğünüzden emin olabilirsiniz. Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi; kimi de şehitliği (sıranın kendisine gelmesini) gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23) *Evet, bazıları verdikleri sözün gereğini yerine getirdi, bazıları da beklemeye durdular: “Acaba bize ne zaman sıra gelir?!.” Ashâb-ı Kirâm dönemi itibarıyla, insanlar, Mus'ab bin Umeyr, Abdullah ibn-i Cahş, Sa'd ibn-i Rebi', Mikdat bin Amr gibi sahabîlerin, atlarını mahmuzlayıp adeta ateşin üzerine sürüyor gibi yiğitçe gittiklerini görünce “Acaba bize ne zaman sıra gelir?” dediler. Bu “Bize ne zaman sıra gelir?!.” düşüncesi, kıyamete kadar, o rehberlerin arkasında yürüdüğüne inanan insanların genel mülahazasıdır. Mazluma En Çok Benzeyen Zalim *Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, إيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ “Hased etmekten sakının! Zira ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi hased de iyilikleri yer bitirir.” buyurur. Evet, hased insanın amelini, hatta emellerini, beklentilerini cayır cayır yakar, yok eder; tıpkı ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi. *“Hased”, bir kimsenin, başkalarının mazhariyetlerini çekemeyip, onlara nasip olan nimet ve faziletler karşısında hazımsızlık göstermesi, diğer insanlardaki nimetlerin ve iyi hallerin yok olmasını ve hepsinin kendine verilmesini arzu etmesi demektir. Bu, insanı batıran, mahveden bir duygudur. Hasan Basrî hazretleri, “Ben hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zalim görmedim!” der. Hazreti Pir de şöyle söyler: “Hased, evvela hâsidi yakar bitirir, mahsûd hakkında zararı varsa da çok azdır.” Hased Kanserine Yenilmişlerin Prototipi Ebu Cehil *Bir de hased, inançsızlığa inzimam ederse, tehlikeyi muzaaf, hatta muk'ap hale getirir; iki buutlu, üç buutlu, dört buutlu düşmanlığa sebebiyet verir. Bunun prototipi Ebu Cehil'dir; onun için kendisine devr-i risalet-penahide, ışık çağında, gül asrında “cehaletin babası” denmiştir. *Hased, kıskançlık ve hazımsızlık gibi hastalıkların “takdîr-i ilâhîye rıza göstermeme” ile çok yakın irtibatı vardır. Hased, olumsuzluklara sebebiyet verme açısından bazen küfrün önüne geçer ve ondan daha fazla negatif tesir icra eder. Nitekim Ebu Cehil, Allah Rasûlü'nün emin olduğuna gönülden inanıyordu fakat hasedini bir türlü aşamıyordu. Hatta bir gün şöyle diyordu: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, ‘Rifâde (Mekke'ye gelen hacıların fakir olanlarını doyurup onlara ikramda bulunmak) bizde, sikâye (hacca gelenler için su/zemzem temin etmek) bizde, hicâbe (Ka'be'nin anahtarlarını taşıma ve muhafızlığı) bizde!..' diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘Peygamber de bizden' derlerse, işte ben buna dayanamam.” Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bir yerde Nemrutlar üzerinize geldiği zaman oradan çıkıp gidebilirsiniz; Hazreti İbrahim'in yoludur bu. Selefleriniz, seleflerinizin selefi öyle yapmıştır. “Orada duralım da bunlar bizi arama rahatsızlığına düşmesinler. Gidip boş evlere baskın yapmasınlar, şurayı burayı kurcalama zahmetine girmesinler. Veya ayaklarına gidip ‘Efendim beni arıyormuşsunuz, onun için geldim!..' diyelim!..” Bu doğru düşünce değildir. Mü'minin kendisine zulmeden birisinin işini kolaylaştırması Allah'a karşı terbiyesizliktir. Ne diye zalimin, hainin işini kolaylaştırıyorsun?!. *Hazreti İbrahim zalemenin, fecerenin, fesekanın, ehl-i nifakın baskılarından, tazyiklerinden dolayı ayrılıp gitmiş; başka yerlerde bağlar, bahçeler oluşturmuş; kurumaya yüz tutmuş ve dikenler tarafından işgal edilmiş yerleri bostan ve bağistan haline getirmiş; nice hâristanları gülistana çevirmiştir. Tarih boyu Firavunlar aksini iddia etseler de insanın kendi milleti için var olan müesseselere girmesine “sızma” değil, “hakkını arama” denir. *Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya. Bir insan kendi ülkesinde bir yere giriyorsa, hayatın değişik birimlerinde yer alıyorsa, buna “sızma” denmez. Buna sızma diyen kimseler, kendileri sızmışlardır da ondan dolayı öyle diyorlardır. “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!..” Ona “sızma” denmez; ona,” hakkını arama” denir, ona “kendi olma” denir, ona “ülkesini yabancılara, sızmışlara kaptırmama” denir. *Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş'et edip, Hazreti Musa'ya en kritik anda destek veren bir mü'minin (Mü'min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü'min Sûresi'nde geçmektedir. Firavun'un “Bırakın, ben Musa'yı öldüreyim; varsın o da Rabb'ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır. *Mekke müşriklerinin Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, “Ailelerimizi bölüyor, bizi atalarımızın yolundan döndürmeye çalışıyor.” dedikleri gibi; Firavun da kendi kavmine, “Dininizi, sisteminizi değiştirmesinden, sizi birbirinize düşürüp, bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” diyor ve kendi müfsitliğini gizleme gayreti içinde, eskiden beri bütün tiranların, diktatörlerin, tağutların yaptığı gibi davranıyordu. *Evet, hak karşısında yenilince ya kuvvete ya da demagojiye başvuran, dünyanın kaderine hâkim bütün mütekebbirler, despotlar gibi, Firavun da kuvvet gösterisinde bulunmak istiyor, bunun için halka sığınarak kamuoyu oluşturma gayretleriyle demagojiler yapıyor ve “Onun, dininizi/sisteminizi değiştirmesinden veya ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” diyordu; diyor ve sanki o âna kadar her şey yolundaymış, toplum da müreffeh ve mesutmuş da Hazreti Musa her şeyi karıştırmış, halkı kargaşaya sürüklemiş gibi bir imaj uyarmaya çalışıyordu. Günümüzdeki misallerine de bakarsanız, bütün tiranların aynı kuvvet, şiddet ve demogojiye sığındıklarını görürsünüz. Bu video 20/12/2015 tarihinde yayınlanan “Mihneti Zevk Edinmişlerin Yolu” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
#seçim #2023 #ikincitur Tayyip Erdoğan seçimi tamamen teknikle kazandı. Hangi teknik/teknolojik metodu kullandılar? Mikro hedefleme tekniği nedir? Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı bu teknolojiyi neden kullanmadı? AKP, Mekke İmamını nasıl devreye soktu? AKP'ye seçimi getiren Arap içerik üreticiler kimler? Kılıçdaroğlu hakkında sahte videoyu kaç paraya hazırlayıp yaydılar? Bunu kim yaptı? Tüm teknik detaylar ve yöntemleriyle AKP'nin bilinmeyen seçim kazanma stratejisinin detayları...
Gönüllerin Efendisi programımızda Peygamber Efendimiz 'in (sav) hayatı görüntüler, fotoğraflar, haritalar, krokiler eşliğinde anlatılacak! Kainatı şereflendirmesinden ruhunun ufkuna yürüdüğü âna kadar bu şerefli hayat, kronolojik olarak siyer felsefesi eşliğinde ilgili kaynaklara müracaat edilerek sunulacak! Bu bölümde: MEDİNEDE İLK TAVSİYELER "Ey insanlar. Selamı yayın. Yemek yedirin. Akrabalık bağını koparmayın. İnsanlar uykudayken namaz kılın. Cennete de esenlikle girin." (Tirmizi, 3/313; MAce,3251, Darimi, 1/340) MEDİNEYE YAPILAN DUA Efendimiz (sav) ise yeni memleketleri Medine için o kadar dua ettiği toplansa belki bir kitap oluşur.. İşte o dualardan bir tanesi: “Allah'ım! Şüphe yok ki İbrahim (as) Senin kulun, halîlin ve peygamberindi. Ben de Senin kulun ve peygamberinim! O sana Mekke için dua etmişti. Ben de, Sana Medine için dua ediyor; onun Mekke için yaptığı duasında Senden dilediğinin bir mislini, bir kat daha fazlasıyla birlikbe Medine için Senden diliyorum” Ve daha bir çok detayı İsmet Macit Beyin anlatımıyla Gönüllerin Efendisi programında bulacaksınız.
Bu bölümde: -Peygamber Efendimiz, Taif'te aradığı kabul ve desteği bulamamış üstelik taşlanmıştı. -Allah Resûlü her taraftan düşmanları tarafından kuşatılmış durumdaydı. Tebliğ vazifesini eda ederken kendisine destek olabilecek kimse kalmamıştı. -İşte Mekke ve çevresi Peygamberimiz için yaşanmaz hale geldiği, sıkıntı ve zorlukların üst üste katlandığı bir zaman diliminde “İsra ve Miraç” mucizeleri gerçekleşti. Bu mucizelerde temel hedef, kendisine Allah'ın varlığının, birliğinin ve azametinin en büyük delillerini göstermek; O'nu bütün peygamberlerle buluşturmak, Sidretü'l-Münteha'da ağırlamak, Cennet ve Cehennemi müşahede ettirmek sonra da zulüm altında müjdeler bekleyen ümmetine teselli bahş olacak hediyelerle döndürmekti.
Bu video 08/05/2016 tarihinde yayınlanan “Islah Yolu ve Güzergâhtaki Gulyabânîle” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Herkes kendi dairesinden sorumludur; alanındaki her musibete “Benim yüzümden oldu!” diye bakmalıdır!.. *Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. اَلْإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ. وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْؤُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا. وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ وَكُلُّكُمْ رَاعٍ وَمَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam (idareci) çobandır ve güttüğünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır, elinin altındakilerden mesuldür. Kadın, evinin çobanıdır, yeddiklerinden mesuldür. Hizmetçi de, efendisinin malından mülkünden sorumludur.” *Bu açıdan bakılınca, şayet bir köyde imam veya muhtar yönlendirici insan konumundaysa, oraya bir sel geldiği, bir çığ düştüğü zaman, o imam ya da muhtar “Benim yüzümden oldu!” demelidir. Muhtar köyünden mesul olduğu gibi devletin başındaki insan da bütün halkın mesuliyetini uhdesine almıştır; herhangi bir kurumun ya da birimin idarecisi ise, bilhassa kendi dairesinden sorumludur. Herkes şahsî kusurlarının, özellikle kendi vazife ve sorumluluk dairesinde bir kısım menfi hadiselere sebebiyet verebileceğine inanmalı, bundan korkmalı ve temkinli yaşamalıdır. *İkinci Halife devrinde bir ara Mekke ve Medine kuraklıkla kavruluyor ve günler geçmesine rağmen bir türlü yağmur yağmıyordu. Hazreti Ömer çok zaman, başını yere koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacat ve tazarruda bulunurdu. Yanından ayırmadığı Eslem onun halini anlatırken diyor ki, “Hazreti Ömer'i çok defa secdede hıçkırıklarla kıvranırken ve tir-tir titrerken görüyordum; şöyle niyaz ediyordu: Öyle zannediyorum yağmursuzluk benim günahlarım sebebiyle! Allahım! Ümmet-i Muhammedi benim günahlarımdan dolayı mahvetme.” (Hangimiz memleketin başına gelen bela ve musibetleri kendi günahlarımızdan biliriz. Kaçımız “Bu kuraklık benim günahlarım sebebiyledir. Bu bela ve musibetler benim yüzümden milletin başına yağıyor. Allahım beni affet. Günahlarım yüzünden masum insanları mahvetme” deriz?) Evet, kuraklık ve kıtlık uzayınca, halk Hazreti Ömer'e müracaat etti. Yağmur duasına çıkmasını istediler. Hazreti Ömer birden, bir şey hatırlamış gibi koştu. Gitti, Hazreti Abbas'ın evine vardı. Kapısını vurdu. “Gel benimle” dedi. O'nu bir tepeye çıkardı. Orada, Hazreti Abbas'ın ellerini tutup, yukarıya kaldırdı. Sonra dudaklarından şu sözler döküldü: “Allahım! Bu Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver.” Sahabi diyor ki, “O el, daha aşağıya inmeden yağmur yağmaya başladı. Biz yağmurla, selle birlikte evlerimize döndük.” İşte Hazreti Ömer'in bu tavrı, öncelikle mahviyet, tevazu ve sorumluluk duygusundan kaynaklanmaktaydı; sonra da Hazreti Abbas'a karşı hüsn-ü zannının, onu Hakk'ın muradı görmesinin neticesiydi.
Bu video 06/03/2016 tarihinde yayınlanan “Off Bile Demediler, Off Bile Demeyeceğiz!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun'a ve firavunluğa ait bir hususiyettir!.. *Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde çekmek adeta o büyük insanların değişmez kaderi olmuş. Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail'e karşı Mısır'da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun'a ve firavunluğa ait bir hususiyet!.. *İnsanlığın İftihar Tablosu'na zulmedenler de sadece O'na zulümle kalmamış, bütün müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu'nun maskat-ı re'si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah'ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz'in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akil tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akil bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti. *Bilmelisiniz ki, bu tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde cereyan eden hadiseler, çok farklı insanlar tarafından her zaman senarize edilecek ve bir kısım SS'lerle sahneye konacak. Tiranlar emredecek, başkaları da en zalimane ve en vahşiyane tavırlarla o zulüm emirlerini yerine getirecekler. Bir zaman “Benim gül gibi bacılarıma eziyet edildi!” diyenler, o bacıların başlarını yararcasına, TOMA'lardan üzerlerine su fışkırtacak, bilmem ne türlü gazlar püskürtecek; kadın erkek tefrik etmeden, “bacım” dedikleri insanlara da aynı zulmü, hainâne yapacaklar. Saltanatları için yapacaklar, dünyayı ebedî zannettikleri için yapacaklar, ahireti bilmedikleri için yapacaklar. *Bütün kötülüklere rağmen, siz, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revan-i Muhammedî'nin şehbal açması için her şeye karşı göğsünüzü gereceksiniz: Katlanılacak yerde katlanacaksınız.. satırla kesildiğiniz yerde kesileceksiniz.. tank paletleri altında kaldığınız zaman ezileceksiniz… Fakat “off” demeyecek, tavırlarınızı “ohh”larla taçlandıracaksınız.
Bu video 06/03/2016 tarihinde yayınlanan “Off Bile Demediler, Off Bile Demeyeceğiz!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!.” *Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm'ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl'e halini arz ederek O'nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif'ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk'a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir: اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen'dedir.” *Hâşâ, biz Nebiler Serveri'nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O'nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat O'nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk'ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz. *Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail'in gelip “Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti. *Şimdi, Nebi bu işte!.. Sizin rehberiniz, pîşuvânız, pişdârınız bu!.. Arkasından gittiğiniz Zât bu!.. Dünyayı nura gark eden zat bu!.. Cennet'e giden yolları açan bu, Allah'ı tanıtan Zât bu!.. O'nun mülahazası buysa şayet, size, bize düşen vazife de o yolda sabit kadem olmaktır.
https://www.youtube.com/watch?v=HM5fN5V6jW8 Soru 1: Ashab-ı Kiram efendilerimiz (radıyallahu anhüm ecmain)'in Mekke'nin fethinden sonra müşrikleri affettiklerini görüyoruz, Sahabe hiç kin tutmuş muydu, yoksa Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) affettiği için mi af yolunu seçmişlerdi? Soru 2: Ashab-ı Kiram efendilerimiz (radıyallahu anhüm ecmain) yakınlarından kaynaklanan olumsuzluklar söz konusu olduğunda, onlarla temas adına nasıl bir tavır sergilemişlerdi?