13th-century Persian poet
POPULARITY
Categories
E‘ûzü bi'llâhi mine'ş- şeytâni'r- racîm. Bi-smi'llâhi'r- rahmâni'r- rahîm. Selâmün ‘aleyküm ketebe rabbüküm ‘alâ nefsihi'r-rah-meh. Selâmün aleyküm bi mâ-sabertüm feni‘me ‘ukbe'd-dâr. Selâmün aleykümü'dhulû'l- cennete bi mâ-küntüm ta‘me-lûn. Ve selâmün ‘aleyhi yevme vülide ve yevme yemûtü ve yevme yüb‘asü hayyen. Ve's-selâmü ‘aleyye yevme vülidtü ve yevme emûtü ve yevme üb‘asü hayyen. Selâmün ‘aleyke se-estağfiru leke rabbî innehû kâne bî hafiyyen. Ve's-selâmü ‘alâ meni't-tebe‘a'l-hüdâ. Ve selâmün ‘alâ îbâdihî'l-lezîne'stafâ. Selâmün ‘aleyküm lâ-nebteği'l-câhilîn. Selâmün kavlen min rabbi'r- rahîm. Selâmün ‘alâ Nûhin fi'l-‘âlemîn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İbrâhîm, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ Mûsâ ve Hârûn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehümâ min ‘ıbâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İlyâsîn, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Ve selâmün ‘ale'l-mürselîn. Selâmün ‘aleyküm tıbtüm fe'dhulûhâ hâlidîn. Selâmün hiye hattâ matla‘i'l-fecr.SAFER AYI DUÂSI“Allâhümme bârik fî şehri's-saferi va'htim le-nâ bi's-sa‘â-deti ve'z-zafer.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.33-36)
Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi, gece yarısından sonra yeryüzüne inecek belâlardan Allâh (c.c.)'un izniyle korunmak için imsâkten önce dört rek‘at nâfile namâzı kılıp Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak, birinci rek‘atte 17 “Kevser”; ikinci rek‘atte 5 “İhlâs”; üçüncü rek‘atte 1 “Felâk”; dördüncü rek‘atte 1 “Nâs” sûrelerini okuyup selâmdan sonra duâ edilecektir. Safer'in son çarşambasının gecesi veyâ gündüzü iki rek‘at namâz kılıp birinci ve ikinci rek‘atte Fâtiha'dan sonra 11'er “İhlâs” okunacak. Namâzdan sonra 7 def‘a istiğfâr edilecek ve el kaldırıp 11 def‘a Salât-ı Münciye ve sonlarında “inneke ‘alâ külli şey'in kadîr” okunacaktır. Bu duâlarda, “Allâhü Te‘âlâ'nın, kendimizi, âile fertlerimizi ve bütün Mü'minleri gökten inen, yerden gelen ve bütün belâlardan muhâfaza buyurması” için niyâz edilecektir. Yine Safer ayının son çarşamba gecesi veya gündüzü iki rek'ât namaz kılınıp, birinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 7 “Kadir”, ikinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 5 “Kevser” okunacaktır.SALÂT-I MÜNCİYE:“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncînâ bihâ min cemî‘il ahvâl-i vel-‘âfât ve takdî lenâ bihâ cemî‘al hâcât ve tütahhirünâ bihâ min cemî‘i's-seyyiât ve terfe‘ûnâ bihâ a‘le'd-derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal-gâyât min cemî‘i'l-hayrâti fi'l-hayâti ve ba‘de'l-memât.”SAFER AYININ İLK VE SON ÇARŞAMBA GÜNÜNDE OKUNACAK DUÂBi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm“Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve resûlike ve alâ âlihî ve bârik ve sellim. Alâhümme innî e'ûzü bike min şerri hâze'l yevmi ve min külli şirretin ve belâin ve beliyyetin-i'lletî fîhi ve yekûnü fî ‘ilmike yâ Dehru, yâ Deyhâru, yâ Keynânü, yâ Keynûnü, yâ Evvelü, yâ Ebedü, yâ Mübdiü, yâ Mu'îdü, yâ Ze'l-celâli ve ikrâm. Yâ Ze'l-arşi'l mecîdi ente tef'alü mâ türîdü. Allâhümma'hrüsnî bi-aynike'lletî lâ-tenâmü fî nefsî ve mâlî ve evlâdî ve dînî ve dünyâye'lletî'btelânî bi-suhbetihim bi-hurmeti'l ebrâri ve'l-ahyâri bi-rahmetike yâ Azîzü, yâ Ğaffâru, yâ Kerîmü, yâ Settâru, bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîn. Allâhümme şedîdü'l kuvâ yâ Şedîdü, yâ Azîzü, yâ Kerîmü, yâ Kebîru, yâ Müteâlü! Zelleltü bi-ızzetike, cemî'ı halkike yâ Muhsinu, yâ Mücmilü, yâ Mütefaddilü, yâ Mün'imü, yâ Mükrimü lâilâhe illâ ente. Allâhümme yâ Latîfü letafte bi-halki's semâvâti ve'l-ardı ültuf binâ fî kadâike ve âfinâ min belâike ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bike bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîne. Hasbüna'llâhü ve ni'mel vekîl lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l Alîyyi'l Azîm. Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.31-35)
Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi, gece yarısından sonra yeryüzüne inecek belâlardan Allâh (c.c.)'un izniyle korunmak için imsâkten önce dört rek‘at nâfile namâzı kılıp Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak, birinci rek‘atte 17 “Kevser”; ikinci rek‘atte 5 “İhlâs”; üçüncü rek‘atte 1 “Felâk”; dördüncü rek‘atte 1 “Nâs” sûrelerini okuyup selâmdan sonra duâ edilecektir. Safer'in son çarşambasının gecesi veyâ gündüzü iki rek‘at namâz kılıp birinci ve ikinci rek‘atte Fâtiha'dan sonra 11'er “İhlâs” okunacak. Namâzdan sonra 7 def‘a istiğfâr edilecek ve el kaldırıp 11 def‘a Salât-ı Münciye ve sonlarında “inneke ‘alâ külli şey'in kadîr” okunacaktır. Bu duâlarda, “Allâhü Te‘âlâ'nın, kendimizi, âile fertlerimizi ve bütün Mü'minleri gökten inen, yerden gelen ve bütün belâlardan muhâfaza buyurması” için niyâz edilecektir. Yine Safer ayının son çarşamba gecesi veya gündüzü iki rek'ât namaz kılınıp, birinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 7 “Kadir”, ikinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 5 “Kevser” okunacaktır.SALÂT-I MÜNCİYE:“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncînâ bihâ min cemî‘il ahvâl-i vel-‘âfât ve takdî lenâ bihâ cemî‘al hâcât ve tütahhirünâ bihâ min cemî‘i's-seyyiât ve terfe‘ûnâ bihâ a‘le'd-derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal-gâyât min cemî‘i'l-hayrâti fi'l-hayâti ve ba‘de'l-memât.”SAFER AYININ İLK VE SON ÇARŞAMBA GÜNÜNDE OKUNACAK DUÂBi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm“Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve resûlike ve alâ âlihî ve bârik ve sellim. Alâhümme innî e'ûzü bike min şerri hâze'l yevmi ve min külli şirretin ve belâin ve beliyyetin-i'lletî fîhi ve yekûnü fî ‘ilmike yâ Dehru, yâ Deyhâru, yâ Keynânü, yâ Keynûnü, yâ Evvelü, yâ Ebedü, yâ Mübdiü, yâ Mu'îdü, yâ Ze'l-celâli ve ikrâm. Yâ Ze'l-arşi'l mecîdi ente tef'alü mâ türîdü. Allâhümma'hrüsnî bi-aynike'lletî lâ-tenâmü fî nefsî ve mâlî ve evlâdî ve dînî ve dünyâye'lletî'btelânî bi-suhbetihim bi-hurmeti'l ebrâri ve'l-ahyâri bi-rahmetike yâ Azîzü, yâ Ğaffâru, yâ Kerîmü, yâ Settâru, bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîn. Allâhümme şedîdü'l kuvâ yâ Şedîdü, yâ Azîzü, yâ Kerîmü, yâ Kebîru, yâ Müteâlü! Zelleltü bi-ızzetike, cemî'ı halkike yâ Muhsinu, yâ Mücmilü, yâ Mütefaddilü, yâ Mün'imü, yâ Mükrimü lâilâhe illâ ente. Allâhümme yâ Latîfü letafte bi-halki's semâvâti ve'l-ardı ültuf binâ fî kadâike ve âfinâ min belâike ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bike bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîne. Hasbüna'llâhü ve ni'mel vekîl lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l Alîyyi'l Azîm. Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.31-35)
Edeb kaynağı, haya madeni, emîn, merhametli, gerçek dost, Allâh Resûlü (s.a.v.)'in arkadaşı, mahremi, mazlum, Kur'ân şehidi, Emîrü'l Mü'minîn Osman b. Affân (r.a.). Onun hayatını inceleyen kimse görecektir ki; yönetimdeki siyaseti, yumuşaklık ve öğüt vermek istikametindeydi. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebûbekir (r.a.) döneminde olduğu gibi keskinlik, kesin tavır ve korkutma siyaseti gütmüyordu. Onun bu siyasetinin belirtilerini halife seçildikten sonra yaptığı şu konuşmada görmek mümkündür:“Sizler yok olacak bir dünyadasınız. Ebedilik ifade eden bir dünyada değilsiniz. Ömrünüzden bir kısmını geçirmiş bulunuyorsunuz. Kalan ömrünüzde gücünüzün yettiği kadar hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Dünya aldanma üzerine kurulmuştur. Şu dünyaya aldanmayınız. Sizden önce geçenlerden ibret alınız. Dünyayı imar edenler ve dünyadan bir takım şeyler elde edenler nerede? Onlar dünya hayatının sonuna gelmediler mi? Yapmanız gerekli olan şeylerden gafil olmayınız. Yoksa o yapmanız gereken şey sizden gafil olmaz. Dünyayı bir kenara atıp âhireti isteyiniz.”Hz. Osman (r.a.) valilerine gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu:“Hz. Allâh, yarattıklarını hak üzere yarattı. O hak'tan başkasını kabul etmez. Aman ha! Emanete dikkat ediniz, koruyunuz. Siz bu yolu tutunuz ki sizden sonra gelip bu yolu tutanlarla ortak olasınız. Aman ha! Vefalı olunuz. Yetime ve İslâm devleti ile antlaşması olana zulmetmeyiniz. Çünkü Hz. Allâh bunlara zulmedenlerin hasmıdır. Hz. Allâh yöneticilere, yönettiklerini gütmekte ve onlardan vergi almakta hırslı olmamakla emretmiştir. Tutulacak en adaletli yol, müslümanların işlerini dikkatle yerine getirip onlara haklarını vererek, görevlerini yerine getirmelerini sağlamaktır.”(Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.89)
Fatiha Suresi'nin yedi ayeti, yedi belâyı defetmek içindir. Fâtiha Suresi'nin kökü besmeledir. Bu besmelede de üç isim vardır. Bu üç isim ise temel üç bozguncu ahlâk olan şehvet, gazâb ve hevânın karşılığıdır. Buna göre üç isim, kötü ahlâkın üç esasının; Fâtiha Suresi'nin yedi ayeti de, yedi kötü huyun mukabilindedir. Sonra Kur'ân'ın tamamı sanki Fâtiha Suresi'nden çıkmış dallar budaklar gibidir. Aynı şekilde bütün kötü huylar da, bu yedi kötü huydan çıkan dallar ve budaklar gibidir. Kim “Elhâmdülillâh” derse, Allâh (c.c.)'a şükretmiş ve eldekiyle yetinmiş olur. Böylece de, şehveti yok olur.Kim O (c.c.)'un âlemlerin Râbbi olduğunu bilirse, bulamadığı ve elde edemediği şeyler hususundaki hırsı; elde ettiği şeyler hususundaki cimriliği zail olmuş olur. Böylece de ondan şehvet ve onun lezzetlerinin belâsı savuşmuş bulur. Kim Allâh (c.c.)'un Râhman ve Râhim olduğunu bildikten sonra, O (c.c.)'un din gününün sahibi de olduğunu bilirse gazâb ve öfkesi zail olur. Kim, “Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha s. 5) derse, birincisiyle (Yalnız sana ibâdet ederiz) kibri; ikincisiyle de (Yalnız senden yardım isteriz) kendini beğenmesi yok olmuş olur. Böylece de ondan, gazâb ile ondan meydana gelmiş olan kibir ve kendini beğenme afeti savuşmuştur. “Bizi dosdoğru yola ilet!” (Fatiha s. 6) deyince de ondan hevâ şeytânı bertaraf olmuş olur. “Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna.” (Fatiha s. 7) deyince ise, kendisinden küfür ve şüphe gitmiş olur. “Kendilerine gazab olunmuşların ve sapıtmışların yoluna değil” (Fatiha s. 7) dediği zamansa, ondaki bidatler savuşmuş olur. Böylece, Fâtiha'nın bu yedi ayetinin bu yedi kötü ahlâkı defetmiş olduğu ortaya çıkar.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.374)
Ebû Nuaym (r.âleyh) şöyle rivayet etmiştir: “Cebrail (a.s.) Peygamberimiz (s.a.v.)'i kucaklayıp inci ve yakutlarla süslenmiş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine: “Ey Muhammed! Râbbinin adıyla oku!” demiştir. Beş ayeti sonuna kadar okuduktan sonra: “Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allâh (c.c.)'un resûlüsün!” diyerek O (s.a.v.)'i teyid etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ecyâd denilen yerde iken ufukta bir melek görmüş. Melek: “Ey Muhammed, ben Cebrail'im” diye seslenmiş… Bu sebeble Peygamberimiz (s.a.v.) korku içinde kalmış. Başını ne zaman semâya kaldırsa Cebrail (a.s.)'ı görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice (r.anhâ)'ya: “Ey Hatice, Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, “Ben de mi kâhin olacağım” diye korkuyorum.” demiştir.Hatice (r.anhâ) da: “Böyle söyleme, asla sen kâhin olamazsın! Çünkü Allâh (c.c.) edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez. Zira sen, akrâbayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allâh yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine dokunmasına izin vermez. Bir kâhin olmasına müsade etmez…” gibi sözlerle tesellî vermiştir. Sonra Hatice (r.anhâ), Varaka bin Nevfel'e gitmiş, durumu anlatmış. Varaka da demiştir ki: “Allâh'a yemin ederim ki o gerçektir! Bu, gerçekten peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin.”(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.168)
III. Mehmed, 7 Zilkade 973 (26 Mayıs 1566) tarihinde Manisa'da, Sart ovasında dünyaya geldi. Babası III. Murad, annesi ise Safiye Sultan'dır. Rivayete göre adını, doğum haberini aldığı Sigetvar Seferi sırasında bulunan büyük dedesi Kanûnî Sultan Süleyman koymuştur.Manisa'da eğitimine başladı; ilk hocası İbrahim Efendi, ardından Hüseyin Efendi ve Mehmed Azmi Efendi oldu. Hocası Azmi Efendi'nin vefatından sonra Sultan Selim müderrisi Nevali Nasuh Efendi muallimlik görevini üstlendi. Tahta çıktıktan sonra babasının hocası olan Hoca Sadeddin Efendi de onun eğitimine katkıda bulundu.III. Mehmed, Manisa'da Saruhan Sancağı Beyi olarak görevlendirildi. 1 Muharrem 992 (14 Ocak 1584) tarihinde Manisa'ya vardı ve burada on iki yıl idarecilik yaptı. Taşrada halkla yakın ilişki kurup onların dertlerini dinleme alışkanlığı kazandı. Padişah olduktan sonra da cuma selamlıklarında ve gezilerde bu tavrını devam ettirdi.Babası III. Murad, 4-5 Cemaziyelevvel 1003 (15-16 Ocak 1595) gecesi ani şekilde vefat ettiğinde, III. Mehmed yanında yakın adamları Lala Mehmed Bey ve Mîrâhur Ahmed Ağa ile birlikte 16 Cemaziyelevvel (27 Ocak) günü İstanbul'a ulaştı ve devletin başına geçti.III. Mehmed sakin tabiatlı, dindar bir padişah olarak tanınır. Avcılığı sever, ok yapımında ustaydı; sürekli kılıç ve yay taşıyarak dolaşırdı. Entelektüel kişiliği ile bilinir, kendisine sunulan edebi eserlerle yakından ilgilenir, iyi şiirler yazar ve “Adlî” mahlasıyla şiir kaleme almıştır.III. Mehmed, 16 Receb 1012 (20 Aralık 1603) tarihinde mide rahatsızlığı veya bazı kaynaklara göre kalp krizi sonucu vefat etmiştir.(Feridun Emecen, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.28, s.407-413)
Şeyh Edebâlî (k.s.) Hazretlerinin damadı ve Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in bacanağıdır. Çeşitli ilimleri, özellikle tefsir, hadis ve fıkıh alanlarını Şeyh Edebâlî (k.s.) Hazretlerinden öğrenmiş; tasavvufta da yüksek derecelere sahip olmuştur. Dünyalık şeylerden uzak durmakta, takvada, güzel ahlakta ve Allah'ın emirlerine uymakta çok ileri seviyedeydi. İnsanlara doğru yolu göstermekte büyük gayret gösterirdi.Anadolu Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Anadolu'da herkes sığınacak yer aramaya başladı. Bu haber Osman Bey'in meclisine ulaştı. Mecliste bulunan hatip ve vaiz Dursun Fakîh şöyle dedi:“Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan Müslümanları bir araya toplama ve onları idare etme basiretini ve gücünü ihsan etmiştir. Allah'ın inayeti, dua ordusunun bereketi ve gazâ ordusunun kuvvetiyle çevrenizdeki tekfurları dize getirdiniz ve birçok toprak mülkünüz oldu. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil olmayanların elinden kurtarıp halkını huzura kavuşturmaya geldi. Müsade buyurun, adınıza hutbe okuyup sizi sultan ilan edelim.”Osman Bey, Dursun Fakîh'e hak verdi. O gün Dursun Fakîh (k.s.), Osman Gazi adına hutbe okuyup sultanlığını ilan etti. Bundan sonra hem elinde kılıcıyla gazalara katıldı hem de namaz vakitlerinde gazilere namaz kıldırdı.Osman Gazi, Bilecik'in idaresini Şeyh Edebâlî (k.s.) hazretlerine bırakınca Dursun Fakîh (k.s.) hocasının yanında kalarak onun yerine tefsir okutmaya ve fetva işlerini yürütmeye başladı. Daha sonra Bilecik kadılığı görevine getirildi. Bu görevdeyken vefat etti. Kabri Bilecik'te Küre Köyü yakınlarında bulunmaktadır.(Evliyalar Ansiklopedisi, s.1086)
Abdestin yaklaşık yirmi beş kadar sünneti vardır:1.“Eûzü” okumak,2.Besmele çekmek,3.Ellerini yıkamak,4.Parmakların aralarını hilallemek (dairesel hareketlerle yıkamak),5.Ağza su vermek,6.Yüzüne su vermek,7.Niyet etmek,8.Kıbleye dönmek,9.Sakalı hilallemek (eğer sakal sık ise),10.Sakala mesh etmek,11.Sağ yanından başlamak,12.Sol elinin serçe parmağı ile sağ ayağın serçe parmağı altından yukarıya doğru hilal yapmak,13.Başın tamamını mesh etmek,14.Başından artan su ile kulaklara ve boyna mesh yapmak,15.Tertip üzere almak (sıraya dikkat etmek),16.Arasını kesmeyip birbirine ulaştırmak,17.Başına mesh ederken önünden başlamak (bed' etmek),18.Misvak kullanmak,19.Göz kenarına ve kaşlara su ulaştırmak,20.Abdest üzerine abdest almak,21.Abdest azalarını üç kere yıkamak,22.Yüksekçe bir yere durmak,23.Abdest aldıktan sonra ibriği doldurmak,24.Abdest alırken boş ve gereksiz konuşmamak,25.Daima bu niyet üzere olmak.Abdestin Müstehapları ise şunlardır:1.Niyeti dil ile söylemek,2.Kulaktan artan su ile boyna mesh etmek,3.Mümkünse abdestten artan suyu ayak üzerine durup kıbleye karşı içmek,4.Temiz peşkir (havlu) ile kurulanmak.(Mızraklı İlmihal, s.8)
“Üç yetime el uzatan kimse, gecesini namaz kılarak, gündüzünü oruç tutarak geçiren ve gece gündüz kılıçla Allah (c.c.) yolunda cihad eden kimse gibidir. Şu iki parmağım nasıl birbirine eş ise, ben ile o kimse de cennette kardeşiz.” (Burada şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırmıştır.) (İbn Mâce)Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim yetim bir Müslüman çocuğun elinden tutup bakımını üzerine alırsa, affedilmesi mümkün olmayan bir günah işlemedikçe cennete girmesi kesindir.”Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kim sırf Allah (c.c.) rızası için bir yetimin başını okşarsa, Allah (c.c.) ona elini üzerinde gezdirdiği saçların sayısı kadar sevap yazar. Yanında barınan yetim bir erkek veya kız çocuğuna iyilik eden ile ben, şu iki parmağım gibi cennette birlikte oluruz.” (Ahmed İbn-i Hanbel)Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “En hayırlı Müslüman evi, içinde bulunan yetime iyi davranılan evdir. En fena Müslüman evi ise içinde bulunan yetime hor davranılan evdir.” (İbn Mâce)Hz. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki: “Dul ve yetimlerin yardımına koşan kimse, Allah (c.c.) yolunda mücahid gibidir.”Cennete girebilmek şüphesiz büyük bir saadettir. Ondan da üstünü, cennette Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e komşu olabilmektir. Cenneti yaratan ve oradaki üstün mevkiileri bazı iyilikleri yapanlara ayıran Allahü Teâlâ, sevgili Resûlü (s.a.v.)'e komşu olma bahtiyarlığını yetimleri koruyanlara lütfetmiştir.(Kalplerin Keşfi, s. 486-490)
FETÖ ile mücadeledeki en büyük zaaf, FETÖ'nün sadece 15 Temmuz ile anılır hale gelmesidir. Çünkü 15 Temmuz darbesi, buzdağının ucudur. FETÖ'nün sadece 15 Temmuz üzerinden sorgulanması, ihaneti sığlaştırmakta; “asıl güç kaynağı” olan “istismar” hıyanetini gizlemektedir. Fetullah Gülen bu örgütü, müslümanları maddi ve manevi sömürerek bu hale getirmiştir. “İslâm'a hizmet” diye topladığı finans ve kadro gücünü, İslâm'la savaş için kullanmıştır. Bu yüzden FETÖ, asıl darbeyi İslâm'a vurmuş; ancak bunun hesabı sorulmamıştır.Sekiz yıllık mücadele göstermiştir ki, bu tehlikeli örgütün bertaraf edilebilmesi için hukukî mücadele ile birlikte teolojik mücadele de şarttır ve bunu yapacak tek merci Diyanet'tir. Fetullah Gülen'in neden “hocaefendi” olmadığı herkese anlatılmalıdır. Ayrıca bu görev, Diyanet'in ödemesi gereken bir “keffaret”tir! 15 Temmuz Cuma hutbesinde “FETÖ, inancımızı, ibadetlerimizi, milli ve manevi değerlerimizi istismar etmiştir” demekle ödenmesi mümkün değildir. Bu istismarın asıl sebebi, doğru dinî bilgilerin öğretilmemesidir. Gerçek müslüman, hiç kimsenin; hatta anne babanın İslâmiyet'e uymayan hiçbir emrinin dinlenmeyeceğini iyi bilir.Bir karar verilmelidir: FETÖ gibi lejyonerlerin estirdiği en küçük hıyanet rüzgârında bile yamulan zayıf bir “dal” mı; yoksa haçlı-siyonist fırtınalara bile meydan okuyan “çınar” mı olacağız!FETÖ gibi bir istismar canavarı, müslümanlara “gerçek İslâm” öğretilmediği için ortaya çıkmıştır. Eline “ehl-i sünnet miyarı” verilmeyen müslümanlar maalesef, adi sarı madeni “altın” zannederek ihya etmiştir. Aynı durum “mezhep” ve “cemaat” diye yutturulan sapık yapılar için de geçerlidir. Ehl-i sünnet kriterlerine uymayan yapılar ne kadar popüler olursa olsun, “yol kesici” ve “istismarcı”dır.(Nuh Albayrak, Star Gazetesi)
İtikad konusunda Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif bulunmak büyük günâhların en büyüklerindendir. Ve hatta en basit ve önemsiz görülen bir itikadî meselede dahi muhalefet etmek, “dinde bid'at” olarak kâbul edilip, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz tarafından her bid'atin dalâlet (sapıklık) olmasıyla sahibini cehennem ateşine sevk edeceği açıkça belirtilmiştir. Hz. Âişe (r.anhâ)'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kâbul edilmez.” Başka bir hadîs-i şerifte: “Her bid'at dalâlettir ve her bid'at ehli ateştedir.” buyurmuştur.Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, ileride ümmeti tarafından bir takım bid'atler ve sahih itikada muhalif mezhepler ihdas edileceği, ilahî vahiy ile malumu olmakla birlikte bu hususa asla rızası olmadığını beyan ve buna cür'et edenleri sapıklığa nisbet ile kötü sonlarını ilan buyurmuşlardır. Bu tip kimselerin çoğalarak büyük fitne ve fesada sebep olacaklarını bildirmiş ve hak üzere olanların alametlerini soranlara ise, bunların yalnız kendi yüce yolunu ve ashâb-ı kirâmın temiz akâidini tercih ve muhafaza edenler olduğunu açıklamak için şöyle buyurmuşlardır: “Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka cennette, yetmiş iki fırka ise ateştedir.” Sahâbîler (r.a.e.): “Yâ Resûlullâh (s.a.v.)! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye sorunca; Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” İnsanın selamet ve mutluluğu, dinde yeni şeyler çıkarmak ile değil, Efendimiz (s.a.v.)'in getirdiği şeriate uymak iledir, Bu hakikati öğrenmek ise ancak peygamberî yolu, yüce sünnetleri ve bunlara ait haber ve eserleri nakleden ashab ve tâbiîn-i kiram hazretlerinin bulundukları yol ve yaşantıyı hakkıyla bilmek ile mümkün olabilir.(Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsu'l-Kelâm fî Berâhîni Akâidi'l-İslam, s.243)
Esed b. Amr şöyle demiştir: “Ebû Hanîfe (r.a.)'in kırk yıl yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldığı bilinmektedir. O bütün gece bir rek‘atta Kur'ân'ın tamâmını okuyup hatmederdi. Geceleyin ağlaması dışarıdan duyulur, komşuları ona acırdı.”Ebû Hanîfe (r.a.)'in oğlu Hammad (r.âleyh) şöyle anlatmıştır: “Babam Ebû Hanîfe (r.a.) irtihâl edince Hasen b. Umare (r.âleyh)'den cenâzesini yıkaması ricâsında bulunduk. Hasen b. Umâre, cenâzeyi yıkadıktan sonra ‘Allâh (c.c.) sana rahmet eylesin ve seni bağışlasın. Otuz yıldan bu yana oruçsuz bir günün geçmedi ve kırk yıldan beri geceleyin yatağa girip sağ yanına yatmadın. Senden sonra gelenleri yordun. Kurraları rezil rüsvây ettin' demiştir.”İmâm Ebû Yusuf (r.âleyh) şöyle anlatmıştır: “Bir gün Ebû Hanîfe (r.a.) ile birlikte yürüyorduk. Âniden birisinin diğerine ‘Bu zât Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Geceleri uyumaz' dediğini işittim. Bu söz üzerine Ebû Hanîfe (r.a.), ‘Vallâhi benden söz edilirken yapmadığım bir şey söylenmemeli' dedi ve bundan sonra geceleri namaz, duâ ve yakarışla ihyâ etmeye başladı.”Mis‘ar (r.âleyh) şöyle anlatmıştır: “Bir gece mescide girince namaz kılmakta olan bir adam gördüm. Kur'ân'ın baştan itibaren yedide birini okuyunca kendi kendime artık herhalde rükû eder dedim. Sonra üçte birini, daha sonra yarısını okudu. Sonra aynı rek‘atta Kur'ân'ı sonuna kadar okuyup hatmetti. Bir de ne göreyim, bu adam Ebû Hanîfe (r.a.) değil miymiş!”Hârice b. Mus‘ab, “Kur'ân'ı bir rek‘atta baştan sona dört kişi hatmetmiştir. Bunlar Hz. Osman, Temim ed-Dârî, Sa‘îd b. Cübeyr ve Ebû Hanîfe (r.a.e.)'dir” demiştir. Yahyâ b. Nasr (r.âleyh), “Ebû Hanîfe (r.a.) Ramazan'da Kur'ân'ı altmış kez hatmetmiş olabilir” demiştir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.109-110)
Müslümanlar Darvin'in biyolojik zeminde ifade ettiği “doğal seleksiyon” tezini refleks bir tepkiyle reddetmiştir. Ancak her ne hikmetse biyolojik Darvinizm'in bir versiyonu olan “Sosyal Darvinizm”i büyük ölçüde ve sessiz sedasız kâbul etmiş durumda olduğumuz kimsenin dikkatini çekmiyor. Efendimiz (s.a.v.), “Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir” (Buharî, Müslim, Tirmizî) buyurduğu ve Sahabe döneminden itibaren her kuşak, ilmin ve ilim adamlarının gittikçe azalmakta olduğunu, dolayısıyla insanî değerlerde bir düşüş olduğunu vurguladığı halde, birileri bize bunun tam aksini telkin edip duruyor. İnsanlık gittikçe gelişiyor diyorlar, bilgi çağında yaşadığımızı söylüyorlar.Kur'an'ı “tarihsellik” tezleri doğrultusunda anlamaya çalışanların, Darvinizm'in sosyal versiyonunu temel bir gerçek olarak kâbul ettikleri kendileri tarafından söylenmese bile açıkça görülüyor. Zira Kur'an'ın bazı hükümlerinin bugün için “miadını doldurmuş”, dolayısıyla “uygulanamaz” olduğu tezlerinin temelinde Sosyal Darvinizm olgusunun kâbulü yatar. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermeleri mümkün değildir: Niçin Kur'an'ın bazı hükümleri geçmişte uygulanabilir olduğu halde bugün bu özellikte değildir? Bu sorunun cevabı tektir. Çünkü bugün hırsızlık yaptı diye kimsenin elini kesemezsiniz, hırsıza daha “çağdaş” bir ceza vermelisiniz. İşte her kim ki bu “çağdaşlık-çağdışılık” anlayışını kâbul etmiştir; işte o, günümüzde insanlığın geçmişe oranla daha “gelişmiş” olduğunu kâbul etmekle “Sosyal Darvinist” olduğunu ilan etmiş demektir! Halbuki Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın.” (Mirkâtu'l-Mefâtîh, c.1, s.507)(Ebubekir Sifil)
Allâhü Teâlâ'nın şu ayetinin: “Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur” (Enbiyâ s. 106) tefsirinde, sâlih kullardan muradın beş vakit namazı câmide cemaatla kılan kimseler olduğu bildirilmiştir. Bir hadîs-i şerifte Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim ki evinde bol su ile gusleder, sonra Allâh'ın evlerinden (camilerden) birine, farzlardan bir farzı eda etmek için yürürse, attığı her adımdan biri bir hatâsını siler, yıkar; diğeri de kendisini bir derece yükseltir. Namaz kıldığı vakit, o namazgâhda bulunduğu sürece melekler devamlı olarak: “Ya Râb! O, orada kimseyi incitmediği ve konuşmadığı müddetçe ona mağfiret et” diye onun için istiğfar ederler.”Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Ey ashabım! sizlere, kendisiyle Allâh'ın hatâları sileceği ve sâyesinde yüce derecelere yükselteceği hayırları bildireyim mi?” buyurdu. Ashâb (r.a.e.): “Tabiî yâ Resûlallâh, bildir” dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Çok soğuklarda dahî abdesti mükemmel almak, adımları mescitlere doğru çoğaltmak, namazdan sonra diğer namaz vaktini beklemektir. İşte rağbet olunacak budur.”Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in cemaatten geri kalan bir takım adamlar hakkında şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Gönlüm öyle istedi ki, halka (cemaate) namaz kıldırmasını birine emredeyim de, sonra kendim cemaatten geri kalan adamlar üzerine gidip evlerini yakayım.” (Müslim) Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: “Bir takımları ya cemaati terketmekten vazgeçerler, ya da Allâh kalbleri üzerine mühür basar da sonra gafillerden olurlar.” (Müslim)(İmam Zehebî, Büyük Günâhlar, s.229-233)
Peygamberler ve bâhusus Peygamberimiz (s.a.v.), ahdine ya‘nî verdigi söze son derece vefâkâr ve riâyetkâr idiler. Birkaç misâl: Ebû Râfi (r.a.), Kureyş tarafından Medîne'ye gönderilen bir köle idi. Medîne'de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'i gördükten sonra O (s.a.v.)'e gönülden bağlanmış, müslümân olmuş ve Medîne'de kalmayı arzulamıştı. Nebi (s.a.v.): “Elçileri alıkoymak doğru değildir.Kalk Mekke'ye git. Oraya vardıktan sonra bize dönmek istersen gelebilirsin.” diyerek bu teklîfi reddetmislerdi. O da Mekke'ye dönmüs fakat bilâhare Medine'ye gelerek müslümânlara iltihâk etmisti. (Ebû Dâvud) Hudeybiye Sulhu'nun hükümlerinden biri Mekke'den Medine'ye gidecek her Mekkeli'yi Kureyş'e iâde etmekti. Tam bu şartın kabûlü anında Mekke'de müşrikler tarafından “müslümân oldu” diye zincirlere vurulan Ebû Cendel (r.a.) bir yolunu bulup kaçmış ve müslümânların yanına gelmişti. Bütün müslümânlar da manzaradan müteessir olmuslar ve Ebû Cendel (r.a.)'i iâde etmek istememişlerdi. Fakat Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), o anda bile ahde vefânın en çetin örneğini göstererek Ebû Cendel (r.a.)'e: “Sabret, biz verdiğimiz sözden dönmeyiz. Cenâb-ı Hâkk sana bir çıkıs yolu te'min edecektir.” dedi.Peygamberimiz (s.a.v.), peygamberliğinden önce Abdullâh b. Ebû Amsâ ile ba‘zı ticarî isler görmüstü. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bazı hesapları tesviye etmek için bu adamla bir yerde buluşmaya söz vermişlerdi. Abdullâh bu sözü hatırlayarak geldiğinde Resûlullâh (s.a.v.)'i hâlâ kendini bekler bir halde bulmuştu. Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), Abdullâh'ı görünce: “Abdullâh! Üç gündür seni burada bekliyorum.” demekle yetinmiş, başka bir sey söylememişlerdi. (Ebû Dâvud)(Ömer Muhammed Öztürk, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Yüce Ahlâkı, s.120)
Allâhü Zü'l-Celâl Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor: “(O vakit) Sen Allâh'tan bir esirgeme sayesindedir ki onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın, onlar etrâfından herhâlde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla, (Allâh'tan da) günâhlarının bağışlanmasını iste. İş hususunda onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi artık Allâh'a güvenip dayan. Çünkü Allâh kendine güvenip dayananları sever.” (Ali İmran s. 159) Allâh (c.c.) kendisine güvenip dayananları sevdiğini bildiriyor. Tevekkülü sebebiyle Allâh (c.c.)'un sevdiği kimselerde de O'na karşı sevgi ve muhabbet olursa saâdete ereceği ve kurtulmuşlardan olacağı muhakkaktır.Allâhü Teâlâ, Kitab-ı Mübîn'inde Rasûlü (s.a.v.)'e şöyle bildiriyor: “De ki: “Allâh'ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez. O, bizim Mevlâmızdır. Onun için mü'minler yalnız Allâh'a güvenip dayanmalıdır.” (Tevbe s. 51) Müslüman, herhangi bir üzüntü ve sıkıntı ile karşılaşınca Allâhü Teâlâ'ya olan güven ve tevekkülü sayesinde üzülüp tedirgin olmaz ve O'nun takdiri ile başına geldiğini bilir. Buradaki musibet ve sıkıntılar, bizim için ancak hayırdır. Zira bizim dâimi evimiz bu dünyada değil, âhirettedir. Asıl iyiliklerin buradan ziyâde âhirette elde edilmesi önemli ve gereklidir.Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allâh (c.c.)'dan kendisine takdir olunana razı olması, kişinin saadetine vesiledir. Allâh (c.c.)'dan hayır dilemeyi bırakması da bedbahtlığındandır. Allâh (c.c.)'un takdir ettiklerine kızgın olması da aynı şekilde kişinin bedbahtlığındandır.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali Et-Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn, s.122)
Hâkk Teâlâ hazretleri “Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur.” (Ahzab s. 59) buyurmaktadır. Buna karşın bugün öyle başörtüler üretiliyor ki; renkli, güzel tasarımlı özelliklerle donatıyorlar ve birkaç bin dolara satılanları oluyor. Bu başörtüsünü takan kadın dikkat çekmese başörtüsü dikkatleri üzerine çekiyor. Bu, kadının zinetini saklamaya yönelik bir giyim tarzı olmadığı için böyle tesettür olmaz. Tesettür kadının vücut hatlarını da göstermeyecek şekilde olmalıdır. Nebî (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Ateş ehlinden iki sınıf vardır, henüz onları görmedim. Yanlarında sığır kuyruğu gibi bir şeyler taşıyıp onu insanlara vuran insanlar; giyinmiş, çıplak kadınlar ki bunlar Allâh'a taatten dışarı çıkmışlardır. Bunlar, başkalarını da baştan çıkarırlar. Başları deve hörgücü gibidir. Bu kadınlar cennete girmek şöyle dursun, kokusunu dâhi almazlar. Hâlbuki onun kokusu şu kadar uzak mesafeden duyulur.” buyurmuşlardır. Burada “giyinmiş, çıplak kadınlar” ifadesi ile Tesettür-ü Şer'inin sınırlarına aykırı durumlar vurgulanmıştır.Tesettür-ü Şer'iye tam mânâsıyla uyabilmek için bu durumlardan kaçınmak gerekir. Hâkk Teâlâ hazretlerinin emir buyurduğu bu örtünme şeklini bugün bir kısım insanlar kendilerince eleştirmektedirler. İslâmi tesettürü eleştiren bu güruhun moda konusunda örnek aldığı ünlü modacılardan bazıları kendi aralarında yaptıkları toplantılarında “Öyle bir moda yapmaya başladık ki kadının üzerinde giysi kalmadı, kadın çirkinleşti. Biraz da kapalı moda yapmaya çalışalım.” diyecek duruma gelmişlerdir. Yani demek ki çirkin olmasa o üzerlerindeki iç çamaşırını da çıkartıp çırılçıplak bırakacaklar. Maalesef ülkemizdeki hâkim sistem de bunu destekleyip kadınların bu modaya uygun hareket etmesinde bir sakınca görmemektedir.(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 5, s.89-90)
Nefsini, Allâh (c.c.)'un zikrine arkadaş kıl ki, her iki dünyada O'ndan uzak olmayasın. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den, şu rivayet edilmiştir. O, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e yüzüğünü vermiş ve ona şöyle demişti: “Bu yüzüğe, “Lâ ilahe illallâh” yazdır.” Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü, nakışçıya vererek ona, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Resûlullâh” yaz dedi. Nakkaş, yüzüğe bunu yazdı. Daha sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Hz. Peygamber (s.a.v.)'e getirdi de, Hz. Peygamber (s.a.v.) yüzükte, “La ilahe illallâh Muhammedun Resûlullâh Ebû Bekr es-Sıddîku” diye yazıldığını gördü. Bunun üzerine, “Ya Ebâ Bekr, bu ilâveler ne?” dedi. Hz. Ebû Bekr (r.a.) de, cevaben, “Ya Resûlallâh, senin ismini, Allâh'ın isminden ayrı düşürmeye gönlüm razı olmadı. “Ebû Bekr es-Sıddîku” cümlesine gelince, bunu ben söylemedim” dedi ve utandı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) gelerek şöyle dedi: “Yâ Resûlallâh “Ebû Bekr es-Sıddîku” cümlesini ben yazdım. Çünkü Ebû Bekir (r.a.), senin isminin Allâh'ın isminden ayrı olmasına razı olmadı. Allâh (c.c.) da, onun isminin senin isminden ayrılmasına razı olmadı.” Buradaki incelik şudur: Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in isminin Allâh (c.c.)'un isminden ayrılmasına razı olmadığı için bu ikrama nail olmuştur.Kişi, Allâh (c.c.)'u yâdetmeyi hiç terketmediği zamansa durum nasıl olur? Var sen düşün. Hz. Nûh (a.s.) gemiye bindiği zaman “Geminin akıp gitmesi ve demir alması Allâh'ın ismiyledir.” (Hûd s. 41) deyince, besmelenin yarısıyla umulan kurtuluşu elde etmiştir. Ömrü boyu bu kelimeye devam eden kimse, kurtuluştan nasıl mahrum kalır? Hz. Süleyman (a.s.) “Bu mektup Süleyman'dan gelmektedir. O, “Bismillahirrahmanirrahîm” diye başlamaktadır.” (Neml s. 30) sözüyle kulun dünya ve ahiret mülküne ulaşacağı umulur.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.236-237)
Âd kavmi, Hûd'u yalanlayıp onun getirdiği dini inkâr ettiği için şiddetli bir rüzgârla cezalandırılmıştır. Gökte, biri beyaz, biri kırmızı, biri siyah üç bulut göründü ve: “Bu bulutlardan birini kavmin için seç” diye bir ses işitildi. Yağmur çoktur zannıyla siyah bulutu seçtiler. Ve bu bulut, Ahkâf'a doğru yol almaya başladı. Nihayet bulut Ahkâf'ta görününce bütün halk sokaklara döküldü. Sevinçle bulutu istikbâl ettiler? “Artık yağmur geliyor, iyi günlere erişeceğiz.” dediler. Fakat onu ilk gören bir kadın: “O, bir yağmur bulutu değil, bize felâket getiriyor, o bir ateş, bir ateş!” diye feryâd ediyordu. Ama sevinç âvazeleri arasında kimse buna aldırış etmiyordu. Halbuki kadın haklıydı. Gelen yağmur değil, şiddetli bir rüzgârdı. Bir azâb-ı İlâhi idi. Yedi gün, sekiz gece esti ve Âd kavmini tamamen helâk etti, Hûd (a.s.) yanında îmân edenlerle kapalı bir yere çekilmişler, emniyet ve huzur içinde, Allâhü Teâlâ'ya hamd-ü senâ ile meşgul olmuşlardı.Rüzgâr onlara geldiği vakit hafif hafif esiyor, vücûdlarına rahatlık veriyordu. Fakat Âd kavminden birine eriştiği vakit, onu şiddetle havaya kaldırıyor, sonra yere vurup öldürüyordu. İçlerinden bazıları çok sağlam binâlara sığınmışlar, ama yine, kurtuluşa imkân bulamamışlardı. Rüzgâr, bu binâlara da girmiş, hepsini öldürmüştü. Derler ki: Âd kavmi yedi gün kumlar altında kalmışlar, inleye inleye telef olmuşlardı. Sekizinci gün, yine rüzgâr onları kumların altından çıkarmış, havaya kaldırarak denize bırakmıştı.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.93-94)
O gün, oruç tutulacak; fakat Muharrem'in sâdece onuncu günü oruç tutulmaz. (9.-10.),(10.-11.).Hz. Sâmî (k.s.) (9.-10.-11.) günleri tutmanın,en fazîletlisi olduğunu beyân buyurmuşlardır.2. Muharrem'in birinci ilâ onuncu günü de dâhil her gün okunan duâ, sabahleyin üç def‘a okunur.3. Mekrûh olmayan bir vakitte 2 rek‘at namâz kılınır. Her rek‘atte Fâtihayı Şerîfe'den sonra on bir (11) İhlâs-ı Şerîf okunur.4. Bol bol istiğfâr edilir.5. 70 (yetmiş) def‘a “hasbünâ'llâhu ve ni'me'l-vekîl, ve ni'me'l-mevlâ ve ni'me'n-nasîr,gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr” denilir.6. 313 (üç yüz on üç) def‘a “lâ-ilâhe illâ entesübhâneke innî küntü mine'z-zâlimîn” denilir.7. Gusl abdesti alınır.8. On mü'mine selâm verilir.9. Hasta bir kimse ziyâret edilir.10. En az bir mü'mine iftâr ettirilir ki bütün mü'minlere iftâr ettirilmiş gibi olunur.11. O gün eve getirilen rızık artırılacak. En faziletlisi on çeşit olmasıdır.12. Muharrem'in 10'unu, 11'ine bağlayan gece, bir def‘a Zümer sûresi okunur.Meymûn bin Mihrân'ın İbn-i Abbâs (r.a.)'den bildirdiği Hadîs-i Şerîf'te: “Aşûre günü oruç tutana, on bin melek sevâbı verilir. Muharrem'in Aşûre gününü oruç tutana on bin şehid, on bin hac ve umre sevâbı verilir. Muharremin onuncu günü olan Aşûre gününde bir yetimin başını okşayana, Allâhü Teâlâ o yetimin başındaki kıllar kadar Cennet'te derece verir. Aşûre gecesi bir mü'mine iftar verene, Allâhü Teâlâ katında bütün Ümmet-i Muhammed'e iftar vermiş ve karınlarını doyurmuş gibi sevâb yazılır” buyuruldu. (Ruhul Beyân Tefsiri, c.4, s.83)(Abdulkâdir Geylânî (k.s.), Gunyetü't-Tâlibîn, s.352)
İbn-i Abbâs (r.a.)'den rivâyetle Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Muharrem ayında bir gün oruç tutana bu gününe karşılık otuz gün oruç sevabı yazılır.”Hz. Ömer İbni'l-Hattâb (r.a.):“Ey Allâh'ın Resûlü! Allâhü Teâlâ, Aşûra gününü bizim için fazîletli kıldı mı?” dedi. “Evet Allâhü Teâlâ, sizi Aşûra günü ile tafdil eyledi. Allâhü Teâlâ gökleri, yeri, dağları, yıldızları, Arş ve Kürsî'yi, Levh ve Kalemi, Cebrâil ve melek- leri Aşûra günü yarattı. Allâhü Teâlâ, Âdem (a.s.)'ı Aşûra günü yarattı. İbrahim (a.s.) Aşûra günü dünyaya geldi. Allâhü Teâlâ, İbrahim (a.s.)'ı Nemrud'un ateşinden Aşûra günü kurtardı. Ona Aşûra gününde, oğlunun yerine, kesmek için, büyük bir koç verdi. Firavun'u, Aşûra günü boğdu. İdris (a.s.)'ı Aşûra günü göğe kaldırdı. Eyyûb (a.s.)'dan belâyı Aşûra günü giderdi. Îsâ (a.s.)'ı Aşûra günü göğe kaldırdı. İsâ (a.s.) Aşûra günü 4 Temmuz, Mevlâna Takvimi dünyaya geldi. Âdem (a.s.)'ın tevbesini Aşûra günü kabul etti. Dâvud (a.s.)'ın zellesini Aşûra günü bağışladı. Süleyman (a.s.)'a mülkü, Aşûra günü verdi. Kıyâmet, Aşûra gününde olur. Gökyüzünden ilk önce râhmet ve yağmurun inişi Aşûra günündedir. Aşûra günü gusül eden, ölüm hastalığından başka hastalık görmez. Aşûra gününde bir hastayı ziyaret eden, bütün insanları ziyaret etmiş gibi olur. Aşûra gününde bir kimseye su veren, hiç isyân etmemiş gibi olur” buyurdular. (Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.167-170) “Aşûre günü âile efrâdını iyi doyuran ve onları her bakımdan memnûn edenlere, Hâkk Teâlâ gelecek senenin refâh ve rızkını o nisbette genişletir.” (Beyhâki) Süfyân (r.âleyh): “Biz bu hâli elli yıldır tecrübe ediyoruz. Kolaylık ve rahat geçimden başka bir şey görmedik” buyurdular.(Hz. Seyyid Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunyetü't-tâlibîn, s.352-353)
Yezid'e lânet meselesi, Kerbelâ Hadisesi'nin yaşanmasından bu güne kadar gündemde ka-lan bir meseledir. Şia, Yezid ve taraftarlarına lanet okumakla kalmamış, haddi aşarak babası Hz. Muâviye (r.a.)'e ve Sahâbe-i Kiram'ın bir ço-ğuna lânete devam etmişlerdir. Yezid'e ve taraf-tarlarına lanet okumakta tehlike vardır. Nitekim Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Mü'min lanet edici değildir” (Tirmizî), “Ne Allâh'ın lânetiyle, ne gazabıyla ve ne de cehennemle birbirinize lânet okumayınız.” (Ebû Dâvûd) “Mümine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhârî), “Sıddî-ka lânetçi olması yakışmaz.” (Tirmizî) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e “Ya Rasûlal-lâh! Müşriklere beddua etseniz” denildi. “Lânet edici olarak değil, aksine rahmet peygamberi olarak gönderildim” (Müslim) buyurdular.Yezid'e lâneti câiz görmeyen âlimler, Nebi (s.a.v.)'in: “Ümmetimden Kayser'in şehrini (İstanbul) fethetmek maksadıyla giden ilk askerler mağfurdur, affedilmişlerdir.” (Buhari) hadisini de delil olarak getirmişlerdir. Bu sefer, hicri elli iki yılında Yezid bin Muâviye'nin kuman-dasında meydana gelmiştir. Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr, Halid bin Zeyd, Ebu Eyyûb el -Ensarî (r.a.e.) gibi meşhur sahabiler, Yezid komutasında bu sefere katılmışlardır. Alimler, bu büyük sahâbîlerin Yezid'e itaat etmesini örnek göstererek, Yezid hakkında lânet gibi aşırılık ifade eden sözlerden kaçınılması gerektiğini söylemişlerdir. Netice olarak Ehl-i Sünnet'in çoğunluğuna göre Yezid'e küfür ve lanet caiz değildir. İslâmî esaslara bağlı bir Müslüman, kesin delillerden uzak, doğruluğu sabit olmayan bir takım riva-yetlerle müslümanları değerlendirip onları kötü sıfatlarla anmaktan uzak durmanın daha doğru bir yol olduğunu kabul eder.(www.incemeseleler.com)
Muhabbet üç şeydedir ki, bunlar olmadan kişiye “Allâh (c.c.) için seven” denemez. Allâh (c.c.) için mü'minleri sevmek: Bunun alâmeti, onlardan ezâyı def etmek ve onlara menfaati celb etmektir. Allâh (c.c.) için Resûlü (s.a.v.) sevmek: Bunun alâmeti, Sünnet'e tâbi olmaktır. Çünkü Allâh (c.c.) şöyle buyurur: “De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allâh da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân s. 31) Tâati mâsiyete tercih ederek Allâh'ı (c.c.) sevmek: Denilir ki; nimeti anmak muhabbeti getirir. Muhabbetin de bir başlangıcı ve sonu vardır. Muhabbetin başlangıcı, nimetleri ve ihsânlarıyla Allâh (c.c.)'ı sevmektir.Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) der ki: “Kalpler, kendine ihsânda bulunanı sevecek şekilde yaratılmıştır.” Muhabbetin bundan daha yücesi ise, Allâh'ın (c.c.) hakkı bunu gerektirdiği için O'nu sevmektir. Ali b. el-Fudayl (r.âleyh) şöyle der: “Allâh (c.c.), Allâh olduğu için sevilir.” Bir adam Tavus b. Keysân'a: “Bana öğüt ver.” dedi. Tavus dedi ki: “Sana şunu öğüt veririm: Allâh'ı öyle bir sevgiyle sev ki, hiçbir şey sana O'ndan daha sevgili olmasın. O (c.c.)'dan öyle kork ki, hiçbir şey sana O (c.c.)'dan daha korkunç olmasın.Allâh (c.c.)'dan öyle bir ümitle ümitlen ki, bu ümit, korkuyla senin aranda perde olsun. Nefsin için râzı olduğun şeye başka insanlar için de râzı ol.”(Haris el-Muhasibî, Ahlâk ve Arınma)
“Hilal”in “haç”a olan üstünlük ve zaferinin bir sembolü olan Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması Müslümanlar arasında büyük bir sevince; kâfir ve münafıklarca ise gizlemeye çalıştıkları bir utanç ve üzüntüye sebep olmuştur. Bununla birlikte caminin üst katının müzeye dönüştürülmesi, giriş kısıtlamaları, Hristiyanlığa ait resim ve fresklerin açıkta durmaya devam etmesi gibi uygulamalar bu sevince gölge düşürmektedir. Halbuki Ayasofya vakfiyesi ortadadır.Bir cami olan Ayasofya'da bulunan Hıristiyanlığın teslis (üçlü tanrı inancı) sembolü olan haç, İsa Meryem resimleri, kanatlı melek tasvirleri, Hıristiyan azizlerin tabloları vs. gibi nesneler, tevhide tamamen aykırıdır. Bunlar, Ayasofya'nın cami olma vasfına gölge düşürmekte, mekana şirk bulaştırmaktadır.Buna razı olmak da Allah muhafaza kişinin imanını tehlikeye sürükler. Ayasofya'daki Hıristiyanlık sembollerinin Fatih tarafından reddedildiğinin fiilî ispatı, fetihten sonraki üç gün içinde, hummalı bir çalışma ile içerideki taşınabilir bütün teslis unsurlarının çıkarılması, duvarlarda kalanların ise alçı, kireç gibi maddelerle sıvanarak kapatılmasıdır. Gayet açık bir şekilde ortadadır ki, Ayasofya her türlü tartışmadan uzak bir şekilde, İstanbul'un fethinin sembolü olarak, Fatih'in vakfiyesiyle tanımlanmış, Müslümanlara ait bir camidir. Bu hüküm hukuken de gayet nettir.Yapılması gereken Ayasofya'nın, Sultan Ahmet gibi; Fatih, Beyazıt, Selimiye Camileri gibi, tartışılmaz bir hüviyetle Müslümanların ibadetine tahsis edilmesidir. Fatih'in vakfiyesinde, Ayasofya'nın ‘cami' oluşuna muhalif olarak yapılacak değişiklikler reddedilmekte ve bunlara teşebbüs edeceklere lanet okunmaktadır. Yüzlerce sayfadan oluşan bu vakfiyede; cami olan bu mekanın, cami vasfının değiştirilmesi, başka maksatlara hizmet ettirilmesi hususu, her ihtimal teker teker zikredilerek reddedilmektedir. Bu kadar teferruatlı bir anlatım, deha ve basiretten de öte, bir nevi Fatih'in ‘kerameti' olsa gerektir.(Basından Derleme)
İsmi Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.), künyesi Ebû Yahya ve Ebû Atik'tir. Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.) ilk Müslüman olanlardandır. Hz. Musab b. Umeyr (r.a.)'in vesilesiyle Hz. Sad b. Muaz (r.a.)'den önce müslüman olmuştur. Akâbe Biatı'na katılanlar arasındadır. İbn Sad (r.a.) şöyle demiştir: “Tam bir şeref sahibi idi. Resûlullâh (s.a.v.) onunla, Hz. Zeyd b. Harise (r.a.) arasında kardeşlik kurdu. Uhud savaşına katılmış, o gün yedi yara almıştı.Savaş dönüşü yaralarını tedavi etme fırsatı bulamadan Hamrâülesed Gazvesi'ne iştirak etmek üzere yeniden silâhlandı.” Uhud ve Tebük gazvelerinde Evs kabilesinin sancaktarı, Hendek Gazvesi'nde hendeği korumakla görevlendirilen 200 kişilik grubun kumandanıydı. Câhiliye döneminden beri olgunluğuyla tanındığı, okuma yazma bildiği, iyi bir okçu ve yüzücü olduğu için “Kâmil” unvanıyla tanınan Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in kâtiplerinden ve zaman zaman danıştığı kişilerdendi. Aynı zamanda muallimlik de yapıyordu.Hz. Ebu Hureyre (r.a.)'dan rivayet ediliyor: “Resûlullâh (s.a.v.): “Useyd b. Hudayr ne iyi bir kimsedir” buyurdu. İbn İshak (r.a.) Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet ediyor: “Ensar'dan şu üç kimsenin fazîletine katılan başka bir kimse yoktur. Bunlar hepsi de Abduleşheloğullarından olan; Hz. Sa'd b. Muaz, Hz. Useyd b. Hudayr ve Hz. Abbad b. Bişr (r.a.e.)'dir.” Vakıdî (r.âleyh) rivayet ediyor: Hz. Talha b. Ubeydullah (r.a.) dedi ki: “Hz. Ebubekir (r.a.) Ensar'dan hiç kimseyi Hz. Useyd b. Hudayr (r.a.)'in önüne geçirmezdi.” Buhari, Hz. Useyd b. Hudayr (r.a.)'ın Hz. Ömer (r.a.) döneminde vefât ettiğine dair bir kıssa rivayet etmiştir.(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s.437)
İmam Kurtubi (r.a.) der ki: “İnsanlar için lâzım olan kıyamet alâmetleri ortaya çıkmazdan önce hazırlanmış vaziyette olması muhakkak olan kıyametin kopması sırasında hazırlıklı, tedbirli olmalarıdır. Çünkü yüce Allâh o alâmetleri dünyanın (yaşama) müddetinin sonu geldiğine dair nişanlar yaratmıştır.İşte bu alâmetlerden bir kısmı şunlardır: 1. Deccalin çıkması 2. Hz. İsa (a.s.)'ın semadan inip Deccal'ı öldürmesi, 3. Ye'cüc ve Me'cüc (denilen şerir zümrenin) çıkması, 4. Yerden çıkan bir hayvanın insanların yüzlerine müslüman veya kâfirdir, diye damga vurması, 5. Keza güneşin battığı yerden doğmasıdır. İşte bunlar kıyametin büyük alâmetleridir.Bu alâmetlerden önce gelip geçenlere gelince, onlar da: 1. Din ilminin alınıp kaldırılması, 2. Cehaletin ve bilgisizliğin galip olması ve cahil halkın her tarafa yayılması, 3. Mahkemelerde haklı hükmün, hâkimler tarafından rüşvetle satılması, 4. Çeşitli çalgıların ortaya çıkması, şarap ve çeşitli içkilerin içilmesinin çoğalması, 5. Cinsel yönden kadınların kadınlarla, erkeklerin de erkeklerle yetinmeleri, 6. Koca koca binaların yükseltilmesi, 7. Camilerin süslenip bezenilmesi, 8. Çocukların devlet reisleri olmaları, 9. Bu ümmetin sonundakilerin, evvelindeki dedelerine ve büyükIerine lanet etmesi, onları hor, hakir görmeleri, 10. Hercin yani haksız olarak insan öldürülmesinin çoğalması da onlardan bazılarıdır.Bu alâmetlerin zuhuru ancak yeni yeni ortaya çıkan bir takım sebeplerdir ve aynı zamanda bunlar önceden haber verip ümmetini korkuttuğu şeyler hususunda Resûlullah (s.a.v.)'in doğruluğunu tasdik ettiren mucizelerinden birkaçıdır. Alemlerin Râbbi olan Allâh (c.c)'e hamd olsun.”(İmam Şa'ranî, Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s.452)
Cep telefonları, internet, instagram, twitter gibi sosyal medya araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte internet başında geçirilen vakit her geçen gün artıyor. Bu durum insanların haramlara kısa yoldan ulaşmasını, haramlara sıklıkla maruz kalmasını sağlıyor.Ailevi ve toplumsal değerlere nüfuz eden ve günümüzün sosyal vebası olarak görülen müstehcen içerik bağımlılığı gün geçtikçe hız kazanıyor. Bağımlılığı bırakmak için bir çok yol bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyesi şu şekildedir: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan daha çok korur ve ferci de daha çok muhafaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bir kalkandır.” (Buhârî)Bağımlı olan kişi mutlaka her gün Kur'ân okumalı, gün içinde tevbe, istiğfar getirerek Allâh (c.c.)'a duâda bulunmalıdır.Uzmanların bağımlılığı bırakmak için tavsiyeleri ise şu şekildedir:1.Bu fiilin yanlış bir davranış olduğu benimsenilmeli, pişmanlık duyulmalıdır.2.Boş zamanlarda kişiyi meşgul edecek, oyalayacak meşgaleler, hobiler bulunmalı, odak noktası farklı yerlere verilmelidir.3.Gün içinde yalnız kalınmamaya çalışılmalı, aileyle, yakın çevreyle vakit geçirilmeli, topluma karışılmalıdır.4.Düzenli spor yapılmalıdır.5.Müstehcen içeriklere yönlendiren unsurlar tespit edilmeli, bu etkenler engellenmelidir.6.Sosyal medyayı kişi kendine kısıtlamalı, müstehcen içeriğin yoğun olduğu plaformlardan uzak durulmalıdır.7.Bu yöntemlerle de sorun çözülmediyse cinsel terapiste başvurulabilir.(Basından Derleme)