Ayşe Hür, Tarihin Öteki Yüzü programıyla, her hafta gündemdeki bir olayı, siyasal tarih ışığında ele alıyor.
Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 günü İstanbul'da Osmanlı Bankası'na bir baskın düzenlediler. Olaylar ufak tefek aksiliklere rağmen eylemcilerin planladığı gibi başladı ama Ermeni toplumu açısından kötü bitti.
Batı literatüründe adıyla “Kan iftirası”, Osmanlı literatüründeki adıyla “İğneli Fıçı” hikayeleri Yahudilerin çocukların kanlarını dini ayinlerde ve bayramlarda kullandıkları yönündeki iftira ve suçlamalardır. Hıristiyan antisemitizminin en meşhur unsurlarından biri olan bu iftiralar Antik dönemden yakın tarihlere kadar Avrupa'da Yahudilere karşı yapılan zulümlere dayanak yapılmıştır. Peki Osmanlı ülkesinde durum nasıldı? Osmanlı Yahudileri bu iftiradan kurtulabilmişler miydi?
Çanakkale Savaşı'nın efsanelerinden biri de 10 Ağustos 1915 günü saat 06.05'te Conkbayırı'ndaki muharebe sırasında bir şarapnel parçasının Mustafa Kemal'in ceketinin sağ üst cebindeki yani göğsünün hizasındaki saate çarpması, saat parça parça olduğu halde Mustafa Kemal'in ölümden dönmesine dairdir. Üstelik Mustafa Kemal “duyulursa askerin morali bozulur” diye bu olayı kimseye söylememiştir. Olaydan 6 saat kadar sonra bu hasarlı saati Çanakkale Savaşı'nın Kumandanı Alman Mareşali Liman von Sanders'e hatıra olarak vermiş, Sanders de kendisine aile yadigarı kendi saatini vermiştir. Bu iddialar doğru mudur, doğruysa bu tarihi saatler nerededir?
Müttefikler tarafından Lozan Konferansı'na davet edildiğinde ABD, Müttefiklere verdiği 30 Ekim 1922 tarihli muhtırada, Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmadığından ve Lozan Konferansı da, Müttefikler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki savaş halini sona erdirme amacını güttüğünden, Amerika'nın, “siyasî ve mülkî düzenlemelerin sorumluluğunu üzerine almayı istemediğini, ancak bunun ABD'nin kendi çıkarlarını gözetmeyeceği anlamına gelmediğini, dolayısıyla Konferans'a “gözlemci” olarak katılacağı bildirilmekteydi. Dolayısıyla ABD 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'na imza koymadı, ama 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ile ayrı bir anlaşma imzaladı. Lozan'da imzalandığı için ilkiyle karıştırılan bu anlaşmanın ABD Senatosu'nda onaylanması ise hiç kolay olmadı.
1918'de Cihan Harbi'nin Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitmesinden sonra, Büyük Devletler sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun değil, büyük bir kısmı onun parçası olan Kürdistan coğrafyasının kaderini de belirlemeye çalıştılar. Daha önce Kürtlerin Bakur dediği (Kuzey-Türkiye) parçasındaki toplumsal ve siyasal gelişmeleri ele almıştık. Bu sefer de Başur (Güney-Irak), Rojhilat (Doğu-İran) ve Rojava (Batı-Suriye) ve Kurdistane Sor (Kızıl Kürdistan-SSCB) topraklarında yaşayan Kürtler ne istiyorlardı, tavırları ne oldu, ona bakalım.
4-11 Ekim 1922 tarihleri arasında Mudanya'da mütareke görüşmeleri sürerken, İtilaf Devletleri Sultan Vahdeddin'e müracaat ederek İstanbul Hükümeti'nin de Lozan'da yapılacak barış görüşmelerine bir heyet göndermesini istemişti. İtilaf Devletleri'nin Türk tarafındaki çift başlılıktan yararlanmak istedikleri anlaşılıyordu ama Mustafa Kemal'in buna tepkisi çok sert ve akıllıca oldu. İki başlılığı ortadan kaldırmak gerekçesiyle 2 Kasım 1922 gecesi Saltanat ilga edildikten hemen sonra Lozan'a gönderilecek Murahhaslar (Delegeler) Heyeti seçimlerine geçildi. Heyetin başkanlığı için Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) Reisi Rauf Bey başta olmak üzere Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey, sabık Dahiliye Vekili Fethi Bey ve hatta Kâzım Karabekir Paşa gibi Millî Mücadele'nin ağır topları beklenti içine girmişlerdi. Özellikle Rauf Bey, Osmanlı İmparatorluğu'nun sonunu getiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi'ni imzalamış olmanın ezikliğiyle, o kötü hatırayı bir zaferle silmek arzusu içindeydi. Ancak Mustafa Kemal'in Lozan için uygun gördüğü isim Mudanya Mütarekesi'nin başarılı görüşmecisi, her daim kendisine sadık Garp Cephesi Kumandanı İsmet Bey idi.
II. Abdülhamit'i tahttan indirmek için yürüttükleri faaliyetin son aşamasında terörle hem devlet ricalini hem de halkı sindiren İttihatçıların beklediği fırsat 9-12 Haziran 1908 tarihlerinde Britanya Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola'nın Reval'de (bugün Estonya'nın başkenti Tallinn) bir araya gelmesi oldu. Reval'de Osmanlı İmparatorluğu'nun “taksimine karar verildiği” şayiaları yayılarak ortam gerilmiş, cemiyetin fedaileri, 1908 Haziran'ından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirmişlerdi. 11 Haziran 1908 günü Selanik Merkez Kumandanı Yarbay Nâzım Bey (ki Enver Bey'in kız kardeşi Hasene'yle evliydi), Saray'a bildirmek üzere İttihatçıların adının bulunduğu 397 kişilik tevkif listesi hazırladığı gerekçesiyle, İstanbul-Akaretler'deki evinde vuruldu ancak öldürülemedi. Ardından 3 Temmuz 1908 sabahı şafakla birlikte, Kolağası Resneli Niyazi Bey, 200 kişiyle dağa çıktı. Onu Binbaşı Enver Bey'in ve Binbaşı Eyüp Sabri'nin taburları takip etti. İttihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil de Enver Bey'in yanındaydı. Bundan sonra suikastler birbirini takip etti.
Ölü bedeni yakmaya "kremasyon", bu eylemin yapıldığı mekanlara "krematoryum" deniliyor. Kremasyonun tarihi çok eskilere gidiyor. Avrupa'da MÖ 3 binli yıllarda ortaya çıkmış ama MÖ 600'lü yıllarda Yunan medeniyetinde, onu takiben Roma İmparatorluğu'nda itibarlı insanların başvurduğu bir yöntem olmuş. Hristiyanlığın doğuşuyla tekrar gömme adetine dönülmüş. Orta Asya'daki toplumlarda ise MÖ 3 binli yıllarda cesetlerinin toprağa gömüldüğünü, MÖ 2 binli yıllarda cesetlerin yakılmaya başladığını ve bu tarihten Göktürklerin sonuna (MS 542) yılına kadar bu geleneğin devam ettiğini biliyoruz.
Divan-ı Lügat'it Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud'a göre (ö.1105), ‘bayram' kelimesi ‘Farsça ‘bezrem/bezram' kelimesinden gelir. Bezrem, ‘yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi' anlamına gelen ‘bezm' ile ‘hoş ve sevinçli' anlamı taşıyan ‘ram' kelimesinin birleşmesinden oluşur. Kelime zamanla bazı seslerini kaybederek ‘bayram'a dönüşmüştür. Arapçada ise bayram kelimesinin karşılığı ‘i(y)d'dir ki ‘tekrar dönmek' anlamına gelen ‘ivd' kökünden gelmektedir. İbnü'l-Arabi gibi lügatçiler ‘bayramın her yıl kutlanması' ile ‘dönmek' fiili arasında bir ilinti kurarlar.
- San Francisco'dan New York'a oradan bütün dünyaya - Bugün 22 dilde yayınlanan derginin tarihçesi - Betales'ın son albümü, A. Cooper, F. Zappa, N.Simone, E.J ames ve Motörhead
Yahya Tezel'e göre 1914 yılı başında nominal değeri 157 milyon sterlin olan Osmanlı dış borç tahvillerinin yüzde 48'i Fransız, %19'u Alman ve %13'ü İngilizlerin elindeydi. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması uyarınca Osmanlı borçlarının yüzde 67'sinin yani 107,5 milyon altın Osmanlı lirasının Türkiye tarafından ödenmesi kararlaştırılmıştı. Ödeme işlerini de Düyun-u Umumiye İdaresi yönetecekti. Bu karar, 1 Aralık 1928 tarihli TBMM oturumunda oylandı ve kabul edildi. Buna göre Türkiye 1929 yılından başlayarak ilk yedi yıl, yılda 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 yılından itibaren taksitler artacak ve 1952 yılında 3,4 milyon altın lirayı bulacaktı.
İktidarın bilmem kaçıncı kez “100. yıla 100 il” vaadi aklıma DP döneminin ünlü operasyonlarını aklıma getirdi. Bunlardan ilki Kırşehir'in ilçe yapılarak Nevşehir'e bağlanması, diğeri, Malatya'nın bölünüp ondan Adıyaman ilinin çıkarılması nihayet Abana ilçesinin köy yapılarak, ilçe merkezinin adı Bozkurt olarak değiştirilen Pazaryeri köyüne aktarılması. İlkinin gerekçesini anlamak için İlkinin hikayesini anlamak için 1946-1973 arasının ünlü politikacısı Osman Bölükbaşı'yı tanımanız gerekir.
Tanzimat'a (1839) kadar, aynen Avrupa'da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti'nde ‘hapsetmek' denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan hapislik de kısa sürerdi.
Batı'da Bizanslılar ve Ermenilerle, doğuda Perslerle, güneyde Araplarla yaşam alanı için mücadele eden Kürtlerin, bu dört gücün üstüne bir de Avrupalılarla tanışması Malazgirt'ten yaklaşık bir asır sonra başlayan Haçlı Seferleri ile olmuştu. Haçlı Seferleri, Papa II. Urbanus'un 27 Kasım 1095'te toplanan Clermont Konsili'nde Kutsal Toprakları kurtarmak için yaptığı çağrı ile başlamış, Birinci Haçlı Seferi sırasında, 15 Temmuz 1099 günü Haçlı ordularının eline geçen Kudüs'ü geri alma şerefi ancak 88 yıl sonra, Musul Atabeyi Nureddin Zengi'nin Kürt komutanlarından Şirkuh'un yeğeni Selahaddin Eyyübi'ye nasip olacaktı.
Biraz geriden başlayayım. 19 Temmuz 1870'de Fransa İmparatoru III. Napolyon, Prusya'ya savaş açmış, savaş hiç de Napolyon'un hayal ettiği gibi gelişmemişti. 2 Eylül 1870'te Napolyon'un ordularının Sedan'da yenilmesinden ve Napolyon'un esir düşmesinden iki gün sonra, Alman orduları Paris'e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası'nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edildi ve Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Başına da General Louis Jules Troucheau getirildi. Böylece fiilen Üçüncü Cumhuriyet başlamış oldu. O sırada henüz şehzade olan II. Abdülhamit'in, savaşı Prusya'nın kazanacağına dair 100 sterlin'e bahse girdiği söylenir.Bu günlerde, Parisliler için bile hayat çok zordu, yabancılar için iki kat zordu. Böylece 1867'den beri Paris'te sürgünde olan Yeni Osmanlıların liderlerinden Namık Kemal Viyana'ya gitti. Ziya Paşa Brüksel'e geçti. Ama Mehmed, Reşat ve Nuri beyler Paris'te kalmayı tercih ettiler.
Ankara'nın ilk istihbarat örgütü 23 Eylül 1920'de kurulan Hamza Grubu'ydu. TBMM Hükümeti ile Hamza Grubu arasındaki haberleşmede kullanılan şifre anahtarı İngilizlerin eline geçince grup 15 Aralık 1920'de ad değiştirdi. Sırasıyla Mücahid Grubu, Muharib Grubu, Felah Grubu diye adlandırıldı ama istihbarat faaliyeti esas olarak, Teşkilat-ı Mahsusa'nın son başkanı Hüsamettin Ertürk ve Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından kurulan Müdafaa-i Milliye adlı askeri gruplarca yürütüldü. Karşı casusluk faaliyetleri ise esas olarak İngilizlerin Black (Kara) Jumbo teşkilatı tarafından yürütüldü.
Mahmud Ragıp Kösemihal, “Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri” adlı eserinde şöyle der: “Eski Çin kaynaklarının yazdığına göre milattan iki asır öncelerine kadar gerçi Çinliler muharebede musiki kullanırlardı. Fakat Türkistanlıların harp çalgıları daha çeşitli idi. Milattan önceki 115 ila 138 yıllarında Fergana'ya ve belki de Baktriyan'a kadar gelen Çin General ve siyasetçisi Şan-Kiyen dönüşte Türkistan asker çalgılarını da Çin'e götürdü. Bunlar Tatar Borusu, ağaç kabuğundan yapılıp üzerinde parmak delikleri bulunan ve ileri ağzı deveboynu gibi eğri başka bir Tatar üfleme çalgısı ve çift düdüklü bir ağız sazından ibareti. Ses veren ağzı deve boyun gibi eğri, üstünde perde delikleri bulunan ve Houkya dedikleri Tatar korneti Moğol orkestrasında da kullanılıyordu.” Bu "orkestradan" Batı tarzı bandoya, "bazı sesler çıkarmaktan" "marşlar" bestelemeye giden yolu anlatacağım bu programda.
1973 baharında Sunay'ın görev süresi biterken Ağustos 1972'de Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler, cumhurbaşkanı olma umuduyla görevinden istifa etmiş ve Senato'ya girmişti Ancak ordunun siyasi partileri ikna turları sonuç vermedi. Askerlerin tehdit ve markajı altında seçimlere geçildi. Oylar Gürler ile AP'nin asker kökenli adayı Tekin Arıburun ve Demokratik Parti (DP) adayı Ferruh Bozbeyli arasında bölündü, defalarca oylama yapıldı ama üç aday da seçilemedi. Dolayısıyla yeni bir kriz kapıdaydı...
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yönünü Batı'ya çeviren Türkiye'nin bu dönemdeki ilk muhalif partisi, 18 Temmuz 1945'te kurulan Milli Kalkınma Partisi (MKP) oldu. Bunu 7 Ocak 1946'da kurulan Demokrat Parti DP) izledi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP'nin büyük çoğunlukla iktidara gelmesinden sonraki en önemli konu yeni cumhurbaşkanının seçilmesiydi. DP'nin cumhurbaşkanı “her daim İttihatçı” bir "sivil", Celal Bayar oldu. Onu 27 Mayıs 1960 darbecilerinin lideri "Aga" Cemal Gürsel izledi. Gürsel'i ise “idare-i maslahatçı” bir asker, Cevdet Sunay izleyecekti.
1763'te Resmi Efendi'nin Berlin'e elçi olarak gitmesiyle başlayan Osmanlı-Alman dostluğu 1793 yılından itibaren Osmanlı ülkesine gelen Prusyalı askerlerle güçlenmeye başlamış; 1889 ve 1898'de Alman Kayzeri II. Wilhelm'in İstanbul'da Sultan II. Abdülhamid'i ziyaretleri ile perçinlenmiş, nihayet 1914-1918 Cihan Harbi'nde silah arkadaşlığına dönüşmüştü. Harp yıllarının en trajik olayı ise, İTC liderliğinin İmparatorluğun Ermeni tebaası için hazırladıkları korkunç plan uyarınca, 24 Nisan 1915 günü İstanbul'daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerini Çankırı ve Ayaş'a sürgün etmeleriyle başlayan, katliamlarla devam eden, nihayet soykırım halini alan "tehcir" idi. Bu kanlı süreçte Almanların tavrı, suçları ve sorumluluğu neydi?
1908 coşkusu hâlâ sürerken tarihe “31 Mart Vak'ası” veya “31 Mart Olayı” olarak geçen ayaklanma patlak verdi. Olay, bugün kullandığımız Miladi takvime göre 13 Nisan 1909 günü yaşanmıştı ama o tarihte kullanılan Rumi takvime göre 31 Mart 1325 günü meydana geldiği için böyle adlandırılmıştı. Ana karakteri itibariyle Osmanlı tarihinde sıkça görülen, “Patrona Halil”, “Kabakçı Mustafa” benzeri Yeniçeri ayaklanmaları geleneği içinde yer alan ve “alaylı” askerlerin “mektepli” askerlere yönelik bir gövde gösterisi olan olayın arka planı çok karmaşıktı...
Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk meclisi 31 Mart 1877'de açılmış, 14 Şubat 1878'de kapanmıştı. Bu kısa ömürlü meclisin ilk döneminde 69'u Müslüman 46'ı Müslüman olmayan 115 üyesi vardı. 30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908'de açılan Meclis-i Mebusan'da 67 Müslüman, 43 gayrimüslim mebus yer aldı. Kısacası Osmanlı İmparatorluğu'nun çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu. Fakat, 23 Nisan 1920- 15 Nisan 1923 arasındaki Birinci Meclis'te tek gayrimüslim mebus yoktu! Bu durum dört gayrimüslimin vekil seçildiği 1935'e kadar sürdü. Ancak, o tarihten sonra da meclislerimizde gayrimüslim temsili hep “eser miktarda” oldu.
Osmanlı döneminin son genel seçimi Aralık 1919'da, ülkenin bir kısmı fiilen işgal edildiği için ancak 15 vilayet, 35 mülhak liva ve 16 müstakil livada yapılabildi. Seçim yapılamayan önemli merkezler Mondros Mütarekesi'nden sonra işgal edilen Musul, Beyrut, Suriye ve Halep gibi vilayetler, Kars, Ardahan, Batum sancaklarıydı. İşgal Güçleri İzmir, Adana, Urfa ve Antep'de seçimlere önce izin vermiş sonra yasaklamıştı. İşgal Güçlerinin karargâhının olduğu İstanbul'da ise seçimler serbestçe yapılmıştı.
Tarih ve Toplum dergisinin Ocak 1991'de yayımlanan 85. Sayısındaki Robert Anhegger-Cemal Ünlü imzalı makaleye göre Türkiye'de taş plaklı seçim propagandasının ilk örneği Meddah Sururi'nin “Mahalle kahvesinde mebus intihabı” adlı kaydı olabilir. 78'lik bu kaydın tarihi tespit edilememiş ama benzer içerik Memduh Şevket Esendal'ın 1920-1923 tarihleri arasında yazıldığı sanılan "Mebus olursa" adlı öyküsünde yer aldığı için kaydın da bu döneme veya daha öncesine ait olması mümkünmüş. Taş plakların seçimlerde kullanılması ise bu konunun uzmanı Tarih Vakfı Başkanı Prof. Mehmet Ö. Alkan'a göre 1939 veya 1943 yılında olmalı. O yıllardaki seçimlerde CHP genel merkezinin taş plaklar hazırlatarak taşraya gönderip belediye hoparlöründe çaldırarak halka dinlettiğini biliniyormuş. 14 Mayıs 1950'de CHP'den doğan DP'nin "Yeter Söz Milletindir!" şiarıyla ezici farkla tek başına iktidar olmasıyla siyasal iletişimde müzik kullanımı artmış. Ancak bunlar DP Marşı ve Adnan Menderes'in miting konuşmalarını içeren plaklar olmuş.
Genel kanı, kabaca “Yahudi ırkından olanlara duyulan fanatik nefret ve düşmanlık” diye tanımlayabileceğimiz antisemitizmin, Osmanlı İmparatorluğu'nda ve Türkiye'de hiçbir zaman olmadığı yolundadır. “Bir şeyler” olduğunu kabul edenler ise “münferit (tekil) olaylar” deyip geçerler. Hâlbuki, durum hiç de böyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en has müttefiki olan Almanlar, Cihan Harbi sırasında İTC yönetimine sadece mali ve askeri alanda destek vermemiş, aynı zamanda modern propaganda tekniklerini de öğretmişti. 11 Kasım 1914'te Osmanlı İmparatorluğu, Büyük Britanya, Fransa ve müttefiklerine savaş ilan ettikten hemen sonra Almanlar ilerde "Kayzer II. Wilhelm'in Casusu" diye ünlenecek olan arkeolog Max Freiherr von Oppenheim'ın başkanlığında Doğu İstihbarat Servisi'ni (Nachrichtenstelle für den Orient) kurmuşlardı. Alman Genelkurmayı tarafından desteklenen büro bir düzine yabancı akademisyen, memur ve yerli uzmandan oluşuyordu. Büro İstanbul'da Der Osmanische Lloyd adlı bir de gazete yayımlıyordu. Bu büro ile birlikte İttihatçılar Cihan Harbi'ne daha hazırlıklı gireceklerine inanıyorlardı.
Antik dönemden günümüze ulaşmış en etkileyici kadın imgelerinden biri hiç kuşkusuz Amazonlardır. Sadece Yunan ve Roma değil, Anadolu mitolojisinin de parçası olan bu “tek göğüslü” korkusuz ve vahşi kadın savaşçıların, uçsuz bucaksız steplerde, ellerinde mızrakları, omuzlarında ok ve yayları ile erkeklerden oluşmuş ordulara korkusuzca karşı koymalarına ilişkin anlatılar 2900 yıldır canlılığını ve çekiciliğini korur.
“Kızıl Haç” fikri İtalyan ulusal birliği sürecinde, Fransa ve Sardunya-Piemonte Krallığı ittifakı ile Avusturya-Macaristan orduları arasında 24 Haziran 1859 günü yaşanan Solfarino Savaşı sırasında ortaya çıktı. İş seyahati dolayısıyla bulunduğu Castiglione tepesinden savaşı meydanını izleyen İsviçreli iş insanı Henry Dunant, 15 saat süren çarpışmalarda ölen ve yaralanan binlerce askere sadece iki doktorun yardım etmeye çalıştığını görünce Fransız yetkililerden aldığı izinle bir Fransız gazeteci, bir İtalyan rahip ve İngiliz turist çiftle birlikte savaş alanına koşmuştu. Halk ayrım gözetmeksizin her yaralıya yardım etmeye çalışan bu gönüllüleri “Tutti fratelli” (Herkes kardeştir) diye teşvik etmekle kalmamış, hem onlara yardım etmiş hem de ellerindeki her türlü malzemeyi hizmetlerine sunmuştu.
23 Temmuz 1908'de Abdülhamid Meşrutiyet'i ikinci kez ilan ettikten hemen sonra Mebusan Meclisi için ilk seçimlerin aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında yapılması kararlaştırıldı. O günlerin iletişim ve ulaşım olanakları içinde seçimler bir gün içinde yapılamıyor, günlerce sürüyordu. Örneğin İstanbul'da seçimler 5 günde yapılmıştı. 17 Aralık 1908'de İstanbul'da büyük bir coşku ile toplanan 288 üyeli Meclisi Mebusan'da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus vardı. Ancak bunların çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önerdiği ya da desteklediği adaylardı.
ürkiye Ulusal Afet Arşivi'ne göre 1900 ile 2010 arasında 234 deprem, 912 heyelan, 289 kaya düşmesi, 175 sel, 135 çığ düşmesi, 2065 orman yangını yaşanmış. Afetler sadece insanların mekan değiştirmesine neden olmamış, şehirler, kasabalar da yer değiştirmiş. Harput, Erciş, Erzincan, Yenice, Gediz, Gördes, Arguvan, Samsat ve diğerlerinin kısa hikayesi şöyle...
Yunancada “yeryüzü” anlamına gelen “geo” ile “tanımlamak” anlamına gelen “graphie” kelimelerinin birleşmesi ile türetilmiş “geographie”, yani “yerin tasviri” terimi ilk defa, MÖ. 3. yüzyılda Eratosthenes'in Geographika adlı eserinde karşımıza çıkmıştı. Kader inancı ise çeşitli dinlerde var ama İslam'da Allah'ın nesneleri ve olayları, özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri, ezelde planlayıp zamanı gelince yaratması anlamında bir kavram. Demek ki karşımızda coğrafyanın ezelden itibaren kaderimizi belirlediğini ve bunu değiştirmenin imkansızlığını ima eden bir görüş var. Peki bu doğru mu? Coğrafya hakikaten kader midir?
Demokrasi deyince akla ilk olarak seçimler, seçimli demokrasi deyince de ilk Antik Dönem'deki (M.Ö. 5.yüzyıldan itibaren), Atina Şehir Devleti gelir. Atina demokrasisi sadece varlıklı erkek vatandaşların oy kullandığı bir demokrasiydi. Kadınlar, köleler ve yabancılar (metikler) oy kullanamazdı. Osmanlı Devleti ise demokrasiyle değilse de seçimle ilk kez 19. yüzyılda tanıştı...
İlk Nazi “temerküz/toplama kampı” 1933'te açılıp 1945'e kadar aralıksız “hizmet veren”(!) Dachau toplama kampı idi. 1945 sonuna kadar Nazilerin Avrupa'nın çeşitli yerlerine dağılmış 23 merkezi “toplama kampı” ile tutuklama, işkence ve öldürme faaliyetlerini yürüttükleri 44 bin tesis vardı. 23 kampın idare ve eğitim merkezi Berlin'e 35 km uzaklıktaki Oranienburg kentindeki Sachsenhausen Toplama Kampı idi. 1 Şubat 1943 günü bu kampı “özel istek” ile iki Türk hükümet görevlisi ziyaret etti. Bunlar İstanbul Emniyet Müdürü Halûk Nihat Pepeyi ile Emniyet Genel Müdürlüğü Azınlıklar Şubesi Müdürü Salahattin Korkud idi. Bu ziyaretin amacı neydi, sonuçları neler oldu?
Yeni dönemin ilk anayasal metni, 13 Eylül 1920'de hazırlanan ve 18 Eylül 1920 günü Mustafa Kemal'in Meclis'e sunduğu “Halkçılık Programı” üzerine yürütülen uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan 23 asıl madde ve “gayeye ulaşıncaya kadar Meclis'in sürekli toplantı halinde” olmasına dair geçici maddeyle birlikte yaklaşık bir sayfalık bir metinden oluşan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” idi.
1894 yılının Temmuz ayında Alman elçiliğinin Fransız temizlikçi Madam Bastian, askeri ataşe Schwarzkoppen'in çöp sepetinde yarı yanmış kağıt parçacıkları bulmuştu. Fransız ordu istihbaratı, bu not kağıdındaki bazı bilgilerden topçu bölüğü mensubu bir Fransızın Almanlar adına casusluk yaptığı kanısına vardı. Soruşturmayı yöneten kişi Yahudi düşmanı olduğunu gizlemeyen Yüzbaşı Sandherr idi. Muhtemelen ülkedeki politik atmosferle uyumlu olan önyargıları Sandherr'i şüphelilerin sayısını hızla azaltmaya yöneltti ve en önemli şüpheli Alfred Dreyfus adlı bir Yahudi yüzbaşı oldu. Bundan sonra yaşananlar sadece Yüzbaşı Dreyfus'un hayatını değil, Fransa'yı da değiştirecekti.
Yeryüzündeki değişik kültürler temel olarak üç çeşit takvim üretmişler. Dünya ile Güneş arasındaki ilişkiyi esas alan Güneş takvimleri (Arapça Şemsi takvim); Dünya ile Ay arasındaki ilişkiyi esas alan Ay takvimleri (Arapça Kameri takvim) ve bu iki sistemin karışımı olan Ay-Güneş takvimleri. Bugün Batı dillerinden takvim karşılığı kelimelerin neredeyse hepsi Latince calendae'den gelir ki, bu kelime, “gelecekteki festivallerin, çarşı-pazar günlerinin günü” demektir.
Hicri ve Rumi Takvim'i kullanan Osmanlı ülkesinde “Miladi” yılbaşı kutlaması yapılmazdı. Hicri Takvim'in başlangıç ayı olan Muharrem'in gelişi ise kutlanmadığı gibi, 10. günü Kerbela Olayı'nın yıldönümü olduğundan matem havasında geçerdi. Hicri Takvim'in kullanılmasında ortaya çıkan 11 günlük farkı ortadan kaldırmak için 15 Şubat 1332 gününün 1 Mart 1917 olarak kabul edilmesiyle yürürlüğe giren Rumi Takvim'in ilk gününde ise sadece Düyun-u Umumiye'ye bağlı bazı kuruluşlarda kutlama töreni yapılırdı. Buna karşılık Osmanlı ülkesinde yaşayan Hıristiyanlar için yılbaşı "Noel" dönemi anlamına gelirdi. Aralığın 15'inden sonra hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık gecesini 25'e bağlayan gece İsa'nın doğuşunu (Doğuş Yortusu) kutlardı. Ortodoks Rumlar aynı geceye “Hristugenna” adını verirlerdi. Ermeniler ise 1 Ocak'ta kutladıkları yılbaşına “Gağant” derlerdi.
19-26 Aralık 1978 haftasında Kahramanmaraş'ta yaşanan ve tarihe 'Maraş Katliamı' diye geçen korkunç olaylar anlamlandırabilmek için epey geriye gitmek gerekir. 1968-1971 arası ülkede basının sağ-sol çatışması diye kodladığı şiddet olayları ile geçmişti. 12 Mart 1971 Muhtırası, sağ-sol çatışmasının ordu içinde de olduğunu gösteriyordu. 1973 seçimlerine yeni Genel Başkanı Bülent Ecevit'in liderliğinde giren CHP 185 milletvekili ile birinci parti olurken, Süleyman Demirel'in AP'si 149, Necmettin Erbakan'ın MSP'si 49, Ferruh Bozbeyli'nin DP'si 45, Turhan Feyzioğlu'nun CGP'si 13, Mustafa Timisi'nin BP'si 1 milletvekili çıkarmıştı. Ancak CHP'nin milletvekili sayısı tek başına hükümet kurmaya yetmediği için Ecevit ancak Ocak 1974'te MSP ile kurulan koalisyonda başbakan oldu. Ama bu hükümetin ömrü 8 ay oldu. Yerine AP-MSP-MHP-CGP'den oluşan I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti kuruldu...
3 Temmuz 1243'de Kösedağ Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti, Moğolların yönetimini tanımıştı. Moğolların Anadolu'dan çıkarılması ise hiç kolay olmadı. 1277'de Selçuklu devlet adamı Muineddin Pervane'nin çağrısı ile Memluk Sultanı Baybars Anadolu'ya girdi. Halkın da katılımıyla Moğollara saldırdı. Baybars çekildikten sonra Moğol ordusu geri geldi ve halkı kılıçtan geçirdi, Pervane öldürüldü. Öclerini alan Moğollar Anadolu'dan çekildiler, Rum Selçuklu Devleti de II. Gıyaseddin Mesud'un 1308'de ölümüyle son buldu. Bu dönemin günümüze bıraktığı en önemli miras 749. yıl önce (17 Aralık 1273'te) bu alemden göçen Mevlâna Celaleddin-i Rumi, onun eserleri ve Mevlevilik düşüncesi oldu. Ancak bu hikâye birçok yönden düzeltilmeye muhtaçtır.
Bundan 105 yıl önce 11 Aralık 1917'de, İngiliz General Edmund Allenby resmi bir törenle Kudüs'e girdi ve dört asırlık Osmanlı hakimiyeti sona erdi. Bugün bizim Kudüs dediğimiz şehir Bronz Çağı'nda (M.Ö. 3000-1200) Sami kavminden Kenaniler tarafından kurulmuştu ve adını dönemin en büyük tanrısı Shalem'den (Salem) almıştı. İbranice Yerushalayim, Aramice Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim, Roma döneminde İmparator Ælia Hadrianus'tan dolayı Ælia (Ilia) Capitolina, 638'de Müslümanların fethinden 1099'da Haçlıların fethine kadar bu isimden bozma İliya, Fatımiler döneminden (909-1171) itibaren Beytü'l-Makdis ya da Beytü'l-Mukaddes, Memlükler döneminde (1250-1517) kısaca Al-Kuds ya da Kudüs diye anılmıştı.
Herkes İtalyan seyyahı Marko Polo'yu tanır ancak çağdaşı Rabban Şauma'nın adını çok az kişi bilir. Tarihe dinsel bir adlandırmayla Bar (ya da Mar) Şauma/Savma olarak geçen bu kişi aslında Marko Polo'nun Asyalı karşılığı olup, onunkine benzer bir seyahati hemen aynı yıllarda (270'lerde) ama tam tersi istikamette, Pekin'den Fransa'nın Bordeaux şehrine doğru gerçekleştirmiştir.
1973-1977 arasında ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger, 1979'da yayımlanan White House Years (Beyaz Saray Yılları) adlı anı kitabında şöyle yazmıştı: “Nixon, Rıza Şah'ı Irak'taki Kürtlerin otonomisi konusunda cesaretlendirmişti. Kürt meselesi ve 1972-1975'teki trajik sonuçları bu bölümün konularının dışındadır bu yüzden bunu 2. ciltte ele alacağım.” Kissenger 2. ciltte bu konuyu hiç hatırlamadı. Ancak 20 yıl sonra Years of Renewal (Yenilenme Yılları, 1999) adlı kitabında Kürtlerle ilgili 21 sayfalık bir bölüm yazdı. “Tragedy of the Kurds” (Kürtlerin Trajedisi) başlıklı bu bölümde özetle ABD'nin her ne kadar "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"ndan (kısaca KKTH) yana görünse de Kürtler söz konusu olduğunda buna hiç ilgi göstermediğini anlatıyordu.
İlk Halife Ebu Bekir'in döneminde (632-634), Arabistan yarımadası “Müslüman” oldu ama ne pahasına… İslam dünyasının Herodot'u sayılan Taberi'ye göre Ebu Bekir'in orduları kafirleri kadın, çocuk demeden demirle dağlayıp ateşte yakmışlardı. Bunlar arasında Peygamberin sağlığında Müslüman olmuş ama Ebu Bekir'e biat etmeyen kabileler de vardı. İkinci Halife Ömer zamanında (634-644) Kays'ın orduları on yıl kadar bir sürede Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Horasan ilhak edildi. Peki, bu ilhaklar kılıçla mı oldu, ikna ile mi? Gelin birlikte karar verelim...
Bu hafta 15 Kasım 1937 günü Elazığ'ın Buğday Meydanı'nda idam edilen Dersim'in dinsel ve toplumsal lideri Seyit Rıza idamdan önce Atatürk'le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi biraz geriye gidelim ve Seyit Rıza'nın nasıl yakalandığını anımsayalım.
Bugün pek çok kişi cumhuriyet ile demokrasiyi eşdeğer görür. Halbuki bugün dünya yüzünde adı cumhuriyet olup diktatörlük olan pek çok ülke, adı monarşi olup rejimi demokrasi olan pek çok ülke vardır. Öte yandan bir devlet, merkezileştikçe demokratiklikten uzaklaşır, merkeziyetçilikten uzaklaştıkça demokratikleşir. Osmanlı döneminde “adem-i merkeziyetçilik” tartışmasını başlatan kişi Prens Sabahattin'dir.
1927 yılında Cumhuriyet Türkiyesi'nde modern anlamda ilk nüfus sayımı yapıldı. Bu sayıma geçmeden önce kısaca geçmiş dönemin nüfus sayımlarının özelliklerini anımsayalım. Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet, halkını 15-16. yüzyıllardan itibaren tahrir defterleri (genel nüfus kayıtları), 17-19. yüzyıllardan itibaren avarız (olağanüstü vergi) ve cizye (Gayrimüslimlerden alınan vergi) defterleri ve 19. yüzyıldan itibaren temettüat (gelir) defterleri aracılığıyla kayıt altına almıştı. Bu kayıtların esas işlevi, elbette vergi ve asker toplamaktı. 1876 yılında, bir istatistik teşkilatı kurulmuş, başına da bir Rus uzman getirilmiş, ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı patlayınca, Rus uzmanın işine son verilmişti.
Bugünkü Libya'yı oluşturan üç bölgeden biri olan Trablusgarp (diğer bölgeler Bingazi ve Sirenayka idi) Osmanlı Devleti'ne 1559'da bağlandı ve Akdeniz'deki üç Garp Ocağı'ndan ikincisi (birincisi Cezayir'de, üçüncüsü Tunus'ta idi) Trablusgarp'ta oluşturuldu. Bölge uzun süre “Dayı” denen yerel beylerle yönetildi ama bölgedeki aşiretlerin gerektiğinde birbirlerine karşı Avrupalılarla bile işbirliği yaptığı fark edilince, bölgenin idaresi ve güvenliği için merkezden asker gönderildi. Ağırlıklı olarak Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu'dan toplanan çoğu devşirme levendlerin ve yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak bu yasak zamanla delindi ve Osmanlı-Arap-Bedevi karışımı Kuloğulları denen toplumsal kesim ortaya çıktı.
Terör, kelime olarak Latince “allak bullak eden, felç eden aşırı derecedeki korku” anlamına gelen “terror” kelimesinden 14. Yüzyılda Fransızcaya “terreur” olarak geçmiş. 1789 Fransız İhtilali'nden sonra, iktidarı kaybeden soyluların, kilisenin ve Britanya'nın yardımıyla iktidarı yeniden ele geçirmeye teşebbüs etmesi üzerine iktidardaki Jakobenler, Eylül 1793'ten Temmuz 1794'a kadarki 10 ay, “karşı devrimci” olarak gördükleri ve “iç düşman” diye etiketledikleri halk yığınlarını giyotine yollamışlar, bu kanlı dönem tarihe “Terör Rejimi” (Regime de le terreur) olarak geçmişti ve Fransız devrimcileri kendilerini gururla “terörist” olarak adlandırmışlardı.
"Kamuoyunu etkilemek ya da bir gerçeği gizlemek için kasıtlı ve çoğunlukla örtülü biçimde yayılan yanlış haber" anlamına gelen dezenformasyon teriminin kökeni Rusça "dezinformatsia" sözcüğüdür. İlk olarak Batı literatüründe, 1917 Bolşevik Devrimi ile ortaya çıkan SSCB'ye yönelik ideolojik kampanyaları tanımlamak için kullanılmıştır ancak dezenformasyon deyince akla ilk olarak Hitler'in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels gelir. Aslında tüm devletler birer dezenformasyon uzmanıdır. ABD ise dezenformasyon konusunda bir “dünya markası”dır.
Faşizm terimi eski Roma Cumhuriyeti'nde konsüller önünde taşınan ve onların otoritelerini gösteren bir baltanın sapına düzenli şekilde sarılmış değneklerden oluşan demetin adından gelir. İtalyan faşizmi, Mussolini'nin lideri olduğu Partito Nazionale Fascista (Ulusal Faşist Parti)'nin 1922 ile 1943 yıllarında içerisinde İtalya Krallığı'nda; 1943 ile 1945 yılları arasında ise İtalya'nın kuzeyinde kurulan İtalyan Sosyal Cumhuriyeti adlı kukla yönetimin resmi ideolojisinin adıdır.
1880 yılında hem Osmanlı Devleti'ni hem İran'daki Kaçar Devleti'ni hedef alan Hakkâri-Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah İsyanı, İran Kürt etnik kimliğinin siyasallaşma evresine geçişin başlangıcı oldu. 1918 sonrasında, Şikaklardan İsmail Ağa Simko'nun Kürt ve Azeri bölgelerindeki egemenliği, Kürt siyasi bilincinde önemli bir sıçramaya olanak sağladı. 1946'da Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin kurulması siyasi mücadelenin kazanıldığını düşündürdü, ancak bu mutlu dönem çok sürmedi.