POPULARITY
Bir ekonomipolitik teşkilatlanma olan modern kamusal hayâttan, bilhassa sol maksimalist burjuva beklentilerin istediklerini elde edemediği son derecede âşikârdı. Bir zamanların o mâhut sanâyi toplumlarında kamusal hayattan üretim çekildiğinde ve bunun yerini yoğun bir tüketim aldığında büyük bir boşluğa düştüler. Ama yeni duruma uyum sağlamakta yine de zorlanmadılar. Ekonomipolitikten ellerinde sâdece politik kalmıştı. Bu terekeyi mutlaklaştırdılar ve kendi psikodinamikleri (baba düşmanlığı) doğrultusunda devlete aksettirerek şahsîleştirdiler. Burjuvalar kendi enteleküel havâilikleri ve esriklikleri içinde farkında değillerdi ama ithâlen geliştirdikleri fikri modeller , tüketim kapitalizminin geniş kitleleri dur durak bilmez tüketiciler yapmak için toplumları devletsizleştirme/örgütsüzleştirme, bireyleri ise babasızlaştırma siyâsetleriyle birebir örtüşüyordu. Burjuva radikalizmi toplumsala dâir bağlarını ve adanmışlık duygularını sınıfsal olmaktan çıkararak devletlerin örselediği kesimlere doğru kültürel düzlemde en heterojen düzlemde bagajlaştırdılar. Diğer taraftan tüketim ,üzerlerinde ağır baskı doğuran baba yâdigârı püritanlığı tasfiye etmelerine yardımcı oluyordu. 1990'larda bilhassa görsel medya üzerinden hâlâ ağırlıkları hissediliyordu. Ekonomipolitik çözülme herkesi şaşkınlaştırmıştı. Bilhassa alt orta sınıfların üniversiteleşen yeni nesilleri bir yol yordam arayışındaydı. Akıl ve fikir talep ediyorlardı. İşte tam bu evrede nedâmet getirmiş ve liberalleşmenin temalarını satan nesiller o boşluğu doldurdular. Artık medyadaki “özgürleşme”, yâni babasızlaşma, yâni özgürleşmenin mahsulü olan özel TV'lerde çok prim yapan, Siyâset Meydanı, Kırmızı Koltuk gibi sayısız tartışma programları tam da bunu gösteriyor. Yeni dinamikler, tıpkı II.Meşrûtiyet sonrasında yaşanmış olan matbûat enflasyonuna benzer bir hava esiyordu. Gazeteler, mecmûalar kamusal sâhalarda cirit atıyordu. Lâkin TV'ler artık burjuva kamusallığının yeni ana mecrasıydı. İşin tuhâfı, sermâyenin, daha evvel yaptığı gibi. medyayı kolonizasyonu bu sürece itiraz etmiyor; tam aksine destek de veriyordu.(Eh, o da devletten şikâyetçi değil miydi?).
Işık sandım ben. Değilmiş. “Öldürmeyeceksin” dediler. “Kimi?” diye sormadan inandım. Yalanmış. Işık karanlıktan ayrılsın diye öldüm ben. Zulüm dursun, ışık ayrılsın karanlıktan diye. Adı özgürlükler ülkesi ülkemin. Tabi inanırsanız bu berbat masala. Ama inanmayın ve kulak verin öfkeli bir adama: “Okyanusun sahibi kim Uçakların sahibi kim Alışveriş merkezlerinin sahibi kim Televizyonun sahibi kim Radyonun sahibi kim Sahip olunabileceğinden haberdar bile olmadığın şeylerin sahibi kim Gerçek sahip olduklarını düşünenlerin efendileri kim Varoşlar kimin Kim emiyor şehirlerin kanını Kim koyuyor kanunları Bush'u kim başkan yaptı Kim inanıyor konfederasyon bayrağının dalgalanması gerekliliğine Kim bahsediyor demokrasiden ve kim yalan konuşuyor Yeni Ahit'teki canavar kimdir Kimdir 666 Kim bilir kim fermanını verdi İsa'nın çarmıha gerilmesinin” Burada durdum ben. Bu evin önünde. Burada durdum ben. Bir buldozerin karşısında. Burada durdum ben. Tarihin doğru tarafında. Özgürlükler ülkesi ülkemin adı. Tabi inanırsanız bu berbat masala. Burada durdum ben. Gazze'de. Tarihin sıfır noktasında. Burada durdum ben. Eczacı Samir'in evinin tam önünde. Burada. Işık olsun diye. Ve ışık yensin diye karanlığı. Adım Rachel. Rachel Corrie. Gazeteler “bir Amerikalı aktivist, İsrail askerlerinin yıkmak istediği bir evin önünde, buldozerler tarafından ezilerek öldürüldü” diye verdiler hakkımdaki haberi. Bense şöyle dedim: “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” Ve şöyle: Işık gelecek ve karanlığı yenecek. Perde sahte. Ve sahte dekor. Dünya sahte. Ve sahte insanlar. Ama elimde megafonla ölmemin de bir anlamı var.
995 yılının Mart ayında, yani Yeni Şafak daha iki aylık bir gazete iken bu sütunda bu başlığı taşıyan bir yazı yazmıştım. O gün kastım, kendi hayatımın otuz yılıncı günü idi. Şimdi aradan otuz yıl geçtikten sonra bu defa yine aynı başlığı taşıyan bu yazıyla Yeni Şafak'ın otuzuncu yaş gününü kutluyorum. Dile kolay, bu gazetede ilk yazımın yayınlandığı o ilk Yeni Şafak nüshasının üstüne otuz yıl boyunca bin bir emek ve tükenmez bir gayretle nice nüshalar konmuş. O nüshalardan Türkiye'nin son otuz yıllık yakın tarihini okumak mümkün. Her ne kadar artık o ilk yıllar bize bugün artık uzak görünüyor olsa da, bu gerçek değişmiyor. Çünkü Türkiye'nin bize o uzak görünen günleri de aslında muhteva ve kodlarıyla ‘yakın tarih'imize dahil... Yeni Şafak'la geçen o otuz yılın, içine sığan hadisata bakılınca bir yüzyıla bedel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İnternetin olmadığı bir zamanda başladı yayın hayatına Yeni Şafak; buna bakarak doğumunun başka bir yüzyılda gerçekleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece takvimlerde tuttuğu yer bakımından değil; insanlık tarihinin bu çok temel değişimini her gün gazete çıkararak yaşamanın getirdiği başkalaşıma bire bir maruz kalmak bakımından da bu böyle... İnternetin hayatımıza girişi ve bugüne kadarki hızlı seyri, sadece teknolojik bir ilerlemenin değil, aynı zamanda zihinsel bir değişimin de miladı oldu. Benim en başından beri itidal ve hatta şüpheyle yaklaştığım bu değişim, varlığı yadsınamaz biçimde bugün de devam ediyor. Yeni Şafak her şeyi dönüştüren bu çarkın içinde rengini yitirmeden bugünlere geldi ve geleceğin getireceği yeni durumlara karşı da hazırlıklarını şimdiden yapıyor. Haber ve yazıların daktilo ile yazıldığı, faksla iletişim kurulduğu bir zamandan en üst seviyede dijital yayıncılık yapılan bir döneme geldik. Elbette kafadan iyi ya da kötü diyemeyeceğimiz, yanlışları ve doğrularıyla birlikte bakılması gereken bir değişim bu. Dünyanın her yeriyle iletişim kurmak artık çok kolay, ancak bunu doğrulukla yapmak bir o kadar zor. Teknoloji yazık ki, deformasyonu, dezenformasyonu, hatta kara kurguculuğu beraberinde getirdi. Böyle zamanlarda güvenilir haber ve bilginin, derinliğine fikir ve analizin değeri çok artıyor. Gazeteler kadrolarıyla karakter kazanır, Yeni Şafak gelecekte de genç kadrolarıyla doğruluğun tarafında olacaktır, buna inanıyorum.
Merhaba arkadaşlar nasılsınız? Bugün de yeni bir programla ve çok özel bir konukla beraberiz. Tüm Türkiye'nin yakından tanıdığı gazeteci Hande Fırat konuğumuz oldu. Hande Fırat ile elbette ki medyayı, medyanın içerisinde bulunduğu durumu, medya sektörünün geçmişteki geleneklerini ve gelecekte medyayı nelerin bekleyebileceğini konuştuk ama bunun yanında da Türkiye gündemini, yerel seçim gündemini, AK Parti'yi Recep Tayyip Erdoğan'ı, Cumhur İttifakı'nı ve Devlet Bahçeli'yi de konuştuk...
“İsrail'in başına gelen felaketin sorumlusu tek bir kişidir: Binyamin Netanyahu! Engin siyasi deneyimi ve güvenlik konularındaki yeri doldurulamaz bilgeliğiyle övünen Başbakan... Filistinlilerin varlığını ve haklarını açıkça görmezden gelen bir dış politikayı benimserken, İsrail'i bilinçli olarak sürüklediği tehlikeleri tespit etmekte tamamen başarısız olmuştur.” Bu değerlendirme, İsrail'in en eski gazetesi Haaretz'in başyazısından! Medyamızdaki “Netahyahu kazançlı çıktı; istediği oldu” gibi ofsayta düşen başlıklar, ne iş peki? Buna CHP'li Monşer Namık Tan'ın “Hamas'ın saldırısı Netanyahu'ya suni teneffüstür” lakırdısını da ekleyelim... Bilinçaltında “İsrail'e hiçbir zaman direnmeyin, asla karşı çıkmayın” repliği yatan gözbağcılıklardır, bunlar! Bu Batı Putçusu kafaya göre; Filistin halkına “sadece ölmek” yani Terörist Devlet İsrail tarafından “öldürülmek, yok edilmek” kalıyor! CHP'li Esas Monşer Ünal Çeviköz... O derece İsrail Muhibbi ki; “İsrail'in Gazze saldırısını lanetliyorum” diyerek X'te paylaşım yapan Özgür Özel'e bile ateş püskürüyor! Şöyle, diyor: “Yazık olmuş, keşke hiç yorum yapmasaydı! Sağ popülizm uğruna sosyal demokrasi de çöpe gitmiş, insancıllık da!” Anlaşılan, o ki... Çeviköz için; onlarca yıldır hemen her gün sivilleri, masumları, çocukları taammüden katleden İsrail... “-Acayip insancıl bir devlet!” KISSADAN HİSSE Malcolm X, ne demişti: “Eğer, dikkatli olmazsanız... Gazeteler, mazlumlardan nefret etmenizi... Zulmedenleri ise sevmenizi sağlar!” EL CEVAP: AKSA TUFANI İsrail terör devleti, aylardır Mescid-i Aksa'ya baskın düzenliyor. O kutsal mekânda, Filistinli gençlere her türlü zulmediyor. Başta Haydut ABD olmak üzere Batılı devletler ise keyifle seyrediyor! Hemen her gün Filistinli masumlar, siviller gaddar İsrail askerlerince kasten katlediliyor. Biden'ından Macron'una kadar Batılı liderlerin alayı ellerini ovuşturuyor! Sonra, bir 7 Ekim günü gelip de... Hamas askeri birlikleri “Aksa Tufanı Operasyonu” yapınca... Filistinliler, kafadan “suçlu ve terörist” ilan ediliyor! Batı Cephesindeki mendebur siyasiler ile medya; fiilen terör devleti olan İsrail'i bir kez daha ve hiç utanmadan “masum ve mağdur taraf” diye gösteriyor! HÜMANİST DEĞİL, TERÖRİST 2016'da “Ben bir Yahudi değilim ama bir Siyonist'im diyen” Bunak Joe Biden, İsrail'ine acil yardım gönderiyor. Arkasına ABD'yi alan İşgalci İsrail... Hamas'ın Aksa Tufanı Operasyonu'na karşılık olarak... “Ölüme mahkûm ettiği” Gazze'yi sürekli bombalıyor... Filistinli sivilleri, bebekleri, çocukları katlediyor. Camileri yerle bir ediyor. Taş, taş üzerinde bırakmıyor.
İnsanlar bayramda büyükşehirleri sanki kaçar gibi terk etti. Gazeteler İstanbul'un mesela tarihi tenhalığını yaşadığını raporluyor. Bu durum sadece alışılagelmiş kalıplarla açıklanama-yacağından belediye başkanlarının, insanların kentlerini niye yaşanmaz bulduğunu sorgulaması lazım gelir diye düşünüyorum. Kentsel dönüşüme kentsel dönüşüm düşüncesi yeterince gelişmiş olmayan belediye başkanlarından başlamak gerekir. Meseleye kentsel dönüşümle başladım çünkü nihayet bu göç hareketinin bir parçası olarak menzillerinde kümelenen insanların beraberlerinde getirdikleri gündemlerden birisi olarak kentsel dönüşümü gördüm. Anlaşılıyor ki siyaset bir parça geri kalmış. Muhalefet espri konusu olarak görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili ise çarpıcı bir durum var. Evvelce özellikle gençler Cumhurbaşkanı Erdoğan'a oy verdiklerini belki beyan etmekten biraz çekinirken şimdi bu oy davranışlarını gururla taşıyorlar gibi göründü bana. Artık şurası kesin; Cumhurbaşkanı, 2000 yıllık tarihin efsanelerinden olmaya doğru ilerliyor. Gündemin başat konusu ise ekonomi... Konu ya araçtan açılıyor ya konuttan. Sonra da sohbetler sosyal medya komplolarına kadar geliyor.
CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel kürsüdeydi, esti gürledi. Kılıçdaroğlu'nun daveti üzerine parti grubuna katılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem Bey'i öyle bir takdim etti ki… Gazeteler, televizyonlar, haber siteleri o takdim şekline dikkat çekti. Fakat nedense, kısa iki cümle ile verdiler haberi. Tam metni merak edenler ancak video kaydına rastlayınca ulaşabildi. Biz “hizmette üşenmek olmaz” düşüncesiyle, tam metin hâlinde verelim.
Mesela yani makamından bir bahis açalım. MHP lideri Devlet Bahçeli, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'ın kazanamayacağını düşünüyor olsa. Kurdukları ittifak masasında peş peşe yaptıkları toplantılarda bu konuyu hep dile getirse. “Kazanacak aday ile seçime girmek gerektiğini” defalarca söylese. O da başka bir adayda karar kılmak anlamına gelse. Nezaketi elden bırakmadan, gülücükleri ihmal etmeden, buluşmalarda hararetle tokalaşsalar fakat hiçbir zaman aynı fikirde olmasalar. Tek düşünceleri, iktidarı kaptırmamak olsa ve o çerçevenin dışına asla çıkamasalar. « Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın adaylıkta ısrar ettiğini göre göre, bile bile ondan yana tavır almasa. “Karar üçlü masadan çıkacak” demelerine rağmen, ortağını desteklemese. Onun isteğini, düşüncesini göz ardı etse. Yetmezmiş gibi, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın ile sık sık bir araya gelse. Onu Kocaeli'yi fetheden Orhan Bey'e benzetse. Dini bütün olduğu herkesçe bilinen, umreye de gitmiş olan ağabeyi, “Tahir Bey'in yüzünde Rabbiyesir gördüğünü” söylese. Açılışlarla kapanışlarda buluşsalar; başarılarını övse. Çalışmalarını her zaman desteklese. Köz kırpsa. Mavi boncuk verse. Yan yana fotoğraf çektirseler. « Sonra cebini yokladığında, bir de baksa ki cebinde bir mavi boncuk daha varmış. Onu da Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş'a -yine tebessümünü esirgemeden- ikram etse. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Belediye başkanlarının işlerine devam etmeleri gerektiğini” açıklasa fakat Bahçeli defalarca söylenen bu sözü hiç duymamış gibi davransa. O duymamış gibi yaptıkça Erdoğan “Belediye başkanlarını kesinlikle aday yapmayacaklarını” beyan etse. Bahçeli o sözleri de yok hükmünde görse. Kendi kafasındaki çizgide yürümeyi bırakmasa. Ortağı görünen partinin içini karıştırmak anlamına gelmez mi? Partinin lideri ile cumhurbaşkanlığı adaylığını çok isteyen belediye başkanlarının arasını açmak demek olmaz mı? Öküzün öldüğü, ortaklığın bozulduğu sonucuna varılmaz mı? « Cumhurbaşkanı Erdoğan her gün meydanlarda seçimde kendisinin aday olacağını söylese, seçimden sonra neler yapacağını, hamlelerini anlatsa. Bahçeli bunları da göz ardı etse. “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı ile Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı olan arkadaşlarımız aday gösterilirse, hayır demeyiz” diye ekranlarda, meydanlarda konuşsa. Konuşsa, konuşsa... Yeterince anlaşılmadı herhalde diye biraz daha konuşsa. Her mikrofona, her kameraya aynı açıklamaları yapsa. Gazeteler yazsa, dergiler çizse, ekranlar bangır bangır bağırarak bu sözleri tekrar etse.
İsmail Gaspıralı, 1883'ten 1914'e kadar yayımlanan Tercüman'daki yazılarında, hikâye ve romanlarında Türkistan'a ve bu bağlamda Buhara'ya özel bir önem vermişti. Seyahat yazılarında da Buhara'ya verilen önem hemen fark edilir. Yavuz Akpınar'ın Seçilmiş Eserleri üst başlığı ile yayımladığı kitaplar dönemle ilgili en önemli kaynaklar arasındadır. Gaspıralı'nın bu kitaplardaki yazılarını Buhara'yı ve genel olarak Türkistan'ı anlamak için de okumak gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya Türklerini usul-i cedit kavramını bilmeden anlamak imkânsızdır. Rusya Türkleri- Müslümanları söz konusu edildiğinde cedidizm, ceditçilik, usul-i cedit gibi çok bilinen kavramların yanı sıra maarifetçilik ve maarifçilik kavramları da sıkça kullanılır. Maarifçi aydınlar denildiğinde çok önemli bir kuşaktan bahsedilmektedir. 1875'te Hasan Bey Melikzade'nin Tiflis'te çıkardığı “Ekinçi”den 1917'ye kadar geçen zaman yarım yüz bile değildir. Aynı zaman diliminde Batı kolonyalizmi en geniş sınırlarına ulaşmış ve nihayetinde yayılmacı devletlerin rekabeti ile Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Çarlık Rusya'sının, tabiî sınırları olarak gördüğü yerlere ulaşmak hevesiyle hareket ettiği bu dönemde Kırım, Kazan, Kafkasya ve Türkistan'da aydınlar zümresinin ortaya çıkması, çöküş hâlindeki bir toplumu fikirleriyle harekete geçirmesi gerçekten çok önemlidir. Gaspıralı'nın yazılarından usul-i cedidin Buhara Hanlığı'nın sınırlarına oldukça geç bir dönemde dâhil olduğu anlaşılıyor. Eski ve yeni yöntem taraftarları arasındaki çatışmanın çok şiddetli olması bu gecikmenin boşuna olmadığını gösterir. Fakat buna rağmen 1910'lardan sonra Abdurrauf Fıtrat, Mahmut Hoca Behbudî, Abdullah Avlanî ve Süleyman Çolpan gibi maarifçi aydınların etkili olduklarını anlıyoruz. Gazeteler, dergiler, roman ve hikâyeler, gençlik teşkilatları yeni bir dönemin işaretleridir. Bunlar Sovyet döneminin başlarında da etkiliydiler. Abdullah Kadirî'nin Ötgen Künler'i bugün hâlâ önemini yitirmemiştir. Ne yazık ki 1930'ların sonuna gelindiğinde bu yeni aydın kuşağının son temsilcileri de hayattan koparıldı. Stalin, geçmiş ile gelecek arasındaki son köprüleri yıktı. Bunlar arasında Çolpan da vardı. O da 1938'de kurşuna dizildi. 1875 ve 1917 arasındaki bir dönemden bahsettiğimiz çok açıktır. Yetmiş yıl sonra Türk dünyasında yeniden bağımsızlık rüzgârları esti. 1990'ları bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Bağımsızlığını kazanan Türk devletlerinin kolonyalizm sonrasının en temel problemleriyle uğraşma mecburiyeti ortadaydı. Sovyetler dağılmıştı fakat ABD öncülüğünde Batı emperyalizminin bütün unsurları Türk ve İslam coğrafyasına adeta çökmüştü. Çok uzak bir geçmiş hakkında konuşmuyoruz. Daha birkaç yıl önce her türlü manipülasyona açık bir coğrafyadan bahsediyoruz. Baskıcı rejimler ve demokratik toplum özlemi gibi genel geçer karşıtlıklar sıkça gündeme geliyor fakat bunlar son derece yüzeysel bir bakışı yansıtır. Bu bakışın yüzeyselliğini bugün daha iyi anlıyoruz. Zira Batı emperyalizminin demokratik toplum ideali ile yayılmacı ideolojiler arasında doğrudan bir ilişki olduğu çok daha bariz hâle geldi. Bu sebeple ABD öncülüğünde yeni yayılmacılık dönemini yaşayan Batı emperyalizminin, coğrafyamızın genelinde başarısız olduğu anlaşılınca heyecan dalgasının Özbekistan'ın tarihî şehirlerine kadar ulaşmasını baskıcı rejimler ve demokratik toplum karşıtlığı ile açıklamamız mümkün değildir. Çolpan'ın “Güzel Türkistan”ı ancak 31 yıl sonra bir millî marş gibi dinlenebilmiştir. Sahnede ceditçi aydınların canlandırılması oldukça önemliydi.
İSTANBUL'UN İŞGALİ! 102 YIL ÖNCE İSTANBUL İŞGAL EDİLDİ! Youtube'dan izleyin: https://youtu.be/XVO1DcgmkyI 102 yıl önce , 16 Mart 1920'de sabaha karşı İngiliz Fransız, İtalyan ve Yunanlı deniz piyadeleri, İstanbul'u işgale başladılar. Harbiye ve Bahriye Nazırlıkları başta olmak üzere tüm hükümet binaları, telgraf merkezleri, Türk Ocağı Binası, karakol ve kışlalar, silah depoları ele geçirildi. Şehzadebaşı Karakolunda 6 er şehit edildi, 15'i yaralandı. İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan edildi. Gazeteler yasaklandı. Beykoz'da çeteci diye 27 taş ocağı işçisi öldürüldü. Direnişçi örgütlere üye olma ya da yardım etmeye ölüm cezası getirildi. Yalnızca Türkler'i yargılayacak özel askeri mahkemeler kuruldu. İngiliz birlikleri 16 Mart akşamı Meclis'i sardılar. Hüseyin Rauf ve Kara Vasıf Bey ve 85 milletvekili tutuklandı! 11 Nisan 1920'de Osmanlı Meclisi kapandı. Bugün de gerek İslam'ı gerek Sol'u gerekse Türkçülüğü KULLANARAK batıyla el ele bu vatana ihanet edenler vardır. Bir işgal olsa mutluluk çığlıkları atacak olanlar vardır. Dışarıya ruhunu satmış devlet yöneticileri vardır. Onlara Sait Molla gibilerin sonunu hatırlatmak isteriz… İngiliz Muhibi Sait Molla ve diğer işbirlikçiler Paris'te, Roma'da Atina'da, Kahire'de dolanmışlar, batılı devletler adına ajanlık faaliyeti yapmışlar, vatansız ve şerefsiz olarak tarihin derinliklerinde yok olmuşlardır. Mustafa Kemal Atatürk'ün ‘naçiz bedeni' 83 yıl önce toprak olmuştur ama düşünceleri en taze şekilde bizlere yol göstermektedir. O bizde yaşamaktadır ve bizimledir! ‘Siz ölürseniz biz n'aparız?' diyen köylüye ‘Atatürk sensin!' demiştir. Dinleyin...
Eksiklerimiz ve İstatistiklerin Anlattıkları
Açıklamalar, transfer haberleri vs.
ŞAMPİYON BEŞİKTAŞ
Galatasaray Maçımız
Hatayspor Maçımız
Erzurumspor Maçımız
Kasımpaşa Maçımız
Fenerbahçe Maçımız
101 yıl önce bugün, 16 Mart 1920'de sabaha karşı İngiliz Fransız, İtalyan ve Yunanlı deniz piyadeleri, İstanbul'u işgale başladılar. Harbiye ve Bahriye Nazırlıkları başta olmak üzere tüm hükümet binaları, telgraf merkezleri, Türk Ocağı Binası, karakol ve kışlalar, silah depoları ele geçirildi. Şehzadebaşı Karakolunda 6 er şehit edildi, 15'i yaralandı. İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan edildi. Gazeteler yasaklandı. Beykoz'da çeteci diye 27 taş ocağı işçisi öldürüldü. Direnişçi örgütlere üye olma ya da yardım etmeye ölüm cezası getirildi. Yalnızca Türkler'i yargılayacak özel askeri mahkemeler kuruldu. İngiliz birlikleri 16 Mart akşamı Meclis'i sardılar. Hüseyin Rauf ve Kara Vasıf Bey ve 85 milletvekili tutuklandı! 11 Nisan 1920'de Osmanlı Meclisi kapandı.
NLTR Research Hub Koordinatörü Dr. Sarphan Uzunoğlu ve NLTR Research Hub Araştırma Asistanı Verda Uyar hazırlanan bu bölümümüzde araştırma birimimiz ilk araştırmalarının sonuçlarını sizlerle paylaşıyor. 25 gazete temsilcisiyle yapılan görüşmeler ve iş ilanı taramasına dayanan araştırmada aşağıdaki sorulara yanıt verilmeye çalışıldı. En çok hangi pozisyonlar için iş ilanı var? En çok aranan nitelikler hangileri? Eğitim alanı ve seviyesine ilişkin beklentiler nasıl? Uzmanlaşma talebi var mı? Deneyim beklentisi ne durumda? İstihdam olanakları en çok hangi illerde yoğunlaşmış? Araştırma şu adresten okunabiliyor: https://www.newslabturkey.org/gazeteler-super-kahraman-mi-ariyor/ Podcastte kullanılan müzik: Funkorama by Kevin MacLeod Link: https://incompetech.filmmusic.io/song... License: http://creativecommons.org/licenses/b...
Malatyaspor Maçımız
Gençlerbirliği Maçımız
Konyaspor Maçımız
Hatay Yer Hareketleri Kulübü Maçımız
Rizespor Maçımız
Kayserispor Maçımız
Ankaragücü Maçımız
Açılış. Oyun Havaları. Erzurumspor Maçımız
Geçmiş tarihli gazetelerle bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz ve geçmişi kıyaslayarak tarihi bir yolculuğa sizi de davet ediyoruz. Sabah Şeriflerine hoşgeldiniz.
Geçmiş tarihli gazetelerle bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz ve geçmişi kıyaslayarak tarihi bir yolculuğa sizi de davet ediyoruz. Sabah Şeriflerine hoşgeldiniz.
Geçmiş tarihli gazetelerle bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz ve geçmişi kıyaslayarak tarihi bir yolculuğa sizi de davet ediyoruz. Sabah Şeriflerine hoşgeldiniz.
Geçmiş tarihli gazetelerle bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz ve geçmişi kıyaslayarak tarihi bir yolculuğa sizi de davet ediyoruz. Sabah Şeriflerine hoşgeldiniz.
Geçmiş tarihli gazetelerle bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz ve geçmişi kıyaslayarak tarihi bir yolculuğa sizi de davet ediyoruz. Sabah Şeriflerine hoşgeldiniz.
1934'te Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' Sorunun yanıtını arayan Hikmet ve Nazif geçmiş gazeteleri okuyup anılarını paylaşıyor. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
1934'te Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' Sorunun yanıtını arayan Hikmet ve Nazif geçmiş gazeteleri okuyup anılarını paylaşıyor. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Yıllar önce Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' sorusunun yanıtını aradık. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Yıllar önce Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' sorusunun yanıtını aradık. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Sabah Şerifleri geri döndü! '78 yıl önce Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' sorusunun yanıtını aradık. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz
Kıbrıs'ta Türk azınlığa saldırı planlandığı iddialarının ve Atatürk'ün Selanik'teki evinin 5 Eylül'de bombalandığının öne sürülmesinin ardından, 6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul Beyoğlu'nda Rumların can, mal ve ırzlarına yönelik düzenlenen saldırılar yıl dönümünde yeniden anılıyor.6 Eylül akşamı, Taksim Meydanı'nda toparlanmaya başlayanlar, slogan ve afişlerle İstiklal Caddesi’ne doğru ilerleyerek Rum dükkanlarını tahrip etmeye başladı.Olaylar İstanbul’un her yanına yayılırken, saldırılar kısa süre sonra yerini dükkanların yağmalanmasına bıraktı. Saldırıya uğrayan ve yağmalanan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si ise Yahudilere aitti.Resmi kaynaklara göre, 6-7 Eylül Olayları bağlamında 4 bin 214 ev, bin işyeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre olaylarda 15 kişi hayatını kaybetti.'Dersimiz Tarih'te, Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar'ın konuğu tarihçi-yazar Ayşe Hür, saldırının meydana geldiği atmosferi ve yaşananları anlattı.
Kıbrıs'ta Türk azınlığa saldırı planlandığı iddialarının ve Atatürk'ün Selanik'teki evinin 5 Eylül'de bombalandığının öne sürülmesinin ardından, 6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul Beyoğlu'nda Rumların can, mal ve ırzlarına yönelik düzenlenen saldırılar yıl dönümünde yeniden anılıyor. 6 Eylül akşamı, Taksim Meydanı'nda toparlanmaya başlayanlar, slogan ve afişlerle İstiklal Caddesi’ne doğru ilerleyerek Rum dükkanlarını tahrip etmeye başladı. Olaylar İstanbul’un her yanına yayılırken, saldırılar kısa süre sonra yerini dükkanların yağmalanmasına bıraktı. Saldırıya uğrayan ve yağmalanan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si ise Yahudilere aitti. Resmi kaynaklara göre, 6-7 Eylül Olayları bağlamında 4 bin 214 ev, bin işyeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. İnsan hakları örgütü Helsinki Watch’a göre olaylarda 15 kişi hayatını kaybetti. 'Dersimiz Tarih'te, Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar'ın konuğu tarihçi-yazar Ayşe Hür, saldırının meydana geldiği atmosferi ve yaşananları anlattı.
Konyaspor Maçı Podcastimiz
Ayşe Hür Cumhuriyet döneminde iktidar-basın ilişkilerinin öteki yüzüne bakıyor: "25 Temmuz 1931’de kabul edilen Matbuat Kanunu ile gazete çıkarmanın onlarca belirsiz kritere bağlanması yetmezmiş gibi merkezin sıkı denetimi ile gazeteciler nefes alamaz hale gelmişlerdi. Gazeteler Falih Rıfkı’nın deyimiyle Matbuat Müdürlüğü’nden gelen “telefon darbesi” ile kapatılırken ne için kapatıldıklarını bile öğrenemezlerdi. Basın sadece baskı ile değil, ödüllendirme ile de susturuluyordu. Mustafa Kemal’in sağlığında yaklaşık 40 gazeteci milletvekili olmuştu. Tek Parti döneminin basın üzerindeki sopası olan 1931 tarihli Matbuat Kanunu 1932-1938 arasında defalarca ağırlaştırıldı. Gazeteler korkudan Mustafa Kemal’in ölüm döşeğinde olduğu haberini bile veremediler..."
Alman basını ağırlıklı olarak koronavirüsle mücadele önlemlerini yorumluyor. Gazeteler önlemlerin gevşetilmesiyle ilgili yapılan tartışmaları da analiz ediyor.
Eski gazeteler okunuyor, gazeteciliğin ilk yılları mercek altına alınıyor. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Sabah Şerifleri'nde eski gazetelerden haberler inceleniyor. Geçmişin haberleriyle bugün ve geleceğin mukayese edildiği Sabah Şeriflerine davetlisiniz.
Eski gazetelerde kullanılan haber dili, geçmiş ve geleceğin mukayesesinin yapıldığı Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 11 Mart
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 10 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 9 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 6 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 5 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 4 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 3 Mart by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 28 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 27 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 26 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 25 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 24 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 21 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 20 Şubat by GZT
Sabah Şerifleri | Eski Gazeteler | 19 Şubat by GZT
Mikrofonda Hikmet ve Nazif var. Eski gazetelerde hangi haberlerin yer aldığını, nelerin konuşulduğunu o günün en önemli gündem maddelerini merak ettik ve incelemeye başladık. Bazen 1929'lar bazen ise 1942'lere ait gazeteler düştü önümüze; Viyana'da binlerce silahın bulunmasından, Beşiktaşın hiç yenilmeden şampiyonluğuna kadar birçok merak uyandırıcı haber bu yolculukta bize eşlik etti. Türkiye ve dünyada o gün konuşulan olaylar bugün unutulmuş olsa da İstanbul Üniversitesi'nin 'Gazeteden Tarihe Bakış' projesiyle açılan bu arşiv bir döneme ışık tutmayı amaçlıyor. Biz de GZT olarak bu haberleri okuyor, Spotify, YouTube ve diğer sosyal medya hesaplarımızdan sizlere konuk oluyoruz.
Eski gazeteler tarihe ışık tutuyor
2019’u geride bırakırken Türkiye medyasındaki tablo, daha da karanlık bir boyuta evrildi.El değiştiren büyük medya gruplarının tamamen iktidarın kontrolü altına girmesi ile gazeteci tasfiyelerinin dozunu artırması ve işsiz gazetecilerin korkutucu boyutlara ulaşması 2019’da artarak devam etti.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar programında yılın son medya değerlendirmesi üzerine konuştuk.Yavuz Baydar, “2019 medyanın kanının içildiği, zifiri karanlık bir baskı yılı oldu” ifadesini kullanıyor.Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi uluslarası gazeteci örgütlerinin Türkiye’de 2019 itibarıyla 150’nin üzerinde gazetecinin tutuklu olduğuna dair raporlarına dikkat çeken Baydar, yüzlerce gazetecinin de; çoğu asılsız suçlamalarla “firari” etiketlemesiyle sürgün edildiğine vurgu yapıyor. Onlarca yabancı gazetecinin de hedef alınarak sınır dışı edilmesi bu karanlık tablo içinde kayıtlara geçmiş durumda.Baydar ayrıca Türkiye’de 150’ye yakın haber sitesinin erişime engellendiğini ve yüz binlerle ifade edilen internet adreslerinin yasaklandığını belirtiyor. Bu noktada Türkiye’deki yargının da baskı ortamına katkı sağladığını kaydeden Baydar, “2019 bu anlamda da bir faciaydı” diyor. Emir komuta zincirinde işleyen yargı olduğunun altını çizen Baydar, “Bu yargıdan bir umut beslemek abesti. Biraz Anayasa Mahkemesi’nde bir kıpırdanma vardı ancak Ahmet Altan kararında gördük ki, yüksek mahkeme kararları tanımayan orta ve alt mahkemelerin varlığı bu kıpırdanmayı engelliyor” görüşünü dile getiriyor.Erişim engeli getirilmeyen/yasaklanmayan, sayıları çok az olan bazı muhalif basına da Basın İlan Kurumu eliyle cezalandırma yoluna gidildiğine işaret eden Baydar, uzun süredir dile getirdiği Basın Kartı uygulamasında gelinen noktanın da yeni bir karar alma yoluna gidilmesi için bir kapı araladığını kaydediyor.Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın verdiği rakamlara göre, Kasım 2019 itibarıyla "milli güvenliğe tehdit oluşturan yapılarla aidiyeti, irtibatı veya iltisakı olduğu" iddiasıyla 685 gazetecinin basın kartının iptal edilmesi bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Baydar, daha önce de dile getirdiği üzere gazetecilerin devlet basın kartı uygulamasını reddedip Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın oluşturacağı bir basın kartı düzenine geçmesinin olmazsa olmaz olduğunu söylüyor.Son olarak Türkiye medyasında okuyucu kitlesindeki değişime de ayrı bir parantez açan Ahval Genel Yayın Yönetmeni, Bekir Ağırdır’ın genel müdürlüğünü yaptığı KONDA’nın son medya raporundan bazı önemli verileri aktarıyor.Rapora göre Türkiye halkının yüzde 74'ü artık gazete okumuyor. İnternete ve sosyal medya araçlarına güven artıyor.Baydar, bu rakamların, Türkiye’de yazılı basının bittiği anlamına geldiğini ifade ediyor ve ekliyor:“Burada meslektaşlarımızın mevcut durumu göz önünde bulundurarak devletin prangası altında kalmaktan ziyade alternatif yol arayışlarını hedef olarak belirlemeleri gerekir. İnternet gazeteciliği, artık halkın haber alma konusunda yöneldiği en önemli mecra hâline geliyor.”KONDA raporundaki Türkiye'nin yüzde 20’ye yakının haberleri TV'den takip etmediği verisinin manidar olduğunu söyleyen Baydar, bu verilere biraz kuşkuyla da baksa önemli bir kırılmanın işareti olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor:“Dijital medyaya kayma varsa yepyeni bir durumla karşı karşıyayız demektir. Şehirleşmenin artmasıyla internete evrilme olabilir ancak yine de AKP-MHP iktidarını ayakta tutan önemli bir kesim, taşrada yaşıyor ve o seçmen tabanının internetle olan ilişkisi hâlâ çok zayıf. Dolayısıyla sözü edilen şey, kutuplaşmanın bir parçası gibi gözüküyor. Erdoğan-Bahçeli iktidarının değişmesini isteyen kesim, giderek daha fazla internet haber sitelerine yöneliyor gibi bir durum söz konusu.”
"Kısa da olsa yayın yapın." mesajları ve taleplerine cevap veremeyişimiz utancımızı tetikledi ve duşakabinin içerisinde bu yayını yaptık. (Yankı bu yüzden.) Kendinize iyi bakın, çıplaklık üzerinize yapışsın.
Galatasaray Moral Ekibi - Maçımız Var - Kongre ve Kongre Aritmetiğinden Anlamayan Saftirik Beşiktaşlılar Hareketi
Bütünüyle iktidarın tek eline geçme yolunda hızla ilerleyen Türkiye medyasında sıcak gelişmeler yaşanmaya devam ediyor.AhvalPod Nar programında Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile son durumu konuştuk.Basılı yayının gelir kaynağının önemli bölümünü oluşturan Basın İlan Kurumu artık yandaş isimlerin kontrolüne geçmiş durumda.BİK Genel Kurulu’na 12 kişiden oluşan temsilci atanırken bu isimlerden ikisinin, gazetecileri fişleyen SETA çalışanı, 7’sinin de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanları arasında yer alıyor olması durumu özetliyor.Öte yandan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın kontrolüne geçen basın kartı tarafında ise ambargo listelerinin hazırlandığı yolundaki haberler, Meclis gündemine de taşındı. Muhalif basında çalışan gazetecilerin bu haktan yararlanamaması için yine bir fişleme yapıldığı söyleniyor.İktidarın medyayı tümüyle kontrolü altına alma girişimlerine rağmen yandaş basındaki erime ve “bitiş” de devam ediyor.Satış rakamları diplerde olan iktidar medyasında özellikle Demirören Medyası’nda ciddi sayıda gazeteci kıyımı yaşanırken Güneş gazetesinin de kepen indireceği ve yoluna dijitalde devam edeceği belirtiliyor.Yavuz Baydar, Basın İlan Kurumu’na yapılan atamaları yorumlarken “Erdoğan aslında, kendi inşa ettiği başkanlık rejiminin gereklerini yerine getiriyor” diyor ve ekliyor:“Her şeyi kendi etrafında topluyor. Saray’da oluşturulan İletişim Başkanlığı ile adım adım devam ediyorlar.”Erdoğan’ın Ankara'da düzenlenen radyo-TV gazetecileri ödül töreninde yaptığı konuşmadaki, “Yeni medya düzeninin ihtiyaçlarına uygun kamu politikalarını İletişim Başkanlığımız ve diğer ilgili kurumlarımız vasıtasıyla hayata geçirmeye çalışıyoruz” sözlerine dikkat çeken Baydar, “Erdoğan, yeni medya düzeni ile iktidara ve iktidar yapılarına entegre edilmiş bir medya hedefliyor ve bu yolda bir hayli mesafe almış durumda” ifadesini kullanıyor.Baydar, Basın İlan Kurumu’nun da tümüyle yandaşlaştırılmasıyla; Evrensel, Sözcü ve BirGün gibi gazetecilere giden reklam pastasının kesileceği ve yeni medya düzeni ile muslukların büyük ölçüde kendisi de zayıflayan Erdoğan yanlısı medyaya aktarılacağını öngörüyor.İçinde bulunduğumuz ekonomik krizin iktidarı da sıkıştırdığını söyleyen Baydar, “Bunun sonuçlarını yakında göreceğiz. Hedeflenen AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatma hamlesidir” yorumunu yapıyor.
Gazeteler Neden Sat(a)mıyor? | #17 - 22.11.2018 Bilal Eren ve Hamza Şamlıoğlu ile dijitalleşmenin hayatımıza etkilerini her hafta bir başka konuyla ele alan DijitalHayatTV YouTube/Facebook/Periscope canlı yayınında; Demirören Medya Grubu Başkanı Mehmet Ersoy'un: "15 TL sigara, 5 TL çay parası veren okuyucu 1 TL'ye gazete almıyor.." sözleri üzerine başlayan sahi, basılı gazeteler neden satmıyor? tartışmasını ele aldık. - Ekonomik zorluklar, siyasi kutuplaşma ve dijital teknolojilerin yıkıcı etkilerinin basılı gazeteler üzerindeki etkileri neler? - Medyanın ana görevleri neler? Günümüzde neler değişiyor? - Türkiye ve dünyada gazetelerin durumu? - Okuyucunun gazetelere olan güveni ve beklentileri neler? - Dijitalleşme gazeteleri nasıl etkiledi? Okuyucu neler yapmalı? - Dijital gazete çıkarmak isteyenler neler yapmalı? Haftaya perşembe 20.30'ta görüşmek üzere. Hem canlı hem de geçmiş yayınlarımız için tıklayın; YouTube: https://www.youtube.com/dijitalhayattv Facebook: https://www.facebook.com/dijitalhayattv Twitter: https://www.twitter.com/dijitalhayattv Web: https://www.dijitalhayat.tv
Sarphan Uzunoğlu, clickbait ekonomisinin gerçek bir temeli olup olmadığı üzerine konuşuyor. Alternatifler üretmeye çalışıyor.
Gazeteler cinayeti yazıyordu, Haliç'e bir avuç kan dökülmüştü, Emperyal Oteli'nde üç gece kaldık, fazlasına paramız yetmiyordu, gözlerin gözlerimden gitmiyordu.
Konuğumuz: Eray Ak