Mevlana Takvimi günlük takvim yazıları
Günümüzde merak edilen konulardan birisi de Allâh (c.c.) cemalinin ahirette görülmesi (Ruyetullâh) meselesidir. Allâh Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz ahirette Allâh'ın cemalinin cennetliklere bir ikram olarak görüleceğini sahih Hadis-i Şerif'lerinde bizlere bildirmiştir. Cerîr İbni Abdullah (r.a.): “Bir gece Resûlullah'ın yanında bulunuyorduk. On dördüncü gecesindeki Ay'a baktıktan sonra şöyle buyurdu: “Şu Ay'ı hiçbir sıkıntı çekmeden gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksiniz.”(Buhârî) Suheyb (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cennetlikler cennete girince Allah Teâlâ onlara:“Size vermemi istediğiniz bir şey var mı?” diye soracak. Onlar: “Yâ Rabbî! Yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi cennete koyup cehennemden kurtarmadın mı, daha ne isteyelim”, diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldıracak. Onlara verilen en güzel ve en değerli şey Rablerine bakmak olacaktır.”(Müslim)Ehlullâh'tan büyük İslam Alimi İmam Rabbani Mektubat-ı Rabbani adlı eserinde bu konuyu şöyle izah eder: “Allahü Teâlâ'yı müminler cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak, nasıl olduğu anlaşılmayarak,ihatasız, yani bir şekilde olmayarak görecektir.Allahü Teâlâ'yı ahirette görmeye inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çare yoktur. Felsefecilere ve Mutezile'ye ve Ehl-i Sünnet'ten başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki,kör olduklarından, buna inanmaktan mahrum kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeye kalkarak iman şerefine kavuşamadılar.” (Mektubat-ı Rabbani, c.2, s.267)(Basından Derleme)
Belli çevrelerin vakitleri birleştirmekten maksatları, öğle ile ikindi namazını öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsı namazını da akşam veya yatsı namazının vaktinde kılmaktır. Şayet namaz, önceki namazın vaktinde kılınırsa buna,“cem‘-i takdim”, sonraki namazın vaktinde kılınırsa buna da “cem‘-i te'hir” denir. Ayet-i kerimeler, hadîs-i şerifler ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in hayat boyu fiilî tatbikatı gereğince, “her namazın kendi muayyen vakti içinde kılınması” Ehl-i Sünnet mezhepleri müctehidlerinin icmâı (söz birliği) ile kararlaşmış bir esastır. Fıkıhta temâyüz etmiş Sahâbe-i Kiram (r.a.e.)'den Abdullah bin Mes'ûd, Abdullah bin Ömer (r.a.e.), Tâbiin'den Hasan-ı Basrî, İbn Sîrîn, İbrahim Nehaî, Ömer bin Abdülaziz (r.a.e.),müctehid imamlardan İmam Sevrî, İmam Evzaî ve Hanefi mezhebine göre, “Her namazın kendi vakti içinde kılınması esası”nın sadece iki istisnası vardır:1. Hacıların, arefe günü Arafat'ta, vakfeden önce öğle ile ikindi namazını, tek ezân ve iki ikâmetle öğle vaktinde birleştirerek, cem‘-i takdimle kılmaları. 2. Yine hac yapanların Arafat'tan Müzdelife'ye geldikleri bayram gecesi, Müzdelife'de, akşam ile yatsı namazını, yatsı vaktinde birleştirerek, cem‘-i te'hirle tek ezân ve ikâmetle kılmalarıdır. İşte, yeri ve zamanı belirli bu iki durumun dışında “cem‘-i takdim” veya “cem‘-i te'hir” yapmak Hanefî mezhebine göre kesinlikle caiz değildir. Çünkü Cebrâil (a.s.), Peygamberimiz (s.a.v.)'e beş vakit namazın vakitlerini bizzat bildirerek, her namazı kendi vakitleri içinde kılması gerektiğini öğretmiştir. Bunlar içerisinde, bir vakit içinde iki namaz kılma uygulaması yoktur. Bundan öte, özürsüz olarak iki namazı aynı vakitte kılanlar hakkında tehditler de vârid olmuştur.(www.mevlanatakvimi.com)
Yüce Allâh, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i hak üzere göndermiş, O (s.a.v.)'e Kur'ân-ı Kerîm'ini indirmiş ve bu Kitâbı muhâfaza etmeyi garanti ettiğini bildirmiştir. Nitekim Yüce Allâh bu konuda şöyle der: “Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr s. 9) Yine Yüce Allâh, Resûlü Hz.Peygamber (s.a.v.)'i, dînini ve Kitâbı'nı açıklamakla görevlendirmiştir. Nitekim bu husûsta Allâhü Teâlâ “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” (Nahl s. 44) buyurmaktadır. Yüce Allâh, Peygamber (s.a.v.)'i, açıklamakla görevlendirdiği husûsları açıklamak üzere ümmeti içinde belli bir süre bırakmış, sonra da O (s.a.v.)'i ve ümmetini apaçık bir yol üzere bırakmış olarak kendi râhmetine almıştır. Artık müslümanlar, herhangi bir olayla karşılaştıklarında Allâh (c.c.)'un Kitâbı'nda ve Peygamberi (s.a.v.)'in sünnetinde o olayın açıklamasını ya açıktan açığa veya delâlet yoluyla bulacaklardır. Yüce Allâh, her asırda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmeti arasından İslâm'ı açıklayan,ümmeti için muhâfaza eden ve bid‘atı ondan uzak kılan âlimler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) “Bu ilme her nesilden onların âdil olanları vâris olur. Bunlar, aşırıların tahrîfini, haksızların haksız isnâdlarını ve câhillerin te'vîlini ilimden uzak ederler” (Beyhakî) buyurmuştur. Bu haber, sahâbe döneminden günümüze kadar her asırda doğru çıkmıştır. Her çağda sünnetin râvîlerini tanıyan belli bir topluluk mevcûd olmuş, cerh ve ta‘dîl açısından onların durumlarına vâkıf olmuş, durumlarını beyân etmiş ve bunları kitaplarda zikretmişlerdir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.27-28)
Yabancı bir kadının ancak yüzüne ve iki eline bakılabilir. Bu da zaruretten dolayı caizdir.Şehvetsiz bir şekilde ve ihtiyaç olursa bakabilir. Bakmanın helal olması, şehvetin olmamasıyla kayıtlıdır. Şehvetle bakmak ise haramdır. Bu konuda Düru'l Muhtar sahibi “Bu hüküm eski zamana göredir.” buyurmuşlardır. Oysa zamanımızda erkeğin, genç kadına şehvetsiz iken bile bakmaması gerekir. Hicâb âyetinin gelmesinden sonra, günün birinde Nebi (s.a.v.)'in eşlerinden Ümmü Seleme ve Meymûne (r.anhüma) validelerimiz, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in huzurunda oturuyorlardı.Ashâb (r.a.e.)'den gözleri görmeyen Abdullah b.Ümmi Mektûm (r.a.) hâne-i saadete çıkageldi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, zevcelerine hitaben buyurdular ki: “Örtünüze bürününüz.” Validelerimiz (r.anhüma): “Ey Allâh'ın Resulü, o âmâ değil mi? Bizi görmez ve tanımaz” dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Sizler de mi âmâsınız, siz onu görmüyor musunuz?” Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in zevcelerinin Ümmet-i Muhammed'in anneleri olduğu âyetle sâbit iken ve gelenin gözleri de âmâ bulunduğu halde böyle buyurulunca, tamamen yabana ve gözleri şehvetle dört açılmış erkeklerin nazarına kendini arzeden bir kadın için asla bir mazeret kâbul edilemez. Mü'min erkeklere söyle onlar gözlerini dahilde, hariçte, başkalarının evlerine girerken,çıkarken, otururken veya kalkarken her halde haramdan indirsinler; harama bakmaktan,ayıp bîr şey görmekten sakınsınlar da, kendileri için bakmak mubah olan şeylerden başkasına bakmasınlar ve ırzlarını zinadan muhafaza edip haramdan, başkalarının görmesinden saklasınlar, avret yerlerini iyice örtsünler, tâ ki orayı kimse göremesin. İşte bu; gözlerini kapamak, avretlerini örtüp kendilerini zinadan muhafaza etmek, onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allâh (c.c.) ne yaparlarsa hakkıyla haberdârdır. (Nur s. 30)(İbn Abidin, Reddü'l Muhtar)
İyilik ve merhamette Resûlullâh (s.a.v.)'in seviyesine kimse ulaşamaz. Kuvvetli ve zayıf, fakir ve zengin hallerinde, bu iyilik ve merhamet vasıfları dâima O (s.a.v.)'in büyük şahsiyetinin aynası olmuştur. Rahmet, kendilerini ihâta etmiş, iyilik ve merhametin önderi olmuşlardır. Kendileri: “İyilik cennete kavuşturur. Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin. İnsanlara acımayana Allâh merhamet etmez. Merhamet sahiblerine Rahmân olan Allâh, rahmetiyle muâmele buyurur. Gönlünde merhamet olmayanlar ancak şakîler yani şeytana uyanlardır” buyurmuşlardır.Resûlullâh (s.a.v.)'in merhameti bütün insanlara şâmil, ihsan ve iyiliği hem mü'min, hem de müşriklere vâsıl olmuştur. Büyük kalbine ve geniş merhametine en yakın olanlar, fakirler, zayıflar ve âcizlerdi. Fukaraya karşı beslediği sevgi,Allâh (c.c.)'den dünyâ ve âhirette onlarla beraber olmayı isteyecek dereceye varmıştı. Hayâtı fakirlerle beraberdi. Evinde ve elinde ne varsa onların olurdu. Fakirlere olan meyli son derece idi. Kendilerine Allâh (c.c.) tarafından bahşedilen âlî fıtrat ve engîn rahmetin gereğini, fakirlere itinâ ve ikram ederek, âcizlerin elinden tutarak ve ihsânını onlara bezlederek yerine getirmişlerdir. Âlî fıtrat ve engin rahmetleri o derecede idi ki, içinde yaşadığı cemiyet nizâmını kısa zamanda değiştirmiş, fakir ve zayıflardan, şark ve garbı dize getiren bir ümmet çıkarmışlardır. Resûlullâh (s.a.v.), ümmetine dâima iyilik ve merhametle muamele etmiş, köle ve cariyelere,çocuklara, düşkünlere ve canlılara merhametle muamele etmelerini emretmişlerdir.O (s.a.v.)'in merhameti düşmanlarına bile şâmil idi. Meselâ, Uhûd'da kendileri yaralı, amcası parçalanmış, yardımcıları ölmüş, yaralanmış ve dağılmış bir halde iken, düşmanlarına bedduâ etmesi istenince duâ ettiren bu rahmetti.(Ömer Muhammed Öztürk, Peygamber Efendimizin Yüce Ahlakı, s.78)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bizlere emir ve vasiyetlerinden biri, Hâkk Teâlâ (c.c.)'u düşünüp O (c.c.)'u anmaktan geri kalmamak için “Duhâ” namazına dikkat ve itina etmemiz hakkındadır.Efendimiz (s.a.v.), bu namazı güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılmıştır ki,bu vakit ölçüsü bizler için duhâ namazının başlama vaktine bir işaret sayılır. Bazıları bu namaza “îşrak” namazı, yani güneşin adamakıllı parladığı ve aydınlattığı namaz derler.Efendimiz (s.a.v.)'in bu namazı sabah ile öğle arası koymasının sebebi, bizlerin ihmâl ve gafletine acımasıdır ve sırf bunun telâfisi için bunu bu araya sıkıştırmaktadır. Efendimiz (s.a.v.) bu namazı iki vakit arasına koymamış olsaydı, bizler Allâh (c.c.)'u unutur, hayır yapmaya karşı kalblerimiz kapanarak körleşir ve sertleşmiş olurdu.Duhâ namazının kılınmasının bir faydası da, bu namazı kılan kişiye cin taifesinin nefret duygusudur. Zira bu namazı kılacak kişiye sokulacak cinnilerin yanacakları bildirilmiştir.Şu hadîs rivayet edilmiştir: “İkî rekât duhâ namazına devam edenlerin günâhları deniz köpükleri kadar çok olsa da bağışlanır.” (İbn Mâce)Diğer bir hadis-i şerifte: “Duhâ namazını on iki rekât kılanlara Hâkk Teâlâ (c.c.) cennetinde altın köşk yaptırır.” (Tirmizî) buyrulmuştur.Ebû Hüreyre (r.a.)'den şu hadîsi rivayet edilmiştir: “Dostum ve efendim (s.a.v.) Efendimiz bana şu tavsiyede bulunmuşlardı: “Her aydan üç gün oruç tutmamı, iki rekât duhâ namazı kılmamı ve yatmadan önce de vitir namazı kılmamı.” (Buhari)(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.140-141)
1. Her şeyi bırakıp gitmek zorunda kalacağın ölüm anını hatırla ve uzun vadeli mal biriktirmekten uzak dur. Düşün ki bir gün öleceksin ve bütün bunları bırakarak elin boş gideceksin.O hâlde dünya sevgisinin faydası nedir? Aksine dünya sevgisine olan bağın ne kadar fazla olursa o derece hasret kalarak ölürsün.2. Mal sevgisinin zararlarını sürekli hatırlamaya çalış ve bunu düşürecek her türlü tehlikeden uzak dur.3. İhtiyacından fazla alışveriş yapma. Çok sayıda insanla borç alıp verme işine girme. Yaşamak için gerekli olandan fazla eşya alma.4. Harcamalarına dikkat et. Gereksiz harcamalardan kaçın. Çünkü bu, hırsını artırır ve her kötülüğün kapısını açar.5. Sade yaşamayı tercih et.6. Fakirlerle hemhâl olmaya özen göster.Zenginlerle birlikte olman, sende her şeye sahip olma duygusu uyandırır.7. Dünyadan elini çeken zâhid insanların hayat hikayelerini oku.8. En sevdiğin eşyayı Allâh yolunda tasadduk et, eğer bunu yapamıyorsan onu sat. Bu tedbirlere uyan kişi Allâh'ın izniyle dünya sevgisinden kurtulacaktır.Allâh (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir.Dünya hayatı,aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân s. 185) Dünyanın faydasız işerinden uzak durmak, ahirete yarayacak işler yapmak gerekir. Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya meyledenin emeli uzun olur sonunu getiremez, bitmez tükenmez ihtiyaca düşer,öyle bir meşgale kaplar ki mihnetinden kendini kurtaramaz.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.109)
İmâm Ebû'l-Kasim es-Sübkî Hazretleri,“ed-Dürrü' Münazzam fi'l-mevlidi'l-Muazzam” kitabında, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nden şöyle bir rivayet nakletmiştir: “Kim, ruhlar (arasında) Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin mübârek ruhu şerifine ve kim cesedler (arasında) Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin mübârek cesedine ve kabirlerde Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin temiz kabrine Salât-ü Selâm okursa; mutlaka beni rü'yâda görür.Ve kim beni rü'yâda görürse; o kişi kıyâmet gününde de beni görür. Kıyâmet gününde beni görürse; ben ona şefaat ederim. Kime şefaat edersem; o kişi, benim havzumdan içer ve Allâhü Teâlâ Hazretleri, onun cesedini cehennem ateşine haram kılar…” (Tirmizi)Okunucak salevât'ın arapçası şudur: “Allahümme salli ‘alâ ruhi seyyidinâ Muhammedin fil-ervahı, Allahümme salli ‘alâ cesedi seyyidinâ Muhammedin fil-ecsâdi, Allahümme salli ‘alâ kabri seyyidinâ Muhammedin fil-kubûri. ”Manâsı: “Allâhım! Ruhlar arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin ruhuna salât-ü selâm eyle. Allâhım! Cesedler arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin cesedine salât-ü selâm eyle. Allâhım! Kabirler arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin kabrine salât-ü selâm eyle.”Şeyh Mustafa el-Bekrî Hazretleri, “Hizbün-Nevevî” kitabında buyurdu: “Kim her gece, “Muhammed (s.a.v.)” ismi şerifini yirmi iki (22) kere okursa; o kişi, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ni çokça rü'yâda görür.”(Yusuf en-Nebhani, Saâdetü'd-Dareyn, s.523)
Yüce Allâh, Peygamberimiz (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray takının kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde taşdığını görmüştür.Bundan endişelenerek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarını toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarını istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam manası ile şaşırıp kalmışlardır.Zira o gece sahrada geceleyen; Hicaz'dan bir ışığın çıktığını ve tâ doğuya kadar uzandığını görür ve bunun yorumunu: “Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!”şeklinde yapar. Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp “Her halde farkındasınız,bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir peygamber olabilir ve bu peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gönderildiği zaman bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber vermişler.İblîs, bunun, gönderilmiş bulunan bir peygamber sebebiyle olduğunu söylemiş. Şeytanlar O (s.a.v.)'i aramaya koyulmuşlarsa da bulamamışlar, reisler olan İblis'e haber vermişlerdir. İblîs bizzat kendisi aramaya çıkmış ve O (s.a.v.)'i Mekke'de bulmuştur ve şeytanlara hitaben: “Ben O'nu Mekke'de budumum, yanında Cibril de vardı” demiştir.Ebû Nuaym, Hılyetü'l-Evliyâ adlı kitabında Mücâhid (r.a.)'den şöyle nakleder. O demiştir ki:“İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryad etmiştir: Birincisi lanete uğradığı zaman. İkincisi Arz'a indirildiği zaman. Üçüncüsü Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği zaman.Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu zaman.(Celâleddin-i Suyûti, Peygamber (s.a.v.)'in Mucîzeleri)
Hz. Ebûbekir (r.a.) şöyle buyurur: “Kim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlidinin okunması için bir dirhem harcama yaparsa;o kişi cennette benim refikim ve arkadaşımdır.”Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: “Kim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlidinin okunduğu yerde hazır olur,mevlîde tazim' eder, kadr-u kıymetini bilirse;o kişi îmân ile ölür.”Celâleddîn Suyûtî (k.s.) hazretleri der ki: “Herhangi bir ev, mescid veya mahalle (yer)de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlîdi okunursa; muhakkak ki melekler, o evi, mescidi veya mahalleyi (yeri) kuşatır. Melekler o mekanın ehli üzerine salât-ü selam okur (istiğfar) ederler. Allâhü Te‘âlâ Hazretlerinin rahmet ve rızâsı ile onların hepsini içine alır. Ama nûr ile tavaf edenler, yâni Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail (a.s.e.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlîdinin okunmasına sebep olanlar üzerine salât okur (onlar için tevbe ve istiğfarda) bulunurlar.Ama mevlîdin (ney, saz, tambur, def veya benzeri) herhangi bir çalgı ve musîkî aletiyle okunması doğru değildir.Çalgı ve musîkî aletlerinin çalınması asla sevabı olan bir şey değildir. Çalgı ve musîkî aletlerinden sevap beklemek büyük bir hatadır.Allâh korusun kişiyi küfre götürür. Bundan dolayı mevlîdlerin herhangi bir çalgı aleti olmaksızın büyük bir hüşû ve tefekkürle okunması gerekir.Özellikle Mevlîd-i Şerîfin “bahirleri”nin arasında getirilen salavatlar, tekbirler, tehliller ve okunan Kur'ân-ı Kerîm tilavetlerinin sevapları ölülere bağışlanabilir…Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin doğduğu güne sevinmenin ve o gün yemek yedirmenin ve mevlid-i okutmanın fazileti çok büyüktür.Şükür için mevlid gecesinden önceki veya sonraki gün oruç tutmak güzel görülmüştür.(Şihâbüddin Ahmed b. Heytemî, Nîmetü'l Kübrâ, s.5)
Haya; beğenilmemesi (veya nefret edilmesi) beklenen, yahut terk edilmesi işlenmesinden evlâ olan bir şeyi yaptığında (ya da yapacağı zaman) insan yüzünde beliren ince bir belirtidir. Peygamber (s.a.v.) bu kavrama sahip olmak yönünden de herkesten üstündü. Yani son derece haya sahibi idi. Avret ve ayıp olan şeylere karşı âdeta gözleri yumuktu. Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ın: “Resûlullâh (s.a.v.), örtüsü içindeki bakire kızdan daha hayâlıydı. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman,hemen (mübarek) yüzünden anlardık. Peygamber (s.a.v.) öylesine haya ve edeb sahibi idi ki, hiç kimseye, hoşlanmadığı şeyle (haya ve iyiliğinden ötürü) hitap etmezdi.” dediği rivayet edilmiştir.Âişe (r.anha), Peygamber (s.a.v.) hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerine, bir kimsenin,hoşlanmadığı bir şeyi yaptığı haber verilince:“Neden falan kimse böyle diyor, böyle yapıyor?” demezdi. Umumî mânâda şöyle buyururlardı: “Niçin böyle yapıyorlar veya diyorlar?” Bu şekilde o adamı yaptığı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi.” Yine Âişe (r.anha) buyurdu ki: “Peygamber (s.a.v.) terbiyeye zıt düşen, bozan bir söz söylemezdi.Böyle bir söz söylemeye katiyen teşebbüs bile etmezdi. Çarşı ve pazarda yüksek sesle (âlemi rahatsız edecek şekilde) katiyen konuşmazdı.Kötülüğe, kötülükle mukâbele etmezdi. Bilâkis af ederdi ve müsamahakâr davranırdı.”Tevrat'ta da böyle vasf edildiğine dair, İbn Selâm ve Amr İbni'I-As (r.a.e)'den rivayet vardır. Yine ondan rivayet edildiğine göre; fazla hayasından dolayı mübarek gözü kimsenin yüzüne sabit bir halde bakamazdı. Hoşlanılmayacak bir sözü söylemeye zorunluk duyduğunda kinaye yollu anlatırdı.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.115-117)
Sövmek çok çirkin bir günâhtır. Fakat abdesti bozmaz. Zira bir şeyin büyük günâh olması başka bir şey, abdesti bozucu olması daha başka bir şeydir.Şemsu'l-Eimme es-Serahsî (r.âleyh) el-Mebsut adlı eserinde, Hz. Aişe (r.anhâ) günlük konuşmalarında küfürlü sözler kullanan kişiler hakkında şöyle buyurmuştur:“Kuşkusuz bir takım halleriniz vardır ki abdestsizlikten daha da kötüdür. Bu yüzden abdestinizi tazeleyin.”Hz. Aişe (r.anhâ) validemizden; küfürlü söz kullananlar hakkında rivayet edilen bu söz, abdest üzerine abdest almaları günâhlarına kefaret olsun diyedir. Yani abdest almaları vacip değilse de müstehaptır.TÜKÜRÜĞÜNDE KAN GÖREN BİR KİMSENİN ABDESTİ BOZULUR MU?Bu meseledeki hüküm, tükürük veya kandan galip olana göredir. Yani eğer tükürük kana galip olursa abdest bozulmaz. Kan tükürüğe galip olursa abdest bozulur. Galip olana itibar edilmesinin gerekçesi ise şudur:Tükürük galip olduğu zaman kan, kendi kuvvetiyle çıkmamış belki onu tükürük çıkarmıştır. Kan galip geldiğinde ise kendi kuvvetiyle çıkmış olur. Eğer tükürükle kan eşit olursa kıyâsa göre abdestin bozulmadığına hükmedilecek olsa da, istihsân yolu tercih edilmiş ve abdestin bozulduğuna hükmedilmiştir. Abdullah b, Mes'ud (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: “Bir şeyde bir yönüyle helal ve diğer yönüyle haram bir araya gelirse,haram hükmü helâle galip gelir.”(Suâlli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.1, s.217-221)
İnsanlar kendi çocuklarını ve kendilerini ilmi olarak inkişaf ettirmek geliştirmek tekamüle ulaştırmakla hem mükelleftir hem hak sahibidir.Devlet burada insanlara müdahale edemez, çocuğa terbiyeyi veremez. Terbiye anne babanın hakkıdır.Onun için Milli Eğitim bir kere İslâm tefekkürüne tamamen aykırı bir meseledir. Hem milli olması yanlış, hem eğitim olması yanlış. İnsanlar çocuklarına ilim öğretmekte zorluk çekebilirler,onun için devlet buna el atabilir, bunun için mektepler kurabilir. Burada insanlara, çocuklara, gençlere üniversal bilgileri öğretebilir. Yani ideolojik, tek taraflı bilgileri değil, üniversal bilgileri öğretebilir. Ama devlet hiçbir zaman; “Çocukları alıp belli bir kalıba sokayım, eğiteyim, benim istediğim gibi insanlar olsun, rejimin istediği gibi insanlar olsun” diyemez. Bu insan haklarına aykırıdır.Nazi Almanya'sında, Mussolini İtalya'sında, Sovyet Rusya'da cari olan bu prensip, Antik Çağ'daki Yunan Sitesi Sparta örneğine dayanıyor. Bizde hala bu müdafaa ediliyor, çocuklar mekteplere alınıyor, tek tip insanı olarak yetiştiriliyor. Halbuki devletin böyle bir hakkı yoktur.Onun için Milli Eğitim tabiri bile yanlış bir tabirdir.Eğitim aldınız mı diyorlar. Ben at mıyım ki eğitim alayım? Annem babam bana terbiye verdi.“Eğitim”… burada bakın eğmek var, bu bile doğru değil. Terbiye düzeltmek demektir Arapçada.Eğitim eğmek demektir. Yani müesses nizamının önünde eğeceksin, çocuğun eğilecek.Bu doğru değil, terbiyeyi anne baba verir.Devletin ve hiç kimsenin bir çocuğa veya bir insana terbiye verme hakkı yoktur. Bu anne babanın hakkıdır, bu da insan haklarındandır. Devletin buna müdahale etmesi doğru değil. Ama insanlar bunu düşünmüyor ve tartışmıyor bile.Halbuki bunun yanlışlığından şikayet ediyorlar.(Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, www.youtube.com/c/ekrembuğraekinci)
Kudüs'ün fethinde ilk hutbeyi okuyan, hâkimler başkanı (Kadı'l-kudat) Muhammed bin Ali Zekiyyüddin bin Muhammed hem hâkimler kurulu başkanlığı yapar, hem medresede ders verir, hem de Allah için cihada çıkardı. Çok âlim, fazıl,âbid bir insan olduğu gibi mücahitliği ile günümüz İslam âlimlerine örnek olacaklardan biri idi. Onun için Selahaddin Eyyubi ilk hutbeyi okuma şerefini ona verdi.Hutbede geçen bazı ayetler:O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Sizin gizli nizi de açığınızı da bilir. Kazandıklarınızın hepsini bilir.” (En'am 1-3) “İnsan hayra dua eder gibi şerre de dua etmekte. İnsan pek aceleci oldu.” (İsra s. 11) “Allah'ın insanlar için açtığı rahmeti tutacak yoktur, O'nun tuttuğunu,O'ndan sonra salıverecek yoktur. O her şeye gücü yeten, hükmünde hikmet sahibi olandır.”(Fatır s. 1-2) “Gizliyi de açığı da bilendir. Onların ortak koştuklarından yücedir.” (Mü'minun 91-92)“Ey ehli kitap, Peygamberlerin gönderilmediği bir zamanda “Bize cenneti müjdeleyen ve cehennemden sakındıran bir peygamber gelmedi” deme yesiniz diye, size açıklaması için elçimizi gönderdik. İşte size cenneti müjdeleyen, cehennemden sakındıran gelmiştir. Allah her şeye gücü yetendir.” (Maide 17-19) “Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya ayetlerimizden bazılarını göstermek için götüren (Allah, her türlü eksiklik lerden) münezzehtir.Şüphesiz O,işitendir, görendir.” (İsra s. 1) “İlk sürgünde ehli kitap kâfirlerini (Beni Nadr) yurtlarından çıkaran O'dur. Siz çıkacakların zannetmiyordunuz. Onlar da kalelerinin kendilerini koruyacağını sanıyorlardı. Allah (‘ın azabı) onlara hiç hesap etmedikleri yerden geldi. Kalplerine korku saldı. Evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle yıkıyorlardı.Ey akıl sahipleri, ibret alınız.” (Haşr s.1-2)(İmam Zehebi, Tarih'ül-İslam c.42 s.37)
Bakara suresinin 62. ve Maide suresinin 69. ayeti kerimelerindeki Allâh'a (c.c) imân;meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahirete imânı da kapsamaktadır. Nitekim “Her kim Allâh'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla, sapıklığa düşmüştür.” (Nisa s. 136) buyurulmuştur.Eğer Allâh (c.c.)'a imân, gönderdiklerinin hepsine imânı kapsamasaydı bu ayetler arasında çelişki olmuş olurdu ki bu mümkün değildir.Sadece “La ilahe ilallâh” diyen kimse küfürden kurtulamadığı gibi, diğer peygamberleri tasdik ettiği halde “Muhammedün Resûlullâh” demeyen kimsede küfürden kurtulamaz. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v)'in risaletini kâbul etmeyen kimse hakikatte “La ilahe ilallâh” kelimesinin manasına muhalefet etmiş olur. Çünkü kendisinden başka ilah olmadığını tasdik ettiği Allâhü Teâlâ'nın, son peygamber olarak gönderdiği ve kendisine imân ve itaat edilmesini emrettiği peygamberini inkâr etmektedir. Dolayısıyla Allâhü Teâlâ'nın gönderdiği peygambere itiraz, Allâh (c.c.)'a itirazdır. Bu meselede en çelişkili durum Müslüman olduğu halde Yahudi ve Hristiyanların imânlarının da Allâh indinde kâbul edilebileceğini ve onların da cennete gireceğini iddia edenlerin halidir. Esasen bu düşünce, bunu iddia eden kimse için islamın hak din oluşunda şüphe etmek, demektir. Zira; “Muhammedun Resûlullâh” demeyerek onun risaletini kâbul etmeyen bir kimse eğer doğru itikat üzere ise onu peygamber olarak tasdik edip ona ümmet olan hepimizin imânı batıl olur (neûzü billâh) ki bizler peygamber olmayan bir zatı peygamber ittihaz etmekle ebedi cehennemlik oluruz.(Asuman Karamustafaoğlu, Ehl-i Sünnet Akaidi, s.431)
Dışardan yemeğe mecbur olduğumuzda, haram,mekruh ve şüphelilerden uzak durup, helâlliği kesin olan gıdalarla yetinmeye gayret etmemiz lazımdır.Genel tavrımız itibariyle de ifrat ve tefritten sakınmamız, her hususta itidâl yolunu tutmamız gerektiğini unutmamalıyız. Vera' ve takvâ güzergâhından ayrılmamaya çaba sarf etmeliyiz. Her işin hayırlısı ortasıdır. Aksi halde vesveseden kurtulamaz, hayatı da kendimize zindan ederiz. Bununla berâber tabii ki yediğimiz-içtiğimiz gıdalarda dikkatli ve hassas davranmamız icap eder. Çünkü yediklerimizle ibâdetlerimizin, kısacası bedenimizle ruhumuzun alakası muhakkaktır. Müsbet yönde de menfi yönde de biri öbürüne tesir eder. İmâm Gazâlî (k.s.), Vera'yı dört kısma ayırır: Birincisi, kişiyi adâlet vasfından düşürmeyen mertebesidir ki, açıkça haram olduğu bilinen şeylerden uzak durmaktır. İkincisi, şüpheli (haram ya da mekruh olma ihtimâli) olan şeylerden uzaklaşmaktır. Bu sâlih kimselerin takvâsıdır. Üçüncüsü, harama düşme korkusuyla bazı helâl şeylerden uzak durmaktır ki, bu da müttakî kimselerin takvasıdır. Dördüncüsü, Allâh (c.c.)'dan başka her şeyi kalbinden çıkarıp atmaktır ki, bu da sıddîkların takvâsıdır. (İmam Gazali, İhyâu Ulûmiddîn, c.2, s.96)Bununla birlikte dünyada günâhlardan, haram-mekruh ve şüphelilerden tam olarak kaçınamayacağımıza göre, kavlî-fiilî-amelî tevbe ve istiğfarı hiç eksik etmemeli, manevi bünyemizi de daima temiz tutmaya çaba sarf etmeliyiz.Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Mü'min bir günâh işlediği zaman, kalbinde (manevî kirden-pastan) siyah bir nokta oluşur. Kişi tevbe eder, günâhtan uzaklaşır, istiğfar ederse,kalbi tekrar cilalanmış olur. Eğer böyle yapmayıp, günâh işlemeye devam ederse, kalbindeki siyah lekeler de artmaya devam edecektir. “Hayır, yaptıkları günâhlar sebebiyle onların kalpleri oldukça paslanmıştır, artık cilalanma özelliğini kaybetmiştir.” (Mutaffifîn s. 14) ayetinin işaret ettiği paslanma budur.” (İbn Mâce)(www.mevlanatakvimi.com)
Tarihin en büyük dönüm noktalarından biri olan 26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi ile, Bizans'ın mukâvemeti kırılınca ve artık Türkler karşısında bir ordu kalmayınca, Türkmenler Anadolu'da yayılmaya ve yurt kurmaya başlar. İlk Selçuklu sultanları, İslâm'ın hâmisi ve Türk cihân hâkimiyeti şuûru ile, Bizans'a karşı üstünlük iddialarını gerçekleştirirken, Türk muhâcereti meselesini de hallediyorlardı.Romanos Diogenis'in, mağlûbiyeti müteakip tahtını kaybetmesi üzerine, Selçuklu-Bizans sulhu bozulunca, Alparslan bu imparatora verdiği cevâbında bizzat Anadolu'ya gelip intikam alacağını bildirmiş; fakat Türkistan seferinde, 1072 de, ölümü buna fırsat vermemişti. Bununla berâber Selçuk sultanı, sefere çıkmadan önce, kumandanlarına Bizans ile yapılan sulhun sona erdiğini bildiriyor ve bütün Hristiyan ülkelerin (Anadolu'nun) fethini emrediyordu. Bunun üzerine Türkler süratle fetihlere giriştiler ve şimdiye kadar ulaşmamış oldukları yerleri aldılar; kimse kendilerine mukâvemet edememiştir. Türkler Anadolu'ya artık hakiki sahip sıfatıyla girmekteydiler.Malazgirt zaferini müteakip Anadolu'ya büyük bir nüfûs göçmekle berâber Anadolu'nun etnik siması süratle değişirken, bu ülkenin tamamıyla Türkleşmesi daha birkaç asır devam eder.Moğol istilâsı önünde Orta-Asya ve İran'dan kaçan Türkler, ikinci büyük muhâcereti teşkil edip, Türkleşme hâdisesi XIII. ve XIV. asırlarda Orta-Anadolu'dan sâhillere intikâl ederek tamamlanır. Bu nüfus hareketinin esasını göçebe unsur teşkil etmekle berâber, Türkiye Selçuklu Devleti'nin kuruluşuyla, çiftçi, tüccar,sanatkâr ve din adamları da muhâcerete dâhil olarak Anadolu'ya gelir.(Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, s.36-39)
Efendimiz (s.a.v)'in bizlere vasiyetlerinden biri, en koyu düşmanımız da olsa, komşularımızı küçümsemememiz, onlara hakârette bulunmamamız, aksine olarak iyiliklerde bulunmamız hakkındadır. Şu husus iyi bilinmeli ki, bize en yakın komşularımız yazıcı melekler ile Hâkk Teâlâ'dır.O halde ilk önce onların hukukuna riayet etmeliyiz. Hâkk Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allâh ve melekleri, sizlere, komşularınızdan daha yakın bulunmaktayız. Fakat sizler bizleri göremiyorsunuz.” (Vakıa s. 85) Hâkk Teâlâ'nın bütün haklarını ödemek, yasakladığı hususlardan kaçınmak,buyruklarını yapmakla mümkündür. Bu ise Allâh (c.c.)'un buyruklarına âsi olmamak, kötü kokuları koklamamak, kötü sözlerden kaçınmak, şeytanî ahlâk ve huylardan uzak durmakla gerçekleşmiş olur.Bir komşunun hakkını ödemek demek, gıybetini yapmayıp, hakkında iyi konuşmak demektir.Pişirilen yemeklerden, özellikle bayram ve aşure günlerinde ona ikrâm etmek demektir.Komşusu fakir ise, kendi çocuklarını giydirdiği gibi onları da giydirmek, aldığı meyvelerden, helva ve tatlılardan onlara da ikrâm etmektir. Komşusunun her türlü korkusunu izâle etmeye çalışmak demektir.Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den şu hadîs rivayet edilmiştir: “Allâh (c.c.)'a ve âhiret gününe imânı olanlar, komşusuna kötülük yapmasın.” (Müslim) Başka bir hadiste; adamın biri Efendimiz (s.a.v)'e, “Ey Allâh'ın Resûlü! Ben filânca oğullarının sokağında oturuyorum. Bana en çok düşmanlık gösterenler, bana yakın olan komşularımdır” dedi. Efendimiz (s.a.v.), Ebû Bekir, Ömer ve Ali (r.a.e.)'e haber göndererek mescide gelmelerini ve mescid kapısının önünde, “Ey ahali! Dikkat edin. Bir mahallede kırk ev birbirine komşu sayılır. Komşusu şerrinden emin olmayan bir kimse Cennet'e giremez” diye bağırmalarını buyurmuşlardır. (Taberanî)(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.939-941)
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde cehennemin bir tarafı ortaya çıkar ve “Ben üç kimseye azab etmekle vazifelendirildim. Birincisi, Allâh ile birlikte bir diğer tanrı daha edinip tapana. İkincisi, inatçı her zorbaya. Üçüncüsü, ruh sahibi bir canlının tasvirini yapanlara” der.” Hz. Ali (k.v.)'den,Resûlullâh (s.a.v.)'den şöyle dediği rivayet olunmaktadır: “İçinde köpek, resim ve cünüp kimse bulunan bir eve râhmet melekleri girmez.”(Ebû Davud)Hattabî (r.âleyh) bu hadîsin izâhında diyor ki:“Meleklerden murad rahmet ve bereket melekleridir. Hafaza melekleri değildir. Koruyucu ve yazıcı melekler hiçbir surette insandan ayrılmazlar.Yine denilmiş ki, hadîste zikredilen cünüp kişi ile namaz vaktini geçirmeksizin abdestini geciktiren kimse değil de; cünüp olunca yıkanmayan,boy abdesti almakta tembellik yapan ve bunu âdet haline getiren kimse murad olunmuştur.Çünkü Resûlullâh (s.a.v.) hanımlarıyla ayrı ayrı buluşur, en son buluşmasını müteakip yıkanırdı.Hz. Âişe (r.anhâ), Peygamberimiz (s.a.v.)'in bazen cünüb olduğu halde uyuduğunu söylemiştir.Köpeğe gelince; sırf zevk için edinilen köpekler kasdediliyor. Ama evi korumak veya av için veya hayvanları korumak için bakılan köpeklerin bir mahzuru yoktur.Tasvirlere gelince; ruh sahibi her resim buna dâhildir. İster dikilen putlar, büstler, heykeller,kabartmalar olsun, ister tavanlara, duvarlara asılan resimler olsun. İsterse elbiseler, perdeler üzerine işlenmiş olsun farketmez. Hadîste beyan edilen hüküm bunların hepsine şâmildir ve kaçınmak gerekir. Tasvirleri yok etmeye muktedir olan kimselerin, daha büyük bir fitne çıkmayacaksa, onları ortadan kaldırmaları vâciptir.”(İmâm Zehebî, Büyük Günâhlar, s.177-178)
Ümmü Süleym (r.anhâ) şöyle dedi: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in yanında bulunuyordum.Şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Süleym! Müslüman bir anne-babanın üç çocuğu vefât ederse, Allâhü Teâlâ o çocuklara olan merhameti sebebiyle o anne babayı mutlaka cennete koyar. ”Bunun üzerine ben: “İki çocuğu vefât etse, yine cennete girerler mi?” diye sordum. “Evet, iki çocukları vefât etse yine cennete girerler.” Bu hadis-i şerifte, çocuğu ölen müslümanların gönül yaraları sarılmakta, acıları teskîn edilmektedir.Vaktiyle çocuğunu kaybeden böyle dertli bir baba, Ebû Hüreyre (r.a.) ile karşılaştı ve ondan, bu konuda Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den duyduğu gönül ferahlatan bir müjde olup olmadığını sordu.O da Gönüller Sultanı (s.a.v.) Efendimiz'den duyduğu şu müjdeyi verdi: “Sizin çocuklarınız,cennette gönüllerince dolaşır, istedikleri saraya girip çıkarlar. O çocuklar âhirette anne ve babalarıyla karşılaşırlar, tıpkı benim senin şu elbisenin kenarından tuttuğum gibi onlar da anne ve babasının ellerinden tutarlar, Allâhü Teâlâ kendilerini hep berâber cennete koyuncaya kadar onların ellerini bırakmazlar. ”Anna babanın, kendilerinden önce âhirete gönderdikleri yavrular, orada anne ve babalarına sahip çıkacaklar ve onları cehennem ateşinden koruyacaklar. Çünkü Allâhü Teâlâ o küçük yavruları anne ve babalarından daha çok sevdiği için,onlara bu yetkiyi verecek, böylece hem onları,hem de anne ve babalarını sevindirecektir.Sultân-ı Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz bu müjdeyi önce üç yavrusunu âhirete yolcu edenler için vermiş, sonra iki çocuğu vefât edenlerin de bu güzellikten istifâde edeceklerini söylemiştir. Ancak bir çocuğunu âhirete şefâatçi olarak gönderenlerin de bu müjdeden nasiplenecekleri anlaşılmaktadır.Önemli olan, bu şuur ile onların acısına sabretmek ve bu sabırlarının mükâfatını Allâh (c.c.)'dan beklemektir.(İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.187-189)
Mahluklar içinde, ilk olarak Peygamber (s.a.v.)'in nuru ve ruhu yaratılmıştır. Allâhü Teâlâ, O (s.a.v.)'in ismini arşa, cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır. Peygamber (s.a.v.)'in ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır. Meleklerin Hz. Âdem (a.s.)'a karşı secde etmeleri için emir olunması, alnında Peygamber (s.a.v.)'in nuru bulunduğu için idi. Allâhü Teâlâ, bütün peygambere, Peygamber (s.a.v.)'in geleceğini; ayrıca ümmetinlerine, zamanına yetiştikleri takdirde, O (s.a.v.)'e inanmalarını emretmeyi bildirdi. Dünyaya geleceği zaman, çok büyük alametler görülmüştür. Tarih ve mevlid kitaplarında yazılıdır. Dünyaya geldiği zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Dünyaya gelince, şeytanlar göğe çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular. Dünyaya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler. Beşiğini melekler sallardı. Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu.Mübarek parmağı ile işaret ettiği tarafa meylederdi. Beşikte iken konuşmaya başladı. Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikte hareket ederek gölge yapardı. Bu hal, peygamberliği bildirilinceye kadar devam etti. Her peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Peygamber (s.a.v.)'in ise, mübarek sırtı ortasında sol küreğe yakın, kalbi üzerinde idi. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahi görürdü. Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü. Tükürüğü, acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifa verdi. Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Ömründe hiç esnemedi. Mübarek teri, gül gibi güzel kokardı.(Mehmet Oruç, Kainatın Efendisi, s.194)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) hayatında nasıl ziyaret edilirdi ise ölümünde de aynı hürmetle ziyaret edilir. Hayatta olsa kendisine ne kadar yaklaşman icab ediyorsa, türbesine de o kadar yaklaş. Fazla sokulma. Hayatında iken huzurunda takınacağın edep ve terbiyeyi türbesinde de aynı şekilde muhafaza et. Duvarlara ve parmaklıklara sarılma, onları öpme. Zira bu gibi el etek öpmeler, duvar ve demire sarılmalar, yahudi ve nasrâni âdetidir. Bilmiş ol ki, O seni ve senin hâlini bilir. Getirmiş olduğun salat-ü selâm kendisine duyurulur.Cism-i şerifinin orada medfun bulunduğunu ve Allâh katındaki yüce mevkiini düşün. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'den rivayet edilen bir hadiste: “Allâhü Teâlâ'nın kabrine bir melek müvekkel ettiğini ve getirilen salatü selâmı kendisine tebliğ ettiğini” haber vermiştir. Bu hadis kabrinin başında bulunmayıp dünyanın herhangi bir köşesinde bulunan müslümanın getirdiği salavat hakkındadır. O'na olan aşk ve şevkinden, memleketinden ayrılıp uzak mesafeleri katederek türbesinin başına gelenlerin salavatlarını öncelikle duyar. Sonra minberinin yanına gel ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in minberde Allâhü Teâlâ'ya ibâdeti teşvik eder şekilde hutbe irad etmekte olduğunu, muhacir ve ensarın, gözlerini oraya çevirerek dikkatle hutbeyi takip ettiklerini düşün ve kıyamet gününde Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'den ayrı kalmamayı, Allâhü Teâlâ'dan dile. İşte hacda kalbin vazifesi bunlardır.(İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, c.3, s.768)
E‘ûzü bi'llâhi mine'ş- şeytâni'r- racîm. Bi-smi'llâhi'r- rahmâni'r- rahîm. Selâmün ‘aleyküm ketebe rabbüküm ‘alâ nefsihi'r-rah-meh. Selâmün aleyküm bi mâ-sabertüm feni‘me ‘ukbe'd-dâr. Selâmün aleykümü'dhulû'l- cennete bi mâ-küntüm ta‘me-lûn. Ve selâmün ‘aleyhi yevme vülide ve yevme yemûtü ve yevme yüb‘asü hayyen. Ve's-selâmü ‘aleyye yevme vülidtü ve yevme emûtü ve yevme üb‘asü hayyen. Selâmün ‘aleyke se-estağfiru leke rabbî in-nehû kâne bî hafiyyen. Ve's-selâmü ‘alâ meni't-tebe‘a'l-hüdâ. Ve selâmün ‘alâ îbâdihî'l-lezîne'stafâ. Selâmün ‘aleyküm lâ-nebteği'l-câhilîn. Selâmün kavlen min rabbi'r- rahîm. Selâmün ‘alâ Nûhin fi'l-‘âlemîn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İbrâhîm, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ Mûsâ ve Hârûn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehümâ min ‘ıbâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İlyâsîn, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Ve selâmün ‘ale'l-mürselîn. Selâmün ‘aleyküm tıbtüm fe'dhulûhâ hâli-dîn. Selâmün hiye hattâ matla‘i'l-fecr.SAFER AYI DUÂSI“Allâhümme bârik fî şehri's-saferi va'htim le-nâ bi's-sa‘â-deti ve'z-zafer.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.33-36)
Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi, gece yarısından sonra yeryüzüne inecek belâlardan Allâh (c.c.)'un izniyle korunmak için imsâkten önce dört rek‘at nâfile namâzı kılıp Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak, birinci rek‘atte 17 “Kevser”; ikinci rek‘atte 5 “İhlâs”; üçüncü rek‘atte 1 “Felâk”; dördüncü rek‘atte 1 “Nâs” sûrelerini okuyup selâmdan sonra duâ edilecektir. Safer'in son çarşambasının gecesi veyâ gündüzü iki rek‘at namâz kılıp birinci ve ikinci rek‘atte Fâtiha'dan sonra 11'er “İhlâs” okunacak. Namâzdan sonra 7 def‘a istiğfâr edilecek ve el kaldırıp 11 def‘a Salât-ı Münciye ve sonlarında “inneke ‘alâ külli şey'in kadîr” okunacaktır. Bu duâlarda, “Allâhü Te‘âlâ'nın, kendimizi, âile fertlerimizi ve bütün Mü'minleri gökten inen, yerden gelen ve bütün belâlardan muhâfaza buyurması” için niyâz edilecektir. Yine Safer ayının son çarşamba gecesi veya gündüzü iki rek'ât namaz kılınıp, birinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 7 “Kadir”, ikinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 5 “Kevser” okunacaktır.SALÂT-I MÜNCİYE: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncînâ bihâ min cemî‘il ahvâl-i vel-‘âfât ve takdî lenâ bihâ cemî‘al hâcât ve tütahhirünâ bihâ min cemî‘i's-seyyiât ve terfe‘ûnâ bihâ a‘le'd-derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal-gâyât min cemî‘i'l-hayrâti fi'l-hayâti ve ba‘de'l-memât.”SAFER AYININ İLK VE SON ÇARŞAMBA GÜNÜNDE OKUNACAK DUÂBi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm “Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve resûlike ve alâ âlihî ve bârik ve sellim. Alâhümme innî e'ûzü bike min şerri hâze'l yevmi ve min külli şirretin ve belâin ve beliyyetin-i'lletî fîhi ve yekûnü fî ‘ilmike yâ Dehru, yâ Deyhâru, yâ Keynânü, yâ Keynûnü, yâ Evvelü, yâ Ebedü, yâ Mübdiü, yâ Mu'îdü, yâ Ze'l-celâli ve ikrâm. Yâ Ze'l-arşi'l mecîdi ente tef'alü mâ türîdü. Allâhümma'hrüsnî bi-aynike'lletî lâ-tenâmü fî nefsî ve mâlî ve evlâdî ve dînî ve dünyâye'lletî'btelânî bi-suhbetihim bi-hurmeti'l ebrâri ve'l-ahyâri bi-rahmetike yâ Azîzü, yâ Ğaffâru, yâ Kerîmü, yâ Settâru, bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîn. Allâhümme şedîdü'l kuvâ yâ Şedîdü, yâ Azîzü, yâ Kerîmü, yâ Kebîru, yâ Müteâlü! Zelleltü bi-ızzetike, cemî'ı halkike yâ Muhsinu, yâ Mücmilü, yâ Mütefaddilü, yâ Mün'imü, yâ Mükrimü lâilâhe illâ ente. Allâhümme yâ Latîfü letafte bi-halki's semâvâti ve'l-ardı ültuf binâ fî kadâike ve âfinâ min belâike ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bike bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîne. Hasbüna'llâhü ve ni'mel vekîl lâhavle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l Alîyyi'l Azîm. Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.31-35)
Resûlullâh (s.a.v.)'in amcası Ebû Tâlib; dedesi Abdulmuttalib'in vefatından sonra çocuk iken Resûlullâh (s.a.v.)'in bakımını üstlendi. Resûlullâh (s.a.v.) gençlik dönemine girdiği sıralarda amcası Ebû Tâlib ile birlikte ticaret yaptı. Daha sonra Hz. Hatice (r.anhâ)'nın ticaret işlerini yürüttü. Resûlullâh (s.a.v.) evleneceği zaman Hz. Hatice (r.anhâ) ile nişanlanmasını tebrik ederek Hz. Hatice (r.anhâ)'nin mehirini kendi malından verdi. Resûlullâh (s.a.v.)'e peygamberlik gelince Ebû Tâlib onu ciddi bir şekilde savundu. Onun bu duruşu kendisini İslâm tarihinde önemli bir şahsiyet yapmıştır. Ebû Tâlib, Resûlullâh (s.a.v.)'i tam manasıyla koruyan kişi olmuştur. Ebû Tâlib halkı arasında nüfuzu ve üstün yeri olan bir kimse idi. İslâm düşmanlarının onu çiğneyip Resûlullâh (s.a.v.)'e ulaşması mümkün değildi.Kureyş kâfirleri Ebû Tâlib'e gelerek ondan yeğenini susturmasını istiyor, putlarına hakaret edip dinlerine dil uzatmasına son verdirmesini istiyorlardı. Ebû Tâlib bu isteği kâbul etmemişti. Bir keresinde ona gelen heyet haykırarak şunları söylemişti: “Ey Ebû Tâlib! Sen içimizde şerefi ve yeri yüksek, aynı zamanda yaşı ilerlemiş birisin. Bizler kardeşinin oğlunun faaliyetlerine son verdirmeni istedik. Fakat sen bunu yapmadın. Bizler babalarımıza dil uzatılmasına düşüncelerimizin aptalca olduğunun söylenmesine asla sabretmeyeceğiz. Sen isteklerimizi yerine getirmezsen sana ve yeğenine saldıracağız. İki taraftan birisi mahvedilip yok olana kadar…” Ebû Tâlib'e yapılan bu tehdit bir fayda sağlamadı. O kesinlikle yeğenin tarafında yerini aldı. Onun şu şiiri onun durumunu anlatmaktadır: “Vallâhi onların hiçbiri ulaşamaz asla sana. Yer altına gömülüp yastık olmayınca toprak bana.”(Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.111-112)
“Habibim! Ashâbın sana ganîmet mallarının hükmünü soruyorlar. Sen onlara hitaben: “Ganîmet malları ile ilgili işler ve hususlar Allâh‟a ve Resûlüne aittir.” de ki onlar ganîmet mallarının taksiminde kendi görüşlerinin dahli olmayacağını bilsinler. Sizler biribirinizle çekişmekten korkun. Allâhü Teâlâ‟dan korkun, aranızda olan fesâdı düzeltin. Eğer kâmil mü‟minler iseniz Allâhü Teâlâ‟ya ve Resulü‟ne itâat ediniz!” (Enfâl s. 1) Yani: “Resulü (s.a.v.), ganîmeti emre göre taksim eder, başka kimsenin görüşüne müracaat etmez!” diyerek taksimin sana mahsus olduğunu beyân et ki ashâbın taksim hususunda sana karışmasınlar. Cihâdın meşrû olmasının asıl maksadı i'lây-ı kelimetullahtır. Ganîmet malları ise İslâm Dini'ni muhâfaza ve müslümanları himâye için Cenâb-ı Hâkk tarafından ilâveten yapılan bir ikramdır. Bundan adına “Nefl (Nâfile)” denilmiştir. Ganîmetten faydalanmak bu ümmetin faziletlerindendir.Tefsirlere göre ayetin nüzûl sebebi, Bedir'de ele geçirilen ganîmetlerin Muhâcirlere mi yoksa Ensâr‟a mı ait olduğu konusunda ihtilâftır. Başka bir rivayete göre ise, Nebi (s.a.v.) emirleri üzerine başka bir görevde olup Bedir Savaşı'nda hazır bulunmayan üçü Muhâcirlerden beşi Ensâr'dan olan sekiz kişinin de ganîmet mallarından hisse almaları üzerine Nebi (s.a.v.)'in yaptığı taksimde isabet ettiğini beyân etmek üzere bu ayet nâzil olmuştur. Kısacası, Nebi (s.a.v.)'e tâbî olarak kumandanın ve müslümanların imâmının harbe teşvik hususunda bazı kimselere ganîmet mallarından diğerlerine göre daha fazla pay vermesinin câiz olduğuna, bir şeyin Cenâb-ı Allâh'a ve Resûlü (s.a.v.)'e mahsus olduğunu bilince Mü'minlerin tartışmaya cür'et etmemesine, hataların telafi edilmesi, düzeltilmesi gerektiğine, her emir ve konuda Allâhü Teâlâ ve Nebi (s.a.v.)'e itâat edilmesi gerektiğine ve bunların kâmil bir imânın şartlarından olduğuna bu ayet delil olmuştur.(Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Enfal Suresi Tefsiri, s.105)
Allâh (c.c.) dostlarıyla sık sık irtibat kurmalı ve onların meclislerinde çok bulunmalıdır. Böyle yapmak hem din işlerine güç verir hem de hayır ve berekete sebep olur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sana kendisi ile dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğin, dinini güçlendiren bir şeyi bildireyim mi? İşte o, Allâhü Te'âlâ'yı ananların meclislerine devam etmendir. Yalnız kaldığın zaman da dilini Allâhü Te'âlâ'nın zikriyle devamlı meşgul tutmandır.” (Mişkat) Allâh ehli olanların kimler olduğunu araştırmak çok önemlidir. Allâh ehlinin alâmeti sünnete uymaktır. Çünkü Allâhü Te'âlâ Hazretleri, kendi sevgili Peygamber (s.a.v.)'ini ümmetin hidâyeti için örnek olarak göndermiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: “(Ey Resûlum) de ki: “Eğer siz Allâh'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmrân s. 31) Kim Peygamberimiz (s.a.v.)'e tam bir şekilde uyarsa, o gerçekten Allâh ehlidir. Kim sünnete uymaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar Allâh'a yakınlıktan da geri kalır.Tefsir alimlerinin yazdığına göre “Kim Allâhü Te'âlâ'yı sevdiğini iddia eder de Resûlullâh (s.a.v.)'in sünnetine karşı çıkarsa, işte o yalancıdır. Çünkü sevginin usulü ve aşkın kanununa göre, kişi birini sevdiğinde onun evini, kapısını, duvarını, avlusunu, bahçesini hatta köpeğini ve merkebini bile sever.” Özet olarak, bir kişinin Allâh dostlarından olduğu araştırıldıktan sonra, onunla ilişkileri geliştirmek, onu sık sık ziyaret etmek, onun ilminden istifade etmek, dinde yükselmeye sebeptir. Aynı zamanda bu Peygamberimiz (s.a.v.)'in bir emridir. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Cennet bahçelerine uğradığınızda bir şeyler elde ediniz.” Sahâbeler, “Ya Resûlallâh, Cennet bahçeleri nedir?” diye sorunca, “İlim meclisleridir!“ buyurdu.(Misvâk Neşriyât, Hakk Yolda Kılavuz Ömer Muhammed Öztürk)
Günümüzde kandil gecelerinde, kadın erkek karışık, hatta bazen cami avlularında “tasavvuf müziği” adı altında konserler verilmektedir. Asırlardır, kandil geceleri, Kur'an-ı Kerim ve mevlid okunarak, namaz kılınarak, fakir fukara sevindirilerek ihya edilirdi. Artık bunlar geride kalacakmış. Batı ile her konuda dinlerarası “hoşgörü” tesis ediyoruz ya, bunun için onlara dini açıdan da benzememiz, uyum içinde olmamız lazımmış. Madem ki onlar kilisede, ibadet olarak “kilise müziği” çalıyorlar, bizim de aynı gaye ile “tasavvuf müziği” çalmamız gerekiyormuş. Daha önce de, ilahiyatçı bir profesör yazısında, “Yirmi birinci yüz yılda yaşıyoruz, dinde de değişim şart. Bunun için Kur'an felsefeleşmeli, Kur'an tefsirleri yeniden gözden geçirilmelidir, zamana göre yeniden yorumlanmalıdır.Ben Londra'da kilisede, felsefe konuşmaları, Beethoven ve Mozart'tan örnekler dinledim. Resim sergileri izledim. Kilisede olanlar, camide de olmalıdır.” diyordu. Bütün bunlar, dinde reform yapılarak İslamiyetin protestanlaştırılması, kiliseye benzetilmesi gayretleridir. İbni Arabi (k.s.) Hz. Müsamere adındaki kitabında bir hadisi aktarıyor: “Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Dinden uzaklaşıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'an-ı Kerim'i mizmarlardan (çalğıdan) şarkı gibi okurlar. Sevap için değil, keyif için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevab verilmez. Allâhü Teâlâ bunlara lânet eder, azap verir.” Dinimize göre, müzik ile ibadet, necasetin, idrarın zemzem ile karıştırılması gibidir. Dolayısıyla, samimi bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Bu tür teşebbüsler, dine Hıristiyanların ibadetlerini sokarak İslamiyeti bozmak isteyen sinsi düşmanların, art niyetli kimselerin işidir.(Mehmet Oruç, Dinler Arası Diyalog)
Muhterem Ömer Öztürk anlatıyor: “Avrupalı'nın demokrat ve insan haklarına saygılı olduğuna dair senelerdir çok büyük propaganda yapıyorlar. Avrupalı, hâkimiyet sahasına tecavüz etmediğin müddetçe demokrat görünür. Hele bir onların hâkimiyet sahasına girmeğe teşebbüs edin de o zaman görün demokrasiyi, özgürlüğü… Biz lise üçüncü sınıftayken (Galatasaray Lisesi) bir gün derste Fransız edebiyatı hocası şöyle demişti: “Biz 16. asırda Türkleri, Osmanlıları aydan gelmiş adamlar zannederdik.” Ben parmak kaldırdım.Bizim okulda böyle şeyler serbestti. Fikir münakaşası yapılırdı. Elimi kaldırınca hoşlanmadı ama ne diyeceğimi de merak ettiği için: “Buyurun” dedi. Bunun üzerine şu tarihi bilgiyi naklettim ve sordum: “Fransa kralı Fransuva, 1525'te Şarlken'e esir düşmüştü. Avrupa devletleri ne yaptılarsa onu esaretten kurtaramamışlardı. En sonunda sizin kralınız Fransuva'nın annesi ve Fransız sarayı, krallarının esaretten kurtarılması için Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım istemişti. Peki Kral Fransuva'nın annesi oğlunun kurtarılması için nereye müracaat etmişti? “Ay”a mı müracaat etmişti, yoksa Osmanlı sultanına, İstanbul'a mı müracaat etmişti?” “Sen zaten her zaman mevzu dışına çıkarsın” dedi. “Sizinki mevzu dışı olmuyor da neden benimki mevzu dışı oluyor? Siz dediniz ki biz Osmanlı'yı uzaydan gelmiş bilirdik, ben de sizin kralınızın annesinin Osmanlı'ya müracaatını sordum.Aya mı müracaatını yapmış, yoksa İstanbul'a mı, cevabını verin bunun. Burada mevzunun dışına çıkacak bir durum yok.” dedim. “Peki, söylediğiniz anlaşıldı. Buyurun yerinize oturabilirsiniz” dedi. Dışarıdan bakıldığında modern ve demokrat görünürler; ama gerçekte bunların hepsi masal. Kendi hâkimiyet sahalarına dokununca ne demokrasi tanırlar ne de insan hakları!”(Misvâk Neşriyat, Ömer Öztürk'ün Hayatı ve Hatıraları)
Ömer Muhammed Öztürk, 13 Ağustos 1946'da Adana'nın Seyhan ilçesi Tepebağ Mahallesi'nde doğdu. Seyhan, daha sonra Adana'nın merkez ilçesi haline geldi. Doğumunda babası nüfus kaydını henüz Tarsus'tan Adana'ya naklettirmemişti. Onun için nüfus cüzdanında doğum yeri olarak “Tarsus” yazılıdır. Doğduğu seneyi rahmetli babası şöyle anlatır: “O sene benim için büyük fütuhata sebep oldu. Ömer'in doğduğu sene Üstadımıza bağlandık, O'nun evlâdı olduk. O sene hacca gittim, işin içine rüşvet girdiği için müteahhitliği bırakmak istiyordum. O sene müteahhitliği bıraktım, demir ticaretine başladım. “Ya Rabbi haramdan uzak duracağım ve kadınlarla muhatap olmayacağım bir iş nasip eyle”, diye duâ ederdim. Hakikaten demir ticaretine girdik ve uzun süre bu işi yaptık.” Babası, Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin müridi olduğu için çocuğu ona götürmüşler. “Ömer olsun çocuğumuzun adı” buyurmuş ve bundan sonra da Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin dizi dibinde ve onun terbiyesinde yetişmiştir. Bu kutlu başlangıçla birlikte 38 yıl süren beraberlik, Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin son nefesine kadar devam etmiştir. 1980 yılında Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri, Ömer Öztürk'ü İstanbul'a tedâvi için gönderir. Ömer Öztürk, İstanbul'da iken bir gün Medine'de ev halkına sorar: “Ömer Öztürk nerededir?” Ev halkı da: “İstanbul'da efendim, siz gönderdiniz tedâvi için” diyorlar. “Yok, o şu anda Mekke'de bulunuyor, görev yeri O'nun Mekke” demiştir. Daha sonra hastalık hali zuhûr edince Hacı Anne, Sami Efendi (k.s.) Hazretleri'nin ağzından şu sözlerin döküldüğünü nakletmiştir: “Ömer Öztürk'ün yanımda olmasını çok isterdim. Son nefesimde Allâh (c.c.)'dan dilerim, inşallâh benim yanımda, başucumda bulunur.”(Misvâk Neşriyât, Hakk Yolda Kılavuz Ömer Öztürk)
Abdulhamid Han'ın tahttan indirilmesiyle başlayan süreçte, Osmanlı Devleti içeriden ve dışarıdan büyük darbelerle yıkılmış, 24 milyon km²'den sonra, 780 bin km²'lik bir alana sıkışmış memleketimizde İslâmî müesseseler de büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, böylece dîni hayat ve dîni tedrîsat güçlü bir tırpan yemiştir. Tabii ki her şey Allâh Azimüşşân'ın takdiri ve müsaadesiyle gerçekleşmiştir. Cenâb-ı Hâkk: “İdareleri halk arasında belli zamanlara tâyin ettik” buyurmuştur. İnsanların camiye gitmekten korktuğu zamanlardan geçilmiş, Demokrat Parti döneminde ve sonrasında biraz rahatlama olduysa da müslümanlar için sıkıntılı şartlar ve özellikle dîni tebliğ vazifesini üstlenen kişiler için zorluklar devam etmiştir. Her şeye rağmen kalplerdeki îman sökülememiş, müslümanların sayısı azalmamış, aksine artmıştır. Sâmi (k.s.) Efendi Hazretleri 19. yüzyılın sonlarında doğmuş, yaratılıştan gelen hususiyetleri ve bağlı bulunduğu mânevî kaynağın yanında son Osmanlı müktesebâtından da istifâde ederek yetişmiş, etkisi Türkiye sınırlarını çok aşan ve 20. yüzyılın çoğunluğunu kapsayan bir irşad dönemleri olmuştur. Kendilerinin hayatı bu yönden de önem arz etmektedir. En zor şartlar altında bile İslâm'ın yaşanabilir olduğunu, Sünnet-i Seniyye'yi harfiyyen yaşamanın her asırda mümkün olduğunu yaşantılarıyla ispat etmişlerdir. Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, otuz yıla yakın Sâmi (k.s.) Efendi Hazretleri'nin hizmetini görmüş, herkesin umre ziyareti sandığı bir yolculukla Hz. Sâmi (k.s.)'un hicret yoldaşı olmuş, nihayet kendisine vasiyet yapılmış, techiz ve tekfin kendisine havale edilmiştir. Hz. Sâmi (k.s.), herkesin aklına kazımak istercesine 1976'dan 1984'e kadar aile içinde ve ihvân huzurunda defalarca şöyle buyurmuşlardır: “Ömer Öztürk benim en emin ihvânımdır. Kendisi mânen vazifelidir. İhvâna kılavuzdur.”(www.esaderbili.com)
Hz. Osman (r.a.)'in İslâm'dan önceki ve sonraki, halife olmazdan önceki ve sonraki hayatını inceleyen kimse, kendisinde üstün özellikler, yüksek seciye örnekleri toplanmış parlak bir müslüman silueti görecektir. Hz. Osman (r.a.) cahiliye döneminde hiç içki içmemiştir. O İslâm'dan önceki dönemde de içkinin aklı giderici olduğunu söyler, aklın insana Allâh (c.c.)'un verdiği yüce bir değer olduğunu, insanın aklı ile yücelmesi gerektiğini ifade ederek akıl ile çekişmemek gerektiğini dile getirirdi. Yine cahiliye döneminde gençlerin şarkılı ve eğlenceli toplantıları onun ilgisini çekmemiş, o bu tür toplantılara katılmamıştı. Mü'minlerin annesi Hz.Aişe (r.anhâ)'nın rivayet ettiği bir hadiste Hz. Osman (r.a.)'in ne derecede hayâ, utanma sahibi olduğunu göstermektedir. “Peygamber (s.a.v.) benim odamda yaslanmış halde idi. Babam Hz. Ebubekir (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Ona izin verildi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı halde duruyordu. Hz. Ebubekir (r.a.) içeri girdi ve Resûlullâh (s.a.v.) ile görüşüp sonra çıktı. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) izin istedi. Ona da izin verildi. Resûlullâh (s.a.v.) durumunu değiştirmeden Peygamber (s.a.v.) ile konuşup çıktı. Sonra Hz. Osman (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Resûlullâh (s.a.v.) yattığı yerden doğruldu ve giysisini düzeltti. Hz. Osman (r.a.)'a da izin verildi. Bu davranışının sebebini sordum. Resûlullâh (s.a.v.): “Gerçekten Osman çok utangaçtır. Bu halde iken ona izin verseydim, bana hacetini ulaştıramamasından korktum.” buyurmuştur.” Bir başka hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber (s.a.v.) şu sözü ile onu en güzel şekilde tanımlamıştır. “Ümmetimin hayâ, utanma bakımından en doğru olanı Osman'dır.”(Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.92)Başka bir metin varsa düzenlemeye devam edebilirim!
Allâhü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yemin ederim bu beldeye ki, sen de bu beldenin sakinisin.” (Beled s. 1-2) Endülüslü kırâat âlimi Mekkî bin Ebî Tâlib (r.âleyh)'den nakledildiğine göre bu ayetin anlamı şudur: “Sen içinde bulunmadıkça, yani sen hicretle birlikte içinden çıkıp gittikten sonra, ben bu beldeye yemin etmem.” Bazıları söz konusu ayetteki “Lâ uksimü” sözüne “uksimü” mânası vermiştir. Buna göre ayetin mânası: “Ey Peygamber! İçinde sen bulunduğunda, ben bu beldeye yemin ederim ki, sadece sana mahsus olmak üzere, sen bu beldeye istediğin gibi girmekte ve ihramlıların yapamayacağı şeyleri yapmakta serbestsin veya sen bu beldede her istediğini yapmakta serbestsin” demektir. Yine bu açıklamaları yapanlara göre, ayetteki “belde (beled)” kelimesiyle Mekke kastedilmiştir. Mekke, ilâhî feyiz ve bereketin indiği, insanların mânen temizlendiği mübârek bir yerdir. Allâhü Teâlâ orayı her türlü kötülükten korumuş, güvenli bir belde yapmıştır. Mekke'nin dokunulmazlığı konusunda Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hâkk şüphesiz Mekke'yi, gökleri ve yeri yarattığından beri haram kılmıştır. O, benden önce kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da helâl olmayacaktır. Bana helâl edilmesi de günün bir vakti içindir. Sonra tekrar haram olması, kıyâmet gününe kadar devam etmek üzere avdet etmiştir.” Sûfî âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî (r.âleyh) şöyle demiştir: “Ayetteki beldeden maksat Medine olup, sağlığında içinde yaşamak suretiyle kendisini şereflendirdiğin, ölümünden sonra da vücûdunla kendisini bereketlendirdiğin bu şehre senin için yemin ederim demektir. Ancak kendisine yemin edilen şehrin Mekke olması daha doğrudur. Çünkü Beled suresi Mekke'de nazil olmuştur. Ayetin devamında gelen: “Sen de bu beldenin sakinisin.” (Beled s. 2) ifâdesi oranın Mekke olduğunu göstermektedir.”(Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.108-109)Başka bir metin varsa düzenlemeye devam edebilirim!
Osmanlı Devleti, ormanların da içinde bulunduğu yeşil alanları korumak için olağanüstü bir duyarlılık göstermiş, özel tedbirler almıştır. Padişahlar, ormanlar ve korulardan izinsiz ağaç kesenlere göz açtırmamış; koruma altındaki yerlerde hayvanlarını otlatanlara ve avlananlara ağır para ve hapis cezaları getiren fermanlar neşretmişlerdir. Buraların sürekli şekilde gözetim altında tutulmasını emretmişlerdir. 1559 yılında Osmanlı Divan-ı Hümayununda alınan bir kararla, Eşme, Dikme ve Sapanca Dağlarından çeşitli amaçlarla ağaç kesmenin yasaklandığı bildirilmiştir. 1840'da hazırlanan 22 maddelik Orman Layihası'nda da ormanların muhafazası ve yangınların önlenmesi için alınması gereken tedbirler, tüm merkezî ve mahallî yetkililere iletilmiştir. 1869'da ise bu layihadan hareketle Orman Nizamnamesi oluşturulmuştur. Bu nizamname 1937'ye kadar yürürlükte kalmıştır. 1858'de ihtiyaç duyulan elemanların yetiştirilmesi için Orman Mektebi kurulmuştur. 1900 yılında görevlilere, ormanlardaki bazı ağaçların belirli aralıklarla kesilerek ve kuru otlar ortadan kaldırılarak yangınların engellenmesi ve genişlemesinin önüne geçilmesi istenmiştir. Orman kolcuları, yani koruyucuları, dikkatli davranmaları yönünde sık sık uyarılmışlardır. Yukarıda sözü edilen yasal düzenlemeler çerçevesinde Osmanlı'da en büyük cezalar, kasıtlı olarak ormanları yakan kişilere verilmiştir: Mal ve mülklerine el konulmasının yanı sıra, bir de müebbet kürek cezasına çarptırılmışlardır. Ağır para ve hapis cezalarının uygulandığı da olmuştur. Ahaliye, ormanda yangına sebebiyet verenlerin, müebbet kürek cezasına çarptırılacakları sık sık hatırlatılmıştır. Orman yangınlarıyla mücadelede hizmeti görülenler ise, madalya ve çeşitli ödüllerle mükâfatlandırılmıştır.(İsmail Çolak, Zafer Dergisi, 537. Sayı, Ekim 2021)
Cuma namazı şu şekilde edâ edilir: Birinci (dış) ezan okunduktan sonra ve ikinci (iç) ezandan evvel dört rekât namaz kılınır, bu namaz, müekked sünnettir. Akabinde müezzin ikinci ezanı okuduğunda imam minbere çıkar ve iki hutbe okur, sonra da cemaate iki rekât farz Cuma namazını kıldırır, sonra cemaat dört rekât namaz kılar ki bu da müekked sünnet bir namazdır. Cuma namazı eda edildikten sonra kılınması faziletli olan, zuhr-u âhir namazı vardır ki, eğer Cuma namazının şartlarından biri olmadı ise öğle namazı yerine geçsin diye kılınan bir namazdır. İhtiyaten kılınır.Bu namaz cumanın 4 rekât son sünnetinden sonra kılınır. Aşağıdaki şartları tam olarak kendisinde bulunduran kişiye Cuma Namazı farzdır: 1. Mukim olması; yolcuya Cuma namazı farz değildir. 2. Sıhhatli olması; hastalık veya körlük yahut ileri derecede yaşlılık sebebiyle Cuma camiine gitmeye güç yetiremeyen kişiye Cuma namazı farz değildir. 3. Hür olması; mülkiyet altında bulunan köleye Cuma namazı farz değildir. 4. Erkek olması; kadına Cuma namazı farz değildir. Cemaati terk etmenin cevazı hususundaki özürlerden birisinin kendisinde mevcut olursa Cuma namazı farz olmaz. Bu özürlerden bazıları şunlardır: 1. Şiddetli yağmur. 2. Kendisinden başka bakıcısı olmayan hastanın yalnız kalmaktan dolayı zarar görmesi korkusu. 3. Düşman korkusu. Namazın vacip olması hususundaki şartlar yine burada da geçerlidir. Kendisine Cuma namazı farz olmayan kadın ve yolcu gibi kimse eğer Cuma namazı kılarsa namazı sahih olur ve öğle namazı kendisinden sakıt olur.(Eşref Ali et-Tehânevî , El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.271-272)
İnsanın taşıdığı vücut ve can aslında kendisine ait olmayıp, Allâhü Teâlâ'nın insanlara verdiği bir emânettir. Biz de Allâh'ın verdiği bu emâneti hakkıyla muhâfaza etmek zorundayız. Dikkat etmemiz gereken hususlar vücûdumuzun sıhhatini korumak, vücûdumuzun kuvvetini korumak ve vücûdumuzun huzur ve sükûnunu korumak yani fenâ işlerle meşgul olup onların vereceği sıkıntı ile vücûdumuzun rahat ve huzûrunu kaçırmamaktadır. Nitekim bu hususların korunmasında herhangi bir aksaklık meydana gelse o zaman işlerimizi yürütmemiz de imkânsızlaşır. Bundan başka diğer din kardeşlerimizin ve ihtiyaç sâhiplerinin yardımına koşamayız, yine bunun gibi nankörlük ve sabırsızlık gibi kötü alışkanlıklar kazanırız. Zira bu gibi karışık işlerle uğraşmak imânı zayıflatır ve yer bitirir.Huzeyfe (r.a.) rivayet ediyor: Resûlullâh (s.a.v.): “Mü'mine kendi nefsini rezil etmek yakışmaz.” buyurdu. Sahâbîler (r.a.e.) sordular: “Yâ Resûlullâh! Nefsini rezil etmekten maksat nedir?” Allâh Resûlü (s.a.v.): “Altından kalkamayacağı sıkıntılı işlere kendini sokar.” buyurdu. Bu hadîs-i şeriften insanın vücûdunu gıdasızlık veya fazlaca yıpratmak suretiyle kendi idâresinden çıkarıncaya kadar perişan etmemesi gerekir denilmiştir. Abdullah b. Amr (r.a.) anlatıyor: Peygamberimiz (s.a.v.) bana hitaben: “Ey Abdullah! Senin sürekli gündüzleri oruç tuttuğun, geceleri de ibâdetle geçirdiğin bana haber verilmedi mi sanıyorsun?” dedi. Ben de: “Evet öyle yapıyorum ey Allâh'ın Resûlü” dedim. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.): “Böyle yapma. Bazen oruç tut bazen tutma. Geceleri de hem ibâdetini yap, hem de uyu. Bedeninin sende hakkı var. Gözlerinin sende hakkı var. Eşinin sende hakkı var.” buyurdu.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn, s.185)
Semûd kavmi deveyi Çarşamba günü öldürmüştü. Salih (a.s.) “Yarın Perşembe yüzleriniz sararır, Cuma günü kızarır ve Cumartesi günü kararır, Pazar günü de azâbınız gelir”dedi. Deveyi öldüren yedi kişi: “Gelin, bu gece Sâlih'in evini basıp kendisini öldürelim. Eğer doğru söylüyorsa, bize azâb ermeden bizim azâbımız O'na ermiş olsun, şâyed yalan söylüyorsa, O'nu da devesinin yanına göndermiş oluruz.” dediler. Fakat geceleyin baskın yapmak üzere evine gittikleri vakit, Melâike hepsini taşla vurup öldürdü. Ölenlerin akrâbâsı: “Bu gençleri Sâlih öldürdü, biz de O'nu öldürürüz.” dediler. Fakat Sâlih Peygamberin ashâbı silâhlandı: “Vallâhi, siz O'nu katiyen öldüremezsiniz, üç gün sonra size azâb ineceğini vadetti. Eğer gerçekse, üzerinize Râbbil Âlemîn'in gazâbını artırmış olursunuz. Şâyed gerçek değilse, o zaman biz karışmayız, dilediğinizi ya 6 Ağustos, Mevlâna Takvimi parsınız.” dediler. Bu söz üzerine maktullerin akrâbâsı ayrıldı.Sabah oldu. Ne görsünler, küçük büyük, kadın erkek hepsinin yüzleri bir boyayla boyanmış gibi sarardı. Peygamberlerinin sözünün gerçekliğine inandılar. Cuma günü, yüzleri kana boyanmış gibi kızardı. Feryâd edip ağlaştılar. Cumartesi günü, yüzleri zift sürülmüş gibi karardı. Artık ye'se düşmüşlerdi. Kendilerine gelecek azâbı beklemeye başladılar. Pazar günü hepsi sokaklara dökülmüştü. Acaba nasıl bir azaba uğrayacağız diye, kâh semaya ve kâh yere bakınıyorlardı. Tam öğle vakti gökten müthiş bir ses işitildi. Yer sarsıldı. Hepsinin kalbleri parçalandı. Helâk oldular. Bilâhare Salih (a.s.), kendisine mü'min olan dört bin kişi ile Hıcr'den ayrıldı. Hadramut'a ve sonra Mekke'ye gitti. Yirmi yıl kavmi arasında kaldı ve elli sekiz yaşında Mekke'de vefât etti.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.98-99)
Sâlih (a.s.); “Kasabanın suyu bir gün bu devenin, bir gün sizin. Suyu nöbetleşe kullanacaksınız.” dedi. Deve, gün aşırı Hıcr kuyusuna gider, bütün suyunu içmedikçe başını kaldırmazdı. Halk suyu sıra ile içmeye rızâ göstermişlerdi. Zîrâ sütünden istedikleri kadar bol bol sağıp içmekteydiler. Kasabanın hayvanları, o zamana kadar, yazın kasabanın arka tarafındaki vâdîde ve kışın kasaba kenarında otlardı. Fakat deve geldikten sonra halk hayvanlarını kışın vâdîde ve yazın kasaba kenarında sıcak ve otsuz yerde otlatmaya mecbûr kalmışlardı ki, bu hâl onlara, Allâh (c.c.) tarafından, zamanla ızdırâp vermeye başlamıştı. Hıcr'de hayvanları çok olan iki zengin kadın vardı. İkisi de Sâlih (a.s.)'ı sevmezlerdi. Deveyi kim öldürürse; birisi, fevkalâde güzel olan kızını onunla evlendireceğini vadetti. Öbürü henüz gençti. O da deveyi öldürenle evleneceğini ilân etti. Bunu haber alan iki delikanlı, kendilerine uydurdukları beş arkadaşıyla bir gün devenin yolunu beklediler ve kılıçla onu öldürdüler. Sonra etini üleşerek pişirip yediler. Devenin yavrusu, anasının öldürüldüğünü görünce, kasabanın yakınındaki dağa kaçmıştı. Halk, Sâlih (a.s.)'dan özür dilediler: “Yâ Nebiyyallâh! Deveyi filân ve falan öldürdü. Bizim bunda bir günâhımız yoktur.” dediler. Sâlih (a.s.): “Eğer yavrusunu tutabilirseniz, umulur ki azâbdan kurtulursunuz.” dedi. Yavruyu dağın üzerinde gördüler. Fakat tutmak mümkün değildi. Allâhü Teâlâ'nın emriyle dağ yükselmişti. O kadar ki, bir kuşun bile erişmesine imkân kalmamıştı. Bu sırada deve yavrusu, uzaktan Sâlih (a.s.)'ı gördü. Ve üç defa bağırdı. Sonra bir kaya yarıldı. Ve hayvan onun içine girdi. Sâlih (a.s.): “Yavrunun üç kere bağırması, üç gün ömrünüz kaldığına işârettir. Azâba hazır olun.” dedi. Kavmi ise onunla istihza etti.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.97-98)
1.İlmî tedbir: Hasetçinin ilk önce hasedin kendisi dışında hiç kimseye zarar veremeyeceğini bilmesi gerekir. Haset, haset edilene hiçbir zarar vermediği gibi haset edene dönüp zarar verir. Hasetçiye gelen zararlar hem dünyevî hem de uhrevî olabilmektedir. Üstelik haset edilen, hasetçinin sevaplarını alacaktır. 2. Amelî tedbir: kalbinde birine karşı haset hissettiğin an, onun iyi vasıflarını başka insanlarla paylaş, ona mütevazi bir şekilde davran ve onunla sürekli bir araya gelmeye çalış. Bu tedbirler sayesinde ona karşı sevgi beslemeye başlarsın. Artık sevdiğin birinin sahip olduğu nimetleri gördüğünde mutlu olduğun gibi bu kişinin elindeki nimetlere de o gözle bakabilecek ve hasetten kurtulmuş olacaksın. 3. Tecrübe ile sabit bir tedbir: Haset ettiğin kişinin huzurunda onu övmeye çalış. Bunu yapabilirsen başka hiçbir tedbire gerek kalmaz. Bu tedbire karşı şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Benim övgümle o kişi kibre düşerse bu günâh bana gelmez mi?” Bu itiraza cevap şudur: “Bu, nefsin bir bahanesidir. Haset edilen kişinin huzurunda onu övmek nefse zor geldiği için böyle bir bahaneye sarılmaktadır. Ayrıca bu bir ihtimalden ibaret olup bunu kâbul ederek hasede karşı tedbiri bırakmanın bir anlamı yoktur. Namaz kılacağın zaman birinin namazla alay edip kâfir olacağı bahanesiyle namazı terk etmen doğru olur mu? O hâlde seni ilgilendiren tek konu kendini haramdan kurtarmaya çalışmak ve bu konudaki tedbirleri uygulamaktır. 4. Haset ettiğin kişinin iyiliği için Allâh'a duâ et ve gerekirse maddî ihsanda bulun. Birkaç gün zarfında kalbinden hasedin yok olup gittiğini göreceksin.(Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.101)
Câbir bin Abdullah (r.a.)'den rivayet edilmiştir. Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İsrailoğullarından söz edebilirsiniz; çünkü onlar, içlerinde hayret veren garip işlerin cereyan ettiği bir millettir.” Sonra şöyle anlattı: “Benî İsrail'den bir grup insan çıkarak, mezarlığa gittiler. Orada, aralarında şöyle konuştular: “Biz şimdi bir namaz kılsak, sonra Râbbimize duâ etsek, O da, bize ölülerden birini çıkarsa da gelip, bize ölümden haber verse.” Namaz kıldılar, Râblerine duâ ettiler. Onlar bu hâl içinde iken, bir ölü başını kabrinden çıkardı. Yüzü simsiyahtı. Alaca bulaca bir hâli vardı. Onlara bu hâli ile göründü ve şöyle dedi; Ey buraya gelmiş kimseler! Allâh'a yemin ederim ki, öleli doksan yıl oldu. Hâlâ ölüm acısı benden gitmedi. Tıpkı şimdi ölmüş gibi. Allâh'a duâ edin; beni eski hâlime getirsin. Kabrinden çıkan o şahsın alnında, secde izi vardı.” Hasan (r.a.)'den naklen şu hadîs-i şerifi anlattılar: “Mü'mine gelecek ölümün şiddeti ve zorluğu üç yüz kılıç darbesi kadardır.” Bir kimse, ölüme inanır, onun mutlaka geleceğine kani olursa, iyi amel işleyip kötü davranışları bırakarak ölüme hazır olması gerekir. Çünkü, onun ne zaman geleceği belli değildir. Resûlullâh (s.a.v.) ölümün şiddetini ve acısını beyân buyurdu. Bu, ümmetine onun öğüdüdür. Tâ ki, onu duysun, hazırlıklı olsun, dünya güçlüklerine de sabırla karşı dursun. Çünkü, dünya sıkıntılarına sabırla karşı koymak, ölümün şiddetine maruz kalmaktan, âhiret azabına uğramaktan daha kolaydır.(www.mevlanatakvimi.com)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: “Hatırla ki, o gün işin dehşetinden baldırların açılaca- ğı, kendilerinin secdeye davet edilecekleri bir gündür. Fakat buna güç yetiremeye- cektir.” (Kalem s. 4) Kâ'bu'l-Ahbar (r.a.) diyor ki: “Bu ayet ce- maattan geri kalanlar hakkında nâzil oldu.” Tâbiîn'in imamı Said b. Müseyyeb (r.a.) de: “Bu ayette işaret buyrulanlar “Haydin nama- za, yönelin felaha!” çağrısını duyup da icâbet etmeyen sıhhatli kimselerdir” demiştir. “Nefsim yed-i kudretinde olan Allâh'a yemin olsun ki, gönlümden şöyle geçiyor: Emredeyim, odun yığılsın. Sonra namaz için ezan okunmasını buyurayım da, biri- ne benim yerime cemaata imam olsun di- yeyim. Sonra kendim, cemaata gelmeyen bir takımları üzerine gideyim evlerini baş- larına yakıvereyim.” (Buhari ve Müslim) Tirmizî, İbn Abbas (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: İbn Abbas (r.a.)'e: “Gündüz oruç tu- tan, gece ibadetle meşgul olan, fakat cema- atla namaz kılmayan ve cumaya gitmeyen bir adamın durumu nedir?” diye sorulunca İbn Abbas (r.a.); “O, o halde ölürse cehennemdedir” cevabını verir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu: “Her kim üç cumayı, ona ehemmiyet vermeyerek terkederse, Allâh (c.c.) onun kalbini mü- hürler.” (Ebû Dâvud) Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: “Kim ki, bir mazereti ve zarureti olmaksızın cumayı terkederse, zabta geçen kaydın silinmedi- ği ve değiştirilmediği divanda, sicil defte- rinde münafık yazılıdır.”(İmam Zehebî, Büyük Günâhlar, s.229-230)
Kur'an-ı Kerim bütün zamanlara hitab eden en büyük ve ebedi bir mucizedir. Hz. Peygam- ber (s.a.v.) bir hadislerinde “Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insan- ların inandıkları bir mucize verilmemiş olsun. Hepsine mucizeler verilmiştir. Bana mucize olarak verilen ise Allâh'ın bana vahyetti- ği Kur'an-ı Kerimdir.'' buyurmuştur. (Buhari) Kur'an, lafzı yani sözü ile ve manasıyla mucize- dir. Kur'an'ın i'cazının (mucize oluşunun) tarifi şöyledir: “Kur'an, Allâh (c.c.)'un kelamı olan ve benzerini meydana getirmekten beşer gücünün aciz kalacağı çok yüksek bir mertebede bulu- nan kitaptır. Kur'an ayetlerinin Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğruluğunu gösteren birer delil ol- duğunu kâbul etmeyen müşrikler: “İşittik, eğer istersek biz de onun gibisini yani Kur'an gi- bisini söyleriz. Bu evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.'' (Enfal s. 31) dediler. Bu- nun üzerine Cenab-ı Allâh, inanmayanlara karşı Kur'an'la meydan okumasını Peygamberimiz (s.a.v.)'e tavsiye buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim, müşriklere meydan okurken, çoktan başlayıp aza doğru birbirini kuvvetlendi- ren şöyle bir yol takip etmiştir. Bu konuda ilk inen ayet Kasas suresi 49. ayettir. İkinci olarak inen ayet ise: “Yoksa Kur'an'ı kendisi mi uydurup söyledi diyorlar. Hayır, onlar inanmazlar. Eğer doğru sözlü iseler Kur'an'ın bir benzerini ge- tirsinler.'' (Tur s. 33-34) Üçüncü olarak inen ayet ise: “Yoksa Kur'an'ı o peygamber mi uydurdu diyorlar. De ki, öyle ise onun gibi uydurma olacak şekilde on sure getirin. Ve sözünüzde doğru iseniz, Allâh'tan başka gücünüzün yet- tiği kimseleri de çağırın.” (Hud s. 13) Dördüncü safhada ise, meydan okumanın zirvesi teşkil edil- miştir: “Yoksa onu uydurdu mu diyorlar. De ki eğer doğru sözlü iseniz, onun benzeri bir sure getirin. Ve de Allâh'tan başka da çağırabile- ceklerinizi de çağırın.” (Yunus s. 38)(Kamil Kırkız, www.manisa.diyanet.gov.tr, 2017)
“Kendilerine yasak edilen şeyler karşısında küstahça diretince onlara, ‘Aşağılık maymunlar olun!' dedik.” (Araf s. 166) Rivayet edildiğine göre Yahudiler, bizim emrolunduğumuz Cuma günüyle emrolundukları halde onu terkedip Cumartesiyi seçtiler. Yüce Allâh'ın şu sözü bunu ifade eder: “Cumartesi ibadeti, ancak onda ihtilâf edenlere farz kılınmıştı.” (Nahl s. 124) Böylece onunla imtihan oldular, avlanma kendilerine haram kılınıp o güne saygıyla emrolundular. Balıklar kendilerine Cumartesi günü gelir, çokluğundan dolayı suyun yüzü görülmezdi. Diğer günlerde gelmezlerdi. Bunun üzerine balıkların girmeleri kolay, fakat çıkmaları zor olan havuzlar yaptılar. Cumartesi balıkları oraya doğru sürüp pazar günü de balıkları oradan alıyorlardı. Şehir halkı üç gruptu. Üçte biri yasaklamaya devam etti, üçte biri öğütten usandı ve öğüt verenlere “niye öğüt veriyorsunuz?” dediler. Diğer üçte biri de yasağı işlemeye başladılar. Onlar bundan vazgeçmeyince, müslümanlar, “Biz sizinle oturmayız” dediler ve şehri bir duvarla böldüler. Müslümanların bir kapısı, mütecavizlerin de bir kapısı vardı. Davud (a.s.) onları lanetledi.Yasaklayanlar bir gün sabah olunca kendi kapılarından çıktılar, işlerini görmek üzere dağıldılar. Mütecavizlerden hiçbir kimse çıkmadı. Dediler ki: “Belki içki onlara galip geldi.” Duvara çıkıp baktıklarında, hayretler içinde gençlerin maymun, yaşlıların da domuz olduklarını gördüler. Kapıyı açıp yanlarına girdiler. Maymunlar insanlardan olan soylarını tanıdılar. Oysa insanlar onları tanımıyorlardı. Bir maymun soydaşına geliyor, elbiselerini kokluyor ve ağlıyordu. Üç gün bekledikten sonra öldüler. Nitekim İbn Abbas (r.a.), insan şeklinden değiştirilip hayvan şekline giren hiçbir kimsenin üç günden fazla yaşamadığını belirtmiştir.(İsmail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri, c.3, s.260)
E‘ûzü bi'llâhi mine'ş- şeytâni'r- racîm. Bi-smi'llâhi'r- rahmâni'r- rahîm. Selâmün ‘aleyküm ketebe rabbüküm ‘alâ nefsihi'r-rah-meh. Selâmün aleyküm bi mâ-sabertüm feni‘me ‘ukbe'd-dâr. Selâmün aleykümü'dhulû'l- cennete bi mâ-küntüm ta‘me-lûn. Ve selâmün ‘aleyhi yevme vülide ve yevme yemûtü ve yevme yüb‘asü hayyen. Ve's-selâmü ‘aleyye yevme vülidtü ve yevme emûtü ve yevme üb‘asü hayyen. Selâmün ‘aleyke se-estağfiru leke rabbî innehû kâne bî hafiyyen. Ve's-selâmü ‘alâ meni't-tebe‘a'l-hüdâ. Ve selâmün ‘alâ îbâdihî'l-lezîne'stafâ. Selâmün ‘aleyküm lâ-nebteği'l-câhilîn. Selâmün kavlen min rabbi'r- rahîm. Selâmün ‘alâ Nûhin fi'l-‘âlemîn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İbrâhîm, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ Mûsâ ve Hârûn, innâ kezâlike neczi'l-muh-sinîn, innehümâ min ‘ıbâdine'l-Mü'minîn. Selâmün ‘alâ İlyâsîn, innâ kezâlike neczi'l-muhsinîn, innehû min ‘ibâdine'l-Mü'minîn. Ve selâmün ‘ale'l-mürselîn. Selâmün ‘aleyküm tıbtüm fe'dhulûhâ hâlidîn. Selâmün hiye hattâ matla‘i'l-fecr.SAFER AYI DUÂSI“Allâhümme bârik fî şehri's-saferi va'htim le-nâ bi's-sa‘â-deti ve'z-zafer.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.33-36)
Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi, gece yarısından sonra yeryüzüne inecek belâlardan Allâh (c.c.)'un izniyle korunmak için imsâkten önce dört rek‘at nâfile namâzı kılıp Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak, birinci rek‘atte 17 “Kevser”; ikinci rek‘atte 5 “İhlâs”; üçüncü rek‘atte 1 “Felâk”; dördüncü rek‘atte 1 “Nâs” sûrelerini okuyup selâmdan sonra duâ edilecektir. Safer'in son çarşambasının gecesi veyâ gündüzü iki rek‘at namâz kılıp birinci ve ikinci rek‘atte Fâtiha'dan sonra 11'er “İhlâs” okunacak. Namâzdan sonra 7 def‘a istiğfâr edilecek ve el kaldırıp 11 def‘a Salât-ı Münciye ve sonlarında “inneke ‘alâ külli şey'in kadîr” okunacaktır. Bu duâlarda, “Allâhü Te‘âlâ'nın, kendimizi, âile fertlerimizi ve bütün Mü'minleri gökten inen, yerden gelen ve bütün belâlardan muhâfaza buyurması” için niyâz edilecektir. Yine Safer ayının son çarşamba gecesi veya gündüzü iki rek'ât namaz kılınıp, birinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 7 “Kadir”, ikinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 5 “Kevser” okunacaktır.SALÂT-I MÜNCİYE:“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncînâ bihâ min cemî‘il ahvâl-i vel-‘âfât ve takdî lenâ bihâ cemî‘al hâcât ve tütahhirünâ bihâ min cemî‘i's-seyyiât ve terfe‘ûnâ bihâ a‘le'd-derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal-gâyât min cemî‘i'l-hayrâti fi'l-hayâti ve ba‘de'l-memât.”SAFER AYININ İLK VE SON ÇARŞAMBA GÜNÜNDE OKUNACAK DUÂBi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm“Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve resûlike ve alâ âlihî ve bârik ve sellim. Alâhümme innî e'ûzü bike min şerri hâze'l yevmi ve min külli şirretin ve belâin ve beliyyetin-i'lletî fîhi ve yekûnü fî ‘ilmike yâ Dehru, yâ Deyhâru, yâ Keynânü, yâ Keynûnü, yâ Evvelü, yâ Ebedü, yâ Mübdiü, yâ Mu'îdü, yâ Ze'l-celâli ve ikrâm. Yâ Ze'l-arşi'l mecîdi ente tef'alü mâ türîdü. Allâhümma'hrüsnî bi-aynike'lletî lâ-tenâmü fî nefsî ve mâlî ve evlâdî ve dînî ve dünyâye'lletî'btelânî bi-suhbetihim bi-hurmeti'l ebrâri ve'l-ahyâri bi-rahmetike yâ Azîzü, yâ Ğaffâru, yâ Kerîmü, yâ Settâru, bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîn. Allâhümme şedîdü'l kuvâ yâ Şedîdü, yâ Azîzü, yâ Kerîmü, yâ Kebîru, yâ Müteâlü! Zelleltü bi-ızzetike, cemî'ı halkike yâ Muhsinu, yâ Mücmilü, yâ Mütefaddilü, yâ Mün'imü, yâ Mükrimü lâilâhe illâ ente. Allâhümme yâ Latîfü letafte bi-halki's semâvâti ve'l-ardı ültuf binâ fî kadâike ve âfinâ min belâike ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bike bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîne. Hasbüna'llâhü ve ni'mel vekîl lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l Alîyyi'l Azîm. Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.31-35)
Safer ayının ilk ve son çarşamba gecesi, gece yarısından sonra yeryüzüne inecek belâlardan Allâh (c.c.)'un izniyle korunmak için imsâkten önce dört rek‘at nâfile namâzı kılıp Fâtiha'dan sonra zamm-ı sûre olarak, birinci rek‘atte 17 “Kevser”; ikinci rek‘atte 5 “İhlâs”; üçüncü rek‘atte 1 “Felâk”; dördüncü rek‘atte 1 “Nâs” sûrelerini okuyup selâmdan sonra duâ edilecektir. Safer'in son çarşambasının gecesi veyâ gündüzü iki rek‘at namâz kılıp birinci ve ikinci rek‘atte Fâtiha'dan sonra 11'er “İhlâs” okunacak. Namâzdan sonra 7 def‘a istiğfâr edilecek ve el kaldırıp 11 def‘a Salât-ı Münciye ve sonlarında “inneke ‘alâ külli şey'in kadîr” okunacaktır. Bu duâlarda, “Allâhü Te‘âlâ'nın, kendimizi, âile fertlerimizi ve bütün Mü'minleri gökten inen, yerden gelen ve bütün belâlardan muhâfaza buyurması” için niyâz edilecektir. Yine Safer ayının son çarşamba gecesi veya gündüzü iki rek'ât namaz kılınıp, birinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 7 “Kadir”, ikinci rek'atta Fâtihâ'dan sonra 5 “Kevser” okunacaktır.SALÂT-I MÜNCİYE:“Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Salâten tüncînâ bihâ min cemî‘il ahvâl-i vel-‘âfât ve takdî lenâ bihâ cemî‘al hâcât ve tütahhirünâ bihâ min cemî‘i's-seyyiât ve terfe‘ûnâ bihâ a‘le'd-derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal-gâyât min cemî‘i'l-hayrâti fi'l-hayâti ve ba‘de'l-memât.”SAFER AYININ İLK VE SON ÇARŞAMBA GÜNÜNDE OKUNACAK DUÂBi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm“Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve nebiyyike ve resûlike ve alâ âlihî ve bârik ve sellim. Alâhümme innî e'ûzü bike min şerri hâze'l yevmi ve min külli şirretin ve belâin ve beliyyetin-i'lletî fîhi ve yekûnü fî ‘ilmike yâ Dehru, yâ Deyhâru, yâ Keynânü, yâ Keynûnü, yâ Evvelü, yâ Ebedü, yâ Mübdiü, yâ Mu'îdü, yâ Ze'l-celâli ve ikrâm. Yâ Ze'l-arşi'l mecîdi ente tef'alü mâ türîdü. Allâhümma'hrüsnî bi-aynike'lletî lâ-tenâmü fî nefsî ve mâlî ve evlâdî ve dînî ve dünyâye'lletî'btelânî bi-suhbetihim bi-hurmeti'l ebrâri ve'l-ahyâri bi-rahmetike yâ Azîzü, yâ Ğaffâru, yâ Kerîmü, yâ Settâru, bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîn. Allâhümme şedîdü'l kuvâ yâ Şedîdü, yâ Azîzü, yâ Kerîmü, yâ Kebîru, yâ Müteâlü! Zelleltü bi-ızzetike, cemî'ı halkike yâ Muhsinu, yâ Mücmilü, yâ Mütefaddilü, yâ Mün'imü, yâ Mükrimü lâilâhe illâ ente. Allâhümme yâ Latîfü letafte bi-halki's semâvâti ve'l-ardı ültuf binâ fî kadâike ve âfinâ min belâike ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bike bi-rahmetike yâ Erhame'r Râhimîne. Hasbüna'llâhü ve ni'mel vekîl lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l Alîyyi'l Azîm. Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.”(Ömer Muhammed Öztürk, İbâdet Takvimi ve Duâlar, s.31-35)
Cep telefonları, internet, instagram, twitter gibi sosyal medya araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte internet başında geçirilen vakit her geçen gün artıyor. Bu durum insanların haramlara kısa yoldan ulaşmasını, haramlara sıklıkla maruz kalmasını sağlıyor.Ailevi ve toplumsal değerlere nüfuz eden ve günümüzün sosyal vebası olarak görülen müstehcen içerik bağımlılığı gün geçtikçe hız kazanıyor. Bağımlılığı bırakmak için bir çok yol bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyesi şu şekildedir: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan daha çok korur ve ferci de daha çok muhafaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bir kalkandır.” (Buhârî)Bağımlı olan kişi mutlaka her gün Kur'ân okumalı, gün içinde tevbe, istiğfar getirerek Allâh (c.c.)'a duâda bulunmalıdır.Uzmanların bağımlılığı bırakmak için tavsiyeleri ise şu şekildedir:1.Bu fiilin yanlış bir davranış olduğu benimsenilmeli, pişmanlık duyulmalıdır.2.Boş zamanlarda kişiyi meşgul edecek, oyalayacak meşgaleler, hobiler bulunmalı, odak noktası farklı yerlere verilmelidir.3.Gün içinde yalnız kalınmamaya çalışılmalı, aileyle, yakın çevreyle vakit geçirilmeli, topluma karışılmalıdır.4.Düzenli spor yapılmalıdır.5.Müstehcen içeriklere yönlendiren unsurlar tespit edilmeli, bu etkenler engellenmelidir.6.Sosyal medyayı kişi kendine kısıtlamalı, müstehcen içeriğin yoğun olduğu plaformlardan uzak durulmalıdır.7.Bu yöntemlerle de sorun çözülmediyse cinsel terapiste başvurulabilir.(Basından Derleme)
İmam Kurtubi (r.a.) der ki: “İnsanlar için lâzım olan kıyamet alâmetleri ortaya çıkmazdan önce hazırlanmış vaziyette olması muhakkak olan kıyametin kopması sırasında hazırlıklı, tedbirli olmalarıdır. Çünkü yüce Allâh o alâmetleri dünyanın (yaşama) müddetinin sonu geldiğine dair nişanlar yaratmıştır.İşte bu alâmetlerden bir kısmı şunlardır: 1. Deccalin çıkması 2. Hz. İsa (a.s.)'ın semadan inip Deccal'ı öldürmesi, 3. Ye'cüc ve Me'cüc (denilen şerir zümrenin) çıkması, 4. Yerden çıkan bir hayvanın insanların yüzlerine müslüman veya kâfirdir, diye damga vurması, 5. Keza güneşin battığı yerden doğmasıdır. İşte bunlar kıyametin büyük alâmetleridir.Bu alâmetlerden önce gelip geçenlere gelince, onlar da: 1. Din ilminin alınıp kaldırılması, 2. Cehaletin ve bilgisizliğin galip olması ve cahil halkın her tarafa yayılması, 3. Mahkemelerde haklı hükmün, hâkimler tarafından rüşvetle satılması, 4. Çeşitli çalgıların ortaya çıkması, şarap ve çeşitli içkilerin içilmesinin çoğalması, 5. Cinsel yönden kadınların kadınlarla, erkeklerin de erkeklerle yetinmeleri, 6. Koca koca binaların yükseltilmesi, 7. Camilerin süslenip bezenilmesi, 8. Çocukların devlet reisleri olmaları, 9. Bu ümmetin sonundakilerin, evvelindeki dedelerine ve büyükIerine lanet etmesi, onları hor, hakir görmeleri, 10. Hercin yani haksız olarak insan öldürülmesinin çoğalması da onlardan bazılarıdır.Bu alâmetlerin zuhuru ancak yeni yeni ortaya çıkan bir takım sebeplerdir ve aynı zamanda bunlar önceden haber verip ümmetini korkuttuğu şeyler hususunda Resûlullah (s.a.v.)'in doğruluğunu tasdik ettiren mucizelerinden birkaçıdır. Alemlerin Râbbi olan Allâh (c.c)'e hamd olsun.”(İmam Şa'ranî, Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s.452)
İsmi Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.), künyesi Ebû Yahya ve Ebû Atik'tir. Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.) ilk Müslüman olanlardandır. Hz. Musab b. Umeyr (r.a.)'in vesilesiyle Hz. Sad b. Muaz (r.a.)'den önce müslüman olmuştur. Akâbe Biatı'na katılanlar arasındadır. İbn Sad (r.a.) şöyle demiştir: “Tam bir şeref sahibi idi. Resûlullâh (s.a.v.) onunla, Hz. Zeyd b. Harise (r.a.) arasında kardeşlik kurdu. Uhud savaşına katılmış, o gün yedi yara almıştı.Savaş dönüşü yaralarını tedavi etme fırsatı bulamadan Hamrâülesed Gazvesi'ne iştirak etmek üzere yeniden silâhlandı.” Uhud ve Tebük gazvelerinde Evs kabilesinin sancaktarı, Hendek Gazvesi'nde hendeği korumakla görevlendirilen 200 kişilik grubun kumandanıydı. Câhiliye döneminden beri olgunluğuyla tanındığı, okuma yazma bildiği, iyi bir okçu ve yüzücü olduğu için “Kâmil” unvanıyla tanınan Hz. Useyd b. el-Hudayr (r.a.), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in kâtiplerinden ve zaman zaman danıştığı kişilerdendi. Aynı zamanda muallimlik de yapıyordu.Hz. Ebu Hureyre (r.a.)'dan rivayet ediliyor: “Resûlullâh (s.a.v.): “Useyd b. Hudayr ne iyi bir kimsedir” buyurdu. İbn İshak (r.a.) Hz. Aişe (r.anhâ)'dan rivayet ediyor: “Ensar'dan şu üç kimsenin fazîletine katılan başka bir kimse yoktur. Bunlar hepsi de Abduleşheloğullarından olan; Hz. Sa'd b. Muaz, Hz. Useyd b. Hudayr ve Hz. Abbad b. Bişr (r.a.e.)'dir.” Vakıdî (r.âleyh) rivayet ediyor: Hz. Talha b. Ubeydullah (r.a.) dedi ki: “Hz. Ebubekir (r.a.) Ensar'dan hiç kimseyi Hz. Useyd b. Hudayr (r.a.)'in önüne geçirmezdi.” Buhari, Hz. Useyd b. Hudayr (r.a.)'ın Hz. Ömer (r.a.) döneminde vefât ettiğine dair bir kıssa rivayet etmiştir.(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s.437)
“Hilal”in “haç”a olan üstünlük ve zaferinin bir sembolü olan Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması Müslümanlar arasında büyük bir sevince; kâfir ve münafıklarca ise gizlemeye çalıştıkları bir utanç ve üzüntüye sebep olmuştur. Bununla birlikte caminin üst katının müzeye dönüştürülmesi, giriş kısıtlamaları, Hristiyanlığa ait resim ve fresklerin açıkta durmaya devam etmesi gibi uygulamalar bu sevince gölge düşürmektedir. Halbuki Ayasofya vakfiyesi ortadadır.Bir cami olan Ayasofya'da bulunan Hıristiyanlığın teslis (üçlü tanrı inancı) sembolü olan haç, İsa Meryem resimleri, kanatlı melek tasvirleri, Hıristiyan azizlerin tabloları vs. gibi nesneler, tevhide tamamen aykırıdır. Bunlar, Ayasofya'nın cami olma vasfına gölge düşürmekte, mekana şirk bulaştırmaktadır.Buna razı olmak da Allah muhafaza kişinin imanını tehlikeye sürükler. Ayasofya'daki Hıristiyanlık sembollerinin Fatih tarafından reddedildiğinin fiilî ispatı, fetihten sonraki üç gün içinde, hummalı bir çalışma ile içerideki taşınabilir bütün teslis unsurlarının çıkarılması, duvarlarda kalanların ise alçı, kireç gibi maddelerle sıvanarak kapatılmasıdır. Gayet açık bir şekilde ortadadır ki, Ayasofya her türlü tartışmadan uzak bir şekilde, İstanbul'un fethinin sembolü olarak, Fatih'in vakfiyesiyle tanımlanmış, Müslümanlara ait bir camidir. Bu hüküm hukuken de gayet nettir.Yapılması gereken Ayasofya'nın, Sultan Ahmet gibi; Fatih, Beyazıt, Selimiye Camileri gibi, tartışılmaz bir hüviyetle Müslümanların ibadetine tahsis edilmesidir. Fatih'in vakfiyesinde, Ayasofya'nın ‘cami' oluşuna muhalif olarak yapılacak değişiklikler reddedilmekte ve bunlara teşebbüs edeceklere lanet okunmaktadır. Yüzlerce sayfadan oluşan bu vakfiyede; cami olan bu mekanın, cami vasfının değiştirilmesi, başka maksatlara hizmet ettirilmesi hususu, her ihtimal teker teker zikredilerek reddedilmektedir. Bu kadar teferruatlı bir anlatım, deha ve basiretten de öte, bir nevi Fatih'in ‘kerameti' olsa gerektir.(Basından Derleme)
Müslümanlar Darvin'in biyolojik zeminde ifade ettiği “doğal seleksiyon” tezini refleks bir tepkiyle reddetmiştir. Ancak her ne hikmetse biyolojik Darvinizm'in bir versiyonu olan “Sosyal Darvinizm”i büyük ölçüde ve sessiz sedasız kâbul etmiş durumda olduğumuz kimsenin dikkatini çekmiyor. Efendimiz (s.a.v.), “Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir” (Buharî, Müslim, Tirmizî) buyurduğu ve Sahabe döneminden itibaren her kuşak, ilmin ve ilim adamlarının gittikçe azalmakta olduğunu, dolayısıyla insanî değerlerde bir düşüş olduğunu vurguladığı halde, birileri bize bunun tam aksini telkin edip duruyor. İnsanlık gittikçe gelişiyor diyorlar, bilgi çağında yaşadığımızı söylüyorlar.Kur'an'ı “tarihsellik” tezleri doğrultusunda anlamaya çalışanların, Darvinizm'in sosyal versiyonunu temel bir gerçek olarak kâbul ettikleri kendileri tarafından söylenmese bile açıkça görülüyor. Zira Kur'an'ın bazı hükümlerinin bugün için “miadını doldurmuş”, dolayısıyla “uygulanamaz” olduğu tezlerinin temelinde Sosyal Darvinizm olgusunun kâbulü yatar. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermeleri mümkün değildir: Niçin Kur'an'ın bazı hükümleri geçmişte uygulanabilir olduğu halde bugün bu özellikte değildir? Bu sorunun cevabı tektir. Çünkü bugün hırsızlık yaptı diye kimsenin elini kesemezsiniz, hırsıza daha “çağdaş” bir ceza vermelisiniz. İşte her kim ki bu “çağdaşlık-çağdışılık” anlayışını kâbul etmiştir; işte o, günümüzde insanlığın geçmişe oranla daha “gelişmiş” olduğunu kâbul etmekle “Sosyal Darvinist” olduğunu ilan etmiş demektir! Halbuki Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın.” (Mirkâtu'l-Mefâtîh, c.1, s.507)(Ebubekir Sifil)