POPULARITY
AK Parti'nin 2023 yılında açıklamış olduğu Seçim Beyannamesi'nde yer alan kamu personeline ilişkin vaatler kamu personeli ve adaylarında büyük bir heyecan uyandırmıştı. Kamu personeli ve adaylar bu vaatlerin hayata geçirilmesini dört gözle bekliyor. Kaldı ki bu vaatlerden birçoğu kamu bütçesine ilave yük de getirmiyor. KAMU HIZMETINE GIRIŞLERDE YAKINLARIN IŞLEDIKLERI SUÇLAR ENGEL OLMAYACAK Seçim Beyannamesinde; “Suç ve cezanın şahsiliği esastır. Kamu hizmetine girmede ve hizmetin sunulmasında kimse kendine ait olmayan bir suçun cezasını çekmek anlamına gelebilecek bir muameleye tabi tutulamaz. Bu anlayışla kamu hukuku uygulamalarında gerekli yasal ve idari tedbirleri alacağız.” ifadesine yer verilmiştir. Uygulamada adayların yakınlarının işledikleri suçlar nedeniyle kamuya girişlerde sorun çıkabilmektedir. Bu yönde mevzuatta herhangi bir düzenleme olmasa da uygulamada sıkıntılarla karşılaşılabilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla yapılacak kanuni düzenleme ile adayların yakınlarının işledikleri suçlardan dolayı kamuya girişlerinin önündeki engeller kaldırılmaktadır. Özellikle mülakat uygulaması olan kariyer meslekler için böyle bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu belirtmek isteriz. KAMU GÖREVLERINE GIRIŞTE MÜLAKAT UYGULAMASI DARALTILACAK Beyannamede; “Kamu görevine ilk defa yapılacak atamalarda, görevin niteliğinin gerektirdiği haller dışında mülakat usulünü kaldıracak, atamaları yazılı sınav sonuçlarına göre yapacağız.” ifadesine yer verilmiştir. Daha önceki yazılarımızda sıklıkla ifade ettiğimiz üzere kamuya girişlerdeki mülakat uygulamasının oldukça genişletildiğinden bahsetmiştik. Bu durum ise uygulamada ister istemez ciddi rahatsızlıklara ve mağduriyet algısına yol açmaktadır. Özellikle sınavların kayıt altına alınmaması ve şeffaf yapılmaması adayları rahatsız etmektedir. Beyannamede bu yönde bir açıklama yapılması oldukça önemlidir diye düşünüyorum. Bu bağlamda kamuya işçi ve memur alımında yaşanan sorunlar ve mülakatın tek belirleyici olmasını bu köşede sıklıkla eleştirmiştim. Bir yazımda; “Birçok kamu kurumu, memur alımında “Kamu Görevlerine İlk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelik” kapsamı dışına çıkmıştır. Bu nedenle KPSS B grubu kadrolara personel alımında sözlü alım yöntemi getirilmiş ve işin adeta suyu çıkarılmıştır. Sözlü alım yöntemi ile nitelikli personel seçimi yapılacağı gibi bir savunmanın ne kadar bayatladığı yaşanan süreçte görülmüştür. Yine il özel idareleri ve belediyelerin ısrarları sonucunda KPSS B grubu kadrolara memur alımına sözlü sınav getirilmiştir. Maalesef, il özel idareleri, belediyeler ve bunlara bağlı kuruluşlar ile bunların üyesi olduğu mahalli idare birlikleri ve döner sermayeli kuruluşlara ilk defa memur olarak atanacaklara ilişkin usul ve esasları düzenleyen yönetmeliğin bu haliyle ne sistem kurulabilir, ne siyasi atamalar önlenebilir, ne de liyakat merkeze oturtulabilir. Yani yönetmelik bu haliyle sadece sinek üretir ve bataklık baki kalır. Böyle olunca da her belediye başkanlığı seçiminde birçok personel diken üstünde ecelini beklemek zorunda kalmaktadır....” ifadesini kullanmıştım. Özellikle mahalli idarelere yapılan personel alımındaki mülakat uygulaması tek kelimeyle büyük bir sorun haline gelmiştir ve bu sorunun acilen çözülmesi gerekmektedir. Yine işçi alımında yaşanan sorunlar ile belediyelere alınan sınavsız sözleşmeli personel alımı da rahatsızlık oluşturmaktadır. Bunun için seçim sonucunun beklenmesine de gerek bulunmamaktadır. Bunun için mahalli idareler seçimleri öncesinde yapılacak düzenleme adaylarda heyecan uyandıracaktır.
Önceki gün İzmir'deydim. AK Parti'nin İzmir adayı Hamza Dağ'ın projelerini açıkladığı toplantıyı takip ettim. Yaptığım paylaşımdan sonra dünden beri özelden gelen, “nedir durum, Hamza Dağ kazanır mı?” sorularına yanıt veriyorum. Kazanır mı peki? Sorunun yanıtını birazdan vereceğim ama önce gözlemlerimi aktaracağım. Yerel seçimlerde tüm dikkatler İstanbul'da elbette ama gözler de İzmir'e kayıyor. Görünen o ki; CHP'nin sarsılmaz kalesi, oy deposu ve bu zamana dek belediye başkanı adayının sorgulanması dahi, akılların ucundan geçirilemeyen İzmir en hareketli ve hararetli seçim sürecini yaşıyor. Oluşan bu yeni durumun siyasi ve sosyolojik birkaç sebebi var: 1- İzmir, hizmet yoksunluğundan yorulmuş. 2- İzmir halkı çantada keklik sayılmaktan bıkmış. 3- ‘Her şeye rağmen CHP' garantisinin süresi bitmiş. 4- CHP'deki aday krizi şehre sirayet etmiş. 5- Gözler ve gönüller alternatiflere kaymaya başlamış. 6- Rekabet ortamı şehre hareket getirmiş. *** İzmir CHP'nin kalesi lakin İzmir halkı taş değil ki hizmetsizliğe bu kadar dayansın. Sosyal medyadan da takip ediyoruz, sokak röportajlarında çok samimi tepkiler var. İzmir halkı farklı bir “değişim” istiyor. Aday değiştirmenin, her seçimde yeni bir başkanla yola devam etmenin ötesinde, İzmir'e bakışın değişmesini istiyorlar. Aziz Kocaoğlu ile geçen 15 yılın ardından Tunç Soyer seçildi. Yani İzmir'i 20 yıldır CHP yönetiyor. Kocaoğlu döneminden önce DSP'den seçilip sonra CHP'ye katılan Ahmet Piriştina dönemini de eklersek 25 yıl ediyor. Bunu ben söylemiyorum, İzmirliler her fırsatta dile getiriyorlar; “İzmir 25 yıldır CHP'nin elinde geriye gidiyor”
AK Parti'nin 2024 Yerel Seçim Beyannamesi Cumhurbaşkanı ve Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan tarafından kamuoyuna açıklandı. Beyanname'nin sunuş kısmında Erdoğan, “Partimizin ‘Hizmet ve Eser Siyaseti' vizyonu yerel yönetim geleneğine dayanmaktadır. AK Parti, belediyecilikte çığır açmış kadrolar tarafından kurulmuştur” ifadeleriyle öncelikle “tecrübeye” vurgu yapıyor. “Katılımcılık, Şeffaflık ve Hesap Verilebilirlik”, “Dirençli Şehirler”, “Duyarlı ve Kapsayıcı Sosyal Belediyecilik”, “Kültür Üreten Şehirler”, Beyannamede üzerinde durulan bazı başlıklar. “Türkiye Yüzyılı Şehirleri” temel bir perspektif olarak 2024 Beyannamesi'nde öne çıkarılmış. 150 sayfadan oluşan beyannamede çok önemli tespitler ve hedefler var. Ancak Beyanname'nin başında yer alan, AK Partili belediye başkanlarının göreve başlamadan önce etmeleri öngörülen “Yemin” metni özellikle dikkatimi çekti. Metin şöyle: “Doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayacağıma, hemşerilerimiz arasında hiçbir ayrım yapmayacağıma, Anayasa ve yasalardan ayrılmayacağıma, kamu kaynaklarını namusum ve şerefim bilerek amacı dışında harcanmasına göz yummayacağıma, dezavantajlı kesimleri gözeteceğime, sosyal politikaları güçlendireceğime, belediye hizmetlerinin gecikmeden ve kaliteli şekilde icrası için azami gayret sarf edeceğime, belediye hizmetleri karşısında herkesin eşit olduğu gerçeğinden hareketle adaletten şaşmayacağıma, emaneti hakkıyla ve layıkıyla taşıyacağıma, milletim, hemşerilerim ve tarih önünde namusum, şerefim ve kutsal kitabımız üzerine yemin ederim.” BİR EKSİK GİDERİLİYOR
Malumumuzdur ki Anadolu'da “üzerine yemin edilen” en kutsal nesne kitabımız Kur'an-ı Kerim'dir. Anadolu tabiriyle söyleyecek olursak “kitaba el basan” kişi, ettiği yeminin gereğini hayata geçirebilmekle mükellef hisseder kendini. Yemin konusu sır tutmaksa o sır tutulur, bir taahhüdü yerine getirmekse o taahhüt yerine getirmek ilaahir. O bakımdan söylemeliyim ki AK Parti'nin seçim beyannamesinde yer alan “Gerçek Belediyecilik Yemini” isimli yemin en çok metinde son cümle olarak yer alan “namusum, şerefim ve Kutsal Kitabımız üzerine yemin ederim” ibaresiyle çekti dikkatimi. Buraya döneriz. Takip edenler olmuştur gündemi. Bir vakittir kamuoyunda bir talep olarak “Belediye başkanları da vazifelerine yemin ederek başlasın” cümlesi dolaşımdaydı. AK Parti bu talebi dikkate almış olmalı ki seçim beyannamesinde bir yemin metnine yer vermiş. Görünen o ki AK Partili belediye başkan adayları, seçilmeleri halinde bir yemin töreni düzenleyecekler ve ilgili yeminle başlayacaklar vazifelerine. Bunu önemsedim. Benim gibi pek çok seçmenin de önemseyeceğini düşünüyorum. Saf değilim elbette. Dünyanın hiçbir yemininin yönettiği beldeye ihanet edecek, kamunun kaynaklarını israf edecek, şehrine hizmeti eşit ve adaletli şekilde dağıtmayacak adamı durduramayacağını biliyorum. Ancak yeminini bozduğunda kendisini seçen seçmenin “kitaba el basmıştın namussuz herif” diyeceğini biliyor olmanın baskısı da epeyce iş görür bence. Gelelim yemin metnine. Çok temel vurguları var metnin. Doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmama, anayasa ve yasalara bağlı kalma, ayrımcılık yapmama, dezavantajlı kesimleri gözetme, belediye hizmetlerinden herkesin yararlanmasını sağlama gibi vurgular öne çıkıyor. Bazı vurguları “spesifik” bulsam da metnin epeyce olgun bir yemin metni olduğunu düşünüyorum. Tabii, Kamalistler henüz metindeki “Kutsal Kitabımız üzerine yemin ederim” cümlesini fark etmemiş olabilirler. Muhtemelen seçilen AK Partili belediye başkanları fiziki olarak Kur'an-ı Kerim'in (yahut başka dindense kendi kutsal kitabının) üzerine ellerini koyarak edecekler yeminlerini. Bunun Kamalistleri şey etmeme ihtimali sıfıra yakın. 22 yıldır İran, Suudi Arabistan, hatta Malezya olmayan Türkiye'nin laiklikten uzaklaştığını falan öne sürerek bir kampanya patlatacaklardır. Çünkü bu yeminin ve yemin etme biçiminin laiklik ilkesiyle hiçbir bağlantısı olmadığını anlamayacak kadar uzaklar konudan. Bekleyelim, görelim.
Her ne alanda, ne kapsamda iletişim yaparsanız yapın, hepsi için geçerli, işin özünü ve ulaşılmak istenen sonucu anlatan bir tespittir: “İletişim hikâye anlatmaktır.” Bütün sır, ‘hikâye' sözcüğünde gizlidir. Çünkü hikâye, adı üstünde, hikâyedir; yani kurgudur ve hakikati bire bir yansıtmak gibi işlevi de yoktur; edebiyatın ve her türden sanatın yaptığı gibi hakikati nesnel değil, öznel boyutuyla ele alır. İletişim de öyledir. Amaç, karşı tarafta belli bir ‘duygu ve düşünce tortusu' yaratmaktır. Sonuçta, iletişim iki kavram üzerinde hedefine ulaşır: İkna ve değişim. Hedef kitleyi ikna edip, ortaya koyduğunuz stratejik hedefler doğrultusunda değiştirmek… Örneğin; “Onu alma bunu al” ya da “Beriki partiye değil, öteki partiye oy ver” gibi… Bu süreç içinde ‘kritik başarı faktörü'; en doğru ve etkili hikâyeyi bulup çıkarmak, onu en doğru ve etkili kanalları kullanarak en doğru hedef kitleye ulaştırmaktır. Sayın Cumhurbaşkanı, AK Parti'nin 31 Mart seçimi beyannamesini “Türkiye Yüzyılı Şehirleri için Gerçek Belediyecilik” başlığıyla sundu. Beyanname sekiz bölümden oluşuyordu: 1. AK Parti'nin yerel yönetim vizyonu, 2. Katılımcılık, şeffaflık ve hesap verebilirlik, 3. Dirençli şehirler, 4. Türkiye Yüzyılı'nda şehir ve çevre, 5. Toplumsal refah öncelikli şehir ekonomileri, 6. Duyarlı ve kapsayıcı sosyal belediyecilik, 7. Kültür üreten şehirler, 8. Hizmet ve eser belediyeciliği. Dolu dolu ve doğru bir belediyecilik anlayışını 360 derece kapsayan bu başlıklar, iletişimde ‘teknik hareketler' dediğimiz kategoride değerlendirilebilir… Son derece önemlidirler… Bir yarışa girmenizin ön koşulunu oluştururlar… Ancak kazanmanızı garantileyemezler…
AK Parti'nin 30 Ocak'ta açıklayacağı seçim beyannamesinde "büyükşehirlerde yaşayan memurlara ek tazminat'' projesinin de yer aldığı belirtiliyor. Ali Çağatay, Seyir Hali'nde konuya dair değerlendirmelerde bulundu.
AK Parti 81 ilin belediye başkan adaylarını ve İstanbul'un ilçe adaylarını açıkladı. Önümüzdeki günlerde peyderpey ilçe ve belde adayları, İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisi adayları da belirlenip açıklanacak ve Türkiye tam anlamıyla seçim atmosferine girecek. Henüz sürecin başındayken bazı uyarılar yapmakta, bazı hususları hatırlatmakta fayda var: 1. Hiçbir yerleşim biriminde hiçbir aday için seçim garanti değil, çantada keklik değil. Hem adayların hem de teşkilatın “kazanıyoruz” özgüveniyle ama aynı zamanda “çalışmazsak kaybederiz” temkiniyle hareket etmeleri gerekiyor. 2. Muhalefet yerel seçimi de bir kutuplaştırmaya dönüştürme çabası içinde olacaktır. Cumhur İttifakı'nın bu tuzağa düşmemesi gerekir. Yerel seçim kampanyaları planlar, projeler, vizyon ve hedefler üzerinden yürütülür. Muhalefetin kutuplaştırma siyaseti karşısında eser ve hizmet siyaseti öne çıkarılmalıdır. 3. Beldeden büyükşehre kadar her aday seçmenin karşısına projelerle çıkmalıdır. Gerçekleşebilecek projeler üretilmeli. Gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatler vermekten uzak durulmalıdır. Aday, kendisine olan güveni de, partiye olan güveni de sarsmamalıdır. 4. Bu yerel seçimde de AK Parti'nin avantajı “yaptık, yine yaparız” anlayışı olacaktır. Bütün kampanya bu anlayış üzerine kurulmalıdır. 5. Türkiye gergin bir seçim ortamından yeni çıktı. Seçmen yorgun. Yapıcı, mülayim, umut veren bir dil seçmen üzerinde daha tesirli olacaktır. 6. Seçim yerel de olsa bazı tercihler yerelde kalmaz. Örneğin Muğla ve Tekirdağ'daki tercihler sadece bu şehirlerde değil Türkiye genelinde konuşuluyor. Seçim sürecinde yapılacak açıklamalar da yerel kampanyanın yanı sıra AK Parti'nin dili, üslubu ve politikalarıyla örtüşür olmalıdır. Muhalifleri mutlu edeceği zannedilen sözler muhaliflere hiç tesir etmez ama AK Parti tabanını küstürür. 7. Uzun bir kampanya süreci var. Adaylar yorulacak ve gerilecek. Son ana kadar tevazuu ve tahammülü muhafaza etmek gerekir. Kibir, gerginlik, yorgunluk görüntüsü, çatışma kaybettirir. Aday olamayanların küskünlüğü giderilmeli, eski tartışmalar ve rekabet bir kenara bırakılmalı, aday adayları ile teşkilat tek yürek halinde sahaya çıkmalıdır. 8. Uzun, sıkıcı, mesaj vermeyen konuşmalardan uzak durulmalı, milletin dertlerine cevaplar üretilmelidir. Bunun için de seçmenin sorunları iyi tespit edilmelidir. 9. En iyi kampanyanın bile seçmen üzerindeki etkisi ancak yüzde 1-2'dir. Kampanya için israftan kaçınılmalıdır. Seçmenin gönlüne para ile değil samimiyet ile girilir. 10. Şahsi hesap, ikbal, para ve makam peşinde olanlar kazansalar da kaybetmişlerdir. Seçmenin her bir oyu adaya kutsal emanettir. Emanete hıyanet edenin iki cihanda kurtuluşu yoktur. Bravo Kaymakam Bey! D Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde bir imamın, cuma hutbesinden şehitlerimizle ilgili bazı kısımları çıkardığı iddia ediliyor. Vahim. Gereği hemen yapılmalı. Ama onun kadar vahim bir başka husus var: Kulp Kaymakamı bu imamı hemen orada darp etmiş ya da ettirmiş. Türkiye'nin işte böyle “çok fonksiyonlu” kaymakamlara ihtiyacı var. Kaymakam Bey o kadar iyi yetişmiş ve o kadar liyakatli ki, kaymakamlık yanında müfettişlik, polislik, savcılık, hâkimlik, avukatlık hatta infaz memurluğu görevlerini de başarıyla yürütebiliyor. Böyle kaymakamlarımızın sayısı çoğalırsa, devletimiz polise, jandarmaya, savcıya, hâkime, infaz memuruna maaş ödemekten kurtulacak, karakol, mahkeme, hapishane inşa etmeye gerek kalmayacak, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, HSK, Adalet Bakanlığı işlevsiz kalacak, hatta kanuna ihtiyaç olmayacağı için Meclis de kapatılacak, Hazine'miz her ay on milyarlarca lirayı boşa harcamaktan kurtulacaktır. Taksim Meydanı'na kurulacak 3-5 darağacı ile her türlü mesele kolayca ve hızlıca çözülebilecektir. Sosyal medya mecralarından yayınladıkları mesajlarından anlıyoruz ki Kulp Kaymakamı yalnız değil. “Hukuk israfını” protesto eden, “hukuksuzluğu” savunan böyle iyi yetişmiş, cevval kaymakamlarımızın sayısının artması dileğiyle... (!)
AK Parti adım adım adaylarını açıklıyor. Perşembe günü başta deprem bölgesi adayları olmak üzere büyükşehirlerin ve illerin adaylarını ilan etti. İstanbul gündemde olunca tek başına konuşulan şehir olur. İstanbul'un gündem olmadığı yerde Ankara, İzmir ve deprem bölgesi gündem oldu. AK Parti, deprem bölgesinde üç ilin adayını yeni isimlerden seçti. Kahramanmaraş, Malatya ve Adıyaman. Buna mukabil CHP, Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş'ı yeniden aday gösterdi. AK Parti'nin her üç ilde de oy oranları çok yüksek ve belediye başkanları deprem öncesi başarılı idi. Deprem zamanında, AK Parti, hükümet, belediyeler, halk, sivil toplum örgütleri ve iş adamları hep birlikte seferber oldular. AK Parti bırakın depremden dolayı oy kaybetmeyi deprem bölgesinden beklenenin üzerinde oy aldı. Depremde şehirlerin büyük yıkıma uğraması ve belediye başkanlarının hâlihazırda muhatap olarak kalmaları onların kamuoyu desteğini azaltmıştır. Başkanların değiştirilmesi deprem öncesi başarı durumları ile ilgili değil depremin oluşturduğu olumsuzluklardır. Muhalefet partilerinin ortak beklentisi, hükümetin depremin yıkıcı etkilerinden dolayı büyük oranda oy kaybına uğraması. Depremden bir ay sonra yaptığımız araştırmada ülke genelinde AK Parti'nin oyları yüzde 42,7'ye yükselmişti. Bu sonuçlar, başta muhalefet partileri olmak üzere herkesi şaşırtmıştı. Çünkü seçmen hükümetin nasıl bir seferberlikle işe el attığını görmüş oldu. Depremde CHP'li büyükşehir belediyeleri bir varlık gösteremedi. İstanbul itfaiyesi Kadir Topbaş zamanından afetlerle mücadele için çok büyük oranda makine parkı oluşturmuş. Yetkililerin ifadesine göre İBB'nin elinde olan makine parkı ve yetişmiş insan gücü bütün büyükşehirlerin toplamı kadarmış. Peki, bu birikim nasıl kullanıldı? CHP tek başına Hatay'da bile varlık gösteremedi. AK Partili iki belediye Hatay'da efsaneleşti: Kocaeli ve Konya. Ankara: Bilindiği gibi Ankara milliyetçi bir şehir. AK Parti, Melih Gökçek'i görevden aldığında Mustafa Tuna kısa süre görev yaptı. İlginç bir şekilde Ankara Mustafa Tuna'yı benimsemişti. Seçmende ilginç bir sezgi ve ön kabul var ve bir yöneticiyi neden sevdiğini bir başkasını neden benimsemediğini fark edemiyorsunuz. Fakat halkın bilgeliği diye bir şey vardır. O dönemde AK Parti, kendi siyasi temsilini halktan uzak olmak ve kibirli olmakla eleştiriyordu. Belki de Tuna bu durumun zıddı bir yerde duruyordu. Sürecin geride kalmasına rağmen bu görevden alma olayının hâlâ parti içinde bir sahibi yoktur. Kimin aklına geldi, kim projelendirdi, kim sahiplendi bugün herkes bu sorulardan kaçmaktadır. Ve uygulama sahipsiz kalmıştır. Dillendirme işini o dönem kötüye kullanılan bir araştırma firmasına atfediliyor fakat bu büyük kayıp o kişinin akıl sınırlarını aşar. O dönem için Ankara'da AK Parti ve MHP'nin oy toplamı yüzde 60'a yakındı ve AK Parti'nin Ankara'yı kaybetme ihtimali hiç kimsenin aklına gelmemiştir. Seçim bittiğinde ilçeler toplamında ve il genel meclisinde AK Parti ve MHP kazanırken Millet İttifakı büyükşehir belediyesini almış oldu. Ankara'nın kaybı İstanbul'la birleşince AK Parti için ağır bir yenilgiye dönüştü. Bir yazıda 15 Temmuz'dan yerel seçimlere giden süreçte AK Parti'nin yaşadığı sorunları ele alabiliriz. Bir siyasal süreçte başarı ve başarısızlık kendiliğinden oluşmaz onu oluşturan sebepler vardır. Bugün iki milliyetçi aday var Ankara'da. Konuştuğum Ankaralıların kafası karışmış. Daha önce radikal düzeyde bir Mansur Yavaş desteği vardı.
hep söylenen bir şey bu. Karşı cenahın diline pelesenk ettiği bir suçlamadır bu. Peki, gerçekliği var mıdır? Yok! Çünkü AK Parti herkes için özgürlük isteyen bir partidir. Bugüne kadar da hiç kimsenin yaşam tarzına zinhar müdahale etmemiştir. Tam tersine başkalarının yaşam tarzının garantisi olmuş bir partidir. Bu gerçeği parti adına ifade etmek çok mu zor? Bir AK Partili kendi partisinin bu ilkeli tavrını göğsünü gere gere anlatmak yerine partisi adına değil de şahsı adına özgürlük garantisi verme yoluna gidiyorsa, siz olsanız ne anlarsınız? “Benim olduğum yerde başkasının yaşam tarzına müdahale olmaz” demek, soruyorum size, ne demek? Ne yani senin dışında AK Partili başka biri belediye başkanı seçilirse başkalarının yaşam tarzına müdahale mi eder? AK Parti böyle bir parti midir ki senin dışında biri olduğunda yaşam tarzlarına müdahale edecek ve AK Parti de buna onay verecek öyle mi? AK Partili bir belediye başkan adayının kendi şahsını odağa alarak yaşam tarzlarına garantörlük anlamında böyle bir laf etmesi, doğrusu bir AK Partili olarak çok ağrıma gitti. “AK Parti olarak hiç kimsenin yaşam tarzına bugüne kadar müdahale etmedik, ettirmeyiz. Çünkü biz herkes için özgürlük isteyen demokrat bir partiyiz” demek varken şahsımızı merkeze oturtup “Ben varsam, benim olduğum yerde” gibi bir yaklaşım sergilemek de neyin nesidir? AK Parti savunusu yerine şahıs savunusu yapmak, AK Parti'mizin misyonuyla da bağdaşmaz bir tutumdur. Hiç kimse AK Parti'den büyük değildir. Hiç kimse AK Parti'nin üstünde değildir. “Benim olduğum yerde olmaz” demek, hem AK Parti'mize zımni bir töhmettir hem de ego merkezli bir yaklaşımdır ki her ikisi de kabul edilemez. “Dost acı söyler” demişler. Bizimkisi de söylemekten ve uyarmaktan ibaret. Bu yanlış söylem ve tutumlardan henüz vakit varken vazgeçilmelidir. Değilse akıbet hayrolmaz. Kendi partimizin/davamızın kurumsal itibarı ve dahi misyonu her türlü kişiselliğin ve kişisel kazanımların üstündedir. Bu eleştirel tavrımızı umarım hiç kimse kişisel algılayıp yanlış mecralara taşımaz. Bizimkisi sahiplenmektir.
ülkemiz, 2019 seçimlerine giderken başına gelmeyen şey kalmamıştı. 15 Temmuz darbe girişimine giden yolda yaşanan sorunlar yetmemiş gibi AK Parti, bir partiyi el değiştirme gayreti içerisinde olanlarla da uğraşmak zorunda kalmıştı. Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimi ve 15 Temmuz darbe kalkışması bir devletin iç yapısını bozan girişimlerdi. Darbelerle ilgili bir yargım vardır. Hiçbir darbe girişimi eksik, yarım kalmamıştır. Her darbe bir ülkeye vereceği hasarı fazlasıyla vermiştir. Fetret devri sayılacak bu devirde devlet, hükümet ve AK Parti büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı. AK Parti bütün bu sorunlarla baş etmeye çalışırken, bir de AK Parti Genel Bakanlığı yapan Davutoğlu ve acemi danışmanlarının partiyi ele geçirme çabası eklendi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası AK Parti'nin oyları yüzde 50'ye tırmanmış ve kamuoyu desteği ise yüzde 52'lere varmıştı. Partinin içinde bulunduğu sorunlar yetmemiş gibi partili aktörle bu oy potansiyelini görünce ‘Türk siyasetinde rakip kalmadı bugünden sonra yükselmenin yolu AK Parti içerisindeki mücadele ile olacaktır' düşüncesinin gelişmesine sebep oldu. Bugün neredeyse hiç konuşulmayan “Erdoğan sonrası” meselesi o dönemde kronik hastalık gibi nüksetmişti. Parti içi darbe yapıp, partiyi ele geçirme çabasında olan Davutoğlu hariç en az üç genel başkan adayı da parti içinde vardı. Sanki lider kenara çekilmiş, parti kendilerinde kalmış gibi bir de kendi aralarında rekabet ediyorlardı. AK Parti, 2019 yerel seçimlerin iç içe geçmiş onlarca problemle baş etme çabası içerisinde girdi. Bugünkü parti yönetiminin saat gibi işlediğini kabul edersek şartlar bugünkü durumdan çok uzaktı. Araştırma firmaları, parti kurulduğundan bugüne kadar siyaset üretiminin önemli bir parçası olagelmiştir. Bunun en başat sebebi de Erdoğan'ın toplum sosyolojisini yönetme konusunda sektörü önemsemesinden kaynaklıdır. Zaman zaman partinin rasyonel talebinden abartılı roller çıkaran firma temsilcileri, abartılı roller vehmederek iktidar oyununun bir parçası haline geldiler. Bu yaklaşım firmaları bilimsel bilgi üretmekten başka bir alana savurdu. 2019 yerel seçimlerine giderken önemli bir toplantı için bir brifing talebi olmuştu. Her ne kadar bizden beklenen salt veri analizi olsa da o toplantı için yerel yönetimlerde paradigma değişiminden bahis açmıştım. Paradigma değişti: AK Parti bugüne kadar yerel yönetimlerde kentleşme alanında geri kalmışlığı gidermek için devrim düzeyinde fiziki yatırımlar yaptı. Paradigma köklü bir değişikliğe uğradı. Bugün İstanbul'da göğe merdiven kursanız, insanlar her gün göğe inip çıksalar oylarda zerre bir artış olmayacak. Sosyal projeler ve sosyolojinin yönetimi, fen işlerinin maharetinin önüne geçti. Bu kötü bir durum değil çünkü kentin bir sorunu çözülünce toplum başka bir talep aşamasına geçer ve bu değişimi okuyanlar yerelde iktidarını devamlı kılar.
Geçtiğimiz cumartesi Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın düzenlediği ve Cumhur-başkanımız Tayyip Erdoğan'ın da katıldığı “Yüzyılın Dönüşümü İstanbul” programında AK Parti'nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi adayı açıklanmadı ama bana kalırsa İstanbul'un yerel seçim kampanyası fiili olarak başlatıldı. Bu kanaatimi besleyen iki husus var. Birincisi, Cumhurbaşkanımızın konuşmasında İstanbul ve belediye başkan adayı hakkında verdiği tafsilat. Hem “İstanbul'a kendisini adayacak bir aday” profilinin üzerinde durdu Cumhurbaşkanımız, hem de İstanbul'un önümüzdeki dönemde belirleyici kavramının “kentsel dönüşüm” olacağını beyan etti. İkincisi de Çevre Şehircilik Bakanlığı'nın ortaya koyduğu “İstanbul için kentsel dönüşüm projesi”nin büyüklüğü. Açık konuşmak gerekirse kentten de dönüşümden de pek anladığı söylenemeyecek Ekrem İmamoğlu ile eşgüdüm halinde çalışarak İstanbul'u dönüştürmek zor. Dolayısıyla Cumhurbaşkanımız, İstanbul için merkezi iktidarın gücü ile birlikte yerel iktidarın gücünün de yanında olmasını ve İstanbul'un uyum içerisinde dönüşmesini arzu ediyor. Bence, “İstanbul'u yönetmeye talip olacak aday”da bu dönem aranacak iki temel nitelik var. “Toplumsallık ve hendese” diyeceğim ben bu iki niteliğe. Toplumsallık yani İstanbulluların en geniş çerçevede kabul edebileceği bir yönetici karakteri... Teşkilatlardan ve AK Parti Genel Merkezi'nden edindiğim hava, bu toplumsallık arayışının başat bir modelleme olduğu yönünde. Kabaca “Kadir abi modeli bir aday” diyor konuştuğum insanlar. Merkezi siyasetle ilgisi ve ilişkisi İstanbul ile sınırlı kalacak, toplumsal bütün kesimlerle iletişim kurabilecek ve “kent yönetimi hakkında vizyon sahibi” bir aday demek bu. Rahmetli Başkan Kadir Topbaş'ın böyle bir başkan olup olmadığı tartışmasını saklı tutarak söylemem gerekirse İstanbul'un sıkışan yerel siyasetini rahatlatmak için de, şehrin hızla hizmet alması için de, ortaya İstanbul'a yakışır bir şehir vizyonu koymak için de bu “toplumsallık” şartını çok önemsiyorum. Hendeseye gelince. 6 Şubat'ta yaşanılan büyük felâketin ardından İstanbul'un en önemli gündeminin kentsel dönüşüm başlığı olduğu da, İmamoğlu'nun bu hususta sınıfta kalan bir performans sergilediği de açıkça görülüyor. Bu manada AK Parti'nin göstereceği adayın öncelikli işinin kentsel dönüşüm olacağına şüphe yok. Tabii büyük bir şansı da var burada AK Parti'nin. Kamuoyunda “aday olabilir” diye konuşulan hemen her ismin çok ciddi bir “kentsel dönüşüm” birikimi var. Neredeyse uzmanlık alanlarının büyük kısmını kentsel dönüşüm oluşturdu seneler içerisinde bu isimlerin. İstanbul kamusunda büyükşehir belediye başkan adaylığı için isimleri konuşulan ilçe belediye başkanlarının hepsinin kentsel dönüşüm konusunda muazzam bir birikimleri olduğunu söylemeye gerek bile yok bence. İlçe belediye başkanı olmayan ve adaylık için ismi geçen bir iki kişinin de bu alandaki yeterlilikleri üst düzeyde. Yani “hendese” tamam bence AK Parti'de ismi konuşulan adaylar açısından. Dolayısıyla aday seçiminde belirleyici kavramın “toplumsallık” olmasını bekleyebiliriz. Kültür, çevre, gençlik, bilim ve spor gibi alanlarla “kent yönetimi” olarak isimlendirebileceğimiz yeni nesil yerel yönetim yaklaşımlarını
Gazze'de bunca zulüm varken, Siyonist köpekler yeniden insan katletmeye başlamışken “bir başka konuda” yazı yazmak gerçekten çok zor geliyor ama yazmazsam cidden çatlayacağım. O yüzden affınıza sığınarak bugün yerel seçimler konusunda biraz kalem oynatmak niyetindeyim. Gerçi bu yazıyı yazmak benim açımdan bir miktar delilik de içeriyor. “Etliye sütlüye karışmadan yazıp yaşayan bunca insanın bir bildiği vardır” bile demeden hem etliye hem de sütlüye karışıyorum her seferinde. Ardından başlıyor aramalar, ince tehditler, dirsek göstermeler... Her seferinde böyle oldu, bundan böyle de böyle devam eder. Fakat “ya ben öleyim mi söylemeyince” demiş bulunduk bir kere. Efendim, malumunuzdur ki siyasi partiler, marttaki yerel yönetim seçimleri öncesi hummalı bir aday belirleme sürecine giriştiler. Tahmin edersiniz ki bu sürecin en gözde partisi, yerel seçimlerden de birinci parti çıkacağı ve en çok belediyeyi alacağı garanti olan AK Parti. Aday adaylarının “her türlü zemini yoklayarak” şanslarını denemelerini, kısmetlerini çağırmalarını her daim “az biraz eğlenceli bulan” biriyim. O yüzden “bu süreç beni biraz eğlendiriyor” desem yeridir. Fakat “bir delilik edip” bazı uyarılarda bulunmayı da boynuma borç biliyorum. TVNET'teki SİYASETEN programında AK Parti'ye ve AK Parti'nin yerel yönetim adaylarını belirleyecek isimlerine, mekanizmalarına tam tamına şunları söyledim: “Arkasında duramayacağımız belediye başkan adaylarıyla lütfen bizi uğraştırmayın. Kabilecilik, hizipçilik, ekipçilik yapar da bizi arkasında duramayacağımız insanlarla muhatap ederseniz bu vebalin altında kalırsınız. Örneğin İstanbul'da iki üç ilçe var AK Parti'nin yönettiği. Ben oralarda oturuyor olsaydım ve mevcut belediye başkanları tekrar aday olarak karşıma konulsaydı onlara oy vermezdim. Çünkü bu yerel seçim. Şehrimi güzelleştirecek adamı seçiyorum. AK Parti'de herkes Recep Tayyip Erdoğan'ın adamı. Hizipçilikle, kabilecilikle alacak mesafemiz yok. Vallahi cezayı keser atar bu halk.” Aslında söylediklerim yeteri kadar açık ama biraz daha derinleştireyim istiyorum. Yerel seçimlerdeki aday belirleme süreçlerinde AK Parti'nin en büyük başarısı “veriye, yönteme ve hassasiyetlere dayalı bir süreç” belirleyerek yoluna devam etmesiydi. Bu sürecin o ya da bu nedenle 2019 seçimlerinde çok da verimli işlemediğini düşünüyorum buradan geriye bakınca. Bunun birkaç nedeni var. Öncelikli neden “nasılsa kazanıyoruz” nedeniydi bence. AK Parti'nin, hele MHP ittifakıyla birlikte açık ara önde olduğu seçim bölgelerinde “nasılsa kazanırız” denilerek bazı tercih yanlışları yapıldı. Doğrusu, o adayların hemen hepsi kazandı ama aralarında belediye başkanlığı performansları öylesine kötü isimler çıktı ki “keşke kazanmasaydı” dedik, diyoruz. Halkla ilişkileri perişan, belediye bütçesi yönetme kabiliyeti zayıf, ortaya proje koyamayan, yönettiği yerin geleceğini planlayamayan bir kısım belediye başkanıyla muhatap olmak zorunda kaldı bazı yerlerde insanlar. Bir de, belki bu başkanlardan da beter olmak üzere “kendi imajı dışında hiçbir şeyi önemsemeyen başkan tipi” diye bir tip çıktı karşımıza. Hatta bu başkanlar “adamın sosyal medya iletişimi çok kuvvetli” diye önümüze başarı hikâyesi olarak konuldu. Ört ki ölek. İkinci neden, seçimler yapılıp adaylar belirlenirken “nitelik” değil, “yakınlık” konusunda bazı inisiyatifler kullanılması oldu. Benim “hizipçilik, ekipçilik, kabilecilik” derken kastım budur. AK Parti'ye gönül vermiş herkesin “Recep Tayyip Erdoğan'ın adamı” olduğu gerçeği bir veri olarak kabul edilmedi de bu geniş halkanın içerisinde bir “bizim adamlar” sekmesi yaratmak istedi bazıları.
Ülkemizde yerel yönetimler Özal döneminde kendi kendini yönetecek finans imkânına kavuştu. Onun öncesinde planlama, mimari ve altyapı konuları oldukça pespaye bir durumda idi. ANAP (Anavatan Partisi) döneminde İzmir ve birkaç ilde belediye başarıları ortaya çıktı. Anavatan Partisi'nin yerel yönetim serüveni uzun sürmedi. İlk seçimde İstanbul ve Ankara dâhil olmak üzere SHP neredeyse bütün belediyeleri silip süpürdü. Hikâyenin gerisini İstanbul üzerinden okuyabiliriz. İstanbul'da Nurettin Sözen dönemi başlamış oldu. Kentte su sorunu, hava kirliliği ve altyapı yetersizliği kısa zamanda kaosa dönüşmüş, yerel yöneticiler ne büyükşehir ne de ilçelerde bu sorunlarla baş edemiyordu. İstanbul'un hali içler acısıydı. İstanbul'un herhangi bir ilçesine gittiğinizde ana yollarda büyük kazılar, sokaklar karmakarışık, caddelerden sular akıyor... Şehir merkezine su nerden geldi diyecek olursanız şebeke ve kanalizasyon kaçakları vb. Nurettin Sözen dönemi İSKİ skandalı ile markalaştı ve uzun süre ülke gündemini meşgul etti. İSKİ skandalı tek başına bir konu değildi. Bu durum “CHP'nin iş yapma(ma) zihniyeti”nin bir yansımasıydı. İstanbul çöp-çamur-susuzluk içinde kıvranırken her bir parkta müzik festivalleri düzenleniyor, davul-zurna, türkü-kültür namıma acınacak halimiz için İstanbul eğleniyordu... Zamanla CHP'nin elinde İzmir Karşıyaka, İstanbul Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy ve Şişli gibi yerler kaldı. Bu belediyeler büyük oranda kentleşmesini tamamlamış yerlerdi. Herhangi bir yatırıma ve hizmete ihtiyaç yoktu. Bu durum Mustafa Sarıgül gibi popüler başkanların ortaya çıkmasını sağladı. CHP büyük oranda çivi çakmadan oy kazanan başkan imajı olarak Sarıgül'ü kopyaladı. CHP'liler yaşam tarzı, ‘AK Parti gelecek' korkusu ve popülerlik üzerinden bir oy kazanma modeli geliştirerek bu durumu sürdürülebilir hale getirdi. Kadıköy'de bir belediye başkanı seçildikten sonra tatile gitse ve bir sonraki seçimde anca iş başı yapsa oy oranı birkaç puan değişmez. CHP'li belediyeler iki bölüme ayrılıyor. İlki sürekli kazandıkları yerler. -ki zaten altyapısı tamamlanmış belediyeler. - İkinci gurup belediyeler ise AK Parti'den kazanılmış belediyeler. Ki zaten AK Parti'nin fen işleri maharetinden dolayı bir dönem çivi çakmasanız bile bu belediyelerde altyapı noksanlıkları hissedilmez. Bu mekânlar tamda CHP için uygun mekânlar. Var olan altyapı üzerine geriye şov yapmaktan başka iş kalmıyor. Çivi çakmadan oy almanın nasıl bir maharet olduğunu çok merak ettim. Çok çok kafa yordum. Birkaç ipucu yakaladığımı düşünüyorum. AK Partili belediyeler iş yapmaya ve icraata odaklı belediyeler, CHP ise doğrudan iletişime yönelik çalışıyor. AK Parti vatandaşı talepleri konusunda kamu hukukunu korumak gibi bir hassasiyeti var. CHP ise ‘kardeşim git yap sorun değil' anlayışı var. Bu durum bir yönüyle vatandaşın küçük sorunlarını çözdürdüğü için oy da kazandırıyor. Bir başka etkileşim yaşam tarzı üzerinden bir etki ve korku iklimi oluşturma çabası. Büyük sınav: CHP büyük sınavını İstanbul'da vermeye çalıştı. AK Parti'nin temsil ettiği 25 yıl boyunca İstanbul yönetilebilir hale geldi. Olağanüstü derecede altyapısını tamamladı, birçok uygulaması ile dünyada örnek belediyeciliğin sembolü oldu.
Terör devleti İsrail, Filistin'de katliamlarına devam ederken, iç politika yazısı yazmak içime sinmese de İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in dile getirdiği “fuhuş” meselesini es geçmek mümkün değil. Zira dillendirilen konu çok önemli, dillendiren kişi ise daha da önemli. Önce Akşener'in neyi iddia ettiğini hatırlayalım: “Oteli olan polis müdürleri var. O otellerde fuhşun ötesi, öksüz kızlar çalıştırılıyor. Bunlara karşı olduğumuz için, bunlara göz yummadığımız için İYİ Parti'ye psikolojik harp uyguluyorlar. Ama karşılarında rahmetli Teoman Koman'ın talebesi var” dedi. Bu iddiaları herhangi bir siyasetçi dillendirseydi, siyaset denir geçilirdi. Bunları dillendiren Akşener olunca üzerinde uzun uzun düşünülesi gerekir. Hele hele “Teoman Koman'ın talebesiyim” ifadesiyle bunların dile getirilmesi ayrıca düşündürücü. Meral Akşener, 2002 yılında AK Parti'nin kuruluş toplantısı için Afyon'a giderken, kendisine hatırlatılan bir görüntü üzerine yoldan geri döndü. Onun için Meral Akşener'in böyle konularda yaptığı açıklamaların arkasını iyi irdelemek lazım. Dünyada ve Türkiye'de siyaseti belden aşağı görüntülerle dizayn eden bir güç var. Bu güç ne yazık ki kadın istihdam ediyor! Eski bir İçişleri Bakanı Meral Akşener'in bu konuyu iyi biliyor olması gayet doğal. Bir dönem Fetullahçıların içinde yer alan Çetin Acar, çatı davada tanık olarak verdiği ifadede, “FETÖ, 3 bin kişilik fuhuş ordusu kurmuştu. Ben bunu duyduğumda ölesim geldi. Bunlar bakanların, milletvekillerinin, generallerin koynuna sokuluyordu ve kayıt altına alınıyordu. 'Zehra' isminde bir 'fahişe imamı' vardır. Okumaya gelen bin civarında kişi, Gülen'in evinde fahişe olarak kullanılıyordu” demişti. TEOMAN KOMAN VE FETÖ BENZER YÖNTEMLER KULLANDI Teoman Koman'ın MİT Müsteşarlığı yaptığı dönemde de benzer yöntemler kullandığı bilgisi var. Aynı şekilde, Fetullahçı teröristlerin emniyeti ellerinde bulundurdukları dönemlerde benzer yöntemlerle onlarca siyasetçiyi, iş adamını, bürokratı örgüte köle yaptıklarını biliyoruz. Deniz Baykal'a kurulan kumpasta Fetullahçı polislerin başrol oynadıkları mahkeme kayıtlarında yer alıyor. Deniz Baykal'a yakın isimlerin telefonları dinlenmiş, emniyetin imkanlarıyla teknik takipler yapılmış ve evlere kayıt cihazları yerleştirilmişti. Elde edilen görüntülerin neticesinde Türk siyaseti dizayn edildi. Aynı şekilde MHP başta olmak üzere başka partiler ve siyasetçiler hedef alınmış. Maalesef bu olaylarda kullanılan kadınlarla ilgili hiçbir soruşturma açılmamış, bu kadınlar kimdir, necidir araştırılmamış...
Zor, içinden çıkılamaz zamanlarda yaşıyoruz. Modern çağda Müslüman olmak ağır mesuliyetler istiyor. Batılı devletler, Gazze'de yaşayan bir avuç Müslüman halkı yok etmek için birleşmiş durumda ve kimse onları durdurmuyor. Birlikte, ‘Hafıza' isimi programı yaptığımız İbrahim Ufuk Kaynak Hoca son yayında “Haçlılar bu kez Yahudi kılığında geldiler” tespitinde bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da İstanbul'daki Filistin mitinginde Batı'ya seslenerek “Siz yeniden hilal-haçlı mücadelesi mi istiyorsunuz?” demişti. Bu, sadece soru değil. Bir tespit de değil, tam olarak teşhis etmektir. “Sizi görüyoruz, asıl amacınızı biliyoruz” saptamasıdır. Batılı devletler bir aydır bu teşhisi onaylıyor. Evet bu kez, Hristiyan orduları olarak değil de “Yahudi kılığında birleşmiş ordular” olarak geldiler ve Gazze Şeridi'ni hep birlikte abluka altına aldılar. Bu nedenle de İsrail'in Gazze'de katlettiği her sivilin, her bebeğin, her kadının kanlarının; Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada ve Belçika devletlerinin üzerine sıçradığından, liderlerinin elinin kana bulandığından “adımız kadar” emin olmalıyız. ‘Medeni Avrupa' tüm değerleriyle çöktü, Batı Gazze'de battı. Yasaklara, engellemelere rağmen ayağa kalkan ve meydanlara dökülerek “biz bu vahşetten beriyiz” diyen kendi halklarına hesap veremeyecekler. Onların bu baskıcı ve yasakçı tavırları protestoları besliyor, göz göre göre yalan söylemeleri, yalan haberler üzerinden algı yapmaları ilgisiz insanların bile ilgi duymasına, bilgi sahibi olup tepki vermesine neden oluyor. Diğer yandan kendi halkları zor durumdayken İsrail'e bebek öldürmesi için sınırsız kredi açılması büyük itirazların kapısını da açacak yakın zamanda. Bu açıdan dünyadan, özellikle Avrupa'dan gelen kitlesel gösteriler ve yayınlanan görüntülerin önemi çok büyük. Bu görüntüler bizi umutlandırıyor, insanlık adına mutlu ediyor, büyük bir kazanım olarak önümüzde duruyor. Ama diğer yandan bugüne dek Filistin konusunda ‘eylem' denilince, ‘tepki' denilince ilk akla gelen halkın Türkler olmasına rağmen dünyaya istediğimiz görüntüyü verebildiğimizden emin değilim. AK Parti'nin düzenlediği milyonluk Büyük Filistin Mitingi dışında meydanlarda istenen hareketlilik yok gibi. Bunda ne zaman bir Filistin eylemi söz konusu olsa polisle çatışmak niyetiyle gelmiş provokatörlerin derli toplu bir görüntü verilmesini engelleyen çıkışlarının da etkisi var kuşkusuz. Bunu değiştirmek için bir şey yapmalı diye düşünürken, insani yardım çalışmaları denilince akla ilk gelen isimlerden olan Yönetmen Tülay Gökçimen aradı bir sabah. “Bir şey yapalım artık, ne zamana kadar seyredeceğiz, neden evlerimizdeyiz, neden sürekli hareket halinde değil meydanlarımız” diye dert yandı. Nasıl bir şey yapabiliriz derken aklıma en masum, en etkili, en unutulmaz sivil eylemlerimizden biri olan ‘el ele' eylemi geldi. “Tülay abla, gel Edirnekapı'da buluşalım kaç kişi olursak olalım insan zinciri oluşturalım ve adına da ‘Gazze Şeridi' diyelim” dedim. Bu konuşma salı günü gerçekleşti. Sonrası bir maraton... Günlerdir hemen her ortamda ‘biz de bir şeyler yapmalıyız' diyen isimlerle WhatsApp grubu kuruldu. Tam olarak ne yapacağımıza karar verildi. Sözcümüz Tülay Gökçimen'in öncülüğünde; Bekir Develi, Ümit Sönmez, Esra Elönü, Nuriye Çakmak Çelik, Demet Tezcan, İsmail Halis, Sertaç Güngör, Süleyman Ragıp Yazıcılar, Merve Safa Likoğlu, Merve Gülcemal ve Mehmet Ali Aslan gibi temsiliyeti olan, etkileşimi yüksek isimler davetçi oldu.
“Bugüne kadar hiç kimseyi arkasından hançerlemedim. Ben, hak ettiği takdirde hançeri ya şurasına (boğazını işaretle) ya da kalbine vururum! Bugüne kadar hep böyle yaptım... Arkadan işim yoktur...” İP'in Heval Meral Ablası... Bay Bay Kemal'in “Sırtımda hançerlerle seçime girdim” cümlesine; işte böylesine tüyler ürpertici bir karşılık verdi. Mafya jargonunu hatırlatan bir cevap! “Hanımefendi” diyorduk; meğer “Hanım Ağa” imiş! Hançeri karşısındakinin boğazına veya kalbine saplayan bu psikoloji, nasıl bir ruh halidir? Bilinçaltın-dakilerin dışarıya yansıması mıdır? Kendisini Türk psikiyatristlerine emanet ediyoruz! ÇİLLER'İ HARÇERLEYEN KİMDİ? Siyasete, otuz yıl önce Çiller Ailesi'nin kanatları altında girdi. “Kimseyi arkadan hançerlemedim” diyor ya... Sadece Tansu Hanım'a yaptıklarına bakmak bile “doğru konuşmadığını” ispata yeterlidir. Henüz DYP'den kopmadan aynen şöyle demişti: “Uzun bir süredir DYP'yi bırakıp başka bir partiye gireceğime dair spekülasyonlar yapılıyor... 1993'ün Kasım ayında DYP ile kıydığım nikâh, Katolik nikâhı gibi boşanması olmayan bir nikâhtır. Tansu Çiller'in siyasi öğrencisiyim... Benim evladıma bırakacağım tek miras DYP'dir!” Meral Hanımefendi, işte bu sözlerinin üzerinden fazla geçmeden, AK Parti'nin öncülü olan Yenilikçi Hareket'e katıldı... AK Parti'nin kuruluşuna birkaç gün kala orayı da terk etti! Sonraki dönemde MHP'nin yolunu tuttu. 2016'da bir “hançer” de oraya vurdu! 2023'te ise “Kumar Masası” dediği Altılı Masa'yı terk edip üç gün sonra tak dönerek Kılıçdaroğlu'nu da hançerledi! PÜF NOKTASI
AK Parti 14 Mayıs seçimleriyle TBMM kadrosunu belirledi. 28 Mayıs sonrasında hızla Bakanlar Kurulu atandı, bürok-rasideki değişim yapıldı, Meclis görevlen-dirmeleri tamam-landı. Önceki gün de 4'üncü Olağanüstü Kongre ile Genel Merkez yönetimi şekillendi. AK Parti'nin olağan ya da olağanüstü bütün kongreleri şölen havasında olmuştur. Türkiye'nin her yerinden gelen teşkilat mensupları ve gönüllülerin yanı sıra yurt içinden ve yurt dışından gelen misafirlerle Ankara'nın en büyük salonu hınca hınç dolar, hatta dışına taşar. Gençlik Kolları'nın enerjisiyle salonda heyecan ve coşku hep en üst seviyededir. Genel Başkan'ın konuşması başından sonuna kadar salonu ayakta ve canlı tutar. Kongrenin tüm formaliteleri tıkır tıkır işler ve akşam olmadan seçimler tamamlanarak kongre sonlanır. Önceki günkü Olağanüstü Kongre'de de manzara farklı değildi. Salon yine dışına taşmıştı. Katılım çok renkliydi. Coşku yine yüksekti. Cumhurbaşkanı ve Genel Başkan Erdoğan, geçirdiği son rahatsızlığın kırgınlığı ile biraz kısa tutsa da konuşması hem mesaj doluydu, hem de heyecanı sürekli diri tuttu. Kongrede gözler seçim sonuçlarındaydı. MKYK'ya kimlerin gireceği, MYK'nın kimlerden oluşacağı en merak edilen konuydu. Seçimler kısa sürede tamamlandı, listeler belli oldu. AK Parti'yi Olağan Kongre'ye kadar idare edecek, en önemlisi de Mart'taki yerel seçimler için çalışacak kadro üzerinde biraz durmak gerekiyor. Önceki iki yazımda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle birlikte lider ve Parti'nin ayrıştığını, seçmenin Erdoğan'ı ayrı, AK Parti'yi ayrı değerlendirmeye başladığını, 14 Mayıs seçimlerinde Erdoğan ile AK Parti'nin oyları arasındaki makasın bu mesajı net şekilde verdiğini yazmıştım. Bu ayrışmanın da AK Parti için yeni bir politika, yeni bir dil, yeni bir misyon ihtiyacına işaret ettiğini söylemiştim. AK Parti'nin yeni oluşan MYK'sı çok değişmedi ama MKYK'da büyük oranda değişim yapıldı. MYK'da tecrübenin ağır basması kuşkusuz olumlu ancak MKYK'daki değişimin AK Parti'nin ortaya çıkan yeni ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu görülüyor. Görünen o ki, yakın gelecekte AK Parti'nin politika, dil ve misyonunda çok değişiklik olmayacak. Bunun önce yerel seçim için riskli olduğu kanaatindeyim. Yeni MKYK, AK Parti'deki köklü istişare mekanizmasının bu dönemde de geçmişe nazaran zayıf kalacağına işaret ediyor. MKYK üye sayısı 50'den 75'e çıkarılmıştı; bu sayı korundu. MKYK toplantılarının yedek üyeler dâhil geniş katılımlı yapılması, güncel meselelerin etraflıca tartışılmasını önlüyor. Yeni dönemde de AK Parti'nin bu imkândan mahrum kalacağı görülüyor.
28 Şubat'ın geniş toplumsal kesimlerde ürettiği baskı 2000'lerin başındaki derin ekonomik krizle birleşince ciddi sorunların yaşanması kaçınılmaz oldu. Siyaset kurumuna duyulan güvensizliğin yanı sıra ekonomik krizin yarattığı toplumsal tedirginlik, yeni beklenti ve talepleri de beraberinde getirdi. Bu anlamda 2001 yılında siyasi ve ekonomik krizlerin gölgesinde kurulan AK Parti'nin kurulduktan bir yıl sonra iktidara gelebilmesi, söz konusu beklentinin ne denli güçlü olduğunu da göstermektedir. 2002 seçimlerinden bu yana iktidarda kalmayı başararak Türk siyasetinde radikal değişikliklere imza atan AK Parti, bu yönüyle istisnai bir konum elde etmiştir. AK Parti'nin Türkiye sosyo-politik hayatındaki yarattığı değişim ve dönüşümü lineer bir çizgide değerlendirmek oldukça güç. Doğrusal bir ilerleme yerine belirli kırılma ve meydan okumalara konu olan AK Parti'nin siyasi hayatının dönemlendirilmesi bu tarihi anlamak adına oldukça önemli. Bu nedenle AK Parti'nin ilk dönemi, siyasette çevreye itilen geniş toplumsal kesimleri merkeze taşıyacak bir arayışla ilişkilendirilmektedir. Reform tartışmaları ile başlayan bu sürecin en önemli önceliği, bürokrasinin egemenliğine son vererek halkı siyasetin merkezine taşıma çabasıdır. Bu nedenle AK Parti'nin ilk döneminde bürokratik merkezin ağırlığını azaltacak hamleler yapılmış ve vesayetle mücadelede önemli kazanımlar elde edilmiştir. Cumartesi günü yapılan AK Parti kongresinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “cumhur ile Cumhuriyetin arasındaki duvarları yıktık” ifadesi bu mücadelede neyin hedeflendiği ve nasıl bir sonuç alındığını göstermesi açısından önemliydi. AK PARTİ VE MEYDAN OKUMALAR Askeri ve yargı müdahalelerinin gölgesinde radikal değişikliklere imza atan AK Parti'nin bugüne kadarki serüveninde önemli meydan okumalara maruz kaldığı bilinmektedir. Cumhuriyet mitinglerinin yanı sıra Gezi Parkı ile bir Erdoğan karşıtı blok yaratma çabası, ciddi toplumsal krizlere de neden olmuştur. Reformist politikaları tedrici biçimde gerçekleştiren AK Parti'ye yönelik en büyük mukavemetin bürokrasiden gelmiş olması bu anlamda şaşırtıcı olmasa gerek. Özellikle din-devlet ilişkilerinin rehabilitasyonu adına atılan adımlar sonrasında 2008 yılında AK Parti'ye “Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatma davasının açılması bu mukavemetin en somut hali olarak göze çarpmaktadır. 15 Temmuz darbe girişimi ve etnik terörle mücadele konusunda yaşananlar da düşünüldüğünde Türkiye siyasetinde son yirmi yılın doğrusal bir zeminde ilerlemediği açık biçimde görülecektir. Bu nedenle AK Parti, değişen koşullara göre kendisini güncellemiş ve zaman zaman farklı tarzlar benimsemek zorunda kalmıştır. AK Parti'yi konu edinen literatürün üzerinden sıklıkla durduğu bu dönemlendirme arayışları, hiç kuşkusuz yol ayrımları ve yeni arayışları izah ettiği ölçüde daha da anlamlı olacaktır. DEĞİŞİM MOTTOSU VE KONGRE
AK Parti iktidara geldiğinde, Türkiye'de çok önemli, vizyoner ve nitelikli bir parti olarak ortaya çıktı. Türkiye'de siyaset derin bir bunalım yaşıyordu. Bir yönüyle ülke genelinde bir fetret havası vardı. Ekonomi çökmüştü. AK Parti'nin iktidara geldiği dönemde bir siyasi partinin ya da hükümetin kendi gönlüne göre çalışma imkanı yoktu. Çünkü 28 Şubat sürecinde devlete el koyan ordu mekanizması, bir yönüyle siyaseti yönetmeye devam ediyordu. AK Parti hükümetinin önünde onlarca problem vardı. Öncelikli olarak, ekonomi iflasın eşiğindeydi ve halka güven vererek ekonominin iyileştirilmesi gerekiyordu. Demokratikleşmeyle ilgili halledilmesi gereken onlarca problem vardı. Her zaman olduğu gibi, askeri ve bürokratik vesayet de siyaseti geçici olarak görüyorlardı. Yani bugün işe başladılar, yarın çekip gidecekler modundaydılar. AK Parti adım adım, halkın problemlerini çözdükçe güven kazandı ve her bir adımda, her bir seçimde oyunu artırarak %34'ten %50'lere kadar tırmandırmayı başardı. Öncelikler konusunda da, belki de yalnızca Türkiye'de değil, dünya tarihinde örnek olacak bir tutum sergiledi. Hükümet, ekonomik öncelikleri, demokratik öncelikleri, vatandaşın sıkıntılarını, yatırım önceliklerini bir bir sıralamayı başladı. Ve bu öncelikleri doğru sıraladığı için de çok başarılı oldu. Mesela ekonomik sorunları çözmeden, halkın güvenini kazanmadan, demokratik çözümlere yönelmedi. Günü geldiğinde de, 1960 ihtilalinden bugünlere kadar yaşayan vesayeti alt etmeyi başardı. AK Parti vesayetle mücadelesini daha bitirmeden, Türkiye menfaatlerini Batılı devletlerin menfaatlerine göre öncelediği için, bir yönüyle de Batılılarla karşı karşıya geldi. 200 yıldır dünyadaki bütün devletleri keyfine göre yönetmeye çalışan ABD ve Avrupa Birliği'nin güçlü devletleri, Türkiye'nin bu yükselişinden çok da memnun olmadılar. AK Parti iktidarda olduğu sürece siyaseten yönetilebilen demokratik bir ülke haline gelen Türkiye, bu zaman zarfında tüm altyapı yatırımlarını tamamlayarak, altyapıda dünyanın en ileri ülkeleri seviyesine yükseldi. Ulaşım, sağlık, eğitim, enerji, tarım, lojistik gibi yatırım kalemlerinde 20 yılda on binlerce icraat ve proje gerçekleştirdi. Kurulduğu günden bugüne kadar, adım adım tam bağımsızlık yolunda ilerlemeye çalışan Türkiye, AK Parti yönetiminde tam bağımsızlık yolunda önemli adımlar attı. Bugün, Erdoğan Türkiye'si küresel bir etki üretbilen bölgesel bir güç haline gelmiştir. Bunda hiç şüphesiz savunma sanayiindeki devrim niteliğindeki atılımın etkisi çok büyüktür. AK Parti, siyasetin, toplumun, küresel ilişkilerin pozisyonuna göre kendini yeniledi ve sürekli yenilenmiş olarak halkın karşısına çıktı.
Yarın AK Parti'mizin genel merkez yönetiminin belirleneceği olağanüstü kongresi var. Ankara'da genel merkeze yakınlığıyla bilinen kimi gazeteci-siyasetçi arkadaşlarımızın kongreye dair yazılarını ve yorumlarını okuduğumda üzülmedim dersem yalan olur. Güya kongrede MKYK ve MYK listelerinde kayda değer bir değişim olmayacakmış! Madem öyle niye vaktinde değil de olağanüstü kongre? Bir başka deyişle, AK Parti'nin tepe yönetiminde köklü bir değişim olmayacaksa olağanüstü kongreye gitmek niye? Umarım o yazılanlar doğru çıkmaz. Milletin ve AK Parti tabanının beklediği şey, köklü bir değişimdir. Hükümetteki köklü değişimin millette nasıl bir karşılık bulduğu biliniyor. Şimdi aynı şey parti üst yönetimi için de bekleniyor. Başka türlüsü olursa milletin ve dahi AK Parti sosyolojisinin beklentilerine karşılık verilmemiş olur. Hükümet değişiminin oluşturduğu yeni heyecan dalgası parti yönetimindeki değişimle taçlandırılırsa, bu yeni heyecan AK Parti'yi yerel seçimde güçlü bir umuda dönüştürür. Tabii ki tecrübe önemli. Ama tecrübe statükonun kendisine dönüşürse oligarşik bir yapı kaçınılmaz hale gelebilir. Siyasal oligarkların oluşmamasını temin edecek bir yapılanma, olmazsa olmaz bir öneme sahip. O yüzden siyasal bir kast sisteminin oluşmaması için yeni siyasal aktörlerin, millette ve AK Parti sosyolojisinde karşılığı olan aktörlerin ön plana çıkartılması elzem. Şayet bu yapılmazsa tecrübenin yeniyi boğması, başka bir tabirle, siyasal kast düzeninin değişimin- yenilenmenin önünü kesmesi kaçınılmaz hale gelir. Güçlü isimlerle çalışmak şart. Toplumda karşılığı olan isimleri ön plana çıkartmak şart. Söyleyecek sözü olan ve AK Parti politikalarının belirlenmesi sürecine aklıyla ve yüreğiyle katkı sağlayacak isimlerle çalışmak şart. Güçsüz insanlar partiyi de güçsüzleştirirler. Eleştirel akıl yerini her koşulda onaylayıcı akla bırakırsa AK Parti'nin milletle olan bağı da çözülür. Siyasette bir yere gelmek için koşulsuz onaylayıcı ve yaltaklanmacı anlayışı yeğ tutan isimleri bu süreçte kapının dışında tutmak şart.
Önceki yazımda liderin, yani Recep Tayyip Erdoğan'ın AK Parti'yi büyük oranda tek başına omuzladığını, Cumhur- başkanlığı Hükümet Sistemi›yle birlikte lider ve partinin ayrıştığını, 14 Mayıs seçimlerinde de bu ayrışmanın bariz şekilde görüldüğünü ifade etmiştim. Yarın yapılacak 4. Olağanüstü Kongre sonrası AK Parti, genel merkez kadrolarında tecrübe ile yeniliği harmanlamış şekilde yola revan olacak. Ancak bu sefer kadro değişimi tek başına yeterli olmayacaktır. Mevcut sistemde AK Parti'nin yeni bir siyaset, üslup ve misyonla yoluna devam etmesi gerektiği çok açık. Öncelikle AK Parti'nin siyaset alanına geri dönmesi gerekiyor. Siyasetin bütünüyle Külliye'ye bırakılması hem Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yükünü artırıyor hem de atanmışlardan oluşan Bakanlar Kurulu'nun ve bürokrasinin siyasette daha etkin olmasına yol açıyor. CHP'nin kimi zaman siyasi polemikleri Külliye bürokratlarıyla yapması, AK Parti'yi yok saymak gibi sinsi bir tavır içeriyordu. AK Parti'nin yeni kadrolarının bu açığı kapatmaları, daha cesur olmaları, daha fazla inisiyatif ve yük almaları yeni dönemde bir ihtiyaç olarak önümüze çıkıyor. Bununla bağlantılı olarak hükümetin partiyle ilişkilerinin de yeniden kurgulanması gerekiyor. Atanmış Bakanlar Kurulu bir yandan partiden ayrı bir siyaset alanı oluştururken, diğer yandan da ilişkileri zayıf tutarak partinin sahada elini zayıflatıyorlar. Milletvekilleri ve teşkilat bakanlara ulaşmakta, taleplerini dile getirmekte ve sorunlarını çözmekte zorlanıyorlar. Yeni dönemde bakanların AK Parti ve teşkilatla daha uyumlu, koordineli çalışmaları da elzem görünüyor. TBMM'de iktidar partilerinin konumu her zaman sıkıntılı olmuştur. İktidar grubu hükümet ile muhalefet arasında sıkışır. Ancak parlamenter sistemde hükümet Meclis grubunun içinden çıktığı ve grupla her an iç içe olduğu için yük hafiflerdi. Yeni sistemde bu yükün ağırlaştığını görüyoruz. Aslında bu sıkıntının AK Parti açısından bir fırsat teşkil ettiğini de görelim. Genel Kurul ve komisyonlarda AK Parti Grubu, tıpkı muhalefet gibi denetleme, kontrol ya da eleştiri yapabilirler. Bu bir iç çatışma görüntüsü vermeyecek, tersine AK Parti'nin Meclis'te ve millet nezdinde gücünü pekiştirecektir. Milletin siyasi hafızasında yasama ve yürütme birbirinden ayrılmıştır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu ayrışmayı daha da netleştirdi. Şimdi yasamanın, yani Meclis'in, bu ayrışmaya uygun bir misyon geliştirmesi gerekiyor. Yürütmenin tamamen enstrümanı haline gelmiş bir yasama millet nezdinde de hoş karşılanmayacaktır. Seçim sonuçları da bunu göstermiyor mu?
AK Parti, 4. Olağanüstü Büyük Kongresi'ni önümüzdeki hafta sonu, 7 Ekim Cumartesi günü Ankara'da yapıyor. CHP içerden kaynarken, İYİ Parti masayla oyalanırken, HDP alfabenin harfleriyle oynarken AK Parti, erkene aldığı olağanüstü kongre ile Genel Merkez kadrolarını şekillendirip önümüzdeki hafta başından itibaren tüm mesaisini ve enerjisini yerel seçimlere odaklamaya hazırlanıyor. AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, 14 Mayıs seçimleriyle TBMM'deki AK Parti Grubu'nu şekillendirdi. 28 Mayıs seçimleri sonrasında da hızla kabineyi oluşturdu. Bürokrasideki atamalar yapıldı. Her 3 kadroda da köklü değişiklikler yapıldı. Şimdi sırada parti var. AK Parti kadroları da şekillenince gündem sadece yerel seçim olacak. Aday adayları, adaylar belirlenecek, kampanya başlayacak. AK Parti'nin başarısı işte bu planlama, koordinasyon ve disiplinden kaynaklanıyor. Siyasetin yanında hükümeti de idare eden kadrolar, yorgunluk bir yana, rakiplerinin fersah fersah ötesinde koşuyorlar. Örneğin ekim ve kasım ayları da CHP için “Kim genel başkan olacak” tartışmalarıyla geçerken, AK Parti, marttaki yerel seçimi, Anayasa değişikliğini, hatta 2028'deki seçimleri konuşuyor, planlıyor olacak. AK Parti 2001'de kuruldu, 2002 Kasım ayında iktidara geldi. O günden beri iktidarda ve girdiği her seçimde birinci parti oldu. Bu büyük ve rekor başarıda çok sayıda etken var: Mahalle temsilcilerinden sandık müşahitlerine, belde teşkilatlarından milletvekillerine, bakanlara kadar on binlerce isim bu kutlu yürüyüşe az ya da çok katkı sağladı. Ancak şunu görmek zorundayız: Lider, yani Recep Tayyip Erdoğan, her zaman başarıda en büyük paya sahip oldu. Liderin güvenilir, güven veren, tutarlı, heyecanlı, cesur ve dinamik kişiliği, diğer tüm etkenlerin önüne geçti. 2002'de girdiği ilk seçimden bu yana, oyların, AK Parti'den ziyade Erdoğan'a verildiğini kabul edelim. Kuşkusuz bu, AK Parti'nin ya da büyük teşkilatın işlevsiz olduğu manasına gelmiyor ama Lider, partinin ve teşkilatın sadece önünde değil, her zaman üzerinde de oldu. 2017'deki Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanı'na parti genel başkanı olma yolunu da açtı. Böylece Erdoğan, 2018 seçimlerine hem AK Parti Genel Başkanı, hem de Cumhurbaşkanı adayı olarak girmiş oldu. Partinin ve Cumhurbaşkanı'nın aldığı oylar böylece ayrışmış oldu. Parti ile Lider ayrımını en net şekilde 14 Mayıs seçimlerinde gördük. Cumhurbaşkanı (14 Mayıs'ta) yüzde 49,5 oranında oy alırken, AK Parti yüzde 36 oy aldı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edilen başarının gölgesinde AK Parti'nin oy oranı çok konuşulmadı, tartışılmadı. 3 Kasım 2002'deki yüzde 34 oy oranından sonra AK Parti'nin, her ne kadar yine de birinci olsa da, aldığı en düşük oy, 14 Mayıs seçimlerinde oldu. Seçmen, bariz şekilde, AK Parti'yi ayrı, Cumhurbaşkanı'nı ayrı değerlendirdi. Cumartesi günü yapılacak Olağanüstü Kongre'de, AK Parti'nin yeni kadrolarının ve misyonunun bu ayrışmanın verdiği mesaj ile şekillenmesi gerektiği açıktır.
Bu yazıya çarpıcı bir başlık atmak istedim. Zira bugün gelinen noktada muhafazakârların, dindarların ve milliyetçilerin şapkayı başlarının önüne koyup düşünme vakitlerinin geldiği kanaatindeyim. Osmanlı Devleti'nin son döneminde siyasi, bürokratik ve entelektüel seçkinler için hayati tartışma başlıkları vardı. Batı Avrupa devletleri hızla modernleşmiş, Osmanlı Devleti bu modernleşme hareketinin hayli gerisinde kalmıştı. Bu geri kalmışlığa çare arayan Osmanlı Devleti yöneticileri, öncelikli olarak askeri alanda tedbirler almış, Tanzimat Fermanı ile birlikte devleti modernleştirmeye yönelik tedbirler askeri alandan idari alana doğru kaymaya başlamıştı. 19. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında devletin gelecekteki yönetim şekli ile alakalı fikirler radikalleşmeye başladı. Cumhuriyet'in ilanından önce Osmanlı Devleti'nin modernleşmesi açısından iki temel fikir belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Birinci fikir, Fransız ve İngiliz deneyimlerini takip ederek hem devlet idaresinin hem de toplum yapısının tepeden tırnağa dönüştürülmesine dayanıyordu. En açık şekilde Said Halim Paşa'nın yaklaşımında karşılığını bulan ikinci fikir ise Osmanlı Devleti'nin esas noksanlığının devlet idaresinde olduğunu, bürokratik yapının terbiye edilip ataletten kurtarılması devlet yönetiminde dirlik ve düzenin doğru işletilmesi durumunda ülkenin geleceğinin kendi değerlerimiz, üzerine inşa edilebileceğini savunuyordu. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin tek parti iktidarı sona erdiğinde Türkiye'nin kendine has kültürel değerleri ve tarihsel birikimi aşağılanmış, baskılanmış durumdaydı. Türkiye, bağımsızlığını savaşarak kazanmış olmasına rağmen sömürgeci ülkelerin müstemleke ülkelerde uyguladığı kültür politikaları ülkenin her köşesini kuşatmıştı. AK Parti'nin siyasi iktidarı sayesinde Türkiye, son yirmi yıldır kendi değerleri, kültürü ve tarihi ile var olma ve gelişme stratejisini takip etmektedir. Elbette bu tam bağımsızlık stratejisi çeşitli meydan okumalarla karşılaştı. Hem dışarıdaki Türkiye karşıtları veya Türkiye'nin büyüyüp güçlenmesinden rahatsız olan çevreler hem de içeride bunlara destek olan müstemleke ruhlu siyasi seçkinler ve aydınlar, Türkiye'nin bağımsızlık yolunda kararlı adımlarla ilerlemesinden rahatsız oldu. 2023 seçimleri sırasında terör örgütlerinin, küresel medya kuruluşlarının ve muhalefet içindeki Jakoben unsurların muhafazakârlara, dindarlara ve milliyetçilere karşı ne denli öfke, kin ve nefret biriktirdikleri ortaya çıktı. Böylesi zorlu bir ortamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, her zamanki gibi inisiyatif alıp hem kendi ittifakını güçlendirmeyi hem de rakip ittifakı yenmeyi başardı. İşte her birimizin şapkamızı önümüze koyup düşüneceğimiz konu budur. Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları başta olmak üzere Türklerin tüm tarihinde büyük liderlerin oynadığı merkezî rolü görerek şimdi hayati bir gerçekle yüzleşmemizin zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacak. Muhafazakâr camianın başında tarihteki kahramanlar gibi sahneye çıkıp rakiplerini yenen ve gemiyi karaya güvenle çıkaran bir kaptan olmayacak. Bu yazı, bu gerçeklikle yüzleşmek ve Cumhurbaşkanı Erdoğan sonrası Türkiye'yi tasarlamak açısından yürütülecek tartışmalar için bir başlangıç adımı olarak alınmalıdır. Said Halim Paşa'nın, Adnan Menderes'in, Turgut Özal'ın, Necmettin Erbakan'ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yolundan gidenlerin, yani “Büyük Türkiye” hayalini kuranların fert, aile, sivil toplum, ekonomi ve siyaset gibi tüm alanlarda bir kurumsallaşma sürecini başlatması artık zorunlu hâle gelmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi liderliği, devletin kurumsallaşmasını, Türkiye'nin büyümesini, altyapı yatırımlarının tamamlanmasını sağlamış, Türkiye'yi tüm büyük devletlerle göz hizasında konuşacak seviyeye çıkarmıştır. Bu muazzam başarı milliyetçi, muhafazakâr, dindar camia içinde bir atalet yaratmış, bu başarının gölgesine sığınma hissiyatı oluşturmuştur.
Eskilerin kullandığı çok güçlü bir deyim vardır: Bir devlet, hesapsız bir savaşa giriştiği zaman savaşı kendi topraklarına taşır. Bugün muhalefetin takip ettiği siyasete bakınca muhalefet, hesapsız bir sefere çıkan bir orduyu andırıyor. Son yerel seçimlerden sonra, yani yaklaşık dört yıldır muhalefet partilerinin benimsediği siyasi söylemler muhalefetin içine düştüğü siyaset fukaralığını gözler önüne seriyor. Öncelikli olarak muhalefet partileri Türkiye'yi analiz etme açısından ciddi bir sorunla karşı karşıya. Ne Türkiye'nin ulaştığı kapasiteyi ne AK Parti'nin ürettiği siyasi müktesebatı ne de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın geliştirdiği siyasi vizyonu yerli yerinde anlayabildiler. “Anti-demokratik Türkiye”, “Rezil ekonomi” ve “Diktatör Erdoğan” gibi siyasi söylemler, muhalefet partilerinin Türkiye'nin ulaştığı büyüklüğü kavrayamadıklarını, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi başarısını küçümsediklerini gösteriyor. Siyaset üretmek konusunda çıkmaza girmiş, bunun yerine “Kesin kazanıyoruz” gibi bir stratejiyle seçimlere girmiş muhalefet partileri, yaşadıkları seçim hezimeti karşısında sessizliğe gömülmüş durumda. Muhalefetin siyasetsiz kalması, her şeyden önce birbirine taban tabana zıt dünya görüşlerine sahip siyasi partileri tek bir potada eritme çabasından kaynaklıyordu. Bu durumda terör karşıtı söylemler belli bir siyasi partiyi küstürürken dindarlık, milliyetçilik veya Atatürkçülük ile ilgili benimsenen siyasi
15 Temmuz'a 8 gün kaldı. 15 Temmuz akşamı başlayan FETÖ'cü darbe kalkışması, öncesi bilinmeden doğru anlaşılamaz. Üzülerek belirtmek isterim ki ne 15 Temmuz ihanetinin tarihi yazıldı ne de o aşamaya kadarki süreçte yaşanan iç ihanetlerin tarihi... 15 Temmuz'a giderkenki süreç, o süreçlerde meydana gelen olaylar ve o olaylarda hangi siyasi aktörlerin nasıl bir siyasal tutum sergiledikleri bilinmeden 15 Temmuz'un gerçek tarihi yazılamaz. 15 Temmuz sadece darbe kalkışması boyutuyla ele alınır ve yalnızca hamaset üzerinden okunursa, korkarım ki FETÖ benzeri yeni oluşumların tekrar bir gaile olarak karşımıza dikilmesine kapı aralanmış olur. Dışımızdaki ihanetten önce içimizdeki ihaneti görmeliyiz. Unutulmasın ki içerdeki ihanet çok daha yıkıcıdır. O yüzden 15 Temmuz'u iç ihanet boyutuyla da enikonu anlatmak gerekir. Aksi takdirde ihaneti sadece dışarıda arayan bir bilinç körleşmesine maruz kalırız ki bunun sonucu çok daha tehlike ve komplike yeni FETÖ'cülükler olur. 15 Temmuz'a adım adım yaklaşırken kaba hatlarıyla bu konuya değinmeyi gerekli görüyorum. İzninizle. 7 Şubat 2012 MİT operasyonu. Reis'in Başbakan iken tam da ameliyata gireceği gün düğmeye basıldı. Zamanlaması manidardı. FETÖ'cü yargı üzerinden Reis'in ameliyata alınacağı zaman dilimine denk düşürülmüştü. Hesapta olmayan anlık bir gecikme FETÖ'nün ilk siyasi darbe girişimini bozdu. Bu, gerçekte Reis'e yönelik ilk siyasi darbe girişimiydi. Amaçlanan şey, Erdoğan'sız bir AK Parti'ydi. Burayı not edin. Şayet bu asıl amaç bilinmezse görünürdeki hedefler üzerinden patinaj yapılır ve asıl sonraki süreçte AK Parti içinde Reis'e yönelik hamleler doğru anlaşılmaz. FETÖ'cüler şunu çok iyi anlamışlardı: Erdoğan AK Parti'nin başında kaldığı sürece amaçlarına ulaşmaları asla mümkün olamazdı. O bakımdan diyorum ki Reis'e AK Parti içinde o kritik süreçlerde gösterilen direncin aktörleri mercek altına alınmalıdır. 7 Şubat'tan sonra derinden başlayan ama ihtiyatla sürdürülen FETÖ ile hesaplaşma süreci, çoğumuzun farkına bile varmadığı bir süreçti. FETÖ'cüler bunun farkındaydı elbet. FETÖ'nün siyasi ayakları da... Ama geniş AK Parti camiası diplerde başlayan ama henüz su yüzüne çıkmayan bu kavgadan bihaberdi. Dershanelerin kapatılması hamlesi bu kavgayı gün ışığına çıkardı. Reis'in hamlesi cesurcaydı. Ama geniş kitleler bu hamlenin FETÖ ile girişilen kavganın dışavurumu olduğunun bilincinde değildi. Bizler de dâhil henüz ayırdında değildik bu gerçeğin. Dershanelerin kapatılması için ortaya konulan kılıf üzerinden konuşuyorduk çoklarımız. Oysa asıl niyet farklıydı. Kılıçlar çekilmişti. Ve Reis gerekeni yapmaya başlamıştı. AK Parti'nin içinde bu hesaplaşmanın ayırdında olanlar vardı. Hem de en tepe noktalarda ve en içeride. Onlar Reis'in bu hamlesinden rahatsızdılar. Alttan alta homurdanmaya başladılar. Zamanla yüksek sesle itirazlarını dillendirdiler. Reis'e en yakınındakilerden ve devletin en tepesinden gelen direnç önemle not edilmelidir. O direncin aktörleri not edilmelidir. Henüz AK Parti camiası bu kavganın gerçek sebebini bilmekten uzaktı. Ama AK Parti'nin içi kaynıyordu. FETÖ'nün o dönemde içeride mebzul miktarda adamları vardı. Yeri gelmişken şu gerçeği teslim etmemiz gerekiyor: Erdoğan'ın AK Partisi FETÖ'nün siyasi ayağı değildi ama FETÖ'nün siyasi ayağının en etkin ve en etkili olduğu partiydi. O yüzden Erdoğan'sız AK Parti olsun isteniyordu. Çünkü Reis'in varlığı, FETÖ iktidarının önündeki en büyük engeldi. Reis'in içerdeki güçlü dirence rağmen dershaneler konusunda geri adım atmaması FETÖ'cüleri çılgına çevirmişti. İpler tamamen kopmuştu. Herkes pozisyonunu almaya başlamıştı.
Abdurrahman Arslan, AK Parti'nin, başka partilere yeni politik kültür bağlamında kullanabilecekleri hemen hemen hiçbir siyasi boşluk bırakmayışını şöyle ifade ediyor: “Yeni politik kültür AK Parti'yi icap ettirmiyor. AK Parti yeni politik kültürün çatlattığı zihinlerin politik temsilcisidir. Bu nedenle AK Parti, sadece Müslümanların bir kısmının değil, solcuların da, demokratların da, sosyal demokratların da, Marksistlerin de kırılgan hale gelmiş zihinlerinin politik ifadesidir. Çünkü bu bütün zihinsel kırılmanın, politik arenadaki temsilcisine baktığımızda AK Parti'nin dışında herhangi bir parti göremiyoruz. Niçin derseniz, bu kırılganlıkla birlikte bizim bildiğimiz anlamda sınıf temelli bir politika ya da sınıfsal ilişkiler ortadan kalkıyor. Türkiye'de sağcılık ve solculuk AK Parti ekseninde yeniden tanımlanacaktır. Sağcılığı da solculuğu da tanımlayan klasik ölçüler bu kırılmayla birlikte, daha doğrusu bu yeni politik kültürün getirdiği ilkeler, idealler bağlamında anlamsızlaşmıştır. Türkiye siyasetinin AK Parti ekseninde yeniden kendisini tanımlaması söz konusu olmak durumundadır.” Biz “Siyasette seçmen kartları yeniden karılıyor” başlıklı yazımızda (30 Mayıs 2023) “din” anlamını da ihtiva eden milliyet / milliyetçilik kelimesinden hareketle, özellikle Müslümanlar için kendilerini ayrıca milliyetçi olarak tanımlamalarının malumun ilamı olacağını belirterek, Yedili Masa'nın terörist, faşist, batıcı ve sağcı partileri ve Yedili Masa'nınkiyle aynı mahiyette olmamakla birlikte Cumhur İttifakı'nın HÜDAPAR, DSP ve Sinan Oğan tarzı milliyetçilikleri ana yapılarına nasıl dahil ettiklerinin ve bu milliyetçiliklerin ihtiva ediyor göründüğü mana ve misyon farklılıklarının sorulması ve sorgulanması gerektiğini söylemiştik.
AK Parti'nin yeni ve en büyük hedefi İstanbul'u geri almak. İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe, dün muhabir ve köşe yazarlarıyla yaptığı buluşmada bu kararlılığı gösterdi. AK Parti Kurban Bayramı'ndan sonra 2024 seçimleri için de ‘Yeniden İstanbul' çalışmasına başlayacakmış. Peki nasıl olacak da AK Parti İstanbul'u CHP'den geri alacak? Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan kazandı, Meclis çoğunluğunu Cumhur İttifakı elde etti ancak Ankara ve İstanbul'da Kemal Kılıçdaroğlu her iki turu da önde bitirdi. İlk turda 190 bin olan oy farkı ikinci turda 352 bine çıktı. Arada üç buçuk puan fark var. Kabaktepe, 14 ve 28 Mayıs seçimlerini İstanbul'da sandık sandık analiz ettiklerini söyledi. Kıyası da Mart 2019'daki seçimlerle yaptıklarını ifade etti. Kabaktepe, tekrar edilen ve Ekrem İmamoğlu'nun 800 bin farkla kazandığı Haziran'daki seçimlerin dinamiklerinin farklı olduğuna da vurgu yaptı.
İmparatorluk bakiyesi bir milletin kaderi kendisini tarihsel misyonuna çağırır. Söz konusu coğrafyadaki beklentiye karşılık Türkiye'deki zihniyet ve şartlar bu beklentiden hep uzak oldu. 70'li yıllara gelinceye kadar ülke fakruzaruret içinde Afrika ülkelerine benzer bir konumda kaldı. Zira tek parti idaresinin “büyük Türkiye” hayali yoktu. Balkanlar'da, Afrika'da veya Azerbaycan'da irili ufaklı ev sohbetlerinde Osmanlı Devleti'nin gücünden, ihtişamından, koruyuculuğundan ve adaletinden bahsedilirdi. Oysa Türkiye'nin kaderine hükmedenlerin bu tarakta bezleri yoktu. Çilingir sofralarında “ne muhteşem bir devlet kurduk, cahilleri adam edeceğiz” gibi bir zihniyete sahiptiler. Dünya ile bağı kopmuş Türkiye'nin tarihsel misyonundan bihaberdiler. Değil mi ki reddi miras yapmışlardı... Ne Türklük ne Müslümanlık ne Selçuklu ne de Osmanlı onların umurunda değildi. Batı kültürünü içe aktarmaktan sorumlu sömürge aydını ve yöneticisi olmak onların tek gayesiydi. Ancak bu fiziksel ve zihinsel perişanlık sadece ülkemize özgü bir durum değildi. Sömürge yıkımından geçmiş bütün ülkeler benzer zorluklar içindeydi. Soğuk Savaş bittiğinde Türkiye'nin Turgut Özal gibi bir şansı oldu. Devletin bütün geleneksel kalıplarını yırtarak ve ülkeyi askeri rejim ikliminden çıkararak ticaret yapıp zenginleşen dünyaya açık bir Türkiye modellemeye kalkıştı. “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Kadar Türk Dünyası” iddiasını dillendirdi. Cumhurbaşkanı Özal'ın Türkiye'yi dünyaya açması, tarihimizdeki ikinci Vakayı Hayriye ile sonuçlandı. Siyasetin demokratikleşmesi Cumhuriyet'in kuruluşundan 1970'li yıllara kadar baskı altında tutulan İslamcılık düşüncesinin güçlü bir lider ve çağdaş formuyla tekrar ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Necmettin Erbakan, bu milletin büyük bir millet olduğunu, tarihte eşi görülmemiş başarılara imza attığını, dolayısıyla Batılı devletlerin kuyruğunda köle olamayacağımızı ve bilimin, sanayinin ve teknolojinin Batı'nın tekelinde kalmak zorunda olmadığını, Türkiye'nin ağır sanayi ve yüksek teknoloji ile büyük bir kalkınma gerçekleştirip savunma sanayisini güçlendirebileceğini ve güçlü bir orduya sahip olabileceğini yediden yetmişe herkesin kafasına çivi gibi çaktı. Erbakan'ın İslamcılığı tepkisel mahiyette değildi. Yerli, millî, tarihsel köklerinden ilham alan büyük bir misyona dayanıyordu. AK Parti iktidara geldiğinde ülke sorunlarını tek tek tanımladı. Her birine teenniyle çözüm üretti. Ülkeyi kimlik siyasetinin dar koridorlarına hapsetmedi. Bölgesel ve küresel anlamda Türkiye'nin rakibi konumundaki devletlerle nasıl baş edileceğinin hesaplarını yaptı. AK Parti'nin yirmi yıllık siyasi iktidarı döneminde ülkemizin geçirdiği altyapı ve kalkınma devrimini başlık başlık anlatmak güç yetirilecek bir iş gibi durmuyor. Bu açıdan kısaca “Türkiye, Almanya düzeyinde gelişmiş bir ülkedir” demek daha doğru bir yaklaşım olur.
Türkiye, 14 Mayıs seçimlerine hazırlanırken, ülkede kutuplaşma ve tansiyonun yükseldiği bir siyasi iklim hakim. Gazeteci olarak ilk takip ettiği seçim 1983'te Turgut Özal'ın sürpriz zaferiyle sonuçlanan genel seçimler olan Andrew Finkel 30 yılı aşkın süredir yaşadığı Türkiye'de 14 Mayıs seçim sürecini VOA Türkçe Seçim 2023 videocast serisine değerlendirdi. Finkel, hükümetin depreme müdahalesi konusundaki eleştirilerin AK Parti'nin sadık tabanında karşılık bulmadığını belirtiyor. Finkel'e göre, Türkiye ekonomisinin seçimden çıkacak herhangi bir sonuçta toparlanması zaman alacak olsa da önünde karamsar bir tablo yok. Finkel, 14 Mayıs'ın sadece özgürlükler açısından değil, insanların ailelerini geçindirebilmeleri açısından da kritik olduğunu da vurguladı
Bu programda yalan da yok algı da! Gündem masaya yatırılıyor, arka planlar detaylıca analiz ediliyor. Net Bakış Özel'in 8 Mayıs 2023 tarihli bölümüne İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Nedim Şener ve Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Likoğlu konuk oldu. 00:00 Giriş 2:16 Erzurum'daki provokasyonda kişi gözaltında: 4:16 Erzurum'da aslında ne yaşandı? 9:04 Ziyaret adı altında provokasyon girişimi mi? 30:25 AK Parti'nin rekor katılımlı mitingi 33:40 Batı medyasının seçime dair komploları 37:44 Batı'dan dergi kapakları ile ilgili gözdağı 40:18 The Economist kimin sesini yansıtıyor? 42:18 ABD darbe yerine seçim kartını mı masaya sürdü? 58:00 Batı'nın Erdoğan ile derdi ne? 56:22 Batı neden Kılıçdaroğlu'nu istiyor? 1:11:22 ABD'nin Türkiye'deki darbeler ve kalkışmalarda ki rolü 1:32:18 Mutabakat metni hangi büyükelçiye redakte ettirildi? 1:33:40 Seçmen neyden ne kadar haberdar? #seçimler #seçim2023 #akparti Serhat İbrahimoğlu ile Net Bakış her pazartesi 20.45'te TVNET'te.
Ak Parti Türkiye Cumhuriyet'nin en uzun iktidarı. Ak Parti Türkiye'nin en genç iktidarı. Dünya dönüştü, Türkiye dönüştü, Ak Parti de dönüştü.. Ekonomik kriz, deprem, IMF programı, siyasi istikrarsızlıklar.. Ak Parti göreve geldiğinde Türkiye'nin durumu buydu. Peki Ak Parti nasıl bir ekonomik politika uyguladı? Türkiye ne kadar büyüdü ve gelişti? 2002-2007 yılları sahiden de altın yıllar mıydı? 2008 krizi teğet mi geçti gerçekten? 2010'dan sonra yaşanan büyüme yalancı bahar mıydı? 2018'e kadar büyümenin kaynağı neydi? 20218'den sonra uygulanan "üretim" ekonomisinde büyüyen ve zengin olanlar kimler oldu? İlk yıllarında liberal rüzgarın estiği, arkasında IMF ve AB, kadrosunda Ali Babacan ve Abdullah Gül'ün bulunduğu Ak Parti yıllar içinde Erdoğan'ın hakim olduğu bir partiye dönüştü. Peki ekonomi politikaları nasıl dönüştü? Siyaset ekonomiyi nasıl etkiledi? Mehmet Yaşar Altundağ, Türkiye'nin Ekonomi Tarihi serisinin yeni bölümünde AKP'yi işliyor.
Vahit ve Yaşar yeni bir seriye başlıyor. Her bir seriye bir kitabı merkeze alarak o kitabın argümanlarını tartışmaya açıyor, kitabı bir basamak olarak kullanarak tartışmalarını zenginleştiriyorlar. Serinin ilk bölümünde Tuğba Tekerek tarafından 8 yılda 150 üniversite öğrencisi, akademisyeni ve idarecisiyle röportaj yapılarak yazılmış Taşra Üniversiteleri Ak Parti'nin Arka Kampüsü kitabını konuşuyorlar. Yaşar ve Vahit şu soruların cevabını hep birlikte arıyor. Yeni kurulan üniversiteler ne kadar kaliteli? Yeni kurulan üniversitelerin akademik performansı nasıl? Taşra üniversiteleri iktidar tarafından nasıl kullanılıyor? Bu üniversiteler, öğrencilere kendi bireyselliklerini bulması için bir alan yaratıyor mu? Ve üniversite nedir? Taşra siyasetinin gerçekliklerinden evrenseliği temsil eden üniversitenin 21.yy'da ne anlama geldiğine uzanan bu sohbeti umarız keyifle dinlersiniz.
Gazeteci Tuğba Tekerek, İletişim Yayınlarından çıkan kitabı "Taşra Üniversiteleri AK Parti'nin Arka Kampüsü"nü Geniş Açı'da anlattı. Geniş Açı her salı ve cuma Evrensel'de.
İnsan gençken kendisi de etrafı da hiç değişmeyecekmiş sanıyor. Ama zamanla öyle bir değişiyor ki... Bu sefer de değişimi kabullenmekte zorlanıyor. Hadi kabul etti, kendine intibak edemiyor, itiraf edemiyor. İnsan olmak zor iş vesselam. Duygularımız ve gerçekler arasında bitmeyen bir savaşla ömür tüketiyoruz. Bu girişin sebebi hatıralar... Altılı masa etrafındaki isimlerden Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan ile hayatlarımızın kesişme noktaları çok olmuştur. Ahmet Bey'i üniversite yıllarımdan Ali Bey'i de partinin daha kurulmaya çalışıldığı günlerden tanırım. Ali Bey ve eşiyle kurucularımızdan Cuneyd Bey'in evinde tanışmış ve Ufuk Güldemir'in yeni kurduğu Habertürk'te partiyi anlatan ilk canlı yayına birlikte katılmıştık. AK Parti'nin ilk MKYK'sına beraber en yüksek oyu alarak seçilmiştik. Sonraki dönemlerde MKYK'da beraber bulunduk. 11 yıl her ay MKYK toplantısı tecrübesinde epey bir gözlem imkânım oldu. O yıllarda bizim MKYK'larımız bazen cenk içinde bazen sakin-sükûn çoğu zaman da bir gaza tadında geçerdi.
Bu zamanda Türkiye'de darbe mi olurmuş, deniliyordu, 27 Nisan öncesinde, hatta AK Parti iktidara geldiği 2002 yılından itibaren depreşen darbe ihtimalleri karşısında. “Bu zaman”dan kasıt Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde almış olduğu mesafeydi büyük ölçüde, ama daha da önemlisi AK Parti'nin henüz iktidardaki muhalefeti oynadığı zamanlarda reform girişimlerine karşı statüko güçlerinin direniş söyleminin önemli bir argümanıydı bu. Bazı vesayetçi kurum ve kuruluşların sergilediği vesayetçi ve üsttenci dilden açıkça hissedilen hatta telaffuz edilen darbe tehdidinin komplo teorisinden ibaret olduğu söylenerek bazı girişim ve oluşumların açığa vurulmuş niyetleri örtbas edilmeye çalışılıyordu. “Bu zamanda darbe mi olur?” cümlesi ile biraz da Türkiye'nin hem Avrupa ile bütünleşme sürecinde alınmış olan mesafe hem de Türkiye ekonomisinin ve toplumunun küresel ekonomi ve toplum ile bu denli entegrasyonunun gelişmiş olduğu bir durumda darbenin artık tek muhatabının Türkiye içindeki bir iktidar olamayacağı kast ediliyordu. Bu söylemler 17-25 Aralık ve Gezi süreçlerinin birer darbe olduğu yönündeki iktidara karşı da etkili bir biçimde kullanıldı. 17-25 Aralık girişimlerinin darbe olduğu iddiası iktidarın bu hukuki süreçleri bertaraf etme ve onların sorumluluğundan kaçmak için başvurduğu bir komplo teorisi olarak niteleniyordu. Zaten bu devirde darbe olmazdı, olamazdı. Türkiye'de darbe yapmayı göze alacak olanlar aynı zamanda bütün dünyayı da karşılarına almayı göze almış olacaktı. Demek ki artık darbeye karşı Türk halkını koruyacak olan şey bizatihi halkın kendisi değil, herşeyden önce Avrupa ve bütün dünya olacaktı. İyi bir güvence miydi bu? Yeterli miydi? Darbe yapmayı göze alacak olanlar için bu durum yeterince caydırıcı mıydı? Dünyanın değişmiş olduğu ve artık eskisi gibi bir radyo istasyonunu eline geçirenin veya gece erken kalkanın darbeyi yapabildiği bir ülke değildik elbet. Ama bu, darbecilerin dünyanın gerçekten değişmiş olduğuna ve bu dünyanın bir darbeyi kabul etmeyeceğine dair bir inancı paylaşıyor olmasına bağlı değil miydi? Ya darbe yapmayı göze almış olanlar o kadar da akıllı, o kadar da bilgili ve dünyanın gelişiminden o kadar da haberdar değil idilerse. Bu durumlar için her zaman uyarlanabilecek meşhur fıkrayı yine analım. Hani akıl hastası kendini darı olarak gördüğü için bütün tavuklardan korkarmış ya. Tam tedavi olup hastaneden çıktıktan sonra kısa zamanda koşa koşa bir tavuktan kaçar halde geri döner hastaneye. Der ki, “beni tedavi ettiniz ama tavuklar benim darı olmadığımı biliyor mu?” Bu devirde darbe olmaz, tamam da bunu darbeciler biliyor mu? Darbelerin artık imkânsız hale geldiğinin bir teminatı “bu zaman” idiyse, bir teminat da “AB ve Türkiye” ilişkileri idi. AB ülkeleri için darbe en kabul edilmeyecek şeydi. Oysa AB ne Gezi hadiselerine ne de 17-25 Aralık'a darbe demedi, demeyecekti. Ama 15 Temmuz'a darbe demek için bütün şartlar mevcuttu, ona bile demedi. Gerçi Arap Devrimlerini durduran askeri müdahalelere de darbe demeyerek başka bir hayla kırıklığını yeterince yaşatmıştı AB ülkeleri. Ancak 15 Temmuz'a darbe demeye yanaşmamaları, üstelik bu darbe teşebbüsünün bütün faillerine kol kanat germeleri darbeye darbe demenin onlar açısından şartları hakkında yeterince ipucu vermiş oluyordu. Bu devirde olmayacak darbe oluyordu, üstelik Avrupa ülkeleriyle bu kadar entegre bir ülkede de olabiliyordu. Darbelere karşı bir teminatı yok bu dünyanın. Şimdi ise kendisi darbelere karşı bir teminat olarak düşünülen Avrupa'nın göbeğinde Almanya'da en olmayacak zannedilen şey oluyor. Bir darbe teşebbüsü oluyor ve bu teşebbüs hiç de azımsanmayacak bir mesafe kat etmiş olarak enselenebiliyor.
Mesela yani makamından bir bahis açalım. MHP lideri Devlet Bahçeli, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'ın kazanamayacağını düşünüyor olsa. Kurdukları ittifak masasında peş peşe yaptıkları toplantılarda bu konuyu hep dile getirse. “Kazanacak aday ile seçime girmek gerektiğini” defalarca söylese. O da başka bir adayda karar kılmak anlamına gelse. Nezaketi elden bırakmadan, gülücükleri ihmal etmeden, buluşmalarda hararetle tokalaşsalar fakat hiçbir zaman aynı fikirde olmasalar. Tek düşünceleri, iktidarı kaptırmamak olsa ve o çerçevenin dışına asla çıkamasalar. « Bahçeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın adaylıkta ısrar ettiğini göre göre, bile bile ondan yana tavır almasa. “Karar üçlü masadan çıkacak” demelerine rağmen, ortağını desteklemese. Onun isteğini, düşüncesini göz ardı etse. Yetmezmiş gibi, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın ile sık sık bir araya gelse. Onu Kocaeli'yi fetheden Orhan Bey'e benzetse. Dini bütün olduğu herkesçe bilinen, umreye de gitmiş olan ağabeyi, “Tahir Bey'in yüzünde Rabbiyesir gördüğünü” söylese. Açılışlarla kapanışlarda buluşsalar; başarılarını övse. Çalışmalarını her zaman desteklese. Köz kırpsa. Mavi boncuk verse. Yan yana fotoğraf çektirseler. « Sonra cebini yokladığında, bir de baksa ki cebinde bir mavi boncuk daha varmış. Onu da Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş'a -yine tebessümünü esirgemeden- ikram etse. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Belediye başkanlarının işlerine devam etmeleri gerektiğini” açıklasa fakat Bahçeli defalarca söylenen bu sözü hiç duymamış gibi davransa. O duymamış gibi yaptıkça Erdoğan “Belediye başkanlarını kesinlikle aday yapmayacaklarını” beyan etse. Bahçeli o sözleri de yok hükmünde görse. Kendi kafasındaki çizgide yürümeyi bırakmasa. Ortağı görünen partinin içini karıştırmak anlamına gelmez mi? Partinin lideri ile cumhurbaşkanlığı adaylığını çok isteyen belediye başkanlarının arasını açmak demek olmaz mı? Öküzün öldüğü, ortaklığın bozulduğu sonucuna varılmaz mı? « Cumhurbaşkanı Erdoğan her gün meydanlarda seçimde kendisinin aday olacağını söylese, seçimden sonra neler yapacağını, hamlelerini anlatsa. Bahçeli bunları da göz ardı etse. “Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı ile Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı olan arkadaşlarımız aday gösterilirse, hayır demeyiz” diye ekranlarda, meydanlarda konuşsa. Konuşsa, konuşsa... Yeterince anlaşılmadı herhalde diye biraz daha konuşsa. Her mikrofona, her kameraya aynı açıklamaları yapsa. Gazeteler yazsa, dergiler çizse, ekranlar bangır bangır bağırarak bu sözleri tekrar etse.
Deneyimli gazeteci Murat Sabuncu ile AK Parti'nin devletteki gücünü ve muhalefetin umudu nasıl yeşertebileceğini konuştuk.
Parlamento Yakın Geçmiş dokuzuncu bölümünde AK Parti'nin iktidarda kalma mücadelesine odaklanıyor. 2010 senesindeki anayasa değişikliğine uzanan yolda AKP'ye açılan kapatma davasını, Balyoz ve Ergenekon davaları ve Mavi Marmara Katliamı gibi önemli olayları merceğine alıyor. Metin Yazarı: Arda Ozan Sirkeci Seslendiren: Yakup Yıldırım Podcast Editörü: Erim Bolel Ses Tasarımı: Yağız Özdemir
Parlamento Yakın Geçmiş sekizinci bölümünde Türkiye'nin yeni milenyum ile başlayan yeni siyasi serüvenini inceledi. Ak Parti'nin iktidara yürüyüşünde yaşadığı zorlukları, AKP iktidarının ilk yıllarını ve anayasa değişikliğine uzanan çalkantılı zamanları değerlendirdi. Parlamento Yakın Geçmiş her perşembe Aposto Radyo'da. Metin Yazarı: Arda Ozan Sirkeci Seslendiren: Yakup Yıldırım Podcast Editörü: Erim Bolel Ses Tasarımı: Yağız Özdemir
Günün öne çıkan haberlerini tarafsız bir bakış açısıyla ve FOX Haber farkıyla dinleyin! Güvenilir, tarafsız ve kaliteli haberin adresi FOX Haber; podcast yayınlarıyla sizlerle. Çalar Saat Hafta Sonu, podcast yayınlarıyla sizlerle! FOX Türkiye Resmi Web Sitesi: www.fox.com.tr Facebook: https://www.facebook.com/foxhaber Twitter: http://www.twitter.com/FOXhaber Instagram: https://www.instagram.com/FOXhaber/
Ortada bir paradoks var. Sadece muhalefet partilerini suçlamakla kalmıyor iktidar HDP konusunda, onun Meclis'teki mevcudiyetini de bir tür terörist işgali olarak görüyor. Hatta her fırsatta dokunulmazlıkların kaldırılması ve siyasi alanın sınırlanması üzerine attığı adımlar ortada. Kayyumlar meselesi bile sadece bunu ifade eder. Yani biliyoruz ki AK Parti'nin zihninde olan ve dışa yansıyan husus HDP'nin PKK'nın bir parçası olduğu ve Meclis'teki varlığını da bu şekilde sürdürüyor olduğu. Dolayısıyla HDP ile ilgili her türlü teması bugüne kadar men etmiş bir siyasi parti şimdi niye HDP'ye gidip görüştü sorusu tabii tartışıldı, tartışılıyor., tartışılacak.
Günün en sıcak ve çarpıcı gelişmelerini bulabileceğiniz FOX Ana Haber, deneyimli gazeteci Selçuk Tepeli'nin sunumuyla podcast yayınlarında sizlerle buluşuyor! FOX Türkiye Resmi Web Sitesi: www.fox.com.tr Facebook: https://www.facebook.com/foxhaber Twitter: http://www.twitter.com/FOXhaber Instagram: https://www.instagram.com/FOXhaber/ Bölüm analizi
Günün en sıcak ve çarpıcı gelişmelerini bulabileceğiniz FOX Ana Haber Hafta Sonu, deneyimli gazeteci Gülbin Tosun'un sunumuyla podcast yayınlarında sizlerle buluşuyor! FOX Türkiye Resmi Web Sitesi: www.fox.com.tr Facebook: https://www.facebook.com/foxhaber Twitter: http://www.twitter.com/FOXhaber Instagram: https://www.instagram.com/FOXhaber/
Günün öne çıkan haberlerini tarafsız bir bakış açısıyla ve FOX Haber farkıyla dinleyin! Güvenilir, tarafsız ve kaliteli haberin adresi FOX Haber; podcast yayınlarıyla sizlerle. Çalar Saat Hafta Sonu, podcast yayınlarıyla sizlerle! FOX Türkiye Resmi Web Sitesi: www.fox.com.tr Facebook: https://www.facebook.com/foxhaber Twitter: http://www.twitter.com/FOXhaber Instagram: https://www.instagram.com/FOXhaber/
Mahir Ünal'ın devrimlerin sertliğinden söz etmesi yanlış mıdır? Asla! Tamamen doğrudur. Ayrıca konu zaten hep gündemdedir. Bir torunun dedesinin mezar taşını okumaktan mahrum edilmesiyle başlayıp, ilmî, kültürel ve siyasî düzeylerde yapıla gelen tartışmalar bugün de devam etmektedir. Öte yandan, son olarak Ünal'ın münevver kimliğiyle vurguladığı mesele, sadece inkâr eden değil aynı zamanda inkâr edilen yönünden büyük çelişkidir. Zira böyle bir inkâr devrimleri ve yapanları yok saymak anlamına geldiği gibi, birilerinin uğrunda savaştıklarını söyledikleri Batılılaşmacılık, çağdaşlaşmacılık vb. içleri boş kutsal kaselerin kendiliğinden kırılması anlamına da gelir. Dolayısıyla Ünal'ın dile getirdiği görüşte, tartışmanın öznesi Cumhuriyet değil, kültürel tahrip, baskı ve zorbalıktır. Bunu hafızada ve dilde tutmak ne Ünal ne de başkaları için suç teşkil etmez, bilakis geçmişi bilerek şimdiyi ve geleceği daha iyi kurmak bakımından özel bir değer taşır. “Konu böyleyken Mahir Ünal AK Parti'deki görevinden neden ayrılmıştır?” sorumuz tam buradan doğmuştur: Bizim ilk etapta bu sorunun cevabını münevverlik ile siyasetçiliğin hakikatlerindeki farklılıklarda aramamız konunun esası itibariyle doğrudur ki, bundan hareketle başka tespitlerimiz de olacaktır. Ancak bu tespitlere geçmeden önce Ünal'ın istifasına mal bulmuş mağribi gibi sarılanların, sarılma nedenlerini kısaca değerlendirerek onları kendi maksadımızın selameti için konunun dışına itmek zorundayız. FETÖ artığı ya da kripto veya muhalif kimi köşe yazarları, Mahir Ünal'ın istifasını, düşünce özgürlüğünde 12 Eylül'ün bile gerisinde kalmaya; AK Parti'ye hâlâ büyük dava sahipliği ve ideolojik anlamlar yükleyenlerin büyük hüsranına; ittifak partisinin güç gösterisine... yorarlarken, şu ortak amaçlarını hiç gizlemiyorlar: Erdoğan'ı ve partisini yıpratmak! Başkan Erdoğan'ın AK Parti'nin son grup toplantısında, Ünal'a teşekkür etmesi, kendisiyle farklı alanlarda yakın çalışmaların süreceğini belirtmesi, mezkûr köşe yazarlarını –soğuk duş etkisiyle birlikte- susturacak nitelikte olsa da, AK Parti ve Müslüman kamunun ilişkisi cihetinden söylenmesi gereken şeyler bulunmaktadır. Zira, AK Parti'nin şunca yıldır Müslüman kamunun desteğine mazhar oluşu, FETÖ artığı ya da kripto köşe yazarlarınca sürekli saldırılan bir husus olagelmiş; 15 Temmuz FETÖ darbesinin öncesinden başlanarak, iktidar nedeniyle İslamcılığın ölümünün ilanı ve sözde zıtlıklar üzerinden Müslüman kamuyla Erdoğan arasında derin bir çatlağın doğması hedeflenmiştir. Gerçek şudur ki, AK Parti'nin kurulduğu ve siyaset yaptığı zemin bir başka partininkiyle aynıdır; emsallerinden farkı ise kuruluş felsefesi ile bu felsefeyi oluşturanların Müslüman kamunun taleplerine olan açıklığıdır. Diğer bir söyleyişle Erdoğan, AK Parti'yi kurarken Müslüman kamunun beklentilerinin ne kadarına cevap verebileceğini düşünmüşse, kendilerini sosyalist, liberal, sol-kemalist vb. adlarla niteleyenlerin beklentilerine de o kadar cevap verebileceğini düşünmüş olmalıdır. Çünkü o bir İslam partisi değil, Türkiye partisi kurmuştur.
Deneyimli gazeteciler yorum, analiz ve en sıcak kulis bilgilerini ekranlardan paylaşıyor… FOX Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk, gazeteciler Murat Yetkin, Çiğdem Toker, Nevşin Mengü ve Deniz Zeyrek ile birlikte orta sayfayı yeniden yazmaya başlıyor. Orta Sayfa her Cuma 23.30'da FOX'ta! Facebook: https://www.facebook.com/foxhaber Twitter: http://www.twitter.com/FOXhaber İnstagram: https://www.instagram.com/FOXhaber/
Erdoğan liderliğini herkes not etsin. Bu liderlik, bir partinin genel başkanlığından öte derin bir anlama sahip. Vizyonu ve misyonu olan bir liderlik bu. Türkiye'yle sınırlı olmayan bu liderliğin bir partinin dar kalıpları içine sıkıştırılması ne kadar yanlışsa, yalnızca ulusal sınırlar içine hapsedilmesi de bir o kadar yanlış. Erdoğan liderliği AK Parti'yle ve Türkiye'yle kayıtlı değil. ««« Erdoğan liderliğine övgü, bir şahıs övgüsü değil. Daha açık bir ifadeyle belirtmek gerekirse, kişi kültüyle alakalı bir yüceltme hiç değil. Erdoğan liderliğinin anlamı ve derinliği Erdoğan'ın şahsından farklı bir içeriğe sahip. Erdoğan fani biri ama Erdoğan liderliği, içerdiği misyon ve anlam derinliği bakımından hayatiyeti olan bir olgu. Bu sözlerimin anlam ve önemini bilmeyenler, Erdoğan'ın şahsına perestiş edildiği gibi bir sonuca varabilirler. Peşinen belirteyim ki bu satırların yazarının kişi kültüne karşı derin bir alerjisi vardır. Dahası, kişiyi kutsayan ve ululayan anlayışlara karşı şiddetli bir karşıtlığı vardır. Erdoğan liderliğini Erdoğan'ın fani şahsını kutsamaya dönüştürenler bilesiniz ki evvelemirde Erdoğan'ın şahsında somutlaştırdığı ideallere ihanet etmiş olurlar. Erdoğan sevgisinin perestliğe dönüşmesi, en başta Erdoğan'ın inancı gereği karşı olduğu bir sapkınlıktır. ««« Erdoğan liderliği, yürek coğrafyamızın en ücra köşelerinde karşılığını bulan tarihsel bir misyonun günümüzde ete kemiğe kavuşmuş halidir. Türkiye sadece Türkiye'den ibaret değildir. Türkiye yüzyılı Erdoğan liderliğiyle anlamını bulan yeni bir tarihsel değişimin ifadesidir. Türkiye tarih sahnesine yeniden güçlenerek çıkan bir ülke. Mihver ülke sıfatını Erdoğan liderliğiyle kazanan bir ülke. Türkiye artık kendisine rol biçilen bir ülke değil; başkalarına rol biçen bir ülke. Kendi politikalarını kendisi belirleyen güçlü bir aktör. Sadece kendi bölgesinde değil küresel ölçekte ağırlığını her gün hissettiren bir ülke. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında Türkiye şayet ayağına yeniden pranga vurulmazsa, yani siyaseten prangalara vurulmazsa, bu güçlü yürüyüşüyle Asya ve Avrupa'nın en güçlü ve etkili aktörü olarak yeni bir dünyanın oluşmasına öncülük edebilir. Türkiye'nin bu geleceğe doğru yürüyüşünün lideri olan Erdoğan bu açıdan nirengi öneme sahip. ««« Erdoğan liderliği kaybederse sadece Türkiye değil, Türkiye'ye umut bağlamış herkes kaybeder. Yeni bir siyasi esaret dönemi kaçınılmaz hale gelir. O yüzden diyorum ki Erdoğan'ı içeride kısır siyasi tartışmaların bir parçasına dönüştürmemek lazım. Erdoğan liderliğini yalnızca AK Parti genel başkanlığının dar ve daraltıcı çerçevesi içine sıkıştırmamak lazım. AK Parti'yi de herhangi bir partiye dönüştürmemek lazım. Erdoğan'ı sadece AK Parti'nin liderine, AK Parti'yi de herhangi bir partiye dönüştürmek isteyenler bilesiniz ki Erdoğan liderliğini ve Erdoğan liderliğindeki AK Parti hareketine en büyük kötülüğü etmiş olurlar.
Rusya-Ukrayna savaşı dolayısıyla dünyada büyük bir gerilim ve enerji krizi yaşanıyor. Enerji krizinin merkezinde şüphesiz Avrupa var. Gerek Moskova'nın tutumu, gerekse KuzeyAkım boru hatlarına yönelik sabotajlar, Avrupa'da kışın çetin geçeceğine işaret ediyor. ABD, Rusya'dan gaz alınmasını istemiyor. Avrupa'ya bu yönde ciddi baskılar uyguluyor. Hatta KuzeyAkım boru hatlarına yapılan saldırıların ardında da bu yüzden ABD'nin olabileceği konuşuluyor. Alternatifsiz kalan Avrupa'ya Rusya Devlet Başkanı Putin'den çözüm teklifi geldi. Putin, Türkiye'de oluşturulacak bir merkezle Rus gazının Türkiye üzerinden isteyen Avrupa ülkesine ulaştırılabileceğini söyledi. Putin, Kazakistan'da bu teklifini Cumhurbaşkanı Erdoğan'la görüşmesinde dile getirdi. Türkiye konuya sıcak bakıyor ve teknik düzeyde çalışmaların başlayabileceği konuşuluyor. Putin'in Türkiye ile ilgili bu teklifi, muhalif basın ve muhalefet üzerinde şok etkisi yaptı. Zira bunlar, Türkiye lehinde olan her şeyden endişe duyuyor. Kimi, Putin için “AK Parti'nin il başkanı” benzetmesi yaptı, kimi, “Putin Cumhur İttifakı'na katıldı” dedi. Kimi de “Putin'in Erdoğan'a seçim kampanyası için kredi açtığını” söyledi. Bu siyasi öfke ve kin içinde olanlar tabii ki meseleyi anlayamazlar. “Erdoğan kaybetsin de isterse ülke yansın” anlayışı burada da kendini gösterdi. İktidar olma umutlarını bir felâket senaryosuna bağlayanlar, her olumsuzluktan sonra ellerini ovuşturanlar, Ukrayna-Rusya savaşından sonra da heyecana kapıldılar.
Konut alanı sosyal adalete, kalkınma ile birlikte katkı yapılabilecek belki en önemli alanlardan biri. 2002 yılında büyük umutlarla iktidara gelen AK Parti'nin en iyi gördüğü ve karşılığını da en iyi verdiği alanlardan biriydi aynı zamanda. Türkiye genç nüfusu çok olan ve her yıl konut talebi nüfusa orantılı olarak, hatta nüfusundan daha fazla artan bir ülke. Ancak konut arzı nüfusla orantılı olamıyor. Buna rağmen AK Parti konut üretimini ve arzını sadece gücü yetenlere değil, gücü yetmeyen alt gelir grubuna da mümkün hale getiren politikalarıyla kısa süre içinde önceki iktidarlara büyük bir fark atmış oldu. Belki iktidarda alt ve orta gelir gruplarının onayını alarak uzun süre kalmasının altındaki en önemli sırlardan biri sağlık politikaları ise bir diğeri de konut politikasıydı. Konut politikaları AK Parti yönetiminin “başını sokacağı ev” hayali hayatında önemli bir
Hepimizin hayalleri var. Benim hayallerimden biri bundan 6,5 yıl önce gerçek olmuştu. Bugün o hayalime “nokta” koyma zamanıdır. 1995 yılında Yeni Şafak gazetesinin Ankara Bürosu'nda Gökhan Özcan ağabeyi ziyaret etmiştim. Eski hukukumuza güvenerek ondan iş istemiştim de bana, “Hasan çok para veremeyiz, sen çoluk çocuk sahibisin daha çok para veren yerde devam et” demişti. Rabbim Yeni Şafak yolumu uzun kılmıştı..! 1999 yılının Eylül ayına kadar birçok farklı gazetede çalıştım. Her ortamda, “Falanca yerde çalışıyorum; Yeni Şafak okuyucusuyum” diyen bendim. O kadar dostum, arkadaşım Yeni Şafak'taydı ki beni de ne hikmetse hep Yeni Şafak'tan bilirlerdi. Gün oldu nasip oldu Yeni Şafak'ta yazı işlerinde 1999 ila 2003 yılları arasında çalışma imkânı buldum. Ak Parti'nin kuruluşuna da şahit oldum, 1 Mart Tezkeresi'nin reddine de... Albayrak ailesine yönelik kumpası da... Yeni Şafak'a baskını da yaşadım... Bayrampaşa'daki binayı kurşunladıklarında kurşunun biri tam da oturduğum masanın hemen yanı başındaki cama isabet etmişti de umursamamıştım. Selahattin Sadıkoğlu'nun yayın yönetmeni olduğu günlerden bir gün odasına girip “Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik beni istiyor, ne dersiniz?” diye sorduğumda, “Aynı yolun yolcusuyuz, git yolun açık olsun” demişti. 2003'te Yeni Şafak'tan ayrıldığım halde neredeyse bir yıl oturduğum masa ve koltuğum öylece durdu... Her ziyaretimde o masada oturmaya devam ettim. Yıllar geçti... Ve bir gün “Gel, Yeni Şafak'ta yaz” dediğinde “Şeref duyarım” demek düştü nasibime. 15 Mart 2016'dan bugüne “Türkiye'nin Birikimi” Yeni Şafak'ta bir damla olmak için çaba sarf ettim. Bugünse veda zamanıdır. Safımız bellidir... Yolumuz bellidir. Büyük ve güçlü Türkiye için... Milletin inançlarıyla barışık bir ülke için... Yolumuza devam edeceğiz. Ama Yeni Şafak'ta bu son yazımızdır. Yazdım, yazdım, yazdım. Yazdığım yazıları hep teşvik etti gazete yönetimi. Okuyucularımız, zaman zaman eleştirdi ama onlar hep cesaretlendirdi bizi. Ve işte şimdi bu son yazıda... Başta Ahmet Albayrak Beyefendi olmak üzere ve tüm Albayrak ailesine... Hac yoldaşım, kıymetli kardeşim, sevgili genel yayın yönetmenimiz Hüseyin Likoğlu'na... Bugüne kadar kahrımı çeken Mustafa Kahraman ağabeye, İdris Saruhan kardeşime ve tüm Yeni Şafak Yazı İşlerine şükranlarımı sunarım. Ve bugüne kadar bu köşede bizi okuyan, eleştiren, destekleyen kıymetli okuyucularımıza da teşekkür ederim. Herkesin hakkını helal etmesini dilerim. Benden yana hakkım helaldir. İlk yazıda “Bismihi” diye başlayıp, “esselam, esselam, esselam” demiştik. Şimdi son yazıda cümleten, “vesselam, vesselam, vesselam” diyorum. Rabbim yolumuz boyunca ayağımızı sabit kılsın! Dostluğumuzu baki kılsın. Kalın sağlıcakla...
Bugünkü yazıya geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim istiyorum. Geçen hafta AK Parti'nin tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birinin içinden Türkiye'yi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde çıkarma sürecini yazmaya başlamış ve onun ülkenin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan lider vasfının altını çizmiştik. Bu vasfıyla toplumun tüm katmanlarını pek çok yenliğe ikna etmişti. Ekonomi ekibi içinde yer almasam da kuruluştan itibaren Erdoğan'ın kadrosunda bulunan birisi olarak, ülkeye dair pek çok güzel işte, zorlukların atlatılmasında en önemli teşvikin ondan geldiğini bilirim. Bir lider olarak cesaret veren vasıflarının yanı sıra ülkenin insan sermayesine gösterdiği özen de onu farklılaştırmıştı. Herkesi saatlerce dinler, notlarını alır sonra da bunları hatırlatır, tartışma yapılmasına izin verir, rasyonel uygulamalar için öneri getirenlerin önünü açar, onlara fırsat verirdi. Bugün de gördüğümüz pek çok siyasetçi bu süreçte yetişti, öne çıktı. Şimdi geçmişten beri devam eden ekonomik kriz dalgalarının en büyüklerinden birisini pandemi çarpanıyla birlikte göğüslüyoruz. Türkiye'nin bu dalgaları atlatmasında AK Parti kadrolarının samimiyetinin, ilk yıllarında beri sürdürmeye çalıştığı bu ruhun ve Sayın Erdoğan'ın liderlik vasıflarının çok önemli olduğuna inanırım. ««« Ekonomik krizler tarihinin en önemli kitaplarından birisi olan “Çılgınlık, Panik ve Çöküş (Finansal Krizler Tarihi)” 1978 yılında Charles P. Kindleberger tarafından yazılmıştı. 1989, 1996, 2000 yılları basımı kitabın ilk yazarıyla devam etti, kitap 2005 ve 2011 yılı basımlarında Robert Z. Aliber tarafından güncellendi. Kindleberger'e göre cinnet, panik ve çöküş, kriz sürecinin üç aşaması. Cinnet döneminde, yatırımcılar paradan para kazanma hırsıyla borçlanarak reel ya da finansal varlıklara yöneliyor. Panik sırasında ise reel ya da finansal varlıklardan paraya geçmeye çalışılıyor ya da borcun geri ödenmesine başlanıyor: “Birkaç 'şanslı' yatırımcı spekülatif kazanç toplamak amacıyla ellerindeki varlıkların bir kısmını satar. Varlık fiyatlarının artışındaki yavaşlama diğer yatırımcıları daha temkinli davranmaya iter, gerginlik tırmanır, panik başlar ve ardından da çöküş gelir.” Çöküş sırasında ise, büyük bir istekle alınan tüm mal, konut, arazi, hisse senedi, tahvil gibi reel ya da finansal varlıkların fiyatları düşüyor. Piyasalarda oluşan balon patlıyor. Kitabın ilk sayfasında, 1970'lerden itibaren geçen zamanın, emtia, kur, gayrimenkul ve hisse senetleri fiyatlarında eşi görülmedik bir oynaklığın yaşandığı dönem olduğu vurgulanıyor. Bu dönemde dört finansal kriz dalgası yaşanmış, çok sayıda büyük banka aynı anda çökmüştü. 2008'de başlayan kriz, Büyük Bunalım'dan bu yana yaşanan en ciddi ve küresel boyutta etkili olanı olmuştu. KRİZ PANDEMİYLE BİRLEŞTİ Pek çok ekonomiste göre 2008 krizi sona ermiş değil. Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran, dün Anadolu Ajansı'na verdiği demeçte, “2008 global krizi tam olarak sona ermeden pandemiyle birleşti” diyordu. “Çünkü 2008'den 2022'ye kadar küresel ölçekte izlenen yanlış politikaların, 14 yıldır halının altına süpürülen problemlerin, bazı şeylerin 'sonra yaparız' denilerek ötelenmesinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız.” Aran, dünyadaki ekonomik sorunların, artık hiçbir ülkenin tek başına çözebileceği bir noktada olmadığına dikkat çekiyor. “Yakın gelecekte bütün dünyada ülkeleri zorlayacak ve daha yaratıcı stratejiler izlemelerini gerektirecek önlemler”in daha çok konuşulacağını söylüyor.
Anadolu'da yaklaşık 1 milyon nüfuslu bir büyükşehirde yapılmış çok geniş kapsamlı bir kamuoyu araştırmasını inceleme şansı buldum geçenlerde. “Hizmete özel” yapıldığı için net rakamlı ve çıplak verili bu araştırma yaklaşan seçim öncesinde çok sağlam fikirler verdi bana. Şuradan başlayayım. “AK Parti ne yapar, neyi düzeltirse oy verirsiniz?” sorusuna verilen cevap beklenildiği gibi “ekonomiyi düzeltirse” olarak çıkmış araştırmada. Şaşırtıcı olansa bu cevabın %36 olan yüzdesi. Allah biliyor ya “bu seçimin en önemli belirleyeni ekonomi olmayacak” minvalinde tespitler yapan insanlara şüpheyle bakıyordum. Ekonomi bu kadar gündemdeyken ve yolunda gitmiyorken elbette seçimi tek belirleyenin ekonomi olacağını düşünüyordum. Fakat öyle görünmüyor. Diyebilirsiniz ki “birader, tek bir Anadolu şehrinden bu sonuca nasıl ulaştın?” Eh, haklı da olursunuz. Ama tabiri caizse “iliklerine kadar tanıdığım” bu şehirde ekonominin %36 çıkması bu konuda bana çok net fikirler verdi. Ekonomi etrafındaki tartışmalara bakılırsa bu rakamın %60 ve üzeri olmasını beklerdim. Demek ki insanlar, evet, AK Parti'den ekonomiyi düzeltmesini bekliyorlar ve fakat oy verirken tek motivasyonları ekonomi olmayacak. Bir başka ilginç sonuç. “AK Parti ayrı, Reis ayrı. Reise oy vereceğim ama AK Parti'ye oy vermeyeceğim” diyenlerin sayısının epeyce çok olduğunu hatırlıyorum geçtiğimiz dönemlerdeki araştırmalardan. O makas kapanmış görünüyor. Şehirdeki 49,5 AK Parti oyuyla %12,5 MHP oyunu toplayınca “Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyum Recep Tayyip Erdoğan'a” diyen %62'yi kendiliğinden buluyoruz. Geçtiğimiz yıl aynı şehirde AK Parti ve MHP'deki “kayıp-kaçak oranı” toplam %8 civarındaydı. O fark kapanmış. Bu veriyi önemsememin sebebi şu. Söz gelimi Tayyip Erdoğan'a %62 çıkan bu şehirde AK Parti'nin oyu %44, MHP'nin oyu da %9 olsaydı bu, seçim sonrası TBMM'de Cumhur İttifakı'nın ciddi bir sıkıntı yaşayacağı anlamına gelecekti. Zaten “Reis ayrı AK Parti ayrı propagandası”nın altında da zannediyorum Cumhur İttifakı'nı bu zorluğa itmek yatıyor. Söylemeden geçmeyeyim: Bence çok başarılı bir strateji bu “Erdoğan'ı deviremezsen partisini zayıflat” stratejisi. Üstelik bazı AK Parti destekçileri de bu stratejiyi satın almaya çok yatkın. Sonuçlarını incelediğim şehirde bu işin çözülmüş olması tüm Türkiye'de çözüldüğü anlamına gelebilir de gelmeyebilir de. Zannediyorum AK Parti kurmayları seçim yaklaştıkça bu meselenin üzerinde duracak, bazı karşı hamleler yapacaklardır. Gelelim bir başka sonuca. Şehirde ilk defa oy verecekler, okuyan gençler ve çalışan gençler sosyolojik gruplarında AK Parti'nin de Recep Tayyip Erdoğan'ın da oy oranları genele oranla düşük. Cumhurbaşkanına oyları %46, AK Parti'ye oyları %40 düzeyinde. Geçen yıl gördüğüm sonuçlara göre yukarı yönlü bir artış da söz konusu. Seçime kadar bu yukarı yönlülük sürerse Cumhurbaşkanı gençler arasında %50'yi görebilir. Bu da Erdoğan'ın şehirden alacağı toplam oyun %70'ler düzeyine geleceğini gösterir bence. Burada can sıkıcı bir sonuç var gençlerle ilgili. Araştırmanın genelinde şehirde yaşama memnuniyeti %80 çıkıyor. Gençlerde ise bu sonuç %60'a kadar iniyor. Bunun iki nedeni var bence. Birincisi, bu tip şehirlerde gençlerin “memnuniyet ve aidiyetlerini artıracak” adımların atılmaması ya da çok yavaş atılması. İkincisi ve daha kritiği ise bu gençlerin maruz kaldığı baş döndürücü algı bombardımanı. Türkiye'de bir başka şehirde bile değil, bütünüyle yurtdışında yaşamanın yapılacak tek şey olduğunu bu gençlere sadece politik nedenlerle pompalayan odaklar kötü, çok kötü bir şeye sebebiyet veriyorlar. Gençlerimizin aidiyet duygularını yerle bir ediyorlar. Bu, korkunç bir sürecin önünü açıyor. Dikkat isterim. Bilerek ve isteyerek “aidiyet” dedim. Politik kampanyalarına meze ettikleri bu çocukların elinden sadece memnuniyetlerini değil, aidiyet hislerini de almaya çabalıyorlar.
Bilgisel'in bu bölümünde Milli Görüş'ün çatırdayıp ikiye bölünmesine neden olan Fazilet Partisi içindeki kavgayı ve AK Parti'nin kurulma sürecini ele aldık. Hazırsanız başlayalım.------- Podbee Sunar ------- Bu podcast, GetirAraç hakkında reklam içerir. GetirAraç'ı indirmek ve ilk kullanımda 500 TL indirimden faydalanmak için, tıklayın. Bu podcast, Hiwell hakkında reklam içerir. Hiwell'i indirmek ve "pod10" koduyla %10 indirimden faydalanmak için tıklayın. See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Önceki yazımı, “Tanpınar'a gelince” diyerek bitirmiştim. Sezai Karakoç'un “Bozgunda bir fetih düşü” kuran adam olarak nitelediği Yahya Kemal'in, önceki yazımızda ana hatlarıyla zikrettiğimiz medeniyet anlayışında Avrupa medeniyetiyle ilgi ve ilişki düzeyini belirlemek oldukça zordur, çünkü mesele benzer birçok konuda olduğu gibi cesaretli bir hüküm vermeye dayanınca Yahya Kemal'i orada bulmak zorlaşır. Yahya Kemal'in öğrencisi Tanpınar'ın (v. 1962) bu konudaki duruşu hocasınınkinden çok daha nettir. Onun, bugüne kadar aynı muhteva ve yetkinlikte bir benzeri yazılmamış olan On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi söz konusu duruşu hakkında tek başına delil olarak kullanılabilecek bir ibret levhasıdır. (Dergâh Yayınları, İstanbul 2012) Yine bu bağlamda Orhan Okay'ın Tanpınar'la ilgili kitabındaki Ankara'da Çok Cezerî Bir Garpçı ve Politika Batağında Bir Şair başlıklı metinlerine de başvurulabilir. (Dergâh Yayınları, İstanbul 2010) Hemen her cihetten Garplılaşarak medenileşmenin bir zaruret olduğuna inanan Tanpınar, muhtemelen bu gidişatı sekteye uğratanlar olarak gördüğü Menderes ve arkadaşlarına karşı duyduğu derin kinini 1960 yılı günlüklerinde kesin bir dille ifade etmiştir. Tanpınar'ın medeniyetçilik tahtında Yahya Kemal'den farkı, tarihî yapılarla ve kitâbî eserlerle ilgili hissiyatını, ifade ettiği an ve zeminde sabit tutmaktır; başka bir an ve zeminde eyleme dönüşme ihtimaline ket vurmaktır. Örneğin, üniversite yolundaki sultan kabirlerinden geçerken, onların ruhlarına kazara bir Fatiha okumuşsa, bu okuyuşunu o an ve o kabirlerle sınırlandırmaya, hayatının diğer anlarına ve alanlarına yaymamaya özen göstermiştir. Onun camilerle, türbelerle, tekkelerle ilişkisini daha iyi değerlendirmek isteyenler, Mustafa Kutlu'nun son derece etkili kısa tespitlerine başvurabilirler. Bu yanlarıyla Tanpınar'ın medeniyetçiliği laikçi bir medeniyetçiliktir. Din ve din kültürü ferdî planda kalmalı, hissiyatı aşmamalı, Avrupaî yeni hayata yansıtılmamalıdır. Kendi zamanımızdan baktığımızda Sezai Karakoç ve İsmet Özel'in şair ve münevver kimlikleriyle Tanpınarvâri medeniyetçilikten şiddetle uzak durdukları kadar, medeniyet kavramını kullanma konusunda da, Filibeli Ahmed Hilmi ve Mehmet Akif çizgisine çok uzak olmaksızın temkinli davrandıklarını görürüz. Tanpınar'ın vefat yılına göre, Müslüman münevverlerin medeniyet muhasebeleriyle ve Sağcılık fikriyatı içinde yaşayan medeniyetçilik ideolojisiyle geçen bir yarım asırdan sonra nereye evrildiklerine gelince... Henüz ilgili pratikleri tamamlanmamış olan bu yakın zaman tarihini doğru değerlendirebilmek için, FETÖ bağlantılı köşe yazarlarının planlı olarak 2012 yılında İslamlığın ölümüyle ilgili başlattıkları tartışmaya tekrar bakmamız gerekir. Aslında, söz konusu tartışma kendi doğallığıyla başlatılmadığı ve sahiden doğruyu aramak yerine, FETÖ'den alınmış bir talimatın yürürlüğe koyulmasından ibaret olduğu için fikrî bir kıymete sahip bulunmamaktadır. Yine de ilgili tartışmanın öncelikle AK Partili seçmenler arasında fitne üretme maksadı unutulmaksızın, İslamcılıktaki değişim, farklılaşma, muhafazakarlaşma ve hatta medeniyetçilik ideolojisini üstlenme iddiaları yeniden değerlendirilebilir. Uzlaşma esasıyla toplumun tamamını kuşatacak köklü, yaygın bir değişim ve gelişme vaadiyle 2002 yılında iktidar olan AK Parti'nin bu vaadine uygun moral bir hareketi de başlatması gerekiyordu. Bu moral hareket, öncelikle uzlaşmayı gerektirdiği için, toplumun çok büyük bir kesiminin dahil olacağı İslam ve Türk vurgulu şanlı medeniyet ve buna tabi olarak erişilebileceği öngörülen muasır medeniyet söylemiyle başlatıldı. Bu yönelimin tam adı, dindar muhafazakarlıktan başka bir şey değildi ki bu da Sağcılığın uhdesindeki medeniyetçiliğin aynı zamanda AK Parti seçmeni olan İslamcılar tarafından da devralınması demekti. Konunun asıl düğümü buradaydı ve o düğüm hâlen çözülmeyi bekliyor.
14 Ağustos 2001'de AK Parti kuruldu. 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler saldırısı yaşandı. Müslümanların yaşadığı yerler, işgale uğrayan, demokrasinin ille de götürülmesi gereken yerler haline geldi! AK Parti bu sürecin içinde dünyadaki her türlü değişime rağmen ülkesini doğru bir rotada tutmayı başardı. Bunu yaparken en büyük başarısı 2001'de Arjantin ile birlikte Türkiye'yi etki altına alan ekonomik krizden ülkesini çıkartmasıydı. Öyle ki bu süreçte Arjantin iflas etti. Arjantin “saç traşı” denilen iskonto ile dış borçlarını yeniden yapılandırsa da 2014'te ve 2019 sonunda yeniden temerrüde düştü. Arjantin 2001 ekonomik krizinde 1994 yılı Meksika ve 1999 yılında Brezilya krizlerinin etkisi vardır. İki ülkenin Arjantin ticaret hacminde büyük paya sahip olması krizin tetikleyicisi olmuştu. Türkiye'de ise 1994 krizi, 1998 Rusya ve Asya krizleri, 1999 yılında 17 Ağustos depremi ve 2000 yılında yaşanan bankacılık krizi 2001 krizinin tetikleyicileri olmuştu... İç siyaset krizi zirveye tırmandırdı. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in 19 Şubat'ta (2001) Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) Başbakan Bülent Ecevit'e Anayasa kitapçığı fırlatırken, Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizine sürüklenecekti. MGK sonrası yapılan açıklamalarla borsa ilk gün yüzde 14,6, üç günde yüzde 29,3 değer kaybetti. Repo faizleri yüzde 760'a, ardından da yüzde 7 bin 500'e tırmandı. Merkez Bankası'ndan 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı oldu. Kriz öncesi, dönemin parasıyla 623 bin lira olan dolar, 1 milyon 225 bin liraya tırmandı. “Sabit döviz kuru” sistemi terk edilerek, “dalgalı kur rejimi”ne geçildi. Türkiye 2001 yılında yüzde 5,7 küçülürken, enflasyon yüzde 88'i aştı. Ecevit 27 Şubat'ta Dünya Bankası'nın Birinci Başkan Yardımcısı Kemal Derviş'i “istişarelerde bulunmak üzere” Ankara'ya davet etti. 3 Kasım 2002'de yapılan genel seçimlerde AK Parti tek başına iktidara geldi. Krizin yaşandığı dönemde koalisyonda bulunan DSP, MHP ve ANAP ise Meclis dışında kaldı. 2001 KRİZİ Kemal Derviş 22 yıldır çalıştığı Dünya Bankası'ndaki görevinden ayrılarak 3 Mart 2001'de Bülent Ecevit Hükümeti'nin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. IMF'nin borç para vermek için çıkarılmasını istediği yasaları söz konusu günlerde “15 Günde 15 Yasa” başlığı ile medyada geniş yer buldu. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nı kaleme alan Derviş, Türk Telekom ve THY'nin özelleştirilmesi, Emlak Bankası'nın kapatılması, ihale ve tütün yasaları konusunda kabinenin MHP'li ve ANAP'lı üyeleri ile çatıştı. Kamuoyuna adeta ekonomik krizin 'Süpermen'i olarak takdim edilen Derviş, milyonlara acı ilaç içirip, IMF'den yüklü miktarda borç aldıktan sonra 2002 Ağustos ayında Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ile görüş ayrılığına düşerek görevinden istifa etti. 2002'de AK Parti'nin koalisyonsuz tek parti olarak iktidara gelmesiyle Türkiye yeniden ayağa kalktı. IMF'den 2005'te 6,6 milyar SDR borç alındı ancak uygulanan mali disiplin ile Türkiye IMF'ye borçlarını 2013'te kapattı. Bir taraftan ekonomik olarak büyürken, diğer taraftan da sosyal devlet olma yolunda yatırım yaptı, gelir adaletsizliğini hızla kapatmayı, orta sınıfı geliştirmeyi başardı. Milli geliri 5 kat büyüttü.
AK Parti'nin kuruluş programına katılanlara Recep Tayyip Erdoğan imzalı pahalı İsviçre saatleri dağıtıldığına dair paylaşımlar sosyal medyada elden ele dolaşıyor. AK Partili yetkililere sordum, “Ne bizim, ne de Cumhurbaş-kanlığı'nın böyle bir hediyesi oldu” yanıtını aldım. Bu saat dağıtma haberi nereden çıktı o zaman? Kaynak her zamanki gibi sosyal medya görünüyor. Ancak ana kaynak bu sefer bir televizyon kanalı. CHP'nin fonladığı ve başındaki Merdan Yanardağ'ın geçtiğimiz günlerde bu para ilişkisini itiraf ettiği TELE 1 kanalı gündeme getirmiş. Bir moderatör ve dört konuğun olduğu tartışma programında epey konuşmuşlar. Burçin Atılgan'ın sunduğu programın o bölümünü açıp izledim. CHP Milletvekili Gökhan Zeybek, CHP'li Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli, ekonomist Selçuk Geçer ve siyaset bilimci Onur Alp Yılmaz gündemi değerlendirmişler.
Erdoğan'dan AK Parti'nin 21'inci Yılı Paylaşımı, Bakan Koca: Sözleşmeli Doktorlar Daha Yüksek Özlük Haklarına Sahip Olacak, Suriye'nin Kuzeyinde 4 Terörist Etkisiz Hale Getirildi, Emniyet'ten Merkezi Sınavıyla İlgili İddialara İlişkin Açıklama, İstanbul İçin Kuvvetli Yağış Uyarısı, Kocaeli'de Ormanlık Alanda Çıkan Yangın Söndürüldü, Rusya: Harkiv'deki Bir Yerleşim Birimini Ele Geçirdik, Kahire'nin Batısındaki Kilise Yangınında 41 Kişi Öldü
Erdoğan'dan AK Parti'nin 21'inci Yılı Paylaşımı, Bakan Koca: Sözleşmeli Doktorlar Daha Yüksek Özlük Haklarına Sahip Olacak, Suriye'nin Kuzeyinde 4 Terörist Etkisiz Hale Getirildi, Emniyet'ten Merkezi Sınavıyla İlgili İddialara İlişkin Açıklama, İstanbul İçin Kuvvetli Yağış Uyarısı, Kocaeli'de Ormanlık Alanda Çıkan Yangın Söndürüldü, Rusya: Harkiv'deki Bir Yerleşim Birimini Ele Geçirdik, Kahire'nin Batısındaki Kilise Yangınında 41 Kişi Öldü --- Send in a voice message: https://anchor.fm/haluk-kurtuncuoglu/message
''6 Dakikada Gündem'' ile aktardığımız 14 Ağustos 2022 gündem haberleri sizlerle. İyi dinlemeler. Metin Yazarı: Serap Başar / Seslendirme: Selçuk Kandemir Instagram Twitter podcastbpt.com
Gazeteci Yavuz Oğhan'a SBS Türkçe dinleyicilerinden gelen soruları sorduk. AK Parti'nin kazanamayacağı seçimlere girme riskine girip giremeyeceğini sorduğumuz Oğhan olağanüstü hâl ilan edilmesinin seçimleri engellemeyeceğinin altını çizdi.
2019'da AK Parti'nin İstanbul'u ilk seçimde 10 bin oy fark ile kaybetmesinin nedenlerini bu köşede de çok tartıştık. Teşkilatın motivasyonu ve eğitimi konusundaki eleştirilerimizi her vesile ile söyledik. O seçimden alınan dersler sonrasında AK Parti İstanbul'da neredeyse yeniden yapılandı. Öncelikle son İstanbul İl Genel Kurulu'nda İl Başkanı değişti. Osman Nuri Kabaktepe yeni bir kan olarak AK Parti'nin İl Başkanı oldu. Kabaktepe'nin ilk canlı yayınında ona soru soranlardan biri de bizdik. Ve “idealler ile gerçekleri” nasıl meczedeceğini merak ettiğimiz için uzun zamandır yakından takip etmeye de çalışıyoruz. Takip ettiğimiz AK Parti İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe ile önceki gün bir araya geldik.
19 Mayıs 2021'den bu yana “Zenginden alın fakire verin” diyoruz. Hükümet, serbest piyasa şartlarında kısmi müdahalelerle piyasayı düzenlemeye çalıştı. Yaşanan enflasyonist ortamdan vatandaşlarımızı korumak için de kendinden feragat etti. Doğalgaz ve elektrikte yüksek oranlarda sübvanseden tutun da... Asgari ücretteki vergiden vaz geçmeye, KDV'de indirime, birçok sektörü destekleyen sübvanseye... Tarımdan, sanayiye kadar birçok sektöre kredi ve hibe imkanına... Ve küçük esnafların vergi borçlarının silinmesine kadar; birçok alanda kendinden feragat etti. Hükümetin ekonominin çarkları dönsün, istihdamda sorun yaşanmasın, üretim devam etsin diye kendi alacaklarından feragat etmesi bir yere kadar çözüm oldu. Şimdi, regülasyonunu artırması gerekiyor. Zira zengin-fakir arasındaki gelir adaletsizliği her geçen gün büyüyor. Bunu engellemesi gerekiyor. Yoksa toplumsal barışımız riske giriyor! Bu bağlamda, finans sektörüne kısmi vergi artırımı geldi. Bizim başından bu yana önerimiz, “Bu dönemde zenginliğine zenginlik katanlara ek vergi konması... Bu dönemde daha da fakirleşenlerin desteklenmesi”ydi. Çünkü, kervan yürürken arkada kalma ihtimali olanların oranı her geçen gün artıyor. “TÜRKİYE ÇALIŞANLARINI KORUYACAK GÜÇTE BİR ÜLKE” Geçtiğimiz hafta Çalışma Bakanı Vedat Bilgin, yaptığı bir konuşmada “Türkiye'nin bir sosyal devlet olduğu”nu yeniden hatırlattı. Ve “Türkiye, çalışanlarını koruyacak güçte olan bir ülkedir” dedi. Vedat Hoca, Türkiye'nin, emekçilerini sermayenin, çıkar gruplarının pençesine bırakmayacak, onlara karşı sosyal hukukunu koruyacak bir devlet olduğunu keskin ifadelerle anlattı. Açıkçası kendisini de bağladı. Vedat Bey'in bu taahhüdünü çok değerli buluyoruz. “Türkiye'de ücretlilerin durumu ne olacak? Emekçilerin durumu ne olacak” diye sorduğu soruya yine kendisi cevap verdi; “Bizim bütün hazırlıklarımız buna cevap vermek üzeredir. Geçtiğimiz yıl enflasyon yüzde 36 iken biz asgari ücreti yüzde 50'nin üzerinde artırdık. Asgari ücrete yüzde 50'lik artış yapıldığı zaman şöyle bir endişe vardı: Bu işsizliğe yol açar mı? İşsizlik yaratmadı, tam tersine Türkiye yüzde 5'in üzerinde her büyüdüğünde ekonomi yaklaşık 750 bin istihdam yaratıyor, yüzde 7 büyüdüğünde 1 milyonun üstünde istihdam yaratıyor. Geçen yıl Türkiye bunu gerçekleştirdi, 1 milyon 400 bine yakın istihdam yarattı.” Vedat Bilgin'in açıklamalarının özeti, hükümet ücretler konusunda beklentilerin bile üzerinde bir artış için hazırlık yapıyor. Tek şartı üretimin devam etmesi. Çarkların durmasına neden olacak hiç bir önlemi şu an için gündemlerine almıyorlar. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan başından bu yana “Ücretlileri enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyor! 1 TRİLYON 81 MİLYARLIK EK GELİR, EK BÜTÇE İLE DAĞITILACAK Anladığımız kadarıyla kabine ve AK Parti'nin istişare toplantılarında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talimatı doğrultusunda muhataplar eş güdümlü çalışıyor ve açıklama yapıyor. Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı Cevdet Yılmaz da eşgüdümlü olarak ek bütçe ile ilgili konuştu. Yılmaz'ın ek bütçeyi neden yaptıklarını izah ederken kurduğu şu cümleler dikkat çekici: “Gelir ve giderlerde öngörülemeyen artışlar var. Yaptığımız bir borçlanma değil kesinlikle. Artan gelirlerimizi ödenekleştiriyoruz. Bu durumda pozitif durumu ağır basıyor.” Yılmaz, enflasyonun varlığı, tarım ve sosyal desteklerin artırmasına yönelik talepler, ücretlerin artırılması yönündeki beklentiler olduğuna işaret edip, “Bunları ek bütçeyle yapacaksınız. Ama ek bütçeyi de borçlanarak değil sağlıklı gelirlerle yapacağız. 1 trilyon 81 milyar liralık ek gelir bekliyoruz. Yılbaşında öngörülmeyen ilave gelir bu” diyor.
“Hafıza ı beşer nisyan ile maluldür” demiş atalarımız. O yüzden, zaman zaman hafıza tazelemekte, hatırlama ve hatırlatmakta fayda var. İstanbul'un Belediye Başkanı, 2019 yerel seçimlerinde hem “Bu Ak Parti'ye bir ders verelim” diyenlerden hem HDP'lilerden hem de blok olarak CHP ve İyi Partililerden oy aldı. Ama 29 Mart seçiminde sandıklardaki “şaibe”yle ilgili Ak Parti, oyların sayımını tekrar sağlayabilseydi seçimi kazanma ihtimali bize göre yoktu. Ak Parti'nin itirazı ya da itiraz etme biçimi İl Seçim Kurulu'ndan dönünce konu Yüksek Seçim Kurulu'na gitti. Ve Ak Parti o an seçimi kaybetti. 24 Haziran'daki ikinci seçimde 800 bin farkla seçimi kazandı. “Mazbatamı verin. İşimiz çok” diye ortalarda dolanan, Anıtkabir defterine “İBB Başkanı” diye imza atan belediye başkanı, mazbatayı alır almaz soluğu Bodrum'da aldı.
2023 seçimleri hayati önemdedir. ABD Başkanı Biden'ın ne pahasına olursa olsun yapacağım dediği liderlik değişimi gerçekleşirse 15 Temmuz darbe girişimi işte o zaman amacına ulaşmış olacaktır. Bunun ne anlama geldiğini bilmem anlatmama gerek var mı? O yüzden AK Parti'nin işi her zamankinden daha sıkı tutması gerekir.
Dikkatinizi çekti mi bilmem. Muhalif çevrelerde ekonomideki sorunların, hayat pahalılığının artmasının, satın alma gücünün zayıflamasının seçmen tercihlerini neden yeterince etkilemediği sorusuna cevap aranıyor. Ukrayna savaşı öncesi, iktidar cephesinin oylarında gözle görülür bir azalma trendi vardı ve bu durum, muhalefetin umudunu ciddi biçimde artırmıştı. Savaş başladıktan sonra ekonomi üzerindeki baskı daha da artmasına rağmen, seçmen davranışında enteresan bir dönüşüm oldu ve AK Parti'nin oylarındaki gerileme durduğu gibi, 3 puanlık bir artış bile oldu. Bu durum doğal olarak muhalefet cephesinde tam bir hayal kırıklığı üretti. Bazı bilinen sosyal medya hesaplarından 'anlayamıyorum' çığlıkları yükseldi.
Meral Akşener'in 30 yıla merdiven dayayan politik kariyerinde; yol ayrımına girdiği son yol arkadaşı Yavuz Ağıralioğlu oldu. İYİ Partililer, İYİ Partili olmayan milliyetçiler ve bizzat Yavuz Ağıralioğlu'nun anlam veremediği bu tasfiye sürecini anlamlandırmak için Meral Akşener'in politik kariyerindeki yürüyüşüne bakmak gerekiyor. Meral Akşener, 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce bir gazeteye verdiği söyleşide Devlet Bahçeli için “Çok iyi bir stratejik akla sahiptir. Satranç oyuncusudur, hep 5 hamle sonrasını görür” tahlilini yapmıştı. Bahçeli, gerçekten de beş hamle sonrasını görüyormuş. Çünkü bu açıklamasına rağmen Akşener'i seçimlerde listeye almamıştı. Yıllar önce (27 Nisan 2016) Gerçek Hayat dergisinde, “Akşener ve yolda bıraktığı liderler” başlıklı bir portre yazmıştım ve yazı o günlerde konuşulmuştu. Çünkü Akşener henüz MHP'deydi ve Bahçeli'ye karşı partiyi olağanüstü kongreye götürmeye çalışıyordu. Mahkeme kararı ile bu yola soktu da. 15 Mayıs 2016'da kongre yapıldı. Genel Merkez bu kararı tanımadı. Yeni davalar açıldı. Akşener, 19 Haziran 2016'da partiden ihraç kararına ihtiyati tedbir konulmasını istedi. Derken bu süreçte 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı. Siyasette denklemler değişti. Akşener'in başına geçmeye çalıştığı MHP, FETÖ'nün ülkeyi ele geçirme hamlesine karşı iktidarın yanında yer aldı. Akşener de Aralık 2016'da kesin olarak MHP'den ihraç edildi. Ardından da bir yıl sonra, Akşener ve yol arkadaşları “gerçek ülkücüler bizleriz” diyerek İYİ Parti'yi kurdu. Fakat İYİ Parti'yi kuran birçok isim bugün partide yoklar. Mesela, partideki FETÖ gölgesini dağıtmak için Ergenekon kumpasından tutuklanan Ali Türkşen, Ali Aydın ve Fatih Eryılmaz ile çektiği “sıkar abla” videosu için kamera karşısına geçen tüm isimler sırayla istifa ettiler. En son İYİ Parti kurucularından Vedat Yenerer, “Benim için İYİ Parti kocaman bir hayal kırıklığı olmuştur” diyerek istifasını verdi. Akşener'in yolda bıraktığı arkadaşları sadece İYİ Parti'de değiller. Dönelim siyasete başladığı yıllara. İlk muhalif hamlesini de kendisine vitrine çıkaran, 28 Şubat gibi bir süreçte İçişleri Bakanı yapan Tansu Çiller'e karşı Köksal Toptan'ı destekleyerek yapmıştı. Toptan, ezici bir şekilde kaybedince Meral Akşener de ortada kalmış ve bir daha Çiller'in yanına yaklaşamamıştı. Sonra Mehmet Ağar ile TBMM'de uzun uzun oturmaları yeni bir muhalif dalganın hatta yeni bir milliyetçi sağ partinin habercisi olarak konuşuldu. Akşener DYP için “rahatsız edici” bir isimdi artık. Dönemin DYP İstanbul İl Başkanı Süleyman Soylu, 32 ilçe başkanını da yanına alarak, hainlikle suçladığı Akşener'in istifasını istediğinde yıl 2000'di. İkili görüşmeler, arayışlar ve muhalif kalkışmalardan bir sonuç çıkmayınca 4 Temmuz 2001 günü DYP›den istifa eden Akşener, bu sefer AK Parti'nin kuruluş çalışmalarında görüldü. O günlerde “Ortak aklın olduğu bir kadro hareketi düşünüyoruz. Liderliğin sorun olacağını düşünmüyoruz” diyen Akşener iki ay içinde fikir değiştirdi ve AK Parti'nin kuruluşunda yer almadı. Erdoğan ve arkadaşlarını “Milli Görüş çizgisini sürdürüyorlar” diye eleştiren Akşener, soluğu MHP'nin Kızılcahamam kampında aldığında takvimler 3 Kasım 2001'i gösteriyor ve artık Devlet Bahçeli'nin sağ tarafında oturuyordu. 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra MHP ile birlikte yeniden Meclis'e girdi. Devlet Bahçeli tarafından her daim el üstünde tutulan isimdi. Artık TBMM Başkanvekiliydi. Makamı ile birlikte artık gündemde de ön plandaydı. Medyanın ilgi odağı olmuş, parti içinde güçleniyordu. Bu güçlenme; MHP'ye çekilen operasyonlarda dikkat çekti, Akşener tam da bu günlerde öne çıkarıldı, potansiyel genel başkan olarak adlandırıldı. Yazının başına dönecek olursak Devlet Bahçeli beş hamle sonrasını sadece Akşener nezdinde değil ülke siyasetinde ve devlet yönetiminde de görmüştü anlaşılan.
Saadet Partisi Kadın Kolları Başkanı Nurgül Beytiye Ekinci, Candan Yıldız'a yorumladı. Adana'da Furkan Vakfı mensubu başörtülü bir kadına, başörtülü kadın polisin şiddet uygulaması sonrası başlayan tartışmayla ilgili konuşan Saadet Partisi Kadın Kolları Başkanı Nurgül Beytiye Ekinci "AK Parti 28 Şubat'ta kenetlenenleri karşı karşıya getiriyor ve başörtüsü sorununu çözdüğü doğru değil. Çünkü bu konuda anayasal, yasal bir güvence yok" diye konuştu. Candan Yıldız'ın sorularını yanıtlayan Saadet Partisi Kadın Kolları Başkanı Ekinci, "Bunları yaşamış AK Parti'nin bunlara izin vermesini anlayamıyorum. 28 Şubat sürecinde kenetlenmiş mütedeyyin kesimin karşı karşıya getirildiğini görüyoruz. Bu gerçekten herkesi incitiyor" dedi. 28 Şubat sürecinde öğretmenlik hakkının elinden alındığını söyleyen Ekinci, "başörtüsü dün mağduriyetin bugün ise gücün simgesine mi dönüştü?" sorusuna şöyle yanıt verdi: "Başörtüsü kesinlikle bir gücün simgesi değil. Güç olsaydı kapalı bir hanımefendiye cop olayı gerçekleşmezdi. AK Parti başörtüsünü siyasallaştırdı, araçsallaştırdı. Başörtüm üzerinden oy almaya çalışıyor. AK Parti başörtüsü problemini çözmedi. Çünkü anayasal bir güvenceye sahip değil. Başörtülülerin kamuda çalışmasının önünü açtı sadece. AK Parti canı istediğinde, kendisine ağam paşam demeyen herkesi mülakat sistemi ile KHK ile görevden alabilir. Başörtüsü hâlâ bizi birleştiren bir unsur. Çünkü burada mesele insan hakları, inanç özgürlüğü meselesidir. Görüntü içimizi yaktı mı yaktı. Kamusal alanda var olabilmek için bu kadın polisimiz adına da mücadele vermişken, mücadele verdiğimiz kişiler tarafından haksızlığa uğramak, darp edilmek hepimizi acıtıyor. Ama asıl mesele adalet, insan hakları, gösteri özgürlüğü. Sorumlu sadece polis kardeşimiz olmaz. Bu durumda hükümetin yaptıklarını doğru ve helal göstermiş oluruz. Asıl hataya burada düşmüş oluruz." 22 Mart 2022 yayını
Günaydın. TCMB, politika faizini %14 seviyesinde sabit tuttu. AK Parti'nin hazırladığı kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik düzenlemeleri içeren yasa teklifi TBMM'ye sunuldu. Getir, Avrupa'nın ilk decacorn'u oldu. Bugünün bülteni Original by Nature destekleriyle ulaşıyor. Fotoğraf: Reuters
Bekir Ağırdır ve Murat Sabuncu, Sayıların Dili'nde yorumladı, soruları yanıtladı. KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, "AKP'nin oyu belli trend dahilinde düşmeye devam ediyor, 6'lı mutabakat metni muhalefet oylarını yükseltir" dedi. Murat Sabuncu ve Bekir Ağırdır, dünyadaki son gelişmeler, 6'lı zirve Türkiye'de politikayı etkisi, ekonomideki krizin seçmen davranışlarına yansıması, İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in 'Avrasyacılar' çıkışını yorumladı. Ağırdır, bir izleyicinin "Ekonomik kriz, AKP'nin oylarını etkiler mi?" sorusuna "AKP'nin oyları belirli bir trend halinde düşmeye devam ediyor. AK Parti'nin yüzde 50'lere ulaşan kitlesinin en dış kabuğu, daha gevşek bir yapılan ve ilk problemde terk ediyor. Azaldıkça daha geride keskin biçimde, kimliğine, partisine, sadakatine, ideolojisine daha sadık seçmen kaldığı için giderek erime hızı yavaşlıyor olabilir. Erime devam ediyor. İnsanlar sokakta ve kendi hayatlarındaki yangını yaşıyorlar.” yanıtını verdi. 6 muhalefet partisinin mutabakat metninin muhalefet oylarının yükselteceğini belirten Ağırdır, "Seçmen bir yandan siyaseten umutsuz, güncelin derdi, sofradaki yangın, enflasyon, işsizlik o kadar ağır ki beklendiği hızda olmayabilir ama dikkati dönmüştür. Mutabakat metninin gri alanda dediğimiz, bekleyen seçmenin gözüne ve kulağına değindiği açık” değerlendirmesini yaptı. 4 Mart 2022 yayını
TEAM yani Toplumsal Etki Araştırmaları tarafından yapılan son araştırma, uzun zamandır düşme eğiliminde olan Cumhur ittifakı oylarında kısa zamanda bir toparlanmaya neden olduğunu gösteriyor. TEAM araştırmasının sonuçlarını araştırmacı Nezih onur Kuru ile konuştuk.
Daily Press'te bugün; kısa gündem, AK Parti'nin meclise sunduğu yeni yasa teklifi, Kazakistan'daki olaylar ve daha fazlası var. Keyifli dinlemeler!
Mehmet Akif Ersoy'un ve yazdığı İstiklal Marşı'nın Millî Mücadele hareketindeki varlığı başlıbaşına İstiklal Harbi'nin hangi duygu ve saiklerle yürütülmüş olduğunun net bir resmini verir. Bu resmi bir kenara bırakarak yazılan veya anlatılan hiçbir İstiklal hikayesinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Akif'in tam vefatının 85., İstiklal Marşı'nın da yazılışının 100. yıldönümünde Türkiye'nin Milli Mücadele hareketine dair bir tartışma açmanın aslında hayırlı bir tarafı vardır. 20 yıldır tek başına aynı milletin teveccühünü kazanarak halkın hür seçimleriyle iktidarda kalan muhafazakâr AK Parti'nin en güçlü referanslarından birinin İstiklal Marşı'nda ifade edilen felsefe ve anlayış olduğu çok açıktır. Oysa AK Parti burada ifade edilen ruhu temel alarak sonrasında yaşanan hadiseleri, ihtilafları, ayrışmaları, hesaplaşmaları tarihe ve vicdanlara havale ederek hiç tartışmaya açmadı, kaşımadı. Çünkü tarihi olaylardan bugüne getirilecek hiçbir hesaplaşmanın günümüze bir faydası yoktur. Tarihten günümüze kan davaları getirmemek adına aslında ciddi bir fedakârlık yaparak muhafazakâr camia adına bir tür suskunluk siyasetini takip etti. Böylece İstiklal Marşı'nın yazıldığı tarihi bağlam içinde gerçekleşmiş olan uzlaşma zeminini öne çıkarmayı bir ortak değerler olarak altını çizmeyi önemli ve yeterli gördü. Oysa bu uzlaşma ortamını kendileri için yeterli görmeyen jakobenler, İstiklal Marşı sonrası zamanlarda emrivakilerle, darbelerle, silah zoru ve tasfiyelerle elde etmiş oldukları haksız imtiyazları müktesep hak olarak sürdürmek, kadük kalmış imtiyazları ise canlandırmak istediler. “Muhafazakarların Millî Mücadele'ye katılmamış olduklarını, bilakis saltanat hatta işgal tarafında yer almış olduğu” iddiasını yalanlamak için başka hiç kimseye değil, sadece İstiklal Marşı'na müracaat etmek yeter de artar bile. Ancak bu iddia bir kez daha dillendirilmişken söylemek gerekir ki: Millî Mücadele hareketinin kendisi bir Daru'l İslam'ı, yani vatanı kurtarma hareketidir ve Kuvay-ı Milliye'nin Anadolu halkını bu mücadeleye katılmak için başvurduğu hiçbir argüman ve motivasyonun İslam'dan başka bir dayanağı yoktu. Müslümanlık olmasa gavurun hükmü altında kalmaktan yana bir halkın hiçbir rahatsızlığı olmazdı.
Muhalif basın, müjdeli haberi coşkulu bir dille okuyucularına aktardı. Adı ilk defa duyulan bir kamuoyu araştırma şirketine göre, ilk defa bir şey oldu ve CHP'nin oyları AK Parti'nin oylarının üstüne çıktı. Gerçi hemen ertesi gün, adı eskiden beri bilinen, aynı çevrelerin itibar ettiği, başında iktidara karşı agresif muhalefet yapan bir ismin bulunduğu bir başka anket firmasının verileri öbür haberi tekzip ediyordu. Bu firmanın Kasım ayı ankete göre, AK Parti ile CHP arasındaki fark yüzde 12 civarında olmak üzere AK Parti lehine çıkmıştı. Ekonomideki sorunlar, kur ataklarının büyüttüğü enflasyon, iktidar üzerinde kamuoyu desteği anlamında önemli bir baskı üretiyor, bu doğru, ancak muhalefetin umduğu ölçüde bir kayıp da söz konusu değil. Böyle bir girizgâhı, muhalefetin kendi içinde giderek daha da sertleşme eğilimi gösteren cumhurbaşkanı adaylığı anlaşmazlığıyla ilişkilendirmek için yaptım. Siyaset okumalarına değer verdiğim bir dostum şöyle diyor: “Eğer muhalefet cephesinde AK Parti'nin kaybedeceği inancı artarsa, bunun sonucu kendi içlerindeki rekabetin, kavganın artması olacaktır. Çünkü öyle bir durumda herkes bu şansı kendi lehine kullanmak isteyecektir.” Son dönemde muhalefet partileri arasında cumhurbaşkanı adaylığı konusunda yaşanan ihtilafların daha belirgin hale gelmesini, o cephenin iki lokomotif partisi olan CHP ile İYİ Parti arasındaki rekabetin kızıştığını gösteren örnekleri, böyle bir tezle ilişkilendirmek mümkün olabilir.
İzleyenler fark etmiş olmalı. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile baş başa yaptığı 2 saat 15 dakikalık görüşmenin hemen hemen tamamını gazetecilere anlattı. Eksik kalan, ya da sonradan aklına gelen kısmını da Ruhat Mengi'ye aktarmış. O mülakatta da şöyle diyor Karamollaoğlu: “Biz beraber olmalıyız, dedi kendisi. (Erdoğan'ın bunu kendisine söylediğini dile getiriyor. M.A) Ben de dedim ki; Bizim itirazımız sistemin denetlenemez olmasından. Denetlenemeyen bir sistemin içinde bulunmayı biz arzu etmeyiz.” Karamollaoğlu'nun Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşmenin bütün detaylarını, satır satır bu şekilde ifşa etmesinin mutlaka bir gerekçesi olmalı. Ha, bir gerekçesi olsa bile, bu türden ikili görüşmelerin içeriğini muhatabın onayını almadan kamuoyu ile paylaşmak, siyaseten ahlaki bir tavır olamaz. Temel Bey, ittifak tercihi konusunda içinde AK Parti'nin de olduğu Cumhur İttifakı yerine, içinde CHP'nin de yer aldığı karşı cephede yer almasını bir takım ilkesel görünümlü gerekçelerle izah ediyor. Ama bana kalırsa, Karamollaoğlu'nun başında olduğu bir Saadet Partisi, Tayyip Erdoğan'ın başında olduğu bir AK Parti ile birlikte olmayı 'kategorik bir şekilde' reddediyor. Yani belli şartlar gerçekleşirse değil, hangi şart altında olursa olsun, Temel Bey, Tayyip Bey'le aynı ittifak içinde yer almaz diye düşünüyorum. Bu tezimi güçlendirecek 21 sene öncesinden bir anım var. Anlatayım.
Gazeteci Yavuz Oğhan SBS Türkçe için yaptığı değerlendirmede muhalefet partilerinin TL'nin sürekli değer yitirmesini kullanarak iktidara gelmenin hesabını yaptığını, iktidardaki AK Parti'nin de değersiz TL üzerinden ticaret fazlası hesabı yaptığı ifade ediliyor.
#KonuşmakLazım'a bu hafta Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Mehmet Metiner, Güvenlik Uzmanı Coşkun Başbuğ, Memleket Partisi Disiplin Kurulu Başkanı Avukat Mustafa Kemal Çiçek ve Gazeteci-Yazar Kenan Alpay konuk oluyor. ◾ #AKParti 19 yıllık iktidar yolculuğunda neler yaşadı? ◾ 19 yılda hangi dönüm noktaları aşıldı? ◾ AK Parti'nin başarı hikayesinin sırrı ne? ◾ 19 yılda #Türkiye'de neler değişti? ◾ PKK, CHP'ye neden teşekkür etti? ◾ Millet İttifakı'nın adayını HDP mi belirleyecek? Cüneyt Özdemir ile #KonuşmakLazım her Çarşamba 20.45'te #TVNET'te.
Türkiye'deki her bir gencimizin üniversite okumasını sağladığımızda iyi bir şey yapmış olur muyuz? Bu burada bir dursun. Türkiye, bidayetinden beri adına “maarif davamız” diyebileceğimiz bir meseleyi çözüme kavuşturamamış, dahası çözüme kavuşturmak istedikçe bu davayı daha da karmaşık hale getirmiş bir ülkedir. Sonu gelmez, arkası kesilmez eğitim politikaları değişiklikleri neticesinde hemen hiçbir nesil okullardan aynı yöntemleri kullanarak mezun olmamış, aynı sınavlara girmemiş, aynı temel bilgilerle bile donanmamıştır. AK Parti hükümetlerinin “kalkınmacı” yaklaşımının “okullaşma başarısı”nı tartışmaya yer yoktur. Hem okul sayısı, hem derslik sayısı, hem de okul ve dersliklerin fiziki gelişimi her türlü takdirin üzerindedir. Cumhuriyet tarihi boyunca yakalanamayan fiziki kalite son yirmi yılda yakalanmıştır. Bunu “derslik başına düşen öğrenci sayısı istatistikleri”ne bakarak bile fark edebiliriz. “AK Parti'nin geliştirdiği eğitim politikaları” bahsi ise bir başka bahistir. Milli Kültür Şurası'nda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ifadesini ödünç alarak söyleyecek olursam “kültür ve eğitim, başaramadığımız iki alandır.” Kitabın ortasından konuşmak gerekirse 12 yıl zorunlu eğitim düzenlemesi de, “81 ile 81 üniversite” projesi de eğitimde istenen başarıyı sağlayan, sağlayabilen işler olmamıştır, olacağa da benzememektedirler. Ben bugün şu “81 ile 81 üniversite” bahsine değineyim. 12 yıl zorunlu eğitim işini başka yazıda konuşuruz. Birincisi şudur. Açıkça görülüyor ki bu kadar üniversite mezunu gence ihtiyacımız yoktur. Belli ki ilgililer tarafından doğru planlama yapılmaksızın açılan fakülte ve bölümler, finalde “mezun olduğu alanda çalışamayan gençler” isimli devasa bir topluluk oluşturmuştur. Bu topluluk “ne pahasına olursa olsun kapağı devlete atalım” isimli zorlu bir oyunun aktörleri olmaktan öteye gidememektedir. İkincisi şudur. Açıkça görülüyor ki Anadolu şehirlerindeki nevzuhur üniversitelerin kahir ekseriyetinin eğitim kalitesi yerlerdedir. Bazı bölümlerin tek hocası vardır ve bütün derslere tek hoca girmektedir hala. Bazı bölümlerden herhangi bir “doçentin” dahi dersine girmeden mezun olan gençler vardır. Bu da Anadolu'daki nevzuhur üniversitelerden mezun olan çocukların niteliklerini ciddi şekilde düşürmektedir. Denilebilir ki “su akar yatağını bulur. Bu üniversitelerde kalite zamanla artar, mezun gençlerin istihdam planlaması doğru düzgün yapılmaya başlanır.” Doğrusunu söylemek gerekirse bu iki mesele hızla halledilse bile bunca üniversite açmanın getirdiği o devasa sorun taş gibi ortada durmaktadır. O sorunun tam adı “nitelikli ara eleman, tekniker, usta bulamama” sorunudur ve Edirne'den Erzurum'a, Kahramanmaraş'tan Antalya'ya hangi şehre gidip hangi masanın etrafında otursam işin dönüp dolaşıp geldiği yer burasıdır.
Erdoğan yutamayacağı lokmayı ağzına aldı - ÖZEL RÖPORTAJ-TR24 Osman Kavala'nın adil yargılanması için bildiri yayımlayan 10 büyükelçinin sınırdışı edilmesi talimatını veren Erdoğan, son açıklama ile zafer kazandığını düşünüyor. Peki gerçek böyle mi? AK Parti'nin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, yaşanan krizi Özel Gündem'de Metin Yıkar'a değerlendirdi. Yakış, 7. kez kabul edilen Irak-Suriye tezkesi konusunda da önemli açıklamalarda bulundu. - Türkiye mi, 10 ülke mi geri adım attı? - Kim haklı, kim haksız?
“Farklı Açı”nın dördüncü bölümünde Seren Selvin Korkmaz ve Roj Girasun, 2001'de yaşanan ekonomik kriz sonrası iktidara gelen AK Parti'nin bugün derinleşen ekonomik kriz sonrası durumu ele alınıyor. İktidarın imkanları ve muhalefetin fırsatlarının seçmen tercihine etkisi tartışılıyor.
Kutuplaşmaya sıkışmış her düşünce, her topluluk, her yapı Başka Düşünce'de buluşuyor. Nil Mutluer konuklarının yaşam öykülerinden hareketle, bizleri Türkiye'nin yakın tarihini düşünmeye, belleklerde kalanlarla dünü ve bugünü tartışmaya ve ortak çözüm üzerine birlikte kafa yormaya davet ediyor. Nil Mutluer ile Başka Düşünce Artı TV'de.
Muhalefetteki 6 siyasi partinin parlamenter sisteme geçiş için ortaklaşa bir çalışma yürüteceği yönünde çıkan haberler daha bir ciddiyet kazanmış görünüyor. Yazının hemen başında şöyle bir soruyu orta yere bırakalım: Bu partiler, parlamenter sisteme geçişi, gerçekten Türkiye'yi kurtaracak bir model olduğuna inandıkları için mi bu kadar zorluyorlar? Yoksa, bir diğerine pek benzemeyen bu partilerin bir araya gelip de, AK Parti iktidarı karşısında yüzde 50'lik bir blok oluşturabilmeleri için ideal bir ‘ambalaj' olduğu için mi bütün enerjilerini bu konu üzerinde yoğunlaştırıyorlar? Kişisel kanaatim sorunun içinde mevcut.
11 gün önce göreve atanan TCDD Genel Müdürü istifa etti...Çelik: "Laikliğin anayasadan çıkarılması gibi bir teklif, AK Parti'nin teklifi olamaz"...Fox TV muhabirinden Ömer Çelik'e yanıt: "Sorma dediği soruları sorduğum için beni salona almadı"...Diyanet, medya kadrosu için 30 kişilik ilan açtı... Diyanet, üniversitelere, yurtlara, hastanelere, hapishanelere Kuran kursu açacak...Okullar için Noravirüs uyarısı..Bilim insanları: "Üçüncü doz aşılamanın erken yapılması riskli olabilir"...Savcılıktan sosyal medyadan tacizle ilgili tartışılacak karar: "Profili açık olduğu için..."Konut satışları yüzde 17 azaldı...10 ülkede iklim değişikliği araştırması: Gençler çok endişeli ve çocuk sahibi olmakta isteksiz...Kısa Dalga Bülten...
Salı sabahından günaydın. Gün içinde bizi oldukça güzel bir hava bekliyor. Gündemden kısa kısa ile bültene başlıyoruz:-Özbekistan Covid-19'a karşı yenilebilir domates aşısı geliştirdi.-İspanya‘da 6 gündür devam eden orman yangınları nedeniyle 7 bin 400 hektarlık alan yandı, 2 bin 600 kişi tahliye edildi.-İngiltere Başbakanı Boris Johnson'un annesi Charlotte Johnson 79 yaşında hayatını kaybetti.-AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, “Laikliğin anayasadan çıkarılması gibi bir teklife AK Parti'nin olumlu bakması mümkün değildir” dedi.-Futbol bülteni Slalom bugün yeni sayısıyla yayında. Abone olmak ve okumak için sizi buraya alalım.Günün şarkı listesi web sitesinde hazır. Keyifli bültenler…Devamını okumak ve Mundo'ya ücretsiz abone olmak için: www.mundo.report adresini ziyaret edebilirsiniz.
Ak Parti 20 yaşına bastı. Ak Parti'nin kurulduğu yıllardaki Türkiye artık yok. Ak Parti hem kendisini değiştirerek yoluna devam ediyor hem de Türkiye'yi değiştirerek. Ak Parti de artık dünkü Ak Parti değildir, Türkiye de eski Türkiye değildir. Ak Parti'nin Türkiye'yi ne kadar değiştirdiği doğruysa, Türkiye'nin de Ak Parti'yi bir o kadar değiştirdiği doğrudur. Bunu söylemek Ak Parti'nin kuruluş felsefesinden veya ilkelerinden uzaklaştığı anlamına gelmiyor elbet. Tersine kuruluş felsefesi ve ilkeleri doğrultusunda kendini sürekli yenileyebilmesi anlamına geliyor. Ak Parti'yi kalıcı kılan gücü budur. Bence yeni bir değişime artık ihtiyaç var: Kurucu ilkeleri dogma gibi telakki etmek yerine onun ruhunu esas alan ama o kurucu ilkeleri de yeniden güncelleyen, dahası ve en önemlisi değişen yeni Türkiye gerçekliğine uygun yeni ilkeler benimseyen bir dinamik harekete dönüşmesidir. Değişen şartlara göre belirlenen siyasaların doğruluğunu-yanlışlığını kendi içinde tartışmaya açan bir Ak Parti eminim ki bu tartışmalardan güçlenerek çıkacaktır. Ak Parti'nin yeni dönemde kurumsallaştırması gereken işlerden biri de bu anlamlı tartışma platformlarını oluşturmak olmalıdır. Bu hareketin lideri Erdoğan'dır. Erdoğan liderliği Ak Parti'yi anlamlı ve gerekli kılan ana sütundur. Ak Parti'nin Erdoğan merkezli olması, tek adamlıkla izah edilebilecek bir olgu değildir. Erdoğan liderliğinin hem Ak Parti hareketi için önemini, hem de genel başkanlıktan farklı bir şey olduğunu anlamak lazım. AK PARTİ'NİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ DEVAM EDİYOR MU? Reis geçmişte üç kırmızı çizginin altını önemle çizerdi: Dinsel milliyetçilik, etnik milliyetçilik ve bölgesel milliyetçilik. Her üç milliyetçiliğe hayır diyen kuşatıcı birlikçi dil, kırmızı çizgiler olarak sunulurdu. Bu çerçevede kimi önerilerim olacak.
Yazıya sarsıcı bir aforizmayla giriş yapayım: Bu ülke fiilen işgal edilmedi ama zihnen işgal edildi. Bu işgal, bütün hızıyla, bütün yıkıcılığıyla sürüyor hâlâ! 15 Temmuz fiilî bir işgal girişimiydi; millet bu saldırıyı püskürttü ama zihnî işgal'in pençesinde kıvranıyor ürpertici bir şekilde. Toplumun bütün müşterekleri, ortak değerleri hızla yok oluyor... Toplum, toplumun geleceği demek olan genç kuşaklarımız, bu toplumu bin yıl ayakta tutan ve bu toprakları bize vatan yapan ruhunu yani İslâmî iddialarını ve rüyalarını yitiriyor. Ve kimliksiz, kişiliksiz, ruhsuz, ülkesiz, idealsiz bir kuşakla tam bir çıkmaz sokağa doğru sürükleniyor... Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğitimde istenilen başarılı adımların atılamadığını, AK Parti'nin fikrî bakımdan iktidar olamadığını söylemişti. Geç kalındı ama bundan sonra köklü, kucaklayıcı adımlar atılırsa, geleceğimizi kurtaracak ve kuracak bir yola girmiş oluruz yine de. Bu toprakların kurucu ve koruyucu ruhunu inşa eden öncüler, yeni Gazâlî'ler, Yunus'lar, Sinan'lar, Itrî'ler yetiştirecek, yok edici değil diriltici, dışlayıcı değil kucaklayıcı medeniyet dinamiklerimizden beslenecek köklü bir eğitim, kültür ve medya sistemi fikri, bu zihnî işgali püskürtecek bir meydan okuma geliştirmemize imkân tanıyabilir.
Ahmet Taşgetiren ve Mehmet Ocaktan sıcak gündemi canlı yayında yorumladı. Cumhurbaşkanlığı kararıyla bir gece yarısı Melih Bulu'nun görevden alınmasına yönelik Ocaktan, "AK Parti'nin kalite ile sorunu var" dedi. Taşgetiren ise Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör olarak, SETA'dan ayrılanlardan birinin göreve getirilebileceğinin konuşulduğu bilgisini paylaştı.
HDP'li Sırrı Süreyya Önder, geçen ay gazeteci İrfan Aktan'la yaptığı mülâkatta, Millet İttifakı'nın paydaşları olan İYİ Parti ve CHP'nin Kürtlere karşı yaklaşımından şikâyetle şöyle bir ifade kullanmıştı: “Mevcut iktidar gidecek de, gelecek olan kör bıçağıyla bekliyor gibiyken biz neyle umutlanacağız?” Cümlenin ilk kısmını muhalefet söyleminin doğal parçası olarak bir ‘temenni ifadesi' biçiminde okumak mümkün. Ama ikinci kısmı, yani ‘kör bıçağıyla bekleyenler' tabiri, muhalefetin kendi içinde nasıl bir ayrışma ve güvensizlik içinde olduğuna dair işaretler sunuyor. O “kör bıçak” neyi temsil ediyor? -CHP'nin bayraktarlığında, cumhuriyet tarihinin en büyük kimlik problemi haline getirilen meseleyi temsil ediyor? -“Kürdüm diyenin yüzüne tükürün” diyen zihniyeti temsil ediyor? -İşkenceleri, kötü muameleyi, insan hakları ihlallerinin türlü türlüsünü, fail-i meçhulleri, zorunlu göçleri temsil ediyor? Bütün bunların tam zıddında ise, AK Parti'nin demokratik, insancıl ve kucaklayıcı Kürt politikası duruyor. Cuma günü Diyarbakır ziyaretinde güçlü mesajlar
AK Parti'nin hazırladığı, seçim yasasında değişiklik öngören ‘taslak çalışmaya' dair birkaç kulis bilgisi vererek başlayalım. Bu konuyla ilgili olarak AK Parti'nin en üst karar mercii olan MYK'da sunumlar yapıldı, değerlendirmeler alındı ve hazırlıklar büyük ölçüde tamamlandı. Önümüzdeki süreç içerisinde yeni anayasa metni gibi, seçim kanununda değişiklik öngören çalışma için de, AK Parti ile MHP'nin ortak bir müzakere yürütmesi bekleniyor. AK Parti'nin çalışmasında iki başlık ön plana çıkmış durumda. 1-Seçimlerde bölge sayısının artırılarak her bir seçim bölgesinin 7 milletvekili çıkaracak şekilde düzenlenmesi. Yani yıllardır tartışılan ‘daraltılmış seçim bölgesi' fikri için gelinen nokta itibarıyla bir olgunlaşmadan söz edilebilir. 2-Seçim barajının düşürülmesi hususunda iki partide de olumlu yönde bir yaklaşım söz konusu. Yüzde 10 barajı düşürülecek ama 7 mi olacak 5 mi sorusu ise henüz kesinleşmiş değil. AK Parti'de ise, şu an için yüzde 5 fikri ön plana çıkmış durumda. Cumhur İttifakı'nın ortakları arasında yürütülen bir çalışmadan söz etmekle birlikte, ittifak paydaşları arasında bir mutabakat sağlandıktan sonra, muhalefetin de kapısının çalınacağı kesin gibi. Buradan muhalefet cephesinin seçim
Elif Çakır ve Yıldıray Oğur'un gündemin nabzını tuttuğu Bi' Karar Ver programına, haftanın birinci günü Sözcü Gazetesi Yazarı Deniz Zeyrek konuk oldu. Zeyrek, Sedat Peker'in iddialarının Ankara nezdinde yankılanmalarına değindi. İktidarın azalan oylarının sebebine de değinen Zeyrek, " AK Parti'nin oylarını Sedat Peker'den çok çift maaş alanlar düşürüyor" dedi.
Ahmet Taşgetiren ve Mehmet Ocaktan sıcak gündemi canlı yayında yorumladı. Taşgetiren ve Ocaktan HDP'ye kapatma davasını ele aldı. HDP'yi kapatmanın çözüm olup olmayacağını değerlendiren Ocaktan, AK Parti'nin bu konuda somu bir tavrı olmadığını dile getiren Ocaktan, "AK Parti HDP konusunda MHP'ye bağımlı durumda" dedi.
Gazeteciler Ahmet Taşgetiren ve Mehmet Ocaktan, KARAR TV'nin en çok izlenen programlarından 'Buradan Bakınca'da gündemin ana maddelerini mercek altına aldı. Taşgetiren, AK Parti'nin kalabalık kongreleri hakkında açıklama yapan Sağlık Bakanı Koca için, "Fahrettin Koca'nın ezilişi karşısında üzüldüm" sözlerini kullandı.
DUVAR - Ekonomi Politik'in son programında Gazeteci Bahadır Özgür ve Doç. Dr. Ümit Akçay, 2021 sonrasını tartışıyor. Akçay, 2021'in ikinci yarısından itibaren ekonomik büyümenin başlaması ve dünya ekonomisinde de uygun konjonktürün oluşması durumunda AK Parti'nin 2023'e avantajlı girebileceğini belirtti. Akçay'a göre burada kritik olan konu işsizlik gibi toplumsal sorunların hızlı çözülemeyecek olması.
Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar artıyor... AKP'nin Eski Kurucu Üyesi Fatma Bostan Ünsal Son Tahlilde'de Onur Öncü'nün konuğu. AK Parti'nin kurulduğu dönemde yoksullukla ilgili, insanlar Başbakan'ın önüne yazar kasa fırlatıyordu. Bugün insanlar yoksulluktan kaynaklı kendilerini ateşe veriyorlar. Bugün yalnızlık, yabancı düşmanlığı ve yandaşlık var. Çünkü bütün bu yolsuzluk, yoksulluk ve yasakların olabilmesi aslında başka Y'leri ile olabilir...”
İşsiz Muhabir, Ali Babacan ve DEVA hakkında konuşuyor. AK Parti'nin içinden iki parti niye çıktı? Hala aynı kitle mi hedefleniyor? Davutoğlu mu Babacan mı daha büyük bir kitleyi hedefliyor? Türkiye'de siyasete inanç kaldı mı? Yeni siyasal iklim aynı sistemle devam edebilir mi?