POPULARITY
Belediyelerin işleyişi, işlevleri konusunu iki ayrı yazıda mercek altına alıyoruz. MTO'muzun en parlak isimlerinden Mehmet Varıcı Hocamız, konuyu felsefî derinlik ve tad katarak nefis bir şekilde kaleme aldı. İktidar ve muhalefetteki bütün ilgililerin ilgisine… Zihin açıcı okumalar…
Belediyelerin işleyişi, işlevleri konusunu iki ayrı yazıda mercek altına alıyoruz. MTO'muzun en parlak isimlerimden Mehmet Varıcı Hocamız, konuyu felsefî derinlik ve tad katarak nefis bir şekilde kaleme aldı. İlgililerin ilgisine… Zihin açıcı okumalar…
Cuma öğleden önce sosyal medyada bir post gördüm. Biri, çakma bir uzmana “36 yaşındayım, evlenemedim, ne yapmamı önerirsiniz?” diye sormuş. Uzman da “Allah'a şükredin ki evlenmemişsiniz, evlenip de ne olacak? Evlenmeyin sakın” falan diye geveliyor.
Merhum Mahir İz Hocamız hayat düsturunu şu veciz cümlelerle anlatıyor: “İdrak ve iradeye kavuştuğum andan bugüne kadar beşer olmak hasebiyle dûçar olduğum zelleden, gafletten, mâsiyetten Kur'an-ı Kerim'de ‘İnsanoğlu zayıf yaratılmıştır' buyuran kâinatın hâlikı Rabbim Teâlâ'ya iltica eder, afv u mağfiretini ve Resul-i Ekremi'nin şefaatini niyaz eylerim.
Herkese merhaba, yeni bir Klimik podcast yayını ile birlikteyiz. Hacettepe Üniversitesi ,Tıp Fakültesi, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalından kıymetli Hocamız Prof. Dr. Murat Akova ile “IDWeek Kongresinden Esintiler” başlıklı yayınımızı dinleyicilerimize sunuyoruz. Hocamız febril nötropeni, immünkompromize hastalardaki infeksiyonlar ve çoklu ilaca dirençli Gram-negatif infeksiyonlar konusunda Türkiye'de ve dünyada öncülük etmektedir. Ayrıca Hocamız, IDSA'in düzenlediği IDWeek toplantısının program komitesinde yer almış, ESCMID'i toplantıda temsil etmiştir. IDWeek üzerine yaptığımız bu heyecan verici ve ufuk açıcı sohbetten dolayı konuğumuza teşekkür ediyoruz, sizlere keyifli dinlemeler diliyoruz.
“Kötü”nün müşterisi çok. “İyi”ye metelik veren yok. Nasıl bir dünyaya vardık? Şu cümle gibi bozuk bir Türkçe ile “Ne yapalım Hocam, kötülük yok satıyor işte” demeye başladık. Ahlâk alanında bir “alışveriş”ten mi söz ediyoruz? “âhir zaman”dan mı? Onu bilemem ama medya ve sosyal medyada bu böyle. Manzarayı görmek istersen ekrana şöyle bir göz atalım.
Pazarda bir dükkanın önünde geçen Nasreddin Hoca'yı hem konuşturmak hem de takılmak için laf atan esnaf; “Hocam az önce sizin mahalleye elinde koca bir baklava tepsisi ile giren bir adam gördüm” der. Hoca hiç istifini bozmadan cevap verir; “Bana ne”. Esnaf sözüne devam eder; “Ama hocam baklava tepsisini taşıyan adam sizin eve doğru yöneldi” diyerek sözüne devam edince hoca da yine aynı ses tonuyla cevap verir; “Sana ne” Hocanın cevaplarıyla verdiği ölçüyü hayatında uygulayan insan sayısı oldukça azdır.
İlim ve irfan dünyamızın seçkin isimlerinden merhum ve mağfur Celal Hoca'nın hayrülhalefi Sadettin Ökten Beyefendi'nin televizyon kanallarında yaptığı sohbetleri arada sırada ben de ilgiyle takip ediyorum. Geçen gün, TRT'nin kültür kanalını rastgele açınca yine o güzel sohbetlerinden birine şahit oldum. Hocamız, Bayezid ve çevresindeki tarihi eserlerden, Bayezid Camii'nden ve bu tarihi mabedin meşhur ve maruf imamı Abdurrahman Gürses'ten, Küllük Kahvesinden söz ediyordu. Bu konular beni de doğrudan alâkadar ettiği için pürdikkat kendisine kulak verdim.
TÜRKÇENİN SIRLARI Her dil, kullandığı ölçüde gelişir ve yenilenir. Bir dili yetersiz görmek; o dili tanımamak, o dilin söz varlığından haberdar olmamak demektir. Bunun için bizler ana dilimiz Türkçeye ne kadar çok değer verirsek, onu ne kadar çok kullanırsak dilimizi geliştirmiş ve kendimizi yenilemiş oluruz. Bir milletin varlığı ana diline bağlıdır. Peyami Safa'nın ifadesiyle, “Dilini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmiş demektir.” Ufkumuzu genişletmek ve dilimizi güzel konuşmak istiyorsak kelime hazinemizi geliştirmeliyiz. Dünyaca ünlü devlet adamlarının ve dünyaca ünlü klasik eserlerin ne kadar geniş kelime hazinesine sahip oldukları bilinen bir gerçektir. Zengin kelime bilgisiyle dile hâkim olan insanlar, büyük bir güce sahip olurlar. Bu insanlar konuşma sanatını çok iyi kullanırlar. Yunus Emre bu gerçeği şöyle ifade eder: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.” Kelime bilgisini geliştirmek için dilin iyi konuşulduğu ortamlarda bulunmak ve kitap okumak çok önemlidir. Bir dilde bir kavramı ifade etmek için kullanılan kelime sayısı ne kadar çoksa o dilin konuşan milletin kültürü de o kadar zengin olur. Mesela, Türkçede yiğitliği ifade eden şu kelimelere bakın: “Er, eren, yiğit, alp, mert, bahadır, cesur, kahraman, yavuz, arslan, efe ve gözü pek...” Türkçe veya Türkçeleşmiş daha nice kelime, bizde değişik kahramanlıklar için kullanılan isim ve sıfatlardır. Böyle daha birçok kelime ve deyimler vardır. Mesela: “Gözünü daldan budaktan sakınmamak” deyimi de bunlardan biridir. Dilimizi güzel sesli, hoş nağmeli kelimelerini severek öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Türkçe belki de tabiatdaki sesleri kelimeleştiren ve yerli yerinde kullanabilen yegâne dillerden biridir. "Şırıl şırıl, çıtır çıtır, şakır şakır, havul havul" gibi ikilemeler başka dillerde yoktur. "Gül" kelimesi güldürür, "çiçek" kelimesi gül gibi gönlümüzde açar, "gönül" kelimesi bizi güneş gibi rahatlatır, "güneş" kelimesi pırıl pırıl ve göz kamaştırıcıdır. "Göz" kelimesi ise açık, net ve incedir.Nasrettin Hoca'nın şu fıkrasını hangi dille ifade edebilirsiniz? Bu fıkrayı, hangi dile tercüme edebilirsiniz? Nasrettin Hoca'nın şu fıkrasını hangi dille ifade edebilirsiniz? Bu fıkrayı, hangi dile tercüme edebilirsiniz? Nasrettin Hoca bir gün evini taşıyacakmış. Bir araba çağırıp arabacıyla pazarlığa başlamış. Arabacı bütün eşyamı taşımak için on lira isterim, demiş. Hoca bu fıkrayı şöyle anlatır: Çok istekli değildim, bu kadar eşya için on lira para istenir mi, deyince arabacı: Bu kadarcık demeyin Hoca. Eşya az değil, bazıları ağır ve taşınması zor. Ayrıca şu maşa var, samanlıkta var ama şu eşya var, şu eşya var, diyerek parayı haklı göstermeye başlamış. Hoca: Peki, demiş ve bunu kabul etmiş. Eşya taşınıp iş bitince Hoca, arabacıya beş lira vermiş. Arabacı sormuş: Hocam, paranın yarısını niye kestiniz? Hoca cevabı vermiş: Evladım, sen eşyanın ancak yarısını getirdin! Samanlık nerde? Şu maşa nerde? Şu eşya, şu eşya nerde? Gördüğünüz Türkçemizi sürekli konuşarak ve yazarak zenginleştirebiliriz. Bunun için Hz. Mevlana'nın şu sözü ne güzel: “Bir söz, bir milleti oluşturur, bir milleti de yıkar.” Bu sözden de hareketle dil, bir milletin kimliği, kültürü ve hürriyetinin göstergesidir. Çünkü dil bir milletin varoluşudur. Dilin gelişimi ise o dilin üzerinde titizlikle çalışmayı gerektirir. Türkçemizi koruyup geliştirmek için hem birey hem de toplum olarak görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Çünkü millet dilde yaşar, dille var olur. Bir milletin büyüklüğü onun dilinin terimlerine ve zenginliğine de bağlıdır. Son olarak şu hatırlatmayı yapmalıyız: Yaşadığımız dili öğrenemeyen kendini de, milletini de öğrenemez. Bernard Shaw, bu gerçeği şöyle ifade eder: “Kendi dilini tam olarak bilmeyen, başka dili de bilemez.” Süleyman DOĞAN
Eğitim sistemi, SOS veriyor: Ülkesine, inançlarına, değerlerine yabancılaşmış, mankurtlaşmış kuşaklar yetiştiriyor. Böyle gidemez. Yoksa sosyoloji altüst olacak, ülke kurda kuşa yem olacak, elimizden gidecek… Allah muhafaza! MTO'nun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı Hocamız, eğitim sisteminin doğasını tartışıyor, ilginç ve ayrıksı bir eğitim felsefesi geliştiriyor özlü bir şekilde. Bugün sizi bu güzel yazıyla baş başa bırakıyorum…
Bu bölümde konuğumuz, daha önce de kanalımıza katılarak değerli bilgilerini bizlerle paylaşmış olan Doç. Dr. Başar Baysal. Ankara Bilim Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdüren ve 2023/24 Mercator-İPM Araştırmacısı olan Başar Hocamız, ‘Türkiye'de İklim Güvenliği Algıları: İklim Değişikliğinin Adil Güvenlikleştirilmesine Doğru' başlıklı yeni raporunun bulgularını bizlerle paylaştı.
Bir gün Nasreddin Hoca, elinde bir kepçe yoğurt mayasıyla köyün yakınlarındaki göle doğru gider. Hoca'nın elinde yoğurt mayasıyla göle doğru yürüdüğünü gören köylüler merakla Hoca'nın ne yapacağını izler ve sonunda dayanamayıp sorarlar: “Hocam, elinde yoğurt mayasıyla göle ne yapmaya gidiyorsun?” Nasreddin Hoca, gayet ciddi bir şekilde cevap verir: “Gölü mayalayacağım.” Köylüler bu cevap karşısında şaşkına dönerler ve Hoca'yı alaya almaya başlarlar: “Hocam, olur mu hiç öyle şey? Koca göl yoğurt tutar mı?” Hoca ise sakin bir şekilde, gülümseyerek: “Ya tutarsa!” diye cevap verir.
Herkese merhaba! Yeni bir Klimik podcast yayını ile daha karşınızdayız. Bu haftaki konuğumuz Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mehmet Serhat Birengel. İlgi alanları içinde HIV/AIDS hastalarının yönetiminin ön planda yer aldığı Hocamız ile HIV/AIDS'in tanımlandığı ilk güncen bu yana ciddi bir sorun olan Stigma/ Damgalanma konusunu ele aldık. Çözüm önerileri de dahil olmak üzere oldukça geniş bakış açısı ile ele aldığımız bu önemli konuya katkıları için hocamıza çok teşekkür ediyor ve sizlere iyi dinlemeler diliyoruz.
“Türk mahkemelerinde jüri, hakimin sağında mı oturur, solunda mı?..” Sınıfta önce kısa bir sessizlik oluyor. Tavana bakanlar, birbirlerine bakanlar birkaç saniye sonra cevabı bulduklarını düşündüren ışıltılı gözlerini bana dikiyorlar... Ben de içlerinden birini işaret ediyorum; “Buyurun, siz söyleyin; sağda mı, solda mı?..” Cevabı alıp bir başkasına geçiyorum... Üniversite ikinci sınıf öğrencilerine verdiğimiz bir dersin ilk günü yıllardır bu soruyla başlıyor... Sonuç genellikle aynı; öğrencilerin yarısı “sağda oturur”, yarısı “solda” diyor... Şöyle gür sesiyle, “Hocam, jüriyi nereden çıkardınız?! Türk mahkemelerinde jüri yok!” diyenine inanın rastlamadık!.. “İzleyiciye göre mi, hakime göre mi?” sorusu gelmiyor değil ama... İşte öğrencilerimizin hâli pürmelali... Tabii cevaplar aslında bir sonuç... Öğrencileri suçlayarak mesuliyetten kurtulamayız... Asıl mesele nedenlerde saklı... Gençlerimizin maruz kaldıkları kültür endüstrisinin kimin hegemonyası altında olduğundan eğitim sistemimize ve ailelerin öncelikleri nerelere koyduğuna kadar pek çok parametrenin sonucudur bu... Peki üniversiteyken hâli harap bu gençlerimizin mezuniyetten sonraki durumları nasıl?.. Melih Altınok dünkü gazete yazısında bu konuya açıklık getirmiş; Eurostat verisine göre; yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranında Türkiye'de yüzde 9,8. AB ülkelerinin ortalaması ise yüzde 3,9 imiş. Bu arada örneğin nüfusu bizimkiyle aynı olan Almanya'da üniversite öğrencisi sayısı 3 milyonken, bizde 7 milyon civarındaymış... Algılamada durum nasıl; bir de ona bakalım... Türkiye'de herkes üniversiteye girmek istiyor. Çünkü üniversite eğitimine sahip olmak, bir anlamda hayatın zirvesine oturmak için açık bilet gibi anlaşılıyor... İtibar desen üniversite mezununda, kariyer onda, para onda... Başarı için, kültür için, uzmanlık için, sağlam bir sosyal statü için sanki tek çözüm o... Durum böyle mi?.. Bizim sektör için gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki; Türkçe yazıp konuşma konusunda değil üniversite, ortaokul mezununa yakışmayan bir seviye söz konusu... Üstelik bizim sektör, iletişim... Yani ilgili bölüm mezunlarının sahip olması gereken ilk uzmanlık dile hâkimiyet... Peki, gençler iş dünyasına atıldıkları zaman yaşadıklarını nasıl tarif ediyorlar? “Önce okulda öğrendiklerimizi bir kenara bıraktık, iş dünyası öğrendiklerimizden çok farklı” cümlesini duymayan kalmamıştır herhâlde...
“Türk mahkemelerinde jüri, hakimin sağında mı oturur, solunda mı?..” Sınıfta önce kısa bir sessizlik oluyor. Tavana bakanlar, birbirlerine bakanlar birkaç saniye sonra cevabı bulduklarını düşündüren ışıltılı gözlerini bana dikiyorlar... Ben de içlerinden birini işaret ediyorum; “Buyurun, siz söyleyin; sağda mı, solda mı?..” Cevabı alıp bir başkasına geçiyorum... Üniversite ikinci sınıf öğrencilerine verdiğimiz bir dersin ilk günü yıllardır bu soruyla başlıyor... Sonuç genellikle aynı; öğrencilerin yarısı “sağda oturur”, yarısı “solda” diyor... Şöyle gür sesiyle, “Hocam, jüriyi nereden çıkardınız?! Türk mahkemelerinde jüri yok!” diyenine inanın rastlamadık!.. “İzleyiciye göre mi, hakime göre mi?” sorusu gelmiyor değil ama... İşte öğrencilerimizin hâli pürmelali... Tabii cevaplar aslında bir sonuç... Öğrencileri suçlayarak mesuliyetten kurtulamayız... Asıl mesele nedenlerde saklı... Gençlerimizin maruz kaldıkları kültür endüstrisinin kimin hegemonyası altında olduğundan eğitim sistemimize ve ailelerin öncelikleri nerelere koyduğuna kadar pek çok parametrenin sonucudur bu... Peki üniversiteyken hâli harap bu gençlerimizin mezuniyetten sonraki durumları nasıl?.. Melih Altınok dünkü gazete yazısında bu konuya açıklık getirmiş; Eurostat verisine göre; yükseköğretim mezunlarının işsizlik oranında Türkiye'de yüzde 9,8. AB ülkelerinin ortalaması ise yüzde 3,9 imiş. Bu arada örneğin nüfusu bizimkiyle aynı olan Almanya'da üniversite öğrencisi sayısı 3 milyonken, bizde 7 milyon civarındaymış... Algılamada durum nasıl; bir de ona bakalım... Türkiye'de herkes üniversiteye girmek istiyor. Çünkü üniversite eğitimine sahip olmak, bir anlamda hayatın zirvesine oturmak için açık bilet gibi anlaşılıyor... İtibar desen üniversite mezununda, kariyer onda, para onda... Başarı için, kültür için, uzmanlık için, sağlam bir sosyal statü için sanki tek çözüm o... Durum böyle mi?.. Bizim sektör için gözlemlerimiz ortaya koyuyor ki; Türkçe yazıp konuşma konusunda değil üniversite, ortaokul mezununa yakışmayan bir seviye söz konusu... Üstelik bizim sektör, iletişim... Yani ilgili bölüm mezunlarının sahip olması gereken ilk uzmanlık dile hâkimiyet... Peki, gençler iş dünyasına atıldıkları zaman yaşadıklarını nasıl tarif ediyorlar? “Önce okulda öğrendiklerimizi bir kenara bıraktık, iş dünyası öğrendiklerimizden çok farklı” cümlesini duymayan kalmamıştır herhâlde...
Bugün Profesör Doktor Altan Çakır ile Yapay Zeka üzerine derin bir sohbet gerçekleştireceğiz.
Erzincan kampımız, geçen hafta Cuma günü sabah 09.00'da İstiklal Marşı ve anlamlı bir Kur'ân tilaveti ile başladı. Müftümüzün ayarladığı Cami-i Kebîr İmam Hatibi hocamız çok yürekten, günün anlam ve önemine binaen özenle seçilmiş ilim, hikmet, tefekkür âyetleri okudu. Rektör Hocamız Akın ve Belediye Başkanımız kısa bir selamla konuşması yaptı. Erzincan Valimiz, aynı zamanda doçent olduğu için güzel bir açılış konuşması yaptı, ülkemizin entelektüel ve akademik hayatının nasıl sıçrama yapabileceği ve bu süreçte bizlere düşen rolü zihin açıcı bir şekilde özetledi. Sonra iki kampımızdan ilkini, Kudüs Araştırmaları kampını açıyoruz. Almanya'dan ve Azerbaycan'dan da güzel makale sunumları var. Makaleleri ve yazarlarını teker teker yazmak isterdim ama o zaman bu yazı hiçyetmez, en az bir kaç yazı daha yazmam gerekir. Cuma günü, Cuma'dan sonra makale sunumlarımız başladı. Akşama kadar kısa namaz ve çay araları dışında pür dikkat sunumları izledik hepimiz. Vakit geç oldu. Kimse yerinden kıpırdamadı neredeyse. Sunumlar dikkatle dinlendi, notlar özenle alındı. Canlı olarak da hem Türkiye'nin hem de dünyanın dört bir tarafından izlendi makale sunumlarımız heyecanla. ŞEHİRLERİN RUHU NEREYE UÇTU? Büyümemiş şehirleri seviyorum. Sahici ve samimi oluyorlar. Özlerini, kimliklerini koruyorlar. Bir ruhları oluyor bu şehirlerimizin. Erzincan da ruhu olan, ruhunu koruyabilen şirin şehirlerimizden biri. Sanayileştikçe şehirlerimiz tecavüze uğruyor. Aslında sanayileşme şehirler için kaçınılmaz gibi. Hem sanayileşmek hem de kimliğini koruyabilmek mümkün değil mi? Biraz zor bir soru bu: İmkânsız değil, elbette mümkün. Modernlik, ruhun düşmanıdır. Ruhu yok edebildiği ölçüde modernlik varolabilir. Modernlik, maddî uygarlığın, din-dışı uygarlığın kurucu kaynağıdır. Modernliğin kurucu kentleri, Londra'nın, Paris'in, Viyana'nın bir kimliği vardır ama ruhu yoktur o yüzden. Yine bu yüzden Eyfel Kulesi dikildiğinde Paris'in göbeğine, ilkin şairler, düşünürler “kşm sapladı Paris'in kalbine bu hançeri?” diye isyan ettiler, “bu tecâvüzdür, kabul edilemez!” dediler.
Osman Aydın, inanmış, güzel işler yapan bir iş adamı. İnsanın, toprağın ve tabiatın bozulmaması için çırpınıyor. Üçüne de inanarak ve kendini adayarak el atıyor. Her sene dertli, idealist iş adamlarını bir araya getiriyor Çamlıca'da. Bu yılki toplantıya beni konuşmacı olarak davet etmiş ve “Hocam, neslimizi kurtaracak en kalıcı, en sahici, en güzel işlerden birini siz yapıyorsunuz. Ülke nasıl geleceğe emin adımlarla yürür, çocuklarımızı nasıl yeniden Gazalî gibi, Sinan gibi, Fatih gibi büyük rüyaları ve hayalleri olan güzel insanlar olarak yetiştiririz, bize bu konuda sarsıcı, hepimizi kış uykusundan uyandırıcı bir konuşma yapsanız,” demişti. “Elbette, seve seve” diye cevap vermiştim. Mustafa Yılmaz Ağabey'le gitmiştik o iftara ve yine onunla dönmüştük. Osman Bey birkaç hafta sonra telefonla aradı ve “Hocam, bende yakın tarihimize dâir, İslâm'ın bin yıl sancaktarlığını yapmış bu ülkede İslâm'ın nasıl altının oyulduğuna dâir çok önemli, tarihî belgeler, arşivler var, onları en iyi sen değerlendirirsin. Sana gönderiyorum. Gazetenizin sahipleri Albayraklara da söyledim, en iyi Yusuf Hoca değerlendirir onları, dediler” dedi ve Mustafa Yılmaz Ağabey'le gönderdi bana o arşivleri. Muazzam bir hazine. Bu hazineden okumaları zaman zaman yapıyorum burada yakın tarihimize dâir, bunu hatırlatmak isterim. O gün Osman Bey bir şey daha söyledi bana: “Hocam 7 / 24 saat sizinleyiz. Bundan böyle ulaşım sorununuz olmayacak. O iş bende! Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, haber verin, yeter!” O gün bugündür Osman Bey'in yönlendirmesiyle Mustafa Ağabey'le yolculuk yapıyoruz. ERZURUM'UN HÜZNÜ… Geçen hafta perşembe günü Erzincan Kampımız var'dı. Erzincan'da iki akademik kamp yaptık: Kudüs Araştırmaları Kampı ile Oryantalizm ve Kolonyalizm Araştırmaları Kampı. Yalnız Erzincan'dan önce Bingöl'e uğrayacağız. MTO'muzun demirbaşlarından, emektarlarından, daha şimdiden MTO'ya çok hizmet eden Fatma Zehra Kurtaran ile Ensar Eyüp kardeşimin düğünleri var. Aynı gün Bingöl'den Erzincan'a, kampımıza döneceğiz. Bingöl uçağında yer yok. Erzurum'a ineceğiz. Oradan Bingöl'e geçeceğiz. Gece saat 03.30'da Mustafa Yılmaz Ağabey beni aldı. Arabaya bindim, yönetim ekibimizden Zeynep Rana'yı, ardından da Asaf'ı alacağız. Rana'nın telefonunu çaldırmaya çalıştım, çalmadı. Benim telefon kapatılmış, iyi mi! Allah Allah, olacak iş mi bu şimdi! Bu saatte, bu vakitte! Mustafa Ağabey'in telefonundan Rana'yı aradık, Üsküdar'dan aldık onu. Ardından Eyüpsultan'dan Asaf Bayram'ı aldık. İstanbul Havaalanı'na koyulduk yola. Bomboş yollar! Yollar bizim yani. Havaalanına vardık, vaktinden önce. Asaf, “hocam sizin şu telefonunuzu açtıralım,” dedi. Hemen oracıkta açtırdı, sağ olsun. İki gün hastanede kaldığımda da yanımdan ayrılmamıştı Asaf. Zor gün dostu o. Tam bir derviş üstelik de. Erzurum'a indik sabaha karşı. Bingöl'den MTO temsilcimiz Bilal Arslan ve “demirbaşımız” Seyfullah Yiğit aradılar. Kahvaltı ve dinlenmek için yer ayarlamışlar, kısa bir planlama yaptık telefonla.
Hocamız, yapay zekanın sanat ve bilim dünyasında nasıl bir yer edindiğini, gelecekte yapay zekanın ne gibi yenilikler getirebileceğini anlatıyor. Ayrıca, yapay zeka kullanarak nasıl para kazanabileceğimiz konusunda değerli bilgiler paylaşıyor.
ALEY Podcast 2. Sezon 3. Bölümüyle sevenlerini bekletmeden yayında!! Lugona eşlesmesinin nasıl geçtiğini, Oyuncularımızın performanslarını, Mourinho hacamın ne yapmak istediğini, Burak Yılmaz'ın Avrupa tatilini, Tuğba Şenoğlu-İlkin Aydın değişikliğini, Filenin Sultanlarının Hollanda maçını ve Paris Olimpiyatlarını değerlendirdik. Konuştuk da konuştuk ama şu ses kalite işini hala çözemedik. Eren gir editi!
Taha Abdurrahman (d. 1944, Fas / Cedide), İslam Düşünce Enstitüsü'nün davetiyle bir konferans vermek üzere İstanbul'a geldi ve nasipse bugün saat 18:00'de TDV İslam Araştırmaları Merkezi'nde (İSAM) dinleyicilerine hitap edecek. İslam Düşünce Enstitüsü'nün kurucusu Mehmet Görmez Hocamızın, Taha Abdurrahman'ın eserlerinin Türkçe çevrilmesi konusundaki yoğun arzusunun, Cevat Özkaya Ağabeyimizin yönetimindeki Pınar Yayınları'nda karşılık bulmasından hareketle, şimdi müellifin mezkur enstitünün daveti ve ev sahipliğiyle İstanbul'a teşrifini o arzu ve karşılığın taçlanması olarak yorumlayabiliriz. Pınar Yayınları, son dört yılda Taha Abdurrahman'ın şu dokuz kitabını yayımladı: Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında; Dini Amel ve Aklın Yenilenmesi; Ahlak Sorunsalı -Batı Modernitesinin Ahlaki Eleştirisine Bir Katkı; Amel Sorunsalı -Bilim ve Düşüncenin Pratik Temelleri Üzerine Bir Araştırma; Dinin Ruhu – Selülarizmin Sığlığından İlahi Sözleşme ve Emanet Paradigmasının Enginliğine; Modernlik Ruhu -İslami Bir Modernlik İnşasına Giriş; Dilsiz Olmaz – Dil ve Mantık Üzerine Bir söyleşi; Seküler Ahlakın Sefaleti – İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi; Hakikat Arayışı – Geleceği İnşa Ufkunda Konuşmalar. Bunlara ilaveten, Wael B. Hallaq imzalı, Modernitenin Reformu – Abdurrahman Taha'nın Felsefesinde Ahlak ve Yeni İnsan adlı kitabı da (Ketebe 2020) zikretmemiz yerinde olacaktır. Zira bu kitap Taha Abdurrahman'ın tefekkürünü topluca ele alma tahtında -yer yer ciddi eleştirileri de ihtiva etmekle- bize göre Hazretin külliyatına dahildir. Taha Abdurrahman'ın -inşallah- bugün vereceği konferansa Özgün Bir İslam Felsefesi Nasıl İnşa Edilir? başlığı uygun görülmüş. Muhtevasına ancak dinlememiz nasip edildiğinde vakıf olabileceğimiz bu başlığın özgünlük, İslam Felsefesi ve inşa terimlerinin ilk kullanılışlarından beri kendileriyle birlikte var olagelen ve çoğu hâlen çözülemeyen problemleri açık etmesi bakımında da önemli olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda Gazzâlî'nin (rahimehullâh) Tehâfütü'l-Felâsife'sine en ciddi itirazlardan birinin Batı'dan İbn Rüşd'ün Tehafütüt-Tehafüt'üyle gelişindeki ironiye işaret ederek, Taha Abdurrahman'ın Batıcılığın değilse de Batının ürettiği refah ve özgürlüğün bir kültürel hat halinde getirildiği Fas'ta Batı felsefesiyle hesaplaşmayı Gazzâlî'nin hareket merkezi olarak seçtiği felsefeden ahlâka taşıması (ki, ilginç bir tevafukla Bü'sü'd- Dehrâniyye: en-Nakdu'l-İ'timani li Fasli'l-Ahlâk ‘ani'd-Din adlı kitabının Türkçe basımına Seküler Ahlakın Sefaleti – İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi adının verilmesine de dikkat çekelim) yukarıda zikrettiğimiz önemi pekiştirmektedir. Öte yandan, mümkündür ki Gazzâlî ile Taha Abdurrahman tefekkürü arasında yaptığımız bu kısmi ayrıma, Gazzâlî'nin her şeyden önce bir ahlâk alimi olması bakımından itiraz edilebilirse de bizim burada Fas, Tunus, Cezayir ve Endülüs Müslümanları arasında modern zamanlarda tartışılmaya başlanan “Batıcı olmadan Batı ile olmak” meselesinde, Taha Abdurrahman'ın görüş beyan eden en ciddi ve en tutarlı isimlerden biri olması da zikrettiğimiz özel öneme dahildir. Zira, Taha Abdurrahman babasının klasik eğitimi sürdüren bir medresede müderris olması hasebiyle ilk eğitiminde ona tabi olmuş, bu sayede Mağrip'te tevarüs edilegelen dinî kültürle yetişmiştir. Orta eğitimini Dâr-ı Beydâ' kentinde yapmış, ardından Rabat'taki V. Muhammed Üniversitesinde felsefe bölümünü kazanarak mantık ilmiyle uğraşmış ve mezun olmuştur (1970). Sonra akademik eğitimini tamamlamak üzere Fransa Oxford ve Sorbonne üniversitelerine gitmiş, 1972 yılında Sorbonne Üniversitesinde Dil Felsefesi alanında Ontoloji Sorunsalının Dilsel Yapısı başlıklı teziyle doktorasını tamamlamış, 1985'te aynı üniversitenin Edebiyat ve İnsanî Bilimler kısmında Doğal ve Argümantatif İstidlalin Mantığı isimli teziyle ikinci doktorasını yapmıştır.
-İyilerle kötüler, lüzumlularla lüzumsuzlar, beyazlarla siyahlar, çalışkanlarla tembeller... Tarih boyunca devam eden kategorilere yenilerini eklememiz gerekiyor mu, yoksa yeni fenomenleri ufak bir güncelleme yaparak eski kategorilere dahil mi etmeliyiz? -Nasıl yani hocam, tam olarak ne demek istediniz? -“Tam olarak” dediniz... Neden tam olarak dediniz? -Yani öylesine hocam. -Öylesine diye bir şey yok. Tam olarak diyorsunuz çünkü alt benliğinizde hiçbir şeyin başka bir şeyi tam olarak kuşatamayacağını düşünüyorsunuz. Biraz ondan biraz bundan. Potpori. Biraz hakikat mecmuası. Biraz gerçeklik. -Madem hiçbir şeyi tam olarak kuşatamayacağımızı düşünüyoruz o halde niye “tam olarak” diye bir ifade ortaya koyuyoruz hocam! -İnsan ontolojik olarak kendini bütünlemek isteyen bir varlık. Ruh-beden dengesini kurmak güçleştikçe, tam olmayışını daha derinden hissediyor. Ama bu hissedişin adı, yüzyıldan yüzyıla, kültürden kültüre değişiyor. -Tamamlanamayacağı bilgisi insanda verili bir bilgi olarak kayıtlı ise niye tamamlanmak isteğini derinden duyuyor? -Olabildiğince tam demek istiyorsunuz esasında. -Hocam şöyle de olabilir mi, belki siz arkadaşın sorusuna tam olarak cevap veremeyeceğiniz için... Gülüşmeler. -Güzel, bunu beğendim. Tam olarak hiç kimse hiçbir şeye cevap veremez. Sadece bazıları, yani gerçeğe ve hakikate dair hiçbir sorusu olmayanlar, bilgisi olmayanlar her şeyi bilir. Onların her şeye verilecek cevapları, aksayan her işi rayına oturtma planları vardır. Onların en sevdiği cümle nedir? Gülüşmeler. -Ben senin yerinde olsam… -Evet. Kendi yerini dolduramamış insanlar, hep başkalarının aksayan işleri ile meşgul olur. -Ben sorumdan vazgeçmedim hocam. “Yeni sorunları eski çekmecelere mi koyacağız yoksa yeni sorunlar için yeni çekmeceler mi açacağız?” anlamını çıkardım sizin sözlerinizden. Doğru anlayıp anlamadığımı test etmek için “tam olarak…” diye sordum. -Teşbihini, metaforunu beğendim. Güzel bir aktarım olmuş. -Aktarım derken hocam...
G7 zirvesi yaşandı bitti ama yankıları devam ediyor. Sağlam kaynaklardan aldığımız bilgileri aktaralım. Nasreddin Hoca'yı G7 zirvesine davet etmişler. Hoca toplantıya giderken yanında bir bakraç yoğurt bir de kepçe götürmüş. Görenler yoğurtla ne yapacağını sormuş Hoca'ya. “Göle maya çalacak değilim; bunlarda maya tutacak göl de yok, deniz de. Birer kepçe yoğurt ikram edeyim, yesinler de akıllansınlar” demiş. * Zirveye davet edilen baş papaz Nasreddin Hoca'dan önce kürsüye çıkmış. “Yapay zekâ” hakkında konuşmuş. Bizim Hoca, G7'deki liderlere şöyle seslenmiş: “Bir kenara bırakın şimdi yapay zekâyı. Gerçek zekâya, gerçek akla ve gerçek vicdana bakın. Orada (Filistin'i kast ederek) on binlerce çocuk, on binlerce bebek can veriyor.” Ayrıca “G ile 7 arasına niye bir D eklemediniz?” diye sormuş. Demokratikin D'si. * Toplantıda bulunan herkes takdir etmiş Hoca'yı. Alkışlamışlar. Yalnızca bir iki tanesi başka tarafa dönmüş. Hoca onları umursamamış tabii. Sözünü şöyle tamamlamış: “Aklınızı başınıza alın. Yoksa kepçeyi başınıza yersiniz.” * Allı pullu davetiye gönderip Hoca'yı toplantıya davet eden İtalyan Başbakanı Meloni, iki kolunu açıp bizim Hoca'ya sarılacak olmuş. “Destur kızım” demiş Hocamız, “Sen beni Makron mu sandın? Ne Makron'um, ne seninle akranım. İlle sarılacak birini arıyorsan, git İngiltere Başbakanına sarıl.” * Güvenilir kaynaklardan aldığımız habere göre Nasreddin Hoca, G7 zirvesinde havasını atmış, toplantıya rengini katmış. Çok renkli bir kişi olduğu için, toplantı salonu kırk renge bürünmüş, ışıl ışıl olmuş. Dönerken de kalaylı bakır bakracı Meloni'ye hediye bırakmış. Evde yoğurt yapması için. “Çoluk çocuğuna market yoğurdu yedirme” diyerek veda etmiş. BMGK VAR, BMGK'DAN İÇERİ Biri Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, diğeri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi. Yıllardan bu yana bazen birinde, bazen ikisinde birden müsamereler sergilenir. İsrail hakkında alınan kararlar buna örnektir. Elbette daima İsrail aleyhindedir bu kararlar. BM'de İsrail hakkında alınan 200'den fazla kararın hiçbirine uymayan İsrail, dünya ile eğleniyor. En son Baydın tarafından hazırlanan ateşkes oylandı. İsrail temsilcisinin orada söylediği sözler ibretlikti. Kendi yaptıklarını Filistinliler üzerine yıktı. Doğrusunun ne olduğunu anlamak için her cümlenin öznesini değiştirmek yeterli. ABD'nin ateşkes teklifi hakkında “İsrail'in kabul ettiği” şeklinde düpedüz bir yalan ifade kullanması ise müsamerenin en çarpıcı yanıydı. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer şurası: “Dünya beşten büyüktür.” IRKÇI İSRAİL YÖNETİCİLERİNİN DÜNYAYA BAKIŞI
Batı ülkelerinden birine gezmeye giden gruba rehberlik yapan Cef, işinin erbabıdır. Fazla yormadan, bunaltmadan gezdirir, anlatır. Yemek vakti gelince, bir lokantaya giderler. Ekibin başındaki üstat, fazla masraf etmekten çekindiği için, sadece bir çorba içmek ister. Yanındakiler ise bol bol sipariş verirler. Üstat, yakındakilerin ancak duyabileceği bir sesle “Gitti paracıklar, gitti paracıklar” diye söylenir. “Hocam, buradaki yemekler tur firmasının ikramı. Hesabı Cef ödeyecek” dedikleri zaman yakınmaktan vazgeçip menüyü eline alır, çorbadan sonra neler yiyeceğine karar vermek için dikkatle ve memnuniyetle inceler. Sonraki günler her yemek vakti aynı soruyu sorar: “Hesaplar Cef'ten mi, cepten mi?” Cepten dediklerinde bir çorba ile yetinir. * Gezi biter. Yıllar geçer. İleriki zamanda başka ülkelere seyahatler yapılır. Başka rehberler eşliğinde gezerler. Fakat artık slogana dönüşen “Hesaplar Cef'ten mi, cepten mi?” sorusu hiç değişmez. * Bugüne gelelim ve eski rehber Cef'ten başka bir Cef'e geçelim. ABD Ankara Büyükelçisi Cef Fileyk, gazeteci Hakan Çelik'in sorularını cevapladı. Büyükelçi, tipik bir Amerikalı. Eski başkanlardan Ranıld Regın eski aktördü. Cef Fileyk ondan daha güçlü aktör. İlk önce bunun altını çizelim. * Bir diplomatın devamlı sırıtması, pek de hoşlanılacak bir şey değildir kanaatime göre. Dişler otuz iki kısım tekmili birden görünüyorsa, rahatsızlık verici gelir. Söylediklerine inanmak zorlaşır. Dedeağaç başta olmak üzere Yunanistan'daki ABD üslerine yapılan aşırı yığınak sorusuna verdiği cevapta samimi olduğunu düşünebilir miyiz? Yığınak dediğimiz, askerî malzeme elbette. Yiyecek içecek veya kılık kıyafet stoku değil. Silah, cephane… Büyükelçi ne diyor o konuda? “Hedefimiz Türkiye değil, Ukrayna'ya destek olmak için yığınak yapıyoruz.” Keşke öyle olsa. * Suriye'de yaptırmaya çalıştıkları ve Türkiye'nin baskısı sebebiyle iki defa ertelenen uyduruk seçim konusunda da gerçekleri çarpıtıyor. Türkiye rahatsızlık duyduğu için geri adım atmak zorunda kaldıklarını ve bu gidişle o seçimin hiç yapılamayacağını açıklamaktan uzak söyledikleri. Kapsayıcı bir seçim olmayacağı için desteklemediklerini beyan etmesi, gerçeğin çok küçük bir parçası. Devede kulak mesabesinde. Asıl sebebe dair bir izah yok.
Vakit gece yarısını geçmişti, gün ağarmaya duracak birazdan. Nur Dağı'nı tırmanacağız, 600 metre. Hava gündüze göre serin, şehre göre çok yumuşak ve Cebeli Nur'un zirvesinden eteklerine doğru esinti var. Derinden gelen bir iç ses eşliğinde yürüyoruz. İmana, Kitab'a ve nübüvvete dair ilk bilgilerin, İslam'ın yeşerdiği ilk noktaya ulaşacağız. Rehberimiz, Hocamız ve artık Hac arkadaşımız İrfan Açık anlatıyor: - Hira'dan gelen temiz ve sağlıklı havaya gönül pencerelerimizi ardına kadar açmalıyız. Hira arayış yeri demektir. Dilimizde, İslam dinini ve Efendimiz'in peygamberliğini bulunduğumuz dağdan ilan eden ilk ayetler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir” (Alak, 1-5). Cebeli Nur'un silüetiyle hemhâliz artık. İslam'ın insanlığın zirvesi olduğunun vücut bulmuş hâli adeta. Toprak yol bitiyor. Kayalık merdivenlerin başlangıcı. Zifiri olmasa da karanlık. Yukarıdan inen bir Türk, “Dikleşiyor. Telefonunuzla ışık yapın ve kesintisiz çıkmayın, dinlenin” diyor. Kayaların uçlarında ve basamaklarda oturanlar var. Selamlaşıyoruz. Bir teyze, o da Türk: - Evladım az dinleneyim, devam edeceğim inşallah. Çıkabildiğim yere kadar. Biraz sonra ellerinde fırçalarla kayaları süpüren, çöpleri toplayan dilencilerle karşılaşmaya başlıyoruz. - Hacım Allah kabul etsin, sadaka. Neredeyse 10 basamakta bir süpürgeli dilenciler. Türkçe konuşuyor ve ısrarla, “söz” istiyorlar. - Hacı abim, o zaman dönüşte inşallah. Türkçe cümleleri kalıp kalıp ezberlemişler. Demek ki Hira Mağarası'nı daha çok Türkler ziyaret ediyorlar. Zirveye yaklaştıkça ziyaretçilerin sayısı artıyor. Sağda solda bulduğu düzlükte, kayaların üzerinde namaz kılanlar var. Saate bakıyorum 03.15 olmuş. En tepeden önceki son duraktayız. Balkon gibi. Mekke şehri ve Harem-i Şerif bölgesi tüm ihtişamıyla karşımızda. Seyre dalıyor, nefesleniyoruz.
İbn Haldun Üniversitesi'nin İBER Yayınları, Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın desteğiyle Fütüvvet Gençlik Klâsikleri projesi kapsamında hazırladığı tarz-ı kadim fütüvvet klâsiklerinden 20 eseri, Nisan 2023 – Şubat 2024 tarihleri arasında okurlara sundu. Proje Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Harakânî (2), Kuşeyrî, Hâce Abdullah Herevî, İmam Gazzâlî, İzzî ve Attâr, Şehâbeddin es-Sühreverdî (2), İbnü'l-Arabî, İbn Mi‘mâr, Abdürrezzâk el-Kâşânî, İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin el-Âmülî, Emîr-i Kebîr Hemedânî, Ca‘fer es-Sâdık, Eşrefoğlu Rûmî, Yahyâ el-Burgâzî, Ahmed el-Harpûtî ve Razavî'nin 10. ila 16. yüzyılları arasındaki telif, derleme / seçme ya da özet eserlerinden oluşuyor. Aslında çoğu kitaplıklarımızda farklı ad, tercüme ve basımıyla yer alan Fütüvvet- nâmelerin, gerek sûfîliğe / tarikatlara gerekse Fütüvvet / Akî / Ahî teşkilâtına mahsus metinlerin, Fütüvvet ve gençlik kelimelerinin anlamdaşlığı arasında incelikle düşünülmüş genel bir başlık altında sunulması çok güzel olmuş. Bu sayede ilgi tek temada toplanacak ve okumanın bereketi inşallah daha da artacaktır. Ben de bu mülahazayla, 80 ila 192 sayfa arasında değişen Fütüvvetnâmelerin “Her güne bir kitap” planıyla şu ana kadar – yazım ya da yayım sırası gözetmeksizin- beşini okudum. Bunlar Herevî; Harakânî (Fakrnâme); Sühreverdî (Fütüvvetnâme-i Digerî); Kâşânî ve Ca‘fer es-Sâdık'ın fütüvvetnâmeleri. Bu kitaplarla -nasipse okuduğumda ve gerekli gördüğümde diğerleriyle de- ilgili kimi notlarımı paylaşmak istiyorum: Öncelikle belirtmeliyim, Fütüvvet Kitaplığı'na dahil eserler tek tip ama çok özenli bir kapağa sahipler; iç grafik düzenleri ve mizanpajları itibariyle de güzeller. Her kitap, particilik siyasetine akademiden daha fazla mesai harcamış olmasına rağmen mezkur temada ehliyeti tartışma götürmeyen İrfan Gündüz Hocamızın takdim yazısıyla başlıyor. Bu Takdim, sufî ile meslekî fütüvvet ayrımını gözeten, her ikisine mahsus ilk kaynakların zikredildiği, ıstılahların belirtildiği ve açıklandığı, müessese olarak Fütüvvet'ten Ahiliğe geçişte neden ve süreçlerin… ana hatlarıyla işlendiği efradını câmi ağyarını mani bir metin… Fütüvvet Gençlik Klâsikleri projesinin maksadı da yine bu yazıda şöyle veriliyor: “İlk elde amacımız, Türk ve İslâm dünyasında fütüvvet düşüncesi alanında ortaya konulan verimleri okuyucuya sistemli, nitelikli ve çok yönlü bir okur kitaplığı kapsamında sunmaktır. (…) Bu eserler vasıtasıyla; özellikle şahıs, mefhum, mesele, müessese, dönem, literatür ve bölge ayrımlarını dikkate alarak okuyucuya, güçlü bir hazineyi, tek kitaplıkta bir araya gelecek şekilde sunmayı hedefliyoruz. Burada esas gayemiz ise fütüvvet düşüncesi çerçevesinde İslâm'ın yüzyıllar boyunca mümbit tartışmalara konu ve birçok görüşün neşvünema bulmasına vesile olmuş meselelerini bugün yeniden gündemimize taşımaktır. Böylelikle, günümüz ilim ve fikir dünyasında hissedilen eksikliği gidermeyi ve bu sahada karşılaşılan sorunların hallinde başvurulabilecek sahih bir kaynak oluşturmayı hedefliyoruz. Bu bağlamda, hâlihazırda ‘gençliğin odağında olduğu' sorunların tespit, tahlil, tenkit ve hallinde geçmiş birikimden azami ölçüde istifade edebilmemize imkân tanıyacak ve özellikle gençler tarafından rahatlıkla nüfuz edilebilecek bir mevzi inşa etme maksadını taşıyoruz.” Yukarıda zikrettiğim isimlerin sırasınca, Sezai Küçük, Mustafa Çiçekler, Tahir Uluç (2) ve Saffet Sarıkaya tarafından tercüme edilen beş kitaptan Tahir Uluç'un tercümeleri dışındakiler mütercim ya da editör notları bakımından fazla bir eksiği görünmüyor. Ancak Tahir Uluç'un tercümelerinde ve hassaten Ca‘fer es-Sâdık kitabında gerekli notlar, tahriçler ve esbabı-nüzul kayıtları açısından ciddi bir eksiklik var.
Toplumsal cinsiyet eşitliği ya da artık ideolojisi... Bu kavramı son yıllarda çok fazla duyduk ve tartıştık. Hatta bir dayatma aracına dönüştü. Kulağa sıcak, sempatik ve insani geliyor. Nedir? Sosyal hayatta, kadın ve erkek arasındaki adalet sağlamak gibi. Ancak perde gerisinde korkunç bir manzara var. Perdenin gerisini ise Türkiye'nin büyük tartışmalarla çekildiği İstanbul Sözleşmesi araladı aslında. Görüldü ki; toplumsal cinsiyet eşitliği, tüm dünyada ve ülkemizde kadınlar ile erkekler arasındaki “biyolojik farkı” ortadan kaldırma projelerinin altındaki toplandıkları büyük bir şemsiye haline getirilmiş. ‘Bir Başka Mesele'de Mustafa Merter ile bu hassas ve mayınlı bir arazi olan toplumsal cinsiyet eşitliğini masaya yatırdık. Mustafa Hoca yine kitabın ortasından yorumlar yaptı ve aslında nelerin amaçlandığını anlattı. Bu, Mustafa Merter ile sohbetlerimizin altıncı yazısı. Haftaya yedi olacak ve bitecek. ‘Bir Başka Mesele' serisine ise başka bir uzman hocamızla yine üst üste yayınlanacak bölümlerle devam edeceğiz. *** FEMİNİSTLER İSYAN ETMEYE BAŞLADI Mustafa Merter Hoca, ‘Hekaton'la Son Tango kitabında “toplumsal cinsiyet” yani “gender” teorisiyle ne amaçlandığının görülmesi için baş teorisyeni Judith Butler'ın tanınması gerektiğini söylüyor. Birar araştırdım. Hakkında yazılanları okudum. Butler Amerikalı feminist felsefe kuramcısı. Kendisi bir lezbiyen ve her türlü cinsel sapıklığı meşrulaştıran görüşlere sahip. Mesela, ‘Cinsiyeti Çözme' isimli bir kitabı var. Bestseller olmuş. toplumsal cinsiyet biçimlerinden bahsediyor ve biçim olarak pedofili ve enseste kadar savunuyor. Butler, kadın ve erkek kimliğinin tarihsel bir hastalık olduğundan da bahsediyor. Mustafa Hoca, Judith Butler'a üçüncü feminizm akımının mimarı diyor. Kitabından alıntılar yapıyor ve okuruna da sinirlenip sayfaları yırtmamaları için not düşüyor. Sohbetimizde sordum: Hocam bu kadın ne yaptı insanlığa? Yani bu toplumsal cinsiyet ideolojisinin temeli nedir?
Son yüz yetmiş yıldır Müslümanların küfür ve kafir kelimeleriyle başı hoş değildir. Zira Batıcı, laikçi, demokrat, liberal, muhafazakâr… vb. görüşlerin sahipleri küfür ve kafir kelimelerini “köşeli kelimeler” olarak ilan etmişler, Müslümanlar da -bu çevrelere yaranmak için demeyelim- “toplumsal barışın korunması” için o kelimeleri kullanmaktan kaçınmışlardır. En sıcak gündemimiz olarak ABD-İsrail güçlerinin Gazze'deki soykırımına karşı, vicdan sahibi Batılıların gösterdikleri fiili tepkilerle birlikte, o “başı hoş olmama” durumunun daha da belirginleştiğine, hatta sosyal medyada Batı'dan verilen kimi uç örneklerle “Bunun tavrı mı daha Müslümanca yoksa bizimki mi?” sorusu eşliğinde küfür ve kafirlik gerçeğinin çok daha gerilere itilmek istenildiğine tanık oluyoruz. Küfür, kafir ve diğer ilgili kelimelerinin manası için Tehânevî'nin yakın zamanda Ketebe Yayınları arasından çıkan Keşşaf'ına uğradıktan sonra, söz konusu tutumla ilgili, önceden vuku bulmuş kaydî bir itirazı da bu vesileyle iletelim. Tehânevî, mezkûr kelimeler için Şerhu'l-Makâsıd'dan şunları aktarmıştır: “Kâfir imanını izhar ederse münafıktır. İmandan sonra küfrünü izhar ederse mürteddir. Şayet ulûhiyette ortak kabul ederse müşriktir. Şayet neshedilmiş dinlerden ve kitaplardan birini kabul ederse kitâbî adını alır. Eğer zamanın (dehr) kadîm olduğunu ve hâdislerin ona dayandığını söylerse dehrîdir. (Âleme müdahil olan bir) Yaratıcı'yı (el-Bâri) olumlamazsa muattıladandır (yani deisttir). Hz. Peygamber'in peygamberliğini itiraf etmekle birlikte ittifâkla küfür olan inançları dile getirirse zındıktır.” Kayda giren itirazın sahibi ise Mehmet Maksudoğlu Hocamızdır. Osmanlı Devrinde Tunus adlı kıymetli çalışmasının önsözünde şunları yazmıştır: “(Kitabımda) Avrupalı, Frenk, Cenova'lı, Venedikli, Fransız kelimeleriyle birlikte veya bu kelimeler yerine bazen kâfir kelimesini kullandım. Kâfire ‘kâfir' demek, 1856 yılında Islâhat adı verilen düzenleme ile YASAK EDİLDİ. Islâhat, kültür hayâtımızda(ki) ikinci depremdir. İlk deprem, Tanzimât (1839) hareketidir. Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) ileri gelenlerden, yapılması gereken yenilikler için ‘lâyiha' denilen rapor/öneriler almıştı. Tanzimat'ı ilân eden 16 yaşındaki Abdulmecid'i ise, Avrupa'lı kâfirlerin maşası olan, mason Mustafa Reşid Paşa, GİZLİ GÖRÜŞMELERLE ikna etmiş, Tanzimât böyle ilân edilmiştir. Osmanlı Devleti, Kavalalı yüzünden çok zor duruma düşmüştü; 1826'daki Vak'a-yi Hayriyye'den sonra yeni kurulan, tecrübesiz Osmanlı ordusunu yenip Osmanlı mülkünün yarısına hâkim olan Kavalalı kuvvetleri, Avrupalı emperyalistler durdurmasa idi, İstanbul'u da alabileceklerdi. Ya Devleti yöneten hânedân değişecek yahut Devlet arazisi ikiye bölünecekti. Avrupa kamuoyunu kazanmak gerektiğini Mahmûd Celâleddin Paşa Mir'ât-ı Hakikat adlı kitabında belirtir. Böylece, Tanzimat, en olumsuz şartlar da -Avrupalıları memnun edecek şekilde- bir emr-i vâki olarak ilân edildi.
Köpekler her zeminde yatıp uyuyabilir. Taş, toprak, çimen ayırmazlar. Beton, asfalt, tahta fark etmez. Kuru ot ve saman üstünde de hiç rahatsız olmadan uyuyabilirler, halı üstünde de. Rahat döşek, çekyat, üçlü koltuk istemezler. Kuş tüyü yastık, yorgan, battaniye, çarşaf, nevresim şartı koşmazlar. Bir insan o şekilde yatmaya kalksa, sabaha acilen kaldırılıp hastaneye yatırılır. * Hayvancıklar, yağmur sonrası sokaktaki su birikintisinden içebilirler. İnsan o sudan içecek olsa, kırk türlü hastalık kapar. Musluk suyunu bile kaynatmadan içmeyi riskli bulur insan pek çok yerde. Köpeklerin ve diğer birçok hayvanın metabolizması o şartlara dayanıklıdır. Yedikleri için de titizlik göstermez, son kullanma tarihine bakmaya niyetlenmezler. Musluktan tedirginlik duymadan su içtiğini söyleyenlere kulak asacak değiliz. Öyle olsa, ertesi gün Ferdi Tayfur'dan söylemeye başlaması muhtemeldir. “Susadım çeşmeye, varmaz olaydım Elinden bir tas su, içmez olaydım…” CEMİYET YOK, NİYET VAR Mavri Mira Cemiyeti'ni Fener Rum Patrikhanesi, 1919'da kurdu. Maksat, Bizans İmparatorluğunu canlandırmak, Batı Anadolu ve Trakya'yı Yunanistan'a bağlamak. Bugün o isimde bir cemiyet yok ama o niyeti aynı şekilde devam ettirenler var. DAVETİYENİN İMLASI Delikanlı, hocasını düğününe davet etmek için mesaj yazmış. "Hocam, bu mutlu günümüzde sizide aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız." Hoca kızmış. "Evladım, hâlâ de'leri da'ları ayrı yazmayı öğrenemedin." Çocuk düzeltip tekrar göndermiş: "Hocam, bu mutlu günümüz de sizi de aramız da görmekten büyük mutluluk duyacağız." SU TESTİSİ SU YOLUNDA Atalarımızın söylediği doğrudur. Su testisi su yolunda kırılır da acaba giderken mi gelirken mi? Malum, boş ve dolu olmak arasında fark vardır. Özellikle bir testi için. İnsan içinse, testilerden daha önemlidir boş veya dolu olmak. Zaten atalarımızın hayvanlar ve eşyalar üzerine söyledikleri sözler, aslında onlar için değil, insanlara yöneliktir. JAPONYA'DA PKK'YA YASAK Japonya'daki PKK hakkında araştırmalar yapan Japon gazeteci İshii Takaaki'nin yazdığı mesaj dikkat çekiciydi. “Japonya'da yaşayan Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'ne veya Türklere hakaret ederken ‘Biz Türküz' diyorlar. Suç işlediklerinde, tacize uğradıklarında ‘Biz Türküz' diyorlar. Onları utanç verici, yalancı insanlar olarak görüyorum. Onların budalalıkları Japonya ile Türkiye arasındaki dostluğu yok edecektir.” Japonya'da PKK'lılar çizgiyi aşınca Japon hükümeti tedbir almakta gecikmedi. Terör örgütü mensuplarının Japonya'daki tüm varlıklarını dondurdu. PKK paçavraları ve terörist başının fotoğraflarıyla yürüyüşleri yasakladı. Japon yönetimi Türkiye ile beraber çalışma çağrısı yaptı. AĞACA NE DENİR? Dursun'un arkadaşı İdris, bir süre yurt dışında kalmış, pek de benimsemiş; az daha ‘anavatan' sayacakmış. Memlekete dönünce arkadaşına öğrendiği yabancı dil üzerinden caka satmaya çalışmış. Bir ağacın yanından geçerken “Biz buna ‘tree' deriz” diye İngilizcesini konuşturmuş. Dursun şöyle cevap vermiş: “Biz bir şey demeyiz, yanından geçer gideriz.”
Psikiyatr Doktor Mustafa Merter ile büyük meseleleri konuşmaya devam ediyoruz. Serimizin dördüncü yazısı… ‘Hekaton'la Son Tango' kitabını yazdı Mustafa Merter hocamız. Daha önce de vurgulamıştım, bu kitap Türkiye'de alanında bir ilk. Aileyi hedef alan ve yok etmeye çalışan küreselci dayatmaların insanlığı yeniden yapılandırma çalışmalarına dikkat çekiyor Mustafa Merter. Ancak ‘Hekaton'la Son Tango' son 70 yılı hızla ele alan ve bugünlere ayna tutan bir başlangıç kitabı. Eğitim ve kadim terbiye sisteminin son yıllarda nasıl bozulduğunu, feminizm akımlarının öncülüğünde kadınların erkekleştirilmeye çalışıldığını masaya yatırmıştık. Bu haftada da “baba otoritesinin” nasıl sarsıldığını anlatıyor Mustafa Hoca. Hiç uzatmadan hemen sohbete geçelim, yazının sonunda ise bazı notlarım olacak. ***KUTU*** Yahudiler kendilerini hep yalnızlığa mahkûm etti Mustafa Merter, Hekaton'la Son Tango kitabında, baba otoritesinin kasıtlı olarak yıktırıldığını söylüyor. Hem bunun nasıl yapıldığını hem de sonuçlarının ne olduğunu açmasını istedim. Bugünkü Gazze soykırımının psikolojik nedenlerine de ışık tutacak, çok derinlikli bir yanıt verdi: “Bunu anlamak için, Yahudiliğin Avrupa'daki tarihini inmek lazım. Yahudilik bir ırk dinidir. Anne üzerinden. Eğer sen anne Yahudi değilse kabul edilmez. Bu nedenle hep yalnızlığa mahkûm ediyorlar kendilerini. Mesela Polonya'da, Rusya'da, İspanya'da bildiğimiz soykırımlar başlıyor. Sürekli bir savunma halindeler. İkinci Dünya Savaşı bunun doruk noktası. Bu sadece Almanların ayıbı değildir. Bütün Avrupa'nın, Batı'nın, insanlığın ayıbıdır. Şimdi Yahudi entelektüelleri Almanya'daki bu soykırımın mantığını anlamaya çalışıyorlar. Diyorlar ki; ‘Nasıl oldu da bu Almanlar bu kadar bir öfkeyle bize saldırdılar ve bu kadar insanımızı öldürdüler?' AKILLARINDA HEP ‘NASIL OLDU?' SORUSU VAR Nasıl bir yanıt buluyorlar Hocam? Mesela Hannah Arendt diye Yahudi bir sosyolog İsrail'e gidiyor.
CANLI YAYIN 64 / Hocam Bize Geymm Anlat!! - | (L064) | Dr.TOA
Herkese merhabalar! Yeni bir KLİMİK Podcast yayını ile karşınızdayız. Bu hafta 2012 yılından bu yana dünyanın her yerinde Nisan ayının son haftası kutlanan ‘Dünya Aşı Haftası'na dikkat çekmek için bir yayınla sizlerleyiz. KLİMİK Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu olarak her zaman amacımız kutlama yaparken durum tespiti yapmak. Bağışıklama konusunda var olan eksiklikleri ve değişmesi gerekenleri bilimsel verilere dayalı olarak tespit etmek ve her yaştan daha fazla insanı aşı ile korunabilir kılmak için meslektaşlarımızla paylaşmak. Bu amacımız doğrultusunda ‘Dünya Aşı Haftası' kapsamında gerçekleştirdiğimiz bu yayınımızda konuğumuz Prof. Dr. Esin Şenol. Hocamız ile bağışıklamanın geçmişteki kırılma noktalarını, gelecekte beklenen potansiyel kırılma noktalarını ve aşı haftasının önemini keyifli bir sohbetle ele almaya çalıştık. Hocamıza bize vakit ayırdığı için teşekkür ediyor ve sizlere de keyifli dinlemeler diliyoruz.
Esmiyor Podcast'in dördüncü sezonunun on yedinci bölümünde konuğumuz Sinan Odabaşı ve kendisine "Adaletin bu mu dünya? diye soruyoruz.Sinan Hoca'nın "Kuzey Güney Çelişkileri Ve Sürdürülebilirlik Ekseninde Gelişme Hakkı" kitabını okuduk ve çok ama çok heyecanlandık! Hocamız bu kitabında küresel ekonomi ve siyasette değişen güç dengeleri, ülkeler arasındaki gerginlikler, ekonomik istikrarsızlık, yoksulluk, çevre sorunları, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve iklim değişikliği gibi köklü tarihsel nedenlere dayanan birçok meselenin çözümünde, gelişme hakkının, aydınlatıcı ve yol gösterici bir işlevi olabileceğini savunuyor.Kitap, gelişme bağlamının bireyler ve gruplara insan hakkı olarak tanınmasının güncel anlamını, uluslararası ilişkileri giderek daha fazla biçimlendirmeye başlayan, gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkeler ya da başka bir deyişle Kuzey ile Güney arasındaki çelişkiler ve sürdürülebilirlik kavramı ekseninde araştırıyor.Keyifli dinlemeler!See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
“Hocam, Emirgân'da üç tane villa, Ekrem Bey'in mal beyanında bildirilmemiş.” “Adam sen de! Ne var bunda? Şimdi ortaya çıktı işte. Listeye ekleyiverin gitsin! Kıyamet mi kopar?” “Ekleyelim de Hocam, öyle böyle değil. Tam bir buçuk milyar değerinde o villalar.” “Uzatma Çekirge! Ne çıkar bundan? Zenginin malı, züğürdün çenesini yoruyor. Dün bir vatandaş indirimden oğluna ayakkabı almış, tam bir buçuk milyar verdiğini söylüyordu. Sıfırlar milletin kafasını karıştırıyor, kimse etkilenmez.” “Vallahi ucuza almış. Ben de bizim kıza spor ayakkabı aldım. Tam üç milyon ödedim.” “Gördün mü bak, sen de sıfır virüsünü kapmışsın Çekirge! Milyonu milyarı karıştırdın. Haydi git işine!” MUHA NE? Ekrem Bey diyor ki: “Ben onu muhattap almıyorum, Sayın Cumhurbaşkanı beni muhattap alıyor. Gittiği her yerde benden bahsediyor.” Bir de kelimeyi düzgün söyleyebilse, ne iyi olacak. Muhattap değil, Sayın Başkan ‘muhatap'… Üç hece: Mu-ha-tap. DEPREME HAZIRLIK İÇİN Artık Mısır'daki sağır sultan bile duydu ki İstanbul'un iki büyük sorunu var. Biri deprem riski, diğeri trafik. Ekrem Bey 2019'daki seçim kampanyası sırasında depreme karşı hazırlık yapmak maksadıyla yüz bin konutu dönüştüreceğini vaat etmiş. Beş yıl içinde yapılan ise sadece beş bin konut. O sözünü bütünüyle yerine getirebilmesi için yirmi dönem seçilip İsanbul'u yönetmesi gerekir. Bu da yüz yıl demek. “Ölme eşeğim ölme, bahar gelince sana yonca vereceğim” sözü bile çok iyimser bir vaat. * Yüz bin konut vaadinde bulunmuş ama İstanbul'da acil dönüştürülmesi, yıkılıp yeniden yapılması gereken konut sayısı 600 bin. Bunlar bugün yarın gitti gidecek, yıkıldı yıkılacak cinsten olanlar. Orta vadede ise 1 milyon 500 bin konutun yenilenmesi şart. Acil dönüşüm ne demek? Vakit geçirmeden, bir an önce, bugün yarın, hemen… Ne derseniz deyin. İnsanlar diken üstünde. En ufak tıkırtıda yürekler ağza geliyor. Kedi bir saksıyı devirse, eyvah deprem oluyor diye paniğe kapılanlar var. Uzaktaki bir deprem haberi geldiğinde bile camdan atlayanlar gördük. Büyük deprem şart değil bu 600 bin konut için. Ufak bir sallantı bile büyük risk. * Murat Kurum ilk etapta 600 bin konutu dönüştüreceğini açıkladı. İmamoğlu ise “Yapılamaz” diye cevap yetiştirdi. Kendi açısından bakınca öyle görünmesi normal. Zaten yapılamaz diye düşündüğü için verdiği sözün ancak yirmide birini halledebildi. Murat Bey daha önce yaptığı binaları referans gösteriyor. Adıyaman, Elazığ, Kahramanmaraş ve diğer deprem yaşanan şehirlerde yaptıkları ortada. En önemli ayrıntılardan biri de çok büyük depreme rağmen TOKİ binalarının sapasağlam ayakta kalması. Ya tersi olsaydı? O zaman bir deprem daha yaşanırdı. Adına da TOKİ depremi derdik.
Anlatacağım alelade bir hikâye. “Ne var bunda” denecek kadar basit. Ancak basit olanı anlamak zordur. İçinizden “Neden zor olsun kardeşim?” diye geçirebilirsiniz. Ben anlamakta zorlandım, siz inşallah anlarsınız. İstanbul-Merter'de oturuyordum. Burası tekstil ürünleri merkezi. Bütün bir semtin neredeyse bütün dükkânları- mağazaları tekstil ürünleri satıyor. Ucuzu da var, pahalısı da. Özellikle ihraç fazlası ürünler burada pazarlandığı için hayli kalabalık bir semt. Her gün önünden geçtiğim mağazalardan birine giriverdim. Önümüz yaz. Yazlık bir şeyler var mı bana göre diye bakınıyorum. Adam marka satmıyor ama nasıl olsa eline geçivermiş Kappa tişörtler gördüm. Ben XL giyerim. Su yeşiline de bayılırım. Al işte üç-dört adet tişörtün içinde bir XL ve su yeşili bir tişört var. “Oh ne güzel dedim”, şunu alayım. Yerinde elli-yetmiş milyon arası satılan mal, burada on milyon. Olacak şey değil yani. Ama işe gidiyorum. Paketi yanımda taşımak istemiyorum; tezgâhtaki delikanlıya: — Şu tişörtü alacağım, biz burada komşuyuz. Elimde gezdirmek istemiyorum, akşam dönüşte alsam olur mu diye sordum. Delikanlı: — Olur abi, dedi. İçim rahat gittim işe. Dönüşte mağazaya uğradım, tişört satılmış. İçimden bir kıristal vazo yuvarlandı, betona düşüp parçalandı. Gitti bizim XL su yeşili, sudan ucuz tişört. Delikanlı: — Abi kusura bakma, keşke ayırıp bir yana koysaymışız, müşteri çıktı sattım, sizi unutmuşum, dedi. Ben yarama tuz bastım: — Eh, ne yapalım kısmet değilmiş diye geçiştirdim. Ve o sıkıntı ile mağazadan ayrıldım. Ertesi sabah –yani bir saplantı oldu– yine uğradım. Bir beyaz, iki siyah tişört kalmış. Bu defa bir şey demedim ama içimden “dönüşte eğer beyaz olan satılmamışsa onu alırım” deyip yine işe gittim. Döndüm, aa.. Beyaz da satılmış. İşe bak sen, oralarda onca mağaza var, burası da koca bir mağaza. Sen ey beyaz tişörtü alan adam, ulan onca mal arasından bir köşeye sıkışmış Kappa'yı nasıl farkettin de alıp gittin. Pes doğrusu. Geriye kaldı siyah olan iki tişört. Yaz günü de siyah giyilmez. Vazgeçtim. Akşam vazgeçmiş idim, sabah yine mağazaya uğradım. Delikanlı: — Abi sen al bunu, siyah-miyah deme çok ucuz, diye beni fiştekledi. Hayır, hiç gönüllü değilim. Lakin akşam işten dönerken “iş inada bindi galiba, siyah-miyah demeyip gidip şu tişörtü alayım” diye vardım mağazaya. Delikanlı tatlı tatlı gülümsedi: — Kuşlar uçtu be abi, yetişemedin, dedi. Biri gelmiş son kalan iki tişörtü de alıp gitmiş. Bu defa ben de güldüm; acı, acı güldüm. — Sağlık olsun deyip çıktım. Tişörtü alamamıştım işte. Sanki elim-kolum bağlanmış, dilim tutulmuş, aklım durmuştu. Eve varıncaya kadar “Nasibe inanacaksın, nasibe inanacaksın” diye içimin kargaşasını sakinleştirmeye çalıştım. Şimdi şu kıssayı okuyan kardeş, sakın ola ki; “hocam abartmışsın sen, ilk gördüğün XL su yeşilini alsa idin mesele kalmayacaktı” diye problemi şıppadanak çözdüm demesin. Nasibin olmayan şeyi nasıl alabilirsin? Alırsın-almazsın diyerek aranızda kadim bir tartışmayı başlatmayın lütfen. İşin ucu irade-i cüz'iyeye kadar uzanır. Ben yetersiz bilgim ve kıt aklım ile şöyle bir neticeye ulaştım: Su yeşili XL tişörtün kaybı dolayısıyla sabrettim. Baktım dolapta birkaç tişört, birkaç yazlık gömlek var, onların varlığına şükrettim. Ben Horasan erenlerinden değilim ki; mağazaya da, tişörte de eyvallahım olmasın. Şuncacık bir kaybın karşısında yeise düşmesem, huzur-ı kalp ile “Nasip değilmiş” desem yeter. Evet, basitmiş gibi görünüyor ama zor. EK: Bu yazıyı ne zaman yazdım, hatırlamıyorum. O yıllarda Merter'de oturuyorduk, şimdi Başakşehir'deyiz. Yazı daha sonra “İlmihal Yahut Arzuhal” kitabıma girdi. Aradan kim bilir kaç yıl geçti. Bir gün kapı çalındı, kargo gelmiş. Aldım, oturdum, açtım. Paketten ne çıktı, haydi bilin. Su yeşili XL bir tişört. Üzerinde bir not: Hocam, ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuyum. “Nasip” başlıklı yazınızı okudum. Tişörtü aldım, size gönderiyorum, selamlar. Ne ad var ne telefon. Su yeşili XL tişörte bakakaldım. Gel de nasibe inanma.
Şuan da cumhurbaşkanlığı aday olarak nitelendirilen kişiler de kendinize yakın gördüğünüz biri varmı Gülşen'in imam Hatiplerle alakalı sözünü nasıl yorumlarsınız? zasını doğru buluyor musunuz? Fatih Terim kesin olarak cennete girecek değil mi hocam? Konuşanlar programının sunucusu Hasan Can ile bir araya gelseydiniz ilk ne derdiniz? Neden Allah camilere zarar vermesin diye paratoner kullanıyoruz? Tarikatlar olmalı mı? Her tarikata güvenmelimiyiz? Kerem Hocam sizin hiç sorguladığınız ve anlam veremediğiniz bir nokta olmuşmuydu? Varsa neydi? Madem İslâm barış dini dinden çıkan Mürted'in bulunduğu yerde öldürülmesini Hz. Muhammed neden emret Hocam sosyal hayatınızda neler yapıyorsunuz? oyun oynar mısınız? dizi izler misiniz? izliyorsanız me Benim anlamadığım Allah kalplerini mühürlediği insanları neden cehennemle cezalandırıyor? Şeriat sizce olmalı mıdır? Ve şeriat kurallarının hepsini uygun buluyor musunuz? Kadın ve erkeğin eşit olmaması dinin yayılmasında kadın cinsini daha aşağı göstermez mi? İslam'ın doğru din olduğunu nasıl kanıtlayabilirsiniz? Hocam selamünaleyküm takım tutar mısınız? Şu yaşıma kadar gördüğüm ilim sahibi tüm müslümanların konuşmalarına baktım hepsinde de ya münafık t Kehf Sûresi 86. Ayete göre “Zülkarneyn (ilahiyatçılara göre büyük iskender olabileceği konuşulur bu Hoca olmaya tam anlamıyla Müslüman olmaya nasıl karar verdin? eden Hristiyanlığı seçmedin ne fark vardı? Allah istese herkesi bir anda müslüman yapamaz mıydı? Yaşadığımız dünya bir oyun mu? Eğer öyleyse Allah neden oyun oynuyor? Ülkemiz Afganistan, Pakistan, Arabistan gibi kadınlara yasak koyan bir yer olabilir mi? Olması sizce Allah neden günah işlememize izin veriyor? İslamiyet'e inanmayanlar bu görüşlerini belirtince neden "İslam'a saldırıyorlar!" veya "Efendimize h Ya Hristiyan veya Ateistler haklıysa? Kur'an-ı Kerim herkese göre yorumlanabilen bir kitap mı? Neden sert duruyorsunuz?
MARKAJ işbirliğiyle yayınladığımız Diyojen'in video podcast sezonunun altıncı bölümünde İsmail Türküsev ve Turgut Uç, Suudi Arabistan'daki Süper Kupa skandalını ve Fatih Terim'in Panathinaikos'a transferini konuştuktan sonra Samet Aybaba, Lucas Torreira, Ferdi Kadıoğlu, Sergen Yalçın, Bülent Uygun, Erik ten Hag, LeBron James, Erman Toroğlu, Rafael Leao, James Rodriguez gibi isimlerin gündemi meşgul eden beyanlarına gelişine vuruyorlar. Yeni bölümleri her çarşamba MARKAJ YouTube kanalında, ertesi gün podcast platformlarında bulabilirsiniz. İzlemek için: https://youtu.be/D2sM2f_ubXc
Fırat Aydınus haftanın öne çıkan maç pozisyonlarını değerlendiriyor.
HİTAP EDİCİ SES EGZERSİZİ:.00.30: Güvenli ve yeniden bağlanma da dikkat edilecek temas noktaları nelerdir?01.36: Bağlanma probleminin en büyük göstergesi nedir?02.15: Bağlama probleminin hangi boyutta olduğunu nasıl anlarız?03.40: Kaygı durumunun kişinin kendini bırakmasına engel oluş hali ve bunun ses tonuna yansıması09.36: "la" ve "mi" sesi ile ses egzersizi çalışmaları nasıl yapılır?18.30: Ses egzersizinden sonra ki ritmik konuşma aşamasıSORULAR VE CEVAPLAR24.50: Hocam, karne dönemi ile ilgili neler söylersiniz?29.20: Ergenlik döneminde güvenli bağlanma adına neler yapılabilir?34.26: Üç buçuk yaşındaki çocuğun anneanne ve dede ile sık görüşmesi çekirdek aile içindeki aidiyete zarar verir mi?36.10: Üç buçuk yaşındaki kız çocuğunun annesine beni seviyor musun diye sorması?38.22: Ergenlik çağında bir kız çocuğuna sahip olan annenin sorusu
*Rahmetlik Turgut Özal özüyle, sözüyle dört başı mamur bir müslümandı. Yakından tanıma imkânı oldu. Ve çok vefalı davrandı. Kıtmir'in ne haddine Çankaya'ya davet edilmek ama defaatle davet etti; “Ben seni arka kapıdan içeri alırım!” diyordu, öyle bakıyordu meseleye. Fakat size zarar verir diye kabul etmedim, hiçbirini kabul etmedim. Yakında birisinin öyle bir teklifini de yine onun için kabul etmedim. Şimdi biri sizinle görüşünce, ona hemen bir nam takılıyor; o da o mülahazayla mahkûm ediliyor. Onu öyle bir duruma düşürmemek için kabul etmedim. *1980'den 86 senesine kadar dolaştım sağda solda, kaçmadım… O dönemde askerlik yapan ne kadar arkadaşımız varsa, bazıları için iki üç defa, askeri kışlaya gidip hepsini ziyaret ettim. Billboardlarda resmim vardı, ismim de yazılıydı. Umursamadım onu. Belki de arkadaşlarıma “Boş verin, bu da geçer yahu!” demek için askerî kışlaların içine girdim, onlarla görüştüm. En son Burdur'daki arkadaşı ziyaret etmiştim. Demek o zaman deşifre olmuşuz, yakın takibe almışlar. Sonra ikinci kez, Hazreti Üstad'ın “Benim vekilim!” dediği o mübarek talebesi, yakın tarihte vefat eden merhum Mustafa Sungur'un oğlu Nur Sungur'u ki o bir dönemde Kestanepazarı'nda Kıtmir'in talebesiydi ziyarete gittim. Tespit etmişler, derdest ettiler; silah dayadılar karnıma, içeriye götürdüler. *O zaman rahmetlik Turgut Özal başbakandı. Evet, o da başbakandı, başkaları da başbakan; hakkı olmayanlara Allah o fırsatı vermesin!.. O gece dahiliye vekilini, hariciye vekilini, adliye vekilini hususi olarak topluyor; “Fethullah Hoca'yı falan yerde derdest etmişler, derhal salıversinler!..” diyor. Sabah bizi uyandırdılar, ifadeye çağırdılar, biraz sonra birisi geldi, dedi ki: “Yahu bu gece bütün tel hatları birbirine karıştı. Başımıza iş açacağız, bırakalım bunları, gitsinler!..” Sonra “Burdur aramıyor, bunları İzmir arıyormuş, oraya götürelim.” dediler. “Olur” dedik. İzmir'e götürdüler. Beni arayan şef, istihbarat müdürü, hepsi geldi, elimi sıktılar, “Hocam, çok geçmiş olsun!” falan dediler. “Hani siz beni arıyordunuz?” deyince, “Biz aramıyoruz sizi!” dediler. Merhum Turgut Özal ağırlığını koymuştu; bu insanca bir ağırlık koymaydı. Allah onu da Efendimiz'le beraber Firdevs ile sevindirsin. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit'in Civanmertlikleri *Süleyman Bey, nereye koyarsanız koyun, cumhurbaşkanı iken, belki otuz tane devlet başkanına mektup yazdı. Neden? Milletimize müyesser olmuş böyle bir hizmetin devam ve temadisi adına. Nereye koyarsanız koyunuz!.. İnsanlık damarıyla, bir yönüyle dine olan saygısı damarıyla, kendi vatanında meydana gelen fedakâr bir kısım kimselerin hizmetlerini alkışlama hesabına rahatlıkla bu mektupları yazmıştı. Onun açısından da bu mesele bir emanettir. Bir de Süleyman beyi ahirette hakkınızda davacı haline getirmeyin!.. “Ben elli tane mektup yazdım, siz niye bu işi yarı yolda bıraktınız? Yürüdüğünüz doğru yolda neden takılıp kaldınız?” der. O yaptığı iyi şeyler de inşaallah onun vesile-i saadeti olmuştur. Herkes hakkında hüsn-ü zannımız var. *Bir garip şey daha anlatayım size: Bülent Ecevit. Yetiştiği kültür ortamı itibarıyla bahiste bulunmayacağım. Ankara'daki ve İstanbul'daki evine gittim. Ben bir kıtmirim sadece, fakat 30-40 sene cami kürsülerinde halka bir şeyler anlatmaya çalıştım; o da bunun hatırına, yemin ederim size, ceketinin düğmelerini düğmeleyerek karşıladı. Televizyona geldi, aynı saygıyla karşıladı. Dikenliklerde boy atanlar gül bahçelerinden rahatsızlık duyarlar!..
Bugün peylenen kimseler de söz konusu marazlardan bir ya da birkaçına müptela olduklarından dolayı bir meta gibi alınıp satılmaktadırlar. Meselâ, bohemlik, makam tutkusu, açgözlülük, başkasının malına göz dikme, görünme hissi, bencillik duygusu, şöhret tutkusu ve para/mal düşkünlüğü tehlikeli birer marazdır; bunların yalnızca biri bile insanın iradesini felce uğratabilir. *Mal mülk arzusu ve para hırsı tarih boyu insanların büyük çoğunluğunun en büyük zaaflarından biri olmuştur. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hakikati şu ifadeleriyle beyan buyurur: “Âdemoğlunun bir (diğer rivayette iki) vadi dolusu altını olsa bir vadi daha ister, onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz, gözünü doyurmaz. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenin tevbesini kabul buyurur.” Evet, doyma bilmeyen bir hırsla sürekli daha fazlasını isteme ve her şeyi ele geçirme gayreti içine girme çoğunluğun zaafı olan bir husustur. Esasında toplumdaki pek çok kavga ve çatışmanın arkasında da böyle bir menfaat yarışı yer almaktadır. “Paranoya ne demek; toplumsal bir cinnet yaşanıyor!..” *Böylelerine “deli” nazarıyla bakabilir ve onların arkasından koşanlara da “deli” hükmünü verebilirsiniz. Genel manada bakar, görür, değerlendirirsiniz; eğer sonunda bir de kendi ülkenize bakacak olursanız, zannediyorum, yeryüzünde o ölçüdeki delileri istiâb edebilecek bir tımarhanenin olmadığı kanaatine varırsınız. On beş-yirmi sene evvel, Hizmet Hareketi için pozitif düşündüğünü zannetmediğim, sizin de bildiğiniz meşhur gazetecilerden bir tanesiyle aynı sofrada oturuyorduk. Bir aralık “Bu ülkede günümüzde korkunç bir paranoya yaşanıyor!” demiştim. O, “Hocam paranoya ne demek? Toplumsal bir cinnet yaşanıyor!” dedi. Şu uyumuşluğa ve uyuşmuşluğa bakılınca, sahiden bir cinnet hali müşahede ediliyor. *İnsanın zaafa açık noktalarından birisi de “tûl-i emel” duygusudur. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. Tûl-i emelin menşei ise tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir. *Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Türkçemiz Türkçe, çok geniş bir alanda konuşulan bir dildir. Gittiğim birçok ülkede Türkçe sayesinde kurduğum ilişkilerin sıcaklığını hâlâ içimde duyarım. Örneğin, 1988 yılında New York'tan Minneapolis'e uçuyordum. Yanımdaki koltuğa müzik dinleyen bir genç oturdu. Bir ara bana dönerek “Hi! How are you?” (Merhaba. Nasılsın?) diyerek konuşmaya başladı. Türk olduğumu öğrenince “Yeah, ben de Türküm yahu.” diyerek omzuma bir tokat atmaz mı? Türkçeyi az biliyordu. “Türkiye ile ilgili ne biliyorsun?” deyince “Tahin pekmez, tahin pekmez” diye haykırdı. İkimiz de kendimizi tutamayarak kahkahayı basmıştık. 1993 yılında bir davet üzerine gittiğim Sidney'de bir alışveriş merkezini geziyordum. Oradan geçen Türklerle tanışmış, saatlerce tatlı tatlı sohbet etmiştik. Sadece Sidney'de mi? Hiç unutmam, 1995 yılında trenle Berlin'e gidiyordum. Karşımda yaşlı bir şahıs oturuyordu. “Yakın zamana kadar Gürcistan'da oturuyordum.” diye söze başlamıştı. Gürcistan'da asırlardır yaşayan Alman azınlıklardanmış. Almancanın yanında hangi dilleri konuştuğunu sorunca Gürcüce, Azerice, Kazakça ve Rusça diye sıralamıştı. Şaşırdığımı görünce bana açıklamak zorunda kaldı: “İkinci Dünya Savaşı'na kadar Gürcistan'da kendi köyümüzde yaşıyorduk. Çevremizde hep Azeri köyleri olduğu için Gürcücenin yanında Azerice de öğrenmiştim. Ancak savaştan sonra tüm köy Kazakistan'a göç etti. Orada da Kazakçayı öğrendim. Yıllar sonra tekrar köyü müze dönmemize izin verdiler.” Almancayı bırakıp, konuşmamıza Türkçe olarak devam ettik. Yaşlı şahıs, “Aslında Kazakça da Türkçedir. ‘Yumurta' yerine ‘cumurta' dersen olur biter.” dedi. Ben “Oralardan bir şey özlüyor musunuz?” diye sorunca yaşlı adamın gözleri doldu. “Özlemem mi heç, kadim dostluk özlemişem men.” demişti. Berlin'e gelince birbirimize baba oğul gibi sarılıp ayrılmıştık. Son zamanlarda üniversitemize Kazakistan'dan, Özbekistan'dan öğrenciler gelmeye başladı. Türkçe ile çok güzel ilişkiler kuruyoruz. Özbek öğrencimiz Hamburg'a staja gitmişti. Stajını tamamladıktan sonra beni ziyaret ettiğinde: “Hocam, ne güzel. Hamburg hep kardeşlerimizle dolu, kendimi hiç yabancı gibi hissetmedim.” demişti. Hollandacayı ve Türkçeyi ana dili gibi konuşan binlerce gencimiz var. Son yapılan araştırmalar, göçmen çocuklarının üniversite ve yüksek okullara gitme oranının arttığını gösteriyor. Birçok dil uzmanı da ana dilin kişinin gelişmesi için çok önemli olduğu görüşündedir. Türkçe bilmek, Avrupa Birliği'nin Türkiye ile gelişen ticari ilişkilerinde önemli bir rol oynayabilir. Avrupa'da yetişen gençler, Avrupa ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerde bir köprü vazifesi görebilirler. Üstelik Türkçe bilmek, şirketlerin Orta Asya ülkeleri ile ilişkilerinde de yararlı olabilir. Geçenlerde bir öğretmen dostum anlatmıştı: Türkiye ile büyük ticari ilişkileri olan bir şirkete yönetici alınacakmış. Birçok başvurunun içinden Türkiye ile olan ilişkileri sebebiyle Türk adayı seçmişler. Mehmet Akşit
Fırat Aydınus haftanın öne çıkan maç pozisyonlarını değerlendiriyor.
Fırat Aydınus haftanın öne çıkan maç pozisyonlarını değerlendiriyor.
İbrahim Kalın ile “Kendi Gökkubbemiz” kendine has üslubuyla farklı ufuklara yelken açtırmaya kaldığı yerden devam ediyor. Her hafta farklı konulara değinerek izleyicilerine yeni fikir kapıları aralayan İbrahim Kalın bu bölümde "Aşk" kavramı üzerinde duruyor. Kendi Gökkubbemiz'in yeni bölümde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Hocam hoş geldiniz, safa getirdiniz. Efendim hem ümmet-i muhammed hem MyMecra çalışanlarının ekserisi diyorlar ki: "Hocam bu kadar geldi gitti ve onunla bir defa bile aşka dair konuşmadınız. Aşk deyince İbrahim Kalın'ın gönlüne neler gelir, biz onu merak ederiz." diyorlar. Elçiye zeval olmaz. İbrahim Kalın: Belki bunun en iyi cevabını İbn Arabî Hazretleri vermiş. "İlâhî Aşk" kitabında aşkın üç türünden bahseder ama bunları ayırmaz kesin kategorilerle birbirinden. Tabî aşktan bahseder. Bir anlamda eşyanın birbirini cezbetmesidir bu. İkincisi insânî aşktır. İnsanın insana duyduğu ve insanın diğer varlıklara duyduğu aşk, bağlanma duygusu. Üçüncüsü de ilâhî aşktır. Bütün bunların üzerinde hepsinin kaynağı, membaı olan aşktan bahseder. Devamı videomuzda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bir kitap özeti programı olan Pırlanta Kitap Okumaları, Dr. İsmail Büyükçelebi Hocamızın yıllardır süregelen nezareti ve takibi ile gerçekleştiriliyor. Bu seride birbirinden değerli uzman konuklarla Bir Fikir ve Aksiyon İnsanı Olarak Fethullah Gülen kitabının son bölümüne geldik. Dr. Yüksel Çayıroğlu'nun uzun yıllar üzerinde çalışıp telif ettiği kitabın sekizinci ve son bölümünde can alıcı ayrıntılar ve geleceğe ışık tutacak hususlar yer alıyor.
Bir kitap özeti programı olan Pırlanta Kitap Okumaları, Dr. İsmail Büyükçelebi Hocamızın yıllardır süregelen nezareti ve takibi ile gerçekleştiriliyor. Bu seride birbirinden değerli uzman konuklarla Bir Fikir ve Aksiyon İnsanı Olarak Fethullah Gülen kitabının son bölümüne geldik. Dr. Yüksel Çayıroğlu'nun uzun yıllar üzerinde çalışıp telif ettiği kitabın sekizinci ve son bölümünde can alıcı ayrıntılar ve geleceğe ışık tutacak hususlar yer alıyor.
Bahane Kimi zaman beceremiyorum demenin bir başka ifadesidir bahane. Canımız bir şey yapmak istemediğinde mantıklı mantıksız sıralar dururuz. Daha çok da başarısız olduğumuzda ya da başarısız olacağımız anlaşıldığında başlarız bahane uydurmaya. “Öğretmenim ödevimi yapacaktım; ama akşam elektrikler kesildi.” İlköğretimde uydurulan en baba bahanedir. Bir de “Ödevimi yapacaktım; ama akşam misafir geldi.” Diye de uydurulan versiyonu vardır. Lise de ise “Annem hastaydı dün o nedenle gelemedim hocam.” olur. Sınavdan istenen notu alamayınca, “Hoca zor sordu.”, “Anlatmadığı yerden soru geldi.” diye sıralanır sonra. ÖSS'de ise en baba bahane, “Hocam optik formda kaydırmışım.” ya da “Zamanım yetmedi hocam.” şeklindedir. Bahane, yaş ilerledikçe “Başım ağrıyor bugün akşam misafir kabul edemeyeceğim.” şeklini alır. Telefona cevap verilmek istenmediğinde ise “Şarjım bitti.” en çok tutandır. Karşıdaki, aslında olayı anlamıştır; ama çoğu zaman olumsuz tepki vermez. Bir de masum bahaneler vardır. “Geçiyordum uğradım.” diye gösterir kendini ya da “Sen burada mıydın? Ne hoş bir sürpriz bu!” diyerek farkında olmadan karşılaşılmış gibi yapılır. Bazen de, bir arada olmak için bahaneler vardır: “Nereye gidiyorsun, çarşıya mı? Seni bırakayım. Ben de o tarafa gidiyorum.” şeklinde ortaya çıkabilir. Peki, neden bahane uydurmak zorunda kalır insanlar? Gerçeği söylemek bu kadar da zor mudur? Bahane, aslında yalanın kılık değiştirmiş şeklidir. Çoğu zaman cezalandırılmamak ya da karşıdakini kırmamak için söylenir. Etrafımız doğruları hazmedememe sorunu yaşayan insanlarla doludur. Çocuk annesine: “Devamsızlık yaptığım için dersi kaçırdım, sınavda da sorular o konulardan çıktı, bu nedenle düşük not aldım.” dediğinde acaba annenin tepkisi ne olur? Kaç anne ya da baba, olumlu yaklaşıp: “Olsun mutlaka geçerli bir nedenin vardır, o nedenle devamsızlık yapmışsındır, ikinci sınavda işi sıkı tutar notunu yükseltirsin.” diyebilmektedir. Mutlaka bu tür yaklaşan anne ve babalar vardır; ancak genel olan hemen hesap sorma şeklindedir. Çocuk, okul dönüşünde daha kapıdan içeri girer girmez: “Sınavın nasıl geçti?”, “Komşunun oğlu kaç aldı?”, “Haylazlık yapacağına oturup ders çalışsaydın!” tarzında hesap sormak neredeyse ailelerde gelenek hâline geldi. Bilmeden, istemeden, tamamen iyi niyetle çocuklarımızı kendi elimizle bahane üreten, hatta daha kötüsü yalan söyleyen bireyler hâline getiriyoruz. Her anne-baba, çocuklarına karşı, hatta eşler birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını kontrol etmelidir. Anne babalar, çocuklarını doğru söylemeye teşvik etmelidir. Eğer bir yerde bahane varsa bilinmelidir ki orada yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. O yerde bulunan herkes, anne-babalar, karı-kocalar, yöneticiler, bölüm şefleri, kendi davranışlarını dürüstçe gözden geçirmelidir. Bahanenin temelinde yatan unsurlar tespit edilerek çözüm yoluna gidilmelidir. Ahmet GÜNAY
Turkish Stories for Learner Turkish Nasrettin Hoca Bütün tarihî kişiler ölümlerinden sonra da yaptıkları işlerle hatırlanır. Mesela; Mimar Sinan eserleriyle, Marco Polo seyahatleriyle, Tolstoy yazdığı romanlarla, Albert Einstein bilime olan katkılarıyla bilinirken Nasrettin Hoca ise fıkralarıyla tanınmıştır. Nasrettin Hoca, bundan yedi yüz yıl kadar önce Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinde doğmuş, Akşehir'de yaşamış ve yine orada ölmüştür. Nasrettin Hoca'nın fıkraları insanlara ders verir ve bir anlam taşır. Bu yüzden halkın gözünde değer kazanmıştır. Nasrettin Hoca, fıkralarında bilgili, açıkgöz, kurnaz, utangaç ve vurdumduymaz kişiliklerde görülür. Günümüzdeki Nasrettin Hoca fıkralarında, onun doğumundan önceki ve ölümünden sonraki olaylarda da adının geçtiği görülmektedir. Bu durum, fıkralarda anlatılan bazı olayların Nasrettin Hoca tarafından yaşanmadığını göstermektedir. Mesela; onun kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşamış olan Timur'la konuştuğu, birkaç yerde birlikte görüldüğü anlatılmaktadır. Türkçenin konuşulduğu her yerde Nasrettin Hoca'nın fıkraları anlatılmaktadır. Nasrettin Hoca fıkraları birçok dile çevrilmiştir. Fıkraların hepsinin bir anlamı vardır. Bu anlam o zamanki insanların yaşantısını göstermektedir. Bu fıkralarda Nasrettin Hoca, zeki, hazırcevap ve sempatik bir insandır. Her fıkrada Hoca'ya ait bir nükte vardır. Fıkralar arasında Hoca'ya ait olmayanlar da vardır. Bunun nedeni insanların Hoca'yı çok sevmeleri ve onu efsaneleştirmeleridir. İşte Nasrettin Hoca'nın zekiliğini ve hazırcevaplılığın gösteren fıkralardan ikisi: BU DA DÜŞÜNÜR Nasrettin Hoca bir gün, pazarda bir papağan görür. Satıcı: – Haydi, on altına satıyorum, bu papağanı alacak yok mu, diye bağırır. Hoca, satıcıya: – Bu küçük kuş on altın eder mi, der. Satıcı, kızar ve Hoca'ya şöyle seslenir: – Hocam, o çok farklı bir kuştur. Adı papağandır. O insan gibi konuşabilir. Hoca kümese gider ve bir hindi alır. Tekrar pazara gelir. – Hindi var. 20 altın. Hindi var... diye bağırır. Müşterilerden birisi: – Aman Hocam! Olur mu? Bir hindi hiç yirmi altın eder mi, der. Nasrettin Hoca papağanı gösterir: – Şu küçük kuşa on altın istiyorlar. Niçin benim bu hindim yirmi altın etmesin? Adam şöyle der: – Hocam o küçük kuş, insan gibi konuşur. Normal bir kuş değil. Nasrettin Hoca da: – O papağan konuşuyorsa, bizim hindimiz de düşünür, der. GÜRÜLTÜ Komşusu Hoca'ya: – Hocam sizin evden dün gece bir ses geldi, ne oldu, diye sorar. – Hiç! Ne olsun, benim kürk merdivenden düştü. – Ama Hocam kürkten bu kadar çok ses çıkar mı? – Çıkar elbette, çünkü içinde ben de vardım, der. Kendini Test Et. İnteraktif Videoları İzle - Takip et - Düşün - Bilmediğin kelimeleri araştır - sorulara cevap ver - Nasrettin Hoca: https://nilecenter.org/turkce-ogreniyorum-b1-ders-12/