POPULARITY
Abdurrahman b. Avf (r.a.)'in kerem sahibi ve cömertliği öylesine yaygındı ki zenginleri de kapsamına alırdı. İbn Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki, Abdurrahman b. Avf (r.a.) bir keresinde hastalanmıştı. Servetinin üçte birinin vefatından sonra ayrılarak dağıtılmasını vasiyet etmişti. Daha sonra sağlığına kavuştu ve derhal vasiyeti olan miktarı malından ayırarak sadaka olarak dağıttı ve dedi: “Ölümümden sonra birileri bunu yapacak diye beklemektense ben hayatımdayken bunu yapıyorum.” O, vasiyeti olan bu miktarı fakirlerle beraber zenginlere de dağıttı. Çünkü bu zekât olmadığı gibi, bir fakirin ihtiyacını karşılamak için de değildi. Abdurrahman b. Avf (r.a.) daha sonraları da zenginlere dahi varlığından dağıtmaya devam etti ve dedi ki: “Ey Bedir savaşma katılanlar! Sizlerden her biriniz için 400 dinar vereceğim.” Bedir'e katılanların her birisi bu miktarı teslim almak için ona gittiler. Hatta zenginlerden olduğu halde Osman b. Affan (r.a.) da gitmişti. Kendisine: “Sen zenginsin” denildiğinde Hz. Osman (r.a.) şöyle cevap verdi: “Bu bir kulun dostluk gereği verdiği bir şeydir, sadaka değildir.” Abdurrahman b. Avf (r.a.)'in dağıttığı miktar 150.000 dinar'a ulaşmıştı. Hatta kendisinin şöyle dediği rivayet olunur: “Yerden bir taş kaldırsam, neredeyse kaldırdığım her taşın altında ya gümüş veya altın bulacağım.” O, Allâh (c.c.)'un hoşnutluğunu kazanmak uğrundaki bol dağıtmasıyla şu ayette buyurulan hüküm onun hakkında da gerçekleşmiştir: “Allâh yolunda mallarını harcayanların misâli, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allâh dilediğine kat kat fazlasını verir.” (Bakara s. 261) (Muhammed Mütevelli Şaravî
Allâhü Teâlâ, getirdiği yükümlülüklerle kişilerin meşakkât ve sıkıntıya sokulmasını istememiştir. Buna şu nasslar delâlet eder: “O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.” (A'râf s. 157), “Râbbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Râbbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.” (Bakara s. 286) Hadiste ise: “Kulun bu duâsı üzerine” Yüce Allâh: “Tamam öyle yaptım” buyurdu” (İbn Kesir) denilmiştir. Yine Yüce Allâh: “Allâh kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.” (Bakara s. 285) “Allâh size kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara s. 185) “Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.” (Hac s. 78) “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allâh sizden yükü hafifletmek ister.” (Nisa s. 28) “Allâh sizi zorlamak istemez, Allâh sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide s. 6) buyurur. Hadis-i şerifte de: “Hanîflik ve hoşgörüye dayalı bir şeriatla gönderildim.” (Ahmed) “Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günâh olmadıkça mutlaka daha kolay olanını tercih etmiştir.” (Buhari) buyrulur. Burada “günâh olmadıkça” diye kayıtlanmıştır. Çünkü günâhın terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır. Bu mânâda daha pek çok nass bulunmaktadır. Eğer Şâri' Teâlâ meşakkâti kastetmiş olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu dilemiş olurdu. Bu ise sakattır. Ruhsatların meşruluğu sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen konulardandır. Yolculuk sebebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki namazı birleştirerek kılma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkâtin mutlak surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. (Şatıbi, el-Muvâfakat, İslâmi İlimler Metodolojisi,c.2,s.121-122)
İyi/erdemli insan kimdir? 4. cüzün ilk âyeti, iyi/erdemli insanın önemli özelliklerinden birini (diğerleri için bk. Bakara 2/177 ve 189) zikretmektedir: Sevdiklerinden infak etmek. Âyetin meâli şöyledir: “Sevdiklerinizden infak etmedikçe ‘iyilik' makamına ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân 3/92). Buna göre, iyi insan sevdiği malından, mülkünden ve herhangi bir dünyalığından vazgeçip onu Allah rızası için infak edendir. Erdemli insana yakışan, en sevdiğinin rızasını kazanmak için dünyevî sevgilerden vazgeçmektir. Malımızla yapabileceğimiz en değerli yatırım, onu infak etmek suretiyle ebedî bir manevî gelire dönüştürmektir. Âyet-i kerîme, infak kültürü hakkında çok önemli bir noktayı vurgulamaktadır: Makbul infak, kıymetli olan bir şeyi vermektir. Değerli olmayan, eskimiş, kıyıda köşede kalmış bir şeyi elden çıkarmak amacıyla vermek, makbul bir infak ve erdemlilik değildir. İnfak edilen şey, ne kadar değerliyse, infak da o kadar değerli ve sevaptır.
*Kıblenin değişimi Efendimiz (sav), Medine'yi teşrif ettikten sonra, on altı veya on yedi ay boyunca namazlarını Mescid-i Aksa'ya yönelerek kılmıştı. Ancak gönlü, Kâbe'yi kıble edinmekteydi. Nitekim onun arzusu, vahiyle yerine getirildi ve Kur'ân âyetleriyle Kâbe, yeni kıble edinilmiş oldu. Bakara Suresi'nin 142-150. âyetleri bu konuyu ihtiva etmektedir. Kıblenin değişimi, çok büyük bir olaydır. İmanı zayıf olanlar için savrulma nedeni olabilecek ciddi bir imtihan olmuştur. Medine'de yaşayan Yahudiler ve münafıklar, bu hadiseyi istismar ederek Efendimiz (sav) ile alay etmişlerdir. Ancak sağlam bir imanla ona bağlı olanların imanlarında asla bir zayıflama görülmemiştir. Yahudi ve münafıkların, “Bunlara ne oldu da şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçip yeni bir kıble edindiler!” şeklindeki alaylarına Kur'ân'ın verdiği cevap çok anlamlıdır: “Doğu da batı da Allah'ındır.” Yani; kıble sembolik bir şeydir. Allah, tek bir cihette değildir ki O'na yönelmek için tek bir cihet belirlensin. Başka bir âyette buyurulduğu üzere “Nereye yönelirseniz yönelin, O'nun zâtı oradadır.” (Bakara 2/115). Kıble gibi çok önemli bir şeyin değişimi bize şunu öğretir: Allah Teâlâ, iman esasları ve ahlâk ilkeleri dışında, yeni şartlar icabı dindeki her şeyi değiştirebilir/güncelleyebilir. Dinin sabitelerini ve değişkenlerini iyi anlamak gerekir. Bu nokta, dinin özünü ve ruhunu kavrayabilmek için üzerinde çok derin düşünülmesi gereken bir noktadır. Özellikle zahirî kuralların basit ayrıntılarına takılan ve dindarlığı daha çok zahirî kurallar çerçevesinde algılayanların, kıblenin değişimini iyi düşünüp bundan ders çıkarmaları gerekir.
Sabrın fazîleti hususunda, Allâhü Teâlâ sabredenleri birçok vasıflarla nitelemiş ve sabrı, Kur'an-ı Kerim'de yetmiş küsür yerde zikretmiş, birçok hayrı da o sabra bitiştirerek şöyle buyurmuştur: “Biz onlardan, sabrettikleri zaman, emrimizle hidayete ileten imâmlar yaptık.” (Secde s. 24); “Sabretmelerinden dolayı, Râbbinin en güzel kelimesi İsrailoğulları hakkında tamamlanmıştır.” (Araf s. 137); “Muhakkak ki Allâh (c.c.) sabredenlere yaptıkları şeylerin en güzeliyle mükâfaat verecektir.” (Nahl s. 96); “İşte bunlara mükâfaatları, sabretmelerinden dolayı iki defa verilecektir.” (Kasas s. 54) ve “Sabredenlere ecirleri, muhakkak ki hesapsız verilecektir.” (Zümer s. 10) Sabır hariç, her taatın belirlenmiş bir mükâfaatı vardır. Oruç, sabırda olduğu için Cenâb-ı Hâkk, “Oruç benim içindir” buyurmuş, böylece orucu kendisine nisbet etmiştir. Allâh (c.c.) sabredenlerle berâber olduğunu vaadederek, “Sabrediniz, muhakkak ki Allâh (c.c.) sabredenlerle berâberdir.” (Enfal s. 46). Yine Cenâb-ı Hâkk, yardımı sabretmeye bağlayarak, “Evet, eğer siz sabreder ve Allâh (c.c.)'dan ittikâ ederseniz, düşmanlarınız da ansızın size gelecek olurlarsa, Allâh (c.c.) size beş bin melekle yardım edecektir.” (Ali İmran s. 125) buyurmuştur. Yine Allâh (c.c.), sabredenlere vermiş olduğu birçok şeyi, başkalarına vermeyerek, “İşte onlara, Râblerinden mağfiretler ve rahmet vardır. Onlar, hidayete ermiş olanların ta kendileridir.” (Bakara s. 157) buyurmuştur. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.88)
Allâhü Teâlâ, peygamberlere: “Peygamberlik görevini yerine getirdiniz mi?” diye sorduğu zaman, onlar: “Evet, getirdik.” diyecek; ümmetleri ise “Bize ne bir müjdeci geldi, ne de bir uyarıcı!” diye itiraz edecekler. İşte o zaman Ümmet-i Muhammed, peygamberlerin vazifelerini yaptıklarına dâir şâhitlik edecek, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de onların doğru söyle-diklerini belirtecektir.Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde Nûh (a.s.)'a: “Üstlendiğin peygamberlik görevini ümmetine tebliğ ettin mi?” diye sorulacak. O da: “Evet, yâ Râbbî, tebliğ ettim” diyecek. Bu defa onun ümmetine: “Nûh size benden aldığı görevi ulaştırdı mı?” diye sorulacak. Onlar da: “Hayır, bize bir uyarıcı gelmedi” diyecek. O zaman Cenâb-ı Hâkk, Nûh peygambere: “Görevini yaptığına dâir şâhitlerin kimlerdir?” diye soracak; o da: “Muhammed (s.a.v.) ve ümmeti” diye cevap verecek. İşte bunun üzerine Muhammed (s.a.v.) ümmetine sorulacak, onlar da, Kuran-ı Kerîm'den öğrendikleri şekilde, Hz. Nûh'un görevini yaptığını söyleyeceklerdir. ”Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bunları anlattıktan sonra şu ayeti okudu: “Böylece, siz bütün insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi ölçülü, dengeli ve adâletli bir ümmet yaptık.” (Bakara s. 143) Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü'l-Leys es-Semerkandî (r.âleyh)'in bazı müfessirlerden nakline göre, söz konusu ayetin mânası şöyledir: “Ey Muhammed ümmeti! Siz muhâ-liflerinize, peygamberlerini yalanlayan herkese karşı, şâhitsiniz. Peygamber de sizin doğru söylediğinize şâhitlik edecektir.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.95-96)
Hatip: Kemal Ergün (IGMG Genel Başkanı) Almanya, Köln – IGMG Genel Merkez Hutbe metnini okumak için linke tıklayabilirsiniz: igmg.org/hutbe
On güzel özellik var ki, bunlar kulu iyiler seviyesine ulaştırır. Üstün dereceler kazandırır. 1. Çok sadaka vermek. 2. Çok Kur'an okumak. 3. İnsana âhireti hatırlatan, dünyada haramlardan sakındıran kişilerle dostluk. 4. Akrâba ziyareti yapmak. 5. Hastayı ziyaret etmek. 6. Zenginlikleri, kendilerini dinî vecibelerini yerine getirmekten alıkoyan varlıklı kimselerle az oturmak. 7. Yarın göçüp gideceği âhiret âlemini çok düşünmek. 8. Kısa emelli olmak, ölümü çok hatırlamak. 9. Sükûta devam edip az konuşmak. 10. Tevazu edip, öyle süslü şeyler giymeyip orta halli bir şey giymek, fakirleri sevmek ve onlarla oturmak. Yetimlere, miskinlere yakın olmak ve onların başını okşamak. Anlatıldığına göre, şu yedi şey sadakayı artırır ve büyütür: 1. Helâl maldan sadaka vermek. Çünkü bu konuda Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu; “Ey imân edenler! Kazandığınız temiz şeylerden sadaka veriniz.” (Bakara s. 267) 2. Sadakayı, az.maldan vermek. 3. Ölüm korkusu, mal elden çıkma endişesi ile sadakayı çabuklaştırmak. 4. Cimriliği yok etmek için, malın en kıymetlisinden sadaka vermek, düşük maldan değil. Bu konuda Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “...Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız âdi malları, sadaka diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allâh herşeyden müstağnidir; övgüye lâyıktır.” (Bakara s. 267) 5. İçine gösteriş girmemesi için sadakayı gizli vermek. 6. Sevabı yok olmaması için minnetle sadaka vermemek. 7. Günâha girmemek için sadaka verilene eziyet etmemek. Nitekim bu konuda, Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız iyiliklerinizi boşa çıkarmayın” (Bakara s. 264) (Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l- Gafilin, s.367-368)
Vasıf ve şartlarını önceki yazımızda açıkladığımız nafaka alacaklılarını, usûl, fürû ve yan hısımlar olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür: 1. Fürû (çocuklar, onların çocukları) İlgili âyet (mesela el-Bakara: 2/233) ve hadisler, çocuğun nafakasının babaya ait olduğunu açık ve kesin bir şekilde ortaya koyduğu için bu konuda görüş farkı yoktur. Baba kazanacak durumda fakat fakir olursa nafakayı, sırada ondan sonra gelen akraba temin eder ve babadan alacaklı olur. Çocukların küçük yahut büyük, oğul yahut kız olmaları bazı farklı hükümleri gerektirmektedir.
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Onlar ellerindeki Tevrât ve İncîl'de özelliklerini yazılı buldukları o elçiye, okuma yazma bilmeyen o Peygamber'e uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten sakındırır; iyi ve temiz şeyleri onlara helâl, pis şeyleri ise haram kılar, daha önce üzerlerinde bulunan ağır yükleri indirir, sırtlarındaki zincirleri çözer. Ona îmân eden, onu destekleyen, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen nûra uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. Şöyle de: “Ey insanlar! Elbette ben, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allâh'ın hepinize birden gönderdiği elçisiyim. Öyleyse Allâh'a îmân edin, Allâh'a ve O'nun sözlerine îmân eden o ümmî Peygamber'e de îmân edin. Ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A'râf s. 157-158) Allâhü Teâlâ bir başka ayette de şöyle buyurdu:* “Allâh'ın, senin kalbine koyduğu rahmet sâyesinde onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. O hâlde onları affet, Allâh'ın onları bağışlamasını dile. Karara bağlanacak işlerde onlara danış. Kesin kararını verince de, yalnız Allâh'a tevekkül et. Çünkü Allâh kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân s. 159) Dahhâk ibni Müzâhim (r.a.)'in şöyle demiştir: “Bu ayette Allâhü Teâlâ, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'i mü'minlere merhametli, şefkâtli ve yumuşak huylu kıldığını söylemek suretiyle onlara olan iyiliğini hatırlatmaktadır. Şayet Peygamber (s.a.v.) Efendimiz kaba ve kırıcı biri olsaydı, etrafındaki insanlar dağılıp giderdi. Böyle bir şey olmaması için Cenâb-ı Hâkk, O (s.a.v.)'i hoşgörülü, yumuşak, güler yüzlü, nâzik ve şefkâtli bir insan olarak yarattı.” Yine Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Böylece, siz bütün insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun diye sizi ölçülü ve dengeli bir ümmet yaptık.”* (Bakara s. 143) (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.93-94)
Takvâ, Allâh (c.c.) korkusu ile Allâh (c.c.)'un yasakladığı şeylerden, önce şirkten, sonra da günâhtan, günâh ve haram olması ihtimâli bulunan şüpheli durumlardan, gereksiz şeylerden korunma, sakınma demektir. Takvâ makamı çok şerefli bir makamdır. Cenâb-ı Allâh: “Hiç şüphesiz ki Allâh, ittikâ edenlerle ve muhsinlerle berâberdir.” (Nahl s. 128) ve “Sizin, Allâh katında en şerefliniz, en müttakî olanınızdır.” (Hucurât s. 13) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a.)'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.): “İnsanların en şereflisi olmak isteyen Allâh (c.c.)'dan ittika etsin (korksun). İnsanların en güçlüsü olmak isteyen, Allâh (c.c.)'a tevekkül etsin ve insanların en zengini olmak isteyen, kendi elindekinden daha ziyade Allâh (c.c.)'un kudret elinde olana güvensin.” (İbn Mace) buyurmuştur. Hz. Ali (r.a.) de; “Takvâ, günâhlara devam etmeyi ve yaptığı ibâdetlerle aldanmayı bırakmaktır” demiştir. “Takvâ, seni Mevlâ'nın yasak kıldığı bir yerde görmemesidir.” ve “Muttakî, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yoluna girip dünyayı arkasına atan, nefsini ihlâs ve vefaya zorlayan haram ve zulmü terkeden kimsedir” şeklinde tarifler de yapılmıştır. Şayet muttaki için, Cenâb-ı Hâkk'ın “Bu kitap, muttakîler için bir rehberdir.” (Bakara s. 2) sözünde ifade ettiği şeyden başka hiç bir fazîlet bulunmasaydı bile ona yeterdi. Çünkü “Kendisinde, insanlar için bir hidayet (rehberi) olan Kur'ân'ın indirildiği Ramazan ayı…” (Bakara s. 185) ayetinde Kur'ân'ın insanlar için bir hidayet rehberi olduğunu açıklamış, Bakara Suresi'nin 2. ayetinde de “O'nun muttakîler için bir hidayet rehberi olduğu“nu söylemiştir. Böylece bu husus, muttakîlerin, bütün insanlar olduğunu gösterir. Demek ki muttakî olmayan, âdeta insan değildir. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.445-446)
Muhakkâk ki kulun halleri, mâzî, hâl ve istikbâl (geçmiş, şimdiki hal ve gelecek) olmak üzere 3'tür. Mâzî; Cenâb-ı Allâh, ezelî kudretiyle, kulu, mazide adem (yokluk), ölüm, aciz ve cehâletten, varlığa, hayata, kudrete ve ilme, nakletti. Yani kulunu yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten kudrete ve cehâletten ilme geçirmesidir. Hâl-i hazır'da Cenâb-ı Allâh kuluna hacet kapılarını açtı. Ona zaruret sebeblerini lâzım gördü. Bütün bunları yapan, Rahman ve Rahim olan Râbbi'dir. İstikbâl yani gelecekte ise, ceza gününün sahibi olan Cenâb-ı Allâh, ona âmellerîyle karşılık vermesidir. Bu üç halde de kulun yarar ve âmelleri, ancak Cenâb-ı Allâh (c.c.)'a dönmekle sağlıklı bir düzene kavuşur. Hiç şüphesiz Allâh (c.c.)'dan başka ibâdete müstahâk ve layık bir varlık yoktur. Sonra Cenâb-ı Allâh'ın, “Biz ibâdet ederiz” mübarek sözünün, ibâdetten ve ubudiyetten olması muhtemeldir. İbâdet, gafletsiz kılınan namaz, gıybetsiz tutulan oruç, minnetsiz yani başa kakmaksızın verilen sadaka, gösterişiz yapılan hac, halka duyurmaksızın yapılan gazve (cihad), eziyetsiz köle azâd etmek, bıkkınlık ve zaafsız edilen zikir ve âfetsiz yapılan diğer ibâdetler. Ubudiyet, husûmetsiz rızâ, şikâyetsiz sabır, şüphesiz yakıniyyet, gayıpsız şühûd, rücü'suz (dönmemek üzere) Allâh (c.c.)'a yönelmek, kesintisiz vuslat ubudiyetin çeşitleridir. İbâdete layık olan sadece Allâh'dır. Çünkü ibâdet, ta'zimin nihâyet derecesidir. İbâdet ancak nimeti sonsuz olan Allâh (c.c.)'a yaraşır. O Allâh (c.c.), mahlûkatına hayat verip menfaati ile nimetlendirendir. Cenâb-ı Allâh âyeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “(Ey kâfirler!) Allâh'a nasıl küfrediyorsunuz ki, ölü idiniz sizleri diriltti... Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek... Sonra da döndürülüp O'na götürüleceksiniz! O, o haliktır ki, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya inâyet buyurdu da, onları yedi semâ halinde nizamına koydu. O her seyi bilir bir alîm'dir.” (Bakara s. 28-29) (İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri, c.1, s.74-75)
Mâlikî fakihi ve eğitimci Ebü'l-Hasan el-Kâbisî (r.âleyh) der ki: “Allâhü Teâlâ şu âyet-i kerîme ile Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in ve ümmetinin üstünlüğünü ortaya koymuştur: “Allâh, sizi bundan evvel de, bu Kur'an'da da müslümanlar diye isimlendirdi. Neticede, Peygamber size şahitlik edecek, siz de diğer insanlara şâhitlik edeceksiniz.” (Hac s. 78) Bu konuda şu âyeti de zikretmelidir: “Biz her ümmetten, o ümmetin yaptıklarına bir şâhit getirdiğimizde, seni de bunlara şahit kıldığımızda hâlleri nice olacak?” (Nisâ s. 41) Bu âyet dolayısıyla şu olayı hatırlamakta fayda vardır: “Bir gün Peygamber (s.a.v.) Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.)'e: “Bana Kur'an oku!” buyurmuş, İbni Mes'ûd (r.a.) de: “Kur'an size indirildiği hâlde, onu size ben mi okuyacağım?” deyince Allâh'ın Elçisi (s.a.v.): “Evet, ben Kur'an'ı bir başkasından dinlemeyi pek severim” buyurmuştur. Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.): “Ben de ona Nisâ sûresini okumaya başladım. “Biz her ümmetten o ümmetin yapıp ettiklerine bir şâhit getirdiğimizde, seni de bunlara şâhit kıldığımızda hâlleri nice olacak?” (Nisâ s. 41) âyetine gelince Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in: “Şimdilik yeter!” buyurduğunu, o sırada gözlerinden yaşlar süzüldüğünü nakleder.” (Buhârî) “Sizi ölçülü, dengeli ve adâletli bir ümmet yaptık” (Bakara s. 143) âyetindeki “vasat ümmet” ifâdesi, “âdil, dindar ve hayırlı ümmet” demektir. Bu durumda âyetin mânası şöyledir: “Sizi doğru yola ilettiğimiz gibi, peygamberlerin kendi ümmetlerine tebliğ vazifesini yerine getirdiklerine şâhitlik edesiniz, sizin doğru söylediğinize de Resûlullâh şâhitlik etsin diye, sizi hayırlı ve âdil bir ümmet yapıp başkalarına üstün kıldık.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.94-95)
Konu Allah'ın peygamberleri olduğunda onların arasını ayırmamakla ve onlarla ilgili Rabbimizden ve Peygamberimiz Aleyhisselam'dan gelen bilgi ve haberleri ‘İşittik, itaat ettik” diyerek tasdik etmekle yükümlüyüz (Bakara 2/285; Nisa 4/150-152).
Kur'an okuyan kimse bir tesbih ve tekbir âyetine geldiğinde, hemen tesbih ve tekbir getirmeli. Bir duâ ve istiğfar âyetine geldiğinde dua edip istiğfarda bulunmalı. Korku ifade eden veya ümit veren havf ve recâ âyetlerine geldiğinde, azâbından Allâh (c.c)'a sığınmalıdır. Bu anlatılanlar şu âyette öz olarak ifade edilmektedir: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimselerden bazısı, onu hakkını gözeterek okurlar.” (Bakara s. 121) Bir hadisi şerifte bu mana şöyle ifade edilmektedir: “Kim Kur'an-ı Kerim'i sessiz bir şekilde okumak isterse, onu İbn Umm-i Abd'ın kıraati gibi okusun.” (İbn Mace) O nasıl okuyorsa, öylece okusun, demektir. Çünkü o, okuduğu şeylere şahid bir kalb, hazır bir kulak ve uyanık bir gözle okuyordu. Tehdit ve azap haberinin yer aldığı âyeti hüzün ile, müjde ayetlerini şevk ile, öğüt ve nasihât veren âyetleri ibret ile, uyarı âyetlerini korku ile okuyordu. Bundan dolayı buyrulmuştur ki: “Kuran-ı Kerim'i okuduğunuzda ağlayınız. Eğer ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapınız.” (İbn Mace) Benzer bir hadis şöyledir: “Kur'an-ı Kerim, hüzün ile inmiştir. Onu okuduğunuzda hüzünlü bir hal alınız.” (İbn Mace) Kur'an'da ağlamayı ve hüznü gerektiren tehditler, azap haberleri, ibretler ve emirler yer almaktadır. Eğer gerçekten hüzünlü olamıyor ve ağlayamıyorsanız, o halde ağlar gibi, üzüntülüymüş gibi bir hal alınız. (Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu'l Kulûb, c.1, s.224-225)
*Cenâb-ı Hak, başa kakmayı, insanları minnet altında bırakmayı ve bu şekilde onlara eziyet etmeyi yapılan işin sevabını iptal edecek bir sebep olarak zikrediyor: “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, onları incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264) buyuruyor. Evet, her türlü sadakat emaresine bu açıdan yaklaşılmalı; riya, süm'a, eza, başa kakma ve minnet altında bırakma sebebiyle yapılan o iyilik zayi edilmemeli. Beklentilerle o iş kirletilmemeli.
“Vefalı olup verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı vefa ile muamele edip ahdimi yerine getireyim.” buyuruyor. (Bakara, 2/40) (04:45) *Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği üzere, “İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” İnsan, kendi cehennemini kendisi tutuşturuyor ve insan mahiyetinde yaratılmış olma, mantık, akıl, ihsaslar, peygamber, müçtehid, müceddit, nasih, hatip… gibi itfaiyecilere yol vermiyor ki alevleri söndürsünler. (06:55) *Recâizâde Ekrem'in ifadesiyle, “Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât / Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” Hazreti Pîr de, kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların Mele-i Âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çekiyor.
Bu video 05/06/2016 tarihinde yayınlanan “RAMAZAN, ORUÇ VE TAKVA” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kur'an-ı Kerim'de, orucun farz oluşu anlatılırken, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah'ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz? *Takva, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takva, “Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir. *Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem'i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet'i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İster iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. *Kur'ân-ı Kerim, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü'minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. *Aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. Oruç, sizden öncekiler için bir vazife olarak yazıldığı gibi size de farz kılındı. *Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. *Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.” (Ra'd, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler. *Oruçtan maksad, Allah rızası, nefsin terbiyesi, irâde eğitimi ve takvadır. Oruç tutan insan Allah'ın bir emrini yerine getirdiği gibi, kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Bundan dolayı, geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu ve o, her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Belki sadece orucu tutma keyfiyetinde bir kısım farklılıklar vardı. *Allah Teâlâ'nın orucu bize farz kıldığı gibi bizden öncekilere de farz kıldığını beyan buyurması, ilahi emirlerin temel ve gaye bakımından birliğini iş'âr etmek; ayrıca bu farzın önemini belirtmek; onun bir ceza değil insanların menfaatine bir emir olduğunu bildirmek ve yerine getirilmesi için teşvik etmek sadedindedir.
• Ruhlarla irtibat kurma, cinlerle uğraşma vs gibi mevzularla iştigal etmenin önemi var mı? • Temsil âlemine dair Kitap ve Sünnetten deliller. • Bakara ve Al-i İmran surelerinin temsil âlemine bakan yönü. • İşlenen her günahta küfre giden bir yol vardır. • "Cenab-ı Hakk'ın iclalinden korkmak" ne demektir? • Allah korkusundan titreyen bir kalbe sahip olmak ve bu haşyetle yaşamak. • Allah'a karşı en saygılı olanlar Allah'ı (cc) hakkıyla bilenlerdir. • Meleğin beşer ile sıkı münasebeti. • Allah'a giden yollar bütünüyle açıktır. • Allah yolunda sarf edilen hiçbir gayret boşa gitmeyecektir. • Hz. Ebu Bekir'e (ra) büyük müjde. • Meleklerin eliyle gömülmeye hak kazanan sahabi Amir ibni Fuheyr.
Nifak Ehlinin Peşine Takılmış Hasta Ruhlar *Bir de o ölçüde münafık değilse de onların arkasında imanları tabiatlarına mal olmamış kimseler vardır. Belki dünyevî ve maddî cihetle bir irtibatları da vardır: Onlardan geçiniyorlardır, ihaleleri alıyorlardır, onlar korunuyor kollanıyorlardır, KPSS'siz memur oluyorlardır; dolayısıyla o istikamette tercihte bulunuyorlardır. *Kur'an-ı Kerim münafıkların kalblerinde de maraz bulunduğunu anlatır. Şöyle buyurur: {فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ} “Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah, onların hastalıklarını daha da artırdı. Bu yalancılık (ve samimiyetsizlikleri) sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara, 2/10) Evet, kalblerinde maraz vardı; o marazın gereği temayüllerine uydular, onların arkasından sürüklendiler; bu sebeple, Allah marazlarını daha da artırdı. *Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselam) mübarek bir hadis-i şerifiyle meseleye ışık tutabilirsiniz. Buyuruyor ki: İnsan bir günah işlediği zaman kalbde bir leke olur; istiğfar, tevbe, inabe, evbe ile çabuk onu silmezse, o günah başka bir günaha çağrıdır, davetiyedir; adeta “Burası müsait bir ortam, sahipsiz, burayı kapatabilirsiniz, gelseniz kapatsak burayı!..” falan der. Her bir günah arkadan gelecek bir günaha çağrıdır. Hazreti Bediüzzaman “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” der. Günah işleyen bir insan, küfre doğru bir adım atmış demektir. Bu böyle çoğala çoğala kalbi bütünüyle karartır. *Soruda okunan ayet-i kerimede münafıklar ve kalbinde maraz bulunanlar ayrı ayrı zikrediliyor. Mealen şöyle buyuruluyor: “Hani (hatırlayın o vakti ki) münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar, ‘Allah ve Rasulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş/aldatmaktan başka bir şey değilmiş!' demişlerdi.” (Ahzâb, 33/12) *Münafıklar.. ve bir de kalbinde maraz bulunanlar. Belli bir noktada bunların bir ortak paydaları oluyor. Ya bir çıkar, ya da kendilerince bir zarardan kaçınma adına bir ortak nokta oluyor. Bu itibarla ikisi de aynı mütalaayı paylaşıyorlar. Haşa ve kella, “Allah ve Rasûlü bize sadece gurur, bizi aldatabilecek şey vadetti.” diyorlar. Küstahlık zirve yapıyor burada; bir kısım sarsıntıları görünce, “Allah'ın vaadi haşa bir aldatmadan ibaret” deme küstahlığında bulunuyorlar. Belki her dönemde olmuştur, ama bazıları bunu ifade etmeyebilir. Mesela koşturur dururlar hep dünya için, başkalarını tahkir ve tezyif ederler, hemz u lemzde bulunurlar, tehcire, tenkile, ibadeye tabi tutarlar. Akıllı gibi davranırlar. Tam başarının zirvesine ulaşacakları bir yerde, Allah (celle celaluhu) tepe taklak getirir. İşte o zaman açıktan açığa söylemeseler bile, haşa ve kella “aldatıldık” derler. Bu video 31/05/2015 tarihinde yayınlanan “Nifakın Güdümündeki Marazlı Kalbler” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/tag/kirmizi-bu...
Bu video 04/03/2018 tarihinde yayınlanan " MUSİBETLERİN EKŞİ ÇEHRESİ VE HİKMETİN GÜZEL YÜZÜ" isimli bamtelinden alınmıştır. Yayının tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://herkul.org/bamteli/bamteli-mus.... Bela ve musibetler, dış yüzleri itibarıyla çirkin, sevimsiz, iç bulandırıcı ve aynı zamanda insanın nöronlarına, Hipofiz bezine, Talamus bezine gelip çarpan şeytanî şerâreler mahiyetinde duyulur, hissedilir. Fakat meselenin sonucuna/neticesine bakmak lazımdır. Bu bakış açısı da aslında size, bize ait değildir, Kur'ân'ın fermanıdır: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey de hakkınızda şerlidir.” (Bakara, 2/216) Mesela, i'lâ-i Kelimetullah istikametinde çekilen çileler.. o mevzuda bir yönüyle duygu-düşünce açısından kıvamın önemli bir unsuru olan manevî cihadlar, mücahedeler, manevî savaşlar.. Allah Rasûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” dediği şey… Antrparantez arz edeyim: “Günümüzde maddî kılıç, kınına girmiştir; Kur'an'ın elmas düsturları, elmas prensipleri hükümfermadır.” Küreselleşen bir dünyada o türlü şeylere gitmek, katliamlara sebebiyet verir, ardı arkası kesilmeyen savaşlar fâsid dairesine sebebiyet verir, vuruşmalar kısır döngüsüne sebebiyet verir. Hele günümüzdeki o korkunç silahlarla?!. 1945'lerdeki, 50'lerdeki Japonya'nın başına patlayan silahlar değil; bunlar, bugün bir yerde patladığı zaman, Amerika'nın yarısını alıp götürecek kadar korkunç silahlar!.. Bir Batılı düşünürün dediği gibi: “Bir üçüncü cihan savaşında, maktûl mezara, kâtil de yoğun bakıma kalkar!” Şimdi buna karşı sizin kalkanınız, sütreniz, siperiniz, insanî değerleri öne çıkarma, sevgiyi öne çıkarma, kucaklaşmayı öne çıkarma olmuştur/olmalıdır. Burada bir şey soracağım, vicdanlarınızla cevap verin: Sizler ve sizin arkadaşlarınız dünyanın değişik yerlerine açılırken, bunun (sevgi, kucaklaşma ve insanî değerlerin) dışında ne götürdünüz? Efendim, “Biz renk körüyüz!” dediniz. Efendim, “Duyma sağırıyız!” dediniz. Dolayısıyla elin-âlemin değişik anlayışsızlıklarına karşı, anlayışlı davrandınız. Duymaları gerekli olan “mesmûât”ın yanında farklı duyuşları duyucu oldunuz. Elin-âlemin farklı dil kullanmasına karşılık, siz, gönülleri yumuşatacak bir dil kullandınız. Kalbiniz gül gibi oldu; gezdiğiniz caddeler, sokaklar, çarşı-pazar da ıtriyat çarşısına döndü. Bağırlarını açtılar. Size yol verdikleri zaman da eşrârın şerrinden emniyet adına yol verdiler: “Gidin, koruyamayacağız sizi!” dediler ama zannediyorum yüreklerine kan damlıyordu. Evet, bir gün şartlar/konjonktür müsait olduğu zaman dönüp gideceğinizi/geleceğinizi bekleme sevdası ile zannediyorum bir intizar içindeler şu anda da. İnşaallah, Cenâb-ı Hak, o günleri de gösterir; eşrârın er geç akîm kalacak o hâinâne gayretlerini, sa'ylerini, himmetlerini akîm bırakır, inşaallah teâlâ. Evet, bazen dış yüzü itibarıyla, kabuğu itibarıyla çirkin görünen şeyler vardır; fakat iç yüzü itibarıyla çok lâtiftir. Başta, konuya başlarken, Alvar İmamı'nın sözüyle ifade ettik: Seyyidinâ Hazreti Âdem'in yaşadığı, bir zelle idi. Bir zelle idi ki, ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى “Ama sonra Rabbisi O'nu seçti de, tevbesini kabul buyurdu ve O'nu hidayetine mazhar kıldı.” (Tâhâ, 20/122) Sonra Allah, onu seçti, seçkinlerden yaptı ve arkadan gelen nesiller “Mustafeyne'l-Ahyâr”dan saydılar. Ne dediler? “Âdem, Safiyyullah!” dediler. “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.” Hazreti Âdem, Cennet gibi bir güzellikler otağından ayrıldı fakat bir yönüyle, o otağa insanlığı çağırabilecek, Hazreti Rûh u Seyyidi'l-Enâm gibi bir “İnsan”a baba olma şerefi ile taçlandırıldı. ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى Cenâb-ı Hak, öyle eylesin, inşaallah!..
İradenin hakkını ver ve sırf Hak rızası için gayret göster!.. *İnsanlar mefkûreleri uğrunda yapacakları şeyleri iradî olarak yapmalılar; yapmalılar ve şahısları adına semeresini dermeyi de düşünmemeliler, bırakıp gitmeliler. Sevap iradî olan şeylere terettüp eder. Gayr-ı iradî şeyler Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin farklı bir tecelli dalga boyuyla insana bir şey kazandırabilirse de asıl insana sevap kazandıran husus, amelin iradî yapılmış olmasıdır. *Bu açıdan da iradî şekilde yapıp etmek, sonra da arkaya dönüp bakmadan çekip gitmektir esas olan. Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin!.. “Semeresini ille ben dereceğim.. mükafatını göreceğim.. yapacağım şeyden dolayı alkış toplayacağım.. takdire mazhar olacağım.. yâd-ı cemil olarak anılacağım!..” demeden, hiç o türlü taleplerde bulunmadan vazifeni sırf Allah rızası için yap!.. “Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..” *Bazı enbiya-i izâmın yâd-ı cemil olmayı dilemeleri kendi kutsiyetlerine yaraşır, yakışır ve ufuklarına uygun şekildedir. Bir ayet-i kerimede Hazreti İbrahim'in şöyle dua ettiği anlatılır: وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ, 26/84) İbrahim Aleyhisselam ve diğer peygamberlerin bu türlü talepleri, onların misyonları icabıdır. *Hazreti Pir-i Mugan, “Benim mezarımı bir-iki has talebemden başkası bilmemeli!..” diyor; yani ne gelip başımın ucunda dursunlar ne bir türbe sayıp oraya bir bez bağlasınlar ne de bir bardak su döksünler!.. *Allah'la irtibatın kuvvetli olarak ahirete gitmişsen, o senin için yeter ve artar; başkasının o mevzuda seni desteklemesine ihtiyacın yoktur. Bu itibarla da yâd-ı cemil olmayı bile talep etmemek, Hizmet Hareketi'ne gönül vermiş adanmışlar için çok önemli bir husustur. Cenâb-ı Hak, insan iradesine büyük değer veriyor *Yaptığın şeyler sen yâd edilmeden de sana kazandıracağı şeyi kazandırır. Şu kadar var ki, sevaplar, iradeye terettüp eder. *Allah (celle celâluhû), şart-ı adî planında, insanın iradesine çok değer veriyor. Mesela; “فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ – Beni anın ki Ben de size anayım.” (Bakara, 2/152) buyuruyor: Beni ibadet ü tâatle anın, Ben de sizi lütuflarımla anayım. Beni, üzerinizdeki nimetlerimle anın; Ben de yeni nimetler vermek suretiyle sizi yâd edeyim. Siz, Beni yeryüzünde mükellefiyetler çerçevesinde anın; Ben de sizi mele-i âlânın sakinleri arasında anayım. *Yine Allah Teâlâ, insanın vefasını bir sözleşme maddesi gibi kabul ediyor; “وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ – Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyuruyor. Bu, insana ve onun iradesine değer verme demektir; onu, Kendi icraat-ı sübhâniyesi için âdeta bir esas kabul etmektir: Bana karşı verdiğiniz sözü tutun, Ben de mukabelede bulunayım! Söz tutma neymiş, onu size göstereyim. Biri, namütenahinin insana karşı va'di; diğeri, minnacık bir karıncanın ortaya bir şey koyması. Katiyen bir tenasüp söz konusu değil ama Allah öyle muamele yapıyor. *O'nun öyle muamele yapacağına yürekten inanmalı. Başkalarına el açma ve dilencilikte bulunma zilletine düşmemeli. Zira insan mahlûkata el açmayacak kadar aziz yaratılmıştır. Mahlûkattan bir şey beklemek insanın şahsına karşı en büyük hakaret ve en büyük saygısızlıktır. Hatta insanın, sanat-ı ilahî olması itibarıyla, başkalarına el açması, Allah'ın sanatına karşı saygısızlık sayılır. O, âleme dilencilik yapmayacak kadar aziz yaratılmıştır; isteyeceğini yalnızca Allah'tan istemelidir. Bu video 09/08/2015 tarihinde yayınlanan “Sen Tohum At Git” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...