POPULARITY
Categories
“Sayın Denktaş, Öncelikle sizleri saygıyla selamlıyorum. Siz, Hz. Peygamber'in süt teyzesi Ümmü Haram binti Milhan'a ev sahipliği yapan, bu sebeple de Müslümanların şuuraltında büyük ehemmiyet kazanmış bulunan mübarek bir beldenin önde gelen şahsiyetlerinden birisiniz. Bu mektubu yazma gayem, hem şahsınıza hem de memleketinize duyduğum ihtiramdır. Bendeniz Hindistan'da dünyaya gelmiş, ömrünü İslâmî ilimlere adamış ve Müslüman coğrafyanın birçok bölgesinde bulunmuş bir kişiyim. Diğer tüm milletlerin yanında, İslâm'a olan hizmetleri sebebiyle Türklere ayrı bir sevgim ve minnetim vardır. Kıbrıslı Türklere de aynı şekilde büyük muhabbet ve yakınlık hissediyorum.
Hz. Hüseyin (r.a.): “Babama Resûlullâh (s.a.v.)'in meclisinde bulunlara nasıl davrandığını sordum. O da şunları söyledi: “Resûlullâh (s.a.v.), daima güler yüzlü ve yumuşak mizaçlı idi. Kötü huylu, katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez, kimseyi ayıplamaz, kimseyle tartışmazdı. Hoşlanmadığı şeyi görmezden gelir ve de kimse onun lütfundan ümitsizliğe düşmezdi. Resûlullâh (s.a.v.) çekişmekten, çok konuşmaktan, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmaktan uzak dururdu. İnsanlarda kusur aramazdı. Hiç kimseyi aşağılayıp küçümsemez, kimseyi ayıplamaz, kimsenin ayıplarını araştırmazdı. İnsana sevap kazandırmayan faydasız söz de sarf etmezdi.O (s.a.v.) konuşmaya başlayınca, yanındakiler başlarında bir kuş varmış gibi, önlerine bakarak onu dinler, O (s.a.v.) susunca konuşurlardı. Ashâb-ı Kiram (r.a.e.), O (s.a.v.)'in yanında kendi aralarında konuşmazdı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in huzûrunda biri konuşmaya başlasa sözünü bitirene kadar onu dinler, birbirinin sözünü kesmezlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashâbı (r.a.e.)'in gönlünü hoş etmek için onların güldüğü şeye güler, onların hayret ettiği şeye hayret ederdi. Huzûrunda konuşma edebini bilmeyen yabancıların kaba konuşmalarına ve soru sormalarına sabreder ve şöyle buyururdu: “İhtiyaç sâhibi biri sizden yardım isterse elinizden geldiğince onun ihtiyacını giderin.” Daha önce iyilik yaptığı birinin övgüsünü kâbul eder ancak kendisini aşırı şekilde övmeye kalkanlara izin vermezdi. Bir kimse uygun olmayan bir şey söylemedikçe sözünü kesmezdi. Uygun olmayan tarzda konuşan kimseyi ise ya uyarıp sözünü keser veya oradan kalkıp giderdi. (Tirmizî) Allâhü Teâlâ, Kelâm-ı Kadîm'inde Resûlü (s.a.v.) hakkında şöyle buyuruyor: “Hiç şüphesiz büyük bir ahlâk üzerindesin sen.”(Eşref Ali Tehânevî, Hayâtü'l Müslimîn Müslümanın Günlük Hayatı, s.163)
Hz. Dırar bin Ezver (r.a.) tam bir İslam fedaisi ve kahramanı idi. Vücudu kılıç yaralarıyla doluydu. Şam civarında rumlara esir düştüğünde İmparator Herakleios çok sevindi. Karşısına çıkarılınca, “Arâbların kumandanı Dırar sen misin?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Evet! Peygamber (s.a.v.) yolunda sizinle harbeden Dırar benim!” dedi. Herakleios: “Kendini askerlerinin yanında mı sanıyorsun da öyle sert konuşuyorsun.” dedi. Hz. Dırar (r.a.): “Her nerede olsam, din düşmanlarına karşı göğsümü gere gere cevab vermekten çekinmem. Sen beni korkar mı zannediyorsun?” dedi. Herakleios: “Kime güveniyorsun?” dedi. Hz. Dırar (r.a.) de: “Resûlullâh (s.a.v.)'in huzurunda bulunmuş bir müslüman, yetmiş tane Herakleios olsa hiçe sayar. Senin son yapacağın öldürmek değil mi? Gideceğim yer huzuru Resûlullâh (s.a.v.)'dir. İslam için terk-i hayat etmek bize her şeyden lezzetlidir.” dedi.Bu cevaplar Herakleios'u sinirlendirdi ve öldürülmesini emretti. Bir anda otuz-kırk kılıç birden Hz. Dırar (r.a.)'in vucuduna inmeye başladı. Ağır şekilde yaralandı. Daha önce İslâm'ı kâbul eden ancak gizli tutan General Mika, Herakleios'a: “Ey Melik! Bunu burada öldürmeyelim, tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkın gözü önünde asalım.” dedi. Bu teklif Herakl'in hoşuna gitti. “Öyleyse buradan kaldır evine götür, iyileşince asalım” dedi. Hz. Dırar (r.a.) bir kaç hafta sonra sağlığına kavuştu. General Mika bir fırsatını buldu ve Hz. Dırar (r.a.) ile arkadaşlarını İslam ordusu tarafına kaçırdı. Tekrar zırhını giydi ve rumlara karşı savaştı ve şehid oldu. Kabri Ürdün'de Dırar köyünde bir mescidin içinde bulunmaktadır. Cenab-ı Hâkk'tan şefaatlerini niyaz ederiz.(Halid Muhammed Halid, Yeryüzü Yıldızları, s.141)
Ebu Davud'un, Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettiği hadîs-i şerifte Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ümmetim içinde Mehdi bulunacaktır. Eğer kısa süre olursa yedi yıl, kısa olmazsa dokuz yıl hüküm sürecek. Mehdi'nin zamanında mal (yani zenginlik) artacak. Yanında da çok servet bulunacak. Biri kalkıp da: Ya Mehdi bana (biraz) yardım et, deyince o da: (istediğin miktarı, taşıyabildiğin kadarı) al, diyecektir.” Keza Ebu Davud'un rivayetindeki (başka) hadîs-i şerifte: “Mehdi ben(im neslim)dendir. Alnı geniş ve açıktır yani alnı üzerindeki saçı dökülmüştür). Doğan ve çekme burunludur. Yeryüzü (önce) haksızlıklarla, zulümlerle dolmuş olduğu gibi o da adaletle dolduracaktır ve yedi yıl hükümdarlık edecektir” buyurulmuştur.Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ten rivayet edilen hadîs-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İmam Mehdi bu adalet ve bolluk içinde yedi yıl, yahut da sekiz yıl veya dokuz yıl yaşayıp hükümdar kalacaktır.”“Dünya tek bir gün kalsa bile Allâh Teâlâ muhakkak o günü uzatır ve yüce Allâh o günde benim neslimden yahut da Ehl-i Beyti'mden adı adıma, babasının adı da babamın adına uygun olan (yani Abdullah oğlu Muhammed olan) kemal sahibi bir kimseyi gönderir” (Ebu Davud) “Dünyada ancak tek bir günden başka hiçbir zaman kalmamış olsa bile Ehl-i Beyt'imden bir kimsenin insanların başına geçmesi için muhakkak Allâhü Teâlâ o günü uzatır (da bu imkânı bahşedecek). Ve o zatın önünde (yardımcı) melekler bulunacak ve İslâm (dini bütün haşmetiyle) ortaya çıkacaktır.(Ölüm Kıyamet Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s.436-437)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz 25 yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu. Hz. Hatice (r.anhâ) adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle berâber idi.Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib: “Bu ağacın altında ancak bir peygamber konakladı. Ey Meysere O (s.a.v.)'in gözlerinde kırmızılık var mıdır?” dedi. Meysere: “Evet” karşılığını verdi. “Bu kırmızılık bâzen geçer mi?”dedi. Meysere de: “Hayır” dedi. Râhib: “Öyleyse bu zat, bir peygamberdir” dedi. Ticâret malını satarken birisi kendisine: “Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?” diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu kesinlikle reddetti. Adam da: “Söz senin sözündür, hak olan budur!” dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: “Bilesin ki bu zât peygamber olacaktır. Bizim rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar” diye ekledi.Mekke kadınları bir bayram gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte olduğunu duydular: “Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir peygamber çıkacak, O (s.a.v.)'in adı Ahmed olacak, Allâh (c.c.)'un elçiliği ve son peygamberlik vazifesi O (s.a.v.)'nde olacak… İçinizden hangi kadın, O (s.a.v.)'in eşi olma imkânını bulursa, O (s.a.v.)'e eş olmaya baksın!” Bu sesi duyan kadınlar kızıp hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip lanetlediler. Hz. Hatice (r.anhâ) ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine hiç karışmadı.”(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.165)
Resûlullâh (s.a.v) için “yürüyen Kur'an”,“canlı Kur'an” deniyor. Biz 1500 yıl sonra ona tabi olanlar, onunla birlikte olmaktan mahrumuz. Efendimiz (s.a.v.)'in yaşayan Kur'an oluşu sadece yaşadığı çağa mahsustu diyemeyeceğimize göre, bugünkü müslümanlar ve bizden sonrakiler bu meseleyi nasıl çözecekler? Bu soru müslümanların kalkınmaları için çok önemli. Başta şunu söyleyeyim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz için kullanılan “yürüyen Kur'an” ifadesi yeni bir ifadedir, bilinen ifade Hz. Aişe (r.anhâ) validemizin ifadesidir: “Onun ahlâkı Kur'an'dır.” Cevaba, her meseleyi kapsayan genel bir düşünceyle başlamak istiyorum. Her şey görecelidir, yani biz gelecek nesle nispetle daha hayırlıyız, bizden önceki nesil bizden hayırlıdır, böylece geriye doğru tabiin ve sahabe dönemine kadar gidilir. Bu bizi ye'se sevketmemelidir. Asla pes etmeyip ilerlemek için çabalamalıyız.Peki, İslâm ümmetinin kalkınması için; adımları, metotları, ibadetleri ve ahlâkı ile Peygamber (s.a.v.)'in hidayet yoluna götürecek vesileler nelerdir? Birinci vesile; büyük âlimler, imamlar ve selef-i salihin bize miras olarak bıraktıkları sahih ilmi yaymaktır. İkincisi; bütün insanlar Hz.Âdem (a.s.)'ın çağından günümüze hatta kıyâmete kadar hak veya bâtıl yolunu tutmuşlardır.Biz hakkı desteklemeye çalışmalı, âlimlerin meclislerini ve onların yanında bulunmayı teşvik etmeliyiz. Aynı zamanda hayrı ve hakkı teşvik edip fesâdı yıkmaya çalışmalıyız. Bir başka önemli husus da, müslümanlar arasında selef-i salihin ahlâkını daima yaşatmalı ve yaymalıyız.“Bu genel bir sözdür, fakat uygulaması nasıl?” diye sorabilirsiniz. Cevabı: Uygulama selef-i salihin haberlerini, menkıbe ve ahlâkını yaymakla mümkündür.(Muhammed Avvame Hocaefendi, Din ve Hayat Dergisi, 35. Sayı, s.61)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim, bir musibet esnasında, “Sahibimiz Allâh (c.c.)'dur, döneceğimiz yer de O (c.c.)'un huzurudur” derse, Allâh (c.c.) onun musibetini sarar, tedavi eder. Onun âkibetini güzel yaparak, ona kendisinden hoşnut olacağı güzel bir bedel, bir halef verir. ”Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kandili sönünce “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği, buna karşılık “bu bir musibet midir” diye sorulduğunda, “Evet, mü'mine eziyet veren, üzen her şey, onun için musibettir.” diye cevâb verdiği rivayet edilmiştir.Ümmü Seleme (r.anhâ) şöyle demiştir:Ebu Seleme (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, “Başına bir belâ gelen herhangi bir müslüman, “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” diyerek Allâh (c.c.)'un emrine sığınır ve “Ey Allâh'ım, bu musibetin senden geldiğini biliyorum. O halde ona karşılık bana mükâfât ver ve ondan daha hayırlısını bana nasib et” derse, Allâh (c.c.) onu o belaya karşılık mükafâtlandırır ve ona daha hayırlısını bedel olarak verir” dediğini bana anlattı.Ümmü Seleme (r.anhâ) devamla, “Ebu Seleme ölünce ben bu hadisi hatırladım ve “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dedim. Daha sonra Cenâb-ı Hâkk Ebu Seleme (r.a.)'in yerine bana Hz. Peygamber (s.a.v.)'i (koca olarak) nasib etti” demiştir.İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Allâh (c.c.),mü'minler Allâh (c.c.)'un emrine teslim olup,ona yönelerek, başına gelen bir musibet esnasında “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn” dediği zaman, kendisinin onlara o mü'min için üç özellik, yani Allâh (c.c.)'dan mağfiret, râhmet ve hidayet yolunu gerçekleştirme nimetlerini takdir ettiğini haber vermiştir.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.4, s.94)
Yüce Allâh, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i hak üzere göndermiş, O (s.a.v.)'e Kur'ân-ı Kerîm'ini indirmiş ve bu Kitâbı muhâfaza etmeyi garanti ettiğini bildirmiştir. Nitekim Yüce Allâh bu konuda şöyle der: “Kur'ân'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr s. 9) Yine Yüce Allâh, Resûlü Hz.Peygamber (s.a.v.)'i, dînini ve Kitâbı'nı açıklamakla görevlendirmiştir. Nitekim bu husûsta Allâhü Teâlâ “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” (Nahl s. 44) buyurmaktadır. Yüce Allâh, Peygamber (s.a.v.)'i, açıklamakla görevlendirdiği husûsları açıklamak üzere ümmeti içinde belli bir süre bırakmış, sonra da O (s.a.v.)'i ve ümmetini apaçık bir yol üzere bırakmış olarak kendi râhmetine almıştır. Artık müslümanlar, herhangi bir olayla karşılaştıklarında Allâh (c.c.)'un Kitâbı'nda ve Peygamberi (s.a.v.)'in sünnetinde o olayın açıklamasını ya açıktan açığa veya delâlet yoluyla bulacaklardır. Yüce Allâh, her asırda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmeti arasından İslâm'ı açıklayan,ümmeti için muhâfaza eden ve bid‘atı ondan uzak kılan âlimler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) “Bu ilme her nesilden onların âdil olanları vâris olur. Bunlar, aşırıların tahrîfini, haksızların haksız isnâdlarını ve câhillerin te'vîlini ilimden uzak ederler” (Beyhakî) buyurmuştur. Bu haber, sahâbe döneminden günümüze kadar her asırda doğru çıkmıştır. Her çağda sünnetin râvîlerini tanıyan belli bir topluluk mevcûd olmuş, cerh ve ta‘dîl açısından onların durumlarına vâkıf olmuş, durumlarını beyân etmiş ve bunları kitaplarda zikretmişlerdir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s.27-28)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bizlere emir ve vasiyetlerinden biri, Hâkk Teâlâ (c.c.)'u düşünüp O (c.c.)'u anmaktan geri kalmamak için “Duhâ” namazına dikkat ve itina etmemiz hakkındadır.Efendimiz (s.a.v.), bu namazı güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra kılmıştır ki,bu vakit ölçüsü bizler için duhâ namazının başlama vaktine bir işaret sayılır. Bazıları bu namaza “îşrak” namazı, yani güneşin adamakıllı parladığı ve aydınlattığı namaz derler.Efendimiz (s.a.v.)'in bu namazı sabah ile öğle arası koymasının sebebi, bizlerin ihmâl ve gafletine acımasıdır ve sırf bunun telâfisi için bunu bu araya sıkıştırmaktadır. Efendimiz (s.a.v.) bu namazı iki vakit arasına koymamış olsaydı, bizler Allâh (c.c.)'u unutur, hayır yapmaya karşı kalblerimiz kapanarak körleşir ve sertleşmiş olurdu.Duhâ namazının kılınmasının bir faydası da, bu namazı kılan kişiye cin taifesinin nefret duygusudur. Zira bu namazı kılacak kişiye sokulacak cinnilerin yanacakları bildirilmiştir.Şu hadîs rivayet edilmiştir: “İkî rekât duhâ namazına devam edenlerin günâhları deniz köpükleri kadar çok olsa da bağışlanır.” (İbn Mâce)Diğer bir hadis-i şerifte: “Duhâ namazını on iki rekât kılanlara Hâkk Teâlâ (c.c.) cennetinde altın köşk yaptırır.” (Tirmizî) buyrulmuştur.Ebû Hüreyre (r.a.)'den şu hadîsi rivayet edilmiştir: “Dostum ve efendim (s.a.v.) Efendimiz bana şu tavsiyede bulunmuşlardı: “Her aydan üç gün oruç tutmamı, iki rekât duhâ namazı kılmamı ve yatmadan önce de vitir namazı kılmamı.” (Buhari)(İmâm Şarani, Büyük Ahidler, s.140-141)
Yüce Allâh, Peygamberimiz (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray takının kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde taşdığını görmüştür.Bundan endişelenerek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarını toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarını istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam manası ile şaşırıp kalmışlardır.Zira o gece sahrada geceleyen; Hicaz'dan bir ışığın çıktığını ve tâ doğuya kadar uzandığını görür ve bunun yorumunu: “Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!”şeklinde yapar. Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp “Her halde farkındasınız,bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir peygamber olabilir ve bu peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gönderildiği zaman bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber vermişler.İblîs, bunun, gönderilmiş bulunan bir peygamber sebebiyle olduğunu söylemiş. Şeytanlar O (s.a.v.)'i aramaya koyulmuşlarsa da bulamamışlar, reisler olan İblis'e haber vermişlerdir. İblîs bizzat kendisi aramaya çıkmış ve O (s.a.v.)'i Mekke'de bulmuştur ve şeytanlara hitaben: “Ben O'nu Mekke'de budumum, yanında Cibril de vardı” demiştir.Ebû Nuaym, Hılyetü'l-Evliyâ adlı kitabında Mücâhid (r.a.)'den şöyle nakleder. O demiştir ki:“İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryad etmiştir: Birincisi lanete uğradığı zaman. İkincisi Arz'a indirildiği zaman. Üçüncüsü Hz. Peygamber (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği zaman.Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu zaman.(Celâleddin-i Suyûti, Peygamber (s.a.v.)'in Mucîzeleri)
Hz. Ebûbekir (r.a.) şöyle buyurur: “Kim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlidinin okunması için bir dirhem harcama yaparsa;o kişi cennette benim refikim ve arkadaşımdır.”Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: “Kim, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlidinin okunduğu yerde hazır olur,mevlîde tazim' eder, kadr-u kıymetini bilirse;o kişi îmân ile ölür.”Celâleddîn Suyûtî (k.s.) hazretleri der ki: “Herhangi bir ev, mescid veya mahalle (yer)de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlîdi okunursa; muhakkak ki melekler, o evi, mescidi veya mahalleyi (yeri) kuşatır. Melekler o mekanın ehli üzerine salât-ü selam okur (istiğfar) ederler. Allâhü Te‘âlâ Hazretlerinin rahmet ve rızâsı ile onların hepsini içine alır. Ama nûr ile tavaf edenler, yâni Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail (a.s.e.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin mevlîdinin okunmasına sebep olanlar üzerine salât okur (onlar için tevbe ve istiğfarda) bulunurlar.Ama mevlîdin (ney, saz, tambur, def veya benzeri) herhangi bir çalgı ve musîkî aletiyle okunması doğru değildir.Çalgı ve musîkî aletlerinin çalınması asla sevabı olan bir şey değildir. Çalgı ve musîkî aletlerinden sevap beklemek büyük bir hatadır.Allâh korusun kişiyi küfre götürür. Bundan dolayı mevlîdlerin herhangi bir çalgı aleti olmaksızın büyük bir hüşû ve tefekkürle okunması gerekir.Özellikle Mevlîd-i Şerîfin “bahirleri”nin arasında getirilen salavatlar, tekbirler, tehliller ve okunan Kur'ân-ı Kerîm tilavetlerinin sevapları ölülere bağışlanabilir…Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin doğduğu güne sevinmenin ve o gün yemek yedirmenin ve mevlid-i okutmanın fazileti çok büyüktür.Şükür için mevlid gecesinden önceki veya sonraki gün oruç tutmak güzel görülmüştür.(Şihâbüddin Ahmed b. Heytemî, Nîmetü'l Kübrâ, s.5)
Haya; beğenilmemesi (veya nefret edilmesi) beklenen, yahut terk edilmesi işlenmesinden evlâ olan bir şeyi yaptığında (ya da yapacağı zaman) insan yüzünde beliren ince bir belirtidir. Peygamber (s.a.v.) bu kavrama sahip olmak yönünden de herkesten üstündü. Yani son derece haya sahibi idi. Avret ve ayıp olan şeylere karşı âdeta gözleri yumuktu. Ebu Said el-Hudri (r.a.)'ın: “Resûlullâh (s.a.v.), örtüsü içindeki bakire kızdan daha hayâlıydı. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman,hemen (mübarek) yüzünden anlardık. Peygamber (s.a.v.) öylesine haya ve edeb sahibi idi ki, hiç kimseye, hoşlanmadığı şeyle (haya ve iyiliğinden ötürü) hitap etmezdi.” dediği rivayet edilmiştir.Âişe (r.anha), Peygamber (s.a.v.) hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerine, bir kimsenin,hoşlanmadığı bir şeyi yaptığı haber verilince:“Neden falan kimse böyle diyor, böyle yapıyor?” demezdi. Umumî mânâda şöyle buyururlardı: “Niçin böyle yapıyorlar veya diyorlar?” Bu şekilde o adamı yaptığı veya söylediği kötü işten alıkordu ve adını vermezdi.” Yine Âişe (r.anha) buyurdu ki: “Peygamber (s.a.v.) terbiyeye zıt düşen, bozan bir söz söylemezdi.Böyle bir söz söylemeye katiyen teşebbüs bile etmezdi. Çarşı ve pazarda yüksek sesle (âlemi rahatsız edecek şekilde) katiyen konuşmazdı.Kötülüğe, kötülükle mukâbele etmezdi. Bilâkis af ederdi ve müsamahakâr davranırdı.”Tevrat'ta da böyle vasf edildiğine dair, İbn Selâm ve Amr İbni'I-As (r.a.e)'den rivayet vardır. Yine ondan rivayet edildiğine göre; fazla hayasından dolayı mübarek gözü kimsenin yüzüne sabit bir halde bakamazdı. Hoşlanılmayacak bir sözü söylemeye zorunluk duyduğunda kinaye yollu anlatırdı.(Kadı İyaz, Şifâ-i Şerîf, s.115-117)
İmâm Ebû'l-Kasim es-Sübkî Hazretleri,“ed-Dürrü' Münazzam fi'l-mevlidi'l-Muazzam” kitabında, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nden şöyle bir rivayet nakletmiştir: “Kim, ruhlar (arasında) Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin mübârek ruhu şerifine ve kim cesedler (arasında) Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin mübârek cesedine ve kabirlerde Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri'nin temiz kabrine Salât-ü Selâm okursa; mutlaka beni rü'yâda görür.Ve kim beni rü'yâda görürse; o kişi kıyâmet gününde de beni görür. Kıyâmet gününde beni görürse; ben ona şefaat ederim. Kime şefaat edersem; o kişi, benim havzumdan içer ve Allâhü Teâlâ Hazretleri, onun cesedini cehennem ateşine haram kılar…” (Tirmizi)Okunucak salevât'ın arapçası şudur: “Allahümme salli ‘alâ ruhi seyyidinâ Muhammedin fil-ervahı, Allahümme salli ‘alâ cesedi seyyidinâ Muhammedin fil-ecsâdi, Allahümme salli ‘alâ kabri seyyidinâ Muhammedin fil-kubûri. ”Manâsı: “Allâhım! Ruhlar arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin ruhuna salât-ü selâm eyle. Allâhım! Cesedler arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin cesedine salât-ü selâm eyle. Allâhım! Kabirler arasında Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'nin kabrine salât-ü selâm eyle.”Şeyh Mustafa el-Bekrî Hazretleri, “Hizbün-Nevevî” kitabında buyurdu: “Kim her gece, “Muhammed (s.a.v.)” ismi şerifini yirmi iki (22) kere okursa; o kişi, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri'ni çokça rü'yâda görür.”(Yusuf en-Nebhani, Saâdetü'd-Dareyn, s.523)
Türk şiirinde Hz. Peygamber'i övme geleneğinin en belirgin türü naat şiirleridir. Naat geleneğinin edebiyatımızdaki yerini, öne çıkan şairleri ve günümüze uzanan etkilerini Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Fatih Andı ile konuştuk.
Ümmü Süleym (r.anhâ) şöyle dedi: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in yanında bulunuyordum.Şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Süleym! Müslüman bir anne-babanın üç çocuğu vefât ederse, Allâhü Teâlâ o çocuklara olan merhameti sebebiyle o anne babayı mutlaka cennete koyar. ”Bunun üzerine ben: “İki çocuğu vefât etse, yine cennete girerler mi?” diye sordum. “Evet, iki çocukları vefât etse yine cennete girerler.” Bu hadis-i şerifte, çocuğu ölen müslümanların gönül yaraları sarılmakta, acıları teskîn edilmektedir.Vaktiyle çocuğunu kaybeden böyle dertli bir baba, Ebû Hüreyre (r.a.) ile karşılaştı ve ondan, bu konuda Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den duyduğu gönül ferahlatan bir müjde olup olmadığını sordu.O da Gönüller Sultanı (s.a.v.) Efendimiz'den duyduğu şu müjdeyi verdi: “Sizin çocuklarınız,cennette gönüllerince dolaşır, istedikleri saraya girip çıkarlar. O çocuklar âhirette anne ve babalarıyla karşılaşırlar, tıpkı benim senin şu elbisenin kenarından tuttuğum gibi onlar da anne ve babasının ellerinden tutarlar, Allâhü Teâlâ kendilerini hep berâber cennete koyuncaya kadar onların ellerini bırakmazlar. ”Anna babanın, kendilerinden önce âhirete gönderdikleri yavrular, orada anne ve babalarına sahip çıkacaklar ve onları cehennem ateşinden koruyacaklar. Çünkü Allâhü Teâlâ o küçük yavruları anne ve babalarından daha çok sevdiği için,onlara bu yetkiyi verecek, böylece hem onları,hem de anne ve babalarını sevindirecektir.Sultân-ı Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz bu müjdeyi önce üç yavrusunu âhirete yolcu edenler için vermiş, sonra iki çocuğu vefât edenlerin de bu güzellikten istifâde edeceklerini söylemiştir. Ancak bir çocuğunu âhirete şefâatçi olarak gönderenlerin de bu müjdeden nasiplenecekleri anlaşılmaktadır.Önemli olan, bu şuur ile onların acısına sabretmek ve bu sabırlarının mükâfatını Allâh (c.c.)'dan beklemektir.(İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.187-189)
Mahluklar içinde, ilk olarak Peygamber (s.a.v.)'in nuru ve ruhu yaratılmıştır. Allâhü Teâlâ, O (s.a.v.)'in ismini arşa, cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır. Peygamber (s.a.v.)'in ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır. Meleklerin Hz. Âdem (a.s.)'a karşı secde etmeleri için emir olunması, alnında Peygamber (s.a.v.)'in nuru bulunduğu için idi. Allâhü Teâlâ, bütün peygambere, Peygamber (s.a.v.)'in geleceğini; ayrıca ümmetinlerine, zamanına yetiştikleri takdirde, O (s.a.v.)'e inanmalarını emretmeyi bildirdi. Dünyaya geleceği zaman, çok büyük alametler görülmüştür. Tarih ve mevlid kitaplarında yazılıdır. Dünyaya geldiği zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Dünyaya gelince, şeytanlar göğe çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular. Dünyaya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü devrildiler. Beşiğini melekler sallardı. Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu.Mübarek parmağı ile işaret ettiği tarafa meylederdi. Beşikte iken konuşmaya başladı. Çocuk iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikte hareket ederek gölge yapardı. Bu hal, peygamberliği bildirilinceye kadar devam etti. Her peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Peygamber (s.a.v.)'in ise, mübarek sırtı ortasında sol küreğe yakın, kalbi üzerinde idi. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahi görürdü. Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü. Tükürüğü, acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifa verdi. Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Ömründe hiç esnemedi. Mübarek teri, gül gibi güzel kokardı.(Mehmet Oruç, Kainatın Efendisi, s.194)
Allâh (c.c.) dostlarıyla sık sık irtibat kurmalı ve onların meclislerinde çok bulunmalıdır. Böyle yapmak hem din işlerine güç verir hem de hayır ve berekete sebep olur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sana kendisi ile dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğin, dinini güçlendiren bir şeyi bildireyim mi? İşte o, Allâhü Te'âlâ'yı ananların meclislerine devam etmendir. Yalnız kaldığın zaman da dilini Allâhü Te'âlâ'nın zikriyle devamlı meşgul tutmandır.” (Mişkat) Allâh ehli olanların kimler olduğunu araştırmak çok önemlidir. Allâh ehlinin alâmeti sünnete uymaktır. Çünkü Allâhü Te'âlâ Hazretleri, kendi sevgili Peygamber (s.a.v.)'ini ümmetin hidâyeti için örnek olarak göndermiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: “(Ey Resûlum) de ki: “Eğer siz Allâh'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmrân s. 31) Kim Peygamberimiz (s.a.v.)'e tam bir şekilde uyarsa, o gerçekten Allâh ehlidir. Kim sünnete uymaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar Allâh'a yakınlıktan da geri kalır.Tefsir alimlerinin yazdığına göre “Kim Allâhü Te'âlâ'yı sevdiğini iddia eder de Resûlullâh (s.a.v.)'in sünnetine karşı çıkarsa, işte o yalancıdır. Çünkü sevginin usulü ve aşkın kanununa göre, kişi birini sevdiğinde onun evini, kapısını, duvarını, avlusunu, bahçesini hatta köpeğini ve merkebini bile sever.” Özet olarak, bir kişinin Allâh dostlarından olduğu araştırıldıktan sonra, onunla ilişkileri geliştirmek, onu sık sık ziyaret etmek, onun ilminden istifade etmek, dinde yükselmeye sebeptir. Aynı zamanda bu Peygamberimiz (s.a.v.)'in bir emridir. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Cennet bahçelerine uğradığınızda bir şeyler elde ediniz.” Sahâbeler, “Ya Resûlallâh, Cennet bahçeleri nedir?” diye sorunca, “İlim meclisleridir!“ buyurdu.(Misvâk Neşriyât, Hakk Yolda Kılavuz Ömer Muhammed Öztürk)
Hz. Osman (r.a.)'in İslâm'dan önceki ve sonraki, halife olmazdan önceki ve sonraki hayatını inceleyen kimse, kendisinde üstün özellikler, yüksek seciye örnekleri toplanmış parlak bir müslüman silueti görecektir. Hz. Osman (r.a.) cahiliye döneminde hiç içki içmemiştir. O İslâm'dan önceki dönemde de içkinin aklı giderici olduğunu söyler, aklın insana Allâh (c.c.)'un verdiği yüce bir değer olduğunu, insanın aklı ile yücelmesi gerektiğini ifade ederek akıl ile çekişmemek gerektiğini dile getirirdi. Yine cahiliye döneminde gençlerin şarkılı ve eğlenceli toplantıları onun ilgisini çekmemiş, o bu tür toplantılara katılmamıştı. Mü'minlerin annesi Hz.Aişe (r.anhâ)'nın rivayet ettiği bir hadiste Hz. Osman (r.a.)'in ne derecede hayâ, utanma sahibi olduğunu göstermektedir. “Peygamber (s.a.v.) benim odamda yaslanmış halde idi. Babam Hz. Ebubekir (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Ona izin verildi. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı halde duruyordu. Hz. Ebubekir (r.a.) içeri girdi ve Resûlullâh (s.a.v.) ile görüşüp sonra çıktı. Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) izin istedi. Ona da izin verildi. Resûlullâh (s.a.v.) durumunu değiştirmeden Peygamber (s.a.v.) ile konuşup çıktı. Sonra Hz. Osman (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Resûlullâh (s.a.v.) yattığı yerden doğruldu ve giysisini düzeltti. Hz. Osman (r.a.)'a da izin verildi. Bu davranışının sebebini sordum. Resûlullâh (s.a.v.): “Gerçekten Osman çok utangaçtır. Bu halde iken ona izin verseydim, bana hacetini ulaştıramamasından korktum.” buyurmuştur.” Bir başka hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber (s.a.v.) şu sözü ile onu en güzel şekilde tanımlamıştır. “Ümmetimin hayâ, utanma bakımından en doğru olanı Osman'dır.”(Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.92)Başka bir metin varsa düzenlemeye devam edebilirim!
Semûd kavmi deveyi Çarşamba günü öldürmüştü. Salih (a.s.) “Yarın Perşembe yüzleriniz sararır, Cuma günü kızarır ve Cumartesi günü kararır, Pazar günü de azâbınız gelir”dedi. Deveyi öldüren yedi kişi: “Gelin, bu gece Sâlih'in evini basıp kendisini öldürelim. Eğer doğru söylüyorsa, bize azâb ermeden bizim azâbımız O'na ermiş olsun, şâyed yalan söylüyorsa, O'nu da devesinin yanına göndermiş oluruz.” dediler. Fakat geceleyin baskın yapmak üzere evine gittikleri vakit, Melâike hepsini taşla vurup öldürdü. Ölenlerin akrâbâsı: “Bu gençleri Sâlih öldürdü, biz de O'nu öldürürüz.” dediler. Fakat Sâlih Peygamberin ashâbı silâhlandı: “Vallâhi, siz O'nu katiyen öldüremezsiniz, üç gün sonra size azâb ineceğini vadetti. Eğer gerçekse, üzerinize Râbbil Âlemîn'in gazâbını artırmış olursunuz. Şâyed gerçek değilse, o zaman biz karışmayız, dilediğinizi ya 6 Ağustos, Mevlâna Takvimi parsınız.” dediler. Bu söz üzerine maktullerin akrâbâsı ayrıldı.Sabah oldu. Ne görsünler, küçük büyük, kadın erkek hepsinin yüzleri bir boyayla boyanmış gibi sarardı. Peygamberlerinin sözünün gerçekliğine inandılar. Cuma günü, yüzleri kana boyanmış gibi kızardı. Feryâd edip ağlaştılar. Cumartesi günü, yüzleri zift sürülmüş gibi karardı. Artık ye'se düşmüşlerdi. Kendilerine gelecek azâbı beklemeye başladılar. Pazar günü hepsi sokaklara dökülmüştü. Acaba nasıl bir azaba uğrayacağız diye, kâh semaya ve kâh yere bakınıyorlardı. Tam öğle vakti gökten müthiş bir ses işitildi. Yer sarsıldı. Hepsinin kalbleri parçalandı. Helâk oldular. Bilâhare Salih (a.s.), kendisine mü'min olan dört bin kişi ile Hıcr'den ayrıldı. Hadramut'a ve sonra Mekke'ye gitti. Yirmi yıl kavmi arasında kaldı ve elli sekiz yaşında Mekke'de vefât etti.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.98-99)
Sâlih (a.s.); “Kasabanın suyu bir gün bu devenin, bir gün sizin. Suyu nöbetleşe kullanacaksınız.” dedi. Deve, gün aşırı Hıcr kuyusuna gider, bütün suyunu içmedikçe başını kaldırmazdı. Halk suyu sıra ile içmeye rızâ göstermişlerdi. Zîrâ sütünden istedikleri kadar bol bol sağıp içmekteydiler. Kasabanın hayvanları, o zamana kadar, yazın kasabanın arka tarafındaki vâdîde ve kışın kasaba kenarında otlardı. Fakat deve geldikten sonra halk hayvanlarını kışın vâdîde ve yazın kasaba kenarında sıcak ve otsuz yerde otlatmaya mecbûr kalmışlardı ki, bu hâl onlara, Allâh (c.c.) tarafından, zamanla ızdırâp vermeye başlamıştı. Hıcr'de hayvanları çok olan iki zengin kadın vardı. İkisi de Sâlih (a.s.)'ı sevmezlerdi. Deveyi kim öldürürse; birisi, fevkalâde güzel olan kızını onunla evlendireceğini vadetti. Öbürü henüz gençti. O da deveyi öldürenle evleneceğini ilân etti. Bunu haber alan iki delikanlı, kendilerine uydurdukları beş arkadaşıyla bir gün devenin yolunu beklediler ve kılıçla onu öldürdüler. Sonra etini üleşerek pişirip yediler. Devenin yavrusu, anasının öldürüldüğünü görünce, kasabanın yakınındaki dağa kaçmıştı. Halk, Sâlih (a.s.)'dan özür dilediler: “Yâ Nebiyyallâh! Deveyi filân ve falan öldürdü. Bizim bunda bir günâhımız yoktur.” dediler. Sâlih (a.s.): “Eğer yavrusunu tutabilirseniz, umulur ki azâbdan kurtulursunuz.” dedi. Yavruyu dağın üzerinde gördüler. Fakat tutmak mümkün değildi. Allâhü Teâlâ'nın emriyle dağ yükselmişti. O kadar ki, bir kuşun bile erişmesine imkân kalmamıştı. Bu sırada deve yavrusu, uzaktan Sâlih (a.s.)'ı gördü. Ve üç defa bağırdı. Sonra bir kaya yarıldı. Ve hayvan onun içine girdi. Sâlih (a.s.): “Yavrunun üç kere bağırması, üç gün ömrünüz kaldığına işârettir. Azâba hazır olun.” dedi. Kavmi ise onunla istihza etti.(Ayıntabî Mehmed Efendi, Tibyân Tefsiri, c.2, s.97-98)
Hz. Eyüp Peygamber'in hayatını anlatıyoruz.
Ebû Nuaym (r.âleyh) şöyle rivayet etmiştir: “Cebrail (a.s.) Peygamberimiz (s.a.v.)'i kucaklayıp inci ve yakutlarla süslenmiş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine: “Ey Muhammed! Râbbinin adıyla oku!” demiştir. Beş ayeti sonuna kadar okuduktan sonra: “Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allâh (c.c.)'un resûlüsün!” diyerek O (s.a.v.)'i teyid etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ecyâd denilen yerde iken ufukta bir melek görmüş. Melek: “Ey Muhammed, ben Cebrail'im” diye seslenmiş… Bu sebeble Peygamberimiz (s.a.v.) korku içinde kalmış. Başını ne zaman semâya kaldırsa Cebrail (a.s.)'ı görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice (r.anhâ)'ya: “Ey Hatice, Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, “Ben de mi kâhin olacağım” diye korkuyorum.” demiştir.Hatice (r.anhâ) da: “Böyle söyleme, asla sen kâhin olamazsın! Çünkü Allâh (c.c.) edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez. Zira sen, akrâbayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allâh yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine dokunmasına izin vermez. Bir kâhin olmasına müsade etmez…” gibi sözlerle tesellî vermiştir. Sonra Hatice (r.anhâ), Varaka bin Nevfel'e gitmiş, durumu anlatmış. Varaka da demiştir ki: “Allâh'a yemin ederim ki o gerçektir! Bu, gerçekten peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin.”(Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, s.168)
Peygamberler ve bâhusus Peygamberimiz (s.a.v.), ahdine ya‘nî verdigi söze son derece vefâkâr ve riâyetkâr idiler. Birkaç misâl: Ebû Râfi (r.a.), Kureyş tarafından Medîne'ye gönderilen bir köle idi. Medîne'de Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'i gördükten sonra O (s.a.v.)'e gönülden bağlanmış, müslümân olmuş ve Medîne'de kalmayı arzulamıştı. Nebi (s.a.v.): “Elçileri alıkoymak doğru değildir.Kalk Mekke'ye git. Oraya vardıktan sonra bize dönmek istersen gelebilirsin.” diyerek bu teklîfi reddetmislerdi. O da Mekke'ye dönmüs fakat bilâhare Medine'ye gelerek müslümânlara iltihâk etmisti. (Ebû Dâvud) Hudeybiye Sulhu'nun hükümlerinden biri Mekke'den Medine'ye gidecek her Mekkeli'yi Kureyş'e iâde etmekti. Tam bu şartın kabûlü anında Mekke'de müşrikler tarafından “müslümân oldu” diye zincirlere vurulan Ebû Cendel (r.a.) bir yolunu bulup kaçmış ve müslümânların yanına gelmişti. Bütün müslümânlar da manzaradan müteessir olmuslar ve Ebû Cendel (r.a.)'i iâde etmek istememişlerdi. Fakat Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), o anda bile ahde vefânın en çetin örneğini göstererek Ebû Cendel (r.a.)'e: “Sabret, biz verdiğimiz sözden dönmeyiz. Cenâb-ı Hâkk sana bir çıkıs yolu te'min edecektir.” dedi.Peygamberimiz (s.a.v.), peygamberliğinden önce Abdullâh b. Ebû Amsâ ile ba‘zı ticarî isler görmüstü. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bazı hesapları tesviye etmek için bu adamla bir yerde buluşmaya söz vermişlerdi. Abdullâh bu sözü hatırlayarak geldiğinde Resûlullâh (s.a.v.)'i hâlâ kendini bekler bir halde bulmuştu. Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), Abdullâh'ı görünce: “Abdullâh! Üç gündür seni burada bekliyorum.” demekle yetinmiş, başka bir sey söylememişlerdi. (Ebû Dâvud)(Ömer Muhammed Öztürk, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Yüce Ahlâkı, s.120)
Cep telefonları, internet, instagram, twitter gibi sosyal medya araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte internet başında geçirilen vakit her geçen gün artıyor. Bu durum insanların haramlara kısa yoldan ulaşmasını, haramlara sıklıkla maruz kalmasını sağlıyor.Ailevi ve toplumsal değerlere nüfuz eden ve günümüzün sosyal vebası olarak görülen müstehcen içerik bağımlılığı gün geçtikçe hız kazanıyor. Bağımlılığı bırakmak için bir çok yol bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyesi şu şekildedir: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan daha çok korur ve ferci de daha çok muhafaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için bir kalkandır.” (Buhârî)Bağımlı olan kişi mutlaka her gün Kur'ân okumalı, gün içinde tevbe, istiğfar getirerek Allâh (c.c.)'a duâda bulunmalıdır.Uzmanların bağımlılığı bırakmak için tavsiyeleri ise şu şekildedir:1.Bu fiilin yanlış bir davranış olduğu benimsenilmeli, pişmanlık duyulmalıdır.2.Boş zamanlarda kişiyi meşgul edecek, oyalayacak meşgaleler, hobiler bulunmalı, odak noktası farklı yerlere verilmelidir.3.Gün içinde yalnız kalınmamaya çalışılmalı, aileyle, yakın çevreyle vakit geçirilmeli, topluma karışılmalıdır.4.Düzenli spor yapılmalıdır.5.Müstehcen içeriklere yönlendiren unsurlar tespit edilmeli, bu etkenler engellenmelidir.6.Sosyal medyayı kişi kendine kısıtlamalı, müstehcen içeriğin yoğun olduğu plaformlardan uzak durulmalıdır.7.Bu yöntemlerle de sorun çözülmediyse cinsel terapiste başvurulabilir.(Basından Derleme)
“Üç yetime el uzatan kimse, gecesini namaz kılarak, gündüzünü oruç tutarak geçiren ve gece gündüz kılıçla Allah (c.c.) yolunda cihad eden kimse gibidir. Şu iki parmağım nasıl birbirine eş ise, ben ile o kimse de cennette kardeşiz.” (Burada şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırmıştır.) (İbn Mâce)Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim yetim bir Müslüman çocuğun elinden tutup bakımını üzerine alırsa, affedilmesi mümkün olmayan bir günah işlemedikçe cennete girmesi kesindir.”Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kim sırf Allah (c.c.) rızası için bir yetimin başını okşarsa, Allah (c.c.) ona elini üzerinde gezdirdiği saçların sayısı kadar sevap yazar. Yanında barınan yetim bir erkek veya kız çocuğuna iyilik eden ile ben, şu iki parmağım gibi cennette birlikte oluruz.” (Ahmed İbn-i Hanbel)Resûlullâh (s.a.v.) buyuruyor ki: “En hayırlı Müslüman evi, içinde bulunan yetime iyi davranılan evdir. En fena Müslüman evi ise içinde bulunan yetime hor davranılan evdir.” (İbn Mâce)Hz. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki: “Dul ve yetimlerin yardımına koşan kimse, Allah (c.c.) yolunda mücahid gibidir.”Cennete girebilmek şüphesiz büyük bir saadettir. Ondan da üstünü, cennette Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e komşu olabilmektir. Cenneti yaratan ve oradaki üstün mevkiileri bazı iyilikleri yapanlara ayıran Allahü Teâlâ, sevgili Resûlü (s.a.v.)'e komşu olma bahtiyarlığını yetimleri koruyanlara lütfetmiştir.(Kalplerin Keşfi, s. 486-490)
Nefsini, Allâh (c.c.)'un zikrine arkadaş kıl ki, her iki dünyada O'ndan uzak olmayasın. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den, şu rivayet edilmiştir. O, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e yüzüğünü vermiş ve ona şöyle demişti: “Bu yüzüğe, “Lâ ilahe illallâh” yazdır.” Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü, nakışçıya vererek ona, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Resûlullâh” yaz dedi. Nakkaş, yüzüğe bunu yazdı. Daha sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Hz. Peygamber (s.a.v.)'e getirdi de, Hz. Peygamber (s.a.v.) yüzükte, “La ilahe illallâh Muhammedun Resûlullâh Ebû Bekr es-Sıddîku” diye yazıldığını gördü. Bunun üzerine, “Ya Ebâ Bekr, bu ilâveler ne?” dedi. Hz. Ebû Bekr (r.a.) de, cevaben, “Ya Resûlallâh, senin ismini, Allâh'ın isminden ayrı düşürmeye gönlüm razı olmadı. “Ebû Bekr es-Sıddîku” cümlesine gelince, bunu ben söylemedim” dedi ve utandı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) gelerek şöyle dedi: “Yâ Resûlallâh “Ebû Bekr es-Sıddîku” cümlesini ben yazdım. Çünkü Ebû Bekir (r.a.), senin isminin Allâh'ın isminden ayrı olmasına razı olmadı. Allâh (c.c.) da, onun isminin senin isminden ayrılmasına razı olmadı.” Buradaki incelik şudur: Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in isminin Allâh (c.c.)'un isminden ayrılmasına razı olmadığı için bu ikrama nail olmuştur.Kişi, Allâh (c.c.)'u yâdetmeyi hiç terketmediği zamansa durum nasıl olur? Var sen düşün. Hz. Nûh (a.s.) gemiye bindiği zaman “Geminin akıp gitmesi ve demir alması Allâh'ın ismiyledir.” (Hûd s. 41) deyince, besmelenin yarısıyla umulan kurtuluşu elde etmiştir. Ömrü boyu bu kelimeye devam eden kimse, kurtuluştan nasıl mahrum kalır? Hz. Süleyman (a.s.) “Bu mektup Süleyman'dan gelmektedir. O, “Bismillahirrahmanirrahîm” diye başlamaktadır.” (Neml s. 30) sözüyle kulun dünya ve ahiret mülküne ulaşacağı umulur.(Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.236-237)
İLMİHAL SAATİ
Akika kurbanı nedir?Akika kurbanı, bir çocuğun doğumu vesilesiyle Allah'a şükür ve çocuğu koruma niyetiyle kesilen bir kurbandır. Temel olarak bir Arap geleneğidir ve içinde günah barındırmadığı, aksine sadaka manası içerdiği için Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) bu geleneğe müdahale etmemiş, kendisi de uygulamıştır.
“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus 62)“Onlar iman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.” 63“Korku ancak gelecekle ilgili olur, yani ileride korkutan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı korkulur. Hüzün ise ancak geçmişte olan birşeyle ilgili olur. Bu, ya geçmişte insanın hoşuna gitmeyen birşeyin meydana gelmiş olmasından ötürü, yahut da arzu edip sevdiği bir şeyi elde edememiş olmasından dolayı olur.Bazı muhakkikler şöyle demişlerdir: "Veliler için, korku ve hüznün olmamasının söylenmesi, ya onlar bu dünyada iken olur, yahut ahirette iken olur. Birincisi, şu sebeplerden ötürü olamaz;Bu, dünyada olmaz. Çünkü burası, korku ve keder yurdudur. Hele mü'min, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şuhadislerinde de buyurduğu gibi, bundan hiç kurtulamaz: "Dünya, mü'minin (adetâ) hapishanesi, kâfirin de cennetidir"“İman etmek" kelimesi nazarî kuvvetin {tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, "takvaya ermek" tabiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın, itikad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz "velî"yi, bütün bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz. Takva, ilim hududunda olur ve o hududu aşar. Çünkü Allah'ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allah Teâlâ'yı, celâl sıfatlarından bir sıfatla tavsif ettiğinde, Allah'ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah'a ibadet ettiğinde Allah'ı,böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O'nun pek çok mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstehak olduğunu düşünür.) Böylece o kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamındaolmuş olduğu sâbıt olur.Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar, aralarında bir akrabalık ve alıp-verecekleri bir malolmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah'a yemin olsun ki onlann yüzleri nurdur ve insanlar korkup hüzünlendikleri zaman, onlar korkup hüzünlenmezler" dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.Yine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar öyle insanlardır ki, onları görenler Allah'ı hatırlarlar" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Onlarda görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak Teâlâ onlar hakkında, "Secde izinden nişanları yüzlerindedir" (Fetih, 29) buyurduğu için, onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.Herşeyin "velî"si, ona yakın olan demektir. Allah'a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak Teâlâ'yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah'ın kudretinin delillerini görür; dinlediğinde Allah'ın ayetlerini dinler; konuştuğunda, Allah'ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah'a kulluk ve hizmet için hareket eder, çalışıp çabaladığında, Allah'a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde de, Allah'a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah'ın velîsidir.İnsan böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah imân edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara 257)Bu müjdeden maksad, sâlih rüyadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Büşrâ (müjde), müslümanın kendisinin gördüğü veya senin, onun için gördüğün salih (güzel) rüyadır," Yine Hz. Peygamber (s.a.s) “Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşirât (müjdeci rüyalar) kaldı.”Bil ki ayetteki, "büşrâ" tabirini "sâdık rüya" manasına aldığımızda, ayetin zahiri bu halin ancak veliler için söz konusu olmasını gerektirir. Akı! da buna delalet eder. Çünkü Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullaha gömülmüş kimsedir. Binâenaleyh kim böyle olur ise, uyurken de ruhunda sadece marifetullah bulunur.Marifetullah'ın ve Allah'ın celâlinin nurunun da, ancak hakkı ve doğruluğu göstereceği malumdur. Ama fikri, bu bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse, uyuduğu zaman da böyle dağınık kalır.
Emekli vaiz Fatma Bayram'ın 20 Mayıs 2025 Salı günü Teşvikiye Camii'nde yaptığı sohbet. Görüş, öneri ve elinizde olan ders kayıtları için fatmabayrampodcast@gmail.com adresine mail atabilirsiniz.
“Ey ademoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için ama israf etmeyin. Çünkü O; israf edenleri sevmez.” (A'raf 31)“De ki: Allah´ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” A'raf 32"Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." (İsra 27)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cahiliyye Arap kabileleri, Kabe'yi çırılçıplak olarak tavaf ederlerdi. Bunu, erkekleri gündüz, kadınları da geceleyin yaparlardı. Minâ'da mescide, ibadet ettikleri yere geldiklerinde, elbiselerini tamamen çıkararak, o yere çırılçıplak girer ve "Biz, içinde (giyinik iken) günah işlediğimiz elbiselerle tavaf (ibadet) etmeyiz" derlerdi. Bazıları da şöyle derlerdi: "Biz bunu, uğur sayarak yapıyoruz. Elbiselerimizi soyup attığımız gibi, günahlarımızdan da soyunup kurtulmuş oluyoruz." Onlar elbiseleri ile ibadet ediyor, yaşayacak kadar yiyor, et ve iç yağı yemiyorlardı. Bundan dolayı, müslümanlar, "Ya Resûlallah, bizim böyle yapmamız daha münasiptir" deyince, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu, "Elbiselerinizi giyiniz, et ve iç yağı yiyiniz, (içilecek şeyleri) içiniz, ama israf etmeyiniz" demektir.Ayetteki "Zînetinizi alın"sözü, bir emirdir. Emrin zahiri vücûb (farziyyet) ifade eder. Dolayısiyle bu, her namaz kılındığında setr-i avretin vacib olduğunu gösterir.Bu, Ebu Bekr el-Esam'ın görüşüdür. Buna göre ayette bahsedilen israftan murad, cahiliyye Araplarının "bahire" ve "sâibe" gibi hayvanları haram saymalarıdır. Çünkü onlar o hayvanları, mülkiyetlerinden çıkarıyor ve onlardan istifade etmiyorlardı. Yine onlar hacc yaparlarken, Allah'ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri haram sayıyorlardı. İşte bu da israftır.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bu cümle, tehdidin doruk noktasını ifade eder. Zira, Allah'ın sevmediği herkes, sevabtan mahrum olarak kalır. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona mükâfatını ve sevabını ulaştırarak vermesi demektir. O halde, bu sevginin olmaması, sevabın ve mükâfatın olmaması demektir. Her ne zaman sevab bulunmazsa, orada ceza söz konusu demektir.Bu, bütün zînet çeşitlerini içine alan bir kelimedir. Böylece, ayette bahsedilen zînetin hükmüne, her türlü süsleme çeşitleri, bedeni her türlü şeyden temizleme, binecek şeyler ve her türlü takı çeşitleri dahil olur. Çünkü, bütün bunların hepsi bir zînettir. Eğer erkeklere, altın ve ipeğin haram olduğu hususunda bir nass (hadis) bulunmasaydı, bunlar da bu umûmî ifadenin hükmüne dahil olurlardı.Yine, ayette bahsedilen "temiz ve hoş rızıklar..." ifadesinin kapsamına, her türlü yiyecek ve içeceklerden leziz ve iştah çekici olanları girdiği gibi, aynı şekilde bunun hükmüne kadınlar ve güzel kokulardan faydalanmak da dahildir. Osman İbn Maz'ûn'dan rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Nefsimin bana telkini, kendimi hadım etmeme karar verme hususunda bana üstün geldi..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Yavaş ol, ey Osman! Benim ümmetimin hadımlığı, oruçtur" buyurdu. Bunun üzerine Osman, "Nefsim bana, ruhban olmamı telkin ediyor" dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber, "Benim ümmetimin ruhbanlığı, namaz vaktini beklemek için, mescidlerde beklemektir" buyurdu. O, "Nefsim bana, yeryüzünde seyahat etmemi telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber "Benim ümmetimin seyahati, savaşmak, hacc ve umre yapmaktır"; O, "Nefsim bana, malik olduğum bütün şeyi elden çıkarmamı telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber, "(Bu hususta) evla olan, senin, kendin ve çoluk çocuğuna harcaman, yetim ve yoksula acıman ve onlara bundan daha iyisini vermendir." O, "Nefsim bana, eşimle cima etmememi telkin ediyor" deyince,
Işığa Gözlerini Kapatanlar serimizin yeni bölümünü sizlerle. Ünlü tarihçi Belazuri'nin Peygamber Efendimiz'e (sas) en çok düşmanlık eden üç kişiden biri olarak ifade ettiği Ukbe bin Ebi Muayt'ın hayat hikayesini ele alıyoruz. Kurantime'ın kaliteli içerikler üretebilmesi için desteklerinize ihtiyacımız var. Bize gofundme üzerinden yardımcı olabilirsiniz:https://www.gofundme.com/f/kuran-time...