POPULARITY
Takvâ, “haşyet” (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasınadır. Nitekim Allâhü Teâlâ “Ey insanlar, Râbbinizden ittikâ edin (korkun)” (Nisâ s. 1) buyurmuştur. “Hani, kardeşleri Nûh onlara, “İttikâ etmez misiniz” yani “Allâh (c.c.)'ı saymaz, Ondan korkmaz mısınız?” demişti.” (Şuarâ s. 106) buyurmuştur. Aynı sözü Hud, Salih, Lût ve Şu'ayb (a.s.e.) kavimlerine söylemişlerdir. Takvânın gerçeği, her ne kadar zikrettiğimiz şeylerse de, o, Kur'an'da aslî manası bazen imân, bazen tevbe, bazen taat, bazen günâhı terk ve bazen de ihlâslı olmak şeklinde yer almıştır. İmân manasında olmak üzere, Cenâb-ı Allâh, “Allâh onlara takvâ kelimesini yani tevhidi, gerekli kıldı.” (Fetih s. 26), “İşte onlar, Allâh'ın, kalblerini takvâ için imtihân ettiği kimselerdir.” (Hucurât s. 3), “Firavunun kavmine (gel): Onlar ittikâ etmezler mi?” (Şuarâ s. 11) yani “imân etmezler mi?” buyurmuştur. Tövbe anlamında ise, Hâkk Teâlâ, “Şayet beldeler halkı imân edip ittikâ etselerdi…” (A'râf s. 96) yani “tevbe etselerdi” buyurmuştur. Taat anlamında da, Hâkk Teâlâ, “Benden başka ilâh olmadığını duyurasınız.” diye… Öyleyse Beni sayıp itaat ediniz.” (Nahl s. 2) ve yine aynı surede “Allâh (c.c.)'dan başkasından mı ittikâ edersiniz?” (Nahl s. 52), “Ben, sizin Râbbinizim, öyleyse Ben'i sayıp itaat ediniz.” (Mü'minûn s. 52) buyurmuştur.Günâhı terketmek manasında ise, “Evlere kapılarından girin, Allâh (c.c.)'dan ittikâ edin.” (Bakara s. 189) yani, “Allâh (c.c.)'a karşı günâh işlemeyiniz.” buyrulmuştur. İhlâs manasındaki ittikaya gelince, Cenâb-ı Allâh, “Bu, kalblerin takvâsındandır” (Hacc s. 32) yani kalblerin ihlâsındandır ve aynı manada “Benden ittikâ edin, (yani bana karşı ihlâslı olunuz)” (Bakara s. 41) buyurmuştur.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.444-445)
Allâhü Teâlâ buyurdu. “İnsanlardan öyle kimse vardır ki, onun bu dünya hayatına ait sözü senin hoşuna gider ve o, kalbinde olana Allâh'ı şâhid getirir. Halbuki o düşmanların en yamanıdır.” (Bakara s. 204) Hüccetü'l-İslâm İmâm Gazalî (r.âleyh): “Mira', söyleyenini küçük düşürmek ve kendi meziyyetini isbat etmek için bir söze kusur bulmandır” demiştir. Cidâl, mücadelecinin kendi meşrep ve görüşlerini kâbul ettirmeye uğraşmasından ibarettir. Husumet, bir mal veya istenilen bir hakkı elde etmek için konuşmakta gösterilen inattır. Bunlar, İmâm Gazalî (r.âleyh)'in tarifleridir. İmâm Nevevî (r.âleyh) de şöyle der: “Tartışmak bazen hakka dayanır bazen de bâtıla. Nitekim ayet-i kerimede: “İçlerinden zulmedenler müstesna olmak üzere ehl-i kitap'la mücadelenizi sadece en güzel yolla sürdürün.” İmâm Nevevî (r.âleyh) sözlerine devamla diyor ki: “Eğer cidâl hakka dayanırsa onu kâbul ettirmeye uğraşmak övgüye lâyık bir iştir. Şayet cidâl hakkı ortadan kaldırmak, sindirmek için olursa veya bilgisizce yapılırsa, yerilir. İşte cidâlin mubâh oluşu veya yerilişi hakkında gelen bütün naslar bu ölçüye vurulmalıdır.”Büyüklerden biri şöyle diyor: “Husumet kadar dini yok eden, mürüvveti zedeleyen ve kalbi oyalayan başka bir şey bilmiyorum.” Ebû Hüreyre (r.a.)'den, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir: “Bir dâvada bilgisizce mücadele eden kişi, mücadeleyi bırakıncaya kadar Allâh'ın gazâbında olur. Ebû Ümâme (r.a.)'den, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu, dediği rivayet olunmuştur: “Bir toplum, Allâh kendilerine hidayet ettikten sonra sapıtmaz. Meğer ki, münakaşa yapalar.”(İmâm Şemsüddin ez-Zehebî, İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.198)
“Sizinle savaşanlarla, Allâh yolunda savaşın” (Bakara s. 190) Allâh (c.c.)'un yolundan maksat, O (c.c.)'un dinidir. Allâh (c.c.)'un dinini güçlendirmek ve zafer elde etmek için sizinle savaşan müşriklere karşı cihad edin. Çünkü Allâh (c.c.)'a giden yol ve Allâh (c.c.)'un rızâsını kazanmak, dini uğrunda cihad etmekle mümkündür. Bu hüküm, henüz topyekün müşriklerle savaş emri gelmeden önceydi. Çünkü Medine'de savaşla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyetin inmesinden sonra Resûlullâh (s.a.v.), kendisiyle savaşanlarla savaşır ve savaşmayanlara da herhangi bir şey yapmazdı. Nitekim İbn Abbas (r.a.)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir:“Bu âyet, Hudeybiye antlaşması sırasında nazil oldu. Resûlullâh (s.a.v.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılında umre ziyareti yapmak için yola çıkmıştı. Sayıları 1400 kişiydi. Hepsi Hudeybiye denilen yerde konakladılar. Müşrikler onların Beytullah'a girmesini engellediler. Resûlullâh (s.a.v.) ve ashabı Hudeybiye'de bir ay kadar bekleyip sonra ertesi yıl umre yapmak üzere müşriklerle barış sözleşmesi yaptılar. Buna göre, bu yıl umre yapamadan dönecekler, gelecek yıl gelip umrelerini yapacaklardı. Sözleşme bu şekliyle imzalandı. Müşriklerin dediklerine Hz. Peygamber (s.a.v.) rızâ gösterdi. Sahabe (r.a.e.) de haram ayda ve Harem sınırları içinde savaşmayı uygun bulmadılar. İşte bunun üzerine Allâh (c.c.) bu âyeti indirdi. Fakat haddi aşmayın. Harem sınırları içinde, hem de ihramlıyken savaşı ilk başlatan siz olmayın. Çünkü Allâh (c.c.), haddi aşanları sevmez. Allâh (c.c.) haddi aşanlar için iyilik dilemez ve onları dostları kâbul etmez.”(İsmail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri, Bakara s. 190)
İnsanın meydana gelmesinde bir yaratıcıya muhtaç olduğuna pek çok şey delâlet eder. Bir yaratıcının varlığına delâlet eden delillerden biri de Allâhü Teâlâ'nın, “Gök ile yer arasında musahhar kılınan bulutlarda…” (Bakara s. 164) ayetidir. Bulutlar, havada sürüklenmesinden dolayı, böyle adlandırılmıştır. “Teshîr'in (musahhar) mânası ise, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Allâh (c.c.), birkaç bakımdan, bulutları “musahhar” olarak adlandırmıştır. Suyun karakteri, inmesini gerektiren bir ağırlığa sahip olmasıdır. Binaenâleyh, onun hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Bu sebeple onu buna zorlayan ve buna mecbûr eden birisinin bulunması gerekir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hâkk bulutları, “musahhar” diye adlandırmıştır.Şayet bulutlar, devamlı aynı yerde kalsaydı, güneşin ışıklarını örteceği, yağmuru ve nemi arttıracağı için, zararı büyük olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasaydı, yine zararı büyük olurdu. Çünkü bu da kıtlığa, bitki ve ekinlerin bitmemesine sebep olurdu. Binaenâleyh, onu ancak belli bir ölçüde tutmak faydalı olurdu. Böylece bulutlar, Cenâb-ı Hâkk onları ihtiyâç anında getirip ihtiyâç kalmayınca götürdüğü için, Allâh (c.c.)'un emrine amâde kılınmış gibidir. Bulutlar muayyen bir yerde durmaz. Bilâkis Allâhü Teâlâ, rüzgârları hareket ettirmek suretiyle bulutları dilediği yere sevkeder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.171-172)
Adı: Kur'an-ı Kerim. Lakabı: Mecid. Lisanı: Arapça. Nüzul zamanı: 27 Ramazan, Fil senesinin 40 yılı. Nüzul mekanı: Mekke, Medine, Hira Mağarası. Nazil eden: Allâhü Teâlâ. Vahimeleği: Hz.Cebrail. Vahyi alan: Hz.Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Vahiy sayısı: 24.000 defa. Nazil olma müddeti: 23 yıl. İlk nazil olan ayet: “Yaratan Râbb'inin adı ile oku” (Alak s. 1) İlk nazil olan sure: Alak. Son nazil olan sure: Nasr. Son nazil olan ayet: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” (Maide s. 3) Cüz sayısı: 30. Sure sayısı: 114. En azametli ayet: Ayet'el Kürsi. En uzun sure: Bakara 286. En kısa sure: Kevser 3. En uzun ayet: Bakara s. 282. En kısa ayet: Taha Suresi “Ta-ha” ayeti. Mekkî surelerin sayısı: 82. Medenî surelerin sayısı: 20. Mekkî ve Medenî sürelerin sayısı: 12. Kuran'ın yarısındaki sure: Kehf suresi. Kuran'ın anası: Fatiha suresi. Kuran'ın kalbi: Yâsin. Kuran'ın gelini: Rahman Suresi. İki besmele olan sure: Neml Süresi. Besmele olmayan sure: Tevbe Suresi. Hizb sayısı: 120 hizb.Tüm ayetinde Allâh ismi olan süre: Mücadele Süresi. Ayet sayısı: 6236. Ayet Kelime sayısı: 77439. Kelime Harf sayısı: 330733. Harf Nokta sayısı: 105684 nokta. Kuran üç bölümden ibarettir: 1. Allâh (c.c.)'un vahdaniyeti 2. Kıssalar 3. Ahkâm.Kuran'da erkek ve kadın eşit oranda,eşit kelimelerle zikrolunmuştur. Yani; Kuran'da, Erkek 24 defa, Kadın da 24 defa zikrolunmuştur. Bu nokta insanı hayrete düşüren ve insanın üzerinde tefekkür etmesi gereken bir noktadır. Bu nokta Kur'an'da her konunun eşit olarak beyan olunduğunu göstermektedir. Kur'an'da Dünya: 115 defa, Ahiret de: 115 defa, Melekler: 88 defa Şeytan da: 88 defa, Yaşamak: 145 defa ,Ölüm de: 145 defa, Fayda: 50 defa, Zarar da: 50 defa. Bütün bunlar insanı derin tefekküre sürüklemektedir.(www.mevlanatakvimi.com)
Bakara suresinin 62. ve Maide suresinin 69. ayeti kerimelerindeki Allâh'a (c.c) imân;meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahirete imânı da kapsamaktadır. Nitekim “Her kim Allâh'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla, sapıklığa düşmüştür.” (Nisa s. 136) buyurulmuştur.Eğer Allâh (c.c.)'a imân, gönderdiklerinin hepsine imânı kapsamasaydı bu ayetler arasında çelişki olmuş olurdu ki bu mümkün değildir.Sadece “La ilahe ilallâh” diyen kimse küfürden kurtulamadığı gibi, diğer peygamberleri tasdik ettiği halde “Muhammedün Resûlullâh” demeyen kimsede küfürden kurtulamaz. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v)'in risaletini kâbul etmeyen kimse hakikatte “La ilahe ilallâh” kelimesinin manasına muhalefet etmiş olur. Çünkü kendisinden başka ilah olmadığını tasdik ettiği Allâhü Teâlâ'nın, son peygamber olarak gönderdiği ve kendisine imân ve itaat edilmesini emrettiği peygamberini inkâr etmektedir. Dolayısıyla Allâhü Teâlâ'nın gönderdiği peygambere itiraz, Allâh (c.c.)'a itirazdır. Bu meselede en çelişkili durum Müslüman olduğu halde Yahudi ve Hristiyanların imânlarının da Allâh indinde kâbul edilebileceğini ve onların da cennete gireceğini iddia edenlerin halidir. Esasen bu düşünce, bunu iddia eden kimse için islamın hak din oluşunda şüphe etmek, demektir. Zira; “Muhammedun Resûlullâh” demeyerek onun risaletini kâbul etmeyen bir kimse eğer doğru itikat üzere ise onu peygamber olarak tasdik edip ona ümmet olan hepimizin imânı batıl olur (neûzü billâh) ki bizler peygamber olmayan bir zatı peygamber ittihaz etmekle ebedi cehennemlik oluruz.(Asuman Karamustafaoğlu, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.431)
Hikmet, İslam düşünce geleneklerinin temel kavramlarından biridir. Engellemek anlamındaki “h-k-m” kökünden türeyen bütün kelimeleri dikkate alırsak Kur'ân'da ve hadislerde bir çırpıda sayılamayacak kadar çok yerde zikredilir. Herhalde hikmet kelimesinin geçtiği en meşhur ayet şudur: “(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir. Yalnızca akıl sahipleri öğüt alır.” (Bakara 2/269). Ayrıca pek çok ayette peygamberlere kitap ve hikmetin veya kitap, hüküm ve nübüvvetin birlikte verildiği bildirilmektedir. Kelime oldukça kapsamlı olup derin çağrışımlar barındırdığından hem şerî bilimler hem de felsefî bilimler geleneğinde özel bir ihtimama konu olmuştur.
AB VARAHLUTIR - Á FERÐ OG FLUGI - BÍLAPUNKTURINN - BÍLJÖFUR - TORFÆRUAPPIÐBragi fékk til sín Pétur Bakara, Sigga Braga og Bogga á rallýbílasýningunni í vor. Allir kepptu þeir um Íslandsmeistaratitilinn í ralli árið 2008.
Kur'an okumanın en fazîletlisi, tertîl üzere yani tane tane, ağır ağır okuyarak ve manalarını düşünerek yapılandır. Çünkü bu okuyuşta emredilen ve teşvik edilen okuyuş şekli mevcuttur. Ayrıca onda okuduğunu düşünme ve anlama imkânı bulunmaktadır. Hz. Ali (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Fıkhını bilmeden yapılan ibâdette ve derin düşünce olmadan yapılan Kur'an okuyuşunda hayır yoktur.” İbn Abbas (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bakara ve Al-i İmran sürelerini yavaş yavaş düşünüp anlayarak okumak, bana, Kur'an'n bütününü alelacele okumaktan daha sevimlidir.”Düşünerek ve anlayarak yapılan en fazîletli Kur'an okuyuşu namazdaki okuyuştur. Denilir ki; namazda yapılan tefekkür, namazın dışındakinden daha fazîletlidir. Çünkü bu durumda iki amel birden yapılmış olur. Biri namaz, diğeri tefekkür. Çünkü namazdaki tefekkür, okunan ayetlerdeki ilâhi müjde ve tehdidinin manas ını, emir ve yasaklarını hikmetini anlamak, kullarını azâbıyla korkutan ve onlara emirler veren Allâh (c. c.)'u yüceltmektir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e, “namazların hangisi daha faziletlidir?” diye soruldu. “Okuyuşu daha uzun olan.” buyurdular. (Ebû Davud) Rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.) besmeleyi okudu ve onu yirmi defa tekrar etti. (Ebu'-Şeyh İsfahânî) Çünkü her okuyuşunda kendisi için başka bir anlam ve anlayış hâsıl oluyordu. Her kelimeden ayrı bir ilme ulaşıyordu.(Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu'l Kulûb, c.1, s.221-224)
Bir iddiayı dinledim; iddia sahibi, “faiz ancak mal değişiminde olur, para alım satımında veya borçlanmalarında faiz olmaz; çünkü Bakara suresinin 279. Allah Teâlâ ‘faizden vazgeçer tevbe ederseniz mallarınızın aslını alabilirsiniz' buyuruyor” diyordu. İddia sahibi şunu da diyordu: “faizle ilgili âyette mal kelimesi geçiyor, para geçmiyor, bankalar da para/kredi verdikleri kimselerden zaten faiz almıyorlar, enflasyon farkı ve biraz hizmet bedeli alıyorlar…” Bu iddia şuna benziyor:
“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus 62)“Onlar iman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.” 63“Korku ancak gelecekle ilgili olur, yani ileride korkutan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı korkulur. Hüzün ise ancak geçmişte olan birşeyle ilgili olur. Bu, ya geçmişte insanın hoşuna gitmeyen birşeyin meydana gelmiş olmasından ötürü, yahut da arzu edip sevdiği bir şeyi elde edememiş olmasından dolayı olur.Bazı muhakkikler şöyle demişlerdir: "Veliler için, korku ve hüznün olmamasının söylenmesi, ya onlar bu dünyada iken olur, yahut ahirette iken olur. Birincisi, şu sebeplerden ötürü olamaz;Bu, dünyada olmaz. Çünkü burası, korku ve keder yurdudur. Hele mü'min, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şuhadislerinde de buyurduğu gibi, bundan hiç kurtulamaz: "Dünya, mü'minin (adetâ) hapishanesi, kâfirin de cennetidir"“İman etmek" kelimesi nazarî kuvvetin {tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, "takvaya ermek" tabiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın, itikad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz "velî"yi, bütün bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz. Takva, ilim hududunda olur ve o hududu aşar. Çünkü Allah'ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allah Teâlâ'yı, celâl sıfatlarından bir sıfatla tavsif ettiğinde, Allah'ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah'a ibadet ettiğinde Allah'ı,böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O'nun pek çok mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstehak olduğunu düşünür.) Böylece o kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamındaolmuş olduğu sâbıt olur.Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar, aralarında bir akrabalık ve alıp-verecekleri bir malolmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah'a yemin olsun ki onlann yüzleri nurdur ve insanlar korkup hüzünlendikleri zaman, onlar korkup hüzünlenmezler" dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.Yine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar öyle insanlardır ki, onları görenler Allah'ı hatırlarlar" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Onlarda görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak Teâlâ onlar hakkında, "Secde izinden nişanları yüzlerindedir" (Fetih, 29) buyurduğu için, onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.Herşeyin "velî"si, ona yakın olan demektir. Allah'a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak Teâlâ'yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah'ın kudretinin delillerini görür; dinlediğinde Allah'ın ayetlerini dinler; konuştuğunda, Allah'ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah'a kulluk ve hizmet için hareket eder, çalışıp çabaladığında, Allah'a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde de, Allah'a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah'ın velîsidir.İnsan böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah imân edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara 257)Bu müjdeden maksad, sâlih rüyadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Büşrâ (müjde), müslümanın kendisinin gördüğü veya senin, onun için gördüğün salih (güzel) rüyadır," Yine Hz. Peygamber (s.a.s) “Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşirât (müjdeci rüyalar) kaldı.”Bil ki ayetteki, "büşrâ" tabirini "sâdık rüya" manasına aldığımızda, ayetin zahiri bu halin ancak veliler için söz konusu olmasını gerektirir. Akı! da buna delalet eder. Çünkü Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullaha gömülmüş kimsedir. Binâenaleyh kim böyle olur ise, uyurken de ruhunda sadece marifetullah bulunur.Marifetullah'ın ve Allah'ın celâlinin nurunun da, ancak hakkı ve doğruluğu göstereceği malumdur. Ama fikri, bu bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse, uyuduğu zaman da böyle dağınık kalır.
Hac aylarının ikincisi olan Zilkâde'nin son haftasındayız. Sonrası Zilhicce'nin ilk on günü, yani Arafat'ta vakfe ve kurban! Hac ayetinin (Bakara, 2/125) “Siz de İbrâhim'in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin.” mealindeki ibaresinin hükmünce, zaten her bir gününün beş vaktinde Kabetullah'a yönelirken, kendilerine Makam-ı İbrahim'de ya ilme'l-yakîn / imgesel ya da ayne'l-yakîn / tecrübî olarak önceden edindikleri yerde (ve dolayısıyla Mescid-i Nebî'de) bulunan Müslümanlar, haccın vakti girdiğinde bu ora(lar)da oluşun değerini -ilgili haberleri izlemeleri, derin özlemleri, yollarını bekledikleri akrabaları ve dostları sebebiyle- daha bir yoğun hissederler.
Abdurrahman b. Avf (r.a.)'in kerem sahibi ve cömertliği öylesine yaygındı ki zenginleri de kapsamına alırdı. İbn Abbas (r.a.) rivayet ediyor ki, Abdurrahman b. Avf (r.a.) bir keresinde hastalanmıştı. Servetinin üçte birinin vefatından sonra ayrılarak dağıtılmasını vasiyet etmişti. Daha sonra sağlığına kavuştu ve derhal vasiyeti olan miktarı malından ayırarak sadaka olarak dağıttı ve dedi: “Ölümümden sonra birileri bunu yapacak diye beklemektense ben hayatımdayken bunu yapıyorum.” O, vasiyeti olan bu miktarı fakirlerle beraber zenginlere de dağıttı. Çünkü bu zekât olmadığı gibi, bir fakirin ihtiyacını karşılamak için de değildi. Abdurrahman b. Avf (r.a.) daha sonraları da zenginlere dahi varlığından dağıtmaya devam etti ve dedi ki: “Ey Bedir savaşma katılanlar! Sizlerden her biriniz için 400 dinar vereceğim.” Bedir'e katılanların her birisi bu miktarı teslim almak için ona gittiler. Hatta zenginlerden olduğu halde Osman b. Affan (r.a.) da gitmişti. Kendisine: “Sen zenginsin” denildiğinde Hz. Osman (r.a.) şöyle cevap verdi: “Bu bir kulun dostluk gereği verdiği bir şeydir, sadaka değildir.” Abdurrahman b. Avf (r.a.)'in dağıttığı miktar 150.000 dinar'a ulaşmıştı. Hatta kendisinin şöyle dediği rivayet olunur: “Yerden bir taş kaldırsam, neredeyse kaldırdığım her taşın altında ya gümüş veya altın bulacağım.” O, Allâh (c.c.)'un hoşnutluğunu kazanmak uğrundaki bol dağıtmasıyla şu ayette buyurulan hüküm onun hakkında da gerçekleşmiştir: “Allâh yolunda mallarını harcayanların misâli, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allâh dilediğine kat kat fazlasını verir.” (Bakara s. 261) (Muhammed Mütevelli Şaravî
Allâhü Teâlâ, getirdiği yükümlülüklerle kişilerin meşakkât ve sıkıntıya sokulmasını istememiştir. Buna şu nasslar delâlet eder: “O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir.” (A'râf s. 157), “Râbbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Râbbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.” (Bakara s. 286) Hadiste ise: “Kulun bu duâsı üzerine” Yüce Allâh: “Tamam öyle yaptım” buyurdu” (İbn Kesir) denilmiştir. Yine Yüce Allâh: “Allâh kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.” (Bakara s. 285) “Allâh size kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara s. 185) “Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.” (Hac s. 78) “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allâh sizden yükü hafifletmek ister.” (Nisa s. 28) “Allâh sizi zorlamak istemez, Allâh sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Mâide s. 6) buyurur. Hadis-i şerifte de: “Hanîflik ve hoşgörüye dayalı bir şeriatla gönderildim.” (Ahmed) “Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günâh olmadıkça mutlaka daha kolay olanını tercih etmiştir.” (Buhari) buyrulur. Burada “günâh olmadıkça” diye kayıtlanmıştır. Çünkü günâhın terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır. Bu mânâda daha pek çok nass bulunmaktadır. Eğer Şâri' Teâlâ meşakkâti kastetmiş olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu dilemiş olurdu. Bu ise sakattır. Ruhsatların meşruluğu sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen konulardandır. Yolculuk sebebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki namazı birleştirerek kılma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkâtin mutlak surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. (Şatıbi, el-Muvâfakat, İslâmi İlimler Metodolojisi,c.2,s.121-122)
*Cenâb-ı Hak, başa kakmayı, insanları minnet altında bırakmayı ve bu şekilde onlara eziyet etmeyi yapılan işin sevabını iptal edecek bir sebep olarak zikrediyor: “Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, onları incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264) buyuruyor. Evet, her türlü sadakat emaresine bu açıdan yaklaşılmalı; riya, süm'a, eza, başa kakma ve minnet altında bırakma sebebiyle yapılan o iyilik zayi edilmemeli. Beklentilerle o iş kirletilmemeli.
“Vefalı olup verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı vefa ile muamele edip ahdimi yerine getireyim.” buyuruyor. (Bakara, 2/40) (04:45) *Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği üzere, “İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” İnsan, kendi cehennemini kendisi tutuşturuyor ve insan mahiyetinde yaratılmış olma, mantık, akıl, ihsaslar, peygamber, müçtehid, müceddit, nasih, hatip… gibi itfaiyecilere yol vermiyor ki alevleri söndürsünler. (06:55) *Recâizâde Ekrem'in ifadesiyle, “Bir kitabullah-ı a'zamdır serâser kâinât / Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” Hazreti Pîr de, kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların Mele-i Âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çekiyor.
Bu video 05/06/2016 tarihinde yayınlanan “RAMAZAN, ORUÇ VE TAKVA” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kur'an-ı Kerim'de, orucun farz oluşu anlatılırken, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah'ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) buyuruluyor. Fezlekede “takva”nın nazara verilmesinden hareketle Ramazan, oruç ve takva münasebetini lütfeder misiniz? *Takva, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takva, “Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir. *Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem'i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet'i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İster iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. *Kur'ân-ı Kerim, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اٰمِنُوا buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü'minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine اٰمِنُوا “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor. *Aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır. Oruç, sizden öncekiler için bir vazife olarak yazıldığı gibi size de farz kılındı. *Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. *Ulema, Levh-i Mahfuz'un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü'l-Kitap) O'nun nezdindedir.” (Ra'd, 13/39) âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler. *Oruçtan maksad, Allah rızası, nefsin terbiyesi, irâde eğitimi ve takvadır. Oruç tutan insan Allah'ın bir emrini yerine getirdiği gibi, kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Bundan dolayı, geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu ve o, her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Belki sadece orucu tutma keyfiyetinde bir kısım farklılıklar vardı. *Allah Teâlâ'nın orucu bize farz kıldığı gibi bizden öncekilere de farz kıldığını beyan buyurması, ilahi emirlerin temel ve gaye bakımından birliğini iş'âr etmek; ayrıca bu farzın önemini belirtmek; onun bir ceza değil insanların menfaatine bir emir olduğunu bildirmek ve yerine getirilmesi için teşvik etmek sadedindedir.