POPULARITY
“Allâh'ın mescidlerini, ancak Allâh'a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allâh'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. Işte onların, doğru yola ulaşmış olmaları umulur.” (Tevbe s. 8) Buradaki “mescidler” ifadesi, hem Mescid-i Haram'ı, hem de diğer mescidleri kapsar. Bir tek olan Allâh (c.c.)'a imanın içerisinde, peygambere iman da yer almaktadır. Ahiret gününün kapsamında; öldükten sonra diriltilmek, hesap vermek ve ceza görmek ya da mükâfat elde etmek de vardır. Namazı da cemaatle kılmak gerekir. Çünkü hadiste: “Bir kimsenin cemaatle kılmış olduğu namazın sevabı, çarşıda ya da evinde kılmış olduğu namazdan yirmi beş kat daha fazladır” buyurulmuştur. Teravih namazında cemaat olmak, daha faziletlidir. Cemaat yapılması gerekenlerin, mescitte yapılması ise, en faziletli olanıdır. Farz olan zekâtı da, gönül rızasıyla vermek gerekir. Âyette zekât, namazla birlikte anlatılmıştır. Çünkü, bunların biri olmadan, diğeri kâbul edilmez. İşte, bütün bu ilmî ve amelî özellikleri kendisinde toplayan kimse, mescidleri de tamir edebilir. Ayrıca bu kimse, Yüce Allâh'tan başka hiçbir şeyden de korkmaz. Kınayanın kınamasından ve zalimin zulmünden çekinmez. İşte bu niteliklere sahip kimseler, cennetteki isteklerine ve oradaki yüceliklere ulaşırlar. Bu güzel sıfatlara ulaşmalarının anlatılmış olması, kâfirlerin amellerinin fayda vermeyeceğini belirtmek ve inkarcıları azarlayarak, kendilerinin doğruluğa erişmediklerini anlatmak içindir. Çünkü kâfirler, kendilerinin güzel şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Mü'minler bile, kendilerinde bu güzel vasıfların bulunmasına rağmen, “belki, umulur ki” gibi ümit belirten kelimeler kullanılmak suretiyle ifade edilmişlerdir. Mü'minlerin durumu böyle olursa, bozgunculuk yapan kâfirlerin durumu ne olacaktır acaba? (Ismail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri,C.2,S.400-401)
Cami görünümlü şer yuvası: Mescid-i Dırâr “Bir de şunlar var ki, müminlere zarar vermek, inkârcılığı yaymak, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne savaş açmış kişi lehine fırsat kollamak üzere mescid (süsü verilmiş bir bina) yapmışlardır. Bir de (utanmadan) 'Amacımız sadece iyi bir şey yapmaktı.' diye yemin edeceklerdir. Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar. Orada asla namaz kılma! Daha ilk günden takvâ temeli üzerine kurulan mescid namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da arınmaya çalışanları sever.
*Kıblenin değişimi Efendimiz (sav), Medine'yi teşrif ettikten sonra, on altı veya on yedi ay boyunca namazlarını Mescid-i Aksa'ya yönelerek kılmıştı. Ancak gönlü, Kâbe'yi kıble edinmekteydi. Nitekim onun arzusu, vahiyle yerine getirildi ve Kur'ân âyetleriyle Kâbe, yeni kıble edinilmiş oldu. Bakara Suresi'nin 142-150. âyetleri bu konuyu ihtiva etmektedir. Kıblenin değişimi, çok büyük bir olaydır. İmanı zayıf olanlar için savrulma nedeni olabilecek ciddi bir imtihan olmuştur. Medine'de yaşayan Yahudiler ve münafıklar, bu hadiseyi istismar ederek Efendimiz (sav) ile alay etmişlerdir. Ancak sağlam bir imanla ona bağlı olanların imanlarında asla bir zayıflama görülmemiştir. Yahudi ve münafıkların, “Bunlara ne oldu da şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçip yeni bir kıble edindiler!” şeklindeki alaylarına Kur'ân'ın verdiği cevap çok anlamlıdır: “Doğu da batı da Allah'ındır.” Yani; kıble sembolik bir şeydir. Allah, tek bir cihette değildir ki O'na yönelmek için tek bir cihet belirlensin. Başka bir âyette buyurulduğu üzere “Nereye yönelirseniz yönelin, O'nun zâtı oradadır.” (Bakara 2/115). Kıble gibi çok önemli bir şeyin değişimi bize şunu öğretir: Allah Teâlâ, iman esasları ve ahlâk ilkeleri dışında, yeni şartlar icabı dindeki her şeyi değiştirebilir/güncelleyebilir. Dinin sabitelerini ve değişkenlerini iyi anlamak gerekir. Bu nokta, dinin özünü ve ruhunu kavrayabilmek için üzerinde çok derin düşünülmesi gereken bir noktadır. Özellikle zahirî kuralların basit ayrıntılarına takılan ve dindarlığı daha çok zahirî kurallar çerçevesinde algılayanların, kıblenin değişimini iyi düşünüp bundan ders çıkarmaları gerekir.
“Allâh'ın onlara azap etmesine nasıl bir şey engel olabilir ki, Allâhü Teâlâ onlara azap etmesin? Halbuki onlar mü'minlerin Mescid-i Haram'ı ziyaret etmesini yasaklıyorlar. Onlar bu yasakları sebebiyle azâbı hak ediyorlar. Ve onlar mescidin sahibi ve yöneticisi olmadılar. Mescid-i Haram'ın yöneticisi şirkten ve diğer isyanlardan (günâhlardan) kaçınan takvâ sahipleridir. Ancak müşriklerin çoğu mescidin yöneticisinin takvâ sahipleri olduğunu bilmezler. Onların mescid yanında namazları ancak ıslık çalmak ve el ele vurmaktan ibarettir. Hal böyle olunca, Ey kâfirler! Kendi kendinize kazanmış olduğunuz bu küfrünüz sebebiyle ahiret azabını tadın.” (Enfal s. 34-35) Kâfirlerin Resûlullâh (s.a.v.)'i ve diğer Mü'minleri hicrete mecbur etmeleri ve Hudeybiye olayında mü'minleri Mekke'ye sokmayıp bir anlaşma yaparak döndürmeleri, mü'minlere Mescid-i Haram'ı (Ka'be'yi) ziyareti yasaklamaları sınıfındandır. İmkânını bulabilselerdi müslümanlardan Mescid-i Haram'a bir kişi bile koymayacaklardı. Ancak bu hususta başarılı olamadılar ve sonunda Mescid-i Haram'dan kendileri uzaklaştırıldılar. Dolayısıyla, mü'minler üzerine uygulamak istedikleri planları kendi ayaklarına dolaşmıştır. Beyt-i Şerif (Kâ'be) huzurunda onların inançlarına göre namaz olmadı. Ancak ıslık çalma ve el ele vurma oldu. Bunlar tavâf ederken uygun olmayan şu fiilleri işledikleri gibi Resûlullâh (s.a.v.) namaz kılarken sağına ve soluna gelirler, Resûlullâh (s.a.v.)'in zihnini karıştırmak ve kendisi ile alay etmek için ellerini birbirine çarpar ve ıslık çalarlardı.Kısacası, zamânımızda konferanslarda ve diğer toplantı yerlerinde Avrupa'yı taklit ederek alkış adıyla yapılan el şakırtıları, câhiliye âdetlerindendir. Bu âdetin Allâh'ın gazabına sebep, İslâm âdetlerine ters ve Allâh indinde kötülenmiş olduğu bu ayetten istifade edilen faydalardandır. (Hz. Mahmud Sami Ramazanoğlu, Enfal Suresi Tefsiri, s.130)
Muhammed b. İshak en-Nedîm'e göre, mushafı ilk yazan ve hüsnihattın ilk örneğini veren kişi, Emevî hilafetinde Velid b. Abdülmelik ile Ömer b. Abdülaziz devirlerinde (86-101/705-720) yaşayan Halid b. Ebü'l-Heyyâc'tır ve Mescid-i Nebî'nin kıble tarafındaki “ve'ş-şemsi veduhâhâ”dan Kur'an'ın sonuna kadarki kısmını altınla yazan da odur. (Fıhrist, trc.: Ramazan Şeşen, YEK Başkanlığı, İstanbul 2019)
Nuh Aslantaş hoca ilgili tabloyu yollayınca tekrar hatırladım. Kudüs'ün Müslümanlar elinden 1917'de çıktığını düşünürsek bu mübarek şehir toplamda tamı tamına 1176 yıl Arap, Kürt ve Türk Müslümanların elinde kalmış. Yahudiliğin ortaya çıkışından itibaren şehrin yani aslında Mescid-i Aksa yurdunun Yahudilerin elinde kaldığı süreyse toplamda 498 yıl. Milattan önce 586 yılından, milattan sonra 638 yılında Hz. Ömer tarafından fethine kadar şehirde hiçbir zaman Yahudi hâkimiyeti söz konusu olmamış. Babilliler, Romalılar, Pitomeler gibi medeniyetlerde olmuş şehir.
Fahr-i Âlem (s.a.v.)'in dört müezzini vardı. Bunlar Bilâl-i Habeşî, İbn- Ümmü Mektûm Kureşî, Ebû Mahzûre Semure ve Sa'dü'l-Karaz (r.a.e.)'dir. Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) ilk müslüman olanlardan biridir. Köle iken İslâm olduğunu açıklayıp müşriklerin ezâ ve cefâlarına tahammül ederken, Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından satın alınarak, Allâh (c.c.) rızası için azâd edilmişti. Sonra da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hizmetine devam etti. İlk olarak ezân okuyan ve kâmet getiren odur. İbn-i Ümmü Mektûm (r.a.), Hz. Hatice (r.anhâ)'nın dayısının oğludur. Bilâl-i Habeşî (r.a.) teheccüde kalkanları uyandırmak için fecir vaktinden evvel ezan okuduktan sonra İbn-i Ummu Mektûm (r.a.) de, sabah namazının kılınacağı zaman gelince ezân okurdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)bir yere giderken, Bilâl-i Habeşî (r.a.) de kendisi ile birlikte gittiği için İbn Ümmü Mektûm (r.a.) mescidde kalırdı. Birkaç defa Hz. Peygamber (s.a.v.) onu Medine'de kaymakam bıraktı. Ebû Mahzure (r.a.), sesi güzel olduğu için pek tesirli ezân okurdu. Resûlullâh (s.a.v.), fetihten sonra onu Mekke'ye müezzin tayin etti. Soyu tükeninceye kadar evlât ve torunları müezzinlik vazifesini yapmış ve bu süre Harun Reşid zamanına kadar devam etmiştir. Sa'dü'l-Karaz (r.a.), Ammar bin Yasir (r.a)'in kölesiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onu Kuba'ya müezzin tayin etmişti. Bilâl-i Habeşi (r.a.) ayrıldıktan sonra Sa'd (r.a.), Medine-i Münevvere'ye Mescid-i Şerif müezzinliğine tayin edildi. Kendisinden sonra evlâdı da uzun zaman mescidde müezzinlik etmişlerdir. (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, s.329-330)
Aksâ Tufanı'nın başlangıcından itibaren, Türkiye'nin çeşitli illerinde, çok farklı kurumların çatısı altında ve online platformlarda en az 346 konuşma yapmışım. Kudüs ve Mescid-i Aksâ'nın biz Müslümanlar açısından ehemmiyeti, Filistin tarihi, Siyonist işgalin süreçleri, işgale karşı Filistin cephesinde gösterilen direnişin safhaları, İslâm dünyasının ve Müslümanların ahvali, Ortadoğu yakın tarihinin dönüm noktaları gibi birçok başlık altında gündemi yorumlarken, tüm bu konuşmaların bir yerden sonra karşılıklı dertleşmeye dönüşmesi de kaçınılmazdı elbette.
Sonunda, bu da oldu: Hususi Bey, İzmir'de cami temeli attı. “Caminin üst kısmının Mescid-i Aksa modeline göre yapılacağını” söyledi.
7 Ekim'den beri İsrail'in Gazze'ye yönelik şiddetli saldırıları sürerken, öte yandan Mescid-i Aksa'da siyonistlerin provakatif eylemleri devam ediyor. Mirasımız Kudüs Derneği Başkanı Muhammet Demirci ile Kudüs'teki son durumu ve derneğin bu yıl altıncısını düzenlediği “Uluslararası Karikatür Yarışması”nın önemini konuştuk.
Mağrib ve Endülüs topraklarına yayılan kudretli Muvahhid İmparatorluğu'nun ikinci hükümdarı Ebû Yakûb Yûsuf, ordusuyla Lizbon'u kuşatmaya hazırlanırken, düşman saflarından atılan bir okla öldürüldüğünde tarihler 29 Temmuz 1184'ü gösteriyordu. Mağrib'deki başkent Marâkeş'in yanı sıra Endülüs'te İşbîliye'yi (bugün İspanya'nın Sevilla şehri) merkez edinen Ebû Yakûb, 21 yıllık saltanatı sırasında imparatorluğu her yönden istikrara kavuşturmuş, İşbîliye Ulu Camii'nin ünlü minaresini yaptırmış, İbn Rüşd başta olmak üzere pek çok önemli ismi de himayesi altına almıştı. Babasının na'şıyla başkent İşbîliye'ye dönen 24 yaşındaki Veliaht Prens Yakûb, hızlı bir şekilde yönetimi devraldı. Tıpkı babası gibi Endülüs'te Hristiyanlarla mücadeleyi sürdüren Sultan Yakûb -ki “el-Mansûr” unvanını bu yüzden kazanmıştır-, bir yandan da Mağrib'in imarına odaklandı. Marâkeş'in simgesi durumundaki Kutubiyye Camii'ni tamamlatan Yakûb, Rabat'ta “dünyanın en büyük camisi”nin inşaatını başlattı. Ne var ki, bu cami kendisinin 1199'daki ani vefatıyla yarım kalacaktı. Tüm bunların ötesinde, Sultan Yakûb el-Mansûr'un İslâm tarihinde oynadığı en kritik rol, hiç şüphesiz, kendisiyle aynı zaman diliminde binlerce kilometre uzakta Haçlılarla mücadele etmekte olan Salahaddîn Eyyûbî ile kurduğu müspet münasebetlerdi. Eyyûbî devletinin elçisini Marâkeş'te kabul eden Sultan Yakûb el-Mansûr, Filistin topraklarına gönderdiği birlikleri Salahaddîn'in emrine verdi. 1187'de Hıttîn Savaşı'na katılan Mağribli askerler, Kudüs'ün Haçlılardan geri alınmasından sonra, aileleriyle birlikte Mescid-i Aksâ'nın batı tarafına yerleştirildiler. Kudüs'ün 1967'deki işgalinin ardından İsrail buldozerlerinin yıktığı “Meğâribe [Mağribliler] Mahallesi” işte böyle kuruldu. * * * Fas Krallığı, 15 yıldır her yaz düzenlenen bir program kapsamında, yaşları 11 ila 14 arasında değişen Kudüslü 50 kız ve erkek öğrenciyi iki hafta boyunca ağırladı. Fas'ın tarihî ve kültürel mekânlarında vakit geçiren Kudüslü gençler, memleketlerine dönmeden evvel Veliaht Prens Mûlay Hasan tarafından Tetvan'daki kraliyet sarayında kabul edildiler. Fas devlet televizyonunun uzun ve ayrıntılı biçimde haberleştirdiği program vesilesiyle, elbette Kral VI. Muhammed'in Filistin davasına gösterdiği yakın ilginin altı defaatle çizildi.
21 Ağustos 1969 günü yani bundan tam 55 yıl önce bugün, Michael Dennis Rohan adlı Avustralya kökenli bir müfritin Mescid-i Aksa'yı ateşe vermesiyle caminin güney tarafında yer alan mescidin doğu kanadında çıkan yangın, Selahaddin Eyyubi'nin tarihi minberi de dâhil olmak üzere içindekilerin tamamını yakıp kül etmiş, aynı zamanda mescidin antik kubbesini de tehdit etmişti. Kudüs'ün İngilizlerin eline düştüğü 1917 yılından beri adım adım ilerleyen Siyonist işgalin Müslüman dünyayı aşağılayarak kurduğu düzene karşı ümmet çapındaki ilk Müslüman tepkisi de bu olay üzerine canlandı. 1917 yılından bir yıl sonra zaten Dünya Savaşının bitişi ve Osmanlı Devleti'nin işgal süreci başlamıştı. 1918 yılında Osmanlı'nın savaşmadan terk ettiği topraklar üzerinde kurulan sözüm ona Müslüman devletlerin hiçbirinin Kudüs diye bir önceliği yoktu. Haddi zatında İslam veya Müslümanlar diye bir derdi de yoktu. Zaten kuruluş genetiğinde böyle bir derde yer yoktu. 1924 yılında Hilafetin de kaldırılmasıyla birlikte onları herhangi bir zamanda böyle bir dert etrafında toplanmaya çağıracak bir merkez de kalmamış oluyordu. Filistin topraklarında bir Siyonist yapılanmanın oluşması o yüzden herhangi bir uluslararası muhalefet olmaksızın adım adım ilerliyordu. İsrail'in kuruluşuna karşı zamanla sergilenen Arap tepkilerinin İslam yerine ikame edilmiş bir nasyonal kimliği beslemekten başka bir işlevi olmuyordu. Savaşın bir Arap-İsrail savaşı değil Müslümanlarla Siyonistler arasında olduğunun şuurunda olan devlet-dışı oluşumlar savaşta yerlerini alıyor ve direnişi besliyorlardı. Ancak devletlerin derdi bambaşkaydı. Yıllarca İsrail karşıtlığını resmi politikaları haline getirmiş olan Suriye'de 1967 savaşında İsrail'e bir işgal imkânı sağlayan üstünlüğün bizatihi İsrail ordusundan ziyade Hafız Esad'ın ihanetinden kaynaklandığını herkes biliyor. Golan'ın bu savaş esnasında İsrail'e hiç savaşılmadan terkedilmesi 1918 yılındaki benzer entrikaların enteresan bir tekrarıydı sadece. Golan'ı bu şekilde sattıktan sonra bütün resmi ideolojiyi Golan'a ağlamak üzerine kuran Hafız Esad'ın Baas resmi ideolojisi I. Dünya Savaşı Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan bütün rejimlerin tipik söylemi ve modelidir. Golan'ın işgali üzerinden kurduğu dramatik resmi söylemi hiçbir zaman İsrail'e karşı bir direniş veya isyan motivasyonuna veya politikasına dönüştürmeyen Baas rejiminin bu resmi söylemi sadece kendi halkını kontrol altına almak üzere işledi. Sadece Suriye'de değil, bütün benzer rejimlerde. O yüzden şehid Seyyid Kutup “Bizim ordularımızın azametine bakarak düşmana karşı kendinizi güvende hissetmeyin. Bu orduların amacı asla düşmana veya İsrail'e karşı savaşmak değil, sadece kendi halklarına karşı savaşmaktır” şeklinde meşhur sözünü söylemiştir. 55 yıl önce bugün gerçekleşen Mescid-i Aksa yangını ise her şeye rağmen Hilafetin ilgasından sonra bütün İslam dünyasında ilk defa bir ümmet cephesini uyandırmıştır. Bu saldırı üzerine harekete geçen Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz, İslam Konferansı'nı toplamış ve bu sayede Hilafetin kaldırılmasından tam 45 yıl sonra ilk defa bütün İslam ülkelerinin, Müslüman olma vasıflarıyla bir konuyu dert edinmeleri mümkün olabilmiştir.
Mahmut Abbas'ın Filistin Devlet Başkanı sıfatıyla TBMM'nde yaptığı konuşma birçok açıdan ve birçok kesimin ezberlerini bozan önemli bir olaydı. Abbas'ın TBMM'de konuşturulması fikri ilk etapta soykırımcı katil Netanyahu'nun ABD Kongresinde bütün cürümlerine ve insanlık suçlarına rağmen alkışlarla karşılanmasına bir cevap olarak düşünülmüştü. Ancak bu fikir akla ilk geldiği andan itibaren Mahmut Abbas'ın bunun için uygun bir isim olup olmadığı da bir soru olarak hemen akla ve gündeme geldi. Çünkü 7 Ekim'den beri Gazze halkına karşı sergilenen insanlık dışı vahşi soykırım karşısında Filistin'in resmi temsilcisi sıfatıyla Mahmut Abbas diğer suskun Arap liderlerinden farklı bir tutum sergilemiş değildi. Hatta fazladan olmak üzere Abbas Gazze'de yaşanan vahşi katliamlardan, bütün dünyanın vicdanını İsrail'e karşı ayağa kaldıran saldırılardan neredeyse İsrail yerine Hamas'ı sorumlu tutan açıklamalar bile yapmıştı. Esasen Mahmut Abbas'ın varlık sebebi, kendisinin de defalarca farklı mecralarda, mesela Arap Birliği toplantısında, ifade ettiği gibi İsrail'in güvenliğini temin etmekti. İsrail'in bütün yayılmacı, gaspçı yerleşim politikalarına ve Mescid-i Aksa'ya karşı ihlallere karşı Filistin halkında uyanan direniş ruhunun İsrail'i tehdit etmesini önleme misyonu gizli bir misyon değil. Bırakınız Gazze'yi, Abbas'ın hükümetinin bulunduğu Batı Şeria'da bile 7 Ekim'den beri binlerce İsrail saldırısı ile binlerce Filsitinli hayatını kaybetti, binlercesi tutuklandı. Filistin'de oluşan öfke ve direniş faaliyetlerine karşı istihbarat ve polis gücüyle İsrail ile işbirliği içinde mücadele ederken İsrail'in elinin uzanamadığı yerlere uzanıp İsrail adına direnişi önlemeye çalışma misyonu herkes tarafından biliniyor. O yüzden Filistin direnişi nezdinde 7 Ekim'den beri oluşan atmosferde Abbas kendilerini temsil edecek son kişi olarak bile görülmediği halde Netenyahu'ya karşı cevap olmak üzere bile olsa TBMM'de konuşturulması çok garip karşılanmıştı.
Halep Kalesi'nden kuzeydoğu yönüne doğru baktığınızda, yan yana iki yeşil kubbe dikkatinizi çeker. Bunlardan bir tanesi, Mescid-i Nebevî'nin Kubbe-i Hadrâ'sı biçiminde inşa edilmiştir. Etrafından hemen ayırt edilen bu kubbeler, Kiltâviyye Külliyesi ve mescidine aittir. Külliyenin tarihî kısımları, Memlûk dönemi Halep naiplerinden Emir Seyfuddîn Toktemir el- Kiltâvî'in hatırasıdır. Savaş öncesinde Halep'in en önemli geleneksel eğitim kurumlarından biri olan Kiltâviyye Külliyesi, 1964 yılında Şeyh Muhammed en-Nebhân (1902-1974) tarafından kurulmuş. Aynı zamanda Nakşibendî tarikatına mensubiyeti bulunan Nebhân, anne tarafından “seyyid” olmasının etkisiyle, Halep'te büyük üne sahipmiş. Şeyh'in Halep kırsalında yaşayan Hudayrât aşiretinden oluşu da, kendisine halkın teveccühünü sağlamış. Tıpkı Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu gibi babasının zenginliğini bir kenara bırakıp, rızkını kendi el emeğiyle kazanmayı önemseyen Şeyh Nebhân, özellikle kadınların eğitimine önem verirmiş. Kendisine yetişenlerin anlattığına göre, çarşamba ve cumartesi günleri öğle namazından önce yalnızca kadınların iştirak ettiği dersler yaparmış. Suriye'de hiçbir bakanlığa tabi olmadan, kendine has bir statüyle faaliyet gösteren Kiltâviyye Külliyesi'nin yöneticiliğini, 1983'te Şeyh Mahmûd Nâsır el-Hût üstlenmiş. Muhammed en-Nebhân'ın en yakın müritlerinden biri olan Hût, Halepli tüccar ve sanayicilerle kurduğu son derece iyi ilişkiler sayesinde, Kiltâviyye'nin imkânlarını epey genişletmiş. 1985-1995 arasında Halep Emevî Camii'nin imam-hatipliğini de yürüten Hût'un riyasetinde, Kiltâviyye Külliyesi, Suriye'nin dört bir yanına imam, hatip ve vaiz yetiştiren saygın ve ciddi bir eğitim kurumuna dönüşmüş. İri beyaz sarıklar sarıp, tülbentlerinin ucunu iki omuz arasına sarkıtan Kiltâviyye mensupları, 2011 öncesinde Suriye rejimiyle barışık ancak siyasetten uzak bir portre çiziyordu. Son derece etkili bir hitabet gücüne sahip olan Şeyh Hût'un şahsî karizması ve ülke içindeki bağlantıları da Kiltâviyye'nin müstakil duruşunu korumasına yardımcı oluyordu.
Soykırımcı İsrail'in eli kanlı Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ABD Kongresi'ndeki hitabı ve Kongre üyelerince defalarca ayakta alkışlamasına dair görüntüler ne kadar gerçeküstü gibi gelse de, çağımızın, içinde bulunduğumuz dünya düzenimizin, modernliğimizin, çağdaşlığımızın gerçek yüzünü temsil ediyor. Tabi yaşanan gerçeklerle temsil arasındaki mesafe, halkı temsil eden Kongre ile halkın kendisi arasındaki mesafe, ABD ile diğer dünyalar arasındaki mesafe, ABD aklı ile adalet ve vicdan arasındaki mesafe… Bütün bu mesafeler arasında kaybolan bir akıl, vicdan, hakikat. Tam da orada kaybolduğu için tam da orada aranacak, orada bulunacak değerler. Ortadoğu'da veya genel olarak İslam dünyasında devlet elitleri ile halklar arasındaki mesafe her zaman konuyla ilgili ilk vurgulanan gerçektir. İsrail'in Gazze'ye karşı 295 günü uygulamakta olduğu soykırıma bakarak “nerede bu İslam Dünyası!” diye bağıranların karşısına çıkan ilk gerçek. 2 Milyar Müslümanın bizzat tamamını tahkir ve tezyif sayılabilecek bütün bu saldırılar karşısında o kadar Müslümanın yetersizliğinin ne yazık ki en bariz açıklaması. Başları olmadıktan sonra, onları temsil edecek bir siyasi oluşumdan yoksun olduktan sonra 2 Milyar değil de 100 milyar olsa sayıları ne kıymet ifade eder? Sadece İsrail'in Filistin'e karşı, Mescid-i Aksa'ya ve bütün mukaddesatına karşı 75 yıldır devam etmekte olan işgali ve saldırganlıkları konusunda değildir bu tepkisizlik. Esasen 100 yıldır Müslümanlar her türlü işgale, zulme, katliamlara, soykırımlara, nefret söylemlerine maruz kalıyorlar. Müslüman halklar bütün bu olup bitenler karşısında kahrolacak kadar üzgünler, mustaripler ve kendi yöneticilerinden bunlara karşı bir tedbir arzu ediyorlar. Ancak yöneticiler halklarının bu arzularını gerçekleştirmekten çok uzak. Umursadıkları bile yok. Vaka, İslam Dünyasında halklar ile siyasi temsilcileri arasında çok açık, bariz bir mesafe, bir açıklık, bir fark vardır. Hatta halklar ile yöneticiler tamamen farklı telden çalarlar. Aslında işgal veya kolonyalizm koşulları ile izah edilebilecek bu farklılık ve mesafenin İslam dünyasına özgü olduğunu zannediyorduk ya. 7 Ekim'de başlayan Aksa Tufanı'nın ifşa ettiği en önemli gerçek, bütün demokratik, düşünce, eylem ve ifade özgürü, devlet-ulus el ele görüntüsüne rağmen Batı dünyasının da aynı mesafeyle yönetildiği. Çünkü halkların İsrail soykırımına karşı sergilediği tepkiler devletlerinin konumundan çok farklı olduğu yerler var. Bilhassa ABD, İngiltere ve Almanya. Bunların da işgal altında olduğuna dair gerçeği Aksa Tufanı bütün çıplaklığıyla açığa çıkarmış oldu. ABD'nin soykırımcı İsrail'e sınırsız desteği zaten Ortadoğu'daki bütün sorunların başı. ABD halkı 7 Ekim'den bu yana yaşanmakta olan soykırımı onaylamadığını bütün vesilelerle gösteriyor. ABD üniversiteleri 1968 olaylarından beri, belki o zaman bile yaşanmamış protestolara sahne oluyor. Bütün büyük kentlerde ABD tarihinde görülmemiş protestolar ABD halkının İsrail politikalarında ülkesinin yanında olmadığını gösteriyor. Buna rağmen hükümet İsrail'e desteğine görünürde bazı tereddütler yaşayarak da olsa devam ediyor.
Konferanslarda en çok karşılaştığım sorulardan biri şudur: “İsrail, bunca askerî gücüne ve uluslararası desteğine rağmen, Mescid-i Aksâ'yı neden yerle bir etmiyor? İslâm dünyası da cılız bir kınamadan öteye geçecek durumda değilken üstelik…” Sorunun alt metninde, İsrail'i “istediğini istediği şekilde yapan”, “durdurulamayan” ve “sınır çizilemeyen” bir güç olarak tasavvur etme alışkanlığı yatıyor. İsrail'in kayda değer bir istihbarat ve saldırı kabiliyetinin bulunduğu doğru. Ama karşımızda “her şeye kâdir” bir gulyabani yok. İsrail'in hem kendi iç bariyerleri hem de onu dışarıdan kuşatıp sınırlayan haricî şartlar var. Her ülke gibi. 1967'de Siyonistler Kudüs'ü ve Mescid-i Aksâ'yı işgal ettikleri zaman, ordu radyosundan yapılan ilk anonslarda “Tapınak Tepesi artık bizim elimizde!” vurgusu çok baskındı. Kudüs'ün Müslüman halkı, Aksâ'nın kaderine dair endişe ve merak içindeydi. Ancak ilginç bir sürpriz yaşandı: İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Yahudi kamuoyunun protestolarına rağmen, Mescid-i Aksâ'nın kontrolünün Müslümanlara bırakılacağını duyurdu. İşgalle birlikte Kubbetu's-Sahra'nın tepesine dikilen İsrail bayrağının indirilmesi emrini vermekle işe başlayan Dayan, ardından Mescid-i Aksâ'nın kuzey tarafına konuşlandırılan İsrail askerlerini geri çekti. Kudüs Bölge Komutanı Uzi Narkis'in şiddetli itirazlarına rağmen kararından vazgeçmeyen Dayan, basit bir mantıkla hareket ediyordu: Dünyanın gözünde, İsrail'i “işgalci” bir devlet olarak göstermemek. Kudüs'te gerçekleştirilen askerî operasyon kelimenin tam manasıyla bir “işgal” olsa da, Siyonist liderlerin iddia ettikleri tek hedef, “mahrum bırakıldıkları doğal hakları” Ağlama Duvarı'na kavuşmaktı. Nitekim Dayan, İsrail basınına yaptığı açıklamada şunları söyleyecekti: “En kutsal mekânımıza geri döndük, buradan bir daha asla ayrılmayacağız. Biz başkalarının dinî mekânlarına el koymaya veya onları oralardan men etmeye gelmedik. Aksine, biz şehrin uyum içinde olmasını ve bütün unsurların kardeşçe yaşamasını istiyoruz.” (Ne var ki, sonraki süreç, Dayan'ın başlangıçtaki bu sözleriyle İsrail işgal yönetiminin uygulamaları arasındaki çelişkileri defaatle ve açık biçimde ortaya koyacaktı.) Moşe Dayan, işgali takip eden günlerde Kudüs Evkâf yetkilileriyle bir araya gelerek, onlarla kutsal şehrin ve Mescid-i Aksâ'nın Müslümanlar açısından taşıdığı ehemmiyeti müzakere etti. Müslüman liderlerden aldığı tavsiye doğrultusunda, Yahudilerin Mescid-i Aksâ alanında ibadet etmesini yasaklayan Dayan, Yahudi ve Hristiyanların Aksâ'yı ziyaretlerinin ise güvence altına alındığını duyurdu. Yahudiliği “kültürel” ve “siyasî” bağlamda bir kimlik olarak algılayan Dayan için, Mescid-i Aksâ sahası Yahudiler açısından sadece “tarihî” bir değer taşıyordu. Dayan'ın seküler kimliği, Aksâ konusunda Müslümanlar lehine karar vermesini kolaylaştıran etkenlerin başında geliyordu. İlginç olan ise, hiç azımsanmayacak sayıda Yahudi din adamının da Mescid-i Aksâ alanının Yahudilerce ibadet için kullanılmasını “haram” saymasıydı. Onlara göre, Süleyman Tapınağı inşa edilinceye kadar, Mescid-i Aksâ sahası “temiz” değildi ve orada ibadet edilemezdi. Böylece Dayan, Kudüs'ün dinî dengelerini seküler mantıkla korumaya çalışırken, dindar Yahudilerden sürpriz bir destek de kazanıyordu.
Medine'yi dört günde karış karış olmasa da siyer kitaplarının sayfalarını dolaşır gibi ziyaret ettik. “Gezdik” diyemiyorum, çünkü bu münevver şehir ancak aziz hatıraları yâd edilerek adımlanabilir. Okumakla görmenin ve dinlemekle ortamı teneffüs etmenin arasındaki farkları ve de öğrenilenleri eş zamanlı temaşa etmenin bereketini bir kez daha görmüş oldum. Hazreti Peygamber'e hicretinde ev sahipliği yaptıktan sonra kısa sürede gelişerek İslam dünyasının en önemli devlet, ilim, kültür, eğitim merkezi haline gelen Medine'de manevi havanın gücü etkisini öyle gösteriyor ki; gelişen dünya, imkanlar ve modernleşme bu duygunun önüne geçemiyor. Dün Mescid-i Nebevi'de Efendimiz'i selamlarken hissettiklerimi, gözlemlerimi aktarmaya çalıştığım yazıda da vurgulamıştım: “Ashabı, Peygamber Efendimiz'e hayattayken nasıl saygı gösteriyorsa, ümmeti de asırlardır aynı davranışı sergiliyor.” İstanbul, Bursa, Konya, Kastamonu gibi şehirlerin manevi iklimlerinin, özellikle de dışarıdan gelenleri etkisi altına aldığını yıllardan beri sayısız kişi söylemiştir. Mekke ve Medine'de ise ruha sirayet eden ve düşünceyi de etkisi altına alan bu gerçeklik -ilk şehirde de farklı duygularla- çok belirgin yaşanıyor. Mekanların duygulara nasıl etki ettiğinin mukayesesi ise Mekke'den ayrılıp Medine'ye varınca yapılabiliyor. Medine'de bizlere rehberlik eden Çanakkale Müftüsü Mustafa Bilgiç Hocamız, Mekke'deyken hepimizin farkında olduğu Kabe'nin dışına çıkınca şahit olunan hengâmenin tekrar Kabe'ye dönünce sonlandığına dikkat çekti. Tam olarak böyleydi Mekke. Hac zamanı yaklaştıkça koşturan ve vazifeleri yetiştirmeye çalışanların misafir eden diğer yandan otoritesinden asla taviz vermeyen bir şehir Mekke. Mustafa Bilgiç Hoca, “Cenab-ı Allah Mekke'de Celal, Medine'de Cemal sıfatları ile tecelli eder” dedi ve ekledi: “Medine'ye gezdiğinizde bu rahatlığı (Cemal'i) bütün iliklerinize kadar hissedersiniz.” Öyle de oldu. Medine aynı zamanda karşılıklı ve süregelen vefanın yurdu... Peygamber Efendimiz, zulüm ve baskılar sonucu hicret etmek zorunda kaldığı doğup büyüdüğü Mekke'yi, Medine'de kurduğu İslam devletine liderlik ederek büyük bir hoşgörüyle fethetmesinin ardından, kendileri için kurulan çadırda ikamet ederek şehirdeki yeni düzeni kurup İslami hayatın temellerini atmış. Bu sürede, kendileri ile sefere katılan Medineliler endişelenmiş ve Hazreti Peygamber'in bir daha hicret yurduna dönmeyeceği korkusuna kapılmışlar. Kendisine kucak açan Ensar'ın tedirginliğini sezen Fahri Kainat Efendimiz yanlarına gelerek, “Konuştuğunuz nedir?” diye sorup, üzüntülerinin nedenini öğrenince büyük bir vefa örneği sergileyerek şunları söylemiş: “Ey Ensar! Öyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım hayatınızla, ölümüm de sizin yanınızdadır.”
Çocukluğumuzdan beri alışkın olduğumuz bir trajedi var her bayramda: İsrail askerleri bayram günlerinde ya Mescid-i Aksa'yı basar ve postalları ile mescidin maneviyatını kirletir ya da Mescid-i Aksa etrafında olay çıkarır, Müslümanlara şiddet uygular. İslam dünyasında belirsiz tepkiler olur, mesele kapanır gider ve Filistin'de günlük yaşamda, kentte, kırda, köyde, tarlada Filistinliler yavaş yavaş ölmeye devam eder. Filistinlilerin 75 yıldır yavaş yavaş ölmesine dünya şahit oldu. Bugün Gazze'de Filistinliler toplu halde ölmeye devam ediyor. Soykırım tarifine sığmayacak kadar büyük ve insan bedeninin kaldıramayacağı kadar zulüm ve eziyet var. Beyrutlu ünlü yazar Amin Maalouf, “Uygarlıkların Batışı” kitabında 1967 Arap-İsrail savaşına atıf yaparak bu savaşa kadar Nasır'ın oluşturmuş olduğu milliyetçilik motivasyonuyla bir Arap gururundan bahseder. “Savaşta Arap ülkelerinin yenilgiye uğraması, Arap gururunu yerle bir etti. Bu yenilmişlik ve içinden çıkılmaz aşağılanmışlık duygusu, Arap ülkelerinde kalıcı bir sendroma dönüştü” der. Bugün tam da bir avuç imanlı vatansever Filistinli savaşçı, çekilen bunca acılara rağmen Arapların yok olmuş gururunu yeniden var edecek güçte bir kahramanlık destanı yazıyor. Fakat ortada Arap var mı, yok mu emin değilim. 1970'li yıllarda petrol zenginliği, dünyadaki servetler arasında önemli bir yer tutuyordu. Teknolojik gelişmeler, kalkınma alanındaki gelişmeler ve nüfus yoğunlukları, Türkiye, Pakistan, İran, Malezya, Endonezya ve Mısır gibi ülkeleri daha çok öne çıkardı. Petrol zengini Arap ülkeleri, dünyadaki etkileri bakımından oldukça gerilerde kaldılar. Uluslararası ilişkilerde enerjinin dışında bir etkileri de yok. Batılı devletler farklı saiklerle Arap ülkelerinin çoğunu ülke statüsünden çıkardılar. Halklar da yarı müstemleke ülkelerin etkisi altında iyice pasifleştiler. Türkiye'de hükümet canlı, sivil toplum ölü: Dünyanın herhangi bir yerinde bir zulüm, adaletsizlik veya hak ihlali olduğu zaman önce sivil toplum isyan eder ve hükümetleri doğru politika uygulamaya çağırır. Başta ABD üniversiteleri olmak üzere, Avrupa'nın tamamında isyan dalgası, şapka çıkarılacak düzeyde başarılı. İsrail'in iletişim savaşını kaybettiği bir tespit olmanın ötesine geçti. Hatta bu durum batılı genlerde bir Yahudi nefretini geri çağırmaya başladı.
Ziyaret kapısına doğru ağır ağır, neredeyse parmaklarımızın üzerinde yürüyoruz. Birazdan, Efendimiz'in hücre-i saadetinde olacağız. Terliklerimizi çıkardık. Mermer zeminin serinliği bir yana, yerleri yalın ayak adımlayarak; Allah Resulü'nün Medine'ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak yaptırdığı ve inşaatında bizzat çalıştığı mescidi mekânsal olarak da hissediyoruz. Öyle bir mescit ki, İslam toplumu siyasal ve sosyolojik olarak burada şekillenmiş ve Hz. Peygamber Efendimiz'in kurduğu İslam devletinin yönetim merkezi olmuş. Eşikteyiz. Bir numaralı kapı olarak belirlenmiş Babü's-Selam'dan salavatlar getirerek giriyoruz. Birkaç adım sonra ‘Cennet Bahçesi'nin hemen yanı başındayız. Ziyaretçilerin, Hz. Peygamber'in kabri (evi) ile minberi arasındaki bölümde iki rekât namaz kılabilme gayreti var. Sırasını bekleyenler, içeri taraftakilere yalvaran gözlerle bakıyorlar. Çünkü Resul-i Ekrem, Mescid-i Nebevi'de kılınan namazın Mescid-i Haram hariç diğer yerlerde kılınan namazdan bin kat daha faziletli olduğu haberini vermiş. Sağ tarafımızda Kıble duvarı var. Hücre-i Saadet göründü. “Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir” hadis-i şerif-i'ne nail olmanın şükrü ve heyecanıyla selamlıyoruz Allah'ın Habibi'ni. Müvacehe-i Şerife'ye varıyoruz. Burası selamlama cephesi. Kâinatın Fahr-i Ebedisi'nin huzurundayız artık. Kısık sesler nefeslere karışıyor: Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resullah. Heyecandan sadece ayakların değil, dilin de bağı çözülüyormuş meğer. Üzerimde iletmem gereken emanet selamlar var: Ya Resulallah! Ümmetinden şu şu isimlerin sana selamları var. Şefaatine nail olmayı arzuluyorlar. Mübarek kabirlerinin hemen sağ tarafında en sadık dostu ve halifesi Hz. Ebubekir ile en cesur arkadaşı, halifesinin halifesi Hz. Ömer'in hücreleri yer alıyor. Esselâmü aleyke ya Eba Bekir Sıddık, ya halifete Resulillah. Esselamu aleyke ya Omer-el Faruk. Ya şehidel mihrab.
Yıllar önce umreye giderken siyeri bir kez de Hz. Nebi'nin makamında okuyayım diyerek yanıma Martin Lings'in “Hz. Muhammed'in Hayatı” kitabını aldım. Kitap çok popülerdi, çeşitli mecralardan “En İyi Siyer” ödüllerini almıştı. Medine'de, Mescid-i Nebevi'de, bir kuytuya çekilip kitabı okumaya başladım. 50-60 sayfa okuduktan sonra kapağını büyük bir hoşnutsuzlukla kapattım ve sonra da hiç elime almadım. Martin Lings, sonraki adıyla Ebubekir Siraceddin kuşkusuz samimi bir Müslümandı. Ancak meselelere Batılı bir zeminden, Batı uygarlığının kodları üzerinden, Batılı bir gözlükle baktığını çok belli ediyordu. Okuduğum sayfalarda gereğinden fazla miktarda Hz. Peygamber'in evliliklerine odaklanıyor, daha en baştan yanlış bir algı oluşturuyor, bu arada gereksiz savunmalara giriyordu. İslam'a ve İslam Peygamberi'ne saldırı en çok bu “kadın meselesinden”, özellikle Hz. Aişe validemiz üzerinden yapılıyor. Son günlerde bir kez daha Hz. Aişe validemizin yaşı üzerinden tartışma başlatıldı. Konuştukları konularda tamamen yetersiz oldukları anlaşılan iki gencin videosu 2,5 milyon kişi tarafından izlenmiş, yankıları da halen devam ediyor. Ne tarihçiyim ne de siyer alimi. Savunma pozisyonuna geçmeyi, kırk dereden su getirmeyi, bahane üretmeyi de son derece gereksiz görüyorum.
Medine yolundayız. İki harem şehrinin arasındaki mesafe 450 kilometre. Bu yolu daha önce gidenler “İstanbul-Ankara arası gibi düşün” diyor. Hız sınırı var, biraz da trafik. Gece yarısından sonra Mekke'den çıkışlar olacak ve hız iyice düşecek. İki mola verdik, akşam ve yatsı namazlarımızı kıldık. Bilenler anlatıyor yine: Önceki yıllara göre çok sayıda tesis yapılmış, Mekke-Medine otobanına. Efendimiz de bu yollardan geçmiş midir düşünceleriyle camdan görünen çöllere bakarken İslâm Ansiklopedisi'nden “Hicret” maddesini okuyorum bir yandan da. Mekkeli müşriklerin zulüm ve baskıları artınca Müslümanlar sırayla Medine'ye göç etmişler. Ashabın büyük çoğunluğu kısa sürede Medine'ye gidince geride sadece Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca güç yetirememiş veya gidişleri engellenmiş belli kişiler kalmış. Efendimiz ve Hz. Ebubekir, müşriklerin suikast kararını öğrenince 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe gecesi şehri terk ederek Sevr Mağarası'na gidip üç gün sonra da Medine yollarına düşmüşler. Şehre girişleri 12 gün sürmüş. Biz ise klimalı otobüsle sekiz buçuk saatte vardık, beldelerin efendisine. Sıkılmadık, yorulmadık, aklımızdan dahi geçirmedik elbette ancak yolun son 30 kilometresi heyecandan olsa gerek bitmek bilmedi. Yavaşladık iyice. Kontroller var. Bu esnada görevliler çıktı otobüse, soğuk zemzem suyu ikram ettiler. Misafirleri böyle karşılıyorlarmış. Gece karanlığında ışıl ışıl minareleri görebilmek için birbirimizle adeta yarışırken Medine belirdi işte. Salavatlara başladık hemen: Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Rasulallah Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Nebiyyallah Essalâtü vesselâmü aleyke yâ seyyidel evveline vel ahirin, velhamdülillahi Rabbi'l-âlemin. Sevdiği bir yere giden küçük çocuklar gibi cama yapıştım ve Mescid-i Nebevi'nin minarelerini gözledim. Medine ışıl ışıl. Geceyi ve göğü delen bembeyaz ışık huzmeleri belirdi ufukta. Emin olmak için soruyorum, “Evet Peygamber Mescidi” diyorlar. Heyecanlanmamak elde de değil dilde de…
M. Asım Köksal, Peygamberimiz Aleyhisselam'ın savaş için Bedir yolundayken İbn Ezher deresinde bir ağacın altında konakladığını, bu esnada Hz. Ebu Bekir'in küçük taşlardan küçük bir mescit yaptığını ve Peygamberimiz Aleyhisselam'la birlikte burada namaz kıldıklarını nakleder. (İslam Tarihi, Ketebe, 2023). Bu, İslam'ın ilk devrinde yeryüzünün bir parçasının temizlenilerek mescit haline getirilmesinin en sade örneklerinden biri olduğu kadar, maksat ibadet olduğunda, abidin ayağının bastığı her yeri mescit haline getirebileceğine dair kolaylığın, rahatlığın da bir örneğidir. Mekkeli müşriklerin gerek hizmetini yüklenmiş olmakla başka kabilelere üstünlük kurmak, gerekse ekonomik fayda sağlamak bakımından Beytullah'ı koruduklarını bildiğimize göre, mescit fikrinin Mekke toplumunda yeni olmadığına, dolayısıyla İslam'ın mescit konusundaki tutumunun yeniliğinden değil, azami sadelikle yaygınlaştırılmasından kaynaklandığına hükmedebiliriz. Öyle ki mescitler düğün, cenaze, buluşma, görüşme, sohbet ve istişare etme, karar alma… vb. sosyal hayata dair hemen her konunun ilk adresi olacak şekilde evlerden başlamak suretiyle yaygınlaştırılmışlardır. Nitekim, Ammar b. Yasir'in “Resûllah için, istediği zaman gölgesinde yatıp dinleneceği, gölgeleneceği ve içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı?” dediği ve bu maksatla taş toplayarak Kuba'da bir mescit yaptığı; Peygamberimiz Aleyhisselam'dan önce Medine'ye hicret eden Ebu Seleme b. Abdülesed'le diğer muhacirler tarafından Kuba'da yapılan ve Medine yolundaki Peygamber Aleyhisselam'ın ikinci konaklama yeri olan mescitle, yine Peygamberimiz Aleyhisselam'ın Kuba'da Kulsûm b. Hidm'den satın aldığı arsaya -kendisi de bizzat çalışarak- yaptığı yeni mescidin aynı işlevleri gördüğü rivayet edilmiştir. Mescitlerin yapılmasıyla ilgili ilahi hüküm şu mealdeki ayetlerle açık ve usulü itibariyle de sabittir: "Şüphesiz mescitler, Allah'ındır (lillahi). O halde, Allah'ın yanı sıra hiç kimseye kulluk etmeyin. (Cin 72/18); De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na) doğrultun. Dini Allah'a has kılarak O'na ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz." (Araf 7/29) Bu hükmün esası ve uygulaması ise, “Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan (yehşe) kimseler imar (ekame) eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe 9/18) mealindeki ayetle tesis edilmiştir. Mescitlerin yaygınlaştırılması, sadeliği ve sosyal işlevleri aynı zamanda Peygamberimiz Aleyhisselam'ın evi, yukarıda zikrettiğimiz sosyal işlevlerinin yanı sıra en geniş anlamıyla İslam devletinin idarî merkezi olması itibariyle örnek (model) mescit Mescid-i Nebevî'dir.
Bayramlar Müslümanlar için sevinç, neşe, huzur, aile birlikteliği ve 'sılayırahim' demektir. Büyükler ziyaret edilir, hayatını kaybedenlerin kabirleri başında anılır, dostlarla yakınlaşılır; kısacası, iyilik ve insanlık adına ne varsa bayram günü tezahür eder. Hac farizası gereği Kurban Bayramı dünyanın bütün ülkelerinden gelen hacıların dualarla maddi ve manevi olarak hazırlandıkları, Allah'ın huzuruna çıktıkları gündür. Dün hacılar Arafat'taydı. Duaların kabul edildiği, fani hayat boyunca işlenen günahların affedildiği an olarak bilinen Arafat'ta. Rahmetli annemle birlikte hacca gittiğimde Diyanet İşleri Başkanlığı adına Arafat'taki vakfe öncesinde Mehmet Savaş Hoca ve Prof. Hüseyin Algül'ün kalbe dokunan konuşmalarını dinlemiştik. İstanbul'dan gelen iki müezzin ezan okumaya başladığında yer gök iç içe geçmiş gibiydi. İstanbul'da sabah ezanını dinleyenler çoktur. Arafat'ın verdiği manevi hava, İstanbul müezzinlerinin okuduğu ezanla birlikte hacıları uzaklara götürmüştü. Vakfe esnasında hayat muhasebesi, üzerine dua edilirken, cemaat hüngür hüngür ağlıyordu. İmam sadece Müslüman bireylerin muhasebeleri üzerine değil, yeryüzünde zulme maruz kalan, adalete susamış mazlum Müslümanlar için de iç burkan dualar etti. Arafat'ta hafif puslu bir hava vardı. İnsan bir konuya inanabilir, inanç meselesidir. Ancak Arafat vakfesi bittikten sonra insan kendisini yeniden doğmuş gibi hisseder. Bayram günleri, insanlığın tüm detayları ortaya çıkar, insana insanlığını hatırlatır. Bütün bu iyi haller dışında, insanın içini acıtan bir durum da vardır; hadis-i şerifte: "Müminler bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir azasına bir diken batsa, diğer azalar ondan rahatsızlık duyar." 19. yüzyıldan itibaren dünyanın dört bir yanında zulme uğrayan, işgal edilen Müslüman ülkeler ve topluluklar olmuştur. İsrail'in kuruluşundan bu yana Mescid-i Aksa davasını sürdüren Filistinlilere karşı uyguladığı Yahudi zulmü hiç durmadı. 75 yıldır Müslümanlar, Kudüs ve Mescid-i Aksa davasını hamasetle sürdürmektedir.
ABD basınına da geniş bir biçimde yansıdığı üzere, Suudi Arabistan'la İsrail arasında “tam normalleşme” esasına dayalı kapsamlı bir barış anlaşmasının eli kulağında. Söz konusu anlaşma belki şimdiye kadar çoktan imzalanmış olabilirdi, ancak 7 Ekim'de Hamas tarafından başlatılan Aksâ Tufanı Operasyonu, bu süreci sancı dolu birkaç ay boyunca geciktirdi. Riyad yönetimi, Hamas'a bu yüzden oldukça kızgın. Suudi Arabistan penceresinden bakıldığında, Aksâ Tufanı, “İran'ın kontrolünde hareket eden Hamas'ın Suudi Arabistan'a attığı bir gol” şeklinde okunuyor. Taraflar, zaman zaman yaptıkları açıklamalarla bu okuma biçimini kamuoyu önünde tasdik ediyor üstelik. Şimdiye kadar, toplamda altı Arap ülkesi İsrail'le resmen barış anlaşması imzaladı: Mısır (1979), Ürdün (1994), Birleşik Arap Emirlikleri (2020), Bahreyn (2020), Sudan (2020) ve Fas (2020). Bu ülkelerden son dördü, dönemin ABD Başkanı Donald Trump'ın ortaya attığı “İbrahim Anlaşmaları” (Abraham Accords) çerçevesinde barış masasına oturdular. İsrail, Mısır'la işbirliği içinde Gazze dosyasını kotarıyor. Ürdün, İsrail'le imzalanan anlaşma gereği, Mescid-i Aksâ başta olmak üzere Kudüs ve Filistin'deki Müslümanlara ait tarihî ve dinî mekânların hamisi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn'in İsrail'le yakınlaşması, daha çok ekonomik temelli. Denklemin en garip parçası olan Sudan'ın duruşu, darbeyle işbaşına gelen askerî kadroların güvenlik kaygılarını yansıtıyor. Fas ise, on yıllardır İsrail'le zaten birçok sahada son derece derin ve yakın ilişkiler geliştirmiş bir ülke.
Türkiye'de Filistin meselesi, adalet ve vicdan sermayemizin tartıldığı hassas bir kuyumcu terazisine dönüştü. Konuşanların üslubuna ve yaklaşımına dikkatle bakıldığında, kim gerçekten Gazze'deki mazlumların derdine düşmüş, kim meseleyi kendi siyasî duruşu için istismar ediyor, kim masumların acısına gözyaşı döküyor, kim sadece kendi öfkesini ve kinini tatmin derdinde, çok net biçimde anlaşılıyor. Sözde zalimi kınayıp mazlumu kollar gibi göründüğü halde, sadece kendi şöhretini ve tuttuğu tarafın kalabalığını artırma derdine düşen veya ideolojik saplantılarını tatmin peşinde koşan pek çok kişi var. Gazze, Filistin, Kudüs, Mescid-i Aksâ, sadece kullanışlı ve bol kâr getiren birer malzeme onlar için. Sadece o kadar. Bu bir kalp okuma veya suizan değil. Doğrudan doğruya, kullanmayı seçtikleri üslup niyetlerini apaçık ele veriyor. Sizi bilmem, ama ben bir samimiyet ölçüsü olarak, Gazze ve Filistin için sesini yükselten birinin Suriye'de 2011'den bu yana can veren 500 binden fazla Müslüman hakkında ne yorum yaptığına bakıyorum. Yanlış anlaşılmasın: “Acı yarıştırmak” derdinde değilim. Yalnızca ahlâkî bir tutarlılık, erdemli bir çizgi ve kalplerde bir samimiyet arıyorum. Bir coğrafyada katledilen Müslümanlara ağıt yakarken, onun hemen yanı başında katledilen başka Müslümanlara gözlerinizi ve kulaklarınızı tamamen kapatıyorsanız… Bir coğrafyadaki Müslüman katillerini lanetlerken, onun hemen yanı başındaki başka Müslüman katillerini coşkulu bir şekilde destekliyorsanız… Bir bölgedeki Müslüman mazlumları sosyal medyada sürekli paylaşırken, hemen yan bölgedeki başka Müslümanları “emperyalistlerin kuklaları” olarak zemmedip yerin dibine batırıyorsanız… Kusura bakmayınız, derdinizin Filistin, Gazze ve Kudüs olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Suriye dosyası, her açıdan tartışılabilir. Baas rejimiyle mücadelenin yöntemleri, zamanlaması, insanların yaşadıkları acılara gösterdikleri reaksiyonun boyutu tamamen tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Türkiye ve diğer bölge ülkelerinin gidişata müdahil olma biçimine dair de şerhleriniz olabilir. Tüm bunların hepsi anlaşılır. Zaten tarih de bu konularda epey sözler söyleyecektir; hatta şimdiden söylemeye başladı bile. Ama bütün bu analizler, Suriye topraklarında dünyanın gözleri önünde yaşanan mezalimi, insan hakkı ihlallerini, tecavüzleri, katliamları ve soykırım boyutuna varan kıyımı görmezden gelmeyi meşru kılmaz. Aynı anda hem İsrail'e sövüp hem Beşşar Esed'i övemezsiniz. Aynı anda hem Gazzelilere üzülüp hem Suriyeli garibanların başına gelenleri alkışlayamazsınız. İsrail'i “emperyalizm” parantezine alırken, Suriye'yi “emperyalizme karşı mücadele” eksenine yerleştiremezsiniz. Emperyalizm derken sadece ABD ve müttefiklerini kastedip, Suriye'yi kendi bölgesel emelleri için talan eden başka emperyalist odakları gözden kaçıramazsınız. Sıklıkla çok çeşitli örneklerine şahit olduğumuz bu ikiyüzlülüğün en yeni versiyonu, Türkiye'den Suriye'ye giden bir müzik grubunun Halep, Lazkiye ve Şam'da verdiği konserler sırasında sergilendi. “Kahrolsun ABD emperyalizmi ve Siyonist İsrail! Yaşasın Filistin Halkının Mücadelesi!” sloganıyla, Suriye rejiminin himayesinde sahneye çıkan grup, yukarıda bahsettiğim tutumun en canlı misaliydi. İronik ve trajik biçimde, konserler, 2 Mayıs 2013 günü Lazkiye yakınlarındaki Baniyas şehrinde Suriye rejim güçleri ve İran destekli Şiî milislerin Sünnî halka karşı gerçekleştirdiği ve en az 300 sivilin feci biçimde öldürüldüğü katliamın yıldönümüne denk düştü. Fotoğraflarla, videolarla ve şahitliklerle kesin biçimde kayıt altına alınan Baniyas katliamı, Suriye'de işlenen nice benzeri gibi, tamamen unutulmaya terk edildi ve hafızalardan silindi. Üstelik hatırlatmaya çalışanlara bugün “NATO'cu” bile deniyor.
İsrail'in önemli gazetelerinden The Jerusalem Post'ta 20 Eylül 2022 tarihinde yayınlanan bir haber, ABD'nin Teksas eyaletindeki bir çiftlikte yetiştirilen beş kızıl düvenin İsrail'e getirildiğini duyuruyordu. Habere göre: Uçakla Tel Aviv Ben-Gurion Havalimanı'na indirilen ve orada Tapınak Enstitüsü yetkilileri tarafından törenle karşılanan düveler, sonrasında Hayfâ'ya nakledilerek yedi günlük karantinaya alındı. İsrail basınından takip edildiği kadarıyla, biri bilimsel inceleme ve araştırmalar için ayrılan düvelerin sonraki durağı Batı Şeria'da Râmallah'ın kuzeyindeki Şilo adlı Yahudi kolonisi oldu. Burada özel bir çiftlikte korunan düveler, dışarıdan yoğun ziyaretçi akınına uğramaya başladı. Beş adet büyükbaş hayvanın böylesine ilgiye mazhar olmasının arka planında, Yahudiliğin önemli ritüellerinden biri yatıyor. Tevrat'ın Sayılar Kitabı bölümünde, Kudüs'te bugün Mescid-i Aksâ'nın bulunduğu alanın “temizlenmesi” için kızıl bir düvenin kurban edilmesi gerektiği bildiriliyor. Düve bazı sıra dışı özellikler de taşımalı üstelik: En az 26 aylık olmalı; derisinde kızıldan başka herhangi bir renkte tüy bulunmamalı; fiziksel açıdan kusursuz görünmeli; hiçbir şekilde tarla sürmemiş ve boyunduruk altına alınmamış olmalı. Yahudi din adamları, bu özelliklerin hepsini aynı anda kendisinde toplayan kızıl düvelere tarih boyunca ancak birkaç defa rastlandığını belirtiyor. Sırf bu işe odaklanan Tapınak Enstitüsü ise, Teksas'ta Hristiyanlara ait bir çiftlikte nihayet Tevrat'ın çizdiği çerçevede kızıl düvelerin yetiştirildiğini iddia ediyor. Siyonizm karşıtı dindar Yahudiler, söz konusu kızıl düveyi kıyametten önce Mesih'in getireceğini iddia ederek, modern dönemde böylesine bir gelişmenin yaşanmayacağında ısrarcı. Dolayısıyla, Teksas'ta yetiştirildiği söylenen düvelerin, aslında -tıpkı İsrail'in kuruluşu gibi- Yahudi inancının ve ritüellerinin tahrifi anlamına geldiğini kaydediyorlar. Gerçekten de, kızıl düvelerle ilgili haberlerin bazı detayları, Tevrat'ta sıralanan özellikleri tutturabilme adına hayvanların genetiğiyle oynandığını vs. ortaya koyuyor. Tapınak Enstitüsü'nün kızıl düve kurban etmekte ısrarının arka planında, şu anki haliyle Mescid-i Aksâ alanına Yahudilerin girişini yasaklayan hahamların fetvalarını delme girişimi var. Zira İsrail içindeki ve dışındaki hahamların kahir ekseriyeti, Yahudilerin Mescid- i Aksâ sahasına girişini ve orada ibadet etmesini dînen caiz görmüyor. “Süleyman Mabedi” inşa edilmeden, şu anda “kâfir”lerin elinde bulunduğu için, Aksâ'yı “temiz” kabul etmiyorlar. Tapınakçılar ise, kızıl düve kurban ederek ve etlerini özel bir sunakta yakarak, mekânı “temiz” hale getirmeye, böylece Yahudilerin Mescid-i Aksâ külliyesi içine rahatça girmesini sağlamaya çalışıyor. Sonrasındaki nihai hedef de “Süleyman Tapınağı”nın yeniden inşası elbette. Mevcut İsrail hükümetinin siyasî, ideolojik ve ekonomik desteğini arkasına alan Tapınak Enstitüsü, meseleyi bir emrivaki şekline büründürerek, dindar Yahudilerin itirazlarını yine onların delilleriyle bastırmayı deniyor. Kudüs ve Mescid-i Aksâ, her mayıs ayında, son senelerde giderek artan Siyonist tacizlere hedef oluyor. Anlaşılan o ki, bu bahar da Kudüs için yine gerilimli ve sıkıntılı geçecek. İslâm dünyasının Kudüs konusunda hangi adımları ne ölçüde atabileceğinin provasını, maalesef Gazze'de yaşadık. İsrail, cılız kınamalar, hedefi bulanık tehditler ve bildik sloganlar dışında, Müslümanlardan somut bir engellemeyle karşılaşmayacağının rahatlığıyla hareket ediyor.
“İ'tikâf” kelimesi, kök anlamı itibariyle, “kişinin kendisini herhangi bir yerde, bir maksada binâen bekletmesi” anlamına gelir. Terimsel anlamı ise, “Bir Müslümanın, dünyevî meşgalelerden uzaklaşıp Rabbi ile baş başa kalmak amacıyla bir camide belirli bir süre halvete girmesidir.” İlginçtir ki, itikâftan bahseden kadim ya da çağdaş eserlerde, bu ibadetin, aslında bir “halvet” olduğundan bahsedilmez pek. Hâlbuki, itikâf ibadeti, özel bir halvet çeşididir. Halvet ve uzlet; bazı farklılıklarla, hemen her dinde görülen evrensel bir ibadet tarzıdır. Nitekim İslâm öncesindeki Araplar da, halvet ve uzleti uyguluyorlar ve buna “tahannüs” diyorlardı. Kaynaklardan anlaşıldığına göre; kendilerine “hanîf” denilen ve Hz. İbrahim'den tevârüs edilen tevhid inancını korumaya çalışan kişiler, çeşitli mağaralarda, dağlarda ya da evlerinin bir köşesinde uzlete çekiliyorlardı. Hikmetli Kitab'daki “İbrahim ve İsmail'e ‘Evimi, tavaf edenler, orada itikâfa girenler, rükü ve secde edenler için tertemiz tutun' buyurduk.” (Bakara 2/125) meâlindeki âyetten anlaşıldığına göre, en azından Hz. İbrahim devrinden beri bilinen bir ibadettir itikâf. Hanif geleneğin temsilcisi olan Efendimiz (sav), Mekke'de vahiyle müşerref olana kadar Hira Mağarası'nda defalarca Mevlâ'sı ile baş başa kalmak için dünyasından uzaklaşıp uzlete çekilmişlerdi. Medine'yi teşrif ettikten sonra da, artık bir manevî rehber, bir toplum lideri, bir devlet başkanı ve bir komutan olmanın verdiği sorumlulukla, şehrin dışında ıssız bir yerde değil, şehrin tam göbeğinde, bir mabed olmanın yanı sıra o dönemin her türlü meselelerinin görüşüldüğü bir merkez olan Mescid-i Nebî'de yapmaya devam etmişlerdi bu ibadeti. Şimdi gelin, asr-ı saâdetin kutlu günlerini hayal edelim. Yıllardan, hicri 2. yıl sonrası bir yıl; aylardan ise, ramazan olsun. Mescid-i Nebî'ye kuzey kapısından girelim. Ashâb-ı suffenin yaşadığı üstü kapalı bölümden geçip, üstü açık kumluğa doğru ilerleyelim. Önümüzde, kıble cihetine paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu, üstü yanlamasına hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatılmış sade bir çatılı yapı çıkacak. Bu yapının sol tarafında Âlemlerin Efendisi'nin (sav) her biri birer odacıktan oluşan, hanımlarına tahsis edilmiş hücreler var. Mescid'deki yirmi yedi sütundan, Efendimiz (sav)'in hücre-i saâdetlerinin yakınında olan ve Tevbe Sütunu diye bilinen hurma kütüğünün yanında keçeden yapılmış küçük bir Türk çadırı…İçinde basit bir yaygı…Çadırın kapısı olarak kullanılan basit bir hasır…İşte bu mütevazı çadırın içinde Fahr-i Kâinât Efendimiz (sav)…Dünyasına uzak; ama Mevlâ'sına yakın…Yalnız hani “Dünya nedir?” sorusuna, “Allah'tan gafil olmaktır” demişti ya Hz. Mevlânâ…Öyle bir uzaklık. Yoksa ne sahâbîlerini unutmuş, ne de hanımlarını…Ne toplumsal sorumluluğunu göz ardı etmiş, ne de ailevî sorumluluğunu… İlk başlarda, ramazanın ilk on gününde girerlermiş itikâfa. Sonraları ortasındaki on günde girmeye başlamışlar. Ramazanın yirmi birinde hücre-i saâdetlerine avdet ederlermiş.
Az önce bu yazı için yazdığım giriş paragrafını sildim, yerine bu cümleleri yazıyorum. Sonuna kadar götürebilecek miyim bu defa? Belli ki her sildiğimde aynı kahredici ikilemlerle başlayacağım yine söze. Devam etmek gerek o zaman; farkı yok çünkü bir sonraki sözün bir öncekinden. Yine de şunu itiraf etmeliyim; kelimeleri bir arada tutmak hiç olmadığı kadar zorlaştı. Bir haber çarpıyor gözüme, Gazze'de kaybedilen canları defnedecek yer kalmadı deniyor haberde. Şehrin her karış toprağı şehit bedenleriyle doldu taştı. "Çevresini mübarek kaldığımız" buyurmuyor mu Rabbimiz, İsra Suresi'nin ilk ayetinde Mescid-i Aksa için? İşte o topraklar mübarek şehit kanıyla kan kırmızı! Bunca ölüm, bunca kıyım ve yine de dünyanın belki tek diri şehri Gazze! Yaşayan ölüler hâlâ çoğunlukta yeryüzünün diğer şehirlerinde. Zulmün bu derecesine bile aldırmayanlar, gözünü çevirip bakmaya bile lüzum hissetmeyenler var. Daha da ötesi, zalimin yanında durabilen, destek olabilen, böyle bir vahameti sayfalarca konuşup örtbas etmeye çalışanlar var. Onlardan değiliz, onların yanında da değiliz çok şükür ama... Günlerdir aç ve susuz ayakta kalmaya çalışan çocuklar, gözlerini gökyüzüne dikip, geçen uçaklar üstlerine yemek mi, bomba mı atacak diye merak ederken, biz o çocukların yanında da değiliz. Evlerimizde iftarı beklerken, midemizde birikmeye başlayan açlıktan ölesiye utanıyoruz. Alnımızı secdeye koyarken, hangi yüzle bunu yaptığımıza akıl erdiremiyoruz. Bizim hayatımızda her şeye bir çare var. Ama Gazze deyince, Doğu Türkistan deyince birden çaresizleşiyoruz. Adı üstünde bir çaresizlik hali bu ama yine de sormaktan geri duramadığımız şu soru nasıl da tırnaklarını geçirip acıtıyor içimizi: Bir çaresi yok mu? Bu 'çare' kelimesi sadece gözlerimizi mazlumlar katledilirken elimizi attığımız bir kelime mi? Bizim artık hiçbir şeye yaramayan, hiç kimseyi, hatta bizi bile kendine inandıramayan yalama olmuş bahanemiz! Her gün onlarca kere şahit oluyoruz parçalanmış çocukların, masum insanların kanlı bedenlerine. Sonra iftar saati geliyor, önceki yılların iftarları gibi, aynı acıkma ve kavuşma hissiyle, aynı iştahla neredeyse, aynı donatılmış sofralarda bırakıyoruz kendimizi unutmaya. Belki bir an duraksayıp yutkunanlarımız var. Ama kimse almıyor elimizdeki lokmayı, bardağımızdaki suyu, başımızın üstündeki çatıyı, lambamızdaki ışığı, odalarımızdaki sıcaklığı...
Dikkat ediyor musunuz, yıllardır Gazze, Filistin, Kudüs, Mescid-i Aksa ve İsrail'in ölçüsüz saldırgan küstahlığı Ramazan aylarımızın rutin gündemleri haline gelmiş bulunuyor. Geçtiğimiz yıl, önceki yıl, bir önceki yıl ve önceki yıl Ramazan aylarında ortada hiç bir şey yokken bile İsrail bir vesile bulup ya Mescid-i Aksa'ya fanatik Yahudilerin kirli ayaklarıyla girerek yaptıkları provokasyonlara yol veriyor veya Mescid-i Aksa'ya namaz için gidenlere kısıtlamalar yaparak, tacizde bulunarak başka türlü provokasyonlar yaparak Ramazan ayını Filistinliler için bir eziyete bütün dünyadaki Müslümanlar için de bir meydan okuma vesilesine dönüştürüyor. Hatta birkaç yıldır Ramazan ayının Yahudilerin Hamursuz bayramına denk gelmesi sebebiyle ilginç bir karşılaşma da yaşanmış oluyordu. Özü itibariyle başka insanların hallerini anlamayı, onlarla diğergam olmayı, kendilerinden daha kötü durumda olan insanlara karşı şefkat ve merhamet duymayı öğreten Ramazan ayı Yahudilerin Hamursuz Bayramının duvarı karşısında bambaşka bir olaya dönüşüyordu. Yahudiler bu bayramın bir parçası olan kurbanı Kutsal Tapınaklarının kalıntılarının altında yer aldığı Mescid-i Aksa'da kesmekte ısrar ediyorlar ve bunun için girişleri yasak olan Mescid'i Aksa'ya zorla girmeye çalışırken Müslümanların inançlarını, duygularını, durumlarını yok sayıyordu. Böylece iki dini günün karşılaşmasından çok enteresan, her birinin başka insanlara, dünyaya, barışa dair görüşleri ve tutumları da gerçek bir ortamda karşılaşmış oluyordu. Bu ikisini karşılaştırmak isteyenler buradan bir hayli yol yürüyebilir. Ramazan ikliminin başka insanlara karşı bir diğergamlık iklimi oluşturduğu çok açık. Açların halinden anlamaya yaradığı, böylece farklı gelir grupları arasında bir anlayış kanalı oluşturduğu da çok açık. Bunun edebiyatı sıkça yapılır, yapılmalı da elbet. Ama herkes bilir ki orucun amacı bu değildir. Bu orucun olsa olsa yan etkisidir, faydalarından biridir. Bu boyutu, temel İslami ilimleri öğrenen çocukların bile hemen ilk muttali oldukları hikmettir. Son zamanlarda sosyal medyada sıkça yayılan ve kulaklara üflenen bir vesvese büyük bir tüyo keşfetmişçesine oruçtan maksadın fakirlerin halinden anlamaksa fakirlerin neden oruç tuttukları sorusunu telkin etmeye çalışıyor. Hayatta oruçla işi olmamış, başkalarını anlamayı, hemhal ve digergam olmayı hiç tasa etmemiş insanları oldukça rahatlatan, kendi bencillikleriyle mesut ve bahtiyar bırakan bir soru tabi. Felak-Nas surelerini okuyup geçelim. Ramazan nerede ve hangi zamanda yaşıyor olursak olalım, bizden öncekilere ve bizimle aynı yerde bulunmayanlara da farz kılınmış bir ibadet olduğunun şuurunu hissettirir her şeyden önce. Yaşadığımız tarihin bir muktezası, Ramazan Kudüs ile, Mescid-i Aksa ile, Filistin ve Gazze ile bütünleşiyor anlamı. Ramazan'ı ruhundan soyutlamışsak, onu bütün İslam dünyasının birlik şuurunu, tarih şuurunu canlandıran boyutunu ihmal etmişsek o kelimelerin hepsi bu boyutu pekiştirmek üzere Ramazan'a dahil oluyor. Aslında tıpkı Ramazan'ın bireysel veya toplumsal iradelerimizden bağımsız kendi zatiyeti olması gibi, Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın da bu süreçte kendi zatiyetleriyle, bir ilahi iradeyle devrede olduğunu hissetmemek mümkün değil. Müslümanların tarihte müşriklere karşı verdikleri ilk savaş Bedir'de bir Ramazan gününde gerçekleşmiş. O savaş aynı kabileden insanların salt inançları, ilkeleri dolayısıyla karşı karşıya geldikleri muhteşem bir savaştır. Savaş için bir tarafın gerekçesi insanların zulme, kula kulluğa, insanın şahsiyetinden, haysiyetinden koparıldığı putperest cahiliyeye karşı Tevhidin, özgürlüğün, adaletin ve insanlık onurunun kavgasını vermekti. Bu kavgayı vermek, cahili değer, inanç ve düzenlere, kendi zincirlerine ölesiye bağlanmış kendi yakınlarını, akrabalarını karşısına almayı gerektiriyordu. O yüzden Bedir aslanlarının
.
.
“Yaşayanlar için sayılı günler tez geçer” demiş büyüklerimiz. Önceki Ramazan ile bu Ramazan'dan arasındaki sayılı günler tamamlanmak üzere ve inşallah birkaç gün sonra başlayacak olan yeni Ramazan da aynı nedenle tez geçecek. Ramazan orucu, hicretin ikinci yılı (624) Şâban ayında, kıblenin Kabe'ye çevrilmesini takiben farz kılınmıştır. Buna göre, Peygamberimizin hicretinden, kıbleden ve oruçtan söz ettiğimizde aynı zamanda Medine'den de söz ediyoruz demektir. Medine ne zaman kurulmuştur, neden değerlidir, Peygamberimizin Rabbimizden Medine'nin de Mekke kadar (hatta ondan daha fazla) kendisine sevdirilmesini talep etmesinin sebebi nedir? vb. soruların siyer kitaplarında elbette cevapları vardır, bizim o cevapları hemen seçip nakletmemiz mümkündür. Ancak gerek Medine'nin şehir olarak tarihinde gerekse Peygamberimizin hicretinde ve ilk İslam toplumunu burada oluşturmasında, mezkur soruları ve cevaplarını aşan bir yan vardır. En azından okuma eylemi, okuyanın okuma anındaki maksadına, ihtiyacına ve ruh durumuna tabidir. Her bilgi bunlara göre açılarak, sınıflanarak başka bilgiler için eşik oluşturur. Okurun mahareti de zaten bu eşikleri aşmasına ya da aşmamasına göre ölçülür. Bu nedenle zikrettiğimiz sorulara verilen cevapların, burada özetlenerek nakledilmesinden çok, ilgili kitaplardan bizzat okunarak elde edilmesinden yanayız. Medine hakkında elimizin altında bulunan üç müstakil kitabı da bu amaçla duyurmak istiyoruz: İlki, İbn Zebâle'nin (ö. 199/814'ten sonra) Ahbâru'l-Medîne'sidir. Fatih Mehmet Yılmaz'ın tercümesiyle (ve Arapça metniyle) Ankara Okulu Yayınları arasından çıkmıştır (2018). En-Nedim'in el-Fihrist'inde zikrettiği Ahbâru'l-Medîne'de, hicret ve Mescid-i Nebevî'nin inşası, mimari özellikleri, genişletilme çalışmaları, mescit adabı ve Medine'nin çevresindeki diğer mescitlerin bilgisi verildikten sonra Medine'nin ilk mukimleri, kuruluşu, isimleri, sınırları, faziletleri, kabristanları, kuyuları, vadileri, vakıfları, çarşıları anlatılmış, müellifin “Ezvâci'n-Nebî” risalesi de (Ahmet Çırak tercümesiyle) kitaba eklenmiştir. Yazılış tarihi ve muhtevası itibariyle Ahbâru'l-Medîne, “…Alanında öncü olup Medine-i Münevvere ile ilgili ilk eser olma özelliği taşımaktadır. Ayrıca bu kitap İbn Şebbe'den (262/876) Semhûdî'ye kadar uzanan ve mirasımızda makes bulmuş benzer kitaplara nazaran da daha etkili bir usule sahiptir. Zira söz konusu müellifler Medine-i Münevvere ile ilgili rivayetleri, malumatları, Medine'nin faziletleri ve isimleri konusunda onu örnek almışlar, kitaplarında İbn Zebâle'nin eserinden nakilde bulunmuşlardır. Böylece Medine-i Münevvere ile ilgili eserler, temel bölümlerini ve konularını tespitte büyük oranda İbn Zebâle'nin kitabından etkilenmişlerdir.” İkinci kitap, es-Semhûdî'nin (ö. 911/1506), Vefâ'ü'l-vefâ bi-ahbâri dâri'l-Mustafâ -Medine- i Münevvere Tarihi'dir. İbrahim Barca'nın tercüme ettiği bu eser, Siyer Akademi tarafından yayımlanmıştır (2021). Es-Semhûdî “Medine'nin doğal, tarihi ve dini yapılarına yoğunlaşmış Vefâü'l-vefâ bi- ahbâri dâri'l-Mustafâ'sıyla Medine tarih yazıcılığında yöntem, içerik ve sistem bakımından klasik dönemin deyim yerindeyse zirve noktasına ulaşılmıştır. Çünkü Vefâ'dan sonra günümüze kadar Medine tarihine dair telif edilen eserler, birçok yönden es-Semhûdî'nin Vefâ'sını örnek almış ve ondan önemli bir kaynak olarak yararlanmıştır.” İbn Zebâle'nin işlediği konuları, Vefâ'sında çeşitli rivayetler, görüşler ve şahitliklerle çokça genişleten Es-Semhûdî, eserini Hulâsatü'l-Vefâ bi-ahbâri dâri'l-Mustafâ adıyla telhis; Âşık Muhammed b. Ömer el-Hanefî (ö. 1614'ten sonra) de onu Osmanlı Türkçesi'ne tercüme etmiştir. Çok özel bir dil zevkine sahip olan bu eser de Nurettin Gemici tarafından hazırlanmış ve YEK Başkanlığı'nca kitaplaştırılmıştır (2022).
Hindistan Başbakanı Narendra Modi, geçtiğimiz hafta, ülkesinin batısındaki Gücerat eyaletinin küçük bir sahil şehrinde ilginç bir etkinliğe imza attı. Hindistan Deniz Kuvvetleri'ne mensup profesyonel denizci askerler eşliğinde Dwarka açıklarında dalış yapan Modi, Hindu inanışına töre tanrı Krişna'nın kurduğu antik şehrin denizaltındaki kalıntılarında dua etti. Bütün dinî ritüelleri özenle ve dikkatle uygulayan Modi, karaya çıktıktan sonra verdiği demeçte “ilahî bir tecrübe” yaşadığının altını çizdi. Gücerat, Narendra Modi'nin memleketi. Ama aynı zamanda, Hindistan topraklarında kurulmuş en dikkate değer İslâm devletlerinden Gücerat Sultanlığı'na (1391-1583) merkezlik yapmış bir coğrafya. Sultanlığa zirve yıllarını yaşatan Ebu'l-Feth Nâsiruddîn Mahmud Şah dönemi (1458-1511), bugün Hindular tarafından hâlâ nefret ve öfkeyle hatırlanıyor. Zira bu zaman diliminde Gücerat'a İslâm'ın mührünü vuran Mahmud Şah, Hindularla uzun savaşlara girişmiş bir hükümdar. Hatta Dwarka'da tanrı Krişna'ya adanan büyük bir Hindu tapınağının onun emriyle yıkıldığına inanılıyor. Mahmud Şah için çizilen kamusal imaj, Bâbürlü İmparatorluğu'nun meşhur hükümdarı İmparator Evrengzib'in (saltanatı: 1658-1707) her vesileyle yerin dibine batırılmasına benziyor. Evrengzib'in “suçu” da aynı: Hindistan'ın tarihine İslâm mayasını çalmak. 2014'te başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından, ülkesindeki Müslüman nüfusa yönelik her türlü tahrik ve saldırıyı el altından destekleyen Narendra Modi, bir yandan da Hindistan'ın mazisindeki İslâm izlerini silmek ve yerine Hindu kültürünü ikame etmek peşinde. Bunun için silahlı çeteler palazlandırılıyor, ülke tarihindeki Müslüman şahsiyetlere yönelik karalama kampanyalarına girişiliyor, Müslüman halka karşı fiili taarruzlara da göz yumuluyor. * * * Hz. Ömer, 638'de başkent Medine'den bizzat gelerek Kudüs'ü teslim aldığında, acaba kalbinden neler geçiyordu? Zira Müslümanlar, 23 yıllık risâlet sürecinin yaklaşık 14 yılı boyunca namaz kılarken Kudüs'e dönmüştü, ancak bu zaman zarfında Mescid-i Aksâ fiilen yerinde değildi. Romalılar M.S. 70'de Kudüs'ü tamamen harabeye çevirdiklerinden, Hz. Peygamber ve ashabı, aslında bir mabedin arsasını kıble edinmişti. Verilen mesaj açıktı: “Ey Müslümanlar, burada vaktiyle size ait bir mekân vardı. Ona önce bedenlerinizle ve kalplerinizle yöneleceksiniz, zamanı gelince de burayı ihya ve imar edeceksiniz.” Hz. Peygamber'in irtihalinden sadece 6 yıl sonra işte o zaman gelmiş, Müslümanlar, Mescid-i Aksâ'yı her açıdan imara girişmişti. Bizans İmparatorluğu sınırları içinde yer alan bir mabedin (yerinin) kıble olarak belirlenmesi, Müslümanlar için bir istikamet tayini ve kimlik inşasına doğru yola çıkma emriydi. Tarihi sahih biçimde yeniden yazmak, tarihî yürüyüşün güzergâhlarını tekrar belirlemek, kaybolup giden izleri belirginleştirmek ve bu yürüyüşü gelecek nesiller için kalıcı bir yol haritası hale getirmek… Alınacak temel ders buydu. (“Ama Peygamberimiz, Mirac mucizesini anlattığında, Mekke müşrikleri ona Mescid-i Aksâ'nın kapılarını, sütunlarını vs. sormadı mı? Aksâ demek ki mevcuttu…” şeklindeki bir itirazın cevabı şudur:
Siyonist terör devleti İsrail, 137 gündür dünyanın gözü önünde, canlı yayında çocuk ve kadın öldürüyor. 15 bin çocuk, 10 bin kadın, terörist İsrail'in soykırım politikası kapsamında öldürüldü. Dünya tarihinde örneği olmayan bir vahşet yaşanıyor Gazze'de. Adını bilmediğimiz, yasaklı mühimmatla katledilen insan sayısı 30 bine dayandı. Bunlar resmi rakamlar. Ulaşılamayan, kayıp olanların sayınını bilmiyoruz. Siyonist teröristler, hareket eden her canlıyı hedef alıyor. Kendi esirlerini bile öldüren bir canilikle karşı karşıyayız. İki milyon insan -ki, büyük çoğunluğu çocuk ve kadın-, açlıkla karşı karşıya... ABD başta olmak üzere, insanlık düşmanı devletlerin desteğini alan İsrail, açlığı silah olarak kullanıyor. Bebeklerin ve çocukların açlıktan ölmesi için yardım tırlarını vuruyor. İsrail'in sapkın bir inanç motivasyonuyla hareket ederek, bu soykırımı yaptığını biliyoruz. Aynı şekilde katliama destek verenlerin de bir başka sapkın inançla bunu yaptıklarını biliyoruz. İsrail, IŞİD'in devletleşmiş halidir. YAHUDİ OLMAYAN HER CANLININ ÖLDÜRÜLMESİNİ İSTEMEK! İsrail, IŞİD'den daha tehlikeli bir örgüttür. IŞİD sapkın bir din anlayışının ürünüdür. İsrail ise hem sapkın bir din anlayışının ürünü hem de ırkçı bir örgüttür. Yahudi olmayanı ‘insanımsı hayvan' gören insanlık dışı ırkçı yaratıklar İsrail'i yönetiyor. İsrail'in Başbakanı, ‘Amelek' talimatıyla, Yahudi olmayan her canlının öldürülmesini emrediyor. Savunma Bakanı, ‘İnsanımsı hayvan' diyor. Bir başka bakanları, “ölümden daha acı veren bir şey” bulmaları gerektiğini dillendiriyor. Caniliklerini beyan eden yüzlerce örnek var. İsrail'e destek veren diğer sapkın inancın en çarpıcı örneği, yakın zamanda Kudüs'ü ziyaret eden Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei'nin açıklamalarıdır. Milei'ye göre, “Mesih'i getirmek için” İslâm'ın üçüncü kutsal mekânı Mescid-i Aksa'nın yıkılması gerekir. Eski CIA Başkanı ve eski ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da, “Evanjelik bir Hıristiyan olarak İncil okumalarıma dayanarak söyleyebilirim ki, birçok kişi inkâr etse de o topraklar 3 bin yıldır Yahudilerin meşru evi” diyor. Bu sapkınlıkların yanı sıra insanlığı bekleyen daha büyük bir tehlike var. Yahudiler aynı zamanda ırkçı bir topluluktur. Irkçılıkları nedeniyle başka milletlerle karışmadılar. Bu nedenle çok ciddi genetik hastalıklarla karşı karşıyalar. Irkçılığın getirdiği genetik hastalıklardan kurtulmak için Yahudilerin, gayriahlâkî işlemlerin serbest olduğu ülkelerde çok ciddi sağlık yatırımları var. Balkanlar'da ve Kıbrıs'ta Yahudiler, insan genleriyle oynayabilmek için gayrimeşru sağlık araştırmaları yapıyor.
Dünya nereye gidiyor, Kuran-i kerim ve hadislerde şu anki yaşadığımız süreç bildiriliyor mu? Rabbimiz Kitab'ın birçok ayetinde çoğunluğu yermiş, çoğunluğun müşrik olduğunu (30/Rûm, 42), saptıklarını (37/Saffât, 71), onlara uyanları saptırdıklarını (6/En'âm, 116), akletmediklerini (5/Mâide, 103), cahil olduklarını (6/En'âm, 111), şükretmediklerini (2/Bakara, 243), imana yanaşmadıklarını (13/Ra'd, 1), fasıklığı seçtiklerini (3/Âl-i İmran, 110), haktan hoşlanmadıklarını (23/Mü'minûn, 70)... belirtmiştir. Buna karşılık, peygamberlerin davetine icabet edenlerin azınlıkta kalanlar olduğunu defaatle vurgulamıştır. (2/Bakara, 249; 10/Yûnus, 83; 11/Hûd, 40; 38/Sâd, 24) g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4). h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25). i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18). k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335). Artan deizm ve ateizmin arkasinda ne var? Cocuklarımızı ve gençlerimizi nasıl ve neden kaybediyoruz? Özellikle Evanjelist Hristiyanlar kıyameti hızlandırmak, Mesihi geri getirmek ve dünyaya 3 tanrı inancını hakim kılmak için tüm insanlığı dinsizleştirmek ve eşcinselleştirmek istiyorlar. İsa Mesihin gelmesi için Tanrıyı kıyamete zorlamaları gerek! Bu 2 şeyle olur: 1. Yahudileri ortadoğuda hakim kılmak. 2. Dünyada dinsizliği ve eşcinselliği yaymak. (Burada ekrana akışkan cinsiyet örneği için Cloud karakterini ve Koreli gurubun resmini koyabilirsin) Deccalden nasıl bahsediliyor ve günümüzdeki dijital çağ deccalin kozu mu olacak? Süper güçleri olan bir varlık. Bu güçleri sihirden mi alıyor, yüksek tenknolojiden mi bilmiyoruz. "İnsanlara “Ben sizin rabbinizim.” der. Halbuki o a'var / şaşıdır, Rabbiniz ise şaşı değildir. Onun iki gözü arasında / alnında heceli olarak “K F R” yazılıdır. Okuma yazması olan olmayan her mümin onu okur…” (Ahmed b. Hanbel, 3/367) (Buraya Sezenin şarkı sözlerinin olduğu görseli getir. Yorumunu yap Murat. Devamını getiririm) Deccal "Bir elinde cennet bir elinde cehennemi taşıyor" dan bir sihir ve ilizyon ile teknolojiyi kullanacak anlami mi çıkıyor? "Deccal'ın beraberinde bir cennet ve bir cehennem vardır. Onun cehennemi bir cennet, cenneti de bir cehennemdir.” (Müslim, Fiten, 104,109; İbn Hanbel, 5/383; İbn Mâce, Fiten, 33/ 4071) “Deccal kırk yıl yaşar. Onun bir yılı bir ay; bir ayı bir hafta; bir haftası bir gün; bir günü saat; bir saati ise, hurma ağacının bir yaprağının ateşte yandığı miktar kadardır. İki mescid (Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi) hariç her yere gider.” (Taberanî, el-Kebir, 24/169; Kenzu'l-ummal, h. no: 38779). “Zaman öyle yaklaşır /peş peşe gelir / hızlanır ki, bir sene bir ay, bir ay bir hafta, bir hafta bir gün, bir gün bir saat, bir saat bir ateş kıvılcımı kadar olur.” (bk. Tirmizi, Zühd,24) Yaklasik bin yil arayla büyük peygamberler gelmis, bir daha peygamber de gelmeyecegini gore ve Hz Muhammed sav'den de 1400 sene gectigine gore, kiyamet sureci cok mu yakin? 610 yılında Peygamberlik verildi. Bugün 2022 – 610 = 1412 Hicri 1443 yılındayız. “Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim.” (İbn-i Kesir tefsiri, 12/6549) “Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.” [bk. el-Havi li'l-Fetavi, Suyuti, 2/248; Ruhul Beyan, Bursevi, (Arapça) 4/262, Ahmed bin Hanbel, İlel, s, 89] Peygamber gelmeyecek ama Hz. Mehdi ve İsa Mesih geleceklerdir. "Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir." (Ebu Davud, Melahim, 1.) İslam'ın hakim olacagi bir süreçten bahsedilir ve Allah nurunu tamamlayacak ayeti ile de iliskilendirilir, bu ne demek? “Müşrikler hoşlanmasa da, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen odur." (Tevbe 33)
Bu video 03/05/2019 tarihinde yayınlanan “RAHMET, ÜMİT VE BEREKET AYI RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Bir delikanlı, çiçeği burnunda, görkemli, gösterişli; Hazreti İbn Abbas gibi, Mus'ab İbn Umeyr gibi. Geçerken daha panjurlar açılıyor, o güzelliği görmek için herkes ona bakıyor: “Yahu şuna bakın! Sanki yerde gezen bir melek!” Mus'ab İbn Umeyr de öyle idi; hayatının baharında Uhud'da, Allah Rasûlü'nün önünde, önce sağ kolu, sonra sol kolu ve bir kalkan kılıca karşı “Bir boynum kalmıştı, son; onu vur!..” Rasûlullah'ın önünde kalkan olmak üzere… Jalûziler sıyrılıyor, ona bakıyorlar; böyle bir delikanlı… Mescid-i Nebeviye giderken, Hazreti Ömer döneminde, birinin kapısının önünden geçiyor. Bir fettan, gönlünü ona kaptırmış. Takılıyor ona, değişik argümanları değerlendiriyor, fakat bir türlü istediğine eremiyor. Ağ atıyor ama avını avlayamıyor. Bir sürü, değişik ağlar atıyor, değişik yöntemler kullanıyor Nihayet, herhalde nefs-i emmâre veya şeytanın ona tasallutu neticesinde O da bir sahabî olabilir; Allah, lisanımızı günahtan korusun! bir felaket varmış gibi kapının arkasında bir çığlık koparıyor. Delikanlı, “Acaba ne var ki, yangın mı var?!” filan diye kapıyı tıklatıyor. “İmdada koşayım!” diye içeriye girince, kapı “Tık!” diye kapanıyor. Bu defa Zeliha'nın Hazreti Yusuf'a teklif ettiği teklif ediliyor orada. Birden bire o gencin diline şu ayet-i kerime vird-i zebân ediliyor: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah'ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A'râf, 7/201) İttikâ… Kendileri takva dairesi içinde, Allah'ın himayesine girmiş… “Şeytandan bir şeytanî tayf, bir dalga, bir esinti geldiği zaman, Biz, onun gözünü açarız!” Kadının zorlamaları karşısında, genç kendini dinleyince bakıyor ki, dilinde hep o ayet; hep o ayeti tekrar edip duruyor, hep o ayeti tekrar edip duruyor. Ve kalbi dayanamıyor, düşüyor ve ölüyor orada. Tabiî kadın kapıyı açıyor; arkadaşları, camiye gidip gelen bu insanı tanıyanlar, “Aman, bir yabancının evinde öldü. Ayıp olur; Emîru'l-mü'minîn görmesin bunu!” diyorlar. İlk saflarda duran birisi idi. Hazreti Ömer de orada yoklama yapmasını çok iyi bilirdi. Arkasında bin insan namaz kılıyor ise, biri var mı, yok mu, onu bilecek kadar mahrutî bir bakışa sahip idi. Ömer'e kurban olayım, radıyallâhu anh!.. Evet, “Aman duymasın, ayıp olur; bir yabancının evinde vefat etti..” deyip gizlice götürüyor, namazını kılıyor ve gömüyorlar. Hazreti Ömer efendimiz, işte o mahrutî bakış ile yaptığı yoklamalarında, onu göremeyince durduğu yerde, “Falan nerede?” diyor. Kem-küm ediyorlar önce; sonra da “Ya Emire'l-mü'minîn! Başına böyle bir şey geldi, ölü bulduk. Hem biz hicap ettik, hem de sizi mahcup etmemek için gizlice götürdük. Gömdük onu…” diyorlar. “Beni, mezarına götürün!” diyor. Mezarının başına dikiliyor: وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Buna karşılık, Rabbisinin (Rab olarak) Makamı'ndan korkan ve (Âhiret'te de) O'nun huzuruna çıkacak olmanın endişesiyle yaşayan için iki cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) ayetini okuyor. “Allah mehâfeti ile, mehâbeti ile, korkusu ile hareket edene, iki cennet vardır, bir cennet değil. Arzı, tûlü (genişliği, uzunluğu) gökler genişliğinde cennetler vardır.” Birdenbire mezardan ortalığı lerzeye getirecek bir ses duyuluyor: “Yâ Emire'l-mü'minîn! Ben, onun iki katını buldum!” Allah, seni Cennetü'l-Firdevs ile sevindirsin! Ve bizi de sizin kıtmîrleriniz olarak orada haşr ü neşr eylesin!..
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak genel seçimler için milletvekili aday listesini açıkladı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Osmaniye'den birinci sırada aday oldu. AKP Sözcüsü Ömer Çelik ve AKP Genel Başkanvekili Binali Yıldırım, Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Merkezi'nde Genel Başkan Önder Aksakal ile görüştü. Toplantı sonrası açıklama yapan Yıldırım, “Bu seçimde beraber yol yürüme teklifini yaptık” dedi. DSP Genel Başkanı Önder Aksakal ise “Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı destekleme kararı aldık” diye konuştu. Aksakal, seçimlere AKP listelerinden gireceklerini de açıkladı. Onur Yaser Can'ın ölümünden 12 yıl sonra açılan davanın bugün görülen dördüncü duruşmasında tanıklar dinlendi. Savcı mütalaasında sanık polislerin cezalandırılmasını talep etti. Davada beyanda bulunan Onur Yaser Can'ın kardeşi Ezgi Sevgi Can, “İşlemeyen adalet onları öldürdü” dedi. Mahkeme davayı 5 Haziran'a erteledi. Mescid-i Aksa baskınından sonra bölgede sular durulmuyor. Hamas'ın dünkü roket saldırısına İsrail tarafından cevap geldi. İsrail güçleri, Gazze ve Lübnan'daki Hamas hedeflerini vurdu. Gökçe Çiçek Kösedağı'nın sunduğu “Güne Bakış”ta, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden siyasetbilimci ve Infakto Araştırma Şirketi kurucusu Prof. Dr. Emre Erdoğan ile Cumhur İttifakı'nda netleşen milletvekili listelerini, Medyascope muhabiri Ali Macit ile Çanakkale'den seçim izlenimlerini konuştuk. Editör: Egemen Gök
Bugün bültende Millet İttifakı'ndaki dört parti seçime CHP listelerinden girme kararı, AK Parti ve MHP'nin ayrı listeyle seçime gitmesi ve İsrail'in Mescid-i Aksa'ya düzenlediği saldırılar yer alıyor. Politika yayınımız Spektrum'a ücretsiz abone olmak için buraya tıklayabilirsiniz. Bu bölüm Lancôme hakkında reklam içermektedir. 8 – 19 Nisan tarihleri arasında Akaretler Sıraevler No: 37'de farklı deneyimler ve kişiye özel hizmetler sunmaya hazırlanan Lancôme Skin Science Club'da kendinize bir randevu oluşturmak isterseniz bu bağlantıyı ziyaret edebilirsiniz.
Fetih Sûresi'nin müzakereli mealini bu bölümle birlikte tamamlıyoruz. Dileriz faydalı, uzun yıllar boyunca istifade edilebilecek bir açıklamalı meal ve tefsir çalışması olmuştur. Farklı sûrelerde görüşmek üzere. Bu bölümde müzakere edilen ayetler : 26: O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir. 27: Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi. 28: Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
Fetih Sûresi'nin müzakereli olarak mealini okumaya devam ediyoruz. Bu videoda müzakere ettiğimiz ayetler: 22-) Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. 23-) Allah'ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın. 24-) O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir. 25-) Onlar, inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenlerdir. Eğer (Mekke'de) kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz sebebiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı (Allah savaşı önlemezdi). Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.
“Hiçbir şey hakkında sakın “yarın şunu yapacağım” deme!” Kehf 23 “Ancak, ‘Allah dilerse yapacağım' de. Unuttuğun zaman Rabbini an ve ‘Umarım Rabbim beni, bundan daha doğru olana ulaştırır' de.” (Kehf 24) Ashâb-ı Kehf kıssası Hz. Peygamber'e sorulduğunda “Allah izin verirse” demeden, “Yarın size cevap vereceğim” dedi. Bu sebeple bir süre vahiy kesildi. Bu bir uyarıydı. Nitekim on beş gün sonra vahiy geldiğinde yüce Allah Hz. Peygamber'i şöyle uyarıyordu: “Allah izin verirse demeden hiçbir şey için ‘Şu işi yarın yapacağım' deme!” Hiç kimse yarın ne yapacağını bilemez.” (Lokmân 31/34). Zira bir şeyin meydana gelmesi için sadece insanın iradesi yeterli değildir, Allah'ın da onun olmasını dilemesi gerekir. Bu irşad ve uyarılar sebebiyle gelecekte bir işi yapmaya niyet ederken işi Allah'ın iradesine bağlamak yani “Allah izin verirse” demek güzel görülmüştür. “Müfessirler şöyle demişlerdir: Kureyşliler, Hz. Peygamber'e üç soru sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "İnşaallah" demeden, "Ben yarın bunları cevaplarım" dedi. Bunun üzerine vahiy onbeş gün süre ile kesildi. Bir başka rivayette bu sürenin kırk gün olduğu ileri sürülmüştür. Daha sonra bu ayet nazil oldu. İnsan "yarın falanca işi yapacağım" dediğinde hem o gün gelmeden önce ölmesi, hem de diri kalması halinde, o işi yapmaya mani bir engelin çıkması uzak bir ihtimal değildir. Binâenaleyh o, "inşaallah" demezse, o zamanda o vaadinde yalancı olmuş olur. Halbuki yalan, nefret ettirici bir husustur. Bu ise, peygamberlere yakışmaz. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak ona, "inşaallah" demesini vâcib kılmıştır, öyle ki onun bu vaadini yerine getirmemesi halinde yalancı olmaz, o zaman da bir nefret meydana gelmez. Bu cümleden olarak İbn Abbas (r.a): "Bu kimse uzun bir müddet sonra inşaallah demeyi hatırlar da bunu söylerse, keffareti savuşturmuş olma hususunda bu yeterlidir" demiştir. Said İbn Cübeyr'den de: "Bir sene veya bir ay veya bir hafta veyahutda bir gün sonra dahi inşaallah dese" şeklinde rivayetler gelmiştir. Anlatıldığına göre, Ebu Hanife (r.h.)'nin, İbn Abbas'ın, inşâallahın belirli bir zaman sonra denilebileceği şeklindeki görüşüne muhalefet ettiği haberi Halife Mansur'a ulaşmış; o da bunun üzerine, bu görüşü reddetmesi için, onu huzuruna çağırmış. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.h) de: "Bu senin aleyhine olur. Çünkü sen, yemin ettirerek biat aldığında, onların senin yanından çıkıp da "İnşâallah" diyerek senin aleyhine başkaldıracaklarını düşünmez misin?" der. Mansur, Ebu Hanife'nin sözünü beğenir ve ondan memnun kalır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, 'Ve şöyle de: "Umulur ki Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola erdirir" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) "İnşaallah" dememek güzel değildir. Bunu söylemek, söylememekten daha güzeldir. Hak Teâlâ'nın, "bundan daha yakın bir rüşde" ifadesiyle bu cümlenin söylenilmesi kasdedilmiştir. b) O, onlara herhangi bir şeyi vaadedip ve o vaadiyle beraber "inşaallah" da dediğinde, O, "Umulur ki benim Rabbim beni, size vaadettiğim şeyden daha güzel ve daha mükemmeline iletir ve götürür" demiş olur.” Razi “Kişinin ‘İnşallah' demesi imanın kemalindendir.” (Suyuti, Camiu's-sağir, II/ 50) Bir kimse ile bir şey kararlaştırırken "inşaallah" denirse, sonradan o iş yerine getirilmezse, yalancı olunmaz. (Miftah-ül Cenne) Kesin işlerde de "inşaallah" denir. Mescid-i Haram'a girileceğini Allah Teâlâ bildirdiği halde, inşaallah denmesini öğretmek için, "Mescid-i harama inşaallah gireceksiniz" buyurdu. (Fetih 27) "... Babacığım, sana emredilen ne ise, onu yap! İnşaallah beni sabredicilerden bulursun." (Saffat, 102) Peygamber Efendimiz (asm) de, mezarlığa uğrayınca, ölüm muhakkak olduğu halde, ilâhi terbiye gereği olarak, "İnşaallah biz de size kavuşacağız." buyurdu. (Müslim)
Bu video 10/04/2016 tarihinde yayınlanan “Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm'e asla başvurmamışlardır. *Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke'nin, daha sonra da Medine'nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi'ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam'a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî'de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu. *Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü'l-İctimaiyye fi'l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.” Odun Taşıya Taşıya Omuzları Yağırlaşan Bir Peygamber Kızı.. ve Ekmeğini Zeytinyağına Bandırarak Karnını Doyuran Bir Halife *Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz'e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten…” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın' dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!'” *Raşit Halifeler'in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.
Dış politikanın nabzını tutan tek program, analizleriyle gündemi sarsmaya devam ediyor. Küresel bakış açısıyla dünyadaki gelişmeler masaya yatırılıyor, diplomasi analiz ediliyor. Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, Prof. Dr. Çağrı Erhan ve Avni Özgürel'in konuk olduğu, 3 Ocak 2023 tarihli Akıl Odası'nda bu hafta: 07:56 İsrail, Filistin'de provokasyonlara devam ediyor 08:51 ABD Türkiye'nin dış politika adımlarından neden rahatsız? 11:35 Foreing Policy Türkiye'yi neden tehdit etti? 14:59 ABD, 2023 seçimlerini provoke etmeye mi çalışıyor? 21:43 İsrail'den Mescid-i Aksa'ya baskın 23:17 İsrail'deki siyasi istikrarsızlığın bölgeye yansıması 26:14 Filistin'de gerilim devam edecek mi? 40:42 İsrail, Filistin'de provokasyonlara devam ediyor 49:50 Mescid-i Aksa'ya İsrail baskını 1:07:56 İsrail kime, neden meydan okuyor? 1:14:20 Foreing Policy Türkiye'yi neden tehdit etti? 1:15:02 Türkiye seçimleri dünya denklemini nasıl etkiler? 1:18:40 Dünya, Türkiye seçimlerine mi odaklandı? 1:24:24 Foreing Policy analizi nasıl okunmalı? 1:30:01 Türkiye'ye saldırsınlar diye kim para ödüyor? 1:33:55 Bolton, Türk dış politikasından neden rahatsızlık duyuyor? 1:41:10 Dünyanın Türkiye seçimlerine olan ilgisi nasıl okunmalı? 1:57:00 Türkiye-Suriye normalleşmesi kimleri rahatsız ediyor? 2:01:20 Yunanistan, Türkiye-Suriye ilişkisinden neden endişeleniyor? 2:06:02 Hindistan neden Doğu Akdeniz'de? 2:08:05 Hindistan'ın Güney Kıbrıs adımı ne gösteriyor? 2:10:04 Türkiye'nin Doğu Akdeniz adımları nasıl ilerleyecek? 2:13:01 Doğu Akdeniz nasıl bir mücadele içerisinde? #İsrail #netenyahu #filistin Nedret Ersanel moderatörlüğünde Akıl Odası her salı ve perşembe 20.45'te TVNET'te.
Bu video 10/04/2016 tarihinde yayınlanan “Meşru Siyaset ve Makyavelist Politikacılar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Raşit Halifeler ve onların yolunda yürüyenler meşru siyaseti temsil etmiş ve Makyavelizm'e asla başvurmamışlardır. *Hazreti Osman (radıyallahu anh) da tevazu ve mahviyette ondan geri değildi. Önce Mekke'nin, daha sonra da Medine'nin en zenginlerinden olan ve Mute Hareketi'ne hazırlanılırken beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam'a bağışlayan bir insandı. Fakat öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî'de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. İstese o da yaptırabilirdi ama onun yalıları, villaları, sarayları yoktu. *Hazreti Ali efendimizin, halife olduğu dönemde hükmettiği cihan bir yönüyle şimdiki Türkiye kadar yirmi idi. Fakat o iki kat elbiseye sahip değildi. Uzun zaman kuyulardan su çekip evlere su taşıyarak geçimini sağlamıştı. Merhum Seyyid Kutub “El-Adaletü'l-İctimaiyye fi'l-İslam” adlı eserinde diyor ki: “Hazreti Ali kış günlerinde yazlık elbise ile tir tir titriyordu. Yaz günlerinde de bazen kışlık elbiseyle buram buram ter döküyordu. Çünkü iki kat elbisesi yoktu.” Odun Taşıya Taşıya Omuzları Yağırlaşan Bir Peygamber Kızı.. ve Ekmeğini Zeytinyağına Bandırarak Karnını Doyuran Bir Halife *Hazreti Fatıma annemizin odun taşıya taşıya omuzları yağırlaşmış, değirmen çevire çevire elleri nasır bağlamıştı. Bir gün Efendimiz'e gelip o nasırlı ellerini göstermiş, “Ya Rasûlallah! Tahammülfersa oldu, artık götüremiyorum! Bize de ganimetten…” demişti. Peygamber Efendimiz, “Eve gidin, beni orada bekleyin” cevabını vermişti. En sahih hadis kitaplarında nakledildiğine göre, mübarek annemiz hadisenin devamını şöyle anlatıyor: “Gece olmuştu, biz yataktaydık. Efendimiz gelince, ayağa kalkmak istedik, ‘Olduğunuz gibi kalın' dedi. (Detayına kadar anlatıyor annem; diyor ki) Ayağının serinliğini göğsümde hissetim! Buyurdular ki, ‘Ben size istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girmeden önce 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdüllilah, (33 veya) 34 defa da Allahu Ekber deyin, bu sizin için daha hayırlıdır!'” *Raşit Halifeler'in beşincisi sayılan Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi durmuş; hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytinyağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapmıştır. Halası “Yeğen, hani abim zamanında bana bir şey veriliyordu?!.” deyince, “Halacığım, benim şahsi malım yok ki sana vereyim; ben ekmeğimi zeytinyağına banıp yiyorum!” cevabını vermiştir.
Aposto Premium dünyasına katıl! Günaydın. 2023 için memur ve emekli maaşlarına yapılacak zam %25 olarak açıklandı. Devlet Bahçeli, seçimler erken yapılsa da "varız ve hazırız" dedi. İsrail'in Ulusal Güvenlik Bakanı, Mescid-i Aksa'ya girdi. Bugünün bülteni Dardanel ile birlikte ulaşıyor. Fotoğraf: Deniz Sabuncu
Bu video 25/05/2016 tarihinde yayınlanan “KİMİN PEŞİNDESİN?!.” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hazreti Osman efendimiz ve emsali gibi… Hazreti Osman (radıyallahu anh) önce Mekke'nin, daha sonra da Medine'nin en zenginlerinden biriydi. Zengindi ama aynı zamanda Mute Hareketi'ne hazırlanılırken bir defada beş yüz deveyi yüküyle beraber İslam'a bağışlayan bir insandı. Diğer taraftan, öyle bir mahviyet ve tevazu içindeydi ki, halife olduğu dönemde Mescid-i Nebevî'de kumdan bir döşek ve yastık yaparak öyle yatıyordu. Şehit edildiği esnada baraka gibi çok basit bir hanede bulunuyordu. *Hulefa-i Râşidîn efendilerimiz kendileri beklentisiz ve zahidâne yaşadıkları gibi ailevî çıkar ve menfaat düşüncesinden de hep uzak kaldılar. Hazreti Ebu Bekir'in çocukları vardı; Muhammed ve Abdurrahman, oğullarından en çok bilinenler. Onlara birer kulübecik bıraktığına dair bir şey bilmiyorum. Ve meydan okuyorum: İşte siyer ve megazi kitapları, işte siz!.. İsterseniz gözünüzün içine bakan o ilahiyatçı hocalarınızı da alın, karıştırın; şayet onlar bir tek daire çocuklarına bıraktılarsa, gelin hepiniz birden yüzüme tükürün!.. *Hazreti Ali efendimizin, Hazreti Hasan efendimize bir kulübe bıraktığına dair bir şey gösteremezsiniz; Hazreti Hüseyin efendimize kulübe gibi bir ev bıraktığına dair bir şey gösteremezsiniz. Ganimetler geliyordu ama tamamı halkın ihtiyaçları için kullanılıyordu. Hazreti Fatıma validemiz, anamız, bütün evliyanın anası, kuyudan su çekmek suretiyle elleri nasır bağlamıştı. Hazreti Ali efendimizin omuzları da kova taşımaktan yağırlaşmıştı. Medar-ı maişetlerini öyle temin ediyorlardı. “Kızım, Medine fakirlerinin hakkını size veremem. Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme!..” *Hazreti Fatıma, bütün ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorlardı. O hücrecikte, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Değirmen taşını çevire çevire eli nasır bağlamış, su taşıya taşıya da, Erzurumluların tabiriyle, sırtı “yağır” olmuştu. *Bu arada bir harp dönüşü Medine'ye esirler getirilmişti. Allah Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Hazreti Fatıma da, ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemek için babasına gitmiş, (bir rivayette) Efendimiz'in yanında oturanlardan hicap ederek hiçbir şey söyleyemeden evine dönmüştü. İnce kızının bir maksatla geldiğini anlayan Nebiler Nebisi oradaki maslahat hâsıl olduktan sonra kalkıp onun evine gitmişti. *Hazreti Fatıma anamız der ki: “Yatağa uzanmıştık ki, Allah Rasûlü çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istediysek de O buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben durumu anlatmaktan hicap edince, Ali dedi ki “Ya Rasûlallah, değirmen taşı çeke çeke kızınızın elleri nasır bağladı, su taşıya taşıya omuzu yağır oldu, ev süpüre süpüre toz toprak içinde kaldı. Lütfederseniz yeni gelen esirlerden bir hizmetçi istiyoruz.”
Savaş Şafak Barkçin Çağrışımlar'ın bu bölümünde Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerinin çilehanesinden, Küçük Çamlıca'dan sesleniyor sizlere. Savaş Şafak Barkçin bu bölümde başlıca şunları anlattı: Sevgili dostlar merhabalar. Bugün Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerinin çilehanesindeyiz. Çamlıca'da, Küçük Çamlıca'da. İstanbul'un çok güzel, nadide köşelerinden birisi, İstanbul'un yüksek yerlerinden birisi. Biliyorsunuz Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerinin türbesi burada değil Üsküdar'da, Topkapı Sarayına bakan bir tepenin üzerinde. Burası ise onun İstanbul'a ilk geldiğinde gelip halvet ettiği, çile çıkardığı yer. Mescid olarakta kullanılıyor. Birazdan buranın sağına soluna da bakacağız ama asıl meselemiz mekandan ziyade insanı anlamak. Çünkü mekan ancak insanı anlatınca kıymetli. Her şeyi kıymetli bir insan. Bu mekanları da öyle anlamaya çabalayacağız... Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri çok kıymetli bir zat. 1600'lerde yaşamış bir zat. Tam 8 padişah döneminde bulunmuş, uzunca bir ömür sürmüş 1 asra yakın. Allah gani gani rahmet etsin. Onu ilahilerinden biliyoruz. Zikirlerde okunan, camilerde okunan pek çok ilahinin aslında nutk-u ona ait. Büyüklerin şiirlerine nutuk diyoruz, diğer şairlerinkine şiir diyoruz çünkü büyüklerin şiirleri daha çok kalpten ilham ile geldiği için, onlar sanat için söylemedikleri için içlerindeki mana lafızdan daha önde. Şiirde ise lafız önde, anlam onu arkalıyor... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Dışişleri Bakanlığı: İşgal altındaki Doğu Kudüs'te, radikal İsrailli grupların, İsrail güvenlik güçlerinin koruması altında Mescid-i Aksa'ya baskın düzenlemelerini kınıyor ve kabul edilemez buluyoruz
Bu videoda Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 23 Nisan 1989 tarihinde Pendik Çarşı Camii'nde verdiği "Ruh insanı" konulu vaazı dinleyeceksiniz... Bir şeyi elde etmek bir iştir, onu korumak daha önemli bir iştir. Onun için Peygamberimiz (s.a.s.) “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi din üzere sabit kıl!” duasını çokça yapardı İrade insanı, ibadet ü taatte tembelliğe düşmez, onu tabiatının bir parçası haline getirerek onunla bütünleşir, artık onu yapmadığı zaman rahatsızlık duyar İrade insanı, iradesiyle aşılacak şeyleri aşmaya çalışır ve sonra masiyetten kurtuluşu ve helal dairede yaşatmasını Rabbinden niyaz eder İrade insanı, başkalarını yaşatma arzusuyla dopdolu, kendi yaşama arzusunu unutmuş kimsedir. Bu konuda Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve asrın dertlisinin sözleri Ruh insanı, bedenî ve cismânî arzuları terkedip yüksek ideal ve mefkûreleri tahakkuk ettirerek ruhun derece-i hayatına yükselen kimsedir En büyük dua, kutsî evradları hatmetme değil, bir yüksek mefkûrenin ızdırabını çekme, yer yer kasıklarını tutma, yer yer zonklayan şakaklarını tutma ve inlemedir Ruh insanı, gönül kaptırdığı yüce davasını tahakkuk ettireceği ana kadar uranyum atomu gibi rahatsızdır. Bu konuda örnek insanlardan birisi Salahaddin Eyyûbî'dir. O, hatibin hutbede tebessüm nasihati üzerine “Allah'ın evi Mescid-i Aksâ esaret altındayken ben nasıl gülebilirim!?” diye cevap vermiştir Ruh insanı, Allah'a intisabı, kendisine bahşedilmiş en büyük şeref sayar; imanla gelen izzeti yeterli bulur, başka izzet ve şerefe gönül bağlamaz. Bu konuda, Selahaddin Eyyûbî'nin, bir ev edinmesi tavsiyesi karşısında “Allah'ın evi Mescid-i Aksâ esaret altındayken benim ev edinmem doğru olmaz ki!” diye cevap vermesi Hz. Ömer'in (r.a.), kölesiyle birlikte Kudüs'ün anahtarlarını almaya giderken İslâm ordusu komutanlarının “Aman! Aziz görünelim!” teklifleri karşısında “Biz Allah'ın İslâm'la aziz kıldığı bir kavmiz. Allah'tan gayrısında izzet ve şeref aramayız!” diye cevap vermesi. İbn Abbas (r.a.), mezara konulduğunda “Ey itminana ermiş nefis! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbi'ne dön! (Salih) kullarımın arasına gir ve Cennet'e dahil ol!” (Fecr sûresi, 89/27-30) âyetlerini söyleyen bir sesin duyulması Büyük veli İbrahim Edhem'in, Allah'ın sevgisine mani ikinci bir sevgiye kalbinde yer vermemesi Hirakliyus'un kumandanı, kendilerinin müslümanlar karşısında mağlup olmalarını, onların sabaha kadar ruhbanlar gibi ibadet etmelerine ve Allah'ı zikretmelerine bağlıyordu Hz. Ali'nin (r.a.) ayağına saplanan okun çıkarılması için yanındakilere “Ben namazda acı duymam, namaza durunca oku çıkarın!” demesi Esved b. Yezîd en-Nehaî o kadar çok namaz kılardı ki, komşusunun çocuğu, onu evin bir sütunu zannetmekteydi Allah yolunda olanlara, Allah'ın te'yid buyurduğuna dair örnek: Zübeyr b. Avvâm (r.a.), Bedir Savaşı'na başında sarı bir sarıkla çıktı ve büyük bir kahramanlık sergiledi. Melekler, Bedir Zaferi'nin tes'îd için yere inmişlerdi ve başlarında da sarı sarıklar vardı. Übey b. Kâ'b, mescidde iki rekat namaz kılıp Allah'a dua edeceği anda mescidin duvarlarından, yapmaya niyet ettiği duayı söyleyen bir ses duyması.. Resûlullah'ın, o sesin Hz. Cebrâil'e ait olduğunu ifade buyurması Melekler, “Ruh nesli”ne yakın ilgi ve alaka duyar Hz. Hanzala'nın (r.a.), Resûlullah'ın yanında iken adeta Cennet'te geziyor gibi bir hâlet-i rûhiye içinde kendini hissetmesi, O'nun yanından ayrılınca ise kendinde hissettiği boşluğu münafıklık alâmeti olarak telakkî etmesi Hz. Hanzala'nın (r.a.), zifaf gecesinin sabahında Uhud'a çağrılması.. gusletmeye fırsat bulamadan harbe iştirak etmesi.. Şehit olunca da onu meleklerin yıkaması (gusül aldırması) Her namazda Kâbe'yi karşısında görerek namaz kılan Koca Hünkâr Murat Hüdâvendigâr'ın, Sırpsındığı Savaşı'nda “Allahım! Ümmet-i Muhammedi aziz eyle, beni de şehit eyle!” diye dua etmesi.. Savaşın sonunda şehadet şerbetini içmesi.
Bu video 19/03/2017 tarihinde yayınlanan "UKBÂ BUUDLU HAYAT" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Ömrün uzunluğu-kısalığı, onun daha ziyade yerinde değerlendirilip yediveren başaklar haline, yüz veren başaklar haline, yedi yüz dâne veren başaklar haline getirilmesi ya da getirilememesiyle olur, uzun yaşamakla değil. Kısa yaşamaya çok önemli şeyler sıkıştırmaktır esas. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) altmış üç yaşında ruhunun ufkuna yürümüştür. Şayet yapılan hesap kamerî hesap ise, altmış üç olur; eğer şemsî hesap ise, o kadar bile değil; yaklaşık altmış bir olur. Hazreti Ebu Bekir, O'ndan bir yarım sene daha eksik. Hazreti Ömer de tıpatıp, öyle. Ama hayatlarını öyle değerlendirmişler ki, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mâiz ve Gâmidiyeli kadın için kullandığı aynı tabiri onlar için kullanabilirsiniz: Yaşadıkları hayata terettüp eden sevap, fazilet, kurbet, Allah'a yakınlık ve maiyyete terettüp eden eltâf-ı İlâhiye bütün insanlığa dağıtılsa, herkese yeter ve artar! Her birininki!.. Öyle bereketli bir ömür yaşamışlar; altmış sene ama altı yüz sene yaşamaktan daha bereketli olmuş. İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve Ebedî Zat'tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz. İnsan, niyetiyle, samimiyetiyle, vefasıyla kısacık ömrünü o hale getirebilir ve böylece ebediyete liyakatini ortaya koymuş olur. Çünkü orada “ebedî mutluluk” söz konusu, “ebedî saadet” söz konusudur. İnsan, öyle yapmakla, ebediyet için yaratıldığını sergilemiş olur. “İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden, Ebedî Zat'tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz!” Bin senelik dünyevî ömür de onu tatmin etmez. Menkıbelerde anlatılıyor, hadis olarak da rivayet ediliyor: Evet, kaynağı üzerinde durmayacağım. Hazreti Musa'ya, Azrail (aleyhimesselam) geliyor. Belki Azrail (aleyhisselam) sadece nezaret edecekti. Zira mukarrabînin ervâhını, Cenâb-ı Hakk, doğrudan doğruya yed-i rahmetiyle kabzeder. Onun için Hakk dostları, “Kendi elinle verdiğin şeyi al!” falan demişler; “Nasıl verdinse, öyle al!” Çünkü hiç kimse -ne Azrail, ne Mikail, ne İsrafil- O'nun kadar merhametli olamaz. “O (celle celâluhu), erhamü'r-Râhimîn, eşfe‘ü'ş-şâfiîn, ekremü'l-ekremîn, e‘azzü'l-a‘izzâ'dır; alacaksa, o yegâne merhametli, yegâne şefaat sahibi, sınırsız ikram ve lütufta bulunan mutlak cömert, yüceler yücesi mutlak galip Zât (celle celâluhu) alsın!” demişler; “Sen al!” diye O'na niyaz etmişler. Bu açıdan da Seyyidinâ Hazreti Musa'ya, Azrail aleyhisselam gelebilir; “Cenâb-ı Hakk, emanetini istiyor!” diye, mesaj getirir O'na. O da misyonuna bağlı olarak, “Biraz daha!” der, “Bu insanlarda hâlâ yontulması gerekli olan çok şey var; törpülenmeleri icap ediyor!” manasında. Çünkü Hazreti Musa, Tîh hadisesi esnasında ruhunun ufkuna yürür. Oysaki gözünde tüllenip duran Mescid-i Aksâ'nın fütuhâtı vardır. Cenâb-ı Hakk, o misyon ile O'nu tavzif buyurmuş ve oraya yönlendirmiştir. Ama gel gör ki, kapının önüne dayanan insanlar, “Yine dediler ki: Ya Mûsâ! O zorbalar orada oldukları müddetçe biz asla giremeyiz. Haydi, sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz.” (Mâide, 5/24)