Mevlana Takvimi günlük takvim yazıları

Peygamberimiz (s.a.v.) zahidane bir hayat yaşadıklarından bulduğunu yerler ve kalabalıkla yemek yemekten zevk duyarlardı. Yemeği yere diz çöküp iki ayağı üzerine oturarak besmele ile yerlerdi. Sıcak yemek yemezler ve sıcak yemekte bereket olmayacağını söylerlerdi. “Sıcak Yemekte bereket yoktur . Allâhü Teâlâ bize ateş yedirmez öyleyse yemeği soğutun” buyurmuşlardı. (Beyhaki) Yemeği elleriyle ve üç parmakla, nadiren dördüncüyü de yardımcı olarak kullanmak suretiyle ve daima önlerinden yerlerdi. İki parmakla yemekten hoşlanmazlardı. Yemek esnasında bazen bıçak kullandıkları olurdu. Bir gün Hz. Osman (r.a.) Resûlullâh (s.a.v)'e paluze yemeği getirdi. Resûlullâh (s.a.v.) yedikten sonra: “Bu ne yemeğidir ve nasıl yapılır?” diye sordular. Hz. Osman (r.a.): “Anam, babam sana feda olsun Ya Resûlullâh! Yağ ile balı tavaya kor, ateşle eritiriz. Sonra buğday ununun özünü alır, tavaya dökeriz. Sonra katılaşıncaya kadar karıştırırız. Sonra gördüğünüz gibi bir helva olur dedi. Resûllullâh (s.a.v.) “Gerçekten güzel bir yemek” diye tahsin buyurdular. (İbn Mace ve Beyhaki)Allâh'ın Resûlü (s.a.v.) elenmiş arpa unundan yapılan ekmeği yerler, salatalığı da taze hurma ve tuz ile yerlerdi. Meyvelerden en çok yaş hurma, kavun, karpuz ve üzümü severlerdi. Karpuzu, şeker ve ekmekle yerlerdi. Bazen taze hurma da katarak yedikleri olurdu. Kavun ve karpuzu iki elleriyle yerlerdi. Hurmayı sağ elleriyle yerler, sol ellerine çekirdeklerini toplarlardı. Üzümü bazen salkımı ile ağızlarına götürerek yedikleri de vakidir. Çoğu zaman da yemekleri hurma ve sudan ibaret olurdu. Hurma ile sütü bir arada yedikleri zaman “En iyi yemeklerdir” derdi.(Ömer Muhammed Öztürk, Peygamberimiz (s.a.v).'in Yüce Ahlakı, s.18)

Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz “İslâm güzel ahlâktır.” buyurmuşlardır. Bu kaide İslâm'ın tamamını kapsayıcı olduğu için, İslâm'da ticaret ahlâkı da bu kaideye uygun olmak durumundadır. Başka bir hâdis-i şeriflerinde Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz “Helâl rızkın onda dokuzu ticarettedir.” buyurmuşlardır. Fakat ticaret yaparken dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Ticarette satılacak mal alıcıya olduğu gibi anlatılmalıdır. Herhangi bir eksiği, kusuru, gizli tarafı var ise bunlar alıcıya nakledilmeli alıcıdan hiçbir şey gizlenmemelidir. Bu kaideye uymayan satıcılar zâlim ve hileci olurlar ki bunlar da haramdır. Resûllâh (s.a.v.) de bu konuda “Bize hile yapan bizden değildir.” (Müslim) buyurmuşlardır.Ticarette malın, satıldığı günün fiyatına uygun olarak, rayicinde satılması gerekir. Günün rayicinden herhangi bir şeyi gizlememelidir. Bununla ilgili olarak Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, malını satmak için şehre getirenleri daha şehre girmeden karşılayıp, tüm malı satın alıp, şehirde daha pahalı bir fiyattan satış yapanların bu uygulamalarını yasaklamıştır. Günümüzde simsarlık ve karâborsacılık olarak tanımlanan bu uygulama İslâm'da yasaktır.Bu kâidelere dikkat ederek ve İslâmî kurallara uygun olarak ticaret yapan dürüst tüccarlar için Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz “Dürüst tüccar kıyâmet gününde sıddîk ve şehidlerle berâber haşrolunur.” (Tirmizi) buyurmuşlardır. Bu müjdeyi iyi düşünmek gerekir. Dürüst bir tüccar olmak kişinin kendi elinde olan bir şeydir. Bu başarıldığı takdirde gelinecek noktayı Resûlullâh (s.a.v.) bu hâdis-i şerifi ile bizlere beyân buyurmuştur.(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.81-86)

Allâh (c.c.) tevbe edip kendisinden af dilememiz için yasa koymuş ve kıyâmet gününe kadar beşeriyetin devam etmesi için râhmet ve mağfiretini farz kılmıştır. Amellerin karşılığını ahirete ertelemiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Allâh insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allâh kullarını görmektedir.” (Fatır s. 45) Öyleyse taat ve mâsiyet, Allâh (c.c.)'un iradesi dışında meydana gelmemektedir. Çünkü Allâh (c.c.) ilk önce bizleri kendisine taat ve mâsiyet işlemeye muktedir olarak irade hürriyetiyle yaratmış, sonrada şeytânın bizleri günâhlara sürüklediğini, kendisinin ise hak olan doğru yola götürdüğünü bildirmiş, bunu anlamamız için de deneyime tabi tutmuş, bütün bunlardan sonra da zalimleri, fasıkları ve kâfirleri Kur'an'da bildirdiği gibi hidayete eriştirmeyeceğini kendisine yazmıştır. Başka bir ifadeyle yalnızca kendisine tabi olanları hidayete eriştireceğini bildirmiştir. “Doğru yolu bulanlara gelince, Allâh onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar.”(Muhammed s. 17)Hidayet konusunda Allâh (c.c.)'un dilemesi hidayet yolunu seçenler için geçerlidir. Hidayet kavramının iki anlamı vardır. Birincisi rehber (yol gösterici, kılavuz) olma yönünden hidayet, ikincisi ise imânda hidayet. Rehber olma yönünden hidayet, insanlara Allâh (c.c.)'un yolunu göstermesi ve onun yasalarını tebliğ etmesi dolayısıyla bütün insanlar için geçerlidir. Hidayet'in ikinci anlamı olan imânda hidayet ise onların imânlarının artıp, kuvvetlenmesi içindir. İşte bunun için Cenâb-ı Hâkk Kur'an'da Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin.” (Şura s. 52)(Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri, s.43-44)

Mısırlı alim Şa'ravi (r.âleyh) şöyle der: “Ben San Francisco'da iken bir müsteşrik bana sordu: “Sizin Kur'anınızda bulunan şeylerin tamamı doğru mu?” Cevap verdim: “Kesinlikle evet.” Tekrar sordu: “O halde Allâh niçin kâfirlerin müminlere galip gelmesine imkân veriyor?” Hâlbuki Kur'an diyor ki: “Allâh kâfirlerin mü'minlere galip gelmesine asla imkân vermez.” (Nisa s. 141) Dedim ki: “Çünkü bizler müslümanız, mü'min değiliz, ondan.” “Mü'minlerle Müslümanlar arasındaki fark nedir?” Şeyh Şa'ravi (r.âleyh) şöyle cevap verdi: “Günümüzde müslümanlar namaz, zekât, hac ve Ramazan orucu gibi İslâm'ın ibâdet cinsinden bütün sembollerini yerine getiriyorlar, fakat onlar tam bir sıkıntı ve yokluk içindedirler!”“İlmi, iktisadi, sosyal ve askeri sıkıntılar vs. bu yokluk ve sıkıntıların sebebi nedir? “Kuran'da geçen bir ayette şöyle denilir: “Göçebe Araplar biz iman ettik, diyorlar. Onlara de ki: Siz iman etmediniz. Fakat Müslüman olduk, deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmedi.” (Hucurat s. 14) Bana sordu: “O halde onlar niçin sıkıntı ve yokluk içindedirler?” “Bunu Kur'an-ı Kerim açıklıyor. Çünkü müslümanlar mü'minler merhalesine yükselemediler.” “O halde müminler kimlerdir?” “Buna da Kur'an-ı Kerim şöyle cevap veriyor: Onlar: “Günâhlarından uzaklaşan tövbekârlar, ibâdetlerine devam eden âbidler, Allâh'a hamd edenler, lezzetlerden uzaklaşarak oruç tutan zahitler, rükû ve secdeleriyle Râblerine boyun eğenler, iyiliği emredip, kötülüğü engelleyenler ve Allâh'ın belirlediği sınırları aşmayanlardır.” (Tevbe s. 112) Yani Allâh (c.c.) zaferi galibiyeti, hâkimiyeti ve yüksek bir durumda bulunmayı müminlere vaat etmiştir, Müslümanlara değil.”(mevlanatakvimi.com)

Asr-ı Saadet ve kıyâmete yakın Hz.İsa (a.s.) ve Hz. Mehdi Âl-î Resûl devirleri hariç, gerçek hoşgörü sadece Osmanlı devrinde yaşandı. Batı medeniyeti dışlayıcıdır. İslâm medeniyeti ise kucaklayıcıdır. Selçuklu ve onun mirası üzerine kurulan 636 yıllık Osmanlı hükümranlığının başlıca iki özelliği vardır: “Kurucu ve koruyucu” olmak. Osmanlı'nın İslâm'a hizmeti Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)'den sonra, makamları ise Tabiin (r.a.e.)'den sonra gelir. Oysa Batı medeniyet anlayışı iki temel üzerine kuruludur: 1. Asimilasyon, kendi kültür potasında eriterek kendine benzetmek ve yok etmek. 2. Eliminasyon: Asimile çabalarının sonuç vermediği durumlarda açıkça yok etmek.Bilecik Söğüt kasabasında, Domaniç yaylasında 444 çadırdan üç kıtaya hakim olan, İslâm Dünyası'nı birleştiren, 32 milyon km2'ye yayılan 180 milyon nüfusa sahip olan Osmanlı Devleti'nin başarısı şu sebeplere dayanır: 1. Her yaptığını rıza-i ilâhî için yapardı. 2. Sevgili ve şerefli Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve sevdiklerini çok sevmesi ve örnek alması. 3. İslâm ahlâkı ile ziynetlenmesi. 4. Büyük düşünmesi ve ideal sahibi olması (Kızıl-elma). 5. İlme değer vermesi. 6. Adaletin önünde Osmanlı Sultanı ile Sirkeci'deki hamal eşitti. 7. Sağlam aile yapısı. 8. Karşılıklı dayanışma, vakıf ve şahıslar yoluyla yardımlaşma ve kanaat duygusu. 9. Sultana, devlet büyüklerine, ordu ve din mensuplarına saygı ve itaat. 10. Kadın ve kızların iffet, ismet, ihlas, sadâkat, sabır, edeb, namus timsâli olması. Cemiyetleri yükselten kadındır. Osmanlı devrinde hanımlar, İslâm'ın emirlerini vecd halinde, âdeta kendinden geçercesine yaşıyordu. Çocuğunu İslâm terbiyesi ile yetiştiriyordu. Erkeğine her konuda destek oluyordu. İlâhî aşka bir nevi meczubeydi. Kadın ve erkeğin en büyük arzusu şehit olmaktı. Ancak bu saydığım güzel hasletler yok olunca, İngiliz hilesiyle Osmanlı aydını din bilgisinden, halk da fen bilgisinden uzaklaştırılınca çöküş süreci başlamış oldu.(Necati Özfatura, Türkiye Gazetesi, 2018)

Yalan söylemenin caiz olduğu bazı yerler bir hadiste şöyle geçer: “Araları iyi olmayan müslümanları birleştirmek, savaşta düşmanı kandırmak ve karısını memnun etmek için yalan söylemek caizdir.” Buna göre doğruyu söylemesi halinde aralarının bozulacağından endişe ediyorsa kocanın, karısına yalan söylemesinde bir sakınca yoktur. Aynı şekilde müslüman kardeşinin malını bir zalimden kurtarmak için yalan söylemek, gizlediği emaneti muhafaza edebilmek için yerini bildiği halde, bilmiyorum demek câizdir. Yine doğru söylenmesi durumunda bir müslümanın namusuna zarar gelecek her yerde yalan söylemek caizdir.İhyâ-ı Ulûmu'd-dîn adlı eserinde İmam Gazâlî (r.âleyh); yalan söylenmemesi halinde bir müslümanın canının tehlikeye düştüğü durumlarda yalan söylemenin farz olduğunu belirtmektedir. Başkalarını güldürmek veya herhangi bir menfaat elde etmek için yalan söylemek haram olduğu gibi çocukları yanına çağırmak için yalan vaatte bulunmak da kesinlikle haramdır. “Maslahat nedeniyle yalan söylemek caizdir” şeklindeki meşhur söz, mutlak olmayıp bazı şartlara bağlıdır. Yalan ancak başkalarına zarar vermemek kaydıyla birilerini zarardan kurtarmak gibi durumlarda câiz olabilir. Bu durumu İmdâdullah Muhacir-i Mekkî (r.âleyh) şöyle açıklamaktadır: “Dürüst olup olmadığını bilmediğin biri senden borç istediğinde onun vermeyeceğine dair kanaat beslemende bir beis yoktur. Ahlâkını bilemediğin için senden aldığı parayı geri ödemez diye düşünmen ve paran olduğu halde kendini zarardan kurtarmak için “Bende yok” diyerek onu geri çevirebilirsin.”(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevi, Tehzîbu'l-Ahlâk, s.65-66)

Guslün farziyyeti kitapla sabittir. Cenâb-ı Hâkk şöyle buyuruyor: “Cünüp olursanız iyice temizlenin.” (Maide s. 6) Gusülde bedenin tamamını yıkamak farzdır. Yıkanmasında meşakkat olan yerler istisna edilmiştir. Gusledecek kişi önce elleri ve avret mahallini yıkar, varsa bedendeki necâseti giderir sonra ayakları yıkamayı tehir ederek abdest alır. Daha sonra baştan başlayarak her defasında kuru yer kalmayacak şekilde bütün bedeni üç kez yıkar. Son olarak ayaklarını yıkar. Ayaklarını tehir etmesi gusledilen yerde ayaklara değecek şekilde müstamel suyun birikmesinden ötürüdür. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse tehir etmesi gerekli değildir. Efendimiz (s.a.v.)'in hanımı Meymune (r.anhâ) validemiz şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) ayakları dışında aynen namaz için abdest alır gibi abdest aldı. Ardından avret mahallini ve bedenine isabet eden yıkanacak şeyleri yıkadı. Sonra üzerine su döktü. Daha sonra ayaklarını uzatıp yıkadı. Cenâbetten guslü işte budur.” (Buhârî)Suyu normal kullanmak yani ne çok israf etmek ne de çok az kullanmak, ilk yıkamada bütün azaları ovalamak, kimsenin görmeyeceği bir yerde gusletmek ve sonunda bir mendil, havlu ile kurulanmak müstehabtır.SORU: Deniz veya akarsuya girmekle gusledilmiş olur mu?CEVAP: Akıcı bir suda veya büyük bir havuzda ya da şiddetli yağmur altında abdest ve gusül müddetince beklese abdest ve guslü sahih olduğu gibi sünnetlerini de ikmâl etmiş olur.(Suâlli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.1, s.231-233)

Efendimiz (s.a.v.)'in bizlere vasiyetlerinden biri, kan akrâbalığı olan yakınlarımızla, ilişkimizin kopmamasına dikkat etmek, bu bağ kopmuş olsa da, Allâh (c.c.)'un rızası ve kendi iyiliğimiz için onlarla ilişkimizi yeniden sağlamlaştırmaya çalışmamız hakkındadır. Bunun büyük ecir ve sevâbı olduğu bilinmelidir. Yine, akrâba ve kan yakınlarıyla bağlantısını kesen bir kimse ile oturmamalıdır. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Hâkk Teâlâ diyor ki: “Ben, yüce Rahman olan Allâh'ım. Rahimi (kan bağı) yarattım, ona kendi adımdan ad verdim. Her kim buna sıkıca bağlanırsa, onu kendime bağlamış olurum. Bunu kesip koparanı da kesip koparmış olurum.” (Ebû Davud)Başka bir rivayette: “Diline ve irâdesine hâkim olmayan, herkese seninleyim diyen ve insanlar bize iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, onlar kötülük yaparsa, biz de kötülük yaparız, diyen kimseler olmayınız. Kendinize hâkim olunuz. Halkın en iyileri, kötü muamele gördükleri halde, zulüm yapmayıp, ihsanda bulunanlarınızdır.” (Tirmizî) buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerifte rivayet edilmiştir: “Allâh (c.c.)'un âhiretteki cezaları mahfuz kalmak şartıyla, dünya hayatında acele olarak sahibini cezalandıracağı günâhlar şunlardır: Zina, rahim bağını koparmak, hıyânet ve yalandır.” (İbn Mâce) Ebu Evfa oğlu Abdullah (r.a.)'den nâklen şu hadîs anlatılır: “Bizler, Efendimiz (s.a.v.)'in yanında oturuyorduk. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “Rahim bağını koparıp kesenler aramızda oturmasın.” O halkanın içinden bir genç kalkarak dışarı çıkar, bir olaydan dolayı, araları açık olan teyzesine giderek, tevbe edip af diler. Teyzesi de onu affettikten sonra döner. Efendimiz (s.a.v.)'in meclisine gelir. Efendimiz (s.a.v.) durumu bildiği cihetle şöyle buyurur: “Allâh (c.c.)'un rahmeti, rahim bağını koparan bir toplumun üzerine inmez.” (Esbehanî) Allâh (c.c.) en doğrusunu bilir.(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.937-939)

Ensârdan ilk şehîd olan kişi Hârise bin Süreka (r.a.)'dır. Hârise (r.a.)'ın annesi, daha sonra Nebî (s.a.v.) Efendimiz'in huzuruna gelerek: “Yâ Nebîyallâh! Bana Hârise'nin durmundan haber verir misiniz?” “Ona, Bedir günü serseri bir ok dokunarak öldürmüştü.” “Eğer oğlum cennette ise bu acıya sabrederim, cennette değilse gücüm yettiği kadar ağlamaya çalışırım.” demişti. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Ey Hârise'nin anası, Sana şanlı bir haber vereyim. Cennet'te birçok yüksek dereceler vardır. Oğlun muhakkak bunlardan Firdevs-i A'lâ denilen en yüksek dereceye erişti.” buyurmuştu. Bu cevap üzerine annesi: “İyi iyi, Hârise ne mutlu sana!” diyerek dönüp gitmiştir.Hârise (r.a.)'e bir kere Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in: “Yâ Harise! Bu gece sabaha nasıl çıktın?” diye vâki olan sorusuna ve iltifatına karşılık: “Allâh'ın varlığına ve birliğine gerçekten inanarak sabahladım.” diye ârifâne bir cevap vermişti. Sonra da Hârise (r.a.): “Yâ Resûlullâh! Hakkımda şehâdetle duâ buyurmanızı ve şehîd olmamı dilerim.” diye temennide bulunmuştu. Hârise (r.a.) Bedir Harbi'nde su içmek için havuz başına geldiğinde, Hıbban ibn-i Ârika tarfından atılan bir ok Hârise (r.a.)'in boğazına saplanarak onu şehîd etmişti. Medîneli Ebû Musa'nın bildirdiğine göre Hârise (r.a.), şehâdeti sırasında büluğ çağına gelmemişti. Bedir Harbi”ni seyre gelmiş bir çocuktu. Bunun için oku atan Hıbbân, Hârise (r.a.) öldürmek için atmamıştı. Bunun için ok “serseri” diye tasvir edilmiştir. Hârise (r.a.)'in annesi de şehîd olmak için okun düşman tarafından bilerek hedefe atıp öldürülmesini şehâdetin bir şartı zannediyordu. Bunun için oğlunun durumunu sormuştu.(Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Bedir Gazvesi ve Sure-i Enfâl Tefsiri, s.37)

Kur'ân-ı Azimüşşan'da: “Eğer gökte ve yerde Allâhü Tealâ'dan başka ilâhlar olsaydı, gök ve yer harap (viran) olurdu (bozulurdu)” (Enbiya s. 22) buyuruluyor. Cenâb-ı Allâh'ın ortağı yoktur, O'nun gayrisinde ilâhlar yoktur. Semanın ve yerin de harap olması, bozulması bahis konusu değildir. Kâinat ilâhi nizamlarla devam ederken gerçekleri (İlâhî Kitabın muhteviyatını) kendilerine uydurduklarını sananlar, fâni varlıklara “Tanrı” diyecek kadar ileri gidip egoist ve istismarcı olurlar. İşte bunlar küfre varmışlardır. Halık'ımız hiç bir şeye, hiç bir şey de O (c.c.)'a benzemez. Kur'an-ı Kerim'de: “O'nun (Allâh'ın) hiç bir benzeri yoktur” (Şura s. 11) buyuruluyor.Bir kişi “Ben Allâh (c.c.)'u rüyada yani uykuda gördüm, işte Allâh (c.c.) öyledir veya böyledir” demiş bulunsa, kâfir olur. Cenâb-ı Allâh'ın va- adini, hayr-u affını, mükâfatini ve vaidini, âsiye ikabını, cezasını inkâr eden kâfir olur. Cenâb-ı Allâh dilerse afv eder, dilerse ikab eder. Bir kimse “Allâh (c.c.) şu şeyi bilmez veya şu şeye gücü yetmez” demiş olsa, kâfir olur. Kur'an-ı Azimüşşan'da: “Şüphesiz Allâh her şeyi bilicidir ve her şeye gücü yetendir” (Nahl s. 70) buyuruluyor. Bir kimse Allâhü Tealâ Hazretlerini lâyık olmayan şeylerle vasıflandırsa, yahut Allâh (c.c.)'un isimlerinden bir ismi yahut emirlerinden bir emri veya O (c.c.)'un vadini veya vaidini istihza etse, kâfir olur. Bir kişi, “Dünyada uyanık olduğum halde, Cenabı Allâh'ı açıktan meydanda gördüm, bana ağzından konuşup söyler” demiş olsa kâfir olur. Cenâb-ı Allâh'ın beden unsurları gibi organları, eli, ayağı var diyen ve böyle bir inançta bulunan kimse kâfir olur . İnsan Cenâb-ı Allâh'ın künhünü bilmekle mükellef ve memur değildir. Biz O (c.c.)'un râhmetinin eserlerini düşünmek, güzel isimlerini ve sıfatlarını bilmek, varlığını tasdik etmekle memuruz.(Hüseyin Aşık, Elfaz-ı Küfür, s.49-50)

Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebubekir (r.a.) Sevr dağındaki mağaranın içine girer girmez Hâkk Teâlâ Hazretlerinin emriyle bir çift güvercin gelip kapısının içine yumurta bıraktı. Örümcek de kapının ağzına ev yaptı. Kureyş'in eşkiya ve bedbahtları silâh ve ışıklar ile dağın her tarafını dolaşıp mağaranın kapısına geldiler. Baktılar, yumurtalarla güvercinleri ve örümceği gördüler: “Buraya adam girmişe benzemez” dediler. İçlerinden birisi: “Hele bir içeri girip bakın. Belki buradadırlar” dedi. Umeyye bin Halef denilen melun dedi ki: “Görmüyor musunuz, burada Muhammed doğmadan önce örümcekler yuva yapmış ve güvercinler yumurtlamış.” Velhâsıl mağaranın kapısında bu haller varken içeri girip yoklamayı ahmaklık sayıp hiç kimse girmeye kalkışmadı. Dönüp gittiler. Enes bin Mâlik (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki, Ebû Bekir Sıddık (r.a.): “Eğer kâfirlerden birisi ayaklarına baksaydı bizi görürdü” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Ya Ebâ Bekir, sen ne zannediyorsun o iki kişi hususunda ki, onların üçüncüsü Hâkk Teâlâ Hazretleri olsun” buyurdu. Yâni Hâkk Teâlâ Hazretleri yoldaş olunca kâfirlerden zarar mı gelecektir, demektir.Rivayet ederler ki, Ebû Bekir Sıddık (r.a.) kendilerinin ardınca gelen kâfirleri görünce hüznü şiddetlendi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz için çok mahzun olup büyük bir ıstırâba düştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.): “Eğer beni öldürürlerse ben yalnız bir kimseyim, ama sana bir zarar eriştirirlerse bütün ümmetin helâk olması lâzım gelir” dedi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de: “Ya Ebâ Bekir! Lâ tahzen, innallâhe meanâ” dedi. Yâni: “Yâ Ebâ Bekir, mahzun olma.Muhakkak ki, Allâh bizimle berâberdir” buyurdu.(İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.97-98)

İbn Mes'ud (r.a.) yolu ile gelen rivayette,Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Misvâk kullanmanız gerekir. Zira misvâkta on güzel şey vardır. Şunlardır: Ağzı temizler Râbbi razı eder. Melekleri sevindirir. Gözü parlatır. Dişleri beyazlatır. Diş etlerini pekleştirir. Diş kirini giderir. Yemeği hazmettirir. Balgamı keser. Namaza kat kat sevap getirir. Ayrıca ağız kokusunu gûzelleştirir, ağzın çirkin kokularını önler. O ağız ki, Kur'ân yoludur.” Hassen b. Atiyye (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'den bir hadîs-i şerifi şöyle anlattı: “Abdest imânın yarısıdır. Misvâk ise abdestîn bir parçasıdır. Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her namaz için abdest aldıklarında misvâk kullanmalarını emrederdim. Misvakla kılınan iki rekât namaz, misvâksız kılınan yetmiş rekât namazdan daha faziletlidir.”Ebû Hureyre (r.a.)'den naklen Ebû Seleme (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu anlattı: “Beş şey var ki, fıtrat icabı yapmak gerek. Şunlardır: Bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, etek (kasık) tıraşı olmak, koltuk altlarını tıraş etmek, misvak kullanmak.”Mücâhid (r.âleyh) anlatır: Bir süre, Cebrail (a.s.)'ın Resûlullâh (s.a.v.)'e gelmesi gecikti. Sonra geldi. Gelince Resûlullâh (s.a.v.) sordu: “Ey Cebrail! Seni tutan (gelmemeye zorlayan) ne oldu?” Cebrail (a.s.) şöyle anlattı: “Size nasıl gelebilirdim ki? Aranızda tırnaklarını kesmeyen, bıyıklarını kısaltmayan, parmak aralarına su ulaştırmayan, misvâk kullanmayanlar (Ağız temizliğine riayet etmeyenler) var.(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l-Gafilin, s.338-340)

Muhafaza altında olmak için her gün okunacak duâlar: E‘ûzu bi'llâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm. Tehassantü bi-zî'l-mülki ve'l-melekûti, va‘tesamtü bi'l-‘izzeti ve'l-ceberûti ve tevekkeltü ‘alâ'l-meliki'l- hayyi'l- kayyûmi'lhalîmi'llezî lâ-yenâmu ve lâ-yemûtu. Dahaltü fî hirzi'llâhi. Dehaltü fî hifzi'llâhi. Dehaltü fî emâni'llâhi bi-hakki kâf hâ yâ ‘ayn sâd. Küfîtü ve bi-hâ mim ‘ayn sîn kâf. Humîtü ve bi-lâhavle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l-‘aliyyi'l-‘azîm. Allâhümma'hruznî bi-hirzi kudretike min keydi'l-a‘dâi ve hallisnî bi mennike ‘an sûikasd-i'l-eşkiyâi ve e‘ûzü bi-ke min kahri'lkâhirîne ve zulmi'z-zâlimîne ve keydi'l ümerâi'l- hâsidîne ve ta‘ni'l- eşkiyâi'l-müfsidîne ve şemâteti'l-eşirrâi'l mudirrîne ve'l-hamdü li'llâhi rabbi'l-‘âlemîn. Allâhümme yâ hâfiza Nûhin fî'l-mâ'i ve Yûsufe fî'l-bi'ri ve Yûnuse min batni'l-hûti ve Eyyûbe fî'd-durri ve Mûsâ fî'l-yemmi ve İbrâhîme fî'n-nâri ve Muhammedin sallâ'llâhu te‘âlâ âleyhi ve selleme fî'l-ğâri. İhfaznî ve lâ tefzahnî ‘alâ rü'ûsi'l-eşhâdi. Allâhümme innî esbahtü (emseytü) lâ-emlikü li-nefsî darran ve lâ-nef‘an ve lâ-mevten ve lâhayâten ve lâ-nüşûrâ ve lâ-estedî‘u en âhuze illâ mâ-a‘taytenî ve lâ-ettekiye illâ mâ vekîtenî allâhümme ve'ffiknî li-mâ tühibbuhu ve terdâhu mine'l-kavli ve'l-‘ameli fî tâ‘atike inneke zû'l-fadli'l-‘azîm.Bi'smi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm Fa'llâhu hayrun hâfizan ve hüve erhamu'r-râhimîn. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu lâ-yesûku'l-hayra illâ'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ‘a'llâhu lâ-yesrifü's-sûe illâ'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu mâ-kâne min ni‘metin fe-mina'llâh. Bi'smi'llâhi mâ-şâ'a'llâhu lâ-havle ve lâkuvvete illâ bi'llâh. Mâ-şâ'a'llâhu te‘âlâ bi'smi'llâhi tevekkeltü ‘alâ'llâhi lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi'llâhi'l-‘aliyyi'l-‘azîm. Yâ Şâfî, yâ Kâfî, yâ Mu‘âfî.Sabah esbahtü şeklinde Akşam emseytü şeklinde okunacak.(www.İbâdetTakvimi.com)

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki: “On şey, on şeyi engeller:1. Fatiha, Allâh'ın gazabını,2. Yâsîn suresi, kıyamet günündeki susuzluğu,3. Duhân sûresi, kıyamet korku ve dehşetini,4. Vâkıa sûresi, fakirliği, miskinliği,5. Mülk sûresi, kabir azabını,6. Kevser sûresi, hasımların kinini,7. Kâfirun sûresi,ölüm anında küfrü,8. İhlâs sûresi, ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği,9. Felak sûresi, hased edenlerin hasedini,10. Nâs sûresi, vesveseyi engeller.”(Muhittin ibn-i Arabi, Ravzatü'l Müttekîn, Sırlar Hazinesi, s.401)*DÜNYANIN EN KALİTELİ ÜNİVERSİTESİYeryüzünün en kaliteli üniversite veya medresesi Suffa'dır. “Ben, Muallim/Müderris/Öğretmen olarak gönderildim” (Müslim) Talebelerin bazıları: Ebû Hüreyre (r.a.) muhaddis, Selman el-Farisi (r.a.) mühendis , Hz. Ali (k.v.) edebiyatçı ve müftü, İbn Abbas (r.a.) müfessir ve muhaddis, Hz. Muaz (r.a.) müftü, İbn Mes'ud (r.a.) müftü, İbn Ömer (r.a.) fakih ve muhaddis, Hz.Ömer (r.a.) lider, Hz. Osman (r.a.) Faraiz ilminin mütehassısı.YAPAY ZEKA ÜZERİNE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISINoam Chomsky yapay zeka hakkında şöyle diyor: “İnsan zihni, ChatGPT ve benzeri gibi, bir konuşmaya veya bilimsel bir soruya en makul cevabı elde etmek için yüzlerce terabayt verinin açgözlü bir istatistik makinesi değildir. Aksine insan zihni sınırlı miktarda bilgi ile çalışan şaşırtıcı derecede verimli ve zarif bir sistemdir. Verilerden kaynaklanan bağlantılara zarar vermeye değil, açıklamalar üretmeye çalışıyor. O zaman “Yapay Zeka” demeyi bırakıp, ne olduğunu söyleyelim ve “Plagiat yazılımı” yapalım çünkü hiçbir şey yaratmıyor, var olan sanatçıların eserlerini kopyalayıp telif hakkı kanunlarından kaçacak kadar modifiye ediyor. Bu, Avrupalı sömürgecilerin Amerikan Yerlilerinin topraklarına geldiklerinden beri kaydedilen en büyük fikri mülkiyet hırsızlığıdır.”(Noam Chomsky, New York Times, 8 Mart 2023)

“Sizinle savaşanlarla, Allâh yolunda savaşın” (Bakara s. 190) Allâh (c.c.)'un yolundan maksat, O (c.c.)'un dinidir. Allâh (c.c.)'un dinini güçlendirmek ve zafer elde etmek için sizinle savaşan müşriklere karşı cihad edin. Çünkü Allâh (c.c.)'a giden yol ve Allâh (c.c.)'un rızâsını kazanmak, dini uğrunda cihad etmekle mümkündür. Bu hüküm, henüz topyekün müşriklerle savaş emri gelmeden önceydi. Çünkü Medine'de savaşla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyetin inmesinden sonra Resûlullâh (s.a.v.), kendisiyle savaşanlarla savaşır ve savaşmayanlara da herhangi bir şey yapmazdı. Nitekim İbn Abbas (r.a.)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir:“Bu âyet, Hudeybiye antlaşması sırasında nazil oldu. Resûlullâh (s.a.v.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılında umre ziyareti yapmak için yola çıkmıştı. Sayıları 1400 kişiydi. Hepsi Hudeybiye denilen yerde konakladılar. Müşrikler onların Beytullah'a girmesini engellediler. Resûlullâh (s.a.v.) ve ashabı Hudeybiye'de bir ay kadar bekleyip sonra ertesi yıl umre yapmak üzere müşriklerle barış sözleşmesi yaptılar. Buna göre, bu yıl umre yapamadan dönecekler, gelecek yıl gelip umrelerini yapacaklardı. Sözleşme bu şekliyle imzalandı. Müşriklerin dediklerine Hz. Peygamber (s.a.v.) rızâ gösterdi. Sahabe (r.a.e.) de haram ayda ve Harem sınırları içinde savaşmayı uygun bulmadılar. İşte bunun üzerine Allâh (c.c.) bu âyeti indirdi. Fakat haddi aşmayın. Harem sınırları içinde, hem de ihramlıyken savaşı ilk başlatan siz olmayın. Çünkü Allâh (c.c.), haddi aşanları sevmez. Allâh (c.c.) haddi aşanlar için iyilik dilemez ve onları dostları kâbul etmez.”(İsmail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri, Bakara s. 190)

Musa (a.s.); İsrailoğullarına, Erîhâ'ya, yâni Beytülmakdis toprağına girmelerini emretti ve: “Ey kavmim! Allâh'ın, size takdir ettiği mukaddes toprağa giriniz! Arkanıza dönmeyiniz! Sonra nice zararlara uğrayanların haline dönmüş olursunuz!” dedi. Onlar ise: “Ey Musa! Doğrusu orada zorbalar gürûhu (Âd kavmi kalıntısı) var! Doğrusu, onlar, oradan, çıkıncaya kadar, biz, oraya katiyen giremeyiz! Eğer onlar, oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak oraya giricileriz.” dediler.Peygamberine aykırı davranmaktan korkmakta olan kimselerden, Allâh'ın, kendilerine nimet ihsan ettiği iki er: “Onların üzerine şehrin kapısından giriniz! Bir kere, ona girdiniz mi, hiç şüphesiz ki, siz galipsinizdir. Artık, Allâh'a güvenip dayanınız, gerçekten imân etmiş kimselerseniz!'' dedi. Onlar ise: “Ey Musa! Onlar (Zorbalar), orada bulundukça, biz, oraya ebediyen giremeyiz! Artık, sen, Râbb'inle berâber git! Bu suretle ikiniz onlarla harp ediniz! Biz, mutlaka burada oturucularız!” dediler.Musa (a.s.): “Yâ Râb! Ben, kendimle kardeşimden başkasına mâlik olamıyorum, sözümü geçiremiyorum. Artık sen, o fâsıklar güruhunun arasını ayır!” dedi. Allâh (c.c.): “Muhakkak, orası, kendilerine, kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar oldukları yerde (Tîh çölünde) sersem sersem dolaşacaklardır. Artık sen, o fâsıklar gürûhu hakkında tasalanma!” buyur du. “Hani, Musa kavmine: “Ey kavmim! Ben, size hakîkaten Allâh'ın peygamberi olarak gönderilmiş olduğumu bildiğiniz halde, niçin beni cezâlandırıyorsunuz?” demişti. İşte onlar, hakdan sapıp eğrildikleri zaman, Allâh da onların kalblerini hidayetten döndürdü. Allâh, fâsıklar gürûhuna hidayet etmez.” (Saf s. 50)(M.Asım Köksâl, Peygamberler Tarihi, s.78-89)

Resûlullâh (s.a.v.)'e kadının en faziletli namazının nerede olduğu sorulduğunda: “Evinin en kuytu köşesinde kıldığı namazdır.” buyurmuştur. Yani kadının evinde kıldığı namaz, Kâbe'de kıldığı namazdan daha faziletli olmaktadır. Serahsî (r.âleyh)'in burada işaret ettiği Hadis-i Şeriflerden biri şöyledir: “Ümmü Humeyd (r.anhâ) isimli bir kadın Efendimiz (s.a.v.)'e gelerek: “Ya Rasûlallâh! Ben sizinle birlikte mescitte namaz kılmayı çok seviyorum.” demiş. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.): “Ben, benimle birlikte namaz kılmayı sevdiğini biliyorum; lakin evinin en kuytu köşesinde kıldığın namaz, senin için benim mescidimde kıldığın namazdan daha faziletlidir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Ümmü Humeyd (r.anhâ) evinin kuytu köşesine mescid yer bina ettirip ölünceye kadar namazlarını burada kıldı.” İmamımız Ebû Hanîfe (r.a.) söz konusu rivayetlere atıfta bulunarak şöyle demiştir: “Kadınların bayram namazına çıkmalarına ruhsat verilmiştir; ancak bugün ben bunu mekruh görüyorum. Aynı şekilde kadınların cuma ve farz namazlarında cemaate katılmalarını da mekruh görüyorum.”Bugün özellikle Ramazan ve Kandil gecelerinde kadınlar camileri doldurmakta, hocalarımızın hususi sohbet programlarında “hanımlar da davetlidir” şeklinde ilanlar yapılmaktadır. Hatta camilerde gelinlikli düğün, nişan fotoğrafları çekilmekte, daha da ötesi mini etek ve şortla tarihi camilere giren kadın turistlere bile mani olan çıkmamaktadır. Hoca hanımlara yavaş yavaş camide seminerler verdirilir, ki zaman zaman verdiriliyor, sonra vaaz kürsüsünün yolu açılır, ardından minber ve mihrap zorlanır. Bu çıkışların altında hiç şüphesiz “cinsiyet eşitliği” denilen projeye direnen yegâne mekânlar olan camileri alet etme arzusu yatmaktadır.(Mesut Özbilir, 2023)

Arifin istiâzesi (Şeytân'dan Allâh (c.c.)'a sığınmak), Allâh (c.c.)'dan başkasını görmektir. Çünkü Şeytân ariflerin nurundan kaçar. Hikâye olunur ki, Ebû Sâid el-Harraz (k.s.) Hazretleri, Şeytân'ı rüyâda gördü. Onu asâ ile dövmek istedi. Şeytân: “Ey Ebû Said! Ben asâ'dan korkmam. Çünkü sopa gibi maddi şeyler beni incitmezler. Ben ancak; arifin kalbinin semasına doğduğu zaman, marifet güneşinin şuâlarından, ilâhi nurundan korkarım” dedi.Bazıları, “Şeytân'dan istiâze, Allâh (c.c.)'dan başkasından korkmayı izhâr etmektir ki bu da kulluğu ihlâl eder” dediler. Bunlara cevâben deriz ki: “Düşmanı, düşman bilmek muhabbeti kuvvetlendirir, sevgiyi gerçekleştirir. Allâh (c.c.)'dan başkasından Allâh (c.c.)'a koşmak ve ona yönelmek, kulluğu tamamlar. Allâh (c.c.)'un emirlerine sarılmak, tâatı her şey üzerine takdim etmektir. Allâh (c.c.)'dan korkmayandan korkmak, Allâh (c.c.)'un büyüklüğü karşısında insanın çaresizliğini ortaya koymasıdır. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkuyorum” demek, “Ben Allâh (c.c.)'un azâbından ve gadâbından korkuyorum” demektir. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkandan korkarım” demek; “Ben Allâh (c.c.)'dan korkanların bedduâlarından korkuyorum” demektir. “Ben Allâh (c.c.)'dan korkmayandan korkarım” demek; “Ben Allâh (c.c.)'dan korkmayanların kötü işlerinden korkarım” demektir. Tefsir-i Kebir'de şöyle buyuruldu: “Ben Allâh (c.c.)'a sığınırım, kişinin tüm iyilikleri kazânıp bütün tehlikelerinden kurtulması için mahlûkattan halika ve nefsi için sonsuz ihtiyaçlardan kurtulup; kâmil manâda Hâkk (c.c.) zenginliğine dönmektir. “O halde hemen Allâh'a kaçın. Haberiniz olsun ki, ben size O'ndan açık bir uyarıcıyım” (Zâriyât s. 50) ayetinin sırrı budur. Ve yine burada Râbbu'l-âleminin huzuruna yaklaşmaya acziyetten başka vesile yoktur. Acizlik, makamların sonudur.” Hasan-ı Basrî (r.âleyh) Hazretleri şöyle buyurdu: “Kim huzuru kalble Şeytan'dan Allâh (c.c.)'a sığınırsa; Cenâb-ı Allâh, onunla Şeytan'ın arasına üç yüz perde gerer; perdenin arası yerle gök arası gibidir.”(İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri, c.1, s.27)

İslâm, insana sadece iman ve ibadetler konusunda bir direktifler listesi vermez, aynı zamanda ona bir düşünme biçimi de kazandırır. Doğru nedir, yanlış nedir? Güzel nedir, çirkin nedir? Ölçümüz, kıstasımız, terazimiz nedir? Hadiselere nereden ve nasıl bakılır? Hepsini bize İslâm söyler… Meselâ, bugün modern insana dayatılan sayısız sözde “doğru” arasından rastgele üçüne bakalım:1. “Kahvaltı çok önemli bir öğündür. İyi bir kahvaltı etmeden güne başlamayın!” (Üç öğün yemek, Batı'dan kopya ettiğimiz bir alışkanlık. Müslümanlar, asırlar boyunca günde iki öğün yani geç kuşluk ve akşamüstü yemekle yaşadılar. Ve gayet sağlıklı yaşadılar.)2. “Her gün mutlaka 8 saat uyuyun. 8 saatin altına düştüğünüzde, sağlığınız bozulur.” (Günün üçte birini uykuda geçirdiğimizde, dünyaya ve âhirete dair çok sayıda vazifemizine zaman ve nasıl yapacağız?)3. “İnsanlarda vefa yok. Kendinize köpekleri yoldaş ve dost edinin.” (İçinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğine dair, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sahih ve sarih hadisi var.)Misâlleri çoğaltabiliriz. Ekranlarda boy gösteren uzmanlar, kanaat önderleri, sosyal medya ünlüleri, influencer'lar ve daha niceleri, insanı fıtratın temel prensipleriyle burun buruna getiriyor ve bir seçim yapmaya zorluyor. Bunca bombardıman altında, bilgisiz kitlelerin tercihini ne yönde kullanacağı malum…Kitle neyse de, aklı başında müslümanların bile hemen her konuda modern telakkilere kapılıp gittiklerini görmek üzücü. Oysa “İslâm insanı”ndan beklenen, düşünme tarzını ve bakış açısını da İslâmlaştırmasıdır.(Taha Kılınç)

Cehennemlikler, Resûlullâh (s.a.v.) ismini duyunca hep bir ağızdan bağrışarak şöyle derler: “Ey Cebrâil! Resûlullâh (s.a.v.)'e bizden selâm söyle. Günâhlarımızın bizimle O (s.a.v.)'in arasını ayırdığını ve hâlimizin kötülüğünü haber ver.” Cebrâil (a.s.) gider. Şânı yüce olan Allâh'ın huzurunda durur. Allâh (c.c.) sorar: “Ümmet-i Muhammed'i ne halde gördün?” Cebrâil (a.s.) cevap verir: “Onların hâli ne kötü, yerleri ne sıkıntılı.” Allâh (c.c.) sorar: “Senden bir şeyler talep ettiler mi?” Cebrâil (a.s.) cevap verir: “Evet, peygamberlerine selâm götürmemi ve hâl-i pürmelâllerini ona duyurmamı istediler” Allâh (c.c.) buyurur: “Git, haber ver.”Cebrâil (a.s.) gider. Nebi (s.a.v.)'e varır. O, beyaz inciden yapılmış bir çadırda oturmaktadır. Bu çadırın dört bin kapısı vardır. Her bir kapının altından yapılmış iki kanadı bulunmaktadır. Cebrâil (a.s.) der ki: “Yâ Resûlullâh! Senin ümmetinin, Cehennem'de azâp görmekte olan günâhkârlar topluluğu yanından geliyorum.Sana selâm ediyorlar ve “Bizim hâlimiz ne kötü, yerimiz ne sıkıntılı” diyorlar. Bu haberi alan Resulullâh (s.a.v.), hemen kalkarak Arş'ın altına gelir, secdeye kapanır. O âna kadar hiç bir kimsenin yapmadığı şekilde Allâh (c.c.)'a hâmd ve senâda bulunur. Allâh (c.c.) buyurur ki: “Başını kaldır, iste. İsteğin verilecektir, şefâat dile, şefâatin kâbul edilecektir.” Nebi (s.a.v.) de der: “Yâ Râbbi! Benim ümmetimin günâhkâr, bedbahtları hakkında senin hükmün yerine getirilmiş, intikamın alınmış. Artık onları bana bağışla.” Allâh (c.c.) buyurur: “Onları sana bağışladım. Cehennem'e var. “Lâ ilâhe illallâh” diyen herkesi oradan çıkar.”(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l- Gafilin, s.83)

Ebu Talib oğlu Hz. Ali (r.a.)'in künyesi Ebu Turâb'tır. Bu lakabı ona bizzat Resûlullâh (s.a.v.) vermiştir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Resûlullâh (s.a.v.) onu kardeş seçmiştir. Kadınlar aleminin efendisi Hz. Fatıma (r.anhâ) vasıtasıyla da Peygamber (s.a.v.)'in damadıdır. İlk müslüman olanlardandır. Cesareti ve zahitliği meşhurdur. En meşhur hatiblerdendir. Kur'an'ı bir araya getirenlerdendir ve Resûlullâh (s.a.v.)'in denetimi altında Kur'an'ı kıraat etmeye nail olmuştur. Erken vakitte İslam'ı kâbul etmiştir. “Resûlullâh (s.a.v.)'e nübüvvet pazartesi günü indirilmiştir ve ben de salı günü müslüman oldum” demiştir. Müslüman olduğu vakit henüz on yaşındaydı.Resûlullâh (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği vakit, kendi sorumluluğunda olan bir kısım emanet ve borçları geri ödemek ve bazı vasiyetleri yerine getirmek için ona birkaç günlüğüne Mekke'de kalmasını emretmişti, daha sonra da onu ailesiyle buluşturmuştur. Uhud'da, Bedir'de ve daha birçok muharebede Resûlullâh (s.a.v.)‘in yanında savaşmıştır. Resûlullâh (s.a.v.), pek çok savaşta taşıması için sancağı ona teslim etmiştir. Hz. Said b. el-Müseyyeb (r.a.)'in söylediği üzere, ‘'Hz. Ali (r.a.), Uhud Savaşı'nda tam on altı yerinden ya ralanmıştı.” Resûlullâh (s.a.v.) Hayber gününde sancağı ona teslim ederek zaferin onun olacığını da bildirmişti. Cesareti ve savaşlardaki etkisi pek bir meşhurdur.” Hayber'de Hz. Ali (r.a.), kalenin kapısını sırtladığı gibi havaya kaldırdı, böylece müslümanlar onun üzerinden geçerek kaleyi fethettiler. Lakin, bundan sonra kapıyı tekrar kaldırmak istediler de, ancak kırk kişi bunu yapabildi. Tirmizi (r.âleyh)'in rivayet ettiği bir hadise göre Resûlullâh (s.a.v.), “Hz. Ali (r.a.) bendendir, ben de Hz. Ali (r.a.)'danım” buyurmuştur.(Celaleddin Suyuti, Halifeler Tarihi, s.176)

Dilin vazifesi; rızâda da gazapta da doğru olmak (sıdk), gizlide ve açıkta ezâdan sakınmak, hayırda da şerde de sözü uzatmamak ve abartıya kaçmamaktır. Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurur: “Kim bana çeneleri ile bacakları arasındakiler husûsunda garanti verirse, ben de ona cennet husûsunda garanti veririm.” Resûlullâh (s.a.v.), Muâz b. Cebel (r.a.)'e de şöyle demiştir: “İnsanları yüzlerinin üstüne ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?” Yine Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizi fuzûlî konuşma husûsunda uyarırım. Her birinize ihtiyâcını karşıladığı kadarıyla söz yeter. Çünkü kişiye fuzûlî maldan hesap sorulacağı gibi, fuzûlî konuşmalardan da hesâp sorulur.” “Allâh, her konuşan kişinin konuşmasında hazırdır. Öyleyse kişi, söylediği şeyi bilmesinden dolayı Allâh'tan sakınsın.”Kul için dilden sonra kulağından daha zararlı bir organ yoktur. Çünkü o kalbe giden en süratli elçidir. Fitne oluşumuna da yatkındır. Veki' b. el-Cerrâh (r.âleyh) diyor ki: “Bir bid'atçıdan bir söz duydum, yirmi seneden beri onu kulaklarımdan atamadım.” Tâvûs b. Keysân (r.âleyh) da, yanma bir bid'atçı gelince onun sözünü duymamak için kulaklarını kapatırdı. Burnun vazîfesine gelince; burun, kulağa ve göze tâbidir. Bakmanın ve dinlemenin helâl olduğu şeyi koklaman da câizdir. Ömer bin Abdülaziz (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, kendisine bir misk getirilmiş. Onu burnundan uzakta tutmuş. Kendisine sorulduğunda şöyle demiş: “Bunun ancak kokusundan faydalanılır, değil mi?(Haris el-Muhasibî, Ahlâk ve Arınma)

Namazın vacipleri şunlardır:1. Her bir farzı mahallinde (yerinde) edâ etmek.2. Fâtiha suresi okumak ve ardından bir sure eklemek (veya üç kısa ayet yahut üç kısa ayete denk bir uzun ayet okumak).3. Fâtiha suresini, zamm-ı sureden önce okumak.4. Rükûyu, sure okuduktan sonra edâ etmek.5. Secdeyi rükûdan sonra edâ etmek.6. Birinci oturuşu yapmak (ka'de-i ûlâ).7. Her iki oturuşta teşehhüd (et-tahiyyâtü) duâsını okumak.8. Namazdan selâm vererek çıkmak.9. Vitir namazında kunut duâsını okumak.10. Ta'dîl-i erkân: yani her bir rüknü itminan (sakin sakin) ve itidal üzere (düzgün bir şekilde) edâ etmek.Eğer namazda uzun bir ayet veya üç kısa ayet okusa yahut Fâtiha'yı okumaksızın başka bir sure okusa veya Fâtiha okusa, ancak onunla birlikte uzun bir ayet veya bir sure okumasa veya Fâtiha suresini zamm-ı sureden önce okusa veya dört rekâtlı namazın ikinci rekâtın sonunda oturmasa veya otursa fakat teşehhüd duâsını okumasa, bütün bu zikredilen durumlarda kendisinden farz sakıt olur yani farz namazı edâ etmiş olur. Eğer bunları kasten yapmışsa namazı iade etmesi vaciptir, iade etmediği takdirde günâh işlemiş olur. Eğer sehven yapmışsa sehiv secdesi yapar, sehiv secdesi yapması hâlinde namazı iade etmesi gerekmez. Son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra selâm vermese, fakat konuşsa veya doğrudan ayağa kalksa ve camiden dışarı çıksa yahut namaza münafi (aykırı) bir fiil işlese kendisinden farz sakıt olur, zimmetinden düşer, ancak namazı iade etmesi vaciptir.(Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.158-159)

Bugünlerde bilhassa Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, bir devlet gücünü, bir sermaye birikimini arkasına alan bu tür yapılanmalar, elde ettikleri imkânlarla bid'atlarının propagandasını yapıyor; bu suretle her geçen gün daha fazla sayıda insana ulaşıyor. Şu hakikatin altını kalın çizgilerle çizelim: Bu akım ve kişiler ilim bakımından Ehl-i Sünnet'ten ileride olduklarından değil, bid'atlarının propagandasını etkin olarak yapma imkânına sahip bulunduklarından toplumun bir kesimi nezdinde itibar sahibi oluyor. Usta bir propaganda dili kullanılarak insanımıza, asırlardır din adına yanlış bilgilendirildikleri telkin ediliyor ve bu telkini yapanlar, bu “tarihî arıza”yı (!) “Kur'an adına” düzeltmek için canla başla çalışıyor!Abdullah b. Abbâs (r.a)'in naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a.) bir konuşmasında “recm”den bahsetmiş ve şunları söylemiştir: “Bu konuda sakın aldanmayın! Zira recm, Allâhü Teâlâ'nın haddlerinden bir haddir. Dikkat edin! Resûlullâh (s.a.v.) de recmetti; O (s.a.v.)'den sonra bizler de bu cezayı uyguladık. Eğer insanların, “Ömer, Allâh'ın Kitabı'na, onda olmayanı ilave etti” deme ihtimali olmasaydı, recm hükmünü mushafın bir sayfasının kenarına yazardım. Dikkat edin! Sizden sonra birtakım insanlar gelecek; recmi, şefaati, Deccal'ı, kabir azabını ve günâhkâr bazı mü'min kimselerin cehennemde bir süre azap görüp karardıktan sonra oradan çıkacağını yalanlayacaklar.” O halde öncelikle Kur'an'ın ilgili hususlara delâleti konusundaki illüzyonu fark etmeli, arkasından hadis rivayetlerine geçilmelidir.(Ebubekir Sifil, 2015)

İnsanın meydana gelmesinde bir yaratıcıya muhtaç olduğuna pek çok şey delâlet eder. Bir yaratıcının varlığına delâlet eden delillerden biri de Allâhü Teâlâ'nın, “Gök ile yer arasında musahhar kılınan bulutlarda…” (Bakara s. 164) ayetidir. Bulutlar, havada sürüklenmesinden dolayı, böyle adlandırılmıştır. “Teshîr'in (musahhar) mânası ise, zelil kılıp, emre âmâde hale getirmektir. Allâh (c.c.), birkaç bakımdan, bulutları “musahhar” olarak adlandırmıştır. Suyun karakteri, inmesini gerektiren bir ağırlığa sahip olmasıdır. Binaenâleyh, onun hava boşluğunda durması, tabiatına uymayan bir durumdur. Bu sebeple onu buna zorlayan ve buna mecbûr eden birisinin bulunması gerekir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hâkk bulutları, “musahhar” diye adlandırmıştır.Şayet bulutlar, devamlı aynı yerde kalsaydı, güneşin ışıklarını örteceği, yağmuru ve nemi arttıracağı için, zararı büyük olurdu. Hiç bulut olmayıp da yağmur yağmasaydı, yine zararı büyük olurdu. Çünkü bu da kıtlığa, bitki ve ekinlerin bitmemesine sebep olurdu. Binaenâleyh, onu ancak belli bir ölçüde tutmak faydalı olurdu. Böylece bulutlar, Cenâb-ı Hâkk onları ihtiyâç anında getirip ihtiyâç kalmayınca götürdüğü için, Allâh (c.c.)'un emrine amâde kılınmış gibidir. Bulutlar muayyen bir yerde durmaz. Bilâkis Allâhü Teâlâ, rüzgârları hareket ettirmek suretiyle bulutları dilediği yere sevkeder ki, işte bu da emre âmâde kılmaktır.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.171-172)

Cabir (r.a.) dedi ki: “Mescid hurma kökleri, kütükleri üzerinde kurulmuştu. Peygamber (s.a.v.) hutbe irad edecekleri zaman kütüklerden birine çıkardı. Sonra ona minber yapılınca, mezkûr kütüğün deve sesine benzeyen bir sesle hasretten ve iştiyaktan inlediğini duyduk.” Enes (r.a.)'in rivayeti: “Mescid bile onun sesinden sarsıldı.” Sehl b. Sa'd (r.a.)'in rivayeti: “Onu gören insanların ağlaması da çoğaldı.” El-Muttalip ile Ubey (r.a.e.)'in rivayetleri ise: “Çatlayıp yerinden oynadı. Nihayet Resûlullâh (s.a.v.) geldi, mübarek elini üzerine koydu da ancak ondan sonra sustu.” şeklindedir. Büreyde (r.a.)'den şöyle rivayet olunmuştur: “Peygamber (s.a.v.) hurma kütüğüne dedi ki: “İstersen seni bulunduğun bahçeye vereyim, tekrar dal budak sal ve eski haline gel! Tekrar yaprakların ve meyven olsun. İstersen seni cennete dikeyim de Allâh (c.c.) dostları meyvenden yesin.” Bunu dedikten sonra Resûlullâh (s.a.v.) ona kulak verdi ve onun şöyle dediğini duydu: “Beni cennete dik ve benden Allâh (c.c.) dostları yesin ve eskiyip çürümeyeceğim bir yerde olayım!” Bu hadîs bizatihi meşhurdur ve yaygındır. Onun hakkında haber mütevatirdir. Sahabeden bu hadisi bir çok kişi rivayet etmiştir. Onlardan bazıları şunlardır: Ubey b. Ka'b, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Sehl b. Sa'd, Ebu Said el- Hudrî, Bureyde, Ümmi Seleme… (r.a.e.). İşte bunların hepsi aynı anlama gelen hadîsler rivayet etmişlerdir.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.300-302)

Dinin esaslarını öğrenmek iman, ibadet ve ahlâkın ana ilkelerini kavramak, abdest, namaz gibi dinî pratiklerin uygulamasını yapmak, kısaca farzları ve haramları tanımak zorunludur. Her müslüman bunları ergenlik çağına eriştiğinde öğrenmeli ve uygulayabilmelidir. Tekke eğitimi (tasavvufi eğitim) ise bu safhalardan sonra başlayan bir eğitim olup tabiri caizse zorunlu değil, seçmelidir. Ancak, belli bir yaşa geldiği halde, yukarıda sıralanan temel ilkeleri öğrenemeyen müridlere bu esaslar öğretilir, daha sonra tasavvufi derse geçilir. Dinin “olmazsa olmaz”ları bellidir. Bunlara dikkat ederek yürüyen bir müslüman hedeflediği noktaya ulaşabilir. Fakat söz konusu yolculuğu tasavvufî bir neşve ile yapmak isteyenlerin bir şey daha yapması gerekir: Bu yolda kendisine rehber olacak bir şahsı bulmak ve onunla yürümek. Yani tasavvufî yol, kendimizin icad ettiği usullerle veya kitaplar okuyarak, belgeseller seyrederek kat edilebilecek bir yol değildir.Tarikatte eve yakın olan tekkeye veya aile fertlerinin mensup olduğu şeyh efendiye bağlanmak diye bir esas yoktur. Aksine kişi kendisi araştıracak, tanışacak, görüşecek sonra karar verecektir. Çünkü bu eğitim bir gönül alışverişi olduğu için mizaç ve tabiatların uyumu da önemlidir. Mürşid müridlerle tek tek ilgilenir. Ruhî yapılarına ve kültürel düzeylerine göre, kendilerine “vazife” verir, onları takip eder. Umuma yönelik yapılan sohbette genel ilkeler anlatılır. Tek tek görüşmelerde ise müride daha çok eksik ve kusurları ile yanlış davranışları hatırlatılır, tashihi istenir. Müridlerin çok kalabalık olması, mürşidlerin istemediği bir şeydir. Bunun iki tehlikesi vardır: Birincisi tek tek ilgilenmenin zorlaşması, ikincisi ise şöhrettir. Yani müridi çok olan mürşidin meşhur olması. “Şöhret afettir” ifadesi tekke muhitlerinde çok yaygındır. Tekke eğitiminde “baş başa” esas olmakla beraber belli bir seviyeye gelen mürid bazen mektuplarla da eğitilebilir.(Prof. Mustafa Kara, Zuhur Dergisi)

Salih Merî (r.âleyh), cuma gecesi, cuma namazını kılmak üzere mescide gitmek için yola çıktı. Kabristana uğradı. Kendi kendine şöyle dedi: “Tanyeri ağarıncaya kadar kalayım.” Gözlerine uyku geldi. Şöyle bir rüya gördü: Kabirde yatanlar kabirlerinden çıkmışlar, halka halka olup oturmuş, konuşuyorlar. Bir de baktı ki, onlardan ayrı, kirli elbiseli bir genç, bir köşede, üzüntülü bir hâlde oturuyor. Oradakilerin hepsine tepsi tepsi, üzeri mendillerle örtülü hediyeler gelip dağıldı. Herkes kendi tabağını aldı; sonra kabrine girdi. En sona bu genç kaldı. “Hey Allâh (c.c.)'un kulu, sende gördüğüm bu üzüntü neden?” “O tabaklar, hayattakilerin ölülerine hediyeleridir. Onların adına verdikleri sadaka, yaptıkları duâ, cuma geceleri onlara gelir.” Daha sonra şöyle dedi: “Anam hacca gitmek istedi; berâber yola çıktık. Basra'ya gelince öldüm. Bundan sonra anam evlendi.Dünyaya daldı. Ölümümden sonra beni hatırlayan kimse olmayınca üzülmek bana haktır.” “Senin ananın evi nerede?” Onun yerini bana anlattı. Sabah oldu. Namazımı kıldım. Sonra gittim. O kadının evini sordum, buldum. Yanına gittim, izin istedim. Kendimi ona tanıttım, kapıdan: “Ben Sâlîh Merî'yim” dedim. İzin verdi, içeri girdim. Şöyle dedim: “Benim söyleyeceğim söz, senin söyleyeceğin söz, hiç kimse tarafından duyulmamalıdır. Böyle istiyorum.” Ona yaklaştım, aramızda bir perde kaldı. Şöyle sordum: “Sana Allâh (c.c.)'dan rahmet dilerim, çocuğun var mı?” “Benim bir genç oğlum vardı, öldü.” Bunun üzerine durumu ona anlattım. Ağlamaya başladı. Daha sonra çıkardı bana bin dirhem verdi. Ve şöyle dedi: “O sevdiğim göz nurum için bunları dağıt. Kalan ömrümde onu duâdan unutmayacağım. Onun için sadaka yereceğim.”(Ebu'l-Leys es-Semerkandi, Tenbihü'l-Gafilin, s.346-347)

Tefsîr yapacak âlimin aşağıda zikredilen on beş ilmi gâyet mükemmel şekilde bilmesi lâzım gelir. Bu ilimleri kemâliyle (tam ve en olgun şekilde) bilmeyen kimselerin Kur'ân' tefsîr etmeye çalışması, şer'an câiz değildir. (Şerîat'ın buna izni yoktur.)1. Lûgat (Arap dili) 2. Tasrif (Sarf ilmi)3. Nahv ilmi 4. İştikak5. Me'ânî ilmi 6. Beyân ilmi7. Bedi' ilmi 8. Kıraat ilmi9. Usûl-i dîn ilmi 10. Usûl-i fıkıh ilmi11. Esbâb-ı nüzûl 12. Nâsih ve mensûh13. Fıkıh ilmi14.Hadis ilmi ki mücmel ve mübhemin tefsîri ancak bununla yapılır. Müfessirin sahip olması gereken 15'inci ilim, ilmü'l-mevhibedir. Bu öyle bir ilimdir ki, onuCenâb-ı Hâkk Hazretleri, ilmiyle amel eden bahtiyar kuluna ihsân eder. (Sırrı Paşa'nın saydığı bu 14 ilim kesbîdir, yâni çalışıp öğrenmekle elde edilebilir. 15'inci ilim ise vehbîdir, yâni Allâh (c.c.) vergisidir. O, verirse verir; vermezse, çalışmakla öğrenilip elde edilemez.) İşte bu 15 ilim, müfessirin (tefsîr âliminin) mutlaka, kesin sûrette ve hiç şüphesiz ve eksiksiz mükemmel bir şekilde sâhip olması zorunlu bulunan ilimlerdir. Ama bunlardan başka, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsîr edebilmek için müfessirin diğer ilimlerde ve çağının gerektirdiği genel kültür bilgilerindederinleşmiş olması da şarttır.Yakın dönemde kaleme alınan tefsirlerin sahipleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bir kısmı Arap edebiyatına vakıf olmasına rağmen, önemli bir bölümü hadîs ilminde zayıftır. Yakın dönemde tefsir yapmaya çalışanların kelime tahlillerinden uzak durmaları ve âyetleri derinlemesine tahlile yaklaşmamaları, sahip oldukları yüzeysel mâlumatın doğal bir yansımasıdır.(Misvâk Neşriyât, Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, s.134)

İlmî tedbir: Öncelikle cimriliğin dünyevî ve uhrevî zararlarını öğren! Cimrilik dünyada rezilliğe, ahirette hüsrana sebeptir. Bugüne kadar hiçbir cimri mezarına mal götüremedi. Bütün cimriler mallarını mirasçılarına bırakıp yalın elleriyle ve üstelik cimrilik günâhının yükünü taşıyarak ahirete göç ettiler. Kalan mirasçıları onların mallarını yerken, onlar hem bu dünyanın tadına bakamadılar hem de ahiret nimetlerinden mahrum kaldılar. Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allâh'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allâh'a aittir. Allâh yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmrân s.180) Cimrilerin bu tür akıbetlerini düşünerek bu hastalıktan Allâh (c.c.)'un izniyle kurtulabilirsin.Amelî tedbir: Bazı yerlerde kendini harcama yapmaya zorla! Kendine bazı cezalar kesip bunu uygulayabilirsin. Ayrıca harcama yaptığın yerlerde niyetinin sahîh olup olmadığını kontrol et. Umulur ki, bu tür uygulamalarla cimriliğinden kurtulursun. Resûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Her sabah iki melekten biri “Ya Râbbi, infak edene karşılığını ver.” diye, diğeri de “Cimrilik edenin malını helâk et” diye duâ eder.” (Buhari)Ölümü hatırlayıp bu dünyanın fâni olduğunu iyice anla, uzun emelden ve uzun yıllar için mal biriktirmekten uzak dur. Böylece mal sevgisi kalbinden çıkar ve doğal olarak sende cimrilik kalmaz. İmâm Gazalî (r.âleyh) “Mal ve mevki sevgisi, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifâkı yeşertir.” buyurmuştur.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.114)

Muhtelif yerlerden Peygamberimiz (s.a.v.)'e birçok ziyâretçi ve misafir gelirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bunların hizmetini bizzat görür ve ağırlarlardı. O (s.a.v.)'i görmeğe gelen hiçbir kimse ağırlanmadan bırakılmazdı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ihsan ve ikramlarında müslimi, gayr-i müslimden tefrik etmez ve herkesi ağırlardı. Bir def‘a müşriklerden biri O (s.a.v.)'i ziyârete gelmiş ve misafirleri olmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) misafirine doyuncaya kadar keçi sütü ikram etmişlerdi. Bazen misafirler çok gelir, evdeki bütün yiyecekler biter, ev halkı aç sabahlardı. Yine bir gün Gifârîler'den biri Peygamberimiz (s.a.v.)'e misafir olmuş, evde bir miktar sütten başka bir şey yoktu. Onu da misafire ikram ederek bütün ev halkı aç kalmışlardı.Ashâb (r.a.e.) içinde en fakiri Suffalılar (Suffa Ashâbı) idi ki, bunlar cemâatin devâmlı misafiri idiler. Resûlullâh (s.a.v.), bunların ağırlanmasını, zaman zaman Ashâb (r.a.e.)'e ikâz buyururlardı. Kendilerinin ancak dört kişi tarafından taşınabilecek bir kazanı vardı ki, öğle zamanı bu kazan getirilir ve Suffa Ashâbı (r.a.e.) dizilerekResûl-i Ekrem (s.a.v.) ile birlikte ondan yerlerdi. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) oturacak yer bulamaz ve çömelirlerdi. (Müslim) Bir gün de Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bütün Suffalıları alarak Hz. Âişe (r.anhâ)'nın evine gittiler. Hz. Âişe (r.anhâ)'ya ne varsa getirmesini söylediler. Mevcûd yemek getirilince yenilmiş ve biraz daha da istenmişti. Hurma ve müteâkiben süt verilmişti. Bu sûretle de Suffalılar ağırlanmıştı. (Müslim)(Ömer Muhammed Öztürk,Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Yüce Ahlakı, s.83)

Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır. “Kur'ân'ı gereği gibi güzel okuyan kimse vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle berâberdir. Kur'ân'ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” Burada bahsedilen iki kat sevaptan birinin sebebi şudur: Bu kimse önce Kur'ân okumuştur. Elbette Kur'ân okuduğundan dolayı bir sevap veriliyor. İkinci sevâbın sebebi ise bu kimsenin zahmet çekip üzerinde dikkatle durarak, düşünerek ve yorularak okumasıdır ki zahmet çektiği ve yorulduğu için de ayrıca bir sevap daha veriliyor. Sevabı iki katlı oluyor. Bu hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v.)'in müslümanların gönüllerini nasıl aldığını, teşvik edip ümîd verdiklerini şöyle bir düşünelim. Kur'ân-ı Kerîm'i okumak için zahmet çeken kimseleri ümitsiz bırakmak şöyle dursun, zorluk çektiklerinden dolayı kendilerine iki kat sevap müjdelemişlerdir.Resûlullâh (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Her kim Kur'ân'dan bir harf okursa bir hasene (bir sevap) kazanır. Bu hasene de on katı ile amel defterine yazılır. Ben, Elif-Lâm-Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lâm bir harftir, Mim de bir harftir.” Meselâ bir kimse “el-hamdü” kelimesini okursa burada “Elif, Lâm, Hâ, Mîm, Dâl,” olarak beş harf vardır. Öyleyse bu kimse elli iyilik kazanmış olacaktır. Biraz gayret ve himmet sarf etmeyip Kur'ân-ı Kerîm'i okumayan veya ondan bir kısmını öğrenmeyen zavallıların hâlini düşünelim. Bunlar ne kadar bedbaht ve zavallıdırlar ki çok az bir gayreti esirgerler de kendilerini bütün bu iyilik, ecir ve sevaptan, nimet ve servetler kazanmaktan mahrum bırakırlar.(Eşref Ali et-Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn-Müslümanın Günlük Hayatı, s.93)

İstanbul evliyâsının büyüklerinden. 1664 (H.1075) târihinde Tokat'ta doğdu. Mehmed Emîn Tokadi hazretleri, ilim tahsîline memleketinde başladı ve 1698 senesinde İstanbul'a geldi. Şeyhülislâm Mirzâzâde Muhammed Efendiden uzun müddet ders aldı. Sonra Mekke'de, İmamı Râbbani Hz.'nin oğlunun talebesi Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrendi. İkinci Hicaz seferinde hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî'den hadîs ilmini öğrenip icâzet aldı. Bundan sonra kendisine Ravza-ı Mutahhare'de Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in türbesinde türbedarlık verilmiştir. Bu göreve getirildiğinde, kavuştuğu nimete şükrederek; “İki cihan sultanının türbesinde bekçi ve hizmetçi oldun. Onun yüksek kapısının süpürgecisini, Mevla mahrum eylemez, zarara uğratmaz. Cihanın sultanı olan Resûlullah (s.a.v.)'in hizmetçisini kimse incitmez. Ey Emin! Sana müjdeler olsun! Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in kapısında zahiren ve batınen hizmetçi olmakla şereflendin.'' diyerek Allâh'a duâ etmiştir. Mekke'de üç senelik eğitiminden sonra hocası artık İstanbul'a gitmesini istemişti. Kendisinden son bir arzusunun olup olmadığını sorduğunda, hocasına ''Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir Fatiha okuyanın vücudu cehennem ateşinde yanmasın.'' Bu istek karşısında hocası kendisine şunları söylemiştir. “Vasiyet et ki, vefatından sonra kabrini kolay bulunacak bir yere yapmasınlar. Virane bir yere defnetsinler. Kimse bilmesin. Ancak, nasibi olanlar gelip bulsun, duâ etsinler.'' 1745 târihinde İstanbul'da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ biiznilah müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.**(Evliyalar Ansiklopedisi, s.1910)**

Hz. Hüseyin (r.a.): “Babama Resûlullâh (s.a.v.)'in meclisinde bulunlara nasıl davrandığını sordum. O da şunları söyledi: “Resûlullâh (s.a.v.), daima güler yüzlü ve yumuşak mizaçlı idi. Kötü huylu, katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez, kimseyi ayıplamaz, kimseyle tartışmazdı. Hoşlanmadığı şeyi görmezden gelir ve de kimse onun lütfundan ümitsizliğe düşmezdi. Resûlullâh (s.a.v.) çekişmekten, çok konuşmaktan, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmaktan uzak dururdu. İnsanlarda kusur aramazdı. Hiç kimseyi aşağılayıp küçümsemez, kimseyi ayıplamaz, kimsenin ayıplarını araştırmazdı. İnsana sevap kazandırmayan faydasız söz de sarf etmezdi.O (s.a.v.) konuşmaya başlayınca, yanındakiler başlarında bir kuş varmış gibi, önlerine bakarak onu dinler, O (s.a.v.) susunca konuşurlardı. Ashâb-ı Kiram (r.a.e.), O (s.a.v.)'in yanında kendi aralarında konuşmazdı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in huzûrunda biri konuşmaya başlasa sözünü bitirene kadar onu dinler, birbirinin sözünü kesmezlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashâbı (r.a.e.)'in gönlünü hoş etmek için onların güldüğü şeye güler, onların hayret ettiği şeye hayret ederdi. Huzûrunda konuşma edebini bilmeyen yabancıların kaba konuşmalarına ve soru sormalarına sabreder ve şöyle buyururdu: “İhtiyaç sâhibi biri sizden yardım isterse elinizden geldiğince onun ihtiyacını giderin.” Daha önce iyilik yaptığı birinin övgüsünü kâbul eder ancak kendisini aşırı şekilde övmeye kalkanlara izin vermezdi. Bir kimse uygun olmayan bir şey söylemedikçe sözünü kesmezdi. Uygun olmayan tarzda konuşan kimseyi ise ya uyarıp sözünü keser veya oradan kalkıp giderdi. (Tirmizî) Allâhü Teâlâ, Kelâm-ı Kadîm'inde Resûlü (s.a.v.) hakkında şöyle buyuruyor: “Hiç şüphesiz büyük bir ahlâk üzerindesin sen.”(Eşref Ali Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn Müslümanın Günlük Hayatı, s.163)

Evlilik insan hayatındaki en önemli dönemeçlerden biridir. Bu dönemeç düzgün bir şekilde dönülmediği takdirde sonradan düzeltmesi çok zor olur. Günümüzde evlâdların ana-babaları ile yaşadıkları en büyük sorunlardan bir tanesi evlilik konusunda ortaya çıkmaktadır. Evlenirken tâbiki ana-babaya sorulur, onların rızâsı alınır. İslâmi terbiye almış bir hanım bulurlarsa ne âlâ; ama evlâdlarını namazı, abdesti olmayan bir hanım ile evlenmeye zorluyorlarsa o zaman o da bunu kâbul etmek zorunda değildir. Bilindiği gibi Resûlullâh (s.a.v.)'in evlilik konusunda “Kadınlarla dört hasletleri için evlenilir: Malı için, asaleti için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı tercih et, mesud olursun.” (Buhari, Müslim) buyurmuşlardır.Burada günümüzde erkeklerin sıkça karşılaştıkları bir durumdan bahsetmekte fayda var. Kimi erkekler tesettüre riayet etmeyen kızlarla evlenmek istiyorlar ve şart olarak da tesettüre riayet etmelerini istiyorlar. Evlenilecek kızda evlendikten sonra buna riayet edeceğine söz veriyor. Eğer bir kimse “Ben evlendikten sonra tesettüre riayet edeceğim.” diyerek Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)'in emrini hemen tatbik etmeyip evlilik sonrasına tehir ediyorsa çok büyük ihtimalle evlendikten sonra da tatbik etmeyecektir. Bunun birçok örneği vardır. Eğer tesettüre Allâh (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)'in emri olduğu için riayet edecekse neden hemen tatbik etmiyor?(Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.103-104

Hz. Dırar bin Ezver (r.a.) tam bir İslam fedaisi ve kahramanı idi. Vücudu kılıç yaralarıyla doluydu. Şam civarında rumlara esir düştüğünde İmparator Herakleios çok sevindi. Karşısına çıkarılınca, “Arâbların kumandanı Dırar sen misin?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Evet! Peygamber (s.a.v.) yolunda sizinle harbeden Dırar benim!” dedi. Herakleios: “Kendini askerlerinin yanında mı sanıyorsun da öyle sert konuşuyorsun.” dedi. Hz. Dırar (r.a.): “Her nerede olsam, din düşmanlarına karşı göğsümü gere gere cevab vermekten çekinmem. Sen beni korkar mı zannediyorsun?” dedi. Herakleios: “Kime güveniyorsun?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Resûlullâh (s.a.v.)'in huzurunda bulunmuş bir müslüman, yetmiş tane Herakleios olsa hiçe sayar. Senin son yapacağın öldürmek değil mi? Gideceğim yer huzuru Resûlullâh (s.a.v.)'dir. İslam için terk-i hayat etmek bize her şeyden lezzetlidir.” dedi.Bu cevaplar Herakleios'u sinirlendirdi ve öldürülmesini emretti. Bir anda otuz-kırk kılıç birden Hz. Dırar (r.a.)'in vucuduna inmeye başladı. Ağır şekilde yaralandı. Daha önce İslâm'ı kâbul eden ancak gizli tutan General Mika, Herakleios'a: “Ey Melik! Bunu burada öldürmeyelim, tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkın gözü önünde asalım.” dedi. Bu teklif Herakl'in hoşuna gitti. “Öyleyse buradan kaldır evine götür, iyileşince asalım” dedi. Hz. Dırar (r.a.) bir kaç hafta sonra sağlığına kavuştu. General Mika bir fırsatını buldu ve Hz. Dırar (r.a.) ile arkadaşlarını İslam ordusu tarafına kaçırdı. Tekrar zırhını giydi ve rumlara karşı savaştı ve şehid oldu. Kabri Ürdün'de Dırar köyünde bir mescidin içinde bulunmaktadır. Cenab-ı Hâkk'tan şefaatlerini niyaz ederiz.(Halid Muhammed Halid, Yeryüzü Yıldızları, s.141)

Hadîs hâfızlarının tabakaları konusunda eser veren önde gelen büyük hadîs hâfızları ittifakla Ebû Hanîfe (r.a.)'i kendilerinden biri olarak kabûl ederler. Bu âlimlerden birisi olan Makdisî de el-Muhtasar fî tabakâti ulemâi'l-hadîs isimli eserinde Ebû Hanîfe (r.a.)'e yer vermekte, onun hayatını anlatmakta ve onu şöyle hayırla övmektedir: “Ebû Hanîfe (r.a.) otoriteydi, takvâ sâhibi idi, âlimdi, ilmiyle amel ederdi, ibâdete düşkündü, şânı yüceydi, sultânların verdikleri hediyeleri kabûl etmez, tam tersine ticaretle meşgûl olur, rızkını ticâretten kazanırdı. Dırâr b. Surad'ın nakline göre Yezîd b. Harun'a, “Sevrî mi yoksa Ebû Hanîfe (r.a.) mi daha fakihtir?” diye sorulunca, Yezîd, “Ebû Hanîfe (r.a.) daha fakih, Süfyân es-Sevrî (r.a.) daha çok hadîs ezberlemiştir” diye cevâb vermiştir.İbnü'l-Mübârek (r.âleyh), “Ebû Hanîfe (r.a.) insanların en fakihidir” derken, İmâm-ı Şâfiî (r.a.), “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe (r.a.)'e minnet borçludur” demiştir. Yezîd (r.âleyh) “Ebû Hanîfe (r.a.)'den daha takvâlı ve daha akıllı birisini görmedim” derken, Ebû Dâvûd (r.âleyh) ise “Allâh (c.c.) Ebû Hanîfe (r.a.)'e rahmet eylesin. O otoriteydi” demiştir. Ebû Yusuf (r.âleyh) şöyle anlatmıştır: “Bir gün Ebû Hanîfe (r.a.) ile birlikte yürüyordum. Birisi, bir başkasına “İşte bu zât Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Geceleri uyumaz” deyince Ebû Hanîfe (r.a.), “Vallâhi benden sözedilirken yapmadığım bir şey söylenmemeli” dedi ve bundan sonra geceleri namaz, duâ ve yakarışla ihyâ etmeye başladı. Ebû Hanîfe (r.a.)'in menkîbeleri ve fazîletleri çoktur.”(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.68-70)

Kendini veya başkasını haksız yere öldürmek ve yaralamak elin âfetlerindendir. Haram olan ölü, kan, içki ve benzeri şeyleri almak ve taşımak haram ve el âfetlerinden dir.Bakılması haram veya mekruh olan şeye zaruret yokken el dokundurmak da el âfetlerine dâhildir.Kadın erkek bu hususta müsavidir. Gayr-i müslimle el sıkışmak mekruhtur. Rüşvet alıp vermek haram olan el âfetlerindendir. Ancak zulmü defetmek için olursa o zaman haram değil, mekruhtur.Gasp yoluyla elde edildiğini veya başka bir yoldan haram olduğunu bildiği halde alınan hediye, sadaka ve satılık mal da el âfetlerine dâhil haramlardandır. Başkasının müsaadesi olmadan malını almak, ganimet veya beytü'l-mala hiyânet etmek, hırsızlık yapmak, muhtaç olmadığı halde zekât, öşür, nezir, sadaka-i fıtır, kefaret ve yerde bulduğu bir malı faydalanmak gayesiyle almak haramdır.Ama bulunan bir malı zayî olmasın diye alıp korumak vâcibdir. Tasadduk edilmesi gereken bir malı almak da haramdır. Çünkü asıl ihtiyacından başka kurban kesecek kadar zengin olan kimse dînen zengin sayılır. Veya zekât, fitre ve benzeri şeyi, fakir veya ilm u salâh, takva, keramet ve velayet sahibi zannettiği kimselere verilir, onlarda bu gibi sıfatlar olmadığı ve muhtaç bulunmadıkları halde alırlarsa, bu da haramdır. Delinin, aklı hafif olanın, baygının ve küçük çocuğun, velisi dahi verse, malını almak haramdır. Ancak kıymetinin misliyle veya daha fazlasını vermekle almakta bir beis yoktur.(Birgivi Mehmet Efendi, Tarikatü'l-Muhammediyye Tercümesi, s.436-437)

30 Ramazan 1051 (2 Ocak 1642) tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Sultan İbrâhim, annesi Hatice Turhan Sultan'dır. Ava olan tutkusundan dolayı “Avcı” lakabıyla anılır. Çocukluğunu sarayda geleneksel ortam içinde geçirdi. Bu sırada Şâmî Yûsuf ve Şâmî Hüseyin Efendiler tarafından eğitildi. 18 Receb 1058'de (8 Ağustos 1648) yedi yaşında iken Osmanlı tahtına çıkarıldı.6 Rebîülevvel 1072'de (30 Ekim 1661) IV. Mehmed'in göreve getirdiği Köprülü Mehmed Paşa ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa'nın sadrazamlıkları dönemi ise Osmanlı Devleti'nin yükseliş devrini hatırlatan başarılarla doludur.Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, Osmanlı Devleti'nin gücünü denizlerde Venedikliler'e ve Fransızlar'a, Orta Avrupa'da Lehistan'a ve Avusturya'ya karşı göstermeyi başardı. Uyvar'ın fethi, 1075'te (1664) Avusturya ile yirmi yıllığına imzalanan Vasvar Antlaşması ile sonuçlandı. 1080'de (1669) Kandiye'nin alınmasıyla yirmi beş yıldır sürmekte olan Girit meselesi de halledildi.Tarihe düşkünlüğüyle bilinen IV. Mehmed, dönemin entelektüel şahsiyetlerinden Hezarfen Hüseyin Efen-di'den tarih dersleri almış, Sır kâtibi Abdi Ağa'yı döneminin olaylarını yazmakla görevlendirmiş ve zaman zaman her şeyin yazılıp yazılmadığını kontrol etmiştir. Evliya Çelebi de meşhur eserini bu devirde yazmıştır. Kaynaklardaki bilgilere göre iyi kalpli, çok cömert bir kimse olan ve mazbut bir hayat yaşayan Sultan Mehmed sade giyinirdi. 28 Rebîülâhir 1104'te (6 Ocak 1693) çok sevdiği Edirne'de vefat etti, naaşı İstanbul'a getirilerek annesi Turhan Sultan'ın Yenicami civarındaki türbesine gömüldü.(Abdülkadir Özcan, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.28, s.414-418)

Efendimiz (s.a.v.)'in bizlere ölümden hoşlanmadığımızı imâ etmekten kaçınmamızı vasiyet buyurmuştur. Zamanımızda birçok insanlar bu ahde hıyânet etmektedirler. Bu gibi dünya sever kimselerden hiçbirinin ölüme hazırlandığını görmemekteyiz. Bir kul daima kendisine Allâh (c.c.)'a kavuşmanın sevgisini tattıracak sebepleri araştırıp bulmalıdır. Hiçbir kimse bu dünyayı kendisine ebedî vatan olarak görmemelidir. Bu dünyanın, insanı gerçek eve götüren bir köprü olduğunu görmeli ve ona göre yoluna devam etmelidir. “Bir kimse Allâh (c.c.)'a kavuşmayı özler ve severse, Hâkk Teâlâ (c.c.) da o kuluna kavuşmayı severek ister. O (c.c.)'a kavuşmayı sevmeyip kerâhet duyarlarsa (nefret hissetme), Hâkk Teâlâ (c.c.) da böyle bir kimse ile kavuşmaktan kerâhet duyar.” (Buhari)Hz. Âişe (r.anhâ) der ki: “Hepimiz ölümden kerâhet duyarız.” Bu sözü duyan Efendimiz (s.a.v.), Hz. Âişe (r.anhâ)'ya, “Yok, ölüm sizin bildiğiniz gibi değildir. Belki şöyledir: Mü'min bir kul, Allâh (c.c.)'un râhmeti, rızası ve cennetiyle müjdelenir, Allâh (c.c.)'a kavuşmayı severse Allâh (c.c.) da ona kavuşmayı sever. Fakat Allâh (c.c.)'un azabına düşeceği ve zillet göreceği yolunda uyarılan bir kâfir, Allâh (c.c.)'a kavuşmaktan kerâhet duyacağı gibi Allâh (c.c.) da ona kavuşmaktan nefret duyar.” Efendimiz (s.a.v.), “Ey Allâhım! Sana imân edip de benim senin elçin olduğuma şehadet eden bir kimseye seninle kavuşmayı sevimli kıl, onun ölümünü kolaylaştır, dünya ile bağlantısını azalt. Sana imân etmeyenlere ve benim senin elçin olduğumu yalanlayanlara, sana kavuşmayı sevdirme, canını da kolayca alma, dünya ile bağlantısını çoğalt” diye duâ ederdi.” (Taberânî) “Mü'min bir kimseye en güzel hediye ölümdür.” (Taberânî)(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.1008-1011)

Adı: Kur'an-ı Kerim. Lakabı: Mecid. Lisanı: Arapça. Nüzul zamanı: 27 Ramazan, Fil senesinin 40 yılı. Nüzul mekanı: Mekke, Medine, Hira Mağarası. Nazil eden: Allâhü Teâlâ. Vahimeleği: Hz.Cebrail. Vahyi alan: Hz.Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Vahiy sayısı: 24.000 defa. Nazil olma müddeti: 23 yıl. İlk nazil olan ayet: “Yaratan Râbb'inin adı ile oku” (Alak s. 1) İlk nazil olan sure: Alak. Son nazil olan sure: Nasr. Son nazil olan ayet: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” (Maide s. 3) Cüz sayısı: 30. Sure sayısı: 114. En azametli ayet: Ayet'el Kürsi. En uzun sure: Bakara 286. En kısa sure: Kevser 3. En uzun ayet: Bakara s. 282. En kısa ayet: Taha Suresi “Ta-ha” ayeti. Mekkî surelerin sayısı: 82. Medenî surelerin sayısı: 20. Mekkî ve Medenî sürelerin sayısı: 12. Kuran'ın yarısındaki sure: Kehf suresi. Kuran'ın anası: Fatiha suresi. Kuran'ın kalbi: Yâsin. Kuran'ın gelini: Rahman Suresi. İki besmele olan sure: Neml Süresi. Besmele olmayan sure: Tevbe Suresi. Hizb sayısı: 120 hizb.Tüm ayetinde Allâh ismi olan süre: Mücadele Süresi. Ayet sayısı: 6236. Ayet Kelime sayısı: 77439. Kelime Harf sayısı: 330733. Harf Nokta sayısı: 105684 nokta. Kuran üç bölümden ibarettir: 1. Allâh (c.c.)'un vahdaniyeti 2. Kıssalar 3. Ahkâm.Kuran'da erkek ve kadın eşit oranda,eşit kelimelerle zikrolunmuştur. Yani; Kuran'da, Erkek 24 defa, Kadın da 24 defa zikrolunmuştur. Bu nokta insanı hayrete düşüren ve insanın üzerinde tefekkür etmesi gereken bir noktadır. Bu nokta Kur'an'da her konunun eşit olarak beyan olunduğunu göstermektedir. Kur'an'da Dünya: 115 defa, Ahiret de: 115 defa, Melekler: 88 defa Şeytan da: 88 defa, Yaşamak: 145 defa ,Ölüm de: 145 defa, Fayda: 50 defa, Zarar da: 50 defa. Bütün bunlar insanı derin tefekküre sürüklemektedir.(www.mevlanatakvimi.com)

Ebu Davud'un, Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettiği hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ümmetim içinde Mehdi bulunacaktır. Eğer kısa süre olursa yedi yıl, kısa olmazsa dokuz yıl hüküm sürecek. Mehdi'nin zamanında mal (yani zenginlik) artacak. Yanında da çok servet bulunacak. Biri kalkıp da: Ya Mehdi bana (biraz) yardım et, deyince o da: (istediğin miktarı, taşıyabildiğin kadarı) al, diyecektir.” Keza Ebu Davud'un rivayetindeki (başka) hadîs-i şerifte: “Mehdi ben(im neslim)dendir. Alnı geniş ve açıktır yani alnı üzerindeki saçı dökülmüştür). Doğan ve çekme burunludur. Yeryüzü (önce) haksızlıklarla, zulümlerle dolmuş olduğu gibi o da adaletle dolduracaktır ve yedi yıl hükümdarlık edecektir” buyurulmuştur.Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ten rivayet edilen hadîs-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İmam Mehdi bu adalet ve bolluk içinde yedi yıl, yahut da sekiz yıl veya dokuz yıl yaşayıp hükümdar kalacaktır.”“Dünya tek bir gün kalsa bile Allâh Teâlâ muhakkak o günü uzatır ve yüce Allâh o günde benim neslimden yahut da Ehl-i Beyti'mden adı adıma, babasının adı da babamın adına uygun olan (yani Abdullah oğlu Muhammed olan) kemal sahibi bir kimseyi gönderir” (Ebu Davud) “Dünyada ancak tek bir günden başka hiçbir zaman kalmamış olsa bile Ehl-i Beyt'imden bir kimsenin insanların başına geçmesi için muhakkak Allâhü Teâlâ o günü uzatır (da bu imkânı bahşedecek). Ve o zatın önünde (yardımcı) melekler bulunacak ve İslâm (dini bütün haşmetiyle) ortaya çıkacaktır.(Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s.436-437)

Mekruh ikiye ayrılır. Birincisi tahrîmen mekruhtur. Tahrîmen mekruh, onu işlemekle namazın fâsid olmadığı fakat ecrin noksan olduğu ve onu işleyenin günâhkâr olduğu mekruhtur. İkincisi tenzîhen mekruhtur. Tenzîhen mekruhu işlemekte günâh yoktur, fakat işlememek evlâdır. Mekruh sözü mutlak olarak zikredildiği vakit onunla tahrîmen mekruh kast edilir.Namaz kılan kimsenin elbisesiyle veya bedeniyle oynaması yahut da özürsüz olarak secde edeceği yerdeki çakıl taşlarını temizlemesi mekruhtur. Namaz kılan kimsenin parmaklarını çıtlatması veya elini böğrüne koyması yahut yüzünü sağa sola çevirmesi mekruhtur. Fakat boynunu kıvırmadan yalnızca gözüyle sağa sola bakması mekruh değildir, ancak zaruret olmaksızın bunu yapması münasip değildir. Namaz kılan kimsenin ayaklarını dikmesi ve onların üzerine oturması veya bağdaş kurması yahut da köpeğin oturuşu gibi oturması (ik'â, yani kalçalarını yere koyup dizlerini dikerek oturması) mekruhtur. Ancak kendisinde bir özür varsa bu durumda kolayına geldiği şekilde oturur.Namaz kılan kimsenin, elbisesini topraktan korumak için kaldırması ve kendine doğru toplaması mekruhtur. Kişinin güleceğinden veya huşuuna halel geleceğinden yahut da kalbini meşgul edeceğinden endişe ettiği bir yerde namaz kılması mekruhtur.Kişinin, oturarak veya ayakta durarak konuşmakta olan veya bir işle meşgul olan bir erkeğin sırtına doğru namaz kılması mekruh değildir.Ancak oturan kimsenin bundan dolayı rahatsız olacağından -yani namaz kılan kimsenin namazını bitirmesini bekleyerek rahatsız olacağından- veya onun konuşması sebebiyle kalbinin meşgul olacağından endişe etmesi durumunda onun sırtına doğru namaz kılmaz.(Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.209-214)

20.yy'da Almanya, diğer küresel sömürgeci devletler gibi tarihin kanlı soykırımlarından birini gerçekleştirdi. Namibya'da Herero milletinin %70'ini katletti.Suçunu telafi etmek için hala adım atmadı. Gazze'de işlenen insanlık suçları karşısında İsrail'den yana tavır aldı. Bu durum Namibya hükümeti ve halkının tepkisine yol açtı. 19. yüzyıl sonlarında Almanya tarafından sömürgeleştirildi.1904: Yerli Herero halkı, mızraklarla donatılmış savaşçıları ile Almanlara karşı isyan başlattı. Almanların sert müdahale ile bastırdıkları isyanda Hereroların yüzde 70'i katledildi. Hererolar çöle sürülürken çölde yaşayan Nama halkı da isyan başlattı. Hererolar ile aynı akıbeti paylaşan Nama halkı, nüfusunun yarısını kaybetti.1904-1908: Nama ve Herero katliamları Avrupa sömürgeciliğinin en kanlı örnekleri olarak tarihe geçti.1990: Namibya bağımsızlığını kazanmasının ardından Almanya'nın gerçekleştirdiği soykırımı tanıması için girişim başlattı.2004: İsrail devletini Filistin'de işlediği suçlara rağmen savunan Almanya, Namibya'da da tarihin en kanlı soykırımlarından birini gerçekleştirmişti. Namibya'ya bir ziyarette bulunan Almanya Kalkınma Yardımları Bakanı soykırımı kabul ederek özür diledi.2011: Almanya yerli halka ait 20 kafatasını iade etti.2021: Berlin hükümeti, Namibya'da işlenen suçları soykırım olarak kabul etti, tazminat ödemeyi kabul etmedi.(www.aa.com, 16.01.2024)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz 25 yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu. Hz. Hatice (r.anhâ) adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle berâber idi.Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib: “Bu ağacın altında ancak bir peygamber konakladı. Ey Meysere O (s.a.v.)'in gözlerinde kırmızılık var mıdır?” dedi. Meysere: “Evet” karşılığını verdi. “Bu kırmızılık bâzen geçer mi?”dedi. Meysere de: “Hayır” dedi. Râhib: “Öyleyse bu zat, bir peygamberdir” dedi. Ticâret malını satarken birisi kendisine: “Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?” diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu kesinlikle reddetti. Adam da: “Söz senin sözündür, hak olan budur!” dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: “Bilesin ki bu zât peygamber olacaktır. Bizim rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar” diye ekledi.Mekke kadınları bir bayram gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte olduğunu duydular: “Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir peygamber çıkacak, O (s.a.v.)'in adı Ahmed olacak, Allâh (c.c.)'un elçiliği ve son peygamberlik vazifesi O (s.a.v.)'nde olacak… İçinizden hangi kadın, O (s.a.v.)'in eşi olma imkânını bulursa, O (s.a.v.)'e eş olmaya baksın!” Bu sesi duyan kadınlar kızıp hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip lanetlediler. Hz. Hatice (r.anhâ) ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine hiç karışmadı.”(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.165)

17 Eylül 2006 tarihinde yapımına başlanmış ve yaklaşık iki yılda tamamlanmıştır. Bânisi Hz. Sami (k.s.)'nun ma‘nevî evlâdı ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk'tür.23.5 x 28.5 metre ebadında bir alana yerleşmiş, dört ana kolon üstüne tek ana kubbe ve etrafında dört yarım kubbe şeklinde inşâ edilmiştir. Câminin külliye haline getirilmesine devâm edilmektedir. İstanbul'un Pendik ilçesine bağlı Yenişehir mahallesinde bulunan cami; Yavuz Sultân Selîm Câmii gibi Osmanlı mîmârîsinin ince estetiğini açığa çıkaran bir eser olmuştur.Caminin kendi adına yapıldığı Zât hakkında Kitâbe'de şöyle denilmektedir: “Silsile-i Aliyye-i Nakşîbendiyye'nin otuz üçüncü postnişînleri olup Silsile-i Aliyye'nin otuz ikinci postnişîni Şeyhü'l-meşâyîh es-Seyyid Muhammed Es‘âd Erbilî kuddise sirrûh hazretlerinin hâlîfelerindendirler. Hazret-i Zât-ı Akdes'in şecere-i mübârekeleri, Ramazanoğlu Beyliği'nden Hz.Seyfullâh Hâlid bin Velîd (r.a.)'e uzanır. Hicrî 1308'de Adana'da dünyâyı teşrîf eden Zât-ı âli-kadrleri, 1404'te Medîne-i Münevvere'de irtihâl-i dâr-ı bekâ eylediler. Kabr-i şerîfleri Cennetü'l Bakî'de ziyâretgâhtır. Ulemâ-yı İslâm, “Bir asırlık mübârek ömürlerinin her ânında Sünnet-i Seniyye-i Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.)'i ihyâ eylediklerinde ve nice yüksek makâmların sâhibi;Gavs, Müceddid, Sâhibü'z-zamân ve Câna yakın ülfet makâmının sâhibi ve asırların nâdir yetiştirdiği bir Zât-ı Akdes olduklarında” ittifâk-ı ârâ eylemişlerdir.”Allâhü Te‘âlâ yollarına ve şefâatlerine cümlemizi dâhil eylesin. Âmîn.Gavs: Yardım etmek, imdada yetişmek demektir.Bunun yerine “kutub” da kullanılır. En yüksek ma'nevî makâmdır. Allâh (c.c.) onların duası sebebiyle gelmesi muhtemel belâları def eder.Müceddid: Her asır başında geleceği Nebî (s.a.v.) tarafından müjdelenen, dinin yüksek hâdimleridir. Kendilerinden ve yeniden bir şey ortaya çıkarmazlar, yeni ahkâm getirmezler. İslâmî hükümlere harfiyen uyarak dinin aslını ortaya koyarlar ve ona karıştırılmak istenilen bid'atleri def ederler.Sâhibü'z-zamân: Zamanın etkisinden kurtulmuş; geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vâhidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır.

Kimya biliminin ve deneyselliğin kurucusu olarak Cabir bin Hayyan'ı buluruz. İlk laboratuvarı Cabir bin Hayyan kurmuştur. Buluş ve çalışmalarında bilimsel metotları uygulamıştır. Cabir bin Hayyan, bütün ilimler tarihinde,özellikle kimya alanında ilk defa laboratuvar kuran ve ilk defa müşahede ve deney yolunu bilimsel araştırmaya kazandıran ilim adamıdır.Cabir bin Hayyan, hem tahayyül, hem de teori (nazariye) ve deney/tecrübe sahasına getirdiği yeni açıklama yaklaşımları ile şaşırtmaktadır. Mesela bilimsel çalışmalarla canlılarda bile değişiklikler yapılabilir demiştir. Bu düşüncesini şu sözlerle açıkladı: “Allâh bize fizikî kanunlar vermiştir. Bunlarla bitki, hayvan hattâ insandaki benzerini yapabiliriz. Allâh beşere öyle kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer, kâinattaki bütün sır perdelerini bununla çözmeye muktedirdir.”Cabir bin Hayyan'ın nükleer bilim hakkında da ilk sözü söyleyen ilim adamı (alim) olarak bilinir. Yunan filozofları atom parçalanamaz (cüzi lâ yetecezza) demiştir. Cabir ise aksine atomun da parçalanabileceğini ve onun enerji dolu ve hareketli olduğunu söyledi.Hayyan'ın atom yerine “zerre” kavramını kullandığını görüyoruz. Zerrenin parçalanması sonucunda ortaya muazzam bir enerji çıkacağını ifade etti. Şu sözü meşhur olmuştur:“Yunanlıların atom dedikleri ‘cüz-i lâ yetecezza' da parçalanır ve bundan enerji hasıl olur. Bu öyle bir enerjidir ki bir habbeciğin bu şekilde parçalanması Allâh göstermesin,Bağdat gibi bir şehri yok edebilir.”(Prof. Dr. Osman Çakmak, Zafer Dergisi, 557. Sayı, Mayıs 2023)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim, bir musibet esnasında, “Sahibimiz Allâh (c.c.)'dur, döneceğimiz yer de O (c.c.)'un huzurudur” derse, Allâh (c.c.) onun musibetini sarar, tedavi eder. Onun âkibetini güzel yaparak, ona kendisinden hoşnut olacağı güzel bir bedel, bir halef verir. ”Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kandili sönünce “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği, buna karşılık “bu bir musibet midir” diye sorulduğunda, “Evet, mü'mine eziyet veren, üzen her şey, onun için musibettir.” diye cevâb verdiği rivayet edilmiştir.Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir:Ebu Seleme (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, “Başına bir belâ gelen herhangi bir müslüman, “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allâh (c.c.)'un emrine sığınır ve “Ey Allâh'ım, bu musibetin senden geldiğini biliyorum. O halde ona karşılık bana mükâfât ver ve ondan daha hayırlısını bana nasib et” derse, Allâh (c.c.) onu o belaya karşılık mükafâtlandırır ve ona daha hayırlısını bedel olarak verir” dediğini bana anlattı.Ümmü Seleme (r.anhâ) devamla, “Ebu Seleme ölünce ben bu hadisi hatırladım ve “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedim. Daha sonra Cenâb-ı Hâkk Ebu Seleme (r.a.)'in yerine bana Hz. Peygamber (s.a.v.)'i (koca olarak) nasib etti” demiştir.İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Allâh (c.c.),mü'minler Allâh (c.c.)'un emrine teslim olup,ona yönelerek, başına gelen bir musibet esnasında “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği zaman, kendisinin onlara o mü'min için üç özellik, yani Allâh (c.c.)'dan mağfiret, râhmet ve hidayet yolunu gerçekleştirme nimetlerini takdir ettiğini haber vermiştir.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.94)

Resûlullâh (s.a.v) için “yürüyen Kur'an”,“canlı Kur'an” deniyor. Biz 1500 yıl sonra ona tabi olanlar, onunla birlikte olmaktan mahrumuz. Efendimiz (s.a.v.)'in yaşayan Kur'an oluşu sadece yaşadığı çağa mahsustu diyemeyeceğimize göre, bugünkü müslümanlar ve bizden sonrakiler bu meseleyi nasıl çözecekler? Bu soru müslümanların kalkınmaları için çok önemli. Başta şunu söyleyeyim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz için kullanılan “yürüyen Kur'an” ifadesi yeni bir ifadedir, bilinen ifade Hz. Aişe (r.anhâ) validemizin ifadesidir: “Onun ahlâkı Kur'an'dır.” Cevaba, her meseleyi kapsayan genel bir düşünceyle başlamak istiyorum. Her şey görecelidir, yani biz gelecek nesle nispetle daha hayırlıyız, bizden önceki nesil bizden hayırlıdır, böylece geriye doğru tabiin ve sahabe dönemine kadar gidilir. Bu bizi ye'se sevketmemelidir. Asla pes etmeyip ilerlemek için çabalamalıyız.Peki, İslâm ümmetinin kalkınması için; adımları, metotları, ibadetleri ve ahlâkı ile Peygamber (s.a.v.)'in hidayet yoluna götürecek vesileler nelerdir? Birinci vesile; büyük âlimler, imamlar ve selef-i salihin bize miras olarak bıraktıkları sahih ilmi yaymaktır. İkincisi; bütün insanlar Hz.Âdem (a.s.)'ın çağından günümüze hatta kıyâmete kadar hak veya bâtıl yolunu tutmuşlardır.Biz hakkı desteklemeye çalışmalı, âlimlerin meclislerini ve onların yanında bulunmayı teşvik etmeliyiz. Aynı zamanda hayrı ve hakkı teşvik edip fesâdı yıkmaya çalışmalıyız. Bir başka önemli husus da, müslümanlar arasında selef-i salihin ahlâkını daima yaşatmalı ve yaymalıyız.“Bu genel bir sözdür, fakat uygulaması nasıl?” diye sorabilirsiniz. Cevabı: Uygulama selef-i salihin haberlerini, menkıbe ve ahlâkını yaymakla mümkündür.(Muhammed Avvame Hocaefendi, Din ve Hayat Dergisi, 35. Sayı, s.61)

Şehvetin başlıca iki derecesi vardır. En üst ve tehlikeli derecesi, nefsin arzularına uyarak İslam'dan uzak kalmak ve küfre düşmektir. İkincisi ise İslam'a mensup olduğu hâlde bir müslümanın Allâh'ın emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik göstermesidir. Allâh'ın emir ve yasaklarına riayet etmemesi noktasında nefsin üç çeşit isteği olabilmektedir: Nefsin birinci isteği bidattır. Bu itikat ile alakalıdır. Bidatın tanımı, dinde olmayan bir şeyi din olarak kâbul etmektir. Meselâ, Berat Kandili'nde helva pişirmeyi zorunlu görmek ve bunun için sevap beklemek bu türdendir. Nefsin ikinci isteği amel ile alakalıdır. Vakti girdiği hâlde uykuyu bahane ederek namazı kazaya bırakmak, yatsı namazını kılmadan uyumak yada ticaretle meşgul iken namaz vakti girdiğinde namaza iştirak etmemek ve namaza başladıktan sonra namazı özensiz edâ etmek, zihnin başka şeylerle meşgul olması hevâ ve 1hevesin birer göstergesidir.Kısacası dinin emirlerine uymamak ve yasaklarına riayet etmemek, hevâ ve hevesin peşine düşmek demektir. Nefsin üçüncü isteği kaza ve kader hakkında yanlış görüşlere sahip olmaktan ibarettir. Yağmur yağmadığı zaman bir müslümanın istiğfar ve duâ ederek Allâh (c.c.)'a yönelmesi gerekirken, nefsin arzusu doğrultusunda ileri geri konuşması buna misâl olarak verilebilir. Böyle bir kişiye, “Allâh her şeyi hakkıyla bilen, hikmet sahibi ve her şeye kadirdir, senin bu konuda ileri geri konuşmanın ne faydası var?” denildiğinde, yine haddini bilmeden “Ziraatım bitti, mahsullerim mahvoldu” gibi cümleler kurmaya devam etmektedir. Şüphesiz, bu kadar hadsizlik ancak azgın bir nefsin işi olabilir. Bahsedilen hevâ ve heves çeşitlerinin hepsinin ortak özelliğinin, insanı sırat-ı müstakimden uzaklaştırması olduğu bilinmelidir.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.24-26)

Hz. Ali (r.a.) maiyetindekilerle berâber Medine'ye doğru yola çıktığında, Hâşimoğullarından 300 kişi toplandı. Hz. Ali (r.a.)'ın arkasından takibe başladılar. Ertesi gün Hz. Ali (r.a.)'a yetiştiler. Kalabalığı gören Zeyd b.Hârise (r.a.); “Âmiroğulları kabilesinden yardım isteyelim” dedi. Hz. Ali (r.a.): “Ey Zeyd! Allâhü Teâlâ'ya tevekkül edelim. Gidip bizim gibi mahluk olanlardan yardım istememiz doğru değildir. Yardımcımız, gözetenimiz Allâhü Teâlâ'dır” dedi.Topluluğun başındaki Ebû Cehil, bu kadar çok insanla vuruşacak mısın? dedi. Hz. Ali (r.a.):”Evet. Resûlullâh (s.a.v.)'in haremi üzerine gelen askerle savaşırım” dedi. Ebû Cehil;“Sabah olunca görüşürüz” dedi. Ebû Cehil'e neden sabaha kadar beklediği sorulduğunda “Mekke kuruldu kurulalı onun gibi şecaatli ve kuvvetli bir server gelmemiştir. Savaşırsak askerimiz harap olur. Araplar içinde rezil oluruz.Ola ki, Ali'nin gönlüne bir korku düşer yada bu 300 kişiden yürekli bir er çıkar, gider Ali'yi gâfil iken öldürür, bizi de kurtarır.” dedi.Hz. Ali (r.a.) ertesi sabaha kadar Allâh Resûlü (s.a.v.)'in ehl-i beytine göz kulak oldu,sabah namazını kıldı. Kureyş'in karşısına tek başına dikildi ve kılıcını çekip 300 kişinin arasına daldı. Öğle vaktine kadar vuruştu. 27 kişiyi öldürdü. Kimisini de yaraladı. Hz. Ali (r.a.):“Ey topluluk! Gördünüz mü yalnız da olsa kişinin yardımcısı Hâkk Teâlâ olunca, onun işinin nasıl kolay olacağını. Onun için düşmanın çokluğunun hiçbir kıymeti yoktur” dedi. Bu sözler onlara ağır geldi. Kureyş kavmi tekrar geri döndü. Hz. Ali (r.a.)'da Medine'ye gitmek üzere yola koyuldu. Hz. Ali (k.v.)'nin Kureyş'e yaptığını, hiç kimse kimseye yapmamıştı.(Erzurumlu Mustafa Darir, Siyer-i Nebi, c.2, s.213-217)