Mevlana Takvimi günlük takvim yazıları
Sevginin hakikâti, (kalbin) insana muvafık olan hususa meyletmesidir. Kalbin insana muvafakati ve meyletmesi, meylettiği şeyi anlamakla ondan lezzet almak suretiyle olur. Güzel resimleri, hoş olan sesleri, lezzetli yemekleri ve suları ve bunlara benzeyen bir salim yaratılışlı olanın kendisine muvafakat ettiği için ona meyleden şeyleri sevmek gibi. Veyahut bâtını güzel mânâları kalbinin ve aklının hissiyatıyla anlamasından, lezzet duymasından ileri gelir. (Peygamber ve velilerden) sâlihleri, ulemâyı, şehidleri, seçkin kullardan bilinenleri, onlardan kalan güzel hareket ve işleri sevmek gibi.Çünkü insanın (kâmilin) tabiatı bunlar gibilerine kalbinin derinliğine istercesine meyleder. Hatta (bu derinliğe işleyiş) bir kavmi tâbi olduklarına öylesine taassubla bağlılığa götürür ki, (bu bağlılık) memleketlerini terk edip hicret etmeye (kadın ve zürriyetin) mahremiyet perdesini yırtmaya, insanları öldürmeye kadar götürür. Veyahut onu sevmesi kendisine yapılan ihsan ve in'âm yönünden kalbinin ona mutabakat etmesinden olur.Resûlullâh (s.a.v.) şer'an olsun, âdet ve yaradılış bakımından olsun, gerçekten sevilmeye müstahaktır. Çünkü O (s.a.v.)'in in'âm ve ihsanı insanların bütün ferdlerine şâmildir. Muamelesi ise, her zaman güzel ve umumidir. Süfyan-ı Sevri (r.h.) der ki: “Resûlullâh (s.a.v.)'i sevmek onun sünnetine tâbi olmakla olur.” Bu sözü ile Süfyan (r.âleyh), Allâhü Teâlâ'nın: “(Habibim) şöyle de: “Eğer siz Allâh'ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allâh da sizleri sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın.Zira Allâh çok bağışlayıcı,çok merhamet edicidir.” (Al-i İmran s. 31) sözüne işaret etmektedir.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.412-414)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bizlere vermiş olduğu emir ve vasiyetlerinden biri, yatsı namazından sonra vitri kılmadan 4 rekât namaz kılmamız hakkındadır. Vitir namazını ise bu dört rekât namazdan sonra kılarız. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur: “Vitir namazı haktır, vitir namazını kılmayanlar bizden değildir.” (İmâm Ahmed) “Gecenin sonuna doğru kalkamayacağından korkan kişi vitir namazını yatmadan evvel kılsın. Gecenin sonunda kalkacağını ümid eden de bu vitir namazını gece sonunda kılsın. Zira gece sonundaki namaz meşhuttur ve mahzurdur (yani edası vaktinde rahmet melekleri hazır bulunur). Bu da daha çok fazileti celbeder.” (Müslim) buyrulmuştur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bizlere vermiş olduğu emir ve vasiyetlerinden biri de, her gece yatmadan önce bedenî temizliğimizi yapıp, gece teheccüdüne kalkmaya niyet etmemizdir. Allâh (c.c.) sevgisini kazânmanın sırlarından biri de âdeti olsa da olmasa da kulun teheccüde kalkmasıdır. Şer'î zaruret, uyku yenilgisi olmayınca abdestsiz, kirli ve cenâbet olarak yatmayı hiçbir vakit kendimize âdet edinmeyelim. Bununla berâber uyumadan önce ve uyandıktan sonra okunması iktizâ eden duâları okuyalım. Zira Allâh (c.c.) bu gibi şeyleri sever. Bir yönden de Nebi (s.a.v.)'in bildirdiği gibi, bu duâlar okunduğu takdirde okuyan kişi uyurken dahi şeytanların şerrinden sabaha kadar kendini kurumuş olur. Uyku esnasında ruh temiz olarak cesetten ayrılırsa, kişi uyanıncaya kadar ruha Allâh (c.c.)'un huzur meclisinde secde etmesine izin verilir. Şayet kirli olarak, temizlenmeden uyur, yani abdestsiz uyursa, ruh cesetten ayrılarak ilâhî çevrede Hâkk'ın huzurundan uzakta kalır.Bunlar, uykuya abdestli varmanın sırlarından bazılarıdır. Bunun içindir ki, Allâh ehli ulu kişiler, abdestli yatmaya titizlikle riayet ederler.(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.131-135)
Nuh (a.s.), tufandan sonra, üç yüz elli yıl daha yaşamıştır. Nuh (a.s.), vefatı yaklaştığı sırada yerine büyük oğlu Sâm'ı vekil bıraktı. Yanına toplanan oğulları Sâm, Ham ve Yafes ile bunların oğullarına şöyle vasiyette bulundu: Yüce Allâh'a ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca oğlu Sâm'a: “Ey oğulcağızım” dedi, kalbinde zerre ağırlığınca şirk olduğu halde kabre girme! Çünkü Allâh (c.c.)'un huzuruna müşrik olarak gelen kimse için bir delil yoktur. Ey oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunduğu halde kabre girme! Çünkü Kibriyâ, Yüce Allâh'ın Ridâ'sıdır. Ridâ'sı hakkında çekişen kimseye Allâh (c.c.) gazap eder. Ey oğulcağızım! Kalbinde zerre ağırlığınca rahmetten ümit kesmiş olarak kabre girme!Çünkü dalâlete düşmüş kimseden başkası Allâh'ın rahmetinden ümidini kesmez. Sana iki şeyi emrediyor, seni iki şeyden de nehyediyorum: “Lâilâhe illallâh” kelime-i tevhidini emrediyorum. Çünkü yedi kat gökler ve yedi kat yerler, bir terazi kefesine konsa ve Lâilâhe illallâh kelimesi diğer bir kefeye konulsa bu kelime onlardan ağır gelir. Eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler bir çember olsa “Lâilâhe illallâh” kelimesi ve “Sübhanallâhi ve bihamdihi” kelimeleri onları kırar. Çünkü bunlar her şeyin duâsıdır ve halk bunlarla rızıklanır. Rivayete göre Nuh (a.s.)'a vefâtı yaklaştığı zaman “Ey Ebu'l beşer ve ey uzun ömürlü! Dünyayı nasıl buldun” diye sorulmuştu. Nuh (a.s.): “Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım.” demiştir. Nuh (a.s.) kamıştan bir kulübe edinmişti. “Keşke bundan daha sağlam bir ev yapsaydın” denilince: “Ölecek bir kimse için bu bile çok” demiştir.(M.Asım Köksâl, Peygamberler Tarihi, s.105-106)
Allâh (c.c.) dünyayı yarattıktan sonra yeryüzünde insana hizmet etmesi için ona hayatın sürekliliğini bahşetmiş; insanın hayatın anlamını kavramasını sağlamıştır. Dünya hayatı, dünyaya gelmeden önce melekut (zerreler) aleminde olan insanın Allâh (c.c.)'a karşı sevgisinin imtihanıdır. Allâh (c.c.)'un yeryüzünde yarattığı her şey ona boyun eğmektedir, isyân edemezler ve daima Allâh (c.c.)'u tesbih etmekle meşguldürler. Allâh (c.c.) yarattıktan sonra sadece insanlara ve cinlere irade hürriyeti vermiştir. Bu konuda Cenâb-ı Hâkk şöyle buyurmaktadır: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o; çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab s. 72) Demek ki dünya hayatı bütün bu nimetleri kendisine bahşeden Râbbine karşı insanın sevgisinin imtihanından başka bir şey değildir.Allâh (c.c.) yeryüzünde her şeyi insana musahhar kıldıktan sonra onun yeryüzünde rahat bir şekilde yaşayabilmesi için bir program hazırlamış, emirler ve yasaklar koymuştur. Allâh (c.c.) şunu yapın bunu yapmayın şeklinde helaller ve haramlar şeklinde sınırlamalar getirmiştir. Bunu insanoğlunun bedbahtlardan olmaması için yapmıştır. Dünya hayatı sona erdikten sonraki aşamada, insanın kıyamet günü tekrar diriltileceği güne kadar bulunacağı yer olan berzâh alemi gelmektedir. Berzâh aleminin kendine özgü kanunları vardır ki biz bunun hakkında fazla bir bilgi sahibi değiliz. Ancak şunu biliyoruz ki insan berzâh alemindeyken gayb alemini müşâhede edecektir. İnsanın beşeri özelliği kaybolup seçme hürriyeti yok olunca boyun eğecek, gözündeki perdeler kalkacak ve gayb alemini görmeye başlayacaktır. Allâh (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “And olsun ki sen bundan önce gaflette idin. Biz senin perdeni kaldırdık, bugün artık gözün keskindir, denir.” (Kaf s. 22)(Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri, s.11-12)
Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayetle: Allâhü Teâlâ Hazretleri için mahsus bir takım melâike-i kiram vardır ki vazifeleri ehl-i zikri aramak için sokaklarda dolaşmaktır. Zikir yapan cemâati bulduklarında yekdiğerine nida ederek “Geliniz, aradığınız buradadır” diye toplanırlar. Tâ semâya kadar o mevkîyi kanatlarıyla çevirirler. Allâhü Teâlâ Hazretleri ehl-i zikrin ibâdetlerini meleklerden ziyâde bildiği halde meleklere hitaben :”Ey melâike! Benim kullarım ne diyorlar?” diye sual buyurur. Meiâike de : “Ya Râbbena! O kulların seni teşbih, tekbir, tahmid ve temcîd ediyorlar.” derler. Allâhü Teâlâ Hazretleri melâikeye hitaben: “O kullarım acaba beni gördüler mi ki?” buyurur. “Hayır Ya Râbb, vallâhi onlar seni görmediler” derler. Allâhü Teâlâ Hazretleri “Onlar beni görmüş olsalar nasıl olurlar?” buyurur. “Ya Râbb, onlar eğer görmüş olsalar daha şiddetle ibadet ederler.” Tekrar Allâhü Teâlâ Hazretleri: “Benden ne istiyorlar?” diye sorar. Melekler de: “Cennet istiyorlar.” derler. “Cenneti gördüler mi?” buyurur. “Ya Râbb! Vallâhi onlar cenneti görmemişlerdir.” “Eğer görmüş olsalar nasıl ederler?” buyurur. Melâike de: “Eğer cenneti görmüş olsalar cennetin talebinde ve ibâdetde daha hırslı olurlar. “Benim kullarım neden istiâze ediyorlar?” buyurur. “Cehennemden” derler. “Görmüşler mi?” buyurur. “Hayır ya Râbb! Onlar asla cehennemi görmemişlerdir.” “Benim kullarım cehennemi görmüş olsalar ne yaparlar?” buyurur. Melekler de: “Daha şiddetle havf ederler” derler.” Allâhü Teâlâ Hazretleri buyurur ki: “Ey melâikem siz şâhid olunuz ki ben o zikir meclisinde bulunanların günâhlarını afv ve mağfiret eyledim,” Melâikeden birisi: “Ya Râbb, o meclisde filânca bir kimse vardır ki başka bir haceti için gelmiş'” der. Allâhü Teâlâ Hazretleri de buyurur ki: “O meclisle hem-meclis olan şakî (bedbaht) olmaz.”(Zübdetü'l-Buhari) (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Muhasebe-2, s.17)
Güzel ahlâk ve üstün terbiyeyi dinimiz övmüş ve sahibine ebedi saadeti va'd etmiştir. Hatta bu güzel ahlâkın peygamberliği tamamlayan vasıflardan bir tanesi olduğunu da beyan etmiştir. Hüsn-ü hulk, kişinin yeteneklerinde ve teçhiz edildiği vasıflarda mutedil davranması, daima orta yolu seçmesi, ifrata ve tefrite kaçmamasıdır. Âlimlerden muhakkiklerin anlattıklarına göre, Peygamber (s.a.v.)'in ahlâkı kesbî değil, Allâh (c.c.) vergisidir. Allâh (c.c.) onu o şekilde yaratmıştır. Binaenâleyh ondaki o güzel vasıflar aslî ve cibillîdir (yaradılıştan). Riyazetle (çalışarak) kazanılmış değildir. Kendisine Allâh (c.c.) tarafından cömertçe ihsan edilen râbbani bir hususiyettir. Diğer peygamberlerinki de böyledir. Onların o güzel evsaf ve âdabı yaratılıştandır, köktendir ve Allâh (c.c.) tarafından lutfedilmiştir. Fıtraten, kendilerine ilim ve hizmet verilmiştir. Çocukluklarından peygamber olarak gönderilinceye kadar geçen zamandaki yaşayışlarını derinden derine inceleyen kişi bunu hemen idrak eder. İşte bütün bu güzel ahlâka her yönüyle en güzel bir şekilde son derece mükemmel ve mutedil bir tarzda Peygamber (s.a.v.) sahip olmuşlardır. Hâkk Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sen elbette büyük bir ahlâk üzerindesin” (Kalem s. 4) Âişe (r.anhâ) dedi ki: “Onun ahlâkı Kur'ân'dı. Kur'ân'ın hoş gördüğünü kâbul edip razı olurdu, hoş görmediğini kendisi de hoş görmez ve kaçınırdı.” Enes (r.a.) dedi ki: “Allâh'ın Resûlü (s.a.v.) ahlâk yönünden insanların en üstünü idi.” Peygamber (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde buyurmuştur: “Ben en güzel ahlâk esaslarını tamamlamak için gönderildim.”(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.96-98)
Tâbiînden Taylese bin Meyyâs (r.a.) şöyle dedi: “Ben, bir zamanlar Hâricî Necedât fırkasına katılmış, büyük günâhlardan olduğunu sandığım bazı günâhlar işlemiştim. Bu durumu Ashâb-ı kiram (r.a.e.)'den Abdullah ibni Ömer (r.a.)'e anlattım. O da bana: “O günâhlar neydi?” diye sordu. Ben de onları: “Şunu yaptım, bunu yaptım…” diye sayıp döktüm. İbni Ömer (r.a.) bana şunları söyledi: “Bu saydıkların büyük günâhlardan değildir. Büyük günâhlar şu dokuz şeydir: 1. Allâh (c.c.)'dan başkasını ilâh kâbul etmek, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. Savaştan kaçmak, 4. İffetli bir kadına iftirâ etmek, 5. Fâiz almak, 6. Yetim malı yemek, 7. Mescid-i Harâm'da günâh işlemek, 8. Bir kimseyle alay etmek, 9. Ana babayı ağlatmak.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) bunları söyledikten sonra bana: “Sen cehennemden korkuyor, cennete girmeyi istiyor musun?” diye sordu. Ben de: “Vallâhi, evet” dedim. Bana: “Annen ve baban hayatta mı?” diye sordu. “Yanımda yalnız annem var.” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbni Ömer (r.a.) bana şunu söyledi: “Annene tatlı sözler söyleyerek onun gönlünü alır ve geçimini üstlenirsen, Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki, büyük günâhlardan sakındığın takdirde, mutlaka cennete girersin.”Yine Tâbiîn âlimlerinden Urve bin Zübeyr (r.a.), “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara “öf” bile deme, onları azarlama, kendilerine tatlı ve gönül alıcı sözler söyle! Onlara merhamet gösterip alçak gönüllü davran ve kendileri için şöyle duâ et: “Râbbim! Onlar beni küçükken nasıl şefkât ve sevgiyle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet eyle!” (İsrâ s. 24) ayet-i kerîmesini şöyle açıkladı: “Anne ve babanın hoşlanıp istediği şeyleri, onlardan esirgeme!”(İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.26-27)
Tâbiînden Taylese bin Meyyâs (r.a.) şöyle dedi: “Ben, bir zamanlar Hâricî Necedât fırkasına katılmış, büyük günâhlardan olduğunu sandığım bazı günâhlar işlemiştim. Bu durumu Ashâb-ı kiram (r.a.e.)'den Abdullah ibni Ömer (r.a.)'e anlattım. O da bana: “O günâhlar neydi?” diye sordu. Ben de onları: “Şunu yaptım, bunu yaptım…” diye sayıp döktüm. İbni Ömer (r.a.) bana şunları söyledi: “Bu saydıkların büyük günâhlardan değildir. Büyük günâhlar şu dokuz şeydir: 1. Allâh (c.c.)'dan başkasını ilâh kâbul etmek, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. Savaştan kaçmak, 4. İffetli bir kadına iftirâ etmek, 5. Fâiz almak, 6. Yetim malı yemek, 7. Mescid-i Harâm'da günâh işlemek, 8. Bir kimseyle alay etmek, 9. Ana babayı ağlatmak.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) bunları söyledikten sonra bana: “Sen cehennemden korkuyor, cennete girmeyi istiyor musun?” diye sordu. Ben de: “Vallâhi, evet” dedim. Bana: “Annen ve baban hayatta mı?” diye sordu. “Yanımda yalnız annem var.” dedim. Bunun üzerine Abdullah İbni Ömer (r.a.) bana şunu söyledi: “Annene tatlı sözler söyleyerek onun gönlünü alır ve geçimini üstlenirsen, Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki, büyük günâhlardan sakındığın takdirde, mutlaka cennete girersin.” Yine Tâbiîn âlimlerinden Urve bin Zübeyr (r.a.), “Onlardan biri veya her ikisi yaşlanıp eline bakarsa onlara “öf” bile deme, onları azarlama, kendilerine tatlı ve gönül alıcı sözler söyle! Onlara merhamet gösterip alçak gönüllü davran ve kendileri için şöyle duâ et: “Râbbim! Onlar beni küçükken nasıl şefkât ve sevgiyle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet eyle!” (İsrâ s. 24) ayet-i kerîmesini şöyle açıkladı: “Anne ve babanın hoşlanıp istediği şeyleri, onlardan esirgeme!”(İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.26-27)
Bil ki, yalan söylemek, günâhların en çirkini, ayıpların en iğrenci ve bütün mâsiyetlerin başıdır. Yalan söylemek kalbe üzüntü verir. Yalan söylemek ahlâkların en buğzedilenidir. Yalan söylemek, imânla çelişir. Yani imân bir tarafta, yalan bir taraftadır. İmân ile yalan birbirlerine karşı karşıyadır. Bu ikisinin, imân ile yalanın arasındaki tam uzaklıktan kinayedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şu üç maksat dışında yalan söylemenin helâl kâbul edilmediğini bildirmiştir: “Aralarında geçimsizlik bulunan karı kocayı barıştırmak, savaş sırasında düşmanı şaşırtmak, insanlar arasındaki husumeti önlemek. (Müslim) Yalan söylemenin caiz olduğu bu üç yer ve mürâdiflerinde istisna açıktır. Bu hadîsin manasında, yalan, kendisi veya başkası için doğru bir maksada bağlatarak söylenilmiş olmasıdır. Farsça olarak, ıslâh eden, ara düzelten ve faydası olan bir yalan, fitne çıkaran doğrudan daha iyidir” denildiği gibi. Lâkin bütün bunlar başkasının hakkında olduğu zamandır. Amma kişi kendi nefsi ve çıkarı söz konusu olduğu zaman, doğru söylemesi evlâdır. Doğru söylemede zarar doğsa bile doğru söylemelidir. Sadi (r.âleyh)'in buyurduğu gibi, “kendisinden iyilik doğan bir yalan, bazen doğrulara denktir. Çünkü nice doğrular var ki, fitne ve fesâdın kapısıdır.” Bil ki, hak manâda yalandan murad ubudiyet ve Rubûbiyet haklarına karşı kıyâmdır, Râbbül'âlemin'in haklarını çiğnemektir. Münafıklarda olduğu gibi ve münafıkların peşine takılanlar gibi. Mutlak olarak, yalan erbâbına uymak asla sahih ve caiz değildir. Çünkü onlar kişiyi helâka, melikler melik'i olan Allâh (c. c.)'dan ayrılmaya çekip götürür.(İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri, c.1, s.228-230)
Hiç şüphesiz kişinin kaza namazlarıyla meşgul olması, nafile namazlarla meşgul olmasından evladır. Ancak farz namazların evvelinde ve sonunda kılınan sünnetler velev ki sünnet-i gayr-i müekked olsun bundan istisna edilmiştir. Yani kişinin bu sünnetleri terk edip yerine kaza namazı kılması evla değildir. Hatta kuşluk ve tesbîh namazları gibi hakkında eserler varit olan nafile namazlar da bu kabildendir. Zira bu emsal namazlar farz namazları ikmal eder. Ve bunlar belli bir vakitle mukayyet olduklarından dolayı vaktinin kaçırılması durumunda telafisi mümkün değildir. Kaza namazlarının ise muayyen vakitleri olmadığından kerahet vakitlerinin dışında her zaman kılınmaları mümkündür. Her iki namazın bir niyetle kılınması da caiz değildir. Kaza namazını kazaya niyetle, nafile namazı da nafileye niyetle kılınmalıdır. Namazları kazaya bırakmak bir günâhtır. Bu günâhtan mümkün mertebe kurtulmak için sünnetleri feda etmek münasip olamaz. Böyle bir günâhı işleyen kimsenin fazla ibadette bulunarak affı İlâhîye sığınıp, hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in şefaatine nail olmaya vesile olacak bir kısım mübarek sünnetleri, nafileleri terk etmesi nasıl muvafık olabilir? Hem bir kısım vakit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit namazlarını tamamlayıcı olan sünnetlerden tecrit etmek, iki kat kusur olmaz mı? Bunun hilafına olan bazı nakiller muteber değildir, fetva verilen kavle muhaliftir. Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya müsait vakit bulamadıklarını iddia edenler bulunursa, bunlar insaflı bir iddiada bulunmuş sayılamazlar. Beyhude yere en kıymetli vakitlerini zayi eden insanlar, böyle bir iddiaya ne yüzle cüret edebilirler?(Sualli Cevaplı İslam Fıkhı, c.3, s.49-50)
Yemen hükümdarı Ebrehe, Yemen'in baş şehri olan San'a'da büyük bir kilise yaptı. Maksadı Arapları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek ve yüzlerini San'a'ya çevirmek idi. Araplar ise San'a'da yapılan bu kiliseyi kâbul etmediler. Ebrehe ise bu duruma çok öfkelendi ve Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir ordu ile Mekke'ye doğru hareket etti. Tâif'e gelince daima askeri önünde yürüttüğü fili, ordusunun önüne kattı ve hemen Mekke-i Mükerrem'e üzerine yürüttü. Ordu şehre girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi. Başını başka tarafa çevirdikçe hemen koşarak gider ve Mekke'ye doğru çevirdikçe gitmeyip yere yatardı. Onlar bununla uğraşırken Cenâb-ı Hâkk tarafından birçok Ebâbil kuşları geldi. Herbiri ağzında ve ayaklarında birer ufak taşı Ebrehe'nin askerlerinin üzerlerine salıverirlerdi. Hangisine isâbet etse yaralanır ve ölürdü. Birçoğu bu şekilde mahvoldu. Ebrehe San'a'ya varâbilmiş ise de fana hâlde hasta olduğundan çok geçmeyip ölmüştür. Mekke-i Mükerreme ahâlîsi, Ebrehe ordusundan kalan mal ve eşyayı aldılar. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hürmetine Kureyş kabilesi hem öyle büyük bir düşman şerrinden kurtuldu, hem de böyle zahmetsizce bir hayli mâl ve ganimete kavuştu. Bu seneye Araplar, Fil senesi diye ad koydular ki o sene Îsâ (a.s.)'ın doğumunun beş yüz altmış dokuzuncu senesi idi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de o yıl doğdu.(Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Peygamberler, s.16)
Bayram günlerinde erken kalkmak, yıkanmak, misvâklan-mak, gül yağı gibi temiz, güzel kokulu şeyler sürünmek, giyinmesi mubah elbiselerin, herkes hâlince en güzelini giyinmek, Hakk ta'âlânın ni'metlerine şükür için ferah ve sürür göstermek, rast gelecek dîn kardeşlerine karşı, güler yüzlü bulunmak, mümkün mertebe fazla sadaka vermek, bayram gecelerini ibâdetle ihya etmek müstehap, müstahsen bulunmuştur. Bayram günü câmi'-i şerîfe sükûn ve temkîn ile gidilir, namaza giderken Ramazân bayramında gizlice, Kurbân bayramında da açıkça tekbîr alınması, namazdan sonra da mümkün ise başka bir yoldan ikametgâha dönülmesi mendûptur. Bayram günlerinde Müslümânların birbirini tebrik ve tehniye etmesi, birbiriyle Musâfâha yapması, birbirine: gafera'llâhu lenâ ve leküm ya'nî: Allâh ta'âlâ bizi de sizi de mağfiretine nail buyursun, veya tekabbela'llâhu ta'âlâ minnâ ve minküm ya'nî Allâh ta'âlâ bizden ve sizden kabul buyursun gibi bir veçhile duâda bulunması da mendûbtur.(Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s.168-170)YEMEK DUÂSIElhamdü li'llâhi'llezî et'amenâ ve sekânâ ve ce'alenâ mine'l müslimîne. Allâhümma'ğfir ve'rhâm va'hfez sâhibe't-ta'âmi ve'l-âkilîn. Ve men se'â fîhî ve li cemî'i'l-mü'minîne ve'l-mü'minât, ve'l-müslimîne ve'l-müslimât el ahyâi minhüm ve'l-emvât bi rahmetike yâ Erhame'r- Rahimîn. Allâhümme nevvîr kulûbenâ bi envâri muhabbetike ve zikrike ve şükrike yâ ze'l-Celâli ve'l-İkrâmi. Allâhümme ahyina hayaten tayyibeten bi's-sıhhati ve's-selâmeti ve'l-afve ve'l-âfiyeti fi'ddini ve'd-dünya ve'l-âhireti. İnneke â'lâ külli şey'in kâdîr. Allâhümme innâ nes'elüke tamâmen ni'meti ve devâme'l afiyeti ve'r-zükna hüsne'l-hatimeti. Allâhümme zid ve lâ tenkus bi hurmeti'n-Nebîyyî sallâ'llâhü aleyhi ve selleme. Ve bi hürmeti sirri Sûreti'l-FÂTİHA…(Misvak Neşriyât, İbadet Takvimi ve Duâlar, s.127)
Arefe Gecesi Kurbân Bayrâmı'nın birinci günü ile Arefe Günü arasındaki gecedir. Zilhicce Ayı'nın dokuzuncu gününü onuncu gününe bağlayan gecedir. Hz. İbrâhîm (a.s.) bir gece rüyâ gördü. Bu rüyânın evhâm mı yoksa ilhâm mı olduğunda şübhede kaldı. Zihni hep bu rüyânın tesirinde olarak gününü geçirdi. Nihâyet ikinci gece de tekrâr aynı rüyâyı görünce bunun Rahmânî bir rüyâ olduğu, Allâh (c.c.)'den gösterildiğini anladı. İşte bu anlama işini, tanıma yani bilme manâsında Kurbân Bayrâmı'nın evvelîne “Arefe” diyoruz ki Hz. İbrâhîm (a.s.)'ın rüyâdaki emri anlaması demektir.Bugünün en büyük özelliği Arafat'ta hacıların vakfe yaptıkları gün oluşudur. Bugün yapılan duâların makbûl olduğu hakkında Hadîs-i Şerîfler vardır. Hacca gitmeyenlerin bugünü oruçlu geçirmeleri müstehâbtır. Hacılara, zayıf düşüp asıl görevlerini aksatmalarına sebeb olacağından, oruç tutmaları mekrûh kabûl edilmiştir. TEŞRÎK TEKBÎRLERİ Arefe Günü, Sabah Namâzı'nın farzından sonra başlayıp Kurbân Bayrâmı'nın dördüncü günü İkindi Namâzı'na kadar, bu İkindi Namâzı'da dahil 23 vakit farzların peşinden teşrik tekbîrlerini almak bütün Müslümânlara vâcibtir. Kılınan her farz namâzın peşinde, konuşmadan: “Allâhü ekber Allâhü ekber lâ ilâhe illa'llâhü va'llâhü ekber, Allâhü ekber ve li'llâhi'l-hâmd” demek yeterlidir. Arefe gecesi yapılacak en güzel ibâdet zikirdir. Yüz kere İhlâs-ı Şerîf okunur. Yüz kere de: “Lâ ilâhe illa'llâhü vahdehü lâ şerîke leh. Lehü'l mülkü ve le-hü'l hamdü ve hüve ‘alâ külli şey'in kadîr” denir. Yüz kere de: “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve enzil-hü'l mak'ade'l mukarrebe ‘ındeke yevme'l kıyâmeh” denir. Ebû Katâde (r.a.) der ki: Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'den Arefe gününde tutulan orucun fazîletinden soruldu. Buyurdular ki: “Geçmiş bir senenin ve gelecek senenin günâhlarına keffaret olur.”(Râgıb Güzel, Üç Aylar, s.110-113)
Arefe Günü Namazı: Ebû Hureyre (r.a.)'dan Resûlullâh (s.a.v.): “Bir kimse Arefe günü öğle ile ikindi arasında dört rekât namaz kılsa, her rekâtinde bir kere Fâtihâ ve elli kere İhlâs sûrelerini okusa, Allâhü Teâlâ ona bin kere bin sevâb yazar. Kur'ân-ı Kerîm'den okuduğu her harf için cennette ona bir yüksek derece verilir. Her derece arası beş yüz yıllık yoldur. Ve her harf için ona yetmiş hûrî verilir. Her birisi için yakuttan yetmiş bin sofra, her sofrada yeşil kuş etinden yiyecekler vardır. (…) O kimse kabrine konulunca, Kur'ân-ı Kerîm'in her harfi ona öyle bir nur ile ışık saçar ki, o kimse o anda Beyt-i Şerîf'in etrafında tavâf edenleri görür. O Yâ Rabbi, kıyâmet kopsun, kıyâmet gelsin diyerek bir an evvel kıyâmetin kopmasını ister” buyurmuştur.(Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunyetu't-Tâlibîn, s.335)Arefe Günü Zikri: Nebî (s.a.v.) Arefe gününde en çok şu zikri yaparlardı: “Lâ ilahe illâllâhüvahdehu lâ şerike leh lehül mülkü ve lehülhamdü biyedihi'l hayr ve hüve alâ külli şey'in kadir” Terviye ve Arefe Günü Orucu: Enes bin Mâlik (r.a.)'in bildirdiği şu Hadîs-i Şerîf'i naklederler: “Bu günlerin herbiri, fazîlette bin güne, Arefe günü ise on bin güne eşittir” buyuruldu. (Beyhaki) Bir başka Hadîs-i Şerîf'te de: “Zilhicce'nin ilk on gününün her günündeki oruç, sevâb bakımından, helâl malından âzâd edilmiş yüz kölenin sevâbına yâhud Allâh (c.c.) yolundaki mücâhidlere yüz at verme sevâbına, yâhud Kâ'be'ye kurban için gönderilen yüz devenin sevâbına eşittir. Terviye günü olunca, ya'nî Zilhicce'nin sekizinci günü ise, bin köle âzâd etmek, bin at vermek ve Kâbeye bin deve kurban için göndermek sevâbına eşittir. Arife günündeki oruç ise, iki bin köle âzâd etmek, iki bin at vermek ve Kâbe'ye kurban için iki bin deve göndermek sevâbına eşittir” buyuruldu. Bir başka Hadîs-i Şerîf'te: “Arefe günü oruç tutanın sevâbı, altmış sene ara vermeden oruç tutmanın sevâbı gibidir” buyuruldu.(Muhammed Rebhâmi, Riyâd'ün-Nâsihîn, s.270-271)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den şöyle bildirirler: Gözlerinin ışığı, hanımların efendisi, kerîmesi Fâtıma (r.anhâ)'ya: “Ey Fâtıma! Kalk! Kurbanının yanına git! Ve kurban kesilirken şu duâyı oku: “Şübhesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allâh (c.c.) içindir. Onun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslüman olanların ilkiyim.” (En'âm s. 162-163) Muhakkak ki, kurbanından yere damlayan ilk kan damlası ile ömründe işlemiş olduğun her günâh mağfiret olunur. Muhakkak yarın kıyamet günü, kestiğin bu kurbanın kanını ve etini getirip, terazinin sevâplar kefesine koyarlar, yetmiş kat fazlasıyla” buyurdu. (Müslim) Mü'minlerin annesi Aişe-i Sıddîka (r.anhâ)'nın bildirdiği Hadîs-i Şerîf'te: “Âdemoğlu için, Kurban Bayramı Günü, Allâh (c.c.) katında kurban kanı akıtmaktan daha sevgili bir şey yoktur” buyuruldu. (Tirmizi) Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Kurbanlarınızı büyük yapınız, yâhud yağlı yapınız. Muhakkak ki onlar, Sırat üzerinde sizin binekleriniz olacaktır.” (Buhari)Haberde geldi ki; “İnsanın yediği her lokma kurban eti, ona Cennette, iki hörgüçlü deve gibi büyük kuş olur.” (Buhari) Selef-i Salihin'den birinin âdeti, bir koyunun değerini fakirlere sadaka vermekti. “Madem ki, kurban bana vâcib değil, niçin bir hayvanın canına kıyayım” derdi.. Rüyâda, kıyameti gördü. İnsanlar bineklerine binmiş, melekler onları cennete götürüyor, kendisi ise yaya olarak gidiyordu. Sebebini sordu. “Bu binekler, dünyada kesilen kurbanlardır” dediler. “Ben de, kurban değerini sadaka verirdim” dedi. “Sen bilmez misin ki, kıymetini vermekle, kurban kesmek bir değildir. Kurban kesmek lâzımdır” dediler. Ondan sonra yaşadıkça hep kurban kesti. Madem ki kurban bu kadar faydalı, bu kadar fazîletlidir, bu ibâdeti kaçırmamalıdır.(Muhammed Rebhami, Riyâd'ün-Nâsıhîn, s.263)
Öyle şeyler vardır ki, onlarla övünmek veya böbürlenmek durumlara göre değişik manzara arz eder. Bunlardan birisi de mal çokluğudur. Çok malı (parası) olan kişi umumiyetle halk nazarında itibarlı sayılır. Çünkü o, para sayesinde bütün ihtiyaçlarını rahatlıkla giderebilir. İsteklerine kolayca kavuşabilir. Bu itibarla paranın, mal ve mülkün değeri vardır. Yoksa para bizatihi kendisi bir kıymet ifâde etmez. Kişi kendi ihtiyaçlarından başka, kendisine başvuranların ihtiyacını gidermek, iyilik yapmak, iş görmek gibi hususlarda kullandığı zaman, insanların kalplerini ve güzel övgülerini kazanır. Hele bir de yalnız Allâh (c.c.)'un rızasını ve âhiret hayatını kastederek Allâh (c.c.) yolunda harcarsa o zaman herkes tarafından sevilir, herkes ondan hayır sahibi diye bahseder. Lâkin parayı çok sevip de tutarsa, cimrilik yapıp gereğinde harcamazsa, devamlı pintilik ederek biriktirmeye çalışırsa, o takdirde kimse yanında sevilmez, herkesin nefretini üzerine çeker. Çünkü, o para artık çok olmaktan çıkıp yok makamında olmuştur. Böyle bir para, sahibini gün geçtikçe gözden, gönülden ve itibardan düşürür. Selâmet caddelerinde yürümesi şöyle dursun, tersine onu cimrilik rezaletine, hasislik ve sefalet zilletine, çukura yuvarlar. Şu halde mal ile övünmek onun üstünlüğüne inananlara göre, bizatihi kendisi için değildir. Ancak onun sayesinde başka şeylere ulaşmak, başka yerlerde harcamak içindir. Eğer toplayıcısı o parayı yerinde harcamaz, hakkıyle sarf etmezse, gerçekle dolmuş sayılamaz, tam manâsıyla da zengin olamaz. Âkiller nezdinde de hiçbir zaman medhe lâyık olamaz. Bilâkis böyle bir kimse fakirdir. Hem de ebediyen fakirliğe, yoksulluğa mahkûm edilmiştir.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.94)
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Âdemoğlu, nahir (kurban bayramının ilk) gününde, Allâh Azze ve Celle'ye kan dökmekten daha sevgili gelen hiçbir amel işlememiştir. Muhakkak kesilmiş olan o hayvanlar kıyamet gününde, boynuzlarıyla, tırnaklarıyla ve kıllarıyla gelirler. Şüphesiz kesilen hayvanın kanı, yere düşmeden evvel, Allâh Azze ve Celle katında yüksek bir mevkiye düşmüş olur. Binaenaleyh bununla nefsiniz hoş olsun.” Zekât nisabına veya ihtiyacından fazla olup da kıymeti, nisap miktarına ulaşmış bir mala malik olan -bu malın ticaret malı olup olmaması arasında fark yoktur- bir müslümanın kurban kesmesi vaciptir. Kurban kesmenin vakti, nahir günü, Zilhiccenin onuncu günüdür, fecrin tuluundan (doğuşundan) itibaren başlar ve Zilhiccenin on ikinci (bayramın üçüncü) günü güneşin batımına kadar devam eder. Efdal olan, nahir günü (bayramın birinci günü) kesmek, ondan sonra on birinci günü kesmek, ondan sonra da on ikinci günü kesmektir. Zilhiccenin on ikinci günü güneş batımına kadar kurban kesmek caizdir; dolayısıyla on ikinci gün (bayramın 3. günü), güneş battığında artık kurban kesmek caiz olmaz. Nahir günü fecrin doğuşundan itibaren, on ikinci günü güneşin batımına kadar kurban kesmek caizdir, gerek gündüz kesilsin gerekse gece kesilsin fark etmez; fakat efdal olan, damarları kesme hususunda hata yapmamak için, gündüz kesmektir. Şehirde ikamet eden kimse kurbanını, açık araziye gönderecek olsa onun, fecrin doğuşundan sonra, bayram namazından evvel kesilmesi caizdir.(Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi, s.516-518)
Kafile, hacca gideceği zaman veya hac ayları girmiş olup gitme imkânı bulan ve haccın vacip olmasının ve edasının şartlarını bulunduran kişiye hacca gitmesi vacip olur. Kendisi bizzat gitme imkânı bulan kişinin, kendi adına başkasını hacca göndermesi caiz değildir. Bu yüzden derhal hazırlanıp kafile ile birlikte hacca gitmeye çalışmalıdır. Hacca gidemeyecek veya gitmeyecek olup ölümle pençeleşecek durumda kalırsa veya ölene kadar gidemeyeceğini anlarsa, adına birini derhal göndermelidir. Bunu da yapamıyorsa adına hac yaptırılması için varislerine vasiyet etmesi vaciptir.Hac kendisine vacip olduğu yıl, yola çıkıp haccını tamamlayamadan yolda veya hac esnasında ölen kişinin, kendi adına hac yapılmasını vasiyet etmesi vacip değildir. Zira bu kişi kendisine hac vacip olduktan sonra haccı tehir etmemiştir. Belki elinden geleni yapmış ama haccını tamamlamaya ömrü vefa etmemiştir. Kişi zengin ve muktedir olduğu yıllarda hac yapmayıp daha sonraki yıllarda hac yapma imkânı bulamayacak kadar fakir düşecek olursa hac, o kişinin yerine getirmesi farz olan bir borç olarak zimmetine yerleşir. Fakir düşmesi sebebiyle bu borç üzerinden düşmez. Zamanında muktedir iken sonradan sağlığını kaybeden kişinin durumu da böyledir. Böyle bir kimsenin sorumluluğunda hac borç olarak üzerine yerleşmiş olur. Bu yüzden kendi adına başkasını hacca göndermeli buna da gücü yetmezse varislerine adına hac yaptırmalarını vasiyet etmelidir.(Sualli Cevaplı İslam Fıkhı, c.4, s.29-30)
Bugünlerde gazete sütunlarına ve TV ekranlarına yansıyan, “kadınlarla tokalaşma” konusunda Kur'an-ı Kerim'deki “Zinaya yaklaşmayınız” (Isra s. 32) emri gayet açıktır. Bu emirle zinaya giden bütün yollar yasaklanmaktadır. İki cins arasındaki, dokunmak/tutmak gibi fiiller, zinadan önceki hareketler olduğu içindir ki, İslâm dini meşru olmayan bu fiilleri de yasaklamıştır. Bu fiillerin zinaya en yakın olanı dokunmak, yani temastır. Tokalaşma da temas olduğuna göre, bunun dinimize göre hükmünü bilmemiz icap eder. Kur'an-ı Kerim bize, herhangi bir hususta tereddüde düştüğümüz zaman, onu Allah ve Resûlü'ne götürmemizi, yani o konuda ayet ve hadislere bakmamızı emrediyor.Biz de öyle yapalım. Nebi (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben kadınlarla tokalaşmam. Benim yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim söz gibidir.” (Ibni Mâce) Ümeyme bint Rakika (r.anhâ): “Allâh Resûlü bizim hiç birimizle musafaha yapmadı, “Gidin artık, sizinle anlaşmış olduk, yüz kadına diyeceğim de, bir kadına dediğimden ibarettir” buyurdu.” (Taberî) Hz. Aişe (r.anhâ): “Vallahi Allâh Resûlü'nün eli aslâ bir kadının eline değmedi. O kadınlarla sözle biatleşti.” demiştir. (Kurtubî) İbn-i Esir (r.âleyh), El-Kâmil fi't-Târih'inde Mekke'nin Fethi bahsinde, Nebi (s.a.v.)'in, yakın olmayan kadınlar hakkında tavrını şöyle anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.), kadınlara el sürmez, hiç bir kadınla tokalaşmaz ve hiç bir kadın da ona el vermezdi.” Bizim en güzel örneğimiz Peygamberimizdir. Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allâh, “Resûlullâh'ta sizin için güzel bir örnek vardır” (Ahzab s. 21) buyuruyor. O halde en güzel örneğe iyi yapışmak lâzım. Bu hadislerle Nebi (s.a.v.) bizlere kadınlarla tokalaşmanın mutlak haram olduğunu göstermişlerdir.(Basından Derleme)
29 Mayıs Salı sabah namazından sonra, Türk ordusunun Orta Çağı kapatan, büyük târihî hareketi başladı. Ordu-yu hümâyûn, kara ve denizde, bütün cebhelerde birden, umûmî harekâta girişti. Toplar, hep birden şehir üzerine çevrilerek ateşlendi; etrafı kesîf bir duman ve barut kokusu kapladı. Tekbîr, tehlîl ve tüfenk sadâlarıyla genel bir hücum yapıldı. İlk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yiğit ileri atılmış, harbin en şiddetli ânında, Akşemseddîn ile Molla Gürânî ateş hattına girerek, gazâ yolunda şehâdet derecesine ulaşmayı isteyerek askere örnek olmuşlardır. Fâtih, dahî askeri coşturan sözlerle, elinde kılınç, gâzi ünvanını kuvvetlendirmek için Topkapı gediğine saldırıyordu. Bu sırada Ulubatlı Hasan nâmındaki muazzez nefer, tekbîrlerle Topkapı suruna sancağı dikti. Böylece İslâm dilâverlerinin ve Oğuz kavminin, asırlardan beri hayâl ettiği mukaddes rü'yâ hakîkat olmuştu. Ulubatlı, Peygamber (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olarak, 30 kadar arkadaşıyla şehâdet mertebesine ulaştı. Surlara bayrak dikilip, Bizans'ın başaşağı olan bayrağı sökülüp atılınca, ezanlar okunmaya başlandı.Sultan Mehmed Han surlardaki bu manzarayı görünce, atından yere inerek, Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in senâsına erişmenin, kendisini ve devletini İslâm'ı en mukaddes şerefine mazhar kılan medhiyye-i Resûlullâh (s.a.v.)'e kavuşmanın verdiği heyecanla, şükür secdesine kapanarak; Cenâb-ı Hakk'a hamdetti. Sonra otağ-ı hümâyûnuna çekilerek, devlet erkânının tebriklerini kabûl etti. Türk askerleri artık şehre tamâmen hâkim olmuşlar ve Ayasofya'ya dayanmışlardı. Fâtih askerlere, direnenlerden başkasının öldürülmemesini, ancak esîr edilmelerini emretti. Fetih bütün Müslüman dünyâsına zafernâmelerle tebliğ edilmiş; Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in hadîsleriyle övülmüş olan Fâtih Mehmed ve ordusu en kudsî bir hürmete lâyık görülmüştür. Mısır'da, Şam'da, Bağdâd'da büyük dînî merâsimler yapılmış; Halîfe'nin emriyle câmilerde Türk şehîdlerinin rûhları ta'ziz edilmiş; İkinci Mehmed ismi hutbelerde zafer dolayısıyla anılmıştır. Bu andan itibâren bütün İslâm dünyâsı, Seyyidü'l Beşer (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olan Osmanlı Devleti'ni Müslümanlığın büyük temsilcisi olarak kabûl etmeğe başlamış bulunuyordu.(Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, s.141-142)
Hz. Âişe-i Sıddîka (r.anhâ) vâlidemiz, rivâyet ettikleri hadîste, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle müjde verdiklerini haber veriyorlar: “Zilhicce'nin ilk on gününün gecelerinden birini ihyâ etmesi, o kimsenin bir seneyi hacc ve umre ibâdetiyle ihyâ etmesi gibidir. Bu (dokuz) günlerden bir gün oruç tutması, senenin öbür vakitlerinde ibâdetle meşgûl olması gibidir; o kadar sevâb alır.” Hz. Alî (k.v.) Efendimiz'den de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şu müjdeli Hadîs-i Şerîfleri rivâyet edilmiştir: “Zilhicce'nin ilk on günü gelince, siz tâat ve ibâdete gayret ediniz; zîrâ Allâhü Te'âlâ o günleri, öbür günlerden üstün; gecesine hürmeti de gündüzüne hürmet gibi kılmıştır. Biriniz Zilhicce'nin ilk on gecesinden birinde, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra dört rek'at namâz kılıp, her rek'atta Fâtiha'dan sonra üçer kere Âyetü'l-kürsî, üçer kere Ihlâs-ı şerîf ve birer kere de Felak ve Nâs sûrelerini okusa ve namâzı bitirince, ellerini kaldırıp “Sübhâne zî'l-'izzeti ve'l-ceberût. Sübhâne zi'l-kâ'ideti ve'lmelekût. Sübhâne'l-hayyü'llezî lâ-yemût. Lâ-ilâhe illâ hüve yuhyî ve yumît ve hüve hayyun lâ-yemût. Sübhâna'llâhi rabbi'l-'ibâdi ve'l-bilâdi ve'l-hamdü li'llâhi kesîran tayyîben mübâraken ‘alâ küllî hâlin. Allâhu ekber kebîran. Rabbenâ celle celâluhu ve kudrete bi-külli mekânin” dese ve sonra da dilediği gibi duâ eylese, Beytullâh'ı haccetmiş, Resûlullâh (s.a.v.)'i ziyâret etmiş ve Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmiş gibi ecir ve sevâb kazanır. Allâhü Te'âlâ o kimseye, o kimsenin, dilediği şeyi verir. Sizden biriniz, Zilhicce'nin ilk on gecesinin her gecesinde bu namâzı kılsa, bu duâyı okusa ve diledigi gibi duâ etse, Allâhü Te'âlâ, ona Firdevsü'l a'lâyı helâl kılar; günâhlarını ondan siler. O kimse Arefe günü oruç tutsa gecesinde de bu namâzı kılsa ve haber verildiği üzere duâ etse, Allâhü Te'âlâ'ya yalvarsa; Allâhü Te'âlâ: “Ey benim meleklerim, şâhid olunuz ki ben o kulumu bağışladım. Beytullâh'ı haccedenlere, onu ortak eyledim.” der. Bu hâlde melekler, Allâhü Te'âlâ'nın o mü'min kulunun kıldığı namâzı ve ettiği duâsı sebebiyle ihsân buyurduğu ecir ve sevâblardan ötürü sevinirler ve neş'elenirler.”(Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunyetu't-Tâlibîn, s.320)
Allâh (c.c.) katında günlerin en faziletlisi, Zilhicce ayının ilk on günüdür. Sâlih amellerin, hiçbir vakitte, bu günler kadar makbul olmaz. Bu on günün büyüklüğündendir ki, Allâhü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîmi'nde: “Velfecri ve leyâlinaşrin…” diye yeminle buyuruyor. Enes bin Mâlik'in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Bu günlerin her biri, fazilette bin güne, Arife günü ise on bin güne eşittir.” Abdülâzim Münzirî Kudsî'nin (r.a.) kitabında.Müfessirlerin şahı Abdullâh bin Abbâs (r.a.)'in Resûlullâh (s.a.v.)'den bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Zilhicce ayının ilk on gününden faziletli ve ondaki amellerden sevgili günler yoktur. O halde bu günlerde tehlîli, tekbîri ve Allâhü Teâlâ'nın zikrini çok yapınız. Muhakkak ki, bu on gün içinde tutulan bir oruç, bir senelik oruçla beraberdir (oruca eşittir). Onda bir amele, birden yedi yüz kata kadar amel yazılır” buyurdu. Bu on gün içinde yapılacak en güzel ve faziletli zikir: “Sübhâ-nellâhi velhamdülillâhi ve lâ ilahe illâllâhü vallâhü ekber”dir. İkincisi: “Lâ İlahe İllâllâhü Vahdehu Lâ Şerike Leh Lehül Mülkü Ve Lehül Hamdü Ve Hüve Alâ Külli Şey'in Kadir”dir. Üçüncüsü: tekbîr, yanî; “Allâhü Ekber Allâhü Ekber Lâ İlahe İllâllâhü Vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve Lillâhil Hamd” dir. Ebû Hureyre ve Abdullâh İbn Ömer (r.a.e.), Zilhicce'nin ilk on günü dışarı çıkar, çarşılarda dolaşırlar ve yüksek sesle tekbîr söylerlerdi. İnsanlar da onlarla beraber tekbîr söylerlerdi. Zilhiccenin on gününe (günahlardan sakınmak ve sâlih ameller işlemek suretiyle) ikrâm ve hürmet edenin ömrüne Allâh (c.c.) bereket verir. Malını artırır. Çoluk çocuğunu korur. Günâhını affeder. Sevâbını kat kat eder. Ölüm hastalığını kolay kalbini nurlu, terazisini ağır eder.(Muhammed Rebhâmi, Riyâd'ün-Nâsihîn, s.270-271)
İslam dini, akrâbalar arasındaki ilişkilerin sağlam, sıcak ve devamlı olmasını, akrâbaların birbirine hem maddi hem manevi her konuda destek olmayı ve birbirlerinin haklarını gözetmeyi emreder. Kim ki yakınları ile ilgisini keser, kendilerine üstünlük taslar, iyilik ve zengin olduğu halde yardım etmez ise, Cennete girmekten mahrum kalır. Resûlullâh (s.a.v.) Allâhü Teâlâ'nın kudsî bir hadiste şöyle buyurduğunu bildirir: “Ben Rahman'ım, Rahman da hısımlıktır. Her kim ki ona (sıla-i rahme) bağlı bulunursa ben de onu (rahmetime) erdiririm. Kim ki ondan alakasını keserse ben de ona rahmetimi keserim.”Bir hadîste Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Her hangi bir ferdin zayıf yakınları bulunur da onlara yardım etmez ve sadakalarını başkalarına verirse Allâh sadakasını kâbul etmez, kıyâmet günü de kendisine iltifat buyurmaz.” Şayet fakir iseler kendilerini ziyaret etmek ve durumlarını araştırmakla haklarına riayet edilmelidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.): “Yakınlarınızla, selâm göndermekle de olsa ilgileniniz” buyurmuştur. Resûlullâh (s.a.v.): “Kim ki Allâh'a ve âhiret gününe I etti ise sılâ-i rahimde bulunsun” Peygamber (s.a.v.)'e bir bedevî ya Resûlullâh (s.a.v.): “Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak şeyi, bana bildir.” Peygamber (s.a.v.): “Allâh'a ibâdet edersin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılarsın, zekâtı verirsin, akrâbaya iyilik edersin.” buyurdu. Resûlullâh (s.a.v.): “Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını severse, sıla-i rahim yapsın” buyurdular. Bir başka hadisinde ise “Sıla-i rahmi terk etme ile azgınlık günâhını işleyenin -âhirette ona hazırlanan azabla berâber- dünyada Allâh'ın acele olarak cezasını vermeye bunlardan daha lâyık bir günâh yoktur.”(Imâm Şemsüddin ez-Zehebî,İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.48-50)
Rivayetlere göre Peygamberimiz (s.a.v.)'in rengi nûrânî beyazdı. Bazı rivayetlerde “yüzünün, kireç rengi gibi duru beyaz olmadığı” belirtilmiştir. Gözleri iri ve siyah olup gözlerinin akı kırmızıya çalardı. Kirpikleri sık ve uzundu. Kaşları ince, uzun ve kavisliydi. Diğer bir ifâdeyle “Keman kaşlıydı.” Burnunun üst tarafı biraz yüksekçeydi. Mübarek dişleri beyaz ve araları biraz açıktı. Yüzü hafifçe yuvarlaktı. Alnı açıktı. Sakalı sık ve gür olup sakalının eni ve boyu göğsünü geçmezdi. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçeydi. İri kemikliydi. Pazuları, kolları ve bacakları güçlüydü. El ayaları ile ayaklarının altı genişti. El ve ayak parmakları uzunca idi. Vücûdunun açık yerleri gayet nûrlu idi. Göğsünden göbeğine kadar olan kısımdaki tüyler ince bir şerit gibi uzanırdı. Orta boyluydu; boyu ne aşırı derecede uzun ne de göze batacak kadar kısaydı. Ama uzun boylu biriyle yürüyecek olsa, ondan daha uzun görünürdü. Saçları ne kıvırcık ne de dümdüzdü. Tebessüm etmek üzere mübarek ağzını açtığında, dişleri tıpkı bir şimşek parıltısı gibi, dolu tanesi gibi göz alırdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nûr akıyormuş gibi görünürdü. İnsanların en güzel boyunlusu o idi. Tombul yüzlü ve yumru yanaklı değildi. Eti sıkı, vücûdu derli toplu idi.(Kâdı Iyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.167-168)KADIN MAHREMİ OLMADAN HACCA GİDECEK OLURSA, HACCI KABUL OLUR MU?Allâhü Teâlâ katında makbul olup olmayacağı ayrı bir konu olmakla berâber, böyle bir kadının yapmış olacağı hac sahihtir. Fakat bu şekildeki yolculuğu günâhtır ve tahrimen mekruhtur. Bu yüzden alacağı sevaptan çok, kaçınması gereken günâhı düşünmeli ve bu şekilde hacca gitmemelidir. Müslüman kişi, yapacağı işte Allâhü Teâlâ'nın rızasını gözetmeli, eğer O (c.c.)razı olmayacaksa; kişi, ibadeti sırf riya veya kendini motive etme amaçlı yapmış olur. Bu ise bir müslümanın haline yakışık bir durum olmadığı gibi, akıllı bir hareket de sayılmaz.(Sualli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.4, s.29-30)
Abdullah bin Mürre'den, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allâh (c.c.)'a sanki onu görüyormuşsunuz gibi ibadet edin. Kendinizi de ölü telâkki edin. Bilin ki, size yeten az bir şey, sizi azdıran çoktan daha hayırlıdır ve yine bilin ki, iyilik asla yok olmaz, günâh ise asla unutulmaz.” Cübeyr bin Nüfeyr, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in “Allâh (c.c.)'un zikri ile dilleri yaşlanan (devamlı zikredenler)den her biri, cennete gülümseyerek gireceklerdir.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in: “Üç şey olmasaydı, insanlar sâlih olurlardı. Bunlar: Kendisine boyun eğilen cimrilik, tâbî olunan hevâ, ve herkesin kendi görüşünü beğenmesidir.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'e Ebû Sa'd b. Münebbih (r.a.)'in yüz köle azad ettiği söylenince, onun: “Evet, bir insanın malından yüz köle azad etmesi büyük bir olaydır.Fakat istersen ben sana daha üstününü haber vereyim. Gece ve gündüz gereğine yapışıp, yerine getirilen bir imân ve sürekli Allâh (c.c.)'u zikirdir.”Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Râbbim Tebâreke ve Teâlâ ile karşılaştığımda en çok korktuğum şey, O (c.c.)'un şöyle demesidir: “Evet biliyordun. Fakat bildiğinle ne kadar amel ettin.” Muâviye bin Kurre, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Bütün namazlarımı mescidde kılmak kaydı ile, mescidin kapısı önünde durup alışverişte bulunarak her gün üç yüz dinar kazanmam beni o kadar sevindirmez. Böyle demekle, Allâh (c.c.)'un ticareti helâl, fâizi haram kılmadığını söylemek istemiyorum. Fakat benim esas hoşuma giden, ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allâh (c.c.)'un zikrinden alıkoymadığı bir insan olmamdır.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in şöyle dediğini bildirmiştir: “Nefsî insanların elinde gördüğü her şeyi isteyenin hüznü uzun olur, gazabı dinmez.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Üç şey Ademoğlunun iktidarındadır: Musibete şikayet etmemek, ağrı sızısını söylememek ve diliyle nefsini tezkiye etmemek” dediği rivayet edilmiştir.(Ahmed b. Hanbel, Kitabü'z-Zühd, s.127)
XII. yüzyılda astronomi alanında öne çıkan Bitrûcî, Kurtuba'nın kuzeyinde bulunan Bîtrûc (Pedroche) şehrinde doğmuştur. Avrupa edebiyatında ise “Alpetragius” adıyla tanınmaktadır. Bitrûcî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 13. yüzyılın hemen başlarında vefât ettiği görüşü ağır basmaktadır. Bitrûcî, Klasik Dönem'den başlayarak XIII. yüzyıla kadar tartışmasız bir biçimde egemen olan Batlamyûs astronomisini eleştirmiş, bu doğrultuda hocası İbn-i Tufeyl'in de telkinleriyle “Kitâbü'l-Hey'e (Astronomi Kitâbı)” adlı meşhur eserini kaleme almış ve kendisi de bir sistem kurmuştur. Bitrûcî, İbn-i Bâcce ile başlayan ezZerkâlî, Câbir b. Eflâh ve İbn-i Tufeyl ile devam eden Batlamyûs astronomisinin eleştirilmesi konusunda Endülüs'ün en olgun ismi olmuştur.Batlamyûs, yer merkezli âlem modelini savunmaktaydı. Ona göre yedi gezegen (Ay, Güneş, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn), sabit durumda olan yerin çevresinde düzgün ve dairevi bir biçimde hareket ediyordu. Bitrûcî ise gök küreyi dokuz tane kâbul ederek, göğün iç içe duran bütün kürelerinin en üstteki dokuzuncu kürenin etkisiyle hareket ettiğini savunmuştur. Bitrûci'nin bu Aristoteles fiziğine uygun sistemi özellikle İslâm astronomları tarafından kâbul görmüştür. Eseri, 1217'de Michael Scott tarafından Latince'ye çevrilmiştir ve böylece Endülüs dışı Avrupa'ya ulaşma imkânı bulmuştur. Bitrûcî'nin astronomi sistemi 13. Yüzyıl Avrupası'nda büyük yakınlar uyandırmıştır. Bununla birlikte Grosseteste, Albetus Magnus, Roger Bacon ve Nikolas Kopernik gibi isimler de Bitrûcî'nin eserinden ve kullandığı sisteminden faydalanmışlardır.(Erol Çetindal, Endülüs'te YetişenMüslüman Bilim Adamları ve Bilim Dünyasına Katkıları, s.34-36)
Şer-i Şerifin veya insanlığın gereği olarak harcanması gereken bir şeyi harcamamak cimriliktir. Böyle bir cimrilikten hiç kimseye fayda gelmediği için din bunu yasaklamıştır. Aslında mal sevgisinin bir diğer ismi cimriliktir. Mal sevgisi kalbe yerleştiğinde bu “dünya sevgisi” olur. Çünkü bunlar olduğunda Allâh ile kul arasındaki bağ zayıflar. Ancak mal sevgisi kalpte değil de insanın elinde/cebinde bulunursa bu insana yardımcı olan bir nimet olur. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) ne güzel söylemiştir: Geminin içine giren su helak sebebidir, geminin altındaki su ise bir yardımcıdır. Yani su, geminin hareket etmesine yardımcı olduğu gibi helak sebebi de olabilir. Aynı şekilde mal sadece cepte, elde olduğu sürece insana yardımcı olur, ne zaman ki onun sevgisi kalbe girerse işte o zaman insanı helak eder. Mal bizâtihî kötü bir şey değildir.Dünya ahiretin tarlası olduğuna göre mal mutlak olarak nasıl kötü olabilir! Kötü olan, mal sevgisidir. Cimrilik insanın kalbinden sökülüp atılmaz, ancak onu kullanma yeri değiştirilebilir. Yine cimrilik silinip yerine cömertlik yerleştirilmez, çünkü cimrilik olmasaydı iyi insanların elinde hiç mal kalmazken kötü insanların elinde sınırsız para olurdu. Cimrilik sayesinde hak etmeyenler para elde edememektedir. Üstelik böyle bir cimrilik, cömertliğin de aslıdır. Gerçek cömertlik bu tür cimriliğe muhtaçtır. Kısacası, cimriliğin yönünü değiştirmek asıl maksattır. Önceden Allâh'ın emrettiği yerlerde harcama konusunda cimrilik yapıyorken yavaş yavaş bu cimrilik huyunu, haram kılınan yerlerde uygulamaya başlar. Bu cimrilik huyu olmasaydı kişi hangi güç sayesinde haramlara para harcamaktan uzak dururdu?(Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.112)
Mü'minlere merhameti elden bırakma. Nerede olursan ol hakkı söyle. Doğru söylüyor da olsan çok yemin etme. Beliğ konuşan birisi de olsan, sözü genişletmemeye/lâfı uzatmamaya dikkat et. Alim de olsan, dinde külfetli/zahmetli iş görmekten (tekellüften) sakın. İlmi her sözün önüne geçir. İçtihâdından sonra endîşeyi tedirginliği elden bırakma. Dînin selâmette olduktan (dînine halel gelmedikten) sonra insanları idâre et. Dalkavukluktan yağcılıktan ise kesinlikle kaçın. İn-sanlarla olan geçimin güzel ahlâk ile olsun. Bilmediğin bir konu hakkında “Allâh (c.c.) bilir” demekten utanma. Anlatacaklarını dinlemeye istekli olmayanların yanında söz söyleme. Sana buğz edecek olanların yanında dînini anlatma.Güç yetiremeyeceğin bir belâya karışma müdâhale etme. Nefsine, onu hor gören şeylerden ikrâm et. Himmetini kötü ahlâktan uzak tut. Emîn olandan başkasını dost kardeş edinme. Sırrını her insana açma.İnsanların hâlini (dikkate alarak davran, kapasitelerini) zorlama. (İnsanlara) aklının almayacağı tahammül edemeyeceği ilimden bahsetme (veya; ilmî bir lisânla söz söyleme.) Çağrılmadığın işe gidip hemen dâhil olma. Ulemâ meclislerinde saygılı ciddi ol. Hükemânın kadrini bil. Zanaatkârı Sanatkârı mükâfâtlandırmadan bırakma. Câhillerden yüz çevir.Sefihlere karşı hilm ile davran.Dünyân için dînini yıpratma tüketme veya; dînini istismâr ederek dünyâlıkları kazanma.Uzletten nasibini al. Helâlden başkasını alma. İsrâftan uzak dur.Dünyâlıktan yeteri kadarına kanâat et.(Haris el-Muhasibî, Ahlak ve Arınma)
Enes'den şöyle rivayet olunmuştur: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bize bir hutbe irad etti. Hutbesinde faizi anlattı, ehemmiyetinden bahsetti ve şöyle buyurdu: “Adama faizden isabet eden bir dirhem, Islâm nazarında otuz altı zinadan daha çirkindir.” Bir hadîs-i şerifte: “Faiz yetmiş türlü büyük fenalığa denktir. Bunların en hafifi kişinin anası ile zina etmesi ne ise o kadardır.” buyrulmuştur. Bir rivayette de Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Yedinci kat göğe çıkarıldığımda başımın üstünde şimşeklerin çaktığını, göklerin gürlediğini duydum. Bir takım adamlar gördüm. Mideleri evler gibi kocamandı. Içlerinde yılan ve akrepler vardı, dışlarından içleri görünüyordu. Cebrail'e bunların kimler olduğunu sordum, “faiz yiyenler” cevabını verdi.” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “Faiz alan da veren de ateştedir” diyor. İbn Mes'ud (r.a.): “Birisinde alacağın varsa verdiği hediyeyi kâbul etme, çünkü faizdir” diyor. Hasan Basrî (r.a.): “Sana borcu olan bir adamın evinde yediğin yemek haramdır.” der. Hasan Basrî (r.a.)'in bu sözü Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şu hadîsinden mülhemdir: “Menfaat sağlayan her borcun sağladığı fayda bir cins faizdir.” İbn Mes'ud (r.a.) şöyle diyor: “Her kim birine şefaatta bulunup şefaat ettiği kimse de kendisine bir hediye verirse bu hediye haramdır.” İbn Mes'ud (r.a.)'in bu ifadesini Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şu hadîsi tasdik ediyor: “Her kim bir adama aracı olsa, şefaatta bulunsa, şefaat edilen zat da kendisine hediye verse, o da bu hediyeyi kâbul etse faiz kapılarından bir kapıya yanaşmış olur.” (Imâm Zehebî, Büyük Günâhlar,s.64-65)
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“Emir budur, Allâh'ın yasaklarına kimsaygı gösterirse, bu, kendisi için Râbbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlarhelal kılınmıştır. O halde o pis putlardankaçının ve yalan sözden sakının.” (Hac s.30)“Beşinci defa da eğer yalan söyleyenlerden ise, Allâh'ın lanetinin kendiüzerine olmasını dilemesidir.” (Nûr s. 7)Allâh Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak doğru konuşmak kişiyiiyiliğe götürür ve iyilik de kişiyi cennetegötürür. Yalan ise günahtır ve günahlarkişiyi cehenneme götürür.” (Buhârî)1. Bir sözü söylemeden önce kendine şusoruyu sor: “Benim bu konuşmam her şeyiişiten ve gören Râbbimi hoşnut eder mi?”Bunu yapabilirsen Allâh'ın izniyle hiçbir yalan ağzından çıkmayacaktır.2. Yalan söylemeye alışmış olsan bileseni bu durumdan kurtaracak bir yol vardır.O da nerede bir yalan söylersen peşindenherkesin huzurunda bunun yalan olduğunuitiraf etmendir. Yukarıdaki tedbirlerle yavaşyavaş yalandan kurtulabilirsin. Biraz zamanalsa da faydasını mutlaka göreceksin.3. Uzun zaman yukarıdaki tedbirleri uyguladığın halde bir fayda elde edemediysen yalan söyleme durumunda kendine birceza uygula. Bu ceza çok ağır da olmasınçok hafif de. Mesela bir öğün yemek yememek veya sadaka olarak bir miktar paravermek gibi cezalar uygundur.(Eşref Ali et-Tehanevi, Tehzîbu'l-Ahlâk, s.64-67)
Ankara savaşında Osmanlı kuvvetleri Timurlular tarafından mağlup olmuş, çoğu Anadolu'da olmak üzere savaştan sonra Osmanlı Devleti epey toprak kaybına uğramış ve Osmanlı şehzadeleri arasında saltanat mücadelesi başlamıştı. Uzun fetret döneminden sonraki bu mücadelelerden sonra Çelebi Mehmed devletin başına geçmişti. Osmanlı padişahlarının büyüklerinden olan Çelebi Mehmed azim ve metaneti, yüksek ahlâkî faziletleri, sözüne, ahdine riayet etmesi, nezaket, itidali ve siyasî görüşleri, devlet siyasetine âid işlerde ifrata gitmeyerek durumu takdir etmesi ve programlı hareket eylemesi, herhangi bir tehlikeye karşı uyanık bulunarak seri hareketi sayesinde parçalanmış olan Osmanlı Devlet'ini bir idare altında toplamağa muvaffak olmuştur.Ankara muharebesini müteakip elden çıkan bir kısım yerleri tekrar elde etmiştir. Çelebi Mehmed Han, Musa'yı bertaraf ettikten sonra Edirne'de Emir Süleyman tarafından başlattırılıp Musa Çelebi zamanında da devam edilerek henüz bitmemiş olan Eski Camiyi tamamlatmış ve Eski Bedesten'i ona vakıf yapmıştır. I. Sultan Mehmed Bursa'da meşhur Yeşil Cami, medrese, imaret ve türbesini yaptırdığı sırada devlet adamlarının tavsiyeleri üzerine bunlara vakıf olmak üzere Orhan Gazi devrinden beri Osmanlılara ait olup Ankara muharebesinden sonra Bizanslılar eline geçen İzmit Körfezi'ndeki yerlerden, Hereke, Gebze, Darıca, Kartal ve Pendik taraflarını tekrar elde etmiştir. Osmanlı Devleti'nin ikinci kurucusu da olarak geçen Çelebi Mehmed, yedi yıl sekiz ay, yirmi gün bütün Osmanlı ülkesi hükümdarı olmuştur. 1421 yılı Mayıs ayında hakkın rahmetine kavuşmuştur.(Ismail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1, s.298-324)
Hadîs ricâlini tenkîd noktasında büyük bir otorite olan (ehlü'l-istikrâ) Zehebî'nin söylemiş olduğu en doğru sözlerden birisi, Siyer-u A'lamî'n-nübelâ isimli eserinde Irak'ın fakihi Allâme İmâm Hammad b. Ebû Süleyman (r.âleyh)'in hayat hikâyesini aktarırken kullanmış olduğu şu ifâdelerdir: “Kûfelilerin en fakihi Hz. Alî (r.a.) ve İbn Mes'ûd (r.a.)'dir. Bu iki sahâbenin en fakih öğrencileri Alkâme, Alkâme'nin en fakih öğrencisi İbrâhîm en-Nehaî, Nehâî'nin en fakih öğrencisi Hammad, Hammad'ın en fakih öğrencisi ise Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Ebû Hanîfe (r.a.)'in en fakih öğrencisi Ebû Yusuf'tur. Ebû Yusuf'un öğrencileri dünyanın dört bir tarafına yayılmışlardır. Bunların en fakihi Muhammed b. el-Hasen'dir. İmâm Muhammed'in en fakih öğrencisi ise Ebû Abdullah eş-Şâfiî'dir.Allâh (c.c.) tamâmına rahmet eylesin.” Zehebî aynı eserinin bir başka yerinde İmâm Ebû Hanîfe (r.a.)'in hayatını anlatırken şu ifâdeleri kullanmaktadır: “İmâm, dînin fakihi ve Irak'ın âlimi Ebû Hanîfe (r.a.)… Hadîs ilmine önem verdi. Bu uğurda yolculuklar yaptı. Fıkıh, rey ve reyin kapalı noktalarını tetkik etmede zirvedir. Bu konuda bütün insanlar ona minnet borçludur.” Zehebî aynı eserinin bir başka yerinde Ebû Hanîfe (r.a.) hakkında “Fıkıhta ve fıkhın inceliklerinde önde gelen bir âlim olduğu herkesçe kabûl edilen bir gerçektir. Bu noktada hiçbir kuşkuya yer yoktur” demektedir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s. 44-45)BIR FIKIH KAIDESI ÖĞRENELIM!Bir kimse iki veya daha fazla secde ayetini aynı mecliste okusa veya secde ayetini okusa ve akabinde aynı yerde başka işle meşgul olsa, mesela birçok şey yese veya yatarak uyusa yahut da kadın ise bebeğini emzirse, sonra da yine aynı yerde aynı ayeti okusa iki kere secde etmesi gerekir.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali Et-Tehanevi, Hanefi İlmihali, s.211)
Bir âyet-i kerimede, mealen şöyle buyrulmuştur: “De ki: Ey nefislerinde israfa giren, haddi aşarak günâh işlemekle nefislerine zulmeden kullarım. Allâh'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, Allâh bütün günâhları bağışlar. O Gafur ve Rahîm'dir.” (Zümer s. 53) Âyette geçen “nefis” kelimesi, “zât” mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır. Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aletleri ve duyguları, yanlış yolda kullanan insanlar “nefislerinde israfa girmiş” kullardırlar. Bu âyet-i kerime ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bîr hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, Allâh (c. c.)'un mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir. Her ikisi de “affedicilik” mânâsını ifade eden Gaffar ismiyle Gafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî (r.âleyh) şöyle açıklar: “Gaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Gafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir.” Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir: İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günâh işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için Allâh (c.c.)'un Gafur olduğunu hatırlamalıdır. Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü'minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır. İnsan, kendi cüz'î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan Allâh (c.c.)'a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin. (Mustafa Necati Bursalı, Esmaü'l Hüsna Şerhi,s.1426)
Hz. Ebubekir es-Sıddik (r.a.), “Benim için yeryüzünde Hz. Ömer (r.a.)'den daha çok muhabbet duyduğum bir adam yoktur” demiştir. Hz. Ebubekir (r.a.) hasta olduğu vakit, “Ömer'i halife tayin ettiğinize göre Allâh (c.c.)'a ne diyeceksiniz?” diye soruldu. Hz. Ebubekir (r.a.) de, “Onlara içlerinden en hayırlı olanını tayin ettim diyeceğim” cevabını vermiştir. İbn Ömer (r.a.): “Resûlullâh (s.a.v.) vefat ettiğinden bu yana Hz. Ömer (r.a.)'den daha hiddetli ve daha cömert olan kimse görmedim” demiştir. İbn Mesud (r.a.): “Eğer Hz. Ömer (r.a.)'in hikmeti terazinin bir kefesine ve yeryüzünde yaşayanların hepsinin hikmeti de diğer kefesine konulacak olursa, Hz. Ömer (r.a.)'in bilgeliği ve ilmi hepsininkinden ağır basardı. Zira onlar, Hz. Ömer (r.a.)'in ilmin onda dokuzunu çektiğini bilirlerdi.” Huzeyfe (r.a.): “Beşeriyetin tüm hikmeti ve ilmi adeta Ömer'in bağrına gizlenmiş gibidir” demiştir. Yine Huzeyfe, “Andolsun ki, Ömer hariç Allâh (c.c.) yoluna hizmette kusur bulanların kınamalarının ilişmeyeceği başka kimseyi bilmem” demiştir. Hz. Aişe (r.anhâ) Hz. Ömer (r.a.)'i kastederek, “Andolsun ki, tek başına işleri üstlenirdi ve pek atılgandı” demiştir. Hz. Cabir (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Ali (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'in yanına gitti, bu sırada da Hz. Ömer (r.a.) namazdaydı. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) ona, “Allâh (c.c.) size rahmet bahşetsin! Peygamber (s.a.v.)'in muhabbeti hariç bu namazını kılandan başka, Allâh (c.c.) ile buluşmak için yaptığı amellerin benim indimde daha sevgili olduğu kimse yoktur” demiştir. İbn Mesud (r.a.) şöyle söylemiştir: “Salih olanlardan bahsedildiğinde tez olunuz ve Hz. Ömer (r.a.)'den bahsediniz. Şüphesiz ki o, içimizde Kitabullâh'ı en iyi bilenimiz ve en alim olanımızdır.” (Celaleddin Es-Suyuti, Halifeler Tarihi,s.132)
Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyânı sadedinde gelen hadisler bulunmaktadır. Bu beyân, ya âmelin nasıl yapılacağının belirlenmesi ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının açıklanması şeklinde olur. Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranların, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyân edilmesi sünnetle olmuştur. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular, alışveriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler, Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyânı olmaktadır. “Insanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik.” (Nahl s. 44) ayet-i kerîmesinde ifade edilen husus da budur. Rivayete göre İmrân b. Husayn (r.âleyh) bir adama şöyle demiştir: “Sen ahmak birisin! Sen Allâh (c.c.)'un kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?” Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: “Bütün bunları Allâh (c.c.)'un kitabında açıklanmış buluyor musun? Allâh (c.c.)'un kitabı bunları mübhem bırakmıştır, sünnet ise onları açıklamaktadır.” Evzâî (r.âleyh) ise: “Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur” derdi. İbn Abdilberr (r.âleyh): “O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir” demiştir. Ahmed b. Hanbel (r.âleyh)'e: “Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumdadır” şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: “Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar.” demiştir. (Şatıbi, el-Muvâfakât; İslâmi İlimler Metodolojisi,c.4,s.23-24)
Hacamatın mühim olan şartlarından bir tanesi, hacamat olacak kişinin istirahatli, yani vücudunun dinlenmiş olması gerekir. Hacamatın aç karnına olması gerekir, yahut yemekle hacamat arası en az 2-3 saat olması lazımdır. Hacamattan bir gün evvel ve bir gün sonra cinsel ilişkide tavsiye olunmaz. Hacamat olduktan sonra, bir yemek kaşığı doğal üzüm sirkesi ve üzerine bir bardak bal şerbeti içmek tavsiye olunur. Hacamat sonrası yağlı ve ağır gıdalar alınmamalıdır. Hacamattan sonra, ciğer et tavsiye olunmadığı gibi, süt yoğurt peynir gibi gıdalar da tavsiye olunmaz. Hacamattan sonra uyumak gerekmez. Eğer insan hacamattan sonra hemen uyursa hacamatın faydası kesilir. Onun için hacamattan en az 3-4 saat sonra uyunabilir. Tansiyonu çok düşük kişilerde eğer hacamat yapılmaya karar verilmiş ise, hacamattan yarım saat önce şekerli çay veya kahve içilmesi ve daha sonra hacamatın yapılması tavsiye olunur. Şeker hastalığında ve kanı çok ince ve akıcı olan hastalarda hacamat çizgileri mümkün olduğu kadar çok kısa yani nokta şeklinde yapılması tavsiye olunur. Ayrıca hassas bölgelere, ense çukuruna, kuyruk sokumunun alt kısmına, göz, göbek, genital kısım, beyne giden damarların üzeri gibi tehlike arz eden yerlere hacamat yapılmaz. Kalp pili takılı ve kalp yetmezliği olanlara, adet görenlere böbrek yetmezliği olanlara, hemofili rahatsızlığı olanlara, hamilelere, aşırı kansız kişilere ve tansiyonu çok düşük olanlara hacamat yapılmaz. (Ömer Muhammed Öztürk, Misvâk ve Hacamat,s.77)
Namaz kılacak kimsenin, namaza başlamadan evvel bilmesi icap eden bir takım şartlar (farzlar) vardır ve bunlardan birini kasten veya unutarak yerine getirmemesi hâlinde namaz sahih olmaz. Altısı içinden altısı da dışından olmak üzere bu farzlar şunlardır: Namazın dışındaki farzları: 1. Hadesten taharet: Küçük ve büyük hadesten (cünüb ise gusül, değilse abdest almak) temiz olmak. 2. Necasetten taharet: Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması. (Görünür pisliklerden temizlenmek) 3. Setri avret: Avret yerinin örtülmesi. (Erkeğin avret yeri göbekten diz kapağının bitimi yerine kadardır, buna göre göbek, avrete dahil değil, diz kapağı ise dahildir. Kadının avret yeri ise yüz, eller ve ayakların haricinde bedenin tamamıdır) 4. İstikbal-i kıble: Namaza başlamadan kıble yönüne (Kâbe-i Mükerreme'ye) dönmek. 5. Niyet: Kalbin Namaz kılmayı kesin olarak irade etmesi. 6. Vakit: Namazı vaktinin girmesinden sonra kılmak. Namazın içindeki farzları: 1. Tahrime: Namaza “Allâhu ekber” lâfzıyla başlamak. 2. Kıyam: Farz Namazda güç yetiyorsa ayakta durmak. 3. Kıraat: Kıyamda Kur'an okumak. (Uzun bir ayet veya üç kısa ayet okusa farz sakıt yani farzı yerine getirmiş olur. Ancak Fâtiha suresi okumak vacip olduğu için sehven bunu terk ederse sehiv secdesi yapar. İmama uyan kimsenin kıraat yapması gerekmez) 4. Rükû: Kıyamdan sonra eller dizlere dokunacak derecede eğilmek. 5. Secde: Rükûdan sonra alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayakları yere değdirmek. 6. Ka'de-i ahire: Namazın sonunda teşehhüd miktarı kadar oturmak. (Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi,s.148-157)
Katâde şöyle demiştir: “Nuh (a.s.) bir adadan gönderilmiş ve onlara gitmiştir. O, çoğunluğun görüşüne göre azim sahibi (ulül-azm) peygamberlerin birincisidir. Şirke karşı ilk korkutucu da odur. Kavmi ise putlara tapardı. O, Şeyhu'l-Murselîn'dir. Kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilmiş, halkı arasında 950 sene kalmıştır. Tufandan sonra da doksan sene yaşamıştır.” Bilginlerden birisi âyetteki “kavmine gönderdik” ifadesinin, Hz. Nuh (a.s.)'ın tüm insanlığa değil, sadece kendi milletine gönderildiğini söylemiştir. Eğer tüm insanlığa gönderilseydi Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e, “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe s. 28) denildiği gibi, “insanlara” veya benzeri bir şey denilirdi. Peygamber (s.a.v)'in şu sözü de buna işaret etmektedir: “Peygamberler sadece kendi halkına gönderilirdi. Ben ise tüm insanlara gönderildim.” Eğer denilirse ki: “Madem ki sadece kendi halkına gönderildi. O halde diğer insanların suçu neydi ki duâsını tüm insanlığa teşmil ederek “Ey Râbbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiç kimse bırakma” (Nûh s. 26) dedi. Biz de şu cevâbı veririz: O zaman yeryüzünde yaşayanlar azdı. Nûh (a.s.) hepsine gönderilmişti. Ona sadece kendisiyle birlikte olanların, ki onlar kendisiyle gemiye binenler olup sayıları da kırk erkek, kırk kadın olmak üzere seksen kişidir, imân edecekleri haber verilince, kâfirlerin tümünün kökünün kazınması için duâ etti. Bunun üzerine de iman edenlerin dışında tüm yeryüzü halkının helâk olduğu tufan meydana geldi. Eğer hepsine gönderilmiş olmasaydı, putlara tapmak suretiyle kendisine muhalefet etmeleri sebebiyle onlara bedduâ etmezdi. Çünkü bir âyette “...Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” (Isrâ s. 15) buyurulmaktadır. (Ismail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan Tefsiri,C.9 ,S.297-299)
Allah (c.c.), şeytânın, Âdem (a.s.)'a, onun neslinden kadın ve erkek herkese apaçık düşman olduğunu Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde bildirmiştir. Özellikle Adem (a.s.) ve Havva validemize şeytânın yaptıklarını Araf Sûresi'nin onuncu âyetinden başlayarak bizlere ibret verecek bir öğüt olmak üzere hikâye buyuruyor. Şeytânın kimlere (kâfirlere) dost ve kimlere (hususiyle müminlere) düşman olduğunu bize duyuruyor. Bilhassa Fâtır Sûresi'nin 5-6'ıncı âyetlerinde buyuruyor ki: “Ey insanlar, Allâh'ın vaadi elbet olacaktır. Sakın, sizi dünya dirliği aldatmasın, aldatıcı kuruntular sizi mağrur etmesin. Çünkü şeytân düşmanınızdır; onu düşman bilin. O, ancak kendi taraftarlarını cehennemlik olsunlar diye hevesata uymağa davet eder.” İşte böyle mübarek âyet-i kerimelerle şeytânın düşman tanınması emir buyuruluyor. “And olsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Nihayet meleklere: “Âdem'e secde edin” dedik. Iblis'ten başkası secde ettiler. O, secde edenler içinde bulunmadı. Allâh, “Ben sana secde etmeyi emir buyurmuşken seni ondan ne alıkoydu?” buyurdu. O ise, “Ben ondan hayırlıyım. Sen, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (Ârâf s. 10-11) (Kemaleddin Üstün, 54 Farz Şerhi, s.147) CIMÂ DUÂSI Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat edin. Bir kimse ailesiyle cinsel birleşimde bulunduğunda, “Bismillâh, Allâhümme cennibni'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ. (Allâh'ım şeytânı benden (bizden) ve vereceğin çocuktan uzaklaştır) desin. Böyle der ve bu birleşmeden çocuk takdir ve kazâ edilirse, o çocuğa ebediyyen şeytân zarar veremez, musallat olamaz.”(Buhari)
1917'de bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye'nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.” Romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, Yeni Turan'da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika icat ettim.” İstatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Kadınlar, Halide Edip'in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından' çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kâbul ediliyor. Peki kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Kim bilir, belki de “güçlü kadın” aslında, “kendi ayakları üzerinde duran” ya da “Çocuk da yaparım kariyer de!” diyerek çocuklarını bakıcıya ya da kreşlere terk eden değil; Eski Dünya'da olduğu gibi, evinde çocuklarını kendisi yetiştiren, terbiye eden ve erkeğine destek olan kadındır.(BasındanDerleme)
Kur'ân nazmının ve üslûbunun mevcut Arap edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarının fevkinde oluşu; kelime, cümle ve ayetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu, Kur'an'ın bir mucize olduğunu göstermektedir. Kur'ân; gerek fesâhat ve belâgatı, sözünün üstün, güzel ve son derece tesirli oluşu, gerek telifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesâhat ve belâgatının üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri, Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır. İbn-i Hacer (r.âleyh) diyor ki: “Yüce Allâh Resûlullâh (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamını Allâh (c.c.)'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir suresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap edebiyatının bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar. Bu durum, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kâbul eder. Çünkü küçük bir sure veya birkaç ayet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamber (s.a.v.)'i müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına gerek kalmayacaktı.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.207)
Beyaz elbise giymek müstehabtır. Siyah giymek de müstehabtır. Çünkü siyah giymek Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in, siyah bir sarığı vardı. Bayramlarda onu giyer ucunu da iki omuzu arasından arkaya sarkıtır (taylasan yapar)dı. Mekke'nin fethinde başında o sarık olduğu halde Mekke'ye girmişti. Erkekler için giyimde uygun olan, çok pahalı da çok âdî de olmayan ve kendisiyle maddî bakımdan aynı seviyede olan kimselerin giydiği gibi giyinmektir. Aşırı lüks elbise giymek dînen yasaklanmıştır. Çok düşük kaliteli elbise giymekle de insanların gıybet etmesine sebep olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), giyimde iki şekilde tanınmayı yasaklamıştır: Aşırı pahalı ve çok kalitesiz elbise giymek. Buna dikkat edilirse, düşüncesiz ve haddini bilmeyen kimselerce de aklı başında kimselerce de ayıplanmaz. Şemsül Eimme İmam Serahsî (r.âleyh) şöyle buyuruyor: “İnsan, çoğu zaman günlük fakat yıkanmış temiz elbise giymelidir. Bazen de Allâh (c.c.)'un verdiği nimeti ortaya koymak için en güzel elbisesini giymelidir. Böyle yapmak mendubtur.” Çünkü, hadis-i şerifte “Allâhü Teâlâ verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister” buyuruluyor. Kişi en güzel elbisesini her zaman giymemelidir. Çünkü, bunu görenler kendileri öyle elbise giyemedikleri için üzülür ve sıkıntı duyarlar. Şir'a Şerhi, Mişkât isimli eserden şunu naklediyor: “Eski ve yamalı elbise giymek İslâm'ın sünnetlerindendir. Rivayet olunuyor ki, Peygamberimiz, (s.a.v.) Hz. Fâtıma (r.anhâ)'yı Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdiğinde, Fâtıma (r.anhâ) Validemiz'in üzerinde yünden 12 yamalı bir örtü, pelerin vardı. Hz. Fâtıma (r. anhâ) el değirmeniyle arpa öğütürken, diliyle Kur'an okur, kalbiyle mânâsını düşünür, ayağıyla beşik sallardı.” (Allame Şeyh Alaüddin Abidin, Üç Boyutuyla İslam,S.736)
Kâmil şeyhlerin sohbeti kötü ahlâktan sakınmak ve güzel ahlakı kazânmak için bir yoldur. Çünkü insan tabiatı gördüğü şeyi taklit etmeye meyillidir. Kötü ahlâkı görse onu kanıksar ve giderek benimser, güzel ahlâkı görse onu sever ve sahip olmaya çalışır. Şeyhin teşviki ve uyarısı da kişide onun kendi iradesinin oluşturamadığı etkiyi hâsıl eder. Ve kendisi, kendi iradesine kalsa uzun süre kurtulamayacağı kötü huyların batağından şeyhin teşvik ve uyarısıyla kısa süre içinde kurtulur. Onun güzel şeylere meyletmesi, Allâhü Teâlâ'yı sevmesi, O (c.c.)'u tanıması ve O (c.c.)'a ibâdet etmesi ise kendi fıtratının iktizâsıdır. Bunlar onun için yemek yemek ve su içmek gibidir. Bunlar kalbin gıdası ve ruhun lezzetidir. Çünkü ruh ilâhî bir emirdir ve ancak bu şeylerle beslenir. Onun şehvetin gereklerine meyletmesi ise fıtrata aykırıdır ve ârizî bir haldir. Onun gıdası Allâh (c.c.) sevgisi, marifeti ve ibâdeti iken bu şeylere meyletmesi ise hastalık halidir. Fakat Allâh (c.c.) dışındaki şeyler, kişinin Allâh (c.c.)'u sevmesine ve O (c.c.)'a kulluk etmesine yardımcı olursa, onları bu açıdan sevmek ve ilgi duymak hastalık değildir. Ancak hangi şeylerin buna yardımcı olduklarını ancak tecrübeli ve gözü açık olanlar, yani kâmil şeyhler bilirler. Kişinin kendi görüşüyle bunları tespit etmesi mümkün değildir. Çoğu zaman şeytân ve nefis el birliğiyle onu aldatarak kendisini işlediği günâhların ve yaptığı yanlışların ona dininde ve Allâh (c.c.) sevgisinde yardımcı olduğuna iknâ ederler. Hakikâtte ise o şeyleri sadece hevâ ve hevesi için sever ve onlara ilgi duyar. Onun için neyin ne olduğunun şeyhin tasdikinden geçmesi lazımdır. (Eşref Ali et-Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı,C.20,S.302-303)
Îmânın korunması ve devam ettirilmesi, kazanılmasından ve elde edilmesinden daha zor bir iştir. Dinî zaruretlerden sayılan bir şeyde şüphe edip de âlimlere müracaat ederek bu şüpheyi gidermek için çalışmamak, kişinin din ve imân inancını yok edeceği gibi, küfrü gerektirecek bir fiili ileride işlemeye veya öyle bir sözü söylemeye niyet eden kimse de derhal kâfir olur. Dinen kesin olarak bâtıl bir şeyi yücelterek anmak ve böyle bir şeye hürmet göstermek kişiyi küfre sokar. Kur'ân-ı Kerim'e, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve sünnetlerinden bir şeye saygısızlık etmek, dinî kitaplara ve dinin esaslarına herhangi bir ayrım yapmaksızın İslâm dinine ait bir şeyle alay edip eğlenmek de küfürdür. Dinde haram olan bir şeyin helal olmasını, farzlardan birinin farz olmamasını temenni etmek; bilerek abdestsiz veya murdar elbise ile veyahut kıblenin dışında bir yöne dönerek namaz kılmak, Ramazan-ı Şerif'te mazereti olmaksızın, bilerek alenen oruç yemek gibi davranışlar da dini hafife almak, değersizleştirmek anlamını taşıdığı için küfürdür. Ayrıca imânının kalıcı olmasını isteyen mü'min Cenâb-ı Hakk'a karşı sürekli korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Bu durumda, yukarıda anlatılan esas ve şartları kendisinde bulunduran mü'min gerçek mü'mindir. Böyle olan kimse imânından şüphe etmeyerek ben “gerçek mü'minim” diye hükmetmelidir. Fakat imânına zarar verecek veya tamamen yok olmasını gerektirecek şeylerden kurtulabilmek, Allâh (c.c.)'un yardım ve lütfuyla imân selâmetiyle güzel bir ölüme nail olmak, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine bağlı bulunduğu için; “İnşâallâhu Teâlâ, âhiret yurduna da imân ile giderim.” demelidir. (Manastırlı Ismail Hakkı, Telhîsu'l-Kelâm fî Berâhîni Akâidi'l-İslam,S.68)
“Allâh'ın mescidlerini, ancak Allâh'a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allâh'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. Işte onların, doğru yola ulaşmış olmaları umulur.” (Tevbe s. 8) Buradaki “mescidler” ifadesi, hem Mescid-i Haram'ı, hem de diğer mescidleri kapsar. Bir tek olan Allâh (c.c.)'a imanın içerisinde, peygambere iman da yer almaktadır. Ahiret gününün kapsamında; öldükten sonra diriltilmek, hesap vermek ve ceza görmek ya da mükâfat elde etmek de vardır. Namazı da cemaatle kılmak gerekir. Çünkü hadiste: “Bir kimsenin cemaatle kılmış olduğu namazın sevabı, çarşıda ya da evinde kılmış olduğu namazdan yirmi beş kat daha fazladır” buyurulmuştur. Teravih namazında cemaat olmak, daha faziletlidir. Cemaat yapılması gerekenlerin, mescitte yapılması ise, en faziletli olanıdır. Farz olan zekâtı da, gönül rızasıyla vermek gerekir. Âyette zekât, namazla birlikte anlatılmıştır. Çünkü, bunların biri olmadan, diğeri kâbul edilmez. İşte, bütün bu ilmî ve amelî özellikleri kendisinde toplayan kimse, mescidleri de tamir edebilir. Ayrıca bu kimse, Yüce Allâh'tan başka hiçbir şeyden de korkmaz. Kınayanın kınamasından ve zalimin zulmünden çekinmez. İşte bu niteliklere sahip kimseler, cennetteki isteklerine ve oradaki yüceliklere ulaşırlar. Bu güzel sıfatlara ulaşmalarının anlatılmış olması, kâfirlerin amellerinin fayda vermeyeceğini belirtmek ve inkarcıları azarlayarak, kendilerinin doğruluğa erişmediklerini anlatmak içindir. Çünkü kâfirler, kendilerinin güzel şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Mü'minler bile, kendilerinde bu güzel vasıfların bulunmasına rağmen, “belki, umulur ki” gibi ümit belirten kelimeler kullanılmak suretiyle ifade edilmişlerdir. Mü'minlerin durumu böyle olursa, bozgunculuk yapan kâfirlerin durumu ne olacaktır acaba? (Ismail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri,C.2,S.400-401)
İnsânlarla güzel geçinmek istersen, ister dostun ister düşmânın olsun, hepsini güler yüzle karşıla. Herkese karşı zillete düşmeyen bir tevâzû ve kibre varmayan vekâr içinde bulun. Her şeyde ifrât mesmûm olduğu için dâima orta yolu tercih et. Omuz başlarına bakma, sağa sola iltifât etme, halk arasında bulun fakat onlan tarassut etme, meclisde tevâzû ile otur. Parmak çıtlatma, yüzüğünle oynama; sakalını, bıyığını, dişlerini ve burnunu kanştırma, sineklerle oynama. Öksürme, balgam atma, sümkürme, gerek namâzda, gerekse namâz dışında gerinme ve esneme. Sözlerin düzgün, sohbetin irşâd edici olsun. Güzel sözleri dinle, fakat hayranlık gösterme, tekrârını isteme, hikâye ve gülünç yerlerinden sakınmasını bil. Çocuklarından, hizmetçilerinden, şiir ve eserlerinden ve diğer sana âit olan şeylerden bahsetme, süslenmekte kadınlar gibi ifrâta varma, hizmetkârlar gibi pejmürde de olma. Her nevi süste isrâfa varma, dileklerinde isrâr etme, kimseyi zulme teşvik etme, varlığını değil başkalarına âile efrâdına bile bildirme; çünkü az ise onlar seni tahkir eder, çok ise ihtiyâçları tükenmez, almakla başa çıkamazsın. Şiddete varmayacak şekilde onları korkut, zaafa düşmeyecek şekilde onlara yumuşak davran. Hizmetkârların ile şakalaşma, vakârın kaybolur. Mücâdele esnâsında diline sâhip ol, sürçmelerden sakın, acele etme. Getirdiğin delilleri düşün. Ellerin ile işâret edip durma. Sağına soluna ve ardına bakma. Konuşurken diz üstü çökme, daha doğrusu hiddetin teskin olduktan sonra konuş. Genişlik zamânındakl dostlarına kıymet verme, darlık zamânında onlar en büyük düşmânın olur.(www.mevlanatakvimi.com)
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Hatice (r.anhâ) ile birlikte Hira'da bir ay itikâfta bulunmaya karar vermişti. Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, “Ey Allâh'ın elçisi, selâm sana!” diye bir ses duydu. O (s.a.v.), bu hususta buyurdu ki: “Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim. Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: “Müjde sana ey Muhammed! Bilesin ki selâm hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur.” Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrail ile karşılaştım, kanadının birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm. Eve geldiğimde kapının önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de kendisini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, Mîkâil ile birlikte karşımda durmakta. Ufku tamamen kaplamış vaziyetteydiler. Cebrail aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allâh'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersime çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra bana: “Oku ey Muhammed! Râbbinin adıyla oku!” diye emretti ve beş ayetin sonuna kadar okudu. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; “Es-selâmü aleyke yâ Resûlallâh” diyerek selam veriyordu.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.167)
Kadını erkek ile aynı seviyeye getirme propagandası yapanların İslâm toplumunu bozmaya çalışmaktan başka gayeleri yok. Onlara göre kadın evde hiçbir iş yapmayacak, süslenip püslenip sokağa çıkarak kendini sokakta takdim edecek. Halbuki Allâh (c.c.) tam tersine kadının ziynetlerini gizlemesini emretmektedir. Kadının en büyük ziyneti kendi güzelliğidir ve ilk önce bunu gizlemesi gerekmektedir. Eğer tesettür denilen giyinme tarzı, kadını dışarıdakilere güzel gösteriyorsa o giyinme tarzı tesettür olmaktan çıkar. Cenâb-ı Hâkk, Kur'ân-ı Kerîm'de: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini, cilbablarını giysinler.” Cilbab, kadını baştan ayak topuğuna kadar yekpare olarak örten, sadece göz kısmında incelik olan bir örtüdür. Dışarıdan kadının gözünü de görmüyorsunuz; o, kendisi içeriden yürüyecek kadar görüyor. Yani kadın sadece önünü görebiliyor, yabancı erkekler de sadece giden bir karaltı görüyor. Cilbabın renginin siyah olması gerektiğine dair bir emir yok. Ama Ashab-ı Kiram (r.a.e.), kadının tesettürünü en güzel siyah renk ile sağlanacağını düşünerek genel itibariyle kadınlara siyah cilbab giydirmişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hâkk'ın kitabında beyân buyurduğu cilbab, bir kadının giyebileceği en iyi kıyafettir. O kıyafeti giydiği zaman kadının herhangi bir rahatsızlığa uğraması mümkün değil. O yolun yolcusu olanlara bir sözümüz yok ama diğer insanlar, giden bir karaltının neyini görüp neyine bakacaklar? O siyah karartının nesine gözü takılacak, baksan ne göreceksin? İşte böylece Allâh (c.c.) kadının seks kölesi, ticaret metâı vesaire olmasını engellemiş, ortadan kaldırmıştır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 5,s.88)
İstibrâ, erkeklik organında idrar eserinin kalmamasını temin etmek demektir. Kişinin istibrâda idrar damlasının kesilip artık gelmeyeceğine kalbi kanaat getirmelidir. Bu da her insanın kendi âdetine göre olur. Erkeklerin istibrâ yapmaları lâzımdır. (Bir şey hakkında lâzımdır demek, yapılması vâcipten daha mühim demektir.) İdrarın hepsi bir anda boşalmaz ve erkeklik organında birkaç damla kalır. Bu birkaç damla, bazı insanlarda biraz yürümekle, bazılarında öksürmekle veya her insanın kendi âdetine göre -meselâ yana doğru eğilip sallanmakla- çıkartılabilir. (Merakı' l-Felâh) İdrarın tamamen kesildiğine kalp kanaat getirmedikçe abdeste başlamak caiz olmaz. Büyük abdestten temizlenirken de aynı dikkati göstermek gerekir. Abdest alacak şahıs bir şey gelmeyeceğinden emin ise istibrâya lüzum yoktur. İstibrâda çok dikkatli olmak ve titizlik göstermek mendubtur. Kadınların, idrar hususunda erkekler gibi yapmalarına, meselâ idrardan sonra yürümelerine ihtiyaç yoktur. Kadınlar idrar yaptıktan sonra birazcık bekler, ön ve arka mahalli siler sonra su ile temizlenirler. İstibrâsı (idrar damlalarının kesilmesi) geç olan erkekler, dışarı sızma ihtimali olan yaşlığı emmesi için idrar kanalını pamuk, tuvalet kağıdı gibi bir şeyle kapatırlar. Fakat yaşlığın dışarı çıkmaması için, idrar yoluna konulan şeyin dışta kalmaması lâzımdır. Abdestten sonra şeytanın “acaba idrar mı geldi” diye vesvese verdiği kimse, bu vesveseden kurtulmak için, ön kısmına ve çamaşırına biraz su serperse, yaşlığın bu serpintiden olduğunu bilir ve vesveseden kurtulur. Dârekutnî'de Taharet bahsinde geçen bir Hadis-i Şerif'te şöyle buyuruluyor: “İdrar sıçramasından çok korununuz. Çünkü kabir azabının tamamı ondandır.” (Muhammed Alâüddin, El-Hediyyetü'l- Alâiyye,S.40-41)
İslâm toplumlarında bilim ve teknolojiye çok önem verilmiştir. Müslümanlar, bilime farklı alanlarda önemli hizmetler yapmışlardır. Bu bağlamda denilebilir ki müslüman düşünür ve alimler, insanlığa, insanlığın bilim ve düşünce dünyasına metodolojiden bilim kurmaya kadar çeşitli düzeylerde unutulamaz katkılarda bulunmuşlardır. Bu katkılara tarih, çok çeşitli örneklerle tanıklık etmektedir. İbn Haldun (1332-1406) da, bu bilim insanlarından biri olarak insanlığa büyük katkılarda bulunmuş, hizmetler yapmıştır. Şüphesiz İbn Haldun, asıl ününü, mezkûr alanlardaki yaklaşımlarını da içeren Umran ilmini kurmakla elde etmiştir. İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde kurduğunu belirttiği ve konularını ayrıntılı olarak açıkladığı “Ilmu'l-'Umrân (Umran İlmi)” ile, 14. asırdan 21. asra kadar sosyoloji dahil sosyal bilimler alanında bilime ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. İslâm bilim ve düşünce tarihinde mümtaz bir yeri olan İbn Haldun, ortaya koyduğu tarih felsefesi ve metodolojisiyle tarihi nakilcilik olmaktan çıkarmıştır. Toplumsal tarihçiliğin çok iyi bir örneğini veren İbn Haldun, tarihten getirdiği argümanlarla toplumsal olayları Umran İlmi çerçevesinde ele almıştır. İnsanlık tarihini bir bütün halinde gören ve tarihe küllî bir ilim olarak yaklaşan İbn Haldun, tarihin yeni bir tanımını yapmış, tarihçide bulunması gereken özellikleri ayrıntılı olarak belirlemiş ve tarih ilminin temel niteliğinin nesnellik ve tarafsızlık olduğunu vurgulamıştır. İbn Haldun, ortaya koyduğu tarih felsefesiyle tarihe eleştirel bakış açısının zorunluluğunu savunmuş ve yeni bir tarih yaklaşımı ve metodolojisi getirmiştir. Denilebilir ki İbn Haldun, sadece İslâm tarihçiliğinde değil, genel olarak tarihçilikte yeni bir anlayış ve de yeni bir çağ getirmiştir. (Prof. Dr. Ejder Okumuş, Keşf-i Kadîmden Vaz'-ı Cedîde İslâm Bilim Tarihi ve Felsefesi, S.282-289)
Yüce Allâh, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e isim olarak vermiş ve bu suretle O (s.a.v.)'e bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla şunlardır: “El-Ekrem, El-Emîn, El-Evvel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hâkk, El-Habîr, Zü'1 Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâtih El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, ElNûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn.” Ali bin Zeyd bin Cüd'ân (r.âleyh) der ki: “Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Bir ara içlerinden birisi: “Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?” diye sordu. Cevap olarak dediler ki: “Şüphesiz Hassân (r.a.)'in “Allâh (c.c.) ona isminden bir isim ayırdı” beytidir.” “Peygamber şairi” olarak anılan Hassan (r.a.)'in bu şiirinde, şu meâlde mısralar da bulunmakta idi: “Allâh (c.c.), O (s.a.v.)'in adını kendi adı ile berâber andırıyor: Müezzin beş vakit ezânları okuyup “eşhedü” dediği müddetçe... Lütfedip O (s.a.v.)'e kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Râbbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed (s.a.v.)” İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki: “Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib, O (s.a.v.)'in nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O (s.a.v.)'e Muhammed (s.a.v.) adını koymuştur. Abdü'l-Muttalib'e demişler ki: “Torununa Muhammed (s.a.v.) adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının isimlerinden bir ad vermediniz?” O da şu karşılığı vermiştir: “O (s.a.v.)'in gökte Allâh (c.c.), yeryüzünde de insanlar övsün diye, O (s.a.v.)'e Muhammed adını verdim” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, S.140)