13th-century Persian poet
POPULARITY
Categories
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır. “Kur'ân'ı gereği gibi güzel okuyan kimse vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle berâberdir. Kur'ân'ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” Burada bahsedilen iki kat sevaptan birinin sebebi şudur: Bu kimse önce Kur'ân okumuştur. Elbette Kur'ân okuduğundan dolayı bir sevap veriliyor. İkinci sevâbın sebebi ise bu kimsenin zahmet çekip üzerinde dikkatle durarak, düşünerek ve yorularak okumasıdır ki zahmet çektiği ve yorulduğu için de ayrıca bir sevap daha veriliyor. Sevabı iki katlı oluyor. Bu hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v.)'in müslümanların gönüllerini nasıl aldığını, teşvik edip ümîd verdiklerini şöyle bir düşünelim. Kur'ân-ı Kerîm'i okumak için zahmet çeken kimseleri ümitsiz bırakmak şöyle dursun, zorluk çektiklerinden dolayı kendilerine iki kat sevap müjdelemişlerdir.Resûlullâh (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Her kim Kur'ân'dan bir harf okursa bir hasene (bir sevap) kazanır. Bu hasene de on katı ile amel defterine yazılır. Ben, Elif-Lâm-Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lâm bir harftir, Mim de bir harftir.” Meselâ bir kimse “el-hamdü” kelimesini okursa burada “Elif, Lâm, Hâ, Mîm, Dâl,” olarak beş harf vardır. Öyleyse bu kimse elli iyilik kazanmış olacaktır. Biraz gayret ve himmet sarf etmeyip Kur'ân-ı Kerîm'i okumayan veya ondan bir kısmını öğrenmeyen zavallıların hâlini düşünelim. Bunlar ne kadar bedbaht ve zavallıdırlar ki çok az bir gayreti esirgerler de kendilerini bütün bu iyilik, ecir ve sevaptan, nimet ve servetler kazanmaktan mahrum bırakırlar.(Eşref Ali et-Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn-Müslümanın Günlük Hayatı, s.93)
İstanbul evliyâsının büyüklerinden. 1664 (H.1075) târihinde Tokat'ta doğdu. Mehmed Emîn Tokadi hazretleri, ilim tahsîline memleketinde başladı ve 1698 senesinde İstanbul'a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders aldı. Sonra Mekke'de, İmamı Râbbani Hz.'nin oğlunun talebesi Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrendi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî'den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Bundan sonra kendisine Ravza-ı Mutahhare'de Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in türbesinde türbedarlık verilmiştir. Bu göreve getirildiğinde, kavuştuğu nimete şükrederek; “İki cihan sultanının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. Onun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevla mahrum eylemez, zarara uğratmaz. Cihanın sultanı olan Resûlullah (s.a.v.)'in hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emin! Sana müjdeler olsun! Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in kapısında zahiren ve batınen hizmetçi olmakla şereflendin.'' diyerek Allâh'a duâ etmiştir. Mekke'de üç senelik eğitiminden sonra hocası artık İstanbul'a gitmesini istemişti. Kendisinden son bir arzusunun olup olmadığını sorduğunda, hocasına ''Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir Fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın.'' Bu istek karşısında hocası kendisine şunları söylemiştir. “Vasiyet et ki, vefatından sonra kabrini kolay bulunacak bir yere yapmasınlar. Virane bir yere defnetsinler. Kimse bilmesin. Ancak, nasibi olanlar gelip bulsun, duâ etsinler.'' 1745 târihinde İstanbul'da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ biiznilah müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.**(Evliyalar Ansiklopedisi, s.1910)**
Hz. Hüseyin (r.a.): “Babama Resûlullâh (s.a.v.)'in meclisinde bulunlara nasıl davrandığını sordum. O da şunları söyledi: “Resûlullâh (s.a.v.), daima güler yüzlü ve yumuşak mizaçlı idi. Kötü huylu, katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez, kimseyi ayıplamaz, kimseyle tartışmazdı. Hoşlanmadığı şeyi görmezden gelir ve de kimse onun lütfundan ümitsizliğe düşmezdi. Resûlullâh (s.a.v.) çekişmekten, çok konuşmaktan, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmaktan uzak dururdu. İnsanlarda kusur aramazdı. Hiç kimseyi aşağılayıp küçümsemez, kimseyi ayıplamaz, kimsenin ayıplarını araştırmazdı. İnsana sevap kazandırmayan faydasız söz de sarf etmezdi.O (s.a.v.) konuşmaya başlayınca, yanındakiler başlarında bir kuş varmış gibi, önlerine bakarak onu dinler, O (s.a.v.) susunca konuşurlardı. Ashâb-ı Kiram (r.a.e.), O (s.a.v.)'in yanında kendi aralarında konuşmazdı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in huzûrunda biri konuşmaya başlasa sözünü bitirene kadar onu dinler, birbirinin sözünü kesmezlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashâbı (r.a.e.)'in gönlünü hoş etmek için onların güldüğü şeye güler, onların hayret ettiği şeye hayret ederdi. Huzûrunda konuşma edebini bilmeyen yabancıların kaba konuşmalarına ve soru sormalarına sabreder ve şöyle buyururdu: “İhtiyaç sâhibi biri sizden yardım isterse elinizden geldiğince onun ihtiyacını giderin.” Daha önce iyilik yaptığı birinin övgüsünü kâbul eder ancak kendisini aşırı şekilde övmeye kalkanlara izin vermezdi. Bir kimse uygun olmayan bir şey söylemedikçe sözünü kesmezdi. Uygun olmayan tarzda konuşan kimseyi ise ya uyarıp sözünü keser veya oradan kalkıp giderdi. (Tirmizî) Allâhü Teâlâ, Kelâm-ı Kadîm'inde Resûlü (s.a.v.) hakkında şöyle buyuruyor: “Hiç şüphesiz büyük bir ahlâk üzerindesin sen.”(Eşref Ali Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn Müslümanın Günlük Hayatı, s.163)
Evlilik insan hayatındaki en önemli dönemeçlerden biridir. Bu dönemeç düzgün bir şekilde dönülmediği takdirde sonradan düzeltmesi çok zor olur. Günümüzde evlâdların ana-babaları ile yaşadıkları en büyük sorunlardan bir tanesi evlilik konusunda ortaya çıkmaktadır. Evlenirken tâbiki ana-babaya sorulur, onların rızâsı alınır. İslâmi terbiye almış bir hanım bulurlarsa ne âlâ; ama evlâdlarını namazı, abdesti olmayan bir hanım ile evlenmeye zorluyorlarsa o zaman o da bunu kâbul etmek zorunda değildir. Bilindiği gibi Resûlullâh (s.a.v.)'in evlilik konusunda “Kadınlarla dört hasletleri için evlenilir: Malı için, asaleti için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı tercih et, mesud olursun.” (Buhari, Müslim) buyurmuşlardır.Burada günümüzde erkeklerin sıkça karşılaştıkları bir durumdan bahsetmekte fayda var. Kimi erkekler tesettüre riayet etmeyen kızlarla evlenmek istiyorlar ve şart olarak da tesettüre riayet etmelerini istiyorlar. Evlenilecek kızda evlendikten sonra buna riayet edeceğine söz veriyor. Eğer bir kimse “Ben evlendikten sonra tesettüre riayet edeceğim.” diyerek Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)'in emrini hemen tatbik etmeyip evlilik sonrasına tehir ediyorsa çok büyük ihtimalle evlendikten sonra da tatbik etmeyecektir. Bunun birçok örneği vardır. Eğer tesettüre Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)'in emri olduğu için riayet edecekse neden hemen tatbik etmiyor?(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.103-104
Hz. Dırar bin Ezver (r.a.) tam bir İslam fedaisi ve kahramanı idi. Vücudu kılıç yaralarıyla doluydu. Şam civarında rumlara esir düştüğünde İmparator Herakleios çok sevindi. Karşısına çıkarılınca, “Arâbların kumandanı Dırar sen misin?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Evet! Peygamber (s.a.v.) yolunda sizinle harbeden Dırar benim!” dedi. Herakleios: “Kendini askerlerinin yanında mı sanıyorsun da öyle sert konuşuyorsun.” dedi. Hz. Dırar (r.a.): “Her nerede olsam, din düşmanlarına karşı göğsümü gere gere cevab vermekten çekinmem. Sen beni korkar mı zannediyorsun?” dedi. Herakleios: “Kime güveniyorsun?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Resûlullâh (s.a.v.)'in huzurunda bulunmuş bir müslüman, yetmiş tane Herakleios olsa hiçe sayar. Senin son yapacağın öldürmek değil mi? Gideceğim yer huzuru Resûlullâh (s.a.v.)'dir. İslam için terk-i hayat etmek bize her şeyden lezzetlidir.” dedi.Bu cevaplar Herakleios'u sinirlendirdi ve öldürülmesini emretti. Bir anda otuz-kırk kılıç birden Hz. Dırar (r.a.)'in vucuduna inmeye başladı. Ağır şekilde yaralandı. Daha önce İslâm'ı kâbul eden ancak gizli tutan General Mika, Herakleios'a: “Ey Melik! Bunu burada öldürmeyelim, tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkın gözü önünde asalım.” dedi. Bu teklif Herakl'in hoşuna gitti. “Öyleyse buradan kaldır evine götür, iyileşince asalım” dedi. Hz. Dırar (r.a.) bir kaç hafta sonra sağlığına kavuştu. General Mika bir fırsatını buldu ve Hz. Dırar (r.a.) ile arkadaşlarını İslam ordusu tarafına kaçırdı. Tekrar zırhını giydi ve rumlara karşı savaştı ve şehid oldu. Kabri Ürdün'de Dırar köyünde bir mescidin içinde bulunmaktadır. Cenab-ı Hâkk'tan şefaatlerini niyaz ederiz.(Halid Muhammed Halid, Yeryüzü Yıldızları, s.141)
Hadîs hâfızlarının tabakaları konusunda eser veren önde gelen büyük hadîs hâfızları ittifakla Ebû Hanîfe (r.a.)'i kendilerinden biri olarak kabûl ederler. Bu âlimlerden birisi olan Makdisî de el-Muhtasar fî tabakâti ulemâi'l-hadîs isimli eserinde Ebû Hanîfe (r.a.)'e yer vermekte, onun hayatını anlatmakta ve onu şöyle hayırla övmektedir: “Ebû Hanîfe (r.a.) otoriteydi, takvâ sâhibi idi, âlimdi, ilmiyle amel ederdi, ibâdete düşkündü, şânı yüceydi, sultânların verdikleri hediyeleri kabûl etmez, tam tersine ticaretle meşgûl olur, rızkını ticâretten kazanırdı. Dırâr b. Surad'ın nakline göre Yezîd b. Harun'a, “Sevrî mi yoksa Ebû Hanîfe (r.a.) mi daha fakihtir?” diye sorulunca, Yezîd, “Ebû Hanîfe (r.a.) daha fakih, Süfyân es-Sevrî (r.a.) daha çok hadîs ezberlemiştir” diye cevâb vermiştir.İbnü'l-Mübârek (r.âleyh), “Ebû Hanîfe (r.a.) insanların en fakihidir” derken, İmâm-ı Şâfiî (r.a.), “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe (r.a.)'e minnet borçludur” demiştir. Yezîd (r.âleyh) “Ebû Hanîfe (r.a.)'den daha takvâlı ve daha akıllı birisini görmedim” derken, Ebû Dâvûd (r.âleyh) ise “Allâh (c.c.) Ebû Hanîfe (r.a.)'e rahmet eylesin. O otoriteydi” demiştir. Ebû Yusuf (r.âleyh) şöyle anlatmıştır: “Bir gün Ebû Hanîfe (r.a.) ile birlikte yürüyordum. Birisi, bir başkasına “İşte bu zât Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Geceleri uyumaz” deyince Ebû Hanîfe (r.a.), “Vallâhi benden sözedilirken yapmadığım bir şey söylenmemeli” dedi ve bundan sonra geceleri namaz, duâ ve yakarışla ihyâ etmeye başladı. Ebû Hanîfe (r.a.)'in menkîbeleri ve fazîletleri çoktur.”(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.68-70)
Kendini veya başkasını haksız yere öldürmek ve yaralamak elin âfetlerindendir. Haram olan ölü, kan, içki ve benzeri şeyleri almak ve taşımak haram ve el âfetlerinden dir.Bakılması haram veya mekruh olan şeye zaruret yokken el dokundurmak da el âfetlerine dâhildir.Kadın erkek bu hususta müsavidir. Gayr-i müslimle el sıkışmak mekruhtur. Rüşvet alıp vermek haram olan el âfetlerindendir. Ancak zulmü defetmek için olursa o zaman haram değil, mekruhtur.Gasp yoluyla elde edildiğini veya başka bir yoldan haram olduğunu bildiği halde alınan hediye, sadaka ve satılık mal da el âfetlerine dâhil haramlardandır. Başkasının müsaadesi olmadan malını almak, ganimet veya beytü'l-mala hiyânet etmek, hırsızlık yapmak, muhtaç olmadığı halde zekât, öşür, nezir, sadaka-i fıtır, kefaret ve yerde bulduğu bir malı faydalanmak gayesiyle almak haramdır.Ama bulunan bir malı zayî olmasın diye alıp korumak vâcibdir. Tasadduk edilmesi gereken bir malı almak da haramdır. Çünkü asıl ihtiyacından başka kurban kesecek kadar zengin olan kimse dînen zengin sayılır. Veya zekât, fitre ve benzeri şeyi, fakir veya ilm u salâh, takva, keramet ve velayet sahibi zannettiği kimselere verilir, onlarda bu gibi sıfatlar olmadığı ve muhtaç bulunmadıkları halde alırlarsa, bu da haramdır. Delinin, aklı hafif olanın, baygının ve küçük çocuğun, velisi dahi verse, malını almak haramdır. Ancak kıymetinin misliyle veya daha fazlasını vermekle almakta bir beis yoktur.(Birgivi Mehmet Efendi, Tarikatü'l-Muhammediyye Tercümesi, s.436-437)
30 Ramazan 1051 (2 Ocak 1642) tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan İbrâhim, annesi Hatice Turhan Sultan'dır. Ava olan tutkusundan dolayı “Avcı” lakabıyla anılır. Çocukluğunu sarayda geleneksel ortam içinde geçirdi. Bu sırada Şâmî Yûsuf ve Şâmî Hüseyin Efendiler tarafından eğitildi. 18 Receb 1058'de (8 Ağustos 1648) yedi yaşında iken Osmanlı tahtına çıkarıldı.6 Rebîülevvel 1072'de (30 Ekim 1661) IV. Mehmed'in göreve getirdiği Köprülü Mehmed Paşa ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa'nın sadrazamlıkları dönemi ise Osmanlı Devleti'nin yükseliş devrini hatırlatan başarılarla doludur.Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, Osmanlı Devleti'nin gücünü denizlerde Venedikliler'e ve Fransızlar'a, Orta Avrupa'da Lehistan'a ve Avusturya'ya karşı göstermeyi başardı. Uyvar'ın fethi, 1075'te (1664) Avusturya ile yirmi yıllığına imzalanan Vasvar Antlaşması ile sonuçlandı. 1080'de (1669) Kandiye'nin alınmasıyla yirmi beş yıldır sürmekte olan Girit meselesi de halledildi.Tarihe düşkünlüğüyle bilinen IV. Mehmed, dönemin entelektüel şahsiyetlerinden Hezarfen Hüseyin Efen-di'den tarih dersleri almış, Sır kâtibi Abdi Ağa'yı döneminin olaylarını yazmakla görevlendirmiş ve zaman zaman her şeyin yazılıp yazılmadığını kontrol etmiştir. Evliya Çelebi de meşhur eserini bu devirde yazmıştır. Kaynaklardaki bilgilere göre iyi kalpli, çok cömert bir kimse olan ve mazbut bir hayat yaşayan Sultan Mehmed sade giyinirdi. 28 Rebîülâhir 1104'te (6 Ocak 1693) çok sevdiği Edirne'de vefat etti, naaşı İstanbul'a getirilerek annesi Turhan Sultan'ın Yenicami civarındaki türbesine gömüldü.(Abdülkadir Özcan, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.28, s.414-418)
Efendimiz (s.a.v.)'in bizlere ölümden hoşlanmadığımızı imâ etmekten kaçınmamızı vasiyet buyurmuştur. Zamanımızda birçok insanlar bu ahde hıyânet etmektedirler. Bu gibi dünya sever kimselerden hiçbirinin ölüme hazırlandığını görmemekteyiz. Bir kul daima kendisine Allâh (c.c.)'a kavuşmanın sevgisini tattıracak sebepleri araştırıp bulmalıdır. Hiçbir kimse bu dünyayı kendisine ebedî vatan olarak görmemelidir. Bu dünyanın, insanı gerçek eve götüren bir köprü olduğunu görmeli ve ona göre yoluna devam etmelidir. “Bir kimse Allâh (c.c.)'a kavuşmayı özler ve severse, Hâkk Teâlâ (c.c.) da o kuluna kavuşmayı severek ister. O (c.c.)'a kavuşmayı sevmeyip kerâhet duyarlarsa (nefret hissetme), Hâkk Teâlâ (c.c.) da böyle bir kimse ile kavuşmaktan kerâhet duyar.” (Buhari)Hz. Âişe (r.anhâ) der ki: “Hepimiz ölümden kerâhet duyarız.” Bu sözü duyan Efendimiz (s.a.v.), Hz. Âişe (r.anhâ)'ya, “Yok, ölüm sizin bildiğiniz gibi değildir. Belki şöyledir: Mü'min bir kul, Allâh (c.c.)'un râhmeti, rızası ve cennetiyle müjdelenir, Allâh (c.c.)'a kavuşmayı severse Allâh (c.c.) da ona kavuşmayı sever. Fakat Allâh (c.c.)'un azabına düşeceği ve zillet göreceği yolunda uyarılan bir kâfir, Allâh (c.c.)'a kavuşmaktan kerâhet duyacağı gibi Allâh (c.c.) da ona kavuşmaktan nefret duyar.” Efendimiz (s.a.v.), “Ey Allâhım! Sana imân edip de benim senin elçin olduğuma şehadet eden bir kimseye seninle kavuşmayı sevimli kıl, onun ölümünü kolaylaştır, dünya ile bağlantısını azalt. Sana imân etmeyenlere ve benim senin elçin olduğumu yalanlayanlara, sana kavuşmayı sevdirme, canını da kolayca alma, dünya ile bağlantısını çoğalt” diye duâ ederdi.” (Taberânî) “Mü'min bir kimseye en güzel hediye ölümdür.” (Taberânî)(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.1008-1011)
Adı: Kur'an-ı Kerim. Lakabı: Mecid. Lisanı: Arapça. Nüzul zamanı: 27 Ramazan, Fil senesinin 40 yılı. Nüzul mekanı: Mekke, Medine, Hira Mağarası. Nazil eden: Allâhü Teâlâ. Vahimeleği: Hz.Cebrail. Vahyi alan: Hz.Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Vahiy sayısı: 24.000 defa. Nazil olma müddeti: 23 yıl. İlk nazil olan ayet: “Yaratan Râbb'inin adı ile oku” (Alak s. 1) İlk nazil olan sure: Alak. Son nazil olan sure: Nasr. Son nazil olan ayet: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” (Maide s. 3) Cüz sayısı: 30. Sure sayısı: 114. En azametli ayet: Ayet'el Kürsi. En uzun sure: Bakara 286. En kısa sure: Kevser 3. En uzun ayet: Bakara s. 282. En kısa ayet: Taha Suresi “Ta-ha” ayeti. Mekkî surelerin sayısı: 82. Medenî surelerin sayısı: 20. Mekkî ve Medenî sürelerin sayısı: 12. Kuran'ın yarısındaki sure: Kehf suresi. Kuran'ın anası: Fatiha suresi. Kuran'ın kalbi: Yâsin. Kuran'ın gelini: Rahman Suresi. İki besmele olan sure: Neml Süresi. Besmele olmayan sure: Tevbe Suresi. Hizb sayısı: 120 hizb.Tüm ayetinde Allâh ismi olan süre: Mücadele Süresi. Ayet sayısı: 6236. Ayet Kelime sayısı: 77439. Kelime Harf sayısı: 330733. Harf Nokta sayısı: 105684 nokta. Kuran üç bölümden ibarettir: 1. Allâh (c.c.)'un vahdaniyeti 2. Kıssalar 3. Ahkâm.Kuran'da erkek ve kadın eşit oranda,eşit kelimelerle zikrolunmuştur. Yani; Kuran'da, Erkek 24 defa, Kadın da 24 defa zikrolunmuştur. Bu nokta insanı hayrete düşüren ve insanın üzerinde tefekkür etmesi gereken bir noktadır. Bu nokta Kur'an'da her konunun eşit olarak beyan olunduğunu göstermektedir. Kur'an'da Dünya: 115 defa, Ahiret de: 115 defa, Melekler: 88 defa Şeytan da: 88 defa, Yaşamak: 145 defa ,Ölüm de: 145 defa, Fayda: 50 defa, Zarar da: 50 defa. Bütün bunlar insanı derin tefekküre sürüklemektedir.(www.mevlanatakvimi.com)
Ebu Davud'un, Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettiği hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ümmetim içinde Mehdi bulunacaktır. Eğer kısa süre olursa yedi yıl, kısa olmazsa dokuz yıl hüküm sürecek. Mehdi'nin zamanında mal (yani zenginlik) artacak. Yanında da çok servet bulunacak. Biri kalkıp da: Ya Mehdi bana (biraz) yardım et, deyince o da: (istediğin miktarı, taşıyabildiğin kadarı) al, diyecektir.” Keza Ebu Davud'un rivayetindeki (başka) hadîs-i şerifte: “Mehdi ben(im neslim)dendir. Alnı geniş ve açıktır yani alnı üzerindeki saçı dökülmüştür). Doğan ve çekme burunludur. Yeryüzü (önce) haksızlıklarla, zulümlerle dolmuş olduğu gibi o da adaletle dolduracaktır ve yedi yıl hükümdarlık edecektir” buyurulmuştur.Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ten rivayet edilen hadîs-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İmam Mehdi bu adalet ve bolluk içinde yedi yıl, yahut da sekiz yıl veya dokuz yıl yaşayıp hükümdar kalacaktır.”“Dünya tek bir gün kalsa bile Allâh Teâlâ muhakkak o günü uzatır ve yüce Allâh o günde benim neslimden yahut da Ehl-i Beyti'mden adı adıma, babasının adı da babamın adına uygun olan (yani Abdullah oğlu Muhammed olan) kemal sahibi bir kimseyi gönderir” (Ebu Davud) “Dünyada ancak tek bir günden başka hiçbir zaman kalmamış olsa bile Ehl-i Beyt'imden bir kimsenin insanların başına geçmesi için muhakkak Allâhü Teâlâ o günü uzatır (da bu imkânı bahşedecek). Ve o zatın önünde (yardımcı) melekler bulunacak ve İslâm (dini bütün haşmetiyle) ortaya çıkacaktır.(Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s.436-437)
Mekruh ikiye ayrılır. Birincisi tahrîmen mekruhtur. Tahrîmen mekruh, onu işlemekle namazın fâsid olmadığı fakat ecrin noksan olduğu ve onu işleyenin günâhkâr olduğu mekruhtur. İkincisi tenzîhen mekruhtur. Tenzîhen mekruhu işlemekte günâh yoktur, fakat işlememek evlâdır. Mekruh sözü mutlak olarak zikredildiği vakit onunla tahrîmen mekruh kast edilir.Namaz kılan kimsenin elbisesiyle veya bedeniyle oynaması yahut da özürsüz olarak secde edeceği yerdeki çakıl taşlarını temizlemesi mekruhtur. Namaz kılan kimsenin parmaklarını çıtlatması veya elini böğrüne koyması yahut yüzünü sağa sola çevirmesi mekruhtur. Fakat boynunu kıvırmadan yalnızca gözüyle sağa sola bakması mekruh değildir, ancak zaruret olmaksızın bunu yapması münasip değildir. Namaz kılan kimsenin ayaklarını dikmesi ve onların üzerine oturması veya bağdaş kurması yahut da köpeğin oturuşu gibi oturması (ik'â, yani kalçalarını yere koyup dizlerini dikerek oturması) mekruhtur. Ancak kendisinde bir özür varsa bu durumda kolayına geldiği şekilde oturur.Namaz kılan kimsenin, elbisesini topraktan korumak için kaldırması ve kendine doğru toplaması mekruhtur. Kişinin güleceğinden veya huşuuna halel geleceğinden yahut da kalbini meşgul edeceğinden endişe ettiği bir yerde namaz kılması mekruhtur.Kişinin, oturarak veya ayakta durarak konuşmakta olan veya bir işle meşgul olan bir erkeğin sırtına doğru namaz kılması mekruh değildir.Ancak oturan kimsenin bundan dolayı rahatsız olacağından -yani namaz kılan kimsenin namazını bitirmesini bekleyerek rahatsız olacağından- veya onun konuşması sebebiyle kalbinin meşgul olacağından endişe etmesi durumunda onun sırtına doğru namaz kılmaz.(Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.209-214)
20.yy'da Almanya, diğer küresel sömürgeci devletler gibi tarihin kanlı soykırımlarından birini gerçekleştirdi. Namibya'da Herero milletinin %70'ini katletti.Suçunu telafi etmek için hala adım atmadı. Gazze'de işlenen insanlık suçları karşısında İsrail'den yana tavır aldı. Bu durum Namibya hükümeti ve halkının tepkisine yol açtı. 19. yüzyıl sonlarında Almanya tarafından sömürgeleştirildi.1904: Yerli Herero halkı, mızraklarla donatılmış savaşçıları ile Almanlara karşı isyan başlattı. Almanların sert müdahale ile bastırdıkları isyanda Hereroların yüzde 70'i katledildi. Hererolar çöle sürülürken çölde yaşayan Nama halkı da isyan başlattı. Hererolar ile aynı akıbeti paylaşan Nama halkı, nüfusunun yarısını kaybetti.1904-1908: Nama ve Herero katliamları Avrupa sömürgeciliğinin en kanlı örnekleri olarak tarihe geçti.1990: Namibya bağımsızlığını kazanmasının ardından Almanya'nın gerçekleştirdiği soykırımı tanıması için girişim başlattı.2004: İsrail devletini Filistin'de işlediği suçlara rağmen savunan Almanya, Namibya'da da tarihin en kanlı soykırımlarından birini gerçekleştirmişti. Namibya'ya bir ziyarette bulunan Almanya Kalkınma Yardımları Bakanı soykırımı kabul ederek özür diledi.2011: Almanya yerli halka ait 20 kafatasını iade etti.2021: Berlin hükümeti, Namibya'da işlenen suçları soykırım olarak kabul etti, tazminat ödemeyi kabul etmedi.(www.aa.com, 16.01.2024)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz 25 yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu. Hz. Hatice (r.anhâ) adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle berâber idi.Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib: “Bu ağacın altında ancak bir peygamber konakladı. Ey Meysere O (s.a.v.)'in gözlerinde kırmızılık var mıdır?” dedi. Meysere: “Evet” karşılığını verdi. “Bu kırmızılık bâzen geçer mi?”dedi. Meysere de: “Hayır” dedi. Râhib: “Öyleyse bu zat, bir peygamberdir” dedi. Ticâret malını satarken birisi kendisine: “Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?” diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu kesinlikle reddetti. Adam da: “Söz senin sözündür, hak olan budur!” dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: “Bilesin ki bu zât peygamber olacaktır. Bizim rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar” diye ekledi.Mekke kadınları bir bayram gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte olduğunu duydular: “Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir peygamber çıkacak, O (s.a.v.)'in adı Ahmed olacak, Allâh (c.c.)'un elçiliği ve son peygamberlik vazifesi O (s.a.v.)'nde olacak… İçinizden hangi kadın, O (s.a.v.)'in eşi olma imkânını bulursa, O (s.a.v.)'e eş olmaya baksın!” Bu sesi duyan kadınlar kızıp hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip lanetlediler. Hz. Hatice (r.anhâ) ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine hiç karışmadı.”(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.165)
17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki yılda tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)'nun ma‘nevî evlâdı ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'tür.23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde inşâ edilmiştir. Câminin külliye haline getirilmesine devâm edilmektedir. İstanbul'un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahallesinde bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı mîmârîsinin ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe'de şöyle denilmektedir: “Silsile-i Aliyye-i Nakşîbendiyye'nin otuz üçüncü postnişînleri olup Silsile-i Aliyye'nin otuz ikinci postnişîni Şeyhü'l-meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh hazretlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı Akdes'in şecere-i mübârekeleri, Ramazanoğlu Beyliği'nden Hz.Seyfullâh Hâlid bin Velîd (r.a.)'e uzanır. Hicrî 1308'de Adana'da dünyâyı teşrîf eden Zât-ı âli-kadrleri, 1404'te Medîne-i Münevvere'de irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü'l Bakî'de ziyâretgâhtır. Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i Seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)'i ihyâ eylediklerinde ve nice yüksek makâmların sâhibi;Gavs, Müceddid, Sâhibü'z-zamân ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı Akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin. Âmîn.Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir.Bunun yerine “kutub” da kullanılır. En yüksek ma'nevî makâmdır. Allâh (c.c.) onların duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.Müceddid: Her asır başında geleceği Nebî (s.a.v.) tarafından müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve yeniden bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî hükümlere harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona karıştırılmak istenilen bid'atleri def ederler.Sâhibü'z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.
Kimya biliminin ve deneyselliğin kurucusu olarak Cabir bin Hayyan'ı buluruz. İlk laboratuvarı Cabir bin Hayyan kurmuştur. Buluş ve çalışmalarında bilimsel metotları uygulamıştır. Cabir bin Hayyan, bütün ilimler tarihinde,özellikle kimya alanında ilk defa laboratuvar kuran ve ilk defa müşahede ve deney yolunu bilimsel araştırmaya kazandıran ilim adamıdır.Cabir bin Hayyan, hem tahayyül, hem de teori (nazariye) ve deney/tecrübe sahasına getirdiği yeni açıklama yaklaşımları ile şaşırtmaktadır. Mesela bilimsel çalışmalarla canlılarda bile değişiklikler yapılabilir demiştir. Bu düşüncesini şu sözlerle açıkladı: “Allâh bize fizikî kanunlar vermiştir. Bunlarla bitki, hayvan hattâ insandaki benzerini yapabiliriz. Allâh beşere öyle kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer, kâinattaki bütün sır perdelerini bununla çözmeye muktedirdir.”Cabir bin Hayyan'ın nükleer bilim hakkında da ilk sözü söyleyen ilim adamı (alim) olarak bilinir. Yunan filozofları atom parçalanamaz (cüzi lâ yetecezza) demiştir. Cabir ise aksine atomun da parçalanabileceğini ve onun enerji dolu ve hareketli olduğunu söyledi.Hayyan'ın atom yerine “zerre” kavramını kullandığını görüyoruz. Zerrenin parçalanması sonucunda ortaya muazzam bir enerji çıkacağını ifade etti. Şu sözü meşhur olmuştur:“Yunanlıların atom dedikleri ‘cüz-i lâ yetecezza' da parçalanır ve bundan enerji hasıl olur. Bu öyle bir enerjidir ki bir habbeciğin bu şekilde parçalanması Allâh göstermesin,Bağdat gibi bir şehri yok edebilir.”(Prof. Dr. Osman Çakmak, Zafer Dergisi, 557. Sayı, Mayıs 2023)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim, bir musibet esnasında, “Sahibimiz Allâh (c.c.)'dur, döneceğimiz yer de O (c.c.)'un huzurudur” derse, Allâh (c.c.) onun musibetini sarar, tedavi eder. Onun âkibetini güzel yaparak, ona kendisinden hoşnut olacağı güzel bir bedel, bir halef verir. ”Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kandili sönünce “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği, buna karşılık “bu bir musibet midir” diye sorulduğunda, “Evet, mü'mine eziyet veren, üzen her şey, onun için musibettir.” diye cevâb verdiği rivayet edilmiştir.Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir:Ebu Seleme (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, “Başına bir belâ gelen herhangi bir müslüman, “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allâh (c.c.)'un emrine sığınır ve “Ey Allâh'ım, bu musibetin senden geldiğini biliyorum. O halde ona karşılık bana mükâfât ver ve ondan daha hayırlısını bana nasib et” derse, Allâh (c.c.) onu o belaya karşılık mükafâtlandırır ve ona daha hayırlısını bedel olarak verir” dediğini bana anlattı.Ümmü Seleme (r.anhâ) devamla, “Ebu Seleme ölünce ben bu hadisi hatırladım ve “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedim. Daha sonra Cenâb-ı Hâkk Ebu Seleme (r.a.)'in yerine bana Hz. Peygamber (s.a.v.)'i (koca olarak) nasib etti” demiştir.İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Allâh (c.c.),mü'minler Allâh (c.c.)'un emrine teslim olup,ona yönelerek, başına gelen bir musibet esnasında “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği zaman, kendisinin onlara o mü'min için üç özellik, yani Allâh (c.c.)'dan mağfiret, râhmet ve hidayet yolunu gerçekleştirme nimetlerini takdir ettiğini haber vermiştir.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.94)
Resûlullâh (s.a.v) için “yürüyen Kur'an”,“canlı Kur'an” deniyor. Biz 1500 yıl sonra ona tabi olanlar, onunla birlikte olmaktan mahrumuz. Efendimiz (s.a.v.)'in yaşayan Kur'an oluşu sadece yaşadığı çağa mahsustu diyemeyeceğimize göre, bugünkü müslümanlar ve bizden sonrakiler bu meseleyi nasıl çözecekler? Bu soru müslümanların kalkınmaları için çok önemli. Başta şunu söyleyeyim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz için kullanılan “yürüyen Kur'an” ifadesi yeni bir ifadedir, bilinen ifade Hz. Aişe (r.anhâ) validemizin ifadesidir: “Onun ahlâkı Kur'an'dır.” Cevaba, her meseleyi kapsayan genel bir düşünceyle başlamak istiyorum. Her şey görecelidir, yani biz gelecek nesle nispetle daha hayırlıyız, bizden önceki nesil bizden hayırlıdır, böylece geriye doğru tabiin ve sahabe dönemine kadar gidilir. Bu bizi ye'se sevketmemelidir. Asla pes etmeyip ilerlemek için çabalamalıyız.Peki, İslâm ümmetinin kalkınması için; adımları, metotları, ibadetleri ve ahlâkı ile Peygamber (s.a.v.)'in hidayet yoluna götürecek vesileler nelerdir? Birinci vesile; büyük âlimler, imamlar ve selef-i salihin bize miras olarak bıraktıkları sahih ilmi yaymaktır. İkincisi; bütün insanlar Hz.Âdem (a.s.)'ın çağından günümüze hatta kıyâmete kadar hak veya bâtıl yolunu tutmuşlardır.Biz hakkı desteklemeye çalışmalı, âlimlerin meclislerini ve onların yanında bulunmayı teşvik etmeliyiz. Aynı zamanda hayrı ve hakkı teşvik edip fesâdı yıkmaya çalışmalıyız. Bir başka önemli husus da, müslümanlar arasında selef-i salihin ahlâkını daima yaşatmalı ve yaymalıyız.“Bu genel bir sözdür, fakat uygulaması nasıl?” diye sorabilirsiniz. Cevabı: Uygulama selef-i salihin haberlerini, menkıbe ve ahlâkını yaymakla mümkündür.(Muhammed Avvame Hocaefendi, Din ve Hayat Dergisi, 35. Sayı, s.61)
Şehvetin başlıca iki derecesi vardır. En üst ve tehlikeli derecesi, nefsin arzularına uyarak İslam'dan uzak kalmak ve küfre düşmektir. İkincisi ise İslam'a mensup olduğu hâlde bir müslümanın Allâh'ın emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik göstermesidir. Allâh'ın emir ve yasaklarına riayet etmemesi noktasında nefsin üç çeşit isteği olabilmektedir: Nefsin birinci isteği bidattır. Bu itikat ile alakalıdır. Bidatın tanımı, dinde olmayan bir şeyi din olarak kâbul etmektir. Meselâ, Berat Kandili'nde helva pişirmeyi zorunlu görmek ve bunun için sevap beklemek bu türdendir. Nefsin ikinci isteği amel ile alakalıdır. Vakti girdiği hâlde uykuyu bahane ederek namazı kazaya bırakmak, yatsı namazını kılmadan uyumak yada ticaretle meşgul iken namaz vakti girdiğinde namaza iştirak etmemek ve namaza başladıktan sonra namazı özensiz edâ etmek, zihnin başka şeylerle meşgul olması hevâ ve 1hevesin birer göstergesidir.Kısacası dinin emirlerine uymamak ve yasaklarına riayet etmemek, hevâ ve hevesin peşine düşmek demektir. Nefsin üçüncü isteği kaza ve kader hakkında yanlış görüşlere sahip olmaktan ibarettir. Yağmur yağmadığı zaman bir müslümanın istiğfar ve duâ ederek Allâh (c.c.)'a yönelmesi gerekirken, nefsin arzusu doğrultusunda ileri geri konuşması buna misâl olarak verilebilir. Böyle bir kişiye, “Allâh her şeyi hakkıyla bilen, hikmet sahibi ve her şeye kadirdir, senin bu konuda ileri geri konuşmanın ne faydası var?” denildiğinde, yine haddini bilmeden “Ziraatım bitti, mahsullerim mahvoldu” gibi cümleler kurmaya devam etmektedir. Şüphesiz, bu kadar hadsizlik ancak azgın bir nefsin işi olabilir. Bahsedilen hevâ ve heves çeşitlerinin hepsinin ortak özelliğinin, insanı sırat-ı müstakimden uzaklaştırması olduğu bilinmelidir.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.24-26)
Hz. Ali (r.a.) maiyetindekilerle berâber Medine'ye doğru yola çıktığında, Hâşimoğullarından 300 kişi toplandı. Hz. Ali (r.a.)'ın arkasından takibe başladılar. Ertesi gün Hz. Ali (r.a.)'a yetiştiler. Kalabalığı gören Zeyd b.Hârise (r.a.); “Âmiroğulları kabilesinden yardım isteyelim” dedi. Hz. Ali (r.a.): “Ey Zeyd! Allâhü Teâlâ'ya tevekkül edelim. Gidip bizim gibi mahluk olanlardan yardım istememiz doğru değildir. Yardımcımız, gözetenimiz Allâhü Teâlâ'dır” dedi.Topluluğun başındaki Ebû Cehil, bu kadar çok insanla vuruşacak mısın? dedi. Hz. Ali (r.a.):”Evet. Resûlullâh (s.a.v.)'in haremi üzerine gelen askerle savaşırım” dedi. Ebû Cehil;“Sabah olunca görüşürüz” dedi. Ebû Cehil'e neden sabaha kadar beklediği sorulduğunda “Mekke kuruldu kurulalı onun gibi şecaatli ve kuvvetli bir server gelmemiştir. Savaşırsak askerimiz harap olur. Araplar içinde rezil oluruz.Ola ki, Ali'nin gönlüne bir korku düşer yada bu 300 kişiden yürekli bir er çıkar, gider Ali'yi gâfil iken öldürür, bizi de kurtarır.” dedi.Hz. Ali (r.a.) ertesi sabaha kadar Allâh Resûlü (s.a.v.)'in ehl-i beytine göz kulak oldu,sabah namazını kıldı. Kureyş'in karşısına tek başına dikildi ve kılıcını çekip 300 kişinin arasına daldı. Öğle vaktine kadar vuruştu. 27 kişiyi öldürdü. Kimisini de yaraladı. Hz. Ali (r.a.):“Ey topluluk! Gördünüz mü yalnız da olsa kişinin yardımcısı Hâkk Teâlâ olunca, onun işinin nasıl kolay olacağını. Onun için düşmanın çokluğunun hiçbir kıymeti yoktur” dedi. Bu sözler onlara ağır geldi. Kureyş kavmi tekrar geri döndü. Hz. Ali (r.a.)'da Medine'ye gitmek üzere yola koyuldu. Hz. Ali (k.v.)'nin Kureyş'e yaptığını, hiç kimse kimseye yapmamıştı.(Erzurumlu Mustafa Darir, Siyer-i Nebi, c.2, s.213-217)
“Gerçeğin Aynası” Mevlana Hüdavendigar der ki; “Baktığın benim, gördüğün sensin.” Hoşgeldin sevgili dostum, ben Hasan Basri Budak.İnsan, dünyayı kendi gözlerinden görür. Hakikat dediğimiz şey, çoğu zaman kalbimizin rengini taşır. Eğer kalbinde korku varsa, her şeyi tehdit gibi algılarsın. İçin sevgiyle doluysa, en sert bakışlarda bile şefkat bulursun. Mevlana'nın bu sözü bize şunu hatırlatır: Senin gördüğün gerçek, aslında sensin. Baktığında gördüğün şey, dış dünyanın çıplak yüzü değil, senin içindeki aynanın yansımasıdır. Bu yüzden, dünyayı değiştirmenin yolu önce kendi bakışını değiştirmekten geçer. Bu bölümde bu konunun hakikatini açığa çıkarıyoruz.Keyifli dinlemelerBecome a supporter of this podcast: https://www.spreaker.com/podcast/hasan-basri-budak-ile-kendine-gel--5728974/support.
Yabancı bir kadının ancak yüzüne ve iki eline bakılabilir. Bu da zaruretten dolayı caizdir.Şehvetsiz bir şekilde ve ihtiyaç olursa bakabilir. Bakmanın helal olması, şehvetin olmamasıyla kayıtlıdır. Şehvetle bakmak ise haramdır. Bu konuda Düru'l Muhtar sahibi “Bu hüküm eski zamana göredir.” buyurmuşlardır. Oysa zamanımızda erkeğin, genç kadına şehvetsiz iken bile bakmaması gerekir. Hicâb âyetinin gelmesinden sonra, günün birinde Nebi (s.a.v.)'in eşlerinden Ümmü Seleme ve Meymûne (r.anhüma) validelerimiz, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in huzurunda oturuyorlardı.Ashâb (r.a.e.)'den gözleri görmeyen Abdullah b.Ümmi Mektûm (r.a.) hâne-i saadete çıkageldi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, zevcelerine hitaben buyurdular ki: “Örtünüze bürününüz.” Validelerimiz (r.anhüma): “Ey Allâh'ın Resulü, o âmâ değil mi? Bizi görmez ve tanımaz” dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Sizler de mi âmâsınız, siz onu görmüyor musunuz?” Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in zevcelerinin Ümmet-i Muhammed'in anneleri olduğu âyetle sâbit iken ve gelenin gözleri de âmâ bulunduğu halde böyle buyurulunca, tamamen yabana ve gözleri şehvetle dört açılmış erkeklerin nazarına kendini arzeden bir kadın için asla bir mazeret kâbul edilemez. Mü'min erkeklere söyle onlar gözlerini dahilde, hariçte, başkalarının evlerine girerken,çıkarken, otururken veya kalkarken her halde haramdan indirsinler; harama bakmaktan,ayıp bîr şey görmekten sakınsınlar da, kendileri için bakmak mubah olan şeylerden başkasına bakmasınlar ve ırzlarını zinadan muhafaza edip haramdan, başkalarının görmesinden saklasınlar, avret yerlerini iyice örtsünler, tâ ki orayı kimse göremesin. İşte bu; gözlerini kapamak, avretlerini örtüp kendilerini zinadan muhafaza etmek, onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allâh (c.c.) ne yaparlarsa hakkıyla haberdârdır. (Nur s. 30)(İbn Abidin, Reddü'l Muhtar)
Yüce Allâh, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i hak üzere göndermiş, O (s.a.v.)'e Kur'ân-ı Kerîm'ini indirmiş ve bu Kitâbı muhâfaza etmeyi garanti ettiğini bildirmiştir. Nitekim Yüce Allâh bu konuda şöyle der: “Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr s. 9) Yine Yüce Allâh, Resûlü Hz.Peygamber (s.a.v.)'i, dînini ve Kitâbı'nı açıklamakla görevlendirmiştir. Nitekim bu husûsta Allâhü Teâlâ “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” (Nahl s. 44) buyurmaktadır. Yüce Allâh, Peygamber (s.a.v.)'i, açıklamakla görevlendirdiği husûsları açıklamak üzere ümmeti içinde belli bir süre bırakmış, sonra da O (s.a.v.)'i ve ümmetini apaçık bir yol üzere bırakmış olarak kendi râhmetine almıştır. Artık müslümanlar, herhangi bir olayla karşılaştıklarında Allâh (c.c.)'un Kitâbı'nda ve Peygamberi (s.a.v.)'in sünnetinde o olayın açıklamasını ya açıktan açığa veya delâlet yoluyla bulacaklardır. Yüce Allâh, her asırda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmeti arasından İslâm'ı açıklayan,ümmeti için muhâfaza eden ve bid‘atı ondan uzak kılan âlimler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) “Bu ilme her nesilden onların âdil olanları vâris olur. Bunlar, aşırıların tahrîfini, haksızların haksız isnâdlarını ve câhillerin te'vîlini ilimden uzak ederler” (Beyhakî) buyurmuştur. Bu haber, sahâbe döneminden günümüze kadar her asırda doğru çıkmıştır. Her çağda sünnetin râvîlerini tanıyan belli bir topluluk mevcûd olmuş, cerh ve ta‘dîl açısından onların durumlarına vâkıf olmuş, durumlarını beyân etmiş ve bunları kitaplarda zikretmişlerdir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.27-28)