POPULARITY
Sayın Adnan Oktar Kadir suresinin ayetlerinin ahirzamanda neye işaret ettiğini açıklıyor. Yüce Allahın "Biz onu Kadir gecesinde indirdik" ayeti ahirzamanda hangi olayın gerçekleşeciğine işaret ediyor? Sorunun cevabı için mutalaka dinleyin
Bir ilişkide bir kurban olacaksa, o siz olmayın. Çünkü bazı erkekler yeni kurbanlarını arıyor.Keyifli dinlemeler
Sorunun çözüm tarafında yer alan insanlarla, sorun tarafında yer alan insanlar arasındaki farklar herhalde çok derin ki en basit sorunlar bile çözülmeden kronik hale dönüşüyor. Anne babalarının gözleri önünde eriyen 7 bin 455 çocuğun pahalı diye ilaca ulaşamamasının hiçbir mantıklı açıklaması yok. İstisnasız her devlet hangi rejimle yönetilirse yönetilsin vatandaşlarının sağlığını korumakla görevlidir.
“Titikṣā nedir? Sıcağa, soğuğa, neşeye, acıya, vs. dayanabilme, tahammül edebilmedir.” Zor durumlara mutlulukla olmasa bile içsel bir mumnuniyet, neşe hissini kaybetmeden dayanabilme yetisidir. Neden memnuniyet ve neşe? Çünkü “dayanabilmek” yeterli değildir. Çünkü beğenseniz de beğenmeseniz de zor durumlara zaten “dayanmanız” gerekecektir, başka çareniz yok. Eğer hava çok sıcaksa “Ah çok sıcak, çok sıcak” diyerek dolanırsınız ama o anda zaten dayanmak zorundasınızdır, başka çareniz yoktur. Eğer soğuksa da gidip üzerinize kıyafetler almak zorundasınızdır, yine başka çareniz yoktur, bunlar zaten dayanma yollarınızdır. . Ancak yukarıdaki dizede soğuğa ve sıcağa dayanmaktır titikṣā diye anlatılmıyor, “neşe ile dayanmaktır” deniliyor ve bu mümkün. Bu duygusal iniş-çıkışlarınıza, titremelerinize-terlemelerinize artık bir son vermeniz gerekiyor. Sürekli şikayet etmek sadece rahatsızlık hissinizi daha da arttıracak. . Bazı durumlar kaçınılmaz ise o zaman ne yapabiliriz? Onları kabul edebiliriz. Kabul ettiğinizde durumun bu olduğunu bilirsiniz ve yapabildiğinizi yaparsınız. Kabul etmek onunla ilgili hiçbir şey yapmamak demek değildir, yapabileceğiniz varsa yaparsınız. İşte o zaman orada neşeyi bulabilirsiniz, böylece sürekli şikayet içinde yaşamazsınız. . Bu yaklaşımlar hayatı kolaylaştırır. Hayatı kolaylaştırmanız lazım aksi takdirde hayat gitgide daha fazla başınıza çorap örmeye başlar. Sorunun olduğu yeri biliyorsanız o zaman nerede davranışı değiştirmeniz gerektiğini de biliyorsunuzdur. O zaman kaçınılmaz olan o zor durumlarda neşe ile başa çıkabilirsiniz. . İnsanları değiştiremezsiniz, onlara oldukları kişi olmaları adına özgürlük verin ve sonra kendi alanınızı korumak adına sınırlarınızı çekin. İşte bu titikṣā'dır. Tattvabodha: Vedanta Öğretisine Giriş, sf. 54-56
Bazıları için gerçeklik, sandığımızdan çok daha karmaşık ve zorlayıcı bir şeye dönüşebiliyor. Ve bir o kadar da korkutucu. Şizofreni… Yaşamayan bilemez derler ya hani… İşte o tabirin en can alıcı örneklerinden biridir belki de... Anlaşılması ve anlatması çok zor bir problemdir bu. Belirtilerini fark etmenin bile oldukça güç olduğu bir şeydir hatta. Hiçbir Şey Tesadüf Değil'in yeni bölümünde şizofreniyi anlamaya çalışıyoruz. Sorunun değil çözümün bir parçası olmaya gayret ediyoruz.------- Podbee Sunar -------Bu podcast, Hiwell hakkında reklam içerir.Podbee50 kodumuzla Hiwell'de ilk seansınızda geçerli %50 indirimi kullanmak için Hiwell'i şimdi indirin. 1400'ü aşkın uzman klinik psikolog arasından size en uygun olanlarla terapi yolculuğunuza kolaylıkla başlayın.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Konferanslarda en çok karşılaştığım sorulardan biri şudur: “İsrail, bunca askerî gücüne ve uluslararası desteğine rağmen, Mescid-i Aksâ'yı neden yerle bir etmiyor? İslâm dünyası da cılız bir kınamadan öteye geçecek durumda değilken üstelik…” Sorunun alt metninde, İsrail'i “istediğini istediği şekilde yapan”, “durdurulamayan” ve “sınır çizilemeyen” bir güç olarak tasavvur etme alışkanlığı yatıyor. İsrail'in kayda değer bir istihbarat ve saldırı kabiliyetinin bulunduğu doğru. Ama karşımızda “her şeye kâdir” bir gulyabani yok. İsrail'in hem kendi iç bariyerleri hem de onu dışarıdan kuşatıp sınırlayan haricî şartlar var. Her ülke gibi. 1967'de Siyonistler Kudüs'ü ve Mescid-i Aksâ'yı işgal ettikleri zaman, ordu radyosundan yapılan ilk anonslarda “Tapınak Tepesi artık bizim elimizde!” vurgusu çok baskındı. Kudüs'ün Müslüman halkı, Aksâ'nın kaderine dair endişe ve merak içindeydi. Ancak ilginç bir sürpriz yaşandı: İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Yahudi kamuoyunun protestolarına rağmen, Mescid-i Aksâ'nın kontrolünün Müslümanlara bırakılacağını duyurdu. İşgalle birlikte Kubbetu's-Sahra'nın tepesine dikilen İsrail bayrağının indirilmesi emrini vermekle işe başlayan Dayan, ardından Mescid-i Aksâ'nın kuzey tarafına konuşlandırılan İsrail askerlerini geri çekti. Kudüs Bölge Komutanı Uzi Narkis'in şiddetli itirazlarına rağmen kararından vazgeçmeyen Dayan, basit bir mantıkla hareket ediyordu: Dünyanın gözünde, İsrail'i “işgalci” bir devlet olarak göstermemek. Kudüs'te gerçekleştirilen askerî operasyon kelimenin tam manasıyla bir “işgal” olsa da, Siyonist liderlerin iddia ettikleri tek hedef, “mahrum bırakıldıkları doğal hakları” Ağlama Duvarı'na kavuşmaktı. Nitekim Dayan, İsrail basınına yaptığı açıklamada şunları söyleyecekti: “En kutsal mekânımıza geri döndük, buradan bir daha asla ayrılmayacağız. Biz başkalarının dinî mekânlarına el koymaya veya onları oralardan men etmeye gelmedik. Aksine, biz şehrin uyum içinde olmasını ve bütün unsurların kardeşçe yaşamasını istiyoruz.” (Ne var ki, sonraki süreç, Dayan'ın başlangıçtaki bu sözleriyle İsrail işgal yönetiminin uygulamaları arasındaki çelişkileri defaatle ve açık biçimde ortaya koyacaktı.) Moşe Dayan, işgali takip eden günlerde Kudüs Evkâf yetkilileriyle bir araya gelerek, onlarla kutsal şehrin ve Mescid-i Aksâ'nın Müslümanlar açısından taşıdığı ehemmiyeti müzakere etti. Müslüman liderlerden aldığı tavsiye doğrultusunda, Yahudilerin Mescid-i Aksâ alanında ibadet etmesini yasaklayan Dayan, Yahudi ve Hristiyanların Aksâ'yı ziyaretlerinin ise güvence altına alındığını duyurdu. Yahudiliği “kültürel” ve “siyasî” bağlamda bir kimlik olarak algılayan Dayan için, Mescid-i Aksâ sahası Yahudiler açısından sadece “tarihî” bir değer taşıyordu. Dayan'ın seküler kimliği, Aksâ konusunda Müslümanlar lehine karar vermesini kolaylaştıran etkenlerin başında geliyordu. İlginç olan ise, hiç azımsanmayacak sayıda Yahudi din adamının da Mescid-i Aksâ alanının Yahudilerce ibadet için kullanılmasını “haram” saymasıydı. Onlara göre, Süleyman Tapınağı inşa edilinceye kadar, Mescid-i Aksâ sahası “temiz” değildi ve orada ibadet edilemezdi. Böylece Dayan, Kudüs'ün dinî dengelerini seküler mantıkla korumaya çalışırken, dindar Yahudilerden sürpriz bir destek de kazanıyordu.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Arap milliyetçiliğinin yükselişe geçtiği ve Osmanlı Türk karşıtlığı ile şekillendiği yönündeki ifadeleri bugün tekrar gözden geçirmemiz gerekir. Türkiye'deki Suriyeliler gibi güncel sorunları da kapsadığı için bu konunun etraflıca tartışılması faydalı olacaktır. Geçmişin olayları değerlendirilirken dönemin koşullarının bütün yönleriyle resmedilmesi gerekir. Eğer dönemin koşulları tam olarak resmedilmezse süreci etkileyen faktörleri tespit etmek ve yerli yerine oturtmak mümkün olmayacaktır. Örneğin dönemin Suriye vilayetini Mısır'dan, bugünkü Irak'ı Körfez bölgesinden ve her şeyden önemlisi Şerif Hüseyin'in İngilizlerle birlikte hareket ettiği yerlerin diğerlerine göre farkını ortaya çıkarmadan varılan genel yargılar yanıltıcı olacaktır. İngiliz ve Fransız etkisini ele alırken de “İngiliz oyunu” gibi kavramları bağlamına oturtmamız gerekir. Şerif Hüseyin ve döneme damga vuran akımlar Arap Milliyetçiliği kategorisine mi girer yoksa bunlar kabileci bir zihniyetin ürünü müdürler? Sorunun cevabını bugünün olaylarına ışık tutacak şekilde aramak gerekir. Bugün bölge dışı aktörlerle doğrudan temasta olan yapıları değerlendirirken Şerif Hüseyin ve döneme damga vuran akımlar arasındaki benzerlik ilişkisi gelişmeleri anlamak bakımından ne derecede önemlidir? Bunlar sabit değişkenler mi yoksa birbiriyle ilişkisi olmayan bölgesel olaylar mıdır? Örneğin hadiseleri anlamamız için bir model geliştirdiler mi? Yoksa iç dinamikler karşısında dışarıdaki gelişmelere göre yeniden yapılanan bağımlı yapılar mıdır? Benimsedikleri veya propagandasını yaptıkları görüşler tutarlı bir ideolojik çerçeve sunmuş mudur, yoksa bunlar da dönemsel gelişmelere göre değişim gösteren esnek unsurlar mıdır? Her şeyden önce Şerif Hüseyin Osmanlı karşısında İngilizlerle birlikte hareket ederken ideolojik bir dayanaktan yoksundu. Bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı fakat bu amaca ulaşmak için kendi içinde tutarlı bir görüşten hareket etmiyorlardı. Ne İslamcı ne de milliyetçi idiler. Herhangi bir görüşe dayanmadıkları için savaş sonrası gelişmelere dair sağlıklı öngörüleri de yoktu. Bu sebeple savaş sonrasında karşılaştıkları olaylar onları şaşırtmıştı. Öfkelendikleri ve pişman olduklarına dair beyanlar günümüze kadar ulaşmıştır. Fakat geçmişi düzeltmenin imkânı yoktu. Herhangi bir dayanaktan yoksun oldukları için savaş sonrasında Siyonist yerleşimcilerin Filistin'i istila etmesinin sonuçlarını da öngöremediler. Filistin'i istila eden yerleşimcileri İngiliz kolonyalizmi bağlamında göremedikleri için bölgesel tehditleri kavrayamamışlardır. Bunun bir sonucu olarak bu yeni unsurları meşrulaştırmaktan öteye geçemediler.
Avrupa'nın İcadı, Avrupa'yı Düşünmek, Avrupa Mucizesi, Batı'nın Oluşumu ve benzerleri birer kitap başlığıdır. Bunlar Avrupa'nın istisnaîliği fikri üzerine inşa edilmişti. Son derece başarılı kitaplar olduklarını kabul etmek zorundayız. Benzerleriyle birlikte bu kitaplar Türkiye'de de uzun bir dönem ciddiyetle okundu. Bunları okuyanların zihninde Avrupa ve genel olarak Batı'ya dair sarsılmaz düşünceler oluşmuştur. Yazarları, Avrupa hakkında ortak kabullerden hareket ediyor ve ortaya çıkan fikirler bütün dünyaya kolaylıkla yayılıyordu. Hâlbuki bugün yeni yeni dillendirildiği gibi “yerel tarihler küresel tasarımlar” hâline getirilerek Avrupa merkezli bir dünya inşa ediliyordu. Evet, önce Avrupa icat edilmişti. Sonra bu icadın kuşattığı alan genişlemiş ve küreselleşmişti. Fikirlerin kolaylıkla bütün dünyaya yayıldığını söylüyoruz fakat bunun çok karmaşık bir sürece dayandığını da kabul etmek zorundayız. Başarı da bu karmaşıklığın üstesinden gelinmesinde yatıyordu. Sonuç çok çarpıcıydı, hadiselere emperyal merkezlerden bakmak bir alışkanlık hâlini almıştı. Çoğunluk, kendi gerçekliğine dahi aynı gözle bakıyor ve böylelikle konuşan kişinin kim olduğunu anlamak mümkün olmuyordu. Bir kısmını zikrettiğimiz kitaplarda tartışılan fikirlerin yayılma sahası hayranlık uyandıracak genişliktedir. Bu da ortaya çıkan küresel tasarıma yönelik eleştirilerin kolay inşa edilemeyeceği anlamına gelir. Fakat bu küresel tasarımın da “kendi üslubuyla Batı'nın siyasal ve entelektüel kültürünün tam ortasında bulunduğunu ve ahlaksızlığın ya da adaletsizliğin değil, Üçüncü Dünya'nın Avrupalı olmayan ve renkli diye adlandırılan halkları üstünde egemenlik kurmaya yönelik bilimsel ve siyasal bir iradenin ürünleri olduğu” görüldüğünde yapılması gerekenler bir tercih meselesi olmaktan çıkar. Çünkü Avrupa'nın istisnaîliği üzerine inşa edilen kitaplar da emperyal doğanın bir parçasıdır. Bunun için Avrupa'dan ve Batı'dan gelen fikirler karşısında öğrenci psikolojisinden kurtulmak ve bu fikirleri inceleme nesnesine dönüştürmek gerekir. Böyle bir işin üstesinden gelmenin kolay olmadığı açıktır fakat işaret edilen fikirlerin emperyal doğasının keşfiyle asıl zorluk ortadan kalkacaktır. Sorunun sadece “Avrupa” dışında olmadığını gelişmeler göstermektedir. Avrupa içindeki milliyetçiliklerden bahsedilirken hangi ülkelerin boyun eğdiği ve bağımlılık ilişkisi içerisinde varlığını sürdürdüğü gibi soruların gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu çerçevede Avrupa Birliği Parlamentosu seçimleriyle içerideki milliyetçiliklerin hareketliliğine mi tanık oluyoruz yoksa Avrupa'nın içindeki periferileri mi fark ediyoruz? Kuşkusuz İngiltere ve Amerika Gazze ve Ukrayna'da beklemedikleri bir dirençle karşılaştı ve böylelikle Avrupa içindeki hareketlenmeler dikkat çekmeye başladı.
.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Birçoğumuz çocukluğumuzu özlüyoruz, peki ya çocukluğumuza dönme şansımız olsaydı? Bu bölümde Emin, Onur ve Feyza ile farklı yaşlarda uyansaydık nasıl hayatlar yaşayacağımızı konuştuk. Daha genç yaşta uyansaydık neleri farklı yapacağımızı, daha ileri bir yaşta uyansaydık kalan zamanımızı nasıl değerlendireceğimizi ve seçme şansımız olsa hangi yaşta uyanmak isteyeceğimizi tartıştık. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Emin: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in 80. bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Emin, bugün Onur ve Feyza'yla beraberiz. Feyza, uzun bir süredir yoktun. Nasılsın? Nerelerdeydin? Feyza: [0:34] İyiyim Emin. Çok iyiyim şu an. Hastaydım. Ben çok uzun zamandır hastaydım. İyileşemedim bir türlü. Sesim kısıktı. Emin: [0:41] Evet, geçmiş olsun. Onur: [0:42] Geçmiş olsun. Feyza: [0:43] Teşekkür ederim. O yüzden ne kadar istesem de podcastlere katılamadım. Şu an artık toparladım. Umarım uzun bir süre hasta olmam. Bütün şeyi depolamış olmak istiyorum, bu bağışıklığı. Bakalım... Siz nasılsınız? Emin: [0:56] İyiyim ben de. Teşekkür ederim. Ben de bir süre tek başıma bölümler çekmek zorunda kaldım. Sonra Onur'la bir bölüm çektik beraber. Şimdi tekrardan üç kişiyiz. Onur sen nasılsın? Onur: [1:08] Ben de iyiyim Emin, teşekkür ederim. Son bölümden itibaren çok bir değişiklik olmadı bende, hayatımda. Onun dışında her şey yolunda. Şu anki tecrübelerimizle 10 yaşımıza geri dönsek neler yapardık? Emin: [1:17] Evet, bugün yine beraber bir beyin fırtınası yapacağımız, üzerine derince bir şeyler konuşabileceğimiz bir konuyla beraberiz. Bu konumuz da "Bir gün 10 yaşında uyansan neler yapardın? Hangi kararları alırdın?" Sorunun içeriği şu şekilde: Yani 10 yaşında uyanıyorsun ama şu anki aklınla uyanıyorsun. Şu anki bildiklerinle uyanıyorsun. Neler yapardın diye Onur sana sormak istiyorum. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Önceki gün İzmir'deydim. AK Parti'nin İzmir adayı Hamza Dağ'ın projelerini açıkladığı toplantıyı takip ettim. Yaptığım paylaşımdan sonra dünden beri özelden gelen, “nedir durum, Hamza Dağ kazanır mı?” sorularına yanıt veriyorum. Kazanır mı peki? Sorunun yanıtını birazdan vereceğim ama önce gözlemlerimi aktaracağım. Yerel seçimlerde tüm dikkatler İstanbul'da elbette ama gözler de İzmir'e kayıyor. Görünen o ki; CHP'nin sarsılmaz kalesi, oy deposu ve bu zamana dek belediye başkanı adayının sorgulanması dahi, akılların ucundan geçirilemeyen İzmir en hareketli ve hararetli seçim sürecini yaşıyor. Oluşan bu yeni durumun siyasi ve sosyolojik birkaç sebebi var: 1- İzmir, hizmet yoksunluğundan yorulmuş. 2- İzmir halkı çantada keklik sayılmaktan bıkmış. 3- ‘Her şeye rağmen CHP' garantisinin süresi bitmiş. 4- CHP'deki aday krizi şehre sirayet etmiş. 5- Gözler ve gönüller alternatiflere kaymaya başlamış. 6- Rekabet ortamı şehre hareket getirmiş. *** İzmir CHP'nin kalesi lakin İzmir halkı taş değil ki hizmetsizliğe bu kadar dayansın. Sosyal medyadan da takip ediyoruz, sokak röportajlarında çok samimi tepkiler var. İzmir halkı farklı bir “değişim” istiyor. Aday değiştirmenin, her seçimde yeni bir başkanla yola devam etmenin ötesinde, İzmir'e bakışın değişmesini istiyorlar. Aziz Kocaoğlu ile geçen 15 yılın ardından Tunç Soyer seçildi. Yani İzmir'i 20 yıldır CHP yönetiyor. Kocaoğlu döneminden önce DSP'den seçilip sonra CHP'ye katılan Ahmet Piriştina dönemini de eklersek 25 yıl ediyor. Bunu ben söylemiyorum, İzmirliler her fırsatta dile getiriyorlar; “İzmir 25 yıldır CHP'nin elinde geriye gidiyor”
Meşhur soruyu bilirsiniz: "Bir kilo demir mi ağırdır, bir kilo pamuk mu?"Bu soru geldiğinde, şöyle bir gerindikten sonra gururla cevap veririz: İkisi de eşittir! Tebrikler! Sorunun sizi demirin katı, pamuğun ise yumuşak ve hafif cisimler olmasından ötürü algısal yanılgıya düşürmeye çalışmasına kanmadınız.… Seslendiren: Sema Tezel
fikrim değişmeyecek. Uzaya çıkmanın “mutlak bir gelişmişlik” ve “kesin bir ilerleme” olarak değerlendirildiği bilimsellik dinine kuşkuyla bakmaya devam edeceğim ve Türkiye dahil hiçbir ülkenin uzaya gitmesine sıcak bakmayacağım. Bunun benim açımdan net bir sebebi var. İnsanoğlu uzaya “hayırlı bir amaçla” yahut hiç olmazsa “salt bir merakla” gitmiyor. Niyeti de iyi değil zihni de. Kolonileşmek ve uzay madenciliği “bu verili dünyayı bitirdik, tüketmek için başka gezegenler bulalım” demenin ötesinde hiçbir amaç taşımıyor bana kalırsa. Daha da basitçe ifade etmem gerekirse bence kesinlikle uzayda hayat var ama insan uzaydaki hayatın değil, sömürebileceği kaynakların peşinde. Dün Amerika'yı “bir uzay olarak” güya keşfeden insanlık, Avustralya'yı “bir başka uzay olarak” fetheden insanlık soykırım ve emperyalizmden başkaca ne götürmüş oralara da şimdi bu insanlığın uzay yolculuğundan hayır umuyoruz? Türklerin uzaydaki etkinliği bu berbat hikâyeyi pozitife çevirir mi, çevirebilir mi; önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Sadece bu bakımdan önemsiyorum Türkiye'nin uzay çalışmalarını. Bu, burada bir dursun. 2014'te Marmaray yapılırken “Millet uzaya gidiyor, biz Marmaray inşa edince uzaya gitmiş gibi seviniyoruz” yazanlardan haber alınmayacak zannettik ama elbette boş durmadılar. “Yeterli bağlantısı ve parası olan herkes uzaya çıkabilir. Bu rutin bir gezi. Bunca ekonomik sıkıntı varken uzaya niçin insan yolluyoruz ki?” yazmaya başladılar. Allah'tan astronotumuz Alper Gezeravcı yolculuğunun ilk dakikalarında aslında Mustafa Kemal'e ait olmayan ama onun olduğuna yürekten inanılan “İstikbal Göklerdedir” cümlesini sarf etti de bu kitle az da olsa rahatladı. Elbette bunu “Akepe iktidarı” sağladığından gurur duymadılar bir Türk çocuğunun uzaya gidiyor olmasından ama hiç olmazsa “İyi bari, Mustafa Kemal'den söz ettiler” diyerek bünyelerini rahatlattılar mebzul miktarda. Bu da burada bir dursun. Alper astronotun uzay yolculuğuna başlamasına saatler kala CHP'lerin yepyeni bir krizi vardı ellerinde. Büyükçekmece Belediyesi'nde çalışan biri, oldukça yaşlı olduğu görülen bir hanım teyzenin boğazını sıkıp ona ağza alınmayacak bir küfür etmiş, olaya müdahil olmaya çalışan A Haber muhabiri kardeşimize (çok geçmiş olsun bu arada) dayak atmışlardı. Bu da burada bir dursun. Akşam saatlerinde Alper astranotun başörtülü annesini görünce kendi kendime “Demek o ikonik an'a gelip çattık” dedim kendi kendime. Senelerce Türkiye'deki ötekileştirmeden bîzar olan ve bu ötekileştirmenin sembolü olarak başörtüsü mücadelesini sürdüren dindar kesim, sıklıkla “Türkiye uzaya roket yolladı da başörtüsüne mi takıldı?” diye sordular. Sorunun tuhaflığı emin olunuz başörtüsü yasağının tuhaflığının yanında solda sıfır kalırdı. Aslında bu soru bir bakıma “çağdaşlık, modernlik, ilerleme gibi diskurlarınızın hiçbiri bu aptal başörtüsü yasağınızı izah etmiyor” demenin bir yoluydu.
Sorunun doğrusu, ‘Amerika'ya ne yapmayı düşünüyorsunuz'dur ama şu sıralar, ‘rafa nasıl kaldırılacağı'na ilişkin tartışmalara odaklanmak şartlarla daha uygun... Evlatlarımızı elimizden alan terör saldırısında tetiği çekenler kadar arkasındakilerin tartışıldığı bir gündem geçirdik ve ‘çirkin gerçek'le bir daha yüzleştik... ABD sorunu nasıl aşılacak? Son üç saldırıda ABD'nin n-direkt, İsrail'in ise direkt etki ihtimali akla daha uygun geliyor. Olayların karşılaştırmalı akışı buna işaret ediyor. Gazze'de 100'üncü gününü aştığımız kriz, Ankara-Tel Aviv ilişkilerini ‘neredeyse savaş' durumuna yükseltmiş bulunuyor... Her iki devletin yöneticileri, 'karşılıklı duygularını' açıkça söylüyorlar. İstihbarat alanında yaşananlar ise zaten ‘savaş'... Fakat, olaydaki İsrail eli bunun da sebebinin Amerika olduğu gerçeğini azaltmıyor, hiç değiştirmiyor. Gazze krizinin başında İsrail'in arkasına uçak gemileri koyan ABD-İngiltere koalisyonunun mesajı, ‘karışan karşısında beni bulur'du. İlerleyen günlerde bu etki, bölgedeki İsrail varlığının alanını güven ve kontrole almak yolunda genişletildi. Kızıldeniz de oydu... Sonuç olarak; ABD, bölge ve dünya kadar Türkiye için devasa bir ulusal güvenlik sorunu/tehdidi olarak karşımızda duruyor. Kötüsü, bunun için kamuoyuna yansımış, işlevsel görünen herhangi bir çözüm görünmüyor... ÜSLERİ KAPAMAK, NATO'DAN ÇIKMAK, KARŞILIK VERMEK... ABD'nin cezalandırılması ile aşılması farklı konulardır. İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılması, NATO'dan çıkılması, daha ileri giderek ‘karşılık verilmesi' kamuoyunda çok tartışılıyor. Bu ‘önlemler', ABD'yi cezalandırır, doğru. Diğer yandan Batı'yla ilişkinizi kesin biçimde sonlandırır. Ülke çıkarları açısından her biri veya toplamı tartışılabilir. Öte yandan, sonuçları da soğukkanlı biçimde konuşulmalıdır... Mesela benim için üslerin kapatılması için şartlar her geçen gün daha olgunlaşıyor. Ancak NATO üyeliğimiz NATO'ya karşı bile elimizi güçlendiriyor. İsveç'in üyeliği süreci bunun güzel bir örneği. Onaylanmamasını tercih ederim ama sürecin Ankara'ya açtığı alanı kullandığımız da bir başka gerçek. Esasen AB ve NATO gibi uluslararası Batı kuruluşları ile Türkiye ilişkisi zaten kendini yavaş yavaş öldürüyor. AB hedefine bağlılığımız konusunda ne söylersek söyleyelim, iki taraf da şu an bitkisel hayatta olunduğunu biliyor. Kimse de bir şey yapmıyor. Fişi çekmenin sorumluluğundan herkes kaçıyor ama yataktaki ‘ölüyü' de herkes görüyor... ‘ABD'ye karşılık verilmesi' konusunda ise bir gereklilik var. ‘İnce ayarlanmış' mütekabiliyet ihtiyaç görünüyor. Tokat yediğinizde diğer yanağınızı dönmüyorsunuz ama cevap verilmediğinde yenisine davet çıkıyor. Belli ki bu cevap eşeği dövmekle yeterli olmuyor. O halde çok iyi hesaplanmış/kitaplanmış adımların gündeme alınması düşünülebilir. Hülasa, bu önerilerin her biri avantaj ve dezavantajlara sahip. Oysa ABD sorunu olduğu gibi duruyor. Hepsini birden yapsanız da durmaya devam edecek...
Memleketin başı sahipsiz köpeklerle dertte. Kamuoyunda bu konuda ciddi bir hassasiyet var. Siyaset de bu hassasiyetin ve büyüyen tehlikenin farkında. Bu yüzden yeni bir düzenleme yapılıyor. Eli kulağında. Yakında TBMM'ye gelecek. Düzenlemede neler var, TBMM'ye ne zaman gelecek, hangi adımlar atılacak, bu soruların yanıtını aradım. Aldığım cevapları paylaşacağım ancak önce bazı hususların altını çizmem gerekiyor. EKOLOJİYE BALANS AYARI Sahipsiz köpek popülasyonu ile ilgili muhtelif rakamlar var. Kimi Türkiye'de 2,8 milyon sahipsiz köpeğin olduğunu söylüyor. Kimi bu rakamı 8 milyona taşıyor. Geleceğe ilişkin öngörüler ise kaygı verici. Eğer bir adım atılmazsa sahipsiz hayvan sayısının katlanarak artacağı yazılıp çiziliyor. Son tahlilde sokaklar tekinsiz. Popülasyon bu şekilde artarsa kimsenin sokağa çıkamayacağı günlerin bizi beklediğini kabul etmek gerekiyor. Sahipsiz köpekler sadece insan hayatını ilgilendirmiyor. Soruna vakıf bir dostum sahipsiz köpeklerin ekolojik denge için de büyük bir tehdit olduğunu söyledi. Sahipsiz köpekler, -özellikle kırsalda- aç kaldıklarında, geyik, karaca, tilki yavrusu ve benzeri hayvanlara saldırabiliyor. Diğer türlerin yaşamını tehdit ediyor. Bu da ekolojik dengeye yansıyor şüphesiz. Artan köpek popülasyonu dengeyi bozdu. Balans ayarı gerekiyor. SORUNUN İKİ TEMEL KAYNAĞI Sorunun iki temel kaynağı var. Bir. Sahipsiz köpeklerle ilgili tedbir alması gereken yerel yönetimler, bütçe, kaynak gibi sebeplerle sorumluluk üstlenmekten kaçınıyor. Kiminin gücü de artan popülasyonu yönetmeye yetmiyor. Bu yüzden sıradışı yöntemler tercih edenler de oluyor. Ankara'da karşılaştığım bir ilçe belediye başkanı “Çevre il, ilçelerden hayvanları getirip bizim bölgemize bırakıyorlar” diye serzenişte bulunmuştu. İki. Kimi hayvan hakları aktivistlerinin bilinçsiz, uzlaşmaz, akıl dışı tutumu sorunu bu noktaya getiren ikinci sebep. Sorunun çözümü için adım atan kurumlar hedef gösterildi. Soruna işaret edenler bağırıp çağırarak yıldırıldı. Konunun rasyonel düzlemde tartışılmasının önüne geçildi. Yerel yönetimler de bu aktivistlerden -ve aktivist lobisinden- çekindi. “Başımıza iş açmayalım” diyerek adım atmadı. Karşı karşıya olduğumuz tabloyla ilgili bu hatalara imza atan aktivistler de takkeyi önüne koyup düşünmeli. Geldiğimiz noktada sahipsiz köpekler konusunda büyük bir öfke var. Ancak burada duralım ve bir soluk alalım. Köpekler düşmanımız değil. Sosyal medyada sahipsiz hayvanları şeytanlaştırarak bir sonuca varamayız. Bu soruna yaklaşırken akli, insani ve vicdani perspektifi kaybetmemek gerekiyor. Bize yakışan bu olur.
Geçtiğimiz hafta TCMB Başkanı Hafize Gaye Erkan'ın “TL'ye geçiş zamanı geldi,” açıklamaları gündemin önemli bir parçası oldu. Merkez Bankası beklenti üzerindeki faiz artışlarıyla sahaya inip sert sayılabilecek mesajlarını iletme gücünü kendinde topluyor. Reel kesimi, İSO Meslek Komiteleri Ortak Toplantısı'nda mealen; “hedef ve amaçlarımıza ikna olmazsanız sizi daha fazla sıkarız,” diye bu sayede uyarabiliyor. Bu uyarıyla finansallaşmanın reel kesim üzerinde kurduğu tahakküm Türkiye'de bir katman daha pekiştirilmiş oldu. Aslında bu uyarı, olması gerektiği “gibi gelin kol kola girelim,” mesajı içermiyor. “Bize uyacaksınız, lamı-cimi yok, uymazsanız uydururuz,” anlamı taşıyor. Devlet-işletmeler-hanehalkı ve “finans” birbirleriyle dayanışan ekonomik aktörler olarak sistemde var olmalıdır. (Ana akım finansal kesimi sorgulamak gerektiği ve dayanışmayı bizatihi bozan aktör olduğu için finansı tırnak içinde verdim.) Fakat Türkiye kapitalistleştikçe, Türkiye finansal-pazarlaştıkça bu aktörler birbirleriyle çatışan bir karakter kazandılar ve bu hal daha da çetinleşecek. Çünkü pazar, bağımlı olduğunu düşündüğü sermayenin menfaatlerini daha çok savunacaktır. Ve çıkma vizyonu kuramadığınız finansal bağımlılıklar azalmaz bilakis artar. Hatta arttıkça artar. Peki, TL'ye geçişin zamanı geldi mi? Ya da şöyle sorayım gerekçe olarak görece yüksek faiz ortamını göstermek bu zamanın geldiğini söylemek için yeterli midir? Sorunun ikinci biçiminden cevap vereyim; değildir. TL'ye geçişin zamanı geldi demek için “rasyonel” yahut Ortodoks yaklaşımlarda yüksek faiz gerekçe gösterilemez. O zaman ne gerekçe olur sorusuna yapısal dönüşüm falan demeyeceğim çünkü yapısal dönüşüm arz yönlü iktisat demektir ve Ortodoks yaklaşım içinde yeri yoktur. Ortodoksiyi savunup yapısal dönüşüm diyenler kendilerini mi kandırıyor toplumumu aldatıyor, bilemiyorum. Ortodoks çerçevede TL'ye geçmenin gerçek zamanı TL'nin değer kaybetmeyeceği ve değerlenmeye başlayacağı zamandır. TL'ye geçişin zamanıdır ifadesi Ortodoks anlamda kullanılıyorsa aslında Erkan, buna işaret ediyor olmalıdır. Yoksa reel kesim ikna olmaz. REEL KESIM NASIL İKNA OLUR? Reel kesim, kısaca, faiz politikasıyla ikna olmaz. Merkez Bankası uyarısını yaparken gerçekten faiz politikasıyla ikna edici olacağını düşünüyorsa politika faizindeki artışlar nerede biter kimse bilemez. Arjantin örneği bu bakımdan önemli. Erkan'ın bu hataya düştüğünü zannetmiyorum.
Dersimiz Fitness'ın bu bölümünde her kas grubunu geliştirmek için uygulayabileceğin en etkili hareketler konuşuldu. Sende spor salonunda vakit kaybetmeden az sürede çok iş başarmak istiyorsan bu bölümü kaçırma. (00:00:21) Hareketler kime göre, neye göre etkili? Hareketleri sevmediğin için mi yapmıyorsun yoksa iyi olmadığın için mi? (00:05:59) Hareketler arasındaki hiyerarşi (00:11:06) Hareketin kadını erkeği olur mu? Sorunun gerçekten yağlı olmak mı? (00:14:00) Egzersiz seçimini neye göre yapman gerekiyor? Hareketleri yaparken dikkat etmen gereken en önemli konu ne? (00:21:49) Neden serbest ağırlık? https://youtu.be/vZfNwkvrAzw - (00:25:14) GÖĞÜS https://youtu.be/_MDaqQOeBOk Bahsi Geçen Egzersizler: Bench Press, Dumbbell Chest Press, Incline Chest Press, Dumbbell Chest Fly, Floor Press Dumbbell Chest Fly Nasıl Yapılır? (Detaylı Teknik Açıklama) https://youtu.be/KjmNK0zb28M - (00:30:17) SIRT https://youtu.be/f5CFQi8GTOM Bahsi Geçen Egzersizler: Deadlift, Row, Pull-up, T-Bar Row, Pullover Deadlift Nasıl Yapılır?: https://youtu.be/idlcJXvoS8Y https://youtu.be/05HrjBEtRy4 Asılmak Neden Bu Kadar Önemli? | 7'den 70'e Herkesin Uygulayabileceği Asılma Antrenmanları https://youtu.be/gPZGBFkmSgU - (00:40:51) BACAK (kalça, ön bacak, arka bacak, calf) Bahsi Geçen Egzersizler: Squat, Hip Thrust, Romanian Deadlift, Physio Ball/TRX Hamstring Curl, Rear Lunge, Step-up, Front Squat, Sumo Deadlift, Bulgarian Split Squat, Heel Elevated Squat, Nordic Curl, Seated and Standing Calf Raise Squat Nasıl Yapılır?: https://youtu.be/JFqwynDbuco https://youtu.be/qMAi334GnrI - (00:48:31) OMUZ (ön + yan + arka omuz, trapez) https://youtu.be/Hj8S68r2_xE?feature=shared Bahsi Geçen Egzersizler: Barbell Overhead Press, Z Press, Dumbbell Lateral Raise, Dumbbell Rear Delt Fly, Plate Around The World, Shrug, High Pull, Upright Row, Upsidedown Kettlebell Press DB Rear Delt Fly Nasıl Yapılır?: https://youtu.be/eSRS61gJbBg?feature=shared - (00:54:20) KOL (biceps, triceps) https://youtu.be/JT1n2AJSUeI?feature=shared Bahsi Geçen Egzersizler: Chin-up, Barbell Curl, Incline Curl, Preacher Curl, Hammer Curl, Skull Crusher, Close Grip Bench Press, Dips - (00:58:17) KARIN (+obliques) https://youtu.be/zo5UB_I7_f8?feature=shared https://youtu.be/CzOv4eY_toQ?feature=shared Bahsi Geçen Egzersizler: Hanging Leg Raise, Lying Leg Raise, Decline Sit-up, Reverse Crunch, Cable Crunch, V Sit-up, L Sit-up, Side Plank, Active Plank - Sosyal Medya: https://linktr.ee/dersimizfitness Email: bilgi@dersimizfitness.com Hepinize güzel yorumlarınız için teşekkürler! --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/dersimiz-fitness/message
Yanlış: Filistin boş, verimsiz, çöle benzeyen bir yerken, Siyonistler yerleşip hem bu toprakları ihya ettiler hem de bu coğrafyanın tek örnek demokrasisini inşa ettiler. Doğru: Filistin, Siyonistler gelmeden çok önce insan yerleşimi olan, ticaret, tarım ve balıkçılık yapılan, kendine özgü kültürü olan bir yerdi. Siyonistler tarafından talan edilmese ve sürekli saldırıya maruz kalmasa Birinci Dünya Savaşı sonrası yokluk içindeyken sonrasında modern birer medeniyete dönen diğer ülkeler gibi kalkınmış bir ülke olabilirdi. Siyonistler işgal ettikleri topraklarda bugünkü yapıyı, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin inanılmaz boyutlara varan maddi yardımları sayesinde inşa edebilmişlerdir. Üstelik İsrail tüm yardım ve destekler sonunda kendi vatandaşları arasında bile ırka dayalı ayrımcı bir rejim (apertheid) kurmuştur. Bu ırkçılık ve ayrımcılık sadece Yahudi olmayanlara karşı değildir, Yahudiler içinde Siyonizmi desteklemeyenlere ve Afrikalı Yahudilere de karşıdır. Yanlış: Siyonizme karşı mücadele Yahudilere karşı mücadeledir. Doğru: Yahudilik ve Siyonistlik tamamen farklı iki şeydir. Pek çok Yahudi aynı zamanda Siyonizm karşıtıdır. Üstelik Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) Siyonistlerin en çok yaymak istedikleri fikirlerden biridir. İnsanların Filistin'de yaşananlara öfkesini Siyonizm gibi kanser benzeri bir illet yerine binlerce yıllık geçmişi olan bir dine yönlendirdiği için, Yahudi karşıtlığı en çok Siyonizme hizmet eder. Yanlış: Siyonizm sömürgecilik değildir. Siyonistler Filistinlilerin sattıkları topraklara yerleştiler, bu yüzden Filistinlilerin şikâyet etmeye hakları yok. Doğru: Nesillerdir dünyanın başka yerlerinde yaşayan, hayatlarında daha önce Filistin'i hiç görmemiş insanlar, kuşaklar boyu Filistin topraklarında yaşayan Filistinlileri silah zoruyla yerinden yurdundan edip topraklarına el koyup, evlerine yerleşip, yer altı ve üstünde ne varsa kendisinin sayarak bir ülke kurmaya girişmiştir. Bu tam anlamıyla sömürgeciliktir. Filistinliler yüzyıl önce gelen ilk yerleşimcilere karşı düşmanca bir tavır sergilememiş, ancak Siyonist emelleri fark ettiklerinde direnmeye başlamışlardır. Toprak satışı meselesi ise en büyük çarpıtmalardan biridir. İlk olarak o dönem zaten yoksul köylünün doğru düzgün toprağı yoktur. Bir avuç zengin, bir kısmı Filistinli bile olmayan işbirlikçi hainin yaptığı tüm Filistin halkına mal edilemez. İkincisi, o dönem satılan tüm toprak miktarı Filistin topraklarının % 5'inden biraz fazladır. Bu durum milyonların vatanından sürülmesine, öldürülmesine bir gerekçe olamaz. Bugün bizim ülkemizde de pek çok yer, pek çok farklı ülkeden insana satılmış durumdadır. Nasıl bu satışlarla işçilerin, emekçilerin bir alakası yoksa, nasıl bu satışlar satın alanlara ülkemizi istila edip bizi, asırlardır yaşadığımız topraklardan sürme hakkı vermiyorsa aynısı Filistin için de geçerlidir. Yanlış: Filistin sorununun tek çözüm yolu iki devletli yapıyla mümkündür. Doğru: Sorunun çözümü Ürdün Nehri'nden Akdeniz'e uzanan tüm tarihsel Filistin'i kaplayan, emperyalizmle tüm köprülerini atmış, demokratik, laik ve sosyalist tek bir Filistin devletinin kurulması ve Siyonizmin ortadan kaldırılmasıdır. İki devletli yapı, Siyonizmin yayılmacı tutumu sebebiyle mümkün değildir. İki devletli yapı, daha önce bu yönde atılan her adım Siyonizmin daha fazla alan işgal etmesi, daha fazla yasa dışı yerleşimci yerleştirmesi ve daha fazla Filistinlinin canından ve yurdundan olmasıyla sonuçlandığı için mümkün değildir. İki devletli yapı Filistin'i fiili anlamda ortadan kaldırdığı için bir çözüm değildir. İki devletli çözüm, bugün yurdundan sürülmüş durumda mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca Filistinlinin yurtlarından ilelebet vazgeçmesi anlamına geldiği, İsrail topraklarında kalanlara yurtlarını terk etmek, ölmek veya yaşamları boyunca ırkçılık ve ayrımcılığa maruz kalmak dışında bir seçenek sunmadığı için bir seçenek değildir.
Tüm salon derin bir sessizliğe gömüldü. İçli içli ağlama fısıltılarımız ve burunlarımızın sızlamaları duyuluyordu sadece. Perde kapanmıştı. Ağlıyorduk. Kimse kimseyi görmüyordu. Gözyaşlarımız konuşuyordu. Arkamdan omzuma bir el dokundu, mendil uzattı. Meryem'in feryadı ve gözlerinden saçılan öfke hepimizi bir güzel dağıtmıştı. Sonra ayağa kalktık, dakikalarca Meryem'i alkışladık. Perde kapanmıştı ama ışıklar bir süre açılmadı. Rejideki arkadaşlar toparlanmamıza fırsat tanıyordu anlaşılan. Sonra Nurdan Albamya belirdi sahnede. Az önce yüreğimizin orta yerine ‘büyükçe bir Filistin enkazı' açan ‘Meryem'i perde gerisinde bırakmıştı ama gözleri hâlâ yaşlıydı. Pazar günü İstanbul'da yaptığımız ‘Gazze Şeridi' insan zinciri Sultanahmet'te sonlanmıştı ama ben Üsküdar'a geçmek için Sirkeci'ye yürümeye devam ettim. Uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü izleme fırsatı bulamadığım, Nurdan Albamya İnce'nin sahnelediği “Filistin Hakkında Konuşmalıyız” adlı oyunu izlemeye gittim. Giderken de kendime şu soruyu sordum: “Soykırım günlerinde tiyatro mu olur?” Nurdan Hanım, geliri Gazze'ye gidecek gösterimde Said Ercan, Yavuz Yiğit ve Merve Gülcemal Hanım ile birer konuşma yapmamızı rica etmişti. Sorunun yanıtını sahnede vermeye çalıştım, buradan da aktarayım: Soykırım günlerinde tiyatro olur. Olması da gerekiyor. Şahitlik ettiğimiz şu günlerin, katliamların film ve dizilerinin çekimlerine de başlanmalı. “Gazze şehri, içindeki kadınlar, çocuklar, kundaktaki bebekler ile katledilirken sırası mı sanatın, sinemanın?” diyenler olacaktır. Evet sırası. Yiyoruz, içiyoruz. Gülüyoruz. Çünkü insanız. Çünkü yaşıyoruz ve dünyanın seyrine kapılıyoruz. Önemli olan kendi kendimize yakalanıp, mahcubiyet hissetmemizdir. “Elden ne gelir ki” çaresizliğine kapılmamamız gerekiyor. “Ben ne yapabilirim ki” demek, bir yerde soykırımı izlemeye ve zulme razı olmak anlamına gelir. Bu duygudan, sorumsuzluktan hızlıca uzaklaşmamız gerekiyor. Bizleri tetikte tutacak, İsrail'in vahşetini kanıksatmayacak, normalleştirmeyecek uyarıcılara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Gazze için, Edirnekapı'dan Sultanahmet'e yürümek, bugün için Gazze'ye derman olmuyor evet. Ancak o adımlar aslında geleceği adımlamak için atılıyor. İsrail'i o gün geldiğinde ve arzuladığımız büyük hesaplaşma yaşandığında bugünlerin hafızasını ortaya koymalıyız. Bunun için de tiyatroya, sinemaya, sürekli boykota, düzenli eylemler ve ses getirecek protestolara ihtiyacımız var.
Filistin Davası'nın Ekim ayının başlarında ortaya çıkmadığını bu ülkede yaşayan çoğu kimse bilir. Üstelik bu dava sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Hatta İslam coğrafyası bir bütün olarak göz önünde bulundurulduğunda Müslümanların bir araya gelmesine vesile olan en önemli ortak mesele Filistin Davası'dır. Belki de bu yönden Filistin Davası, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra üzerinde en çok konuşulan ortak meseledir. Sorunun kaynağında İsrail'in zulmü var. Gözlerden uzak tutulsa da Müslüman ülkeler arasındaki ayrışma ya da birleşmede çoğu defa İsrail en önemli faktördü. Bu, kendi içindeki ayrışma ve birleşmeler için de geçerliydi. Koskoca İslam coğrafyası şu kadar nüfusu ile küçücük İsrail karşısında birleşemedi gibi ifadelerin dolaşımda kalması da ayrışma göstergesiydi. Buna mukabil söz konusu yargının mahiyeti üzerinde etraflıca tartışıldığını söylememiz de mümkün değildir. İsrail gibi küçük bir ülke karşısında koca bir İslam dünyasının birleşemediğini eleştirel bir yargı olarak dile getirenlerin görmezden geldiği ya da yok saydığı ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin belirleyici konumuydu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dekolonizasyon çağı olarak görülseydi Filistin Davası'nı biraz daha yerli yerine oturtmak mümkün olurdu. Fakat özellikle Türkiye'de “dış güçler söylemini terk etmeli, kabahati kendimizde aramalıyız” yollu sağ muhafazakâr söylem ile nesnel verilerin üzerine şal çekildi. Geriye Avrupa ve ABD yanlısı “romantik” tutumların hegemonyası kaldı. Böylelikle gerçeklikten uzaklaşıldı ve Müslüman ülkelerin birleşememe sebepleri gibi ikinci dereceden önemli sorunlar üzerine gidildi. Hâlbuki Amin Malouf'un “Ölümcül Kimlikler”de ifade ettiği gibi İslam coğrafyasını anlamak için müstemleke meselesine yoğunlaşmak gerekiyordu. Kabahati kendimizde aramalıyız gibi iğfal edici söylemler, hem gerçeklikten kopuşa neden oldu hem de “ölümcül kimlikler” gibi bir gerçekliği önümüze fırlattı.
Severek okuduğumuz her kitap hayat yolunda bir armağandır. Ama bazı kitaplar iki kere armağandır. Çünkü onları okurken sadece satırları, satır aralarını idrak etmekle kalmaz aynı zamanda geçmişi, o geçmişin içinde hiç solmayan duyguları da hatırlarız. Benim için hatıralar albümlerde değil genellikle bir metni okurken o anın sunduğu sahnede saklanır. O sahne ne vesile ile saklanmıştır, hangi güç ile zaman içinde solmaya direnmiştir? 2022 yılında benim için böyle iki kitap armağan oldu. İkisi de Mustafa Kutlu'dan. Kitaplarla bir müddet geçmiş ile günü birbirine ekledim, bir müddet onlarla yaşadım ve sonra kitaplar ortadan kayboldu. Sırra kadem bastı denir ya. Öyle işte. Mevlid Kandili akşamı Mustafa Kutlu ile tebrikleştikten hemen sonra kitapları, defaatle bakıp da görmediğim o rafta, diğer kitapların üstünde yatay olarak konumlanmış bir şekilde bana bakarken buldum. 2022 yılından armağan, bu iki kitaptan biraz bahsetmeliyim o halde... İlk kitap Mustafa Kutlu'nun 75 yaşına armağan Üç Konuşma İki Albüm. Kitabı elime aldığımda yıllar önce yapmış olduğum ama unuttuğum o söyleşiyi buldum. Yanlış anlaşılmasın, söyleşinin muhtevası bütün sıcaklığı ile aklımda. Ancak belleğimde kayıtlı olan o cümlelerin bir dergi için olduğu bilgisi hafızada kendine pek yer bulamamış anlaşılan. Bazıları görerek öğrenir, bendeniz sorarak öğrenenlerdenim. Ne zaman Dergâh'a gitsem Mustafa Kutlu'ya ne okuduğunu, nasıl okuduğunu muhakkak sorardım. Sorunun hem soruyu sorana hem de o soruyu cevaplayana bir zihin berraklığı kazandırdığına, bu zihin berraklığının yeni soruların ortaya çıkmasına imkân oluşturarak tefekküre zemin hazırladığına henüz felsefe öğrencisi iken iman ettiğimden olsa gerek. Merhum hocam Prof. Dr. Nihat Keklik'in Sokrates'ten aktardığı, neredeyse her ders tekrarladığı o cümle: “Soru düşüncenin ebesidir”. Üç Söyleşi kitabında yer alan Feridun Andaç ve İlyas Dirin söyleşilerini de hatırladığımı fark ettim. Feridun Andaç ile Dergâh'ta karşılaştığımızda Mustafa Kutlu'nun Andaç'ı mültefit ifadeler eşliğinde takdim edişi gözümün önünde adeta. Adam Öykü'nün sayfalarında o söyleşiyi okumuştum. Adam Sanat'ı düzenli olarak alırdım. Adam Öykü'yü düzenli olarak aldığımı hatırlamıyorum, ama Mustafa Kutlu söyleşisini hatırlıyorum. İlyas Dirin'in Mustafa Kutlu ile yapmış olduğu söyleşi 1999'da Hece dergisinde yayınlanmıştı. Genç edebiyatçılara, edebiyat öğrencilerine bu söyleşiyi ne kadar çok tavsiye ettiğimi kitabı elime alınca, o yıllara geri dönünce, hatırladım. Kasım 2022'de Mustafa Kutlu'dan gelen ikinci armağan Sel Gider Kum Kalır kitabı oldu. Kitap yine bendenizin üstadım ile yapmış olduğum söyleşi ile başlıyor.
'Havalı meslek' deyince aklınıza ne geliyor? Pilot mu? Doktor mu? Yoksa Instagram influencer'ı mı? Sorunun cevabını Andaç Üzel ve Selçuk Bulut 'Hikayesinde Senden Bahsetti'de veriyor.
İletişim, ilk edindiğimiz, en temel becerilerimizden biri. Ancak geliştirmek için neredeyse hiç çaba harcamıyoruz. Varlığını unutup, bir çok sorunun altında yattığını göremiyoruz. Bu bölümde bu ihmal ettiğimiz bu becerimizi masaya yatırıyoruz. Bölümün videocast haline https://www.youtube.com/@BuMuYani linkiyle youtube'dan erişebilirsiniz. Ayrıca "katıl" butonundan bize destek olarak üyelere özel içeriklere de göz atabilirsiniz. Üç aylık paketlerde geçerli %30 indirim kazanmak için Kodumuz: 30yani Meet2Talk'u keşfetmek için: https://bit.ly/3Yatmyr Instagram: https://www.instagram.com/bumuyanipodcast/ Twitter: https://twitter.com/bumuyanipodcast İletişim: bumuyanipodcast@gmail.com Bu podcast justwork stüdyolarında kaydedilmiştir. (00:00) İletişim Neden Önemli? (06:08) İletişimde En Önemli Unsurlar Nelerdir? (12:27) İletişimin Farklı Boyutları (22:05) Yapay Zekanın İletişim Boyutu (26:26) İletişim Neden Bu Kadar Zor? (31:13) Daha İyi Bir İletişim Nasıl Kurulur?
Siyasetçi-bürokrat-yüksek düzey yöneticiler-bunların yakınları ve hatırlı kişiler ile halk arasındaki ilişkinin şahısların menfaatine göre değil de milletin ve devletin menfaatine uygun olarak oluşup işlemesi elzemdir. Aracılık yapılacaksa bu temel kurala göre yapılmalıdır! Böyle mi oluyor? Sorunun cevabına, “dünya hayatına ait işlerde torpil manasını ve hükmünü ihtiva eden bir âyet” meali ile başlayalım: “Kim güzel bir şefaatte bulunursa ondan kendisi için bir nasip olur; kim de kötü bir işe aracılık ederse onun da buna denk bir payı olur. Allah her şeyi koruyup hakkını vermektedir” (Nisâ:4/85). Bu âyeti, Kur'ân Yolu isimli tefsirimizde şöyle açıklamışız: “Türkçe'de şefaat daha ziyade âhiretteki aracılık ve özellikle de Hz. Peygamber'in (s.a.), hem bütün insanlara (hesaba çekilmenin, yargılanmanın bir an önce başlaması, bekleme sıkıntısının son bulması için) hem de ümmetinin günahkârlarına (günahlarının bağışlanması için) Allah nezdinde yapacağı aracılık mânâsında kullanılır. Kur'ân'da ve Arapça'da ise şefaatin buna ek olarak daha geniş bir mânâsı vardır: İki kişi arasında görülecek bir iş, elde edilecek bir fayda veya önlenecek bir zarar konusunda üçüncü bir şahsın devreye girmesi, aracı olması, hatırını ve gücünü kullanarak sonuç elde etmeye teşebbüs etmesidir... Hemen her zaman toplum içinde aracılık faaliyeti sürdürülmüş ve aracılar bulunmuştur. Özellikle hukuk, adalet, ehliyet ve emanet duygusu ve şuurunun ve bunlara dayalı uygulamaların ikinci plana atıldığı; güçlü, hatırlı, yakın olanların -haklı veya haksız olarak- işi bitirdiği dönemlerde, bu mânâda toplum ahlâkının zaafa uğradığı zamanlarda şefaat (adam bulma, torpil kullanma) yaygın, normal, hatta zaruri hale gelmiştir. Âyet hem tarihî hem de evrensel olarak şefaat konusunda bir kural getirmektedir: Şefaat kötü, çirkin ve yasak değildir; ancak meşrû, hukuka ve ahlâka uygun olmalı, başkası aleyhine haksızlık doğurmayacak iyi bir sonucun hâsıl olması için yardım mânâsı ve amacı taşımalıdır. Böyle olan şefaatin ecri vardır. Hâsıl olan iyilik ve ecirden şefaat sahibi (buna aracılık eden, hatırını ve imkânını kullanan) kimseler de nasip alırlar. Haksız bir talebin, kötü sonucun gerçekleşmesi için yapılan aracılık da yapana sorumluluk getirir; haksıza, zâlime, kötülük edene verilen cezanın benzeri bir ceza ona da verilir.” (2/106-107). Bir işin çözümü elinde, yetkisinde olan şahıslara baskı yapması ve hatırını kullanarak ricada bulunması için bunu yapabilecek kişiler devamlı başvuru mercii oluyorlar. Başvuranlar namazında orucunda insanlar olsalar da torpil kullanarak elde edecekleri sonucun meşru, kendi hakları olup olmadığına aldırmıyorlar. Ortada bir menfaat var; bu, bir kimsenin belli bir işe alınması da olabilir, bir ihalenin kazanılması da olabilir; bu ve benzeri konularda aracılık isteyenler liyakat ve hakkaniyetle hiç ilgilenmiyorlar.
“depoya bir bakayım...” deyip giden görevli dönmedi. Onun gelmesi geciktikçe karman çorman bir depo görüntüsü canlandı gözümde. Kedi eniğini kaybetse bulamayacağı bir karmaşa. Gelmesi beklenen geciktikçe, saniyeler saat hükmünde olur. En iyisi, beklemiyor gibi beklemek. Ortama bıraktım kendimi. Ortamın akışına. Ortamın sesine. Nasibime 75-80 yaşlarındaki iki hanımın konuşması düştü. “En son ne zaman seni çok özledik diyen oldu?” Rafların arkasından mı geliyor bu ses? Sorunun muhatabı olan cevap verdi: “Bu sabah...” “Bu sabah...” diye tekrarladı soruyu sormuş olan. Cümlesini tamamlamak için “Sen ne zaman duymuştun?” diye sormasını mı bekliyordu muhatabının... Muhatabı ketum. Ya da etiketlerdeki değişim ile ilgilendiği için dikkati başka yönde. “Ya sen?” diye sormadı. Sorulmamış soruya hazırda bulundurduğu cevabı takdim edememiş olan, özlendiğini söyleyene “Ne dediler?” diye birincisinden daha şevkli ikinci bir soru yöneltti.
Aliya İzetbegoviç'in kabrine ne zaman yolum düşse, sanki ailemden birini ziyaret etmiş gibi olurum. 9 Haziran Cuma sabahı Saraybosna'ya iner inmez, soluğu yine Kovaçi Şehitliği'nde aldım ve evlatlarının arasında yatan Aliya'nın başucuna gittim. Mezar taşında hiçbir siyasî ve dünyevî unvanın bulunmadığı Aliya'ya Müslümanların selamını söylerken, aklımda o soru vardı: “Bosna dışında Bosna'da olduğundan çok daha fazla tanınan ve sevilen Aliya, acaba buradakiler tarafından ne kadar anlaşıldı?” Sorunun cevabı, tarihe ve coğrafyaya emanet olsun. Kovaçi'den sonra Başçarşı'nın hercümercine dalarak, cuma namazı için Gazi Hüsrev Bey (Begova) Camii'ne gittik. Saraybosna'nın kalbini teşkil eden bu muhteşem mabet, çarşının tam ortasında, içiyle ve dışıyla soluk alıp veren bir mekândı. Namazdan sonra civardaki kitapçıları gezerken, yıllar önce çocuklar için kaleme aldığım bir kitabın Boşnakça'ya çevrilmiş nüshasıyla karşılaşmak, güzel bir sürpriz oldu. Uzaklardaki kardeşlerime, kendi dillerinde yazılmış bir mektup gibi... Gazi Hüsrev Bey Camii'nin üzerinde bulunduğu Saraçlar Caddesi'nden -Edirne'yi hatırlayarak- batı istikametine yürüyüp Ferhâdiye Caddesi'ne geçtik. Ferhâdiye Camii'nden itibaren artık Saraybosna'nın “batıya dönük” yüzü başlıyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hâkimiyeti döneminden kalma mimarî eserler ve insan profilleri, tamamen başka bir şehirde olduğumuzu düşündürüyordu. Yakınlardaki bir otelin teras katından, Saraybosna siluetinin yüzyıllar içinde katman katman nasıl oluştuğunu izledik. Yapıların değişken biçimleri, her şeyi hızlıca izah ediyordu. Bosna'daki ikinci günümüzde, ülkenin doğusuna doğru yola revan olduk. Yaklaşık iki saatlik bir yolculukla, ilk durağımız Vişegrad'dı. Sokollu Mehmed Paşa tarafından, 1571-1577 arasında Mimar Sinan'a yaptırılan muhteşem Drina Köprüsü'nü seyretmeye ve adımlamaya doyamadık. Ne var ki, Bosna Savaşı (1992-1995) sırasında Müslümanlara bu civarda reva görülen mezalimi hatırlamak, ağzımızın tadını hızla kaçırdı. Vişegrad yakınlarında, savaşta Müslüman kadınlara tecavüz için kullanılan “kaplıca oteli” Vilina Vlas'ı da gördük. Kinimizi diri tutmak adına, seyahat rotamıza burayı kararlı biçimde eklemiştik. Vişegrad'dan sonra dağ yollarından ve yüksek yaylalardan geçerek Srebrenitsa'ya uzandık. Soykırımda katledilenlerin gömülü bulunduğu Potoçari Şehitliği sakindi. “Onlara ölü demeyin, hepsi diridirler ama siz anlayamazsınız” buyruğu zihnimizde yankılanarak dolaştık kabirlerin arasında. “Suç”ları isimlerinde saklı olan Müslümanların arasında, kaderini onlarınkinden ayırmadan yine onlarla aynı akıbete yürüyen Hırvat Rudolf Hren'in kabri, bir ağacın altında tek başınaydı. Şehitlikte medfûn tek Hristiyan olarak...
Yaşadıklarımdan, gördüklerimden ve okuduklarımdan yola çıkarak Türkiye'nin 5 büyük meselesinin olduğu kanaatine vardım. Bu 5 mesele, Türkiye'deki irili ufaklı nice meselenin esas kaynağıdır. Bu 5 mesele asırlar öncesinden bugüne devrolunmuş, çözülmediği takdirde geleceğe miras kalacak, ülkemizin ve milletimizin de bekasını tehdit eden meselelerdir. Bu 5 meseleyi çözmeden, Türkiye'nin hiçbir kronik meselesini çözemeyiz. 28 Mayıs seçimlerinde halk, Erdoğan'ı yeniden Cumhurbaşkanı seçerken, cumhurbaşkanına meşru ve demokratik büyük güç veren yeni sistemi de tekrar onaylamış oldu. Yani Türkiye'nin önünde, asırlar öncesinden gelen bu 5 meseleyi çözmek ya da çözüm kapısını aralamak için eşsiz bir fırsat var. 21 yılda Türkiye'de çok büyük reformlar yapmış olan Erdoğan, önümüzdeki 5 yıllık süreçte bu 5 meselenin de üzerine giderek, hem yapılan reformları perçinleyebilir, hem de Türkiye'nin beka sorununu ortadan kaldırabilir. Bu 5 meseleden 5'incisi Türkiye'nin “İstikamet” sorunudur. Sorunun ne zaman ortaya çıktığına dair farklı görüşler var: Kimileri İnebahtı Savaşı (1571), kimileri Viyana Kuşatması (1683), kimileri de Karlofça Antlaşması (1699) sonrası Osmanlı'nın Batı karşısında neden gerilediğini etraflıca tartışmaya başladığını söylüyor. Sultanların, bürokrasinin ve münevverlerin zihninde hep aynı sorular var: “Biz neden geriliyoruz, onlar neden ilerliyor?” “Ne yapmalıyız, nasıl bir tavır almalıyız, hangi reformları gerçekleştirmeliyiz?” 2'nci Mahmut, 2'nci Abdülhamit, Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Akçuralı, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Said Nursi ve daha nicesi hep bu soruların peşinden koştular. Cevaplar da ürettiler ve uygulamaya koydular. Ancak bugünden geriye bakınca, cevapların da uygulamaların
Uraz’ın Cesaret Dolu Dinozorlar Diyarı Macerası Bölüm 1: Gizemli Dinozorlar Diyarı Bir sabah, dört yaşındaki Uraz, annesiyle kahvaltı yaparken, televizyonda ilginç bir haber duydu. Haber sunucusu, dünyanın dört bir yanında dinozorların ortaya çıktığını ve insanlara zarar vermeye başladığını söylüyordu. Uraz, dinozorları çok sevdiği için bu haber onu hem heyecanlandırdı hem de endişelendirdi. Uraz, dinozor sorununu çözmeye karar verdi ve babasından kendisine bir sırt çantası hazırlamasını istedi. Sırt çantasına cesaretini, zekâsını ve dinozorlar hakkında öğrendiği tüm bilgileri koydu. Uraz, annesine ve babasına vedalaşarak, dinozorlar diyarına giden gizemli bir yolculuğa çıktı. Yolda ilerlerken, Uraz bir anda kendini büyülü bir ormanda buldu. Bu ormanda, dinozorlarla insanların birlikte yaşadığı bir köy vardı. Köyün adı ise Ertuğrul Köyüydü. Uraz, köyün girişinde, adı Ertuğrul olan yaşlı ve bilge bir adamla karşılaştı. Ertuğrul, Uraz’ı köye davet ederek, dinozorlar ve insanlar arasında yaşanan sorunun nedenini ve çözüm yollarını anlatmaya başladı. Bölüm 2: Dinozorlarla İnsanlar Arasındaki Sorun ve İlaç Ertuğrul, Uraz’a köyde yaşayan farklı dinozor türlerini tanıttı: Tyrannosaurus, Diplodocus ve Baryonx. Bu dinozorlar, köydeki insanlarla dostça yaşarken, dünyanın dört bir yanındaki dinozorların saldırgan olduğunu ve insanlara zarar verdiğini anlattı. Sorunun nedeni ise, dünyaya yayılmış olan bir virüsten kaynaklanıyordu. Bu virüs, dinozorların davranışlarını değiştiriyor ve onları insanlara düşman hale getiriyordu. Ertuğrul, Uraz’a köyde bulunan özel bir ilaçtan bahsetti. Bu ilaç, dinozorların virüsün etkisinden kurtulmasına ve insanlarla dostça yaşamaya devam etmesine yardımcı olacaktı. İlacın reçetesini Uraz’a veren Ertuğrul, dinozorlar diyarında yaşayan insanların ve dinozorların kaderini Uraz’ın ellerine bıraktı. Uraz, reçeteyi alarak köyün şifacısıyla buluştu. Şifacı, Uraz’a ilacın nasıl hazırlanacağını ve nasıl kullanılacağını öğretti. Uraz, şifacının yardımıyla ilacı hazırladı ve sırt çantasına koyarak, dünyadaki saldırgan dinozorları bulmaya ve onları etkisiz hale getirmeye karar verdi. Bölüm 3: Dünyayı Kurtaran Küçük Kahraman Uraz, sırt çantasındaki ilaçla birlikte, dünyadaki saldırgan dinozorları bulmak için yola çıktı. İlk önce, Tyrannosaurus’ların yaşadığı ormana giderek, onlara ilacı verdi. İlaç sayesinde, Tyrannosaurus’lar insanlara zarar vermekten vazgeçti ve dostça davranmaya başladı. Ardından, Uraz Diplodocus ve Baryonx dinozorlarının yaşadığı bölgelere giderek, onlara da ilacı verdi. Bu dinozorlar da ilacın etkisiyle virüsten kurtuldu ve insanlara dostça davranmaya başladı. Uraz, dünyanın dört bir yanındaki dinozorları bu özel ilaçla tedavi ederek, insanların ve dinozorların dostça yaşamasını sağladı. Uraz, tüm dünyayı dolaştıktan sonra, yorgun ama mutlu bir şekilde evine döndü. Ailesi, Uraz’ın gösterdiği cesaret ve başarıları için onu gururla kutladı. Uraz, bu macerası sayesinde büyük bir öğreti kazandı: İnsanlar, karşılaştıkları zorlukların üstesinden gelebilirler ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilirler. Uraz’ın cesaret dolu macerası, dinozorlar diyarındaki insanların ve dinozorların dostça yaşamasına vesile oldu. Bu masal, çocuklara cesaret, azim ve zorluklarla mücadele etme konusunda önemli dersler verirken, aynı zamanda dinozorların ilginç dünyasına da bir yolculuk sunar.
İnfitar Suresi (Arapça: سورة الإنفطار), birinci ayetinde göğün yarılması manasına gelen “infitar”dan bahsettiği için bu isimle anılmıştır. Bu sure lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden; yani Kur'an'ı Kerim'in kısa surelerinden olup, “İza” ile başlayan “Zamaniye Surelerinin” dördüncüsüdür. Mekke döneminde Nâziât sûresinden sonra nâzil olmuştur, on dokuz âyettir. İnfitar Suresi, birinci ayetinde göğün yarılması manasına gelen “infitar”dan bahsettiği için bu isimle anılmıştır; “İze's-Semau'n-Fetarat” (Gök yarıldığı zaman). Bu surenin diğer ismi olan “İnfetarat” kelimesinin kökü ve mastarı ise “İnfitar”dır. Bütün müfessirlerin ortak görüşüne göre 19 ayetten oluşan İnfitar Suresi, 81 kelime ve 333 harften ibarettir. Mushaf'taki sırasına göre 82. iniş sırasına göre ise Kur'an-ı Kerim'in 82. suresidir. Sure, Mekke'de nazil olmuştur. Bu sure lafız ve hacim bakımından “Mufassal” surelerden; yani Kur'an'ı Kerim'in kısa surelerinden olup, “İza” ile başlayan “Zamaniye Surelerinin” dördüncüsüdür .İnfitar Suresi'nde, kıyametin vuku bulması, şartları ve alametleri beyan edilmektedir. Ayrıca insanları “ebrar” (iyiler) ve “fuccar” (kötüler) olarak iki gruba ayırıp, her iki grubun akıbet ve makamları hakkında söz etmekle birlikte, değerli yazıcıların (meleklerin) her insanın amellerini (Kiramen katibîn) yazdığına değinmektedir. Fâsılaları ت، ك، م، ن، هـ harfleridir. Adını ilk âyette geçen “yarılmak” anlamındaki infitâr kelimesinden alır. Sûrenin nazmı ve âyetleri arasındaki insicam bir defada nâzil olduğu izlenimini vermektedir. Sûrenin ilk bölümünde (âyet 1-5) yer ve gökle ilgili bazı kıyamet olayları tasvir edilerek göğün yarılacağı, yıldızların etrafa saçılacağı, aradaki engeller kaldırılarak deniz sularının birbirine karıştırılacağı ve kabirdekilerin dışarıya çıkarılacağı belirtilir. İkinci bölüm (âyet 6-8) kınama üslûbunun ağır bastığı soru ifadesiyle başlamaktadır: “Ey insan! Seni kerem sahibi rabbine karşı aldatan nedir?” Hz. Peygamber'in, Übey b. Halef veya Velîd b. Mugīre hakkında nâzil olduğu belirtilen bu âyeti okuduktan sonra, “Onu cehaleti aldattı” dediği nakledilir (Kurtubî, XIX, 245). Sorunun ardından, gerektiği şekilde şükretmeyen insana kendisini en güzel şekilde yaratan rabbine karşı sorumlulukları hatırlatılır. Sûrenin daha sonraki bölümünde (âyet 9-16) inançsızların yalanlamalarına dikkat çekilir. Âhiret sorumluluğu üzerinde durularak yazıcı meleklerin (Kirâmen Kâtibîn) kişinin yaptıklarının hepsini kaydettiği ve iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gidecekleri ifade edilir. Daha sonra hesap gününün büyüklüğü tasvir edilir, Hz. Peygamber'e yöneltilen soru cümleleriyle âhiret gününün dehşeti tekrar vurgulanır ve herkesin bütün gücünden soyutlandığı o günde yalnızca Allah'ın emrinin geçerli olduğu belirtilir (âyet 17-19). İnfitâr sûresi, Resûl-i Ekrem'in cemaatle kılınan namazlarda okunmasını tavsiye ettiği sûreler arasında yer almış, Nesâî'nin zikrettiği bir hadise göre (“İftitâḥ”, 70) Muâz b. Cebel'in bir gün kıldırdığı yatsı namazını çok uzatması üzerine Resûlullah, “Fitne çıkarmayı mı arzu ediyorsun ey Muâz? Sebbihi'sme rabbike'l-a‘lâ, ve'd-duhâ, ize's-semâün fetarat sûreleri neyine yetmiyor?” demiştir. Hz. Peygamber'in, İnfitâr sûresinde tasvir edilen kıyamet sahnelerinin dehşetine işaret ederek, “Kıyamet gününü kendi gözleriyle görmek isteyen kimse Tekvîr, İnfitâr ve İnşikāk sûrelerini okusun” (Tirmizî, “Tefsîr”, 81); “Beni Hûd, Vâkıa, Kıyâme, Mürselât, ize'ş-şemsü küvvirat (Tekvîr), ize's-semâün şekkat (İnşikāk) ve ize's-semâün fetarat (İnfitâr) sûreleri ihtiyarlattı” buyurduğu rivayet edilmiştir (Abdürrezzâk es-San‘ânî, III, 368). İnfitâr sûresinin fazileti hakkında rivayet edilen (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 229), “Kim İnfitâr sûresini okursa Allah onun için gökten inen her yağmur damlası ve her kabir sayısınca bir iyilik yazar” anlamındaki hadisin uydurma olduğu kabul edilmiştir (Muhammed b. Muhammed et-Trablusî, I, 1036).
Kılıçdaroğlu'nun peşine takılmayan sosyalistlere şimdilerde “çocukluk hastalığı” diye saldırmak moda oldu. Devrimci İşçi Partisi bu konuda en berrak tutuma sahip sosyalist parti olduğuna göre bu iddia bizi de kapsıyor elbet. O zaman bu konu üzerinde durmak önemli. Ekim devriminden sonra, öteki ülkelerin komünistleri arasında, proletarya iktidarına giden yolda yaratılması gerekli koşulları görmezden gelen, kendi dışındaki bütün sola sırtını dönen, neredeyse iman gücüyle iktidarı almaya soyunan bir akım, daha doğrusu bir “haleti ruhiye” doğdu. Bu akıma “Sol komünizm” adı verildi. Lenin bu akımı eleştirmek için 1920 yılında bir risale yayınladı: “Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı. Günün ihtiyaçlarına mükemmelen yanıt veren bu risale, yüz yılı aşkın süredir bu sefer sağ “komünist”lerce (Lenin'deki tırnağın yerini değiştirdiğimize işaret etmemiz gerekir mi?) gerçek komünistleri karalamak için suistimal edilip duruyor. Günümüzde Kılıçdaroğlu'na oy vermeye hazırlanan bütün sosyalistler (maalesef Türkiye sosyalist hareketinin ezici çoğunluğu) hep bir ağızdan böyle yapmamanın Erdoğan istibdadının eline oynayacağını, şimdilik görevin istibdada son vermek olduğunu, bu gerçekleşince sosyalist solun Türkiye'deki esas muhalefet haline geleceğini, artık bu seçimden sonra sosyalizm mücadelesine başlayabileceğimizi söylüyor. Kılıçdaroğlu'na oy çağrısı yapmayan sosyalistleri de “çocukluk hastalığı” ile suçluyorlar. Bu yazının amacı, Kılıçdaroğlu'na destek vermemenin Lenin'in eleştirdiği tutumu benimsemekle ilgisi olmadığını, DİP'in tutumunun, tersine, tam anlamıyla Leninist bir tavır olduğunu ortaya koymak. Lenin'in Kadet'lere, yani burjuva siyasi güçlere destek vermemesine yol açan, “aman elimizi kirletmeyelim” türü bir kaygı değildi elbette. Lenin politikanın kendi özel mantığı dolayısıyla komünistlerde çok yüksek düzeyde bir esneklik gerektirdiğinin herkesten çok daha fazla farkındaydı. Politik hayatının başlangıcında Ne Yapmalı? risalesinde geliştirmiş olduğu Marksist politika teorisi tam da politikanın “Nevski Bulvarı gibi geniş ve düz bir cadde” olmayışının nedenlerini ortaya koyuyordu. Politik hayatının sonlarına doğru Çocukluk Hastalığı risalesinde işte bu taktik esneklik gereğini anlatıyordu. Sorunun “el kirletme” ile ilgisi yoktu. Sorun, sadece Lenin için değil, “aşamaları atlamak istediği” söylenen Trotskiy için de toplumun önündeki somut ve yakıcı sorunların kim tarafından nasıl çözüleceğine ilişkin bir kavrayış farkı idi. Lenin de Trotskiy de Rus toplumunun önündeki büyük sorunun demokrasi, işçi hakları, ezilen ulusların özgürlüğü vb. olduğunu reddetmiyordu. Bu sorunların çözümünün işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takan politikalardan farklı olarak, işçi sınıfının kendi bağımsız politikası zemininde toplumun bütün sömürülen sınıfları ile ezilen kitlelerini kendi etrafında toplaması sayesinde çözüleceğini söylüyordu. Yani burjuvazinin peşine takılmış pasif bir işçi sınıfı değil, önderliği ele alan bir işçi sınıfı gerekiyordu demokrasiye ulaşmak için. Mesele el kirletme değil, alternatif bir ittifaklar dizisi, toplumu ileri taşıyacak farklı bir tarihî blok oluşturmaktı. DİP'in söylediği de budur. Biz kimseye “siz ne kadar ilkesizsiniz” demiyoruz. “çamura bulanıyorsunuz” demiyoruz. Biz Kılıçdaroğlu'nun peşine takılanlara, “istibdad böyle değil, sosyalizmi yeni bir ittifaklar dizisinin yönetici gücü yapma mücadelesi sayesinde yıkılacaktır” diyoruz. Bu yıl cumhuriyet 100 yaşında. Türkiye solunun ana damarı, zamanla hangi geleneklere ayrışırsa ayrışsın, 100 yıldır CHP'yi destekliyor! Dile kolay! O destek sonucunda nereye geldiğinize bir baksanız? Bu sol yaşlanmıştır. Biz “çocukluk hastalığı” yaşamıyoruz. CHP destekçileri artık “yaşlılık hastalığı” içindedirler.
Ramazan ayının 15.inde gerçekleşeceği bildirilen hadis i şerifle ilgili gelen sorulara istinaden bu kaydı sizlerle paylaşıyoruz. Bu rivayetin bir başka şekilde şöyle; Ramazan ayında bir ses olur dediler ki Ya Resulallah başında mı ortasında mı sonunda mı olur? Buyurdu ki: Ayın ortasında olur. Ramazan'ın 15 cuma günü gece yarısında bu ses olur. 70000 kişi bayılır. Birçok bakirenin bakireliği gider. Birçok kişi kör olur dediler ki: Ya Resulallah, bundan kim kurtulur? Buyurdu ki: Evinde kalan secde yaparak Allah'a sığınan ve onun büyüklüğünü söyleyen kurtulur. Bu sesi diğer bir ses takip eder. İlk ses Cebrail'in Sesi 2-ci. Sese şeytanların sesidir. Ramazan'da ses şevvalde, kargaşa zilkadede, kabileler ayrışır, zilhiccede hacılara saldırı olur. Muharrem ayının başında belalar olur. Sonra da ümmetimin Mehdi ile fereci yani kurtuluşu olur.” diye taberaniye dayandırılan böyle bir hadis var. Bununla ilgili Cübbeli hoca yani Mehti aleyhisselamın olduğu dönemde olacak bir hadise diye diğer bir bilgi de bu. #synergykendiyas #ramazan #oruç Facebook: https://www.facebook.com/SynergyKendiyas İnstagram: https://instagram.com/synergykendiyas Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC_xe-4OhrGjeQkX9dWA96fQ TikTok: https://www.tiktok.com/@synergykendys Yaay: https://yaay.com.tr/SynergyKendiyas Twitter: https://twitter.com/SynergyKendiyas?t=rF3t1yDh7eLgUg_Djh5khQ&s=0
ABD Başkanı Biden Silikon Vadisi Bankası (SVB) ve Signature Bank'in çöküşünün ardından bankacılık sektöründe kriz patlak vermesi tehdidi karşısında gereken her adımın atılacağı sözü verdi. ABD'de bankacılık sektörüne ilişkin kuralların güçlendirilmesi planlanıyor. Yatırım uzmanı Altan Ergun New York'tan SVB'nin iflasının piyasalara etkisini anlatıyor. Teknoloji sektörü odaklı SVB'deki mevduatları garanti altına almak için atılan adımların FED'in ay sonunda açıklayacağı faiz kararı dahil ABD ve küresel ekonomiye etkileri nasıl olur? Sorunun yanıtını ekonomist Merve Hande Akmehmet yanıtlıyor. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve Ticaret Bakanı Mehmet Muş'un Washington temasları başladı. Ayrıntılar Stüdyo VOA yayınında
Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel'in kızı 6 yaşındayken müridiyle evlendirmesine tepkiler devam ediyor... / Torba kanun teklifinden yine zeytinlikler çıktı... / Fahrettin Koca'dan ilaç açıklaması: Sorunun farkındayız ve çözümümüz var... / Arhavi'de üçüncü hukuk zaferi.../ ‘Katar'dan rüşvet soruşturması' genişliyor: Avrupa Parlamentosu'nda iki ofis mühürlendi... / Gündemin öne çıkan gelişmelerinden derleyerek hazırladığımız Kısa Dalga Bülten Başlıyor
Sorunun kaynağı yerine cambazı göstererek zaman geçirmek kimin işine yarayacak? Gelin biz işin dibine kadar inelim. #market #ekonomi Jenerik müziği: Rahman Altın
S ofradan masaya geçiş yaptıktan sonra ekmek tüketimini de azalttık. Ancak masaya hala aynı oranda ekmek koyma alışkanlığımız sürüyor. Bu kötü alışkanlık sonucu da ekmek israfı sürekli artıyor. Ekmekte yaptığımız israfı da martılar ve balıklar yesin diye denize, kuşlar, kediler köpekler yesin diye parklara ve bahçelere atarak örtmeye, görmemeye çalışıyoruz. Sonuçta bir yandan israfa devam ederken diğer yanda vicdan rahatlatmak adına denizleri, parkları ve bahçeleri kirletmiş oluyoruz. «« Sorunun vatandaş cephesinden tarafı böyle iken ekmeği üretenler tarafından görünen tablo nasıl? İstanbul Ticaret Borsası'nın, Güvenilir Ürün Platformu'nun desteğiyle düzenlediği “Borsa Meydanı'nda Sektörler Konuşuyor” toplantılar serisinde bu ay un ve unlu mamuller sektörü konuşuldu. Gördük ki ekmek üreticileri penceresinden bakıldığında da sorun ciddi. İstanbul İl Tarım ve Orman Müdürü Ahmet Yavuz Karaca, “İstanbul'da en büyük sorun ekmek üretim izni olmadığı halde belediyelerden alınan unlu mamuller üretim belgesi ile ekmek
Ankara-Atina hattını meşgul eden birçok gerilim başlığı var. Bu başlıkların en önemlisi Yunanistan'ın Doğu Akdeniz'deki maksimalist talepleri. Yunan Başbakan Miçotakis bu talepleri hayata geçirebilmek için daha önceki Başbakanlardan farklı bir şey yaptı. ABD-Fransa hamiliğinde, hasım ülkelerle anlaşmalar imzalayarak Türkiye'yi çevrelemeye, karşıt blok oluşturmaya çalıştı. Ankara'nın Washington'u “Bu adama söyleyin, ne yaptığının farkındayız” diye uyarması boşuna değil. Türkiye, aleyhine kurulan bu tuzağı Libya hamlesiyle bozmuş ve yeni bir statüko oluşturmuştur. Daha sonra Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail'le normalleşme süreci başlatarak karşıt bloku gevşetmiş ve zayıflatmıştır. Buna rağmen Miçotakis her fırsatta ikili meseleleri krize çevirme, bölgesel ve küresel aktörleri arkasına alarak sorunu derinleştirme arayışını sürdürüyor. Mayıs ayında ABD Senatosu'nda yaptığı konuşma -diplomatların ifadesiyle- bardağı taşıran son damla oldu. Bunun üzerine Ankara'nın karşı hamleleri geldi. Geçtiğimiz ay imzalanan hidrokarbon alanındaki mutabakat muhtırası ile Türkiye-Libya ortaklığı ileri bir aşamaya taşındı örneğin. Bu anlaşma üzerine Miçotakis ABD'den Libya ile deniz yetki sınırlarını belirleme anlaşması yapabilmesi için destek istedi. Dışişleri Bakanı'nı Mısır'a gönderdi. Mısır'ın Türkiye ile diyalog görüşmelerini durdurma kararı bu ziyaretin ardına rastlar. Bu noktada parantez açarak bir bilgi verelim. Libya'da meşru hükümeti devirmek isteyenler, en çok Rus paramiliter grubu Wagner'den destek alıyordu. Ukrayna'daki savaş nedeniyle Wagner'in Libya'daki varlığı yüzde 80 azaldı. Bu durum Libya'daki çatışmalardan medet umanların elini kolunu bağlıyor. Parantezi kapatarak devam edelim. Miçotakis'in Türkiye karşıtlığının tek nedeni maksimalist talepler değil. Seçime hazırlanan ülkede Yunan Başbakan ikili sorunları iç politika kaldıracı olarak da kullanıyor. Şimdi size teknik bir konunun diplomatik bir krize nasıl dönüştürüldüğünü ve oynanan tiyatroyla Yunan hükümetinin neyi örtmeye çalıştığını ayrıntısıyla anlatacağım. 5 Kasım Cumartesi, saat 11.00 sularında Alsancak'a yanaşan Selanik-İzmir feribotunda Orta Makedonya Bölge Başkanı (vali) Apostolos Tzitzikostas da vardı. Tzitzikostas 7-8 Kasım'da İzmir'de düzenlenen Avrupa-Akdeniz Bölgesel ve Yerel Meclisi toplantısına katılacaktı. Gümrük işlemleri kapsamında Tzitzikostas'a diğer yolcularla birlikte kimlik kontrolü yapıldı. Yunan vali kısıtlı listedeydi, kendisine Türkiye'ye giremeyeceği söylendi. Yunan vali, itirazı ve görevini ibraz etmesi üzerine bekleme salonuna alındı. Çay, kahve ikramı yapıldı. Bu arada İçişleri, Dışişleri ve MİT arasında bir trafik başladı. Sorunun teknik bir hatadan -giriş kısıtlaması bulunan bir başka kişiyle isim benzerliğinden- kaynaklandığı anlaşıldı. Yunan valiye Türkiye'ye giriş yapabileceği bildirildi. O sırada saatler 12.00'ye yaklaşmıştı. Yani Tzitzikostas gümrüğe gireli henüz bir saat olmamıştı.
Gâliba temel soru şu: Vakt-i zamânında Thomas Hobbes'un dediği gibi insan insanın kurdu mu; değilse, bizim, artık sayıları çok azalmış olan hakimlerimizin arasında sıkça dile getirildiği üzere uzvu mudur? Bu soru, sanki, herkesin birbirinin cemâziyelevvelini bildiği, âşinâ olduğu kapalı topluluklarda sorulmaz. Sorunun, daha çok ne idüğü belirsiz olan hâricîler için sorulması beklenir. Bunun sosyal düşünce müktesebâtındaki karşılığı “yabancı”dır. İlişkilerimizi ve muamelelerimizi, en azından bir istikâmet kazandırması itibarıyla bu kavrayışlardan hangisini benimsediğimiz tâyin edecektir. Eğer insan insanın kurdudur diyorsak, rastladığımız her yabancı bizim için potansiyel bir tehlike olarak görülecektir. Eğer ikinci kavrayışı esas alırsak, hâricîler hüsn-ü kabûl görecek, potansiyel bir dost muamelesine muhatap olacaklardır. Elbette hikâyenin düz bir açılımı yok. Yukarıda işâret edilenler sâdece bir tesbittir. Her tespit gibi sapmaları olacaktır. Bir defâ, dâhilî-hâricî ayırımının o kadar da kesin, siyah-beyaz kabilinden olmadığını dikkate almak gerekir. Dâhilî olanlar arasında da hârîcîlik hayli yaygın bir durumdur. Hattâ, şahsî kanaâtim, baskın olan durumun biraz da bu olduğu yolundadır. Topluluk için bir barışı devâm ettirmek, zamana mukâvim, müzmin bir düşman bulmakla alâkalıdır. Ortak bir hâricî tehlikenin varlığı, topluluk içi muhtemel kardeş kavgalarının tehir edilmesine ve sıkı bir dayanışmanın tesisine yol açar. Düşmansız kalmak, topluluk bağlarının devâm ettirilmesi adına tehlike çanlarını çaldıran bir durumdur. Bunun muhtemel neticelerinden birisi de, topluluk içi çatışmaların su yüzüne çıkması, hayli kanlı olabilecek bir hesaplaşma ve kopuşlardır. Bu defâ, topluluk mensupları birbirlerini hâricî olarak görmeye başlayacaklardır. Kültürel târihlerin bir nev'i amipleşmeyle seyrettiği kolayca reddedilebilecek bir olgu değildir. Tuhaftır; kültür târihleri kendi içinde sürekli bölünen hücreler misâli bir manzara çıkarıyor. Ortak bir düşmanın varlığı bu bölünmeleri en fazla erteliyor. Katlin târihini merkezde belirleyen, Kâbil-Hâbil üzerinden kardeş katlidir (fraternicide) dersek, çok aşırı bir şey söylemiş olmayız. Meseleyi dallandıran, budaklandıran, belki de katmerleyen ise hâricî-dâhilî kavgasıyla, dâhilî-dâhilî-hâricî kavgalarının eş anlı yaşanmasıdır. Bilhassa demografik yığılmaların yaşandığı, yâni hâricîlerin ertelemez ve ötelenemez olduğu modern dünyâ tam da bunu açığa çıkarır. Modernlik, kaotik neticeleri olan bu harâretli alanları kontrol edebilmek için, insan ilişkilerini nesnel düzlemlere taşıyarak soğuttu. Meselâ modern işbölümü bu soğutmanın adıdır. Maddî şartlar da buna son decede elverişliydi. Kapitalizm işleri kamusal ölçeklere taşıyordu. Evvelâ kamusal-özel hayat ayırımı yapıldı. Özel, yâni, harâreti arttıran her türlü duygusal-kültürel bağlılıklar, özel alanlara, evlere hapsedildi. Kamusal alanlarda ise işi görenlerle iş arasındaki ilişki işin târifi ve kotarılma normlarına dayandırıldı. Yâni işler, işi görenlerin duygusal yatırımlarına kapatıldı. Modern bir Fordist sanayi yapılanmasında, akan bantlar yüzlerce çalışanı yan yana getiriyor, ama herkes işe o kadar odaklandığı için yanındakilerle en küçük bir temasta bulunmuyordu. Çalıştığı iş yerinde, iş arkadaşlarının pek çoğunun ismini bile bilmeden emekli olmak mümkündü. Elbette herşey iş hayâtının mesâisiyle sınırlı değildi. En basitinden, işe gelirken kullanılan vasıtalar, yemek yenilen lokantalar, apartman hayatları hâlâ sıcaklığını koruyordu. İş hayâtının dışında kalan bu sâhalarda da bir soğutma şarttı. Sıkı bir eğitim ve disiplin sürecinden geçirilen kitleler, bastırma ve sosyal kayıtsızlık örüntüsüne alıştırıldı. Hiç kimse diğerine bakmayacak, ilgilenmeyecekti. Modern uygar insan olarak târif edilen ve idealleştirilen insan, Freud, Elias, Foucault gibilerin işâret ettiği üzere tam da bu ehlileştirmenin, kimilerine göre yabancılaşmanın nesnesiydi.
Hiç bir konuyu merak edip onun hakkında araştırma yapmak için yanıp tutuştuğunuz oldu mu? En son ne zaman bir konuyu düşündüğünüzde gözlerinizin içi parladı? O konu hakkında durmaksızın konuşmak istediniz? Merak duygusu pek çoğumuzda eksik olan bir duygu. Halbuki merak bizi yaşatan ve daha ileri götüren bir duygu. Ben Nerden Bileyim serisinin yeni bölümünde psikolog Dr. Gizem Sürenkök merak etmeyi ben nerden bileyim diye soruyor ve Merak listesi podcastini yapan Çağrı Küpeli ile merak etmeyi ve merak duygusunu konuşuyorlar. Bölüm akışı: (1:08) Konuya Giriş (1:53) Merak etmek Çağrı için ne demek? (4:12) Sihirli değnek olsa insanlar neyi merak etsinler isterdin? (6:34) Sorunun yanıtını öğrenmekten korkmak (7:50) Kendimle çok mu meşgul oluyorum? (10:00) Merak ve sınırı bilmek (14:35) Merak etmek sevmeyi gösteriyor (15:55) Relate'i indirmek için tıklayın (18:20) Merak göstermek, kişinin ilgisini çekmeyi sağlıyor (20:55) İlişkilerde nasıl sağlıklı bir meraka sahip olabiliriz? (24:10) Hayata karşı merak duymadığımızda yaşantımız nasıl oluyor? (27:54) Reggio Emilia yaklaşımında merak (31:34) İlişkilere dair 3 şey (31:50) Karşınızdaki Kişiyle Yakınlık Kurmanıza Yardımcı Olan 36 Soru -- Sesi düzenleyen: Çağrı Küpeli Kapak Tasarım: Beyza Nur Karlı Website: www.yakiniliskiler.com Instagram: www.instagram.com/yakiniliskiler Facebook: www.facebook.com/yakiniliskiler Twitter: www.twitter.com/yakin_iliskiler Linkedin: https://www.linkedin.com/company/yakiniliskiler/ Görsel: Paula Modersohn-Becker, Young girl with yellow flowers in the glass, c. 1902
Suriyeli geçici koruma altındaki insanların uyumla ilgili sorunlarının başında Suriye'deki yaşamlarının bir benzerini burada da devam ettirme arzuları. O zaman vatandaşlarımızla aralarında kısmi sorunlar yaşanıyor. Birçok örneği var. Sorunun yaşandığı anlarda araya devletin ve kurumlarının girmesi gerekiyor. Sokaklardaki bir takım hadiselerin yaşanmasının temel nedeni bu. Örneğin, kaldırımlarda büyük gruplar halinde ayakta dikilip yemek yiyorlar, sohbet ediyorlar. Oradan geçmek isteyenler zorluk çekiyor. Bunun vuzuha kavuşturulması o kadar da güç olmasa gerek. Ama ne polis ne zabıta bu işlerde görülmüyor. İlla bir kavga illa bir adli vaka olması gerekiyor ki müdahale edilsin. Yine, örneğin bir sıkışık caddede çift sıra park edip çekip giden onlarca Suriyeli gördüm. Trafik kilitlenmiş, millet burnundan solumuş umurlarında değil. İşte böyle bir durumda, idare tıpkı kendi vatandaşına uyguladığı kuralları onlara da uyguladığında sorunların çoğunu aşmış oluruz. DÜZENLİ GÖÇ ZENGİNLİK, DÜZENSİZ GÖÇ SORUN Başından bu yana söylüyoruz. Düzenli göç, zenginlik demektir. Ama düzensiz göç, sorun! Sorunları en aza indirebilmenin en kolay yolu da idarenin hiç olmazsa Kabahatler Kanunu gibi basit uygulamaları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına uyguladığı gibi onlara da uygulaması yeterli olacaktır. ««« Tabii bu kadar büyük bir kitlenin sevk ve idaresi... Aynı zamanda entegrasyonu için daha önce de defalarca yaptığımız öneriyi tekrarlayalım. Türkiye'nin bir Göç Bakanlığı'na ihtiyacı vardır. Sadece Suriyeliler değil, Irak, Mısır, Libya, Pakistan, Afganistan gibi ülkelerden gelen yüzbinlerce düzensiz göçmenin durumuyla hemhâl olunmalıdır. Göç İdaresi Başkanlığı'nın çalışmalarını yakından takip ediyoruz. Ama işin bir şekliyle sosyolojiye bırakıldığı gerçeğini de görüyoruz. Bu yüzden toplum yoruluyor. Bu yorgunluk kimi siyasiler tarafından kaşınıyor! SURİYELİLERİ TÜRKİYE'YE SÜRMESELERDİ PYD/PKK'YA BU KADAR ALAN AÇILIR MIYDI? Sözün burasında Türkiye'ye kurulan kumpastan da söz etmek istiyorum. Geçici koruma altındaki Suriyelilerin Türkiye'ye sürülmesinin bir plan dahilinde yapıldığını daha önce burada defalarca yazmıştık. Suriye'nin kuzeyinden Türkiye'ye sürülenlerin yerlerini kim doldurdu sorusunun cevabını bulduğumuzda bu planın neye hizmet ettiğini de görebiliriz. Aynı şekilde, gelenlerin Türkiye'nin toplumsal dokusunu ne derecede tehdit ettiğini görmüyor olamayız. Şayet, Suriyeliler kitleler halinde Türkiye'ye sürülmüş olmasalardı, PYD/YPG, Suriye'nin kuzeyine bu kadar rahat yerleşemezdi. Filistinliler kitleler halinde Ürdün'e sürülmeseydi, bugün İsrail'in Doğu Kudüs dahil Filistin topraklarını bu kadar kolay işgal etmesi mümkün olmazdı. Tıpkı, Filistinlileri Ürdün'e sürüp İsrail'e alan açılması gibi, Suriyeliler Türkiye'ye sürülerek PYD/YPG'ye alan açılmıştır. Suriye'nin kuzeyinde demokrafik yapı değiştirilmiştir. Türkiye güneyinden kuşatılmak istenmiştir ve kısmen başarılmıştır. (3 büyük operasyonumuz Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı olmasaydı şu anda tamamen kuşatılmış olacaktık)
""Kürt Sorunun'na Toplumsal Bakış" toplantısından notlar ve izlenimler…" Murat Sabuncu'nun 21 Nisan 2022 tarihli yazısının seslendirmesidir. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/ufuk-uras-acilim-surecinde-ocalan-icin-imrali-da-ev-insa-ediliyordu,35009
"Sorunun bu boyuta kadar gelmesinin bir tek nedeni var: Erdoğan yönetiminin Suriye politikasının en başından itibaren yanlış olması" Mehmet Y. Yılmaz'ın 20 Nisan 2022 tarihli yazısının seslendirmesidir. https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/erdogan-siginmacilar-konusunda-agiz-degistiriyor,34996
KADHED Başkanı Dilaver, hekimlerin çalışma şartları karşısında iş bırakmasını “Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Bakanımızın müjde olarak duyurmasına rağmen hekim özlük hakları ile ilgili tasarı bir gecede geri çekildi. Hekimler çok hızlı örgütlendi, bir ay gibi kısa bir zamanda oldu. Bu sorunun ne kadar büyüdüğünü gösteriyor” diye yorumladı.
Lise ve üniversitelerin sayı olarak değil kalite olarak artması gerekir. Şu an zaten üniversite mezunları iş bulamıyorlar. Üniversite mezunu olmanın bir çekiciliği kalmıyor zaten. Hatta parası olan insanlar bir şekilde özel üniversitelerden diploma alıp para gücünü kullanarak kendisinden daha yetenekli insanların önüne de geçiyor sıklıkla. Bu nedenle üniversite mezunu sayısını arttırıp işsizliği ertelemek yerine bilim üreten üniversiteler oluşturmak ve mevcut köklü üniversiteleri özgür birer bilim yuvası yerine getirmek gerekiyor. Sorunun çözümü için gereken şeyler aslında genel olarak bunlar. Bununla birlikte eleştirmek ve sürekli şikâyet etmek yerine gerekli olanları koymak gerekir. Söylediklerimizi iki maddede toplayalım: 1)Eğitim ve sınav sistemini uzman bir heyet ile kalıcı bir raya oturtmak 2)Eğitim kurumlarını nitelik olarak olağanüstü yükseltmek Bu iki madde içerisinde aslında deryalar kadar şey yer alıyor. Bu iki şey hakkıyla uygulansa Türkiye'de eğitim birkaç sene içerisinde büyük bir sıçrama yaşar. Ne yazıktır ki eğitim sisteminde ortaya çıkan bozulmalar bir anda kendini göstermemekte, sonuçları ise nesiller boyu sürebilmektedir.
Hakkını almak isteyen her işçi Kavel grevini öğrenmeli İşçi sınıfının bugün sahip olduğu ne hak varsa onun arkasında hep bir mücadele yatıyor. Bugün de öyle, sadece bir hak kazanmak için değil, mevcut haklarını kullanabilmek için bile işçi sınıfı mücadele etmek zorunda. Sendikalaşmak, toplu iş sözleşmesi anayasada, yasada yazan bir hak. Ama toplu sözleşme yapmak için sadece sendikaya üye olmak, sendikanın o fabrikada, işyerinde yetkiyi alması yetmiyor. Yasaları uygulatmak için işçilerin ayrıca mücadele etmesi gerekiyor. Grev hakkı da yasalarda yazıyor. Ama bugün grev hakkını da işçiler grev yaparak savunmak zorunda. Tıpkı grev hakkını yasalara grev yaparak yazdıran, gelecek sene 60. yıldönümünü yaşayacağımız Kavel grevindeki işçilerin yaptığı gibi. İşte bu nedenle ne zaman işçi sınıfı patronlarla bir hesaplaşmaya girişse “Her fabrika Kavel olmalı” diyoruz. Kavel fabrikasında yaşanan mücadeleye bir yol gösterici olarak işaret ediyoruz. İşkolu ne olursa olsun, hangi sendikaya üye olursa olsun, patrona karşı hakkını savunmak isteyen işçiler Kavel grevini, o grevin Türkiye işçi sınıfı için ne anlama geldiğini öğrenmeli. 1954 yılında kurulan Kavel fabrikasında Kemal Türkler'in başkanlığını yaptığı Türkiye Maden-İş sendikası örgütlü idi. Sendika ve patron arasındaki ilişki ciddi bir çatışma yaşanmadan devam ediyordu. Ta ki Amerika'dan ithal yeni bir genel müdür göreve gelip de fabrikanın sahibi Koç'un gözüne girmek için sendika düşmanlığı yapmaya, işçilerin ikramiyelerini kaldırma gibi girişimlerle haklarına saldırmaya başlayana kadar! İşçilerin yıllardır aldıkları ikramiyelerin ödenmemesi, üstüne bir de bazı sendika temsilcilerinin sendikadan istifaya zorlanması ve istifa etmedikleri için işten atılması Kavel'de bardağı taşıran son damla oldu. İşçilerin önce iş yavaşlatma ile başlattıkları mücadele Kavel'i tarihe “kanunsuz” grev olarak geçirecek bir seyir izledi. Kavel'de işçiler, her türlü yöntemi denedikleri halde işten atılan işçilerin geri alınmasını, kazanılmış hakları olan ikramiyelerinin ödenmesini sağlayamadıkları için grev silahını kullanmaya karar verdiler. O sırada grev yapmak, anayasada tanınmış bir hak olsa da ortada bir grev yasası yoktu. Grev yasası meclisteydi ama bir türlü çıkartılmıyordu. Kavel işçileri o sırada yasalara değil, kazanmak için ne yapmaları gerektiğine baktılar ve öyle karar verdiler. Maden-İş sendikasının işçilerle grev oylaması öncesinde yaptığı toplantıda yaşanan bazı diyaloglar, hem Kavel işçilerinin mücadeleyi nasıl gördüğünü hem de Türkiye sınıf mücadelesinin gelişimi açısından sonradan yapacağı etkiyi baştan ortaya koyuyor. Toplantıda bu grevin sonunda hapse atılma ihtimalinin varlığından söz ederek tüm riskleri işçilere anlatan Kemal Türkler'in ardından söz alan bir işçi soruyor: “Sadece ikramiye için bu kadar risk almaya değer mi?”. Sorunun cevabı işçiye, kendisi de Kavel'de çalışan ağabeyinden geliyor: “Sadece ikramiye için grev yapmayacağız. Türkiye işçi sınıfının önünü açmak için grev yapacağız. Yasa mecliste. Fakat bir türlü çıkmıyor. Yasanın çıkması için belli insanların bir şey yapması lazım, onu da biz yapacağız. Sen var mısın, yok musun onu söyle?” Cevap elbette “Varım!” Böylece 28 Ocak 1963 günü Maden-İş üyesi 220 işçiyle birlikte başlayan grev 36 gün sürdü. Bütün İstinye, grevle dayanışma için seferber oldu. İstanbul'un çeşitli bölgelerinde işçiler, özellikle de Koç'un fabrikalarında çalışan işçiler, Kavel grevi ile dayanışma için sakal bırakma gibi değişik eylemler gerçekleştirdiler. Tek bir fabrikadan bile yüzlerce işçi grevi ziyarete geliyordu. Döndüklerinde kendi patronları bir daha ziyaret etmelerini yasakladığında ertesi gün daha da kalabalık ziyaretler düzenliyorlardı. Fabrikadan mal çıkışlarını engellemek için çevre fabrikalardan işçiler, kadın erkek genç yaşlı mahalleli hep birlikte kamyonların önüne etten duvar örüyorlardı. Ve Kavel grevi 36 günün sonunda kazanımla sonuçlandı.
AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sokak hayvanları için yaptığı çıkış yeni bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Peki veteriner hekimler ve muhalefet temsilcileri konuya nasıl bakıyor? Sorunun çözümünün adresi neresi? Barınaklar ne durumda?
Sorunun özeti şu: Kocam da ben de çalışıyoruz. Ben maaşımın bir miktarını biriktiriyorum, birazını da hayır işlerde harcıyorum. Kocam benim maaşımı da alıp evin ihtiyaçlarında harcamak istiyor. Giderler hepimizin, gelirleri de ortak harcamalıyız diyor. Benim bildiğim İslam'a göre kadının maaşı kendisinin olmalı, öyle değil mi? Meselenin o kadar çok yönü var ki, hangisini anlatabiliriz? Şöyle başlayalım: İslam toplumu aile merkezli bir toplumdur. Bu sebeple ailenin son derecede sağlam olması gerekir. Bu da ailenin huzur ve eğitim yuvası olmasıyla mümkündür. Bu iki değeri ailede öncelikle kadın üretir, erkek bu konuda onun yardımcısıdır. Din eğitiminin, ahlakın, nezaketin, adabımuaşeretin öğrenildiği ve uygulandığı yer ailedir. Bunu da
Zihin koridorları karmaşıklığı ile her daim anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Peki karmaşık zihin bir test ile ölçülüp tanımlanabilir mi? Sorunun cevabını merak ediyor iseniz Prof. Dr Sirel Karataş ile "Zihin test ile ölçülebilir mi?" adlı söyleşimiz sizlerle... Seslendiren: Prof. Dr. Sirel Karakaş
Uzun zamandır bir arada yaşamaya alışık olduğumuz bilgisayarlar neredeyse her saniye değişiyor ve gelişiyor. Fakat en yakın arkadaşları olan klavye ve fare bilgisayarlara nazaran çok ufak değişiklikler ile hala temel fonksiyonlarını devam ettiriyorlar. Tüm bu ilerleyiş yakın zamanda klavye ve farenin sonunu getirebilir mi? Sorunun cevabını merak ediyorsan, Çağkan Uludağlı ile gerçekleştirdiğimiz "Oyunlarda Klavye ve Fare ile KontrolünSonu..." adlı söyleşi sizlerle... Seslendiren: Çağkan Uludağlı
Millî Eğitim Bakanlığı internet sitesinde öğretmenlerin sıklıkla karşılaştıkları soruları ve cevaplarını açıkladı. Bu yazımızda bu sorulardan 14 ünün cevaplarına yer vereceğiz.
Erdoğan'dan Biden yorumu: "ABD'deki liderlerin hiçbiriyle böyle bir konum yaşamadım"...HDP'den Erdoğan'a: “Ne yaparsa yapsın Kürt seçmenden oy alamayacak”..Destici: Türkiye'de 'Kürt sorunu' diye bir sorun yok ki...Bakan Mehmet Nuri Ersoy: Göbeklitepe'nin ismi değişmeyecek...Bebeğe yanlışlıkla Covid-19 aşısı yapılmasına "taksirle yaralama" soruşturması...Erdoğan fahiş fiyat konusunda 5 zincir marketi işaret etti: "Piyasalar alt üst oluyor"...Brezilya'da 'Açız' diye diye borsayı bastılar...İsviçre eşcinsel evliliği oylamak üzere sandık başına gidiyor..Kısa Dalga Bülten yayında...
Net Tavsiye Skoru Nedir? -NPS ve ENPS'e Giriş- NPS, Müşterilerin bizi tavsiye etme olasılığı tek bir soru üzerinden hesaplayan pratik bir yöntemdir. Buna bize verilen cevapları -100 ilE +100 arasında bir skorla gösteren bir müşteri sadakati metriği ile bakılır. NPS sorusu tavsiye etme ihtimali / olasılığına dönük olmalıdır. Sorunun cevabında ise 0'dan 10'a kadar puan seçenekleri yer alması gerekir. NPS soruları "Bizi tanıdıklarınıza tavsiye etme ihtimaliniz nedir?" veya "Bu şirketi bir arkadaşınıza veya meslektaşınıza önermeniz ne kadar mümkün?" gibi kısa tek ifadelerden oluşmalıdır. Uzun anketlerden kaçınan sıkılıp cevaplayamayan kitleden bu şekilde geri bildirimleri kolaylıkla almış oluruz. Bu bölümü puanlar mısınız? https://form.jotform.com/212583141961050 Albert Solino Yönetim Danışmanlığı Bireysel Performans Yönetimi OKR Danışmanlığı İnsan Kaynakları Danışmanlığı OKR Nedir Dijital Dönüşüm Danışmanlığı Albert Solino İletişim
SORU ...Bazıları Taliban'ın koyduğu kuralları paylaşmış. Örneğin PC tablet vs bu gibi aletler televizyon sınıfında kabul edilip toplanacakmış. Bu uygulamalar doğru mudur? Kimileri bu gerçek İslâm deyip (tam kuralları bulamadım, kurallara tam uygulanır mı onu da bilemiyorum) bir şey diyene de yanlış gözle bakıyorlar. Burada kafam karışıyor. Bazı örgütler dış güçler tarafından beslenip İslâm adına yanlış yapıp bilgisi olmayan insanları mı yoldan çıkarmayı hedefliyorlar? Osmanlı'da şeriat anlayışı nasıldı? Yanılmıyorsam Selçuklu'da da şeriat hüküm sürdü (eğer yanlışım var ise kusura bakmayın). Öyle ise Selçuklu'da durum nasıldı? Taliban'ın şeriat yönetimi doğru mudur? Son olarak Taliban terör örgütü müdür? Taliban'ı desteklemeli miyiz? Afganistan pek çok sıkıntıların içinde. Pek çok insan ülkeyi terk etmek için can atıyor. Ben Taliban'ın yaptığını kesinlikle yanlış buluyorum çünkü adeta insanları kaçırıyorlar. Hâlbuki Allah'ın koyduğu şeriat asla insanları kaçırmaz. Düşüncem doğru mu? Taliban'a karşı olmam gerekir mi? CEVAP Âdeta soru yağmuru. Bunlara teker teker cevap versem kitap olur. Sorunun bir kısmını yazmadım; Taliban ile ilgili idi ve bu konuyu daha önce yazmıştım. Soruların kalan kısmına topluca bir cevap vermeyi tercih edeceğim. İslâm'da din bilgisi ve kuralının kaynağı vahiydir (bunu Kitap ve Sünnet diye ifade ederiz). Vahyedilen sözün bir kısmı kaynağa aidiyeti ve ifade şekli bakımından kesindir; bu kısımda pek ihtilaf olmaz. Ya kaynağa aidiyeti -ki, bu hadiste olur, Kur'ân'da olmaz- veya ifade şekli (delâleti) bakımından değerlendirme ve yorum gerektiriyorsa veya şartlar bir parça hükmü, bütüne göre ihmal etmeyi (maslahat ve zarurete dayalı olarak bir müddet uygulamamayı) icap ettiriyorsa bu takdirde içtihat ihtilâfları (mezhepler) ortaya çıkar. Bir tek mezhebin belli bir devirdeki içtihatlarını olduğu gibi başka bir zamanda ve zeminde uygulamak birçok probleme sebep oluyor.
Mustafa Adıgüzel Sorunun Üzerine Değil Kurbanların Üzerine Gidiliyor Gündem Özel Bölüm 2 by Artı TV
Göçmenler konusunda çok ateşli muhalif görünen, göçmenlere karşı en radikal tedbirleri alıp hasbelkader girmiş olanları hiçbir şekilde merhamet etmeden göndermeye ateşli taraftar görünenlere şöyle bir öneride bulunsak mı? Mesela son on yılda Türkiye'ye şu veya bu yolla göç etmiş olanları değil, radikalliklerinin verdiği hıza uyarak daha da geriye, mesela 100-130 yıl öncesine gidelim. Bu tarihlerde bu ülkeye göç etmiş olanların hepsini bir şekilde geldikleri yere gönderelim desek? Tabii muhal bir öneri bu diyeceksiniz. Elbette ki muhal. Ama bazen bazı gerçekleri daha iyi görmenin yolu muhal, hatta gerekirse absürt sınırlarda gezinmek olabiliyor. Ancak orada gezinince bazen içinde olduğumuz akıl dışı hezeyanın boyutları görülebiliyor. Çünkü hiç kuşkunuz olmasın, şu anda göçmenlere karşı en keskin düşmanlığı yapanların ilginç bir biçimde bu topraklara son 100-150 yıl içinde gelmiş olanlar olduğu görülüyor. Önemli bir kısmı köken olarak Türk bile değil. Ama bu ülke ve millet adına ırkçılık yapıyorlar. Bu yeterince tuhaf ve trajik değil mi? Son yazımda aslında sadece bu çelişkiye değinen bir cümlem oldu. Meğer ne kadar derine dokunmuş ne kadar isabet etmiş ve o ölçüde de rahatsızlık vermiş. Bu ifadelerim manşetlere çekilip sosyal medya mecralarında inanılması güç bir kin, nefret ve linç hedefi haline getirildi. Bu linçe kışkırtanların belli ki başta ürettikleri ve tedavüle soktukları, herkesin klavyesine de yapışıveren bir klişe “biz Malazgirt'le geldik, burayı vatan kıldık, bu gelen savaş kaçkını, korkak göçmenlerle nasıl karşılaştırırsın?” sorusu. Hangi akıldan çıkmış bir soru bu hayret. Soruları akıllılar sorar ama bu sorunun içinde zerre kadar akıl yok, gerçeklik duygusu yok, tarih duygusu yok, vicdan yok, izan yok. Sosyal medya mecralarında hedef akıl değil zaten, duygular. Kimse aklıyla yazmıyor, tepkilerini düşünerek vermiyor. Sosyal medya mecrası sorgusuz süalsiz linçlerin veya holigan taraftarlığın mecrasına dönüşmüş durumda. Kimsenin sizden gerçekten cevap istediği, beklediği de yok. Zaten konuştuğunuzda bir noktadan sonra en çok karanlığa yumruk sıkmış oluyorsunuz. Sorunun içinde akıl yok ama binbir türlü cehalet var. Sorsan en fazla 4., bilemedin 5. ceddini bilebilecek, ötesine dair hiçbir bilgisi olmayan herkesin bir anda kendini veya ceddini Malazgirt Meydanı'nda Alparslan'ın şanlı ordusunun bir neferi gibi iddia etmesi yok mu? Kendilerini oraya nispet etmenin, Alparslan Gazi'nin temsil ettiği değerler açısından elbette olumlu bir tarafı görülebilir. Ama ya az biraz da Alparslan'ın o temsil ettiği gaza, şehadet, cihad, nizam-ı alem değerlerinden de bir nebze nasiplenseler ya?
Bir ressama gittim ilkin. Kenarlardan daralmış, grisi fazla bir gökyüzü çizmenin peşindeydi. İzledim onu. Fırçaları tuvale vuruşuna dikkat kesildim. Sonra sordum: “Ey renklerin efendisi. Paletinde kuşlar, yalnızlıklar ve kalbi kırılmışlar saklayan büyük ressam. Söyler misin bana? Benim bu çaresizliğimin bir rengi olsaydı, ne olurdu o?” Ressam, çizdiği gökyüzünden ayırmadı gözlerini. Sandım ki sorumla ilgilenmiyor. Cevap vermeyecek bana. Canım sıkıldı. Kalkmaya yeltendim. Yekindim. “Kehribar” dedi, “senin çaresizliğinin rengi kehribar olur ancak. Bazı saçların, bazı gözlerin, bazı kolyelerin, hatta bazı tespihlerin rengi olarak değil ama. Ateş görmüş çocukların, menenjitin, suçiçeğinin, kızamığın rengi olarak kehribar. Sirkeli bezlerin, buz kalıplarının, duaların ve sabahlamaların kehribarı... Kaçırılmış vapurların, yakalanamamış trenlerin, çaresiz el sallamaların, ağlamak için arkanı dönmeyi beklemelerin kehribarı.”
Marmara Denizi'nde deniz salyası (müsilaj) sorunu devam ediyor. Sorunun sebepleri neler? Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'un açıkladığı “Marmara Denizi'ni Koruma Eylem Planı” ne ifade ediyor? Ege Denizi ve Karadeniz de tehlikede mi? Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Uğur Sunlu, Aytuğ Özçolak'ın sorularını yanıtladı.
O Yakıcı Bakışlar'da kulakları mutlaka çınlayan aile bu kez bölümün ta kendisi! Sorunun ve çözümün kaynağı ailelerimizin iyisi var mıdır, kötüsü nedir gibi olmayacak sorulara cevap arayan Algı Eke ve Zeynep Ocak, kendi aile ilişkilerini de yeniden gözden geçiriyorlar. Eski bölümlerin kadim cümleleri bu bölümde yeniden sarf ediliyor, bu zamana kadar ailelerle ilgili konuşulmuş her şey bu bölümde masaya yatırılıyor.
Bugün Düş Serisi'nin İkinci bölümüyle karşınızdayım. “Düşlüyorum Öğleden Sonra Var Mıyım” bugün ki ana temel sorumuz. Sorunun garipliğinin farkındayım. Zaten bu soru size eminim bir şey şeri çağrıştırmıştır. Bölüm ismimizin neden bu olduğunu konuşmamız gereken her şeyi konuştuktan sonra irdeleyeceğiz. Ancak bölümümüze baktığımız vakit bugün sizinle düşüncelerimizde ne kadar var olabildiğimizi ve başka bir şeyi düşlerkenki varlığımızın durumunu tartışacağım!
Sorunun yanıtı kesinlikle "hayır" ama kimler bunun farkında acaba? İstanbul Halk Ekmek büfelerinin sayısının artmasına engel olanlar mesela?
Kaygı Birçok Sorunun Temelinde Var mıdır? by Uzm. Psk. Cem Gümüş
Bu bölüm milletçe hepimizi ilgilendiren bir soruya cevap arıyoruz: 90’larda binbir evrim geçiren Eurovision’da Türkiye’nin makus tarihi nasıl değişti? Sorunun cevabını ararken en başından itibaren Eurovision’ın yapılma nedenlerini, pop müzik şarkıcılarının ön eleme heyecanlarını ve her sene başarı için denenen farklı modelleri konuştuk. Bu sırada ortaya öyle bilgiler ortaya çıktı ki Sezgin Türk pop müzik tarihini baştan yazarken buldu kendini. Bölümde bahsettiğimiz linkler şöyle:Eurovision 1990 Ulusal Elemeleri: https://www.youtube.com/watch?v=Hg6pTCQv77Q Kayahan - Gözlerinin Hapsindeyim (Türkiye Önelemeleri Performansı): https://www.youtube.com/watch?v=HSd9exPOWZcKayahan - Gözlerinin Hapsindeyim (Eurovision Final) https://www.youtube.com/watch?v=d-4mStIyWkk Sertab Erener - Sen Benimlesin: https://www.youtube.com/watch?v=lPaZTsrPgxg İzel - Selam Yabancı (Seden Gürel Şapkası): https://www.youtube.com/watch?v=3RX2md69XpA İzel, Reyhan Karaca, Can Uğurluer - İki Dakika: https://www.youtube.com/watch?v=XLCKg0IlKZwAylin Vatankoş - Yaz Bitti https://www.youtube.com/watch?v=td7rqo9rkI8 Candan Erçetin & Sinan Erkoç - Beni Seni İsterim https://www.youtube.com/watch?v=I9ZiV16nxFk Burak Aydos - Esmer Yarim: https://www.youtube.com/watch?v=uvfEJQWQBrw Burak Aydos - Yalnızlık Benim Eski Sevgilim https://www.youtube.com/watch?v=4E3HNcTN_BU Arzu Ece - Sev! : https://www.youtube.com/watch?v=iAjz_UUTMoo Şebnem Paker - Beşinci Mevsim https://www.youtube.com/watch?v=qkW2VFkNJbk Şebnem Paker - Dinle https://www.youtube.com/watch?v=LAyNvKpwp1M Burcu Güneş - Gece https://www.youtube.com/watch?v=MXpRLODHbkc Pamela - Gökkuşağı https://www.youtube.com/watch?v=YjVl61PRTh0 Şebnem Paker - Çal https://www.youtube.com/watch?v=q-Ux9ijbnoA Tüzmen - Unutamazsın https://www.youtube.com/watch?v=YHc69X5lq3k Dana International - Diva https://www.youtube.com/watch?v=Fv83u7-mNWQ Tuba Önal - Rama Reklamı: https://www.youtube.com/watch?v=UZ5J61HFjkU Sibel Mirkelam - Selam Sana Toprak Ana https://www.youtube.com/watch?v=_f1sK5ibymo Birsen Tezer - Hayda El Ele https://www.youtube.com/watch?v=_kUvpNPqMRA
Ozan Zeybek ve Hilal Alkan bu haftaki Havadan Sudan'da konukları Mine Tekman ile birlikte denizlerdeki plastik, mikroplastik ve çöp meselesini ele alıyorlar. Deniz biyologu Mine Tekman, denizlerdeki mikroplastik ve çöp sorununun çözümü olmadığını vurgularken bu meselenin hayvanlar ve diğer canlılar açısından olumsuz sonuçlarını değerlendiriyor.
1934'te Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' Sorunun yanıtını arayan Hikmet ve Nazif geçmiş gazeteleri okuyup anılarını paylaşıyor. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
1934'te Türkiye ve dünyada neler konuşuluyordu?' Sorunun yanıtını arayan Hikmet ve Nazif geçmiş gazeteleri okuyup anılarını paylaşıyor. Sabah Şerifleri'ne davetlisiniz.
Allah bizden yaratdığı kadar iman istiyor. Biz samimi olmakla mükellefiz. Sorunun detaylı cevabını mutlaka dinlemelisiniz.
Hani ilişki sorusu soruyorsunuz ya hem bana hem herkese, şimdi sizi cevapların da aslında sizin içinizde olduğunu kanıtlamaya geldim. Bu taktik kesinlikle çalışıyor! "Acaba benden hoşlanıyor mu?" "Aslında ne hissediyor?" "Acaba bu bir ayrılık konuşması mıydı? Ben mi böyle zannediyorum?" sorularını ve daha fazlasını cevaplamak için tek gereken şey dürüstlük, bir de ne mi? İşte o da bu bölümde!
Soru/Cevap'ın bu bölümünde "Şu an birisi, sorabileceğin herhangi bir sorunun cevabını verebilseydi ona neyi sorardın?" diye sorduk, cevapları yorumladık ve "Bul Beni" oynadık. Keyifli dinlemeler! Takip etmek için: twitter.com/bilemedikpods ve instagram.com/bilemedikpods Çorbada tuzum olsun derseniz: https://www.patreon.com/bilemedikpods
Ben Esranın yazılarını çok çok çok uzun zamandır biliyorum. Edebiyata olan sevdasını, okuduğu kitapları, yazdığı melankolik yazıları ve deli dolu haline çokça kez şahit oldum...bu yüzden Esrayla bu sohbete başladığımda aklimda sadece bir başlangıç sorum vardı, gerisini akışa bıraktım, akıp giderken konu konuyu açtı. Ben zaten Esrayla sohbet etmek istedim, her ne kadar o artık başarılı bir Uzm. Psk. Esra Yatağan olsa da, ucundan, etrafından tadı damağımdan kalan ve ona da, bize de güzel izler bırakan kelebenkle kahve içimlik ufak bir sohbet hayal ettim. Uzman olduğu konularda kendisini net ve çok profesyonel ifade edebildiğini düşünüyorum zaten. Biraz iç dünyası, biraz iş hayatını, düşüncelerini ve olaylara yaklaşımı derken, birden bana sorulan mucize soruyla olayların rengi tam değişecekti ki, kaydı durdurdum. Kim bilir ben kime asik oldum? Sorunun cevabini Esra biliyor. Neyseki, Esra bir Aylin Cifci degil ve sir tutmasini cok iyi biliyor. Herkesin mucizesi kendisine diyerekten, Esranın zamanında yazılarıyla bana kattıklarının ayrı bir yeri varken, bugünler de katıldığım seminerinden, cebimde iki taşla ayrıldım. Duygusal sağlamlık adına payıma düşen notlar bir yana, sevdiğim ve sevmediğim herkese bu yarışmada başarılar dilerim. Şefkat adına söylebileceklerim simdilik bu kadar hocam, bir de Şefki var, daha sonrasında Şevket de var mesela, hiç bunları konuşmadık... Şefkat pişmaniyedir. Ağzında erir. Tatlıdır. İyidir. Her şefkat beni biraz kedi gibi yapar. Konu saptı. Her zamanki gibi. Esra, podcast kanali ac. Tesekkürler.
Psikoterapi Hakkında Merak Ettiğin 5 Sorunun Cevabı by Uzm. Psk. Cem Gümüş
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk #NetBakış'ta Serhat İbrahimoğlu'nun sorularını yanıtladı. ◼ Yarıyıl tatili başlıyor. ◼ Öğrencilere yarıyıl tatilinde ödev verilecek mi? ◼ Milli eğitimde 2020 hedefleri neler? ◼ Bakan Selçuk'tan tatil tavsiyeleri ◼ Milli eğitimde teknolojik hamleler ◼ Mesleki gelişim programları ◼ MEB'ten 'Türkiyenin Otomobili'ne destek ◼ Tasarım beceri atölyeleri ◼ PISA 2018 sonuçları ◼ MEB'te yeni atamalar ◼ MEB'ten öğretmen atamaları
Futbolcular koca koca kalelere gol atmayı neden beceremiyorlar? Sorunun yanıtı sınırbilimde olabilir mi? NöroBlog Podcast'in 22. bölümünde güzel oyun futbolun sinirbilimini konuştuk. Keyifli dinlemeler...
Kutunun Dışında'nın ilk bölümü, pilot. Oldukça heyecanlı ve yüzyıllardır tartışması süren bir konuyu ele aldık - 'Domates, sebze midir yoksa meyve mi?'. Sorunun cevabını belirten elbette bir çok mecra var, ama hangi mecra daha doğru - yoksa hiç biri mi doğru değil ve sadece kendi perspektiflerinden bakıyorlar? Yorumlarınızı ve sorularınızı iTunes'tan ve SoundCloud'dan göndermenizi rica ederiz - iletişim için de kutunundisinda@tenta.media ile iletişime geçebilirsiniz.
Selam Gençler! Bu podcastimizde hem şimdiye kadar yayımlanmış Batman v Superman: Adaletin Şafağı fragmanları ve haberleri üzerinden filmle ilgili beklentilerimizi konuşacağız hem de Warner Bros. Pictures ve JBC Batman v Superman: Adaletin Şafağı Özel Ön Gösterimi için bir soru soracağız. Sorunun cevabını bilenler, sorunun cevabı ile birlikte aşağıdaki bilgileri info@geekstra.com [...]
Selam Gençler! Bu podcastimizde hem şimdiye kadar yayımlanmış Batman v Superman: Adaletin Şafağı fragmanları ve haberleri üzerinden filmle ilgili beklentilerimizi konuşacağız hem de Warner Bros. Pictures ve JBC Batman v Superman: Adaletin Şafağı Özel Ön Gösterimi için bir soru soracağız. Sorunun cevabını bilenler, sorunun cevabı ile birlikte aşağıdaki bilgileri info@geekstra.com [...]