13th-century Persian poet
 
			POPULARITY
Categories
Guslün farziyyeti kitapla sabittir. Cenâb-ı Hâkk şöyle buyuruyor: “Cünüp olursanız iyice temizlenin.” (Maide s. 6) Gusülde bedenin tamamını yıkamak farzdır. Yıkanmasında meşakkat olan yerler istisna edilmiştir. Gusledecek kişi önce elleri ve avret mahallini yıkar, varsa bedendeki necâseti giderir sonra ayakları yıkamayı tehir ederek abdest alır. Daha sonra baştan başlayarak her defasında kuru yer kalmayacak şekilde bütün bedeni üç kez yıkar. Son olarak ayaklarını yıkar. Ayaklarını tehir etmesi gusledilen yerde ayaklara değecek şekilde müstamel suyun birikmesinden ötürüdür. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse tehir etmesi gerekli değildir. Efendimiz (s.a.v.)'in hanımı Meymune (r.anhâ) validemiz şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) ayakları dışında aynen namaz için abdest alır gibi abdest aldı. Ardından avret mahallini ve bedenine isabet eden yıkanacak şeyleri yıkadı. Sonra üzerine su döktü. Daha sonra ayaklarını uzatıp yıkadı. Cenâbetten guslü işte budur.” (Buhârî)Suyu normal kullanmak yani ne çok israf etmek ne de çok az kullanmak, ilk yıkamada bütün azaları ovalamak, kimsenin görmeyeceği bir yerde gusletmek ve sonunda bir mendil, havlu ile kurulanmak müstehabtır.SORU: Deniz veya akarsuya girmekle gusledilmiş olur mu?CEVAP: Akıcı bir suda veya büyük bir havuzda ya da şiddetli yağmur altında abdest ve gusül müddetince beklese abdest ve guslü sahih olduğu gibi sünnetlerini de ikmâl etmiş olur.(Suâlli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.1, s.231-233)
Yalan söylemenin caiz olduğu bazı yerler bir hadiste şöyle geçer: “Araları iyi olmayan müslümanları birleştirmek, savaşta düşmanı kandırmak ve karısını memnun etmek için yalan söylemek caizdir.” Buna göre doğruyu söylemesi halinde aralarının bozulacağından endişe ediyorsa kocanın, karısına yalan söylemesinde bir sakınca yoktur. Aynı şekilde müslüman kardeşinin malını bir zalimden kurtarmak için yalan söylemek, gizlediği emaneti muhafaza edebilmek için yerini bildiği halde, bilmiyorum demek câizdir. Yine doğru söylenmesi durumunda bir müslümanın namusuna zarar gelecek her yerde yalan söylemek caizdir.İhyâ-ı Ulûmu'd-dîn adlı eserinde İmam Gazâlî (r.âleyh); yalan söylenmemesi halinde bir müslümanın canının tehlikeye düştüğü durumlarda yalan söylemenin farz olduğunu belirtmektedir. Başkalarını güldürmek veya herhangi bir menfaat elde etmek için yalan söylemek haram olduğu gibi çocukları yanına çağırmak için yalan vaatte bulunmak da kesinlikle haramdır. “Maslahat nedeniyle yalan söylemek caizdir” şeklindeki meşhur söz, mutlak olmayıp bazı şartlara bağlıdır. Yalan ancak başkalarına zarar vermemek kaydıyla birilerini zarardan kurtarmak gibi durumlarda câiz olabilir. Bu durumu İmdâdullah Muhacir-i Mekkî (r.âleyh) şöyle açıklamaktadır: “Dürüst olup olmadığını bilmediğin biri senden borç istediğinde onun vermeyeceğine dair kanaat beslemende bir beis yoktur. Ahlâkını bilemediğin için senden aldığı parayı geri ödemez diye düşünmen ve paran olduğu halde kendini zarardan kurtarmak için “Bende yok” diyerek onu geri çevirebilirsin.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevi, Tehzîbu'l-Ahlâk, s.65-66)
Efendimiz (s.a.v.)'in bizlere vasiyetlerinden biri, kan akrâbalığı olan yakınlarımızla, ilişkimizin kopmamasına dikkat etmek, bu bağ kopmuş olsa da, Allâh (c.c.)'un rızası ve kendi iyiliğimiz için onlarla ilişkimizi yeniden sağlamlaştırmaya çalışmamız hakkındadır. Bunun büyük ecir ve sevâbı olduğu bilinmelidir. Yine, akrâba ve kan yakınlarıyla bağlantısını kesen bir kimse ile oturmamalıdır. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Hâkk Teâlâ diyor ki: “Ben, yüce Rahman olan Allâh'ım. Rahimi (kan bağı) yarattım, ona kendi adımdan ad verdim. Her kim buna sıkıca bağlanırsa, onu kendime bağlamış olurum. Bunu kesip koparanı da kesip koparmış olurum.” (Ebû Davud)Başka bir rivayette: “Diline ve irâdesine hâkim olmayan, herkese seninleyim diyen ve insanlar bize iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, onlar kötülük yaparsa, biz de kötülük yaparız, diyen kimseler olmayınız. Kendinize hâkim olunuz. Halkın en iyileri, kötü muamele gördükleri halde, zulüm yapmayıp, ihsanda bulunanlarınızdır.” (Tirmizî) buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerifte rivayet edilmiştir: “Allâh (c.c.)'un âhiretteki cezaları mahfuz kalmak şartıyla, dünya hayatında acele olarak sahibini cezalandıracağı günâhlar şunlardır: Zina, rahim bağını koparmak, hıyânet ve yalandır.” (İbn Mâce) Ebu Evfa oğlu Abdullah (r.a.)'den nâklen şu hadîs anlatılır: “Bizler, Efendimiz (s.a.v.)'in yanında oturuyorduk. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “Rahim bağını koparıp kesenler aramızda oturmasın.” O halkanın içinden bir genç kalkarak dışarı çıkar, bir olaydan dolayı, araları açık olan teyzesine giderek, tevbe edip af diler. Teyzesi de onu affettikten sonra döner. Efendimiz (s.a.v.)'in meclisine gelir. Efendimiz (s.a.v.) durumu bildiği cihetle şöyle buyurur: “Allâh (c.c.)'un rahmeti, rahim bağını koparan bir toplumun üzerine inmez.” (Esbehanî) Allâh (c.c.) en doğrusunu bilir.(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.937-939)
Ensârdan ilk şehîd olan kişi Hârise bin Süreka (r.a.)'dır. Hârise (r.a.)'ın annesi, daha sonra Nebî (s.a.v.) Efendimiz'in huzuruna gelerek: “Yâ Nebîyallâh! Bana Hârise'nin durmundan haber verir misiniz?” “Ona, Bedir günü serseri bir ok dokunarak öldürmüştü.” “Eğer oğlum cennette ise bu acıya sabrederim, cennette değilse gücüm yettiği kadar ağlamaya çalışırım.” demişti. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Ey Hârise'nin anası, Sana şanlı bir haber vereyim. Cennet'te birçok yüksek dereceler vardır. Oğlun muhakkak bunlardan Firdevs-i A'lâ denilen en yüksek dereceye erişti.” buyurmuştu. Bu cevap üzerine annesi: “İyi iyi, Hârise ne mutlu sana!” diyerek dönüp gitmiştir.Hârise (r.a.)'e bir kere Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in: “Yâ Harise! Bu gece sabaha nasıl çıktın?” diye vâki olan sorusuna ve iltifatına karşılık: “Allâh'ın varlığına ve birliğine gerçekten inanarak sabahladım.” diye ârifâne bir cevap vermişti. Sonra da Hârise (r.a.): “Yâ Resûlullâh! Hakkımda şehâdetle duâ buyurmanızı ve şehîd olmamı dilerim.” diye temennide bulunmuştu. Hârise (r.a.) Bedir Harbi'nde su içmek için havuz başına geldiğinde, Hıbban ibn-i Ârika tarfından atılan bir ok Hârise (r.a.)'in boğazına saplanarak onu şehîd etmişti. Medîneli Ebû Musa'nın bildirdiğine göre Hârise (r.a.), şehâdeti sırasında büluğ çağına gelmemişti. Bedir Harbi”ni seyre gelmiş bir çocuktu. Bunun için oku atan Hıbbân, Hârise (r.a.) öldürmek için atmamıştı. Bunun için ok “serseri” diye tasvir edilmiştir. Hârise (r.a.)'in annesi de şehîd olmak için okun düşman tarafından bilerek hedefe atıp öldürülmesini şehâdetin bir şartı zannediyordu. Bunun için oğlunun durumunu sormuştu.(Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Bedir Gazvesi ve Sure-i Enfâl Tefsiri, s.37)
Kur'ân-ı Azimüşşan'da: “Eğer gökte ve yerde Allâhü Tealâ'dan başka ilâhlar olsaydı, gök ve yer harap (viran) olurdu (bozulurdu)” (Enbiya s. 22) buyuruluyor. Cenâb-ı Allâh'ın ortağı yoktur, O'nun gayrisinde ilâhlar yoktur. Semanın ve yerin de harap olması, bozulması bahis konusu değildir. Kâinat ilâhi nizamlarla devam ederken gerçekleri (İlâhî Kitabın muhteviyatını) kendilerine uydurduklarını sananlar, fâni varlıklara “Tanrı” diyecek kadar ileri gidip egoist ve istismarcı olurlar. İşte bunlar küfre varmışlardır. Halık'ımız hiç bir şeye, hiç bir şey de O (c.c.)'a benzemez. Kur'an-ı Kerim'de: “O'nun (Allâh'ın) hiç bir benzeri yoktur” (Şura s. 11) buyuruluyor.Bir kişi “Ben Allâh (c.c.)'u rüyada yani uykuda gördüm, işte Allâh (c.c.) öyledir veya böyledir” demiş bulunsa, kâfir olur. Cenâb-ı Allâh'ın va- adini, hayr-u affını, mükâfatini ve vaidini, âsiye ikabını, cezasını inkâr eden kâfir olur. Cenâb-ı Allâh dilerse afv eder, dilerse ikab eder. Bir kimse “Allâh (c.c.) şu şeyi bilmez veya şu şeye gücü yetmez” demiş olsa, kâfir olur. Kur'an-ı Azimüşşan'da: “Şüphesiz Allâh her şeyi bilicidir ve her şeye gücü yetendir” (Nahl s. 70) buyuruluyor. Bir kimse Allâhü Tealâ Hazretlerini lâyık olmayan şeylerle vasıflandırsa, yahut Allâh (c.c.)'un isimlerinden bir ismi yahut emirlerinden bir emri veya O (c.c.)'un vadini veya vaidini istihza etse, kâfir olur. Bir kişi, “Dünyada uyanık olduğum halde, Cenabı Allâh'ı açıktan meydanda gördüm, bana ağzından konuşup söyler” demiş olsa kâfir olur. Cenâb-ı Allâh'ın beden unsurları gibi organları, eli, ayağı var diyen ve böyle bir inançta bulunan kimse kâfir olur . İnsan Cenâb-ı Allâh'ın künhünü bilmekle mükellef ve memur değildir. Biz O (c.c.)'un râhmetinin eserlerini düşünmek, güzel isimlerini ve sıfatlarını bilmek, varlığını tasdik etmekle memuruz.(Hüseyin Aşık, Elfaz-ı Küfür, s.49-50)
Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebubekir (r.a.) Sevr dağındaki mağaranın içine girer girmez Hâkk Teâlâ Hazretlerinin emriyle bir çift güvercin gelip kapısının içine yumurta bıraktı. Örümcek de kapının ağzına ev yaptı. Kureyş'in eşkiya ve bedbahtları silâh ve ışıklar ile dağın her tarafını dolaşıp mağaranın kapısına geldiler. Baktılar, yumurtalarla güvercinleri ve örümceği gördüler: “Buraya adam girmişe benzemez” dediler. İçlerinden birisi: “Hele bir içeri girip bakın. Belki buradadırlar” dedi. Umeyye bin Halef denilen melun dedi ki: “Görmüyor musunuz, burada Muhammed doğmadan önce örümcekler yuva yapmış ve güvercinler yumurtlamış.” Velhâsıl mağaranın kapısında bu haller varken içeri girip yoklamayı ahmaklık sayıp hiç kimse girmeye kalkışmadı. Dönüp gittiler. Enes bin Mâlik (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki, Ebû Bekir Sıddık (r.a.): “Eğer kâfirlerden birisi ayaklarına baksaydı bizi görürdü” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Ya Ebâ Bekir, sen ne zannediyorsun o iki kişi hususunda ki, onların üçüncüsü Hâkk Teâlâ Hazretleri olsun” buyurdu. Yâni Hâkk Teâlâ Hazretleri yoldaş olunca kâfirlerden zarar mı gelecektir, demektir.Rivayet ederler ki, Ebû Bekir Sıddık (r.a.) kendilerinin ardınca gelen kâfirleri görünce hüznü şiddetlendi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz için çok mahzun olup büyük bir ıstırâba düştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.): “Eğer beni öldürürlerse ben yalnız bir kimseyim, ama sana bir zarar eriştirirlerse bütün ümmetin helâk olması lâzım gelir” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Ya Ebâ Bekir! Lâ tahzen, innallâhe meanâ” dedi. Yâni: “Yâ Ebâ Bekir, mahzun olma.Muhakkak ki, Allâh bizimle berâberdir” buyurdu.(İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.97-98)
İbn Mes'ud (r.a.) yolu ile gelen rivayette,Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Misvâk kullanmanız gerekir. Zira misvâkta on güzel şey vardır. Şunlardır: Ağzı temizler Râbbi razı eder. Melekleri sevindirir. Gözü parlatır. Dişleri beyazlatır. Diş etlerini pekleştirir. Diş kirini giderir. Yemeği hazmettirir. Balgamı keser. Namaza kat kat sevap getirir. Ayrıca ağız kokusunu gûzelleştirir, ağzın çirkin kokularını önler. O ağız ki, Kur'ân yoludur.” Hassen b. Atiyye (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'den bir hadîs-i şerifi şöyle anlattı: “Abdest imânın yarısıdır. Misvâk ise abdestîn bir parçasıdır. Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namaz için abdest aldıklarında misvâk kullanmalarını emrederdim. Misvakla kılınan iki rekât namaz, misvâksız kılınan yetmiş rekât namazdan daha faziletlidir.”Ebû Hureyre (r.a.)'den naklen Ebû Seleme (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu anlattı: “Beş şey var ki, fıtrat icabı yapmak gerek. Şunlardır: Bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, etek (kasık) tıraşı olmak, koltuk altlarını tıraş etmek, misvak kullanmak.”Mücâhid (r.âleyh) anlatır: Bir süre, Cebrail (a.s.)'ın Resûlullâh (s.a.v.)'e gelmesi gecikti. Sonra geldi. Gelince Resûlullâh (s.a.v.) sordu: “Ey Cebrail! Seni tutan (gelmemeye zorlayan) ne oldu?” Cebrail (a.s.) şöyle anlattı: “Size nasıl gelebilirdim ki? Aranızda tırnaklarını kesmeyen, bıyıklarını kısaltmayan, parmak aralarına su ulaştırmayan, misvâk kullanmayanlar (Ağız temizliğine riayet etmeyenler) var.(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l-Gafilin, s.338-340)
Musa (a.s.); İsrailoğullarına, Erîhâ'ya, yâni Beytülmakdis toprağına girmelerini emretti ve: “Ey kavmim! Allâh'ın, size takdir ettiği mukaddes toprağa giriniz! Arkanıza dönmeyiniz! Sonra nice zararlara uğrayanların haline dönmüş olursunuz!” dedi. Onlar ise: “Ey Musa! Doğrusu orada zorbalar gürûhu (Âd kavmi kalıntısı) var! Doğrusu, onlar, oradan, çıkıncaya kadar, biz, oraya katiyen giremeyiz! Eğer onlar, oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak oraya giricileriz.” dediler.Peygamberine aykırı davranmaktan korkmakta olan kimselerden, Allâh'ın, kendilerine nimet ihsan ettiği iki er: “Onların üzerine şehrin kapısından giriniz! Bir kere, ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki, siz galipsinizdir. Artık, Allâh'a güvenip dayanınız, gerçekten imân etmiş kimselerseniz!'' dedi. Onlar ise: “Ey Musa! Onlar (Zorbalar), orada bulundukça, biz, oraya ebediyen giremeyiz! Artık, sen, Râbb'inle berâber git! Bu suretle ikiniz onlarla harp ediniz! Biz, mutlaka burada oturucularız!” dediler.Musa (a.s.): “Yâ Râb! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik olamıyorum, sözümü geçiremiyorum. Artık sen, o fâsıklar güruhunun arasını ayır!” dedi. Allâh (c.c.): “Muhakkak, orası, kendilerine, kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar oldukları yerde (Tîh çölünde) sersem sersem dolaşacaklardır. Artık sen, o fâsıklar gürûhu hakkında tasalanma!” buyur du. “Hani, Musa kavmine: “Ey kavmim! Ben, size hakîkaten Allâh'ın peygamberi olarak gönderilmiş olduğumu bildiğiniz halde, niçin beni cezâlandırıyorsunuz?” demişti. İşte onlar, hakdan sapıp eğrildikleri zaman, Allâh da onların kalblerini hidayetten döndürdü. Allâh, fâsıklar gürûhuna hidayet etmez.” (Saf s. 50)(M.Asım Köksâl, Peygamberler Tarihi, s.78-89)
Muhafaza altında olmak için her gün okunacak duâlar: E‘ûzu bi'llâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm. Tehassantü bi-zî'l-mülki ve'l-melekûti, va‘tesamtü bi'l-‘izzeti ve'l-ceberûti ve tevekkeltü ‘alâ'l-meliki'l- hayyi'l- kayyûmi'lhalîmi'llezî lâ-yenâmu ve lâ-yemûtu. Dahaltü fî hirzi'llâhi. Dehaltü fî hifzi'llâhi. Dehaltü fî emâni'llâhi bi-hakki kâf hâ yâ ‘ayn sâd. Küfîtü ve bi-hâ mim ‘ayn sîn kâf. Humîtü ve bi-lâhavle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l-‘aliyyi'l-‘azîm. Allâhümma'hruznî bi-hirzi kudretike min keydi'l-a‘dâi ve hallisnî bi mennike ‘an sûikasd-i'l-eşkiyâi ve e‘ûzü bi-ke min kahri'lkâhirîne ve zulmi'z-zâlimîne ve keydi'l ümerâi'l- hâsidîne ve ta‘ni'l- eşkiyâi'l-müfsidîne ve şemâteti'l-eşirrâi'l mudirrîne ve'l-hamdü li'llâhi rabbi'l-‘âlemîn. Allâhümme yâ hâfiza Nûhin fî'l-mâ'i ve Yûsufe fî'l-bi'ri ve Yûnuse min batni'l-hûti ve Eyyûbe fî'd-durri ve Mûsâ fî'l-yemmi ve İbrâhîme fî'n-nâri ve Muhammedin sallâ'llâhu te‘âlâ âleyhi ve selleme fî'l-ğâri. İhfaznî ve lâ tefzahnî ‘alâ rü'ûsi'l-eşhâdi. Allâhümme innî esbahtü (emseytü) lâ-emlikü li-nefsî darran ve lâ-nef‘an ve lâ-mevten ve lâhayâten ve lâ-nüşûrâ ve lâ-estedî‘u en âhuze illâ mâ-a‘taytenî ve lâ-ettekiye illâ mâ vekîtenî allâhümme ve'ffiknî li-mâ tühibbuhu ve terdâhu mine'l-kavli ve'l-‘ameli fî tâ‘atike inneke zû'l-fadli'l-‘azîm.Bi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm Fa'llâhu hayrun hâfizan ve hüve erhamu'r-râhimîn. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu lâ-yesûku'l-hayra illâ'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ‘a'llâhu lâ-yesrifü's-sûe illâ'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu mâ-kâne min ni‘metin fe-mina'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu lâ-havle ve lâkuvvete illâ bi'llâh. Mâ-şâ'a'llâhu te‘âlâ bi'smi'llâhi tevekkeltü ‘alâ'llâhi lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l-‘aliyyi'l-‘azîm. Yâ Şâfî, yâ Kâfî, yâ Mu‘âfî.Sabah esbahtü şeklinde Akşam emseytü şeklinde okunacak.(www.İbâdetTakvimi.com)
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki: “On şey, on şeyi engeller:1. Fatiha, Allâh'ın gazabını,2. Yâsîn suresi, kıyamet günündeki susuzluğu,3. Duhân sûresi, kıyamet korku ve dehşetini,4. Vâkıa sûresi, fakirliği, miskinliği,5. Mülk sûresi, kabir azabını,6. Kevser sûresi, hasımların kinini,7. Kâfirun sûresi,ölüm anında küfrü,8. İhlâs sûresi, ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği,9. Felak sûresi, hased edenlerin hasedini,10. Nâs sûresi, vesveseyi engeller.”(Muhittin ibn-i Arabi, Ravzatü'l Müttekîn, Sırlar Hazinesi, s.401)*DÜNYANIN EN KALİTELİ ÜNİVERSİTESİYeryüzünün en kaliteli üniversite veya medresesi Suffa'dır. “Ben, Muallim/Müderris/Öğretmen olarak gönderildim” (Müslim) Talebelerin bazıları: Ebû Hüreyre (r.a.) muhaddis, Selman el-Farisi (r.a.) mühendis , Hz. Ali (k.v.) edebiyatçı ve müftü, İbn Abbas (r.a.) müfessir ve muhaddis, Hz. Muaz (r.a.) müftü, İbn Mes'ud (r.a.) müftü, İbn Ömer (r.a.) fakih ve muhaddis, Hz.Ömer (r.a.) lider, Hz. Osman (r.a.) Faraiz ilminin mütehassısı.YAPAY ZEKA ÜZERİNE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISINoam Chomsky yapay zeka hakkında şöyle diyor: “İnsan zihni, ChatGPT ve benzeri gibi, bir konuşmaya veya bilimsel bir soruya en makul cevabı elde etmek için yüzlerce terabayt verinin açgözlü bir istatistik makinesi değildir. Aksine insan zihni sınırlı miktarda bilgi ile çalışan şaşırtıcı derecede verimli ve zarif bir sistemdir. Verilerden kaynaklanan bağlantılara zarar vermeye değil, açıklamalar üretmeye çalışıyor. O zaman “Yapay Zeka” demeyi bırakıp, ne olduğunu söyleyelim ve “Plagiat yazılımı” yapalım çünkü hiçbir şey yaratmıyor, var olan sanatçıların eserlerini kopyalayıp telif hakkı kanunlarından kaçacak kadar modifiye ediyor. Bu, Avrupalı sömürgecilerin Amerikan Yerlilerinin topraklarına geldiklerinden beri kaydedilen en büyük fikri mülkiyet hırsızlığıdır.”(Noam Chomsky, New York Times, 8 Mart 2023)
“Sizinle savaşanlarla, Allâh yolunda savaşın” (Bakara s. 190) Allâh (c.c.)'un yolundan maksat, O (c.c.)'un dinidir. Allâh (c.c.)'un dinini güçlendirmek ve zafer elde etmek için sizinle savaşan müşriklere karşı cihad edin. Çünkü Allâh (c.c.)'a giden yol ve Allâh (c.c.)'un rızâsını kazanmak, dini uğrunda cihad etmekle mümkündür. Bu hüküm, henüz topyekün müşriklerle savaş emri gelmeden önceydi. Çünkü Medine'de savaşla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyetin inmesinden sonra Resûlullâh (s.a.v.), kendisiyle savaşanlarla savaşır ve savaşmayanlara da herhangi bir şey yapmazdı. Nitekim İbn Abbas (r.a.)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir:“Bu âyet, Hudeybiye antlaşması sırasında nazil oldu. Resûlullâh (s.a.v.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılında umre ziyareti yapmak için yola çıkmıştı. Sayıları 1400 kişiydi. Hepsi Hudeybiye denilen yerde konakladılar. Müşrikler onların Beytullah'a girmesini engellediler. Resûlullâh (s.a.v.) ve ashabı Hudeybiye'de bir ay kadar bekleyip sonra ertesi yıl umre yapmak üzere müşriklerle barış sözleşmesi yaptılar. Buna göre, bu yıl umre yapamadan dönecekler, gelecek yıl gelip umrelerini yapacaklardı. Sözleşme bu şekliyle imzalandı. Müşriklerin dediklerine Hz. Peygamber (s.a.v.) rızâ gösterdi. Sahabe (r.a.e.) de haram ayda ve Harem sınırları içinde savaşmayı uygun bulmadılar. İşte bunun üzerine Allâh (c.c.) bu âyeti indirdi. Fakat haddi aşmayın. Harem sınırları içinde, hem de ihramlıyken savaşı ilk başlatan siz olmayın. Çünkü Allâh (c.c.), haddi aşanları sevmez. Allâh (c.c.) haddi aşanlar için iyilik dilemez ve onları dostları kâbul etmez.”(İsmail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri, Bakara s. 190)
Resûlullâh (s.a.v.)'e kadının en faziletli namazının nerede olduğu sorulduğunda: “Evinin en kuytu köşesinde kıldığı namazdır.” buyurmuştur. Yani kadının evinde kıldığı namaz, Kâbe'de kıldığı namazdan daha faziletli olmaktadır. Serahsî (r.âleyh)'in burada işaret ettiği Hadis-i Şeriflerden biri şöyledir: “Ümmü Humeyd (r.anhâ) isimli bir kadın Efendimiz (s.a.v.)'e gelerek: “Ya Rasûlallâh! Ben sizinle birlikte mescitte namaz kılmayı çok seviyorum.” demiş. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.): “Ben, benimle birlikte namaz kılmayı sevdiğini biliyorum; lakin evinin en kuytu köşesinde kıldığın namaz, senin için benim mescidimde kıldığın namazdan daha faziletlidir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Ümmü Humeyd (r.anhâ) evinin kuytu köşesine mescid yer bina ettirip ölünceye kadar namazlarını burada kıldı.” İmamımız Ebû Hanîfe (r.a.) söz konusu rivayetlere atıfta bulunarak şöyle demiştir: “Kadınların bayram namazına çıkmalarına ruhsat verilmiştir; ancak bugün ben bunu mekruh görüyorum. Aynı şekilde kadınların cuma ve farz namazlarında cemaate katılmalarını da mekruh görüyorum.”Bugün özellikle Ramazan ve Kandil gecelerinde kadınlar camileri doldurmakta, hocalarımızın hususi sohbet programlarında “hanımlar da davetlidir” şeklinde ilanlar yapılmaktadır. Hatta camilerde gelinlikli düğün, nişan fotoğrafları çekilmekte, daha da ötesi mini etek ve şortla tarihi camilere giren kadın turistlere bile mani olan çıkmamaktadır. Hoca hanımlara yavaş yavaş camide seminerler verdirilir, ki zaman zaman verdiriliyor, sonra vaaz kürsüsünün yolu açılır, ardından minber ve mihrap zorlanır. Bu çıkışların altında hiç şüphesiz “cinsiyet eşitliği” denilen projeye direnen yegâne mekânlar olan camileri alet etme arzusu yatmaktadır.(Mesut Özbilir, 2023)
Arifin istiâzesi (Şeytân'dan Allâh (c.c.)'a sığınmak), Allâh (c.c.)'dan başkasını görmektir. Çünkü Şeytân ariflerin nurundan kaçar. Hikâye olunur ki, Ebû Sâid el-Harraz (k.s.) Hazretleri, Şeytân'ı rüyâda gördü. Onu asâ ile dövmek istedi. Şeytân: “Ey Ebû Said! Ben asâ'dan korkmam. Çünkü sopa gibi maddi şeyler beni incitmezler. Ben ancak; arifin kalbinin semasına doğduğu zaman, marifet güneşinin şuâlarından, ilâhi nurundan korkarım” dedi.Bazıları, “Şeytân'dan istiâze, Allâh (c.c.)'dan başkasından korkmayı izhâr etmektir ki bu da kulluğu ihlâl eder” dediler. Bunlara cevâben deriz ki: “Düşmanı, düşman bilmek muhabbeti kuvvetlendirir, sevgiyi gerçekleştirir. Allâh (c.c.)'dan başkasından Allâh (c.c.)'a koşmak ve ona yönelmek, kulluğu tamamlar. Allâh (c.c.)'un emirlerine sarılmak, tâatı her şey üzerine takdim etmektir. Allâh (c.c.)'dan korkmayandan korkmak, Allâh (c.c.)'un büyüklüğü karşısında insanın çaresizliğini ortaya koymasıdır. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkuyorum” demek, “Ben Allâh (c.c.)'un azâbından ve gadâbından korkuyorum” demektir. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkandan korkarım” demek; “Ben Allâh (c.c.)'dan korkanların bedduâlarından korkuyorum” demektir. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkmayandan korkarım” demek; “Ben Allâh (c.c.)'dan korkmayanların kötü işlerinden korkarım” demektir. Tefsir-i Kebir'de şöyle buyuruldu: “Ben Allâh (c.c.)'a sığınırım, kişinin tüm iyilikleri kazânıp bütün tehlikelerinden kurtulması için mahlûkattan halika ve nefsi için sonsuz ihtiyaçlardan kurtulup; kâmil manâda Hâkk (c.c.) zenginliğine dönmektir. “O halde hemen Allâh'a kaçın. Haberiniz olsun ki, ben size O'ndan açık bir uyarıcıyım” (Zâriyât s. 50) ayetinin sırrı budur. Ve yine burada Râbbu'l-âleminin huzuruna yaklaşmaya acziyetten başka vesile yoktur. Acizlik, makamların sonudur.” Hasan-ı Basrî (r.âleyh) Hazretleri şöyle buyurdu: “Kim huzuru kalble Şeytan'dan Allâh (c.c.)'a sığınırsa; Cenâb-ı Allâh, onunla Şeytan'ın arasına üç yüz perde gerer; perdenin arası yerle gök arası gibidir.”(İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri, c.1, s.27)
İslâm, insana sadece iman ve ibadetler konusunda bir direktifler listesi vermez, aynı zamanda ona bir düşünme biçimi de kazandırır. Doğru nedir, yanlış nedir? Güzel nedir, çirkin nedir? Ölçümüz, kıstasımız, terazimiz nedir? Hadiselere nereden ve nasıl bakılır? Hepsini bize İslâm söyler… Meselâ, bugün modern insana dayatılan sayısız sözde “doğru” arasından rastgele üçüne bakalım:1. “Kahvaltı çok önemli bir öğündür. İyi bir kahvaltı etmeden güne başlamayın!” (Üç öğün yemek, Batı'dan kopya ettiğimiz bir alışkanlık. Müslümanlar, asırlar boyunca günde iki öğün yani geç kuşluk ve akşamüstü yemekle yaşadılar. Ve gayet sağlıklı yaşadılar.)2. “Her gün mutlaka 8 saat uyuyun. 8 saatin altına düştüğünüzde, sağlığınız bozulur.” (Günün üçte birini uykuda geçirdiğimizde, dünyaya ve âhirete dair çok sayıda vazifemizine zaman ve nasıl yapacağız?)3. “İnsanlarda vefa yok. Kendinize köpekleri yoldaş ve dost edinin.” (İçinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğine dair, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sahih ve sarih hadisi var.)Misâlleri çoğaltabiliriz. Ekranlarda boy gösteren uzmanlar, kanaat önderleri, sosyal medya ünlüleri, influencer'lar ve daha niceleri, insanı fıtratın temel prensipleriyle burun buruna getiriyor ve bir seçim yapmaya zorluyor. Bunca bombardıman altında, bilgisiz kitlelerin tercihini ne yönde kullanacağı malum…Kitle neyse de, aklı başında müslümanların bile hemen her konuda modern telakkilere kapılıp gittiklerini görmek üzücü. Oysa “İslâm insanı”ndan beklenen, düşünme tarzını ve bakış açısını da İslâmlaştırmasıdır.(Taha Kılınç)
Cehennemlikler, Resûlullâh (s.a.v.) ismini duyunca hep bir ağızdan bağrışarak şöyle derler: “Ey Cebrâil! Resûlullâh (s.a.v.)'e bizden selâm söyle. Günâhlarımızın bizimle O (s.a.v.)'in arasını ayırdığını ve hâlimizin kötülüğünü haber ver.” Cebrâil (a.s.) gider. Şânı yüce olan Allâh'ın huzurunda durur. Allâh (c.c.) sorar: “Ümmet-i Muhammed'i ne halde gördün?” Cebrâil (a.s.) cevap verir: “Onların hâli ne kötü, yerleri ne sıkıntılı.” Allâh (c.c.) sorar: “Senden bir şeyler talep ettiler mi?” Cebrâil (a.s.) cevap verir: “Evet, peygamberlerine selâm götürmemi ve hâl-i pürmelâllerini ona duyurmamı istediler” Allâh (c.c.) buyurur: “Git, haber ver.”Cebrâil (a.s.) gider. Nebi (s.a.v.)'e varır. O, beyaz inciden yapılmış bir çadırda oturmaktadır. Bu çadırın dört bin kapısı vardır. Her bir kapının altından yapılmış iki kanadı bulunmaktadır. Cebrâil (a.s.) der ki: “Yâ Resûlullâh! Senin ümmetinin, Cehennem'de azâp görmekte olan günâhkârlar topluluğu yanından geliyorum.Sana selâm ediyorlar ve “Bizim hâlimiz ne kötü, yerimiz ne sıkıntılı” diyorlar. Bu haberi alan Resulullâh (s.a.v.), hemen kalkarak Arş'ın altına gelir, secdeye kapanır. O âna kadar hiç bir kimsenin yapmadığı şekilde Allâh (c.c.)'a hâmd ve senâda bulunur. Allâh (c.c.) buyurur ki: “Başını kaldır, iste. İsteğin verilecektir, şefâat dile, şefâatin kâbul edilecektir.” Nebi (s.a.v.) de der: “Yâ Râbbi! Benim ümmetimin günâhkâr, bedbahtları hakkında senin hükmün yerine getirilmiş, intikamın alınmış. Artık onları bana bağışla.” Allâh (c.c.) buyurur: “Onları sana bağışladım. Cehennem'e var. “Lâ ilâhe illallâh” diyen herkesi oradan çıkar.”(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l- Gafilin, s.83)
Ebu Talib oğlu Hz. Ali (r.a.)'in künyesi Ebu Turâb'tır. Bu lakabı ona bizzat Resûlullâh (s.a.v.) vermiştir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Resûlullâh (s.a.v.) onu kardeş seçmiştir. Kadınlar aleminin efendisi Hz. Fatıma (r.anhâ) vasıtasıyla da Peygamber (s.a.v.)'in damadıdır. İlk müslüman olanlardandır. Cesareti ve zahitliği meşhurdur. En meşhur hatiblerdendir. Kur'an'ı bir araya getirenlerdendir ve Resûlullâh (s.a.v.)'in denetimi altında Kur'an'ı kıraat etmeye nail olmuştur. Erken vakitte İslam'ı kâbul etmiştir. “Resûlullâh (s.a.v.)'e nübüvvet pazartesi günü indirilmiştir ve ben de salı günü müslüman oldum” demiştir. Müslüman olduğu vakit henüz on yaşındaydı.Resûlullâh (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği vakit, kendi sorumluluğunda olan bir kısım emanet ve borçları geri ödemek ve bazı vasiyetleri yerine getirmek için ona birkaç günlüğüne Mekke'de kalmasını emretmişti, daha sonra da onu ailesiyle buluşturmuştur. Uhud'da, Bedir'de ve daha birçok muharebede Resûlullâh (s.a.v.)‘in yanında savaşmıştır. Resûlullâh (s.a.v.), pek çok savaşta taşıması için sancağı ona teslim etmiştir. Hz. Said b. el-Müseyyeb (r.a.)'in söylediği üzere, ‘'Hz. Ali (r.a.), Uhud Savaşı'nda tam on altı yerinden ya ralanmıştı.” Resûlullâh (s.a.v.) Hayber gününde sancağı ona teslim ederek zaferin onun olacığını da bildirmişti. Cesareti ve savaşlardaki etkisi pek bir meşhurdur.” Hayber'de Hz. Ali (r.a.), kalenin kapısını sırtladığı gibi havaya kaldırdı, böylece müslümanlar onun üzerinden geçerek kaleyi fethettiler. Lakin, bundan sonra kapıyı tekrar kaldırmak istediler de, ancak kırk kişi bunu yapabildi. Tirmizi (r.âleyh)'in rivayet ettiği bir hadise göre Resûlullâh (s.a.v.), “Hz. Ali (r.a.) bendendir, ben de Hz. Ali (r.a.)'danım” buyurmuştur.(Celaleddin Suyuti, Halifeler Tarihi, s.176)
Dilin vazifesi; rızâda da gazapta da doğru olmak (sıdk), gizlide ve açıkta ezâdan sakınmak, hayırda da şerde de sözü uzatmamak ve abartıya kaçmamaktır. Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurur: “Kim bana çeneleri ile bacakları arasındakiler husûsunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm.” Resûlullâh (s.a.v.), Muâz b. Cebel (r.a.)'e de şöyle demiştir: “İnsanları yüzlerinin üstüne ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?” Yine Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizi fuzûlî konuşma husûsunda uyarırım. Her birinize ihtiyâcını karşıladığı kadarıyla söz yeter. Çünkü kişiye fuzûlî maldan hesap sorulacağı gibi, fuzûlî konuşmalardan da hesâp sorulur.” “Allâh, her konuşan kişinin konuşmasında hazırdır. Öyleyse kişi, söylediği şeyi bilmesinden dolayı Allâh'tan sakınsın.”Kul için dilden sonra kulağından daha zararlı bir organ yoktur. Çünkü o kalbe giden en süratli elçidir. Fitne oluşumuna da yatkındır. Veki' b. el-Cerrâh (r.âleyh) diyor ki: “Bir bid'atçıdan bir söz duydum, yirmi seneden beri onu kulaklarımdan atamadım.” Tâvûs b. Keysân (r.âleyh) da, yanma bir bid'atçı gelince onun sözünü duymamak için kulaklarını kapatırdı. Burnun vazîfesine gelince; burun, kulağa ve göze tâbidir. Bakmanın ve dinlemenin helâl olduğu şeyi koklaman da câizdir. Ömer bin Abdülaziz (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, kendisine bir misk getirilmiş. Onu burnundan uzakta tutmuş. Kendisine sorulduğunda şöyle demiş: “Bunun ancak kokusundan faydalanılır, değil mi?(Haris el-Muhasibî, Ahlâk ve Arınma)
Namazın vacipleri şunlardır:1. Her bir farzı mahallinde (yerinde) edâ etmek.2. Fâtiha suresi okumak ve ardından bir sure eklemek (veya üç kısa ayet yahut üç kısa ayete denk bir uzun ayet okumak).3. Fâtiha suresini, zamm-ı sureden önce okumak.4. Rükûyu, sure okuduktan sonra edâ etmek.5. Secdeyi rükûdan sonra edâ etmek.6. Birinci oturuşu yapmak (ka'de-i ûlâ).7. Her iki oturuşta teşehhüd (et-tahiyyâtü) duâsını okumak.8. Namazdan selâm vererek çıkmak.9. Vitir namazında kunut duâsını okumak.10. Ta'dîl-i erkân: yani her bir rüknü itminan (sakin sakin) ve itidal üzere (düzgün bir şekilde) edâ etmek.Eğer namazda uzun bir ayet veya üç kısa ayet okusa yahut Fâtiha'yı okumaksızın başka bir sure okusa veya Fâtiha okusa, ancak onunla birlikte uzun bir ayet veya bir sure okumasa veya Fâtiha suresini zamm-ı sureden önce okusa veya dört rekâtlı namazın ikinci rekâtın sonunda oturmasa veya otursa fakat teşehhüd duâsını okumasa, bütün bu zikredilen durumlarda kendisinden farz sakıt olur yani farz namazı edâ etmiş olur. Eğer bunları kasten yapmışsa namazı iade etmesi vaciptir, iade etmediği takdirde günâh işlemiş olur. Eğer sehven yapmışsa sehiv secdesi yapar, sehiv secdesi yapması hâlinde namazı iade etmesi gerekmez. Son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra selâm vermese, fakat konuşsa veya doğrudan ayağa kalksa ve camiden dışarı çıksa yahut namaza münafi (aykırı) bir fiil işlese kendisinden farz sakıt olur, zimmetinden düşer, ancak namazı iade etmesi vaciptir.(Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.158-159)
Bugünlerde bilhassa Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, bir devlet gücünü, bir sermaye birikimini arkasına alan bu tür yapılanmalar, elde ettikleri imkânlarla bid'atlarının propagandasını yapıyor; bu suretle her geçen gün daha fazla sayıda insana ulaşıyor. Şu hakikatin altını kalın çizgilerle çizelim: Bu akım ve kişiler ilim bakımından Ehl-i Sünnet'ten ileride olduklarından değil, bid'atlarının propagandasını etkin olarak yapma imkânına sahip bulunduklarından toplumun bir kesimi nezdinde itibar sahibi oluyor. Usta bir propaganda dili kullanılarak insanımıza, asırlardır din adına yanlış bilgilendirildikleri telkin ediliyor ve bu telkini yapanlar, bu “tarihî arıza”yı (!) “Kur'an adına” düzeltmek için canla başla çalışıyor!Abdullah b. Abbâs (r.a)'in naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a.) bir konuşmasında “recm”den bahsetmiş ve şunları söylemiştir: “Bu konuda sakın aldanmayın! Zira recm, Allâhü Teâlâ'nın haddlerinden bir haddir. Dikkat edin! Resûlullâh (s.a.v.) de recmetti; O (s.a.v.)'den sonra bizler de bu cezayı uyguladık. Eğer insanların, “Ömer, Allâh'ın Kitabı'na, onda olmayanı ilave etti” deme ihtimali olmasaydı, recm hükmünü mushafın bir sayfasının kenarına yazardım. Dikkat edin! Sizden sonra birtakım insanlar gelecek; recmi, şefaati, Deccal'ı, kabir azabını ve günâhkâr bazı mü'min kimselerin cehennemde bir süre azap görüp karardıktan sonra oradan çıkacağını yalanlayacaklar.” O halde öncelikle Kur'an'ın ilgili hususlara delâleti konusundaki illüzyonu fark etmeli, arkasından hadis rivayetlerine geçilmelidir.(Ebubekir Sifil, 2015)
İnsanın meydana gelmesinde bir yaratıcıya muhtaç olduğuna pek çok şey delâlet eder. Bir yaratıcının varlığına delâlet eden delillerden biri de Allâhü Teâlâ'nın, “Gök ile yer arasında musahhar kılınan bulutlarda…” (Bakara s. 164) ayetidir. Bulutlar, havada sürüklenmesinden dolayı, böyle adlandırılmıştır. “Teshîr'in (musahhar) mânası ise, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Allâh (c.c.), birkaç bakımdan, bulutları “musahhar” olarak adlandırmıştır. Suyun karakteri, inmesini gerektiren bir ağırlığa sahip olmasıdır. Binaenâleyh, onun hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Bu sebeple onu buna zorlayan ve buna mecbûr eden birisinin bulunması gerekir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hâkk bulutları, “musahhar” diye adlandırmıştır.Şayet bulutlar, devamlı aynı yerde kalsaydı, güneşin ışıklarını örteceği, yağmuru ve nemi arttıracağı için, zararı büyük olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasaydı, yine zararı büyük olurdu. Çünkü bu da kıtlığa, bitki ve ekinlerin bitmemesine sebep olurdu. Binaenâleyh, onu ancak belli bir ölçüde tutmak faydalı olurdu. Böylece bulutlar, Cenâb-ı Hâkk onları ihtiyâç anında getirip ihtiyâç kalmayınca götürdüğü için, Allâh (c.c.)'un emrine amâde kılınmış gibidir. Bulutlar muayyen bir yerde durmaz. Bilâkis Allâhü Teâlâ, rüzgârları hareket ettirmek suretiyle bulutları dilediği yere sevkeder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.171-172)
Cabir (r.a.) dedi ki: “Mescid hurma kökleri, kütükleri üzerinde kurulmuştu. Peygamber (s.a.v.) hutbe irad edecekleri zaman kütüklerden birine çıkardı. Sonra ona minber yapılınca, mezkûr kütüğün deve sesine benzeyen bir sesle hasretten ve iştiyaktan inlediğini duyduk.” Enes (r.a.)'in rivayeti: “Mescid bile onun sesinden sarsıldı.” Sehl b. Sa'd (r.a.)'in rivayeti: “Onu gören insanların ağlaması da çoğaldı.” El-Muttalip ile Ubey (r.a.e.)'in rivayetleri ise: “Çatlayıp yerinden oynadı. Nihayet Resûlullâh (s.a.v.) geldi, mübarek elini üzerine koydu da ancak ondan sonra sustu.” şeklindedir. Büreyde (r.a.)'den şöyle rivayet olunmuştur: “Peygamber (s.a.v.) hurma kütüğüne dedi ki: “İstersen seni bulunduğun bahçeye vereyim, tekrar dal budak sal ve eski haline gel! Tekrar yaprakların ve meyven olsun. İstersen seni cennete dikeyim de Allâh (c.c.) dostları meyvenden yesin.” Bunu dedikten sonra Resûlullâh (s.a.v.) ona kulak verdi ve onun şöyle dediğini duydu: “Beni cennete dik ve benden Allâh (c.c.) dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim bir yerde olayım!” Bu hadîs bizatihi meşhurdur ve yaygındır. Onun hakkında haber mütevatirdir. Sahabeden bu hadisi bir çok kişi rivayet etmiştir. Onlardan bazıları şunlardır: Ubey b. Ka'b, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Sehl b. Sa'd, Ebu Said el- Hudrî, Bureyde, Ümmi Seleme… (r.a.e.). İşte bunların hepsi aynı anlama gelen hadîsler rivayet etmişlerdir.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.300-302)
Salih Merî (r.âleyh), cuma gecesi, cuma namazını kılmak üzere mescide gitmek için yola çıktı. Kabristana uğradı. Kendi kendine şöyle dedi: “Tanyeri ağarıncaya kadar kalayım.” Gözlerine uyku geldi. Şöyle bir rüya gördü: Kabirde yatanlar kabirlerinden çıkmışlar, halka halka olup oturmuş, konuşuyorlar. Bir de baktı ki, onlardan ayrı, kirli elbiseli bir genç, bir köşede, üzüntülü bir hâlde oturuyor. Oradakilerin hepsine tepsi tepsi, üzeri mendillerle örtülü hediyeler gelip dağıldı. Herkes kendi tabağını aldı; sonra kabrine girdi. En sona bu genç kaldı. “Hey Allâh (c.c.)'un kulu, sende gördüğüm bu üzüntü neden?” “O tabaklar, hayattakilerin ölülerine hediyeleridir. Onların adına verdikleri sadaka, yaptıkları duâ, cuma geceleri onlara gelir.” Daha sonra şöyle dedi: “Anam hacca gitmek istedi; berâber yola çıktık. Basra'ya gelince öldüm. Bundan sonra anam evlendi.Dünyaya daldı. Ölümümden sonra beni hatırlayan kimse olmayınca üzülmek bana haktır.” “Senin ananın evi nerede?” Onun yerini bana anlattı. Sabah oldu. Namazımı kıldım. Sonra gittim. O kadının evini sordum, buldum. Yanına gittim, izin istedim. Kendimi ona tanıttım, kapıdan: “Ben Sâlîh Merî'yim” dedim. İzin verdi, içeri girdim. Şöyle dedim: “Benim söyleyeceğim söz, senin söyleyeceğin söz, hiç kimse tarafından duyulmamalıdır. Böyle istiyorum.” Ona yaklaştım, aramızda bir perde kaldı. Şöyle sordum: “Sana Allâh (c.c.)'dan rahmet dilerim, çocuğun var mı?” “Benim bir genç oğlum vardı, öldü.” Bunun üzerine durumu ona anlattım. Ağlamaya başladı. Daha sonra çıkardı bana bin dirhem verdi. Ve şöyle dedi: “O sevdiğim göz nurum için bunları dağıt. Kalan ömrümde onu duâdan unutmayacağım. Onun için sadaka yereceğim.”(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l-Gafilin, s.346-347)
Tefsîr yapacak âlimin aşağıda zikredilen on beş ilmi gâyet mükemmel şekilde bilmesi lâzım gelir. Bu ilimleri kemâliyle (tam ve en olgun şekilde) bilmeyen kimselerin Kur'ân' tefsîr etmeye çalışması, şer'an câiz değildir. (Şerîat'ın buna izni yoktur.)1. Lûgat (Arap dili) 2. Tasrif (Sarf ilmi)3. Nahv ilmi 4. İştikak5. Me'ânî ilmi 6. Beyân ilmi7. Bedi' ilmi 8. Kıraat ilmi9. Usûl-i dîn ilmi 10. Usûl-i fıkıh ilmi11. Esbâb-ı nüzûl 12. Nâsih ve mensûh13. Fıkıh ilmi14.Hadis ilmi ki mücmel ve mübhemin tefsîri ancak bununla yapılır. Müfessirin sahip olması gereken 15'inci ilim, ilmü'l-mevhibedir. Bu öyle bir ilimdir ki, onuCenâb-ı Hâkk Hazretleri, ilmiyle amel eden bahtiyar kuluna ihsân eder. (Sırrı Paşa'nın saydığı bu 14 ilim kesbîdir, yâni çalışıp öğrenmekle elde edilebilir. 15'inci ilim ise vehbîdir, yâni Allâh (c.c.) vergisidir. O, verirse verir; vermezse, çalışmakla öğrenilip elde edilemez.) İşte bu 15 ilim, müfessirin (tefsîr âliminin) mutlaka, kesin sûrette ve hiç şüphesiz ve eksiksiz mükemmel bir şekilde sâhip olması zorunlu bulunan ilimlerdir. Ama bunlardan başka, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsîr edebilmek için müfessirin diğer ilimlerde ve çağının gerektirdiği genel kültür bilgilerindederinleşmiş olması da şarttır.Yakın dönemde kaleme alınan tefsirlerin sahipleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bir kısmı Arap edebiyatına vakıf olmasına rağmen, önemli bir bölümü hadîs ilminde zayıftır. Yakın dönemde tefsir yapmaya çalışanların kelime tahlillerinden uzak durmaları ve âyetleri derinlemesine tahlile yaklaşmamaları, sahip oldukları yüzeysel mâlumatın doğal bir yansımasıdır.(Misvâk Neşriyât, Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, s.134)
Dinin esaslarını öğrenmek iman, ibadet ve ahlâkın ana ilkelerini kavramak, abdest, namaz gibi dinî pratiklerin uygulamasını yapmak, kısaca farzları ve haramları tanımak zorunludur. Her müslüman bunları ergenlik çağına eriştiğinde öğrenmeli ve uygulayabilmelidir. Tekke eğitimi (tasavvufi eğitim) ise bu safhalardan sonra başlayan bir eğitim olup tabiri caizse zorunlu değil, seçmelidir. Ancak, belli bir yaşa geldiği halde, yukarıda sıralanan temel ilkeleri öğrenemeyen müridlere bu esaslar öğretilir, daha sonra tasavvufi derse geçilir. Dinin “olmazsa olmaz”ları bellidir. Bunlara dikkat ederek yürüyen bir müslüman hedeflediği noktaya ulaşabilir. Fakat söz konusu yolculuğu tasavvufî bir neşve ile yapmak isteyenlerin bir şey daha yapması gerekir: Bu yolda kendisine rehber olacak bir şahsı bulmak ve onunla yürümek. Yani tasavvufî yol, kendimizin icad ettiği usullerle veya kitaplar okuyarak, belgeseller seyrederek kat edilebilecek bir yol değildir.Tarikatte eve yakın olan tekkeye veya aile fertlerinin mensup olduğu şeyh efendiye bağlanmak diye bir esas yoktur. Aksine kişi kendisi araştıracak, tanışacak, görüşecek sonra karar verecektir. Çünkü bu eğitim bir gönül alışverişi olduğu için mizaç ve tabiatların uyumu da önemlidir. Mürşid müridlerle tek tek ilgilenir. Ruhî yapılarına ve kültürel düzeylerine göre, kendilerine “vazife” verir, onları takip eder. Umuma yönelik yapılan sohbette genel ilkeler anlatılır. Tek tek görüşmelerde ise müride daha çok eksik ve kusurları ile yanlış davranışları hatırlatılır, tashihi istenir. Müridlerin çok kalabalık olması, mürşidlerin istemediği bir şeydir. Bunun iki tehlikesi vardır: Birincisi tek tek ilgilenmenin zorlaşması, ikincisi ise şöhrettir. Yani müridi çok olan mürşidin meşhur olması. “Şöhret afettir” ifadesi tekke muhitlerinde çok yaygındır. Tekke eğitiminde “baş başa” esas olmakla beraber belli bir seviyeye gelen mürid bazen mektuplarla da eğitilebilir.(Prof. Mustafa Kara, Zuhur Dergisi)
