Yavuz Baydar'la gerçekler, zevkler ve renkler...
Birgün gazetesi, Twitter hesabından organize suç örgütü lideri Sedat Peker'in mesajlarını paylaşan Erk Acarer'le ilişkisini kesti. Acarer, Birgün gazetesinde yazılar kaleme alıyordu. Acarer, bilgileri teyit ettiğine dair kendisine destek veren Peker'e teşekkür etmiş, "Eleştirilerin de başımın üstünde yeri var" demişti.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, Nar'da BirGün gazetesinin kararını yorumladı.
Yavuz Baydar | Editor-in-Chief of Ahval
Ahval Genel Yayın yönetmeni Yavuz Baydar yorumluyor. @yavuzbaydar4
Yavuz Baydar, Türk medyasında son günlerde yaşanan olaylar üzerine ülke medyasının sorunlarını masaya yatırdı.
Korona salgını müzik dünyasında en sert darbeyi caz'a vurdu. Festivaller, konserler iptal edildi, albüm satışları yavaşladı, müzisyenler ciddi mali sıkıntılara sürüklendi. Buna rağmen yaratıcılık etkilenmedi. 2020 boyunca pek çok albüm çıktı, yepyeni yetenekler yıla damgasını vurdu. Ama bu arada, özgürlüğün müziğine şekil vermiş pek çok efsane isim de ebediyete intikal etti. Bazılarını da COVID vurdu.Kerem Görsev ve Yavuz Baydar, pandeminin baskısı altında geçen 2020 yılında öne çıkan albümleri, isimleri, arayışları, ölenlerin insanlığa bıraktığı mirasın anlamını konuştular. Sohbeti podcast NAR'da, Yavuz Baydar'ın "2020'nin en iyileri" dökümünü de aşağıdaki Spotify listesinden dinleyebilirsiniz.
Nar programında Yavuz Baydar ile Ali Abaday gündemdeki soruları ele alıyor. Programda, CHP Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın ''Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletin ordusu Katar'a satıldı'' ifadesinin gerçekten suç olup olmadığı konuşuldu. Ayrıca koronavirüs sayılarının semptom göstermeyen vakaların da eklenmesiyle çıkan manzara ve Atilla Yeşilada’nın Sözcü gazetesinde söylediği, “Halk TÜİK’e inanırsa dolarizasyon sona erer” sözü üzerinden iktidarın gerçekleri saklama huyu ele alındı. Programda son olarak Türkiye'den Libya'nın Mistrata limanına doğru yolan alan Roselina-A isimli Türk bandıralı kargo gemisinin Alman fırkateyni Hamburg tarafından durdurulup aranması sonrasındaki tezler tartışıldı.
AKP hükümetlerinde danışman, dışişleri bakanı ve başbakan olarak görev alan Prof. Ahmet Davutoğlu, uzunca bir aradan sonra Gelecek Partisi kurucusu ve lideri olarak aktif siyasete geri döndü. 1982'de kurulan Türkiye Araştırmaları Enstitüsü nasıl kapatıldı? 35 yıllık kurumsal tecrübeye neden son verildi? Arka planda Davutoğlu'nun negatif rolü neydi? Davutoğlu'nun Boğaziçi Üniversitesi tecrübesi o dönemdeki kararlarına nasıl yansıdı? Davutoğlu bakanlıkları esnasında, akademisyen meslektaşlarının yargılanması ve hapse atılması konusunda ne yaptı, ne yapmadı? 2020 yılının acar muhalefet figürü Davutoğlu samimi ve şeffaf mı, yoksa tehlikeli bir siyasetçi mi?
Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, Ayasofya'nın cami olarak ibadete açılması kararını değerlendiriyor.
Türkiye nereye gidiyor? Herkesin aklında büyüyen soru bu. Son haftalarda bekçi yasası, rekabet yasası, sosyal medya daraltma projeleri ve barolarla derinleşen sürtüşme gibi konular, zihinleri meşgul ediyor. Ülke nasıl bu noktaya geldi? Hangi eşikler otoriterleşmeye hız verdi? Tünelin ucunda ışık var mı?Uzun yıllardır Washington'da Türkiye'yi mercek altında tutan ABD Deniz Piyadeleri Üniversitesi öğretim üyesi Doç Sinan Ciddi, Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile Türkiye'nin çalkantılı günlerini tartışıyor.
Paris'te uzun yıllardır Sosyal Bilimler Yüksek Okulu'nda (EHESS) ders veren tarihçi, siyaset bilimci ve Ortdaoğu uzmanı Prof Hamit Bozarslan, Türkiye'deki gelişmeleri anlatıyor.
Bir zamanlar Üçüncü Dünya ülkelerinin gözbebeği olan, sosyal demokrat lider, İsveç Başbakanı Olof Palme, 28 Şubat 1986'da gece yarısına doğru başkent Stockholm'de bir caddede karanlık bir cinayete kurban gitmişti.Katil bir türlü bulunamadı ve 34 yıl sonra İsveç soruşturma savcısı, katilin adını açıkladı: Stig Engström.Katil gerçekten Engström mü? Cinayetin yaşandığı dönemde Cumhuriyet Stockholm muhabiri olan, Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, hem o günleri hem de arapsaçına dönen soruşturma sürecini anlatıyor ve soruya cevap arıyor: Olof Palme'yi kim öldürdü?
Gazeteci Erk Acarer, sanal ortamda muhalefeti şeytanlaştırma ve ihbar etme amaçlı Pelikan örgütüne ek olarak başlatılan "Ebabil Harekâtı" konusunda açık uyarıda bulunuyor:"Herkes dikkat etsin, bu harekat ülkenin azgın trollere teslim edilişinin resmidir!"Acarer, NAR'da Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar'ın sorularını yanıtladı.
Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, koronavirüste tablonun giderek ağırlaştığı günlerde habercilik konusundaki etik ve kuralları anlatıyor.
Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ve gazeteci Hülya Kılınç savcılık tarafından tutuklama talebiyle sevk edildikleri Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği'nce tutuklandı. Bu gelişme ile, Türkiye hapishanelerinde tutuklu ve hükümlü bulunan gazeteciler listesine iki kişi daha eklenmiş bulunuyor. Mevcut rejimin niteliği ve işleyiş biçimi göz önüne alındığında bu son tutuklamalarla ilgili şaşırtıcı bir yön yok. Çok yakın bir tarihte Freedom House ve Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi uluslararasın kuruluşlar bir kez daha Türkiye hükümetini mevcut kaygı verici veriler üzerinden dünyanın en baskıcı yönetimleri arasında göstermeye devam edecekler, haklı olarak. Freedom House'un ülkemizi 'özgür olmayanlar' kategorisinde tutmaya devam edeceğini şimdiden öngörebiliriz.Öte yandan, bu iki gazetecinin tutuklanmasına ilişkin gelişmeler ilginç. Çünkü hadisenin merkezinde Libya'da öldürülen ve rütbesinin albay olduğu anlaşılan bir MİT mensubuyla ilgili cenaze haberi var. Bu da ister istemez, yıllar önce yine merkezinde MİT'in bulunduğu ve işin içine jandarmaların da karıştığı, Suriye'ye gönderilen silah ve mühimmat yüklü kamyonlarla ilgili gelişmeleri hatıra getirmekte.Ona geçmeden önce, her iki gazeteciye yöneltilen suçlamalara bakalım:1. İstihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgeleri elde etmek (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu 27/1)2. İstihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgelerin ele geçirilmesine sebebiyet vermek (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu 27/2)3. İstihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgeleri ifşa etmek (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu 27/3-1)Gazeteci Terkoğlu uzun savunmasının bir bölümünde şunları söylüyor, aktarıyorum:''Benim yargılandığım bu haber vatanından çok uzakta şehit olmuş bir MİT’çinin şahadetinin ardından kendisine yapılan cenaze töreninin haberleştirmekten ibarettir. Bu haberin hali hazırda şehit olmuş bir yurttaşımızın görevi ile gizli görevi ile sırları ile ne ilgisi vardır? Buna ilişkin bir tek cümle gösterebilir misiniz?''Bu savunmanın bu kadarının bile, haklılık içerdiğini anlatmaya gerek dahi yok. İster MİT kanunu olsun, ister başka bir kanun, bir devlet görevlisinin cenazesiyle ilgili haberi veren kişiye normal şartlarda ucunun asla değmemesi gerekir. Bu bir haberdir, halkın bu gelişmeden haberdar edilmesi kadar doğal bir gazetecilik hakkı olamaz. Kaldı ki, habere konu olan bilgiler evvelce muhalefet partilerinden İYİ Partinin milletvekilşi olan Ümit Özdağ tarafından üstelik merhumun ismi de zikredilerek Meclis kürsüsünden dile getirildi, ve bazı internet sitelerinde de yer aldı. Kısacası burada hukuk ve yargı kisvesi altında yeni bir göz korkutma, caydırma ve sansürleme hamlesi söz konusu. Öte yandan, Suriye ve Libya siyasetlerinin geldiği nokta bakımından, genel Ankara resmine baktığımızda, bu iki tutuklamanın devlet güvenlik ve istihbarat mekanizması içinde genişleyen bir kavgaya veya ucu belirsiz bir hesaplaşmaya işaret ettiği de söylenebilir. Sıkışan iktidar odakları, tabir caizse, bu kritik dönemde hiçbir çatlak sesin çıkmasını istemiyor ve bunun için mengeneleri daha da sıkmaya kararlı görünüyor. Gözaltıların apar topar tutuklamaya çevrilmesi ancak böyle okunabilir.AKP-MHP ittifak yapısının şu ana kadar ikna edici gözükmeyen Suriye ve son olarak da Libya sınırötesi örtülü faaliyetleri, iktidarın yumuşak karnı. Buna şüphe yok. Bu açıdan, MİT Tırları olarak bilinen hadisenin ürettiği gelişmeler de hatırlanmalı. Malumunuz, Suriye'de cihadçı grupları adres aldığı öne sürğlen silah ve mühimmat sevkıyatında olduğu öne sürülen MIT Tırlar ile ilgili haberlerin ilki, Hatay Kırıkhan'daki ilk grup tırlar ile ilgili olanı, Ocak 2014 başında Fatih Yağmur imzasıyla Radikal'de yayınlanmıştı. Bunu daha sonra Adana'daki ikinci grup MIT tırları ile ilgili olarak Aydınlık, DHA ve en son olarak da videoları içerecek şekilde Cumhuriyet haberleri izlemişti. Bunların sonucunda, Fatih Yağmur, bizzat Erdoğan'ın baskıları sonucunda Radikal gazetesi yönetimi tarafından işten çıkarılmış, daha sonra da Cumhuriyet gazetesi aleyhinde, mahkumiyetlerle sonuçlanan büyük bir dava açıılmıştı.Bu son tutuklamaları da böylesi büyük bir çerçevede, halen gelişmekte olan karanlık bir sürecin parçası olarak görmek gerekir. Gazetecilerin görevi de burada bir kez daha devreye giriyor: Sonucu ne olursa olsun, elbette ki sorumluluğu da elden bırakmadan, ama önceliği daima halkın doğru bilgilendirilmesine vererek, devletin hesap vermekten kaçındığı karanlık işleri de açığa çıkarmak. Bu muazzam bir sistem krizi yaşamakta olan Türkiye'nin bugünü ve yarını için en önemli mesleki görev.Son olarak şunu da ekleyeyim: neresinden bakarsak bakalım, son tutuklamalar doğrudan haberi ve haberciliği hedef almakta. Gerisi boş laf. Kim saklanan gerçekleri haber yaparsa, bu saldırıların hedefi ve böyle olmaya devam edecek. Ahval, iki kez Berat Albayrak bir kez de Suriye ile ilgili yayınladığı doğru haberler nedeniyle tam üç kez erişime engellenmişti. Haberciliğin peşinde koşan hepimiz, siyasi meşrebimiz ne olursa olsun, bu yönetimin ayrım gözetmeyen baskısı altındayız. Dolayısıyla, medya içinde didişmenin, devlet dilini kabul etme anlamına gelen damgalamanın ve yaftalamanın, meslek ortak zemininde buluşmaktan kaçınmanın, sadece ve sadece sansürcü iktidarın ve onu destekleyen odakların işine yaradığını da vurgulamak gerek. Şimdi dayanışma zamanı. Haberi halka ulaştırmak için çabaları daha da yoğunlşatırma zamanı.
Türkiye medyasında uzunca süredir tartışma konusu olan ve Cumhurbaşkanlığının keyfi uygulamalarına dönüşen basın kartı meselesinde Evrensel gazetesi çalışanları ve Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Gökhan Durmuş'la birlikte çok sayıda gazeteciye yönelik yaptırım niteliğinde karar alındı.Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'na bağlı Basın Komisyonu, gazetecilerin basın kartlarını iptal etti.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, AhvalPod Nar'da karar ilişkin değerlendirmeler yaptı.Basın kartlarını dünyada meslek örgütlerinin verdiğini ve bunun Türkiye'de de devlet kontrolünde olmaması adına yıllardır mücadele verdiğini hatırlatan Baydar, ''Son basın kartı iptalleri, topyekûn bir 'meslek yasağı'nın önemli bir adımı'' diyor. Baydar, basın kartı iptallerinin benzer yönde devam edeceğinin altını çiziyor ve ekliyor:''Burada artık çok ciddi bir meslek onuru ve icraatını koruma adına sivil direniş ve karşı hamle noktasındayız. Bir mesleki sivil itaatsizlik anlamına gelecek şekilde, bir an önce basın kartı bundan sonra yok hükmündedir denmesi gerekiyor.''
2019’u geride bırakırken Türkiye medyasındaki tablo, daha da karanlık bir boyuta evrildi.El değiştiren büyük medya gruplarının tamamen iktidarın kontrolü altına girmesi ile gazeteci tasfiyelerinin dozunu artırması ve işsiz gazetecilerin korkutucu boyutlara ulaşması 2019’da artarak devam etti.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar programında yılın son medya değerlendirmesi üzerine konuştuk.Yavuz Baydar, “2019 medyanın kanının içildiği, zifiri karanlık bir baskı yılı oldu” ifadesini kullanıyor.Sınır Tanımayan Gazeteciler gibi uluslarası gazeteci örgütlerinin Türkiye’de 2019 itibarıyla 150’nin üzerinde gazetecinin tutuklu olduğuna dair raporlarına dikkat çeken Baydar, yüzlerce gazetecinin de; çoğu asılsız suçlamalarla “firari” etiketlemesiyle sürgün edildiğine vurgu yapıyor. Onlarca yabancı gazetecinin de hedef alınarak sınır dışı edilmesi bu karanlık tablo içinde kayıtlara geçmiş durumda.Baydar ayrıca Türkiye’de 150’ye yakın haber sitesinin erişime engellendiğini ve yüz binlerle ifade edilen internet adreslerinin yasaklandığını belirtiyor. Bu noktada Türkiye’deki yargının da baskı ortamına katkı sağladığını kaydeden Baydar, “2019 bu anlamda da bir faciaydı” diyor. Emir komuta zincirinde işleyen yargı olduğunun altını çizen Baydar, “Bu yargıdan bir umut beslemek abesti. Biraz Anayasa Mahkemesi’nde bir kıpırdanma vardı ancak Ahmet Altan kararında gördük ki, yüksek mahkeme kararları tanımayan orta ve alt mahkemelerin varlığı bu kıpırdanmayı engelliyor” görüşünü dile getiriyor.Erişim engeli getirilmeyen/yasaklanmayan, sayıları çok az olan bazı muhalif basına da Basın İlan Kurumu eliyle cezalandırma yoluna gidildiğine işaret eden Baydar, uzun süredir dile getirdiği Basın Kartı uygulamasında gelinen noktanın da yeni bir karar alma yoluna gidilmesi için bir kapı araladığını kaydediyor.Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın verdiği rakamlara göre, Kasım 2019 itibarıyla "milli güvenliğe tehdit oluşturan yapılarla aidiyeti, irtibatı veya iltisakı olduğu" iddiasıyla 685 gazetecinin basın kartının iptal edilmesi bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Baydar, daha önce de dile getirdiği üzere gazetecilerin devlet basın kartı uygulamasını reddedip Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın oluşturacağı bir basın kartı düzenine geçmesinin olmazsa olmaz olduğunu söylüyor.Son olarak Türkiye medyasında okuyucu kitlesindeki değişime de ayrı bir parantez açan Ahval Genel Yayın Yönetmeni, Bekir Ağırdır’ın genel müdürlüğünü yaptığı KONDA’nın son medya raporundan bazı önemli verileri aktarıyor.Rapora göre Türkiye halkının yüzde 74'ü artık gazete okumuyor. İnternete ve sosyal medya araçlarına güven artıyor.Baydar, bu rakamların, Türkiye’de yazılı basının bittiği anlamına geldiğini ifade ediyor ve ekliyor:“Burada meslektaşlarımızın mevcut durumu göz önünde bulundurarak devletin prangası altında kalmaktan ziyade alternatif yol arayışlarını hedef olarak belirlemeleri gerekir. İnternet gazeteciliği, artık halkın haber alma konusunda yöneldiği en önemli mecra hâline geliyor.”KONDA raporundaki Türkiye'nin yüzde 20’ye yakının haberleri TV'den takip etmediği verisinin manidar olduğunu söyleyen Baydar, bu verilere biraz kuşkuyla da baksa önemli bir kırılmanın işareti olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor:“Dijital medyaya kayma varsa yepyeni bir durumla karşı karşıyayız demektir. Şehirleşmenin artmasıyla internete evrilme olabilir ancak yine de AKP-MHP iktidarını ayakta tutan önemli bir kesim, taşrada yaşıyor ve o seçmen tabanının internetle olan ilişkisi hâlâ çok zayıf. Dolayısıyla sözü edilen şey, kutuplaşmanın bir parçası gibi gözüküyor. Erdoğan-Bahçeli iktidarının değişmesini isteyen kesim, giderek daha fazla internet haber sitelerine yöneliyor gibi bir durum söz konusu.”
Akdeniz Diyalogları Toplantıları‘nın beşincisi her yıl olduğu gibi İtalya’nın başkenti Roma’da düzenlendi. İtalya Dışişleri Bakanlığı‘nın düzenlediği zirveye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio başta olmak üzere Hindistan, Lübnan, Ürdün, Filistin, Cezayir, İsrail, Katar, Mısır, Libya dışişleri bakanları da katıldı.40’ın üzerinde oturumun yapıldığı zirveye 55 ülke resmi katılım gösterirken 80’i aşkın düşünce kuruluşu, enstitü ve medya kuruluşları da hazır bulundu. Ahval’in de katılımcı olarak yer aldığı üç gün süren zirvenin ana gündeminde Libya’da dozunu günden güne artıran kriz ve Cezayir’den Lübnan’ına kadar Güney Akdeniz ülkelerinde yaşanan protesto dalgaları vardı.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar’da toplantıda neler konuşulduğunu ve hangi başlıkların öne çıktığını konuştuk.Baydar, toplantıda çok heyecan verici ya da çığır açıcı açıklamalara tanık olunmadığını belirtirken Libya’daki krizde Türkiye ile Rusya’nın karşı karşıya gelme ihtimalinin yüksek olduğuna dair mesajlar verildiğini kaydediyor. Ahval Genel Yayın Yönetmeni, Türkiye’den Mevlüt Çavuşoğlu’nun agresif bir konuşma yaptığını söylüyor. “Muhtemelen Saray’dan gelen talimatla toplantıyı bir meydan okuma gösterisine dönüştüren Çavuşoğlu’nun konuşmasının katılımcıları irkittiğini gözlemledim” diyen Baydar, “Bir diyalog kurulacaksa Kıbrıs Cumhuriyeti hariç diğer aktörlerle kurarız, söylemi meşru bir AB üyesi olan Kıbrıs’ın bu şekilde sunulması izleyicileri irkitti. Ancak bunun bir karşılık bulduğu söylenemez” ifadesini kullanıyor.Akdeniz’deki nüfuzunu artıran Rusya’nın Libya politikasına ilişkin görüşlerine dikkat çeken Baydar, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ilk defa İngilizce yerine Rusça olarak konuşmasını yaptığını kaydediyor ve ekliyor:“Lavrov’un verdiği mesajlarda kararlılık vurgusu öne çıktı. Ülkesinin hiçbir şekilde gerek Suriye gerekse silahlanma konusunda ABD ile rekabet konusunda geri atmak bir yana dursun misliyle karşılık verileceğini ifade etti. Suriye ile ilgili Kürt meselesinin aslında bölgesel bir mesele olarak tehdit edici bir boyutta olduğunu ve dikkat edilmesi gerektiğini diplomatik bir dille anlattı. Türkiye vurgusu da yapan Lavrov’un Libya konusundaki görüşleri dikkat çekti. Gelinen noktanın bir facia olduğunu belirten Lavrov, buna sessiz ve pasif kalamayacaklarını vurguladı. Bu, Rusya’nın aktif bir aktör olarak Libya sahnesine adımını attığının göstergesi. Henüz taze olan bu gelişmenin bize şu ana kadar sunduğu fotoğrafta Rusya’nın Libya’nın doğusunda Hafter güçlerinin yanında yer alacağını anlıyoruz. Bu dengeleri değiştirecek bir gelişme. Libya’daki durum çok daha karışacak ve eğer bu harekette kesin Moskova kararlılığı varsa Libya’da Türkiye ile Rusya karşı karşıya gelecek.” Tunus Dişişleri Bakanı Sabri Bachtobji’ni Libya’daki ikiye yarılmanın ve giderek artan askeri tehdidin artmakta olduğuna dair uyarısına da ayrı bir parantez açan Yavuz Baydar, Cezayir Dışişleri Bakanı Sabri Boukadoum’un eleştirel sorular karşısında biraz defansif bir pozisyona büründüğünü ve biraz gerildiğinin altını çizdi.
Türkiye medyası, son birkaç gündür Saray’a gizlice gidip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşme yaptığı öne sürülen CHP’li iddiasını ana merkeze aldı.Sözcü Başyazarı Rahmi Turan’ın ortaya attığı bu iddia, kamuoyunda tartışma yaratıp Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanlığımı ortaya koyuyorum” çıkışı ile ismin açıklanması noktasına geldi.Turan’ın söz konusu CHP’linin Muharrem İnce olduğu iddiasını öne sürerken önce “Gazeteci kaynağını açıklamaz” diyerek reddettiği kaynağının Talat Atilla olduğunu söyledi. Ancak Atilla da bir başka kaynaktan bunu Turan’a aktardığını iddia etti.Ortada gazetecilik etiği açısından böylesine ciddi bir söylentinin ele alınışı ve doğrulatma kanallarının sağlam bir şekilde çalıştırılmaması meselesi var.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar’da Türkiye gündemine oturan bu iddianın gazeteciliğe bakan yönlerini konuştuk.Baydar, “Türkiye’de ‘gazetecilik’ diye adlandırdığımız mesleğin rezaletler silsilesine yeni birtanesinin eklenmesini yaşıyoruz” diyor.Bu yaşanan olayların on yıllardır yaşandığına dikkat çeken Baydar, Türkiye medyasının, “dikenli” olarak görülen hakiki gündem maddeleri yerine bu iddianın üzerine fazlasıyla atladığını kaydediyor ve ekliyor:“Suriye’de yaşanan son savaşta sivillerin öldürülmesi, insan hakları ihlalleri gibi gerçek gündem maddelerine girmek yerine bu tarz olayların üzerine atlıyorlar ve sanki Türkiye’nin en önemli gündem maddesi hâline getiriyorlar.”Baydar, “Saray’a giden CHP’li” iddiasının elbette es geçilmeyeceğinin de altını çiziyor. “Söz konusu iddianın öznesi hâline gelen yaşlı basın mensuplarının gazeteciliği sorgulanır durumda” diyen Baydar, “Burada evrensel gazetecilik yapılıp yapılmadığı meselesi sorunlu durumda” ifadesini kullanıyor.Baydar’a göre ortada “bir berber bir berbere…” olayı var.“O gazetecinin kaynağı da kördüğüm gibi bir silsile hâlinde giden bir durum” diyen Baydar, evrensel gazetecilik kurallarına göre burada izlenmesi gereken gazetecilik pozisyonunu şöyle açıklıyor:“Farklı kaynaklara doğrulatma esas olandır. Mesela iddia konusu olan kişi Muharrem İnce ise telefon edilir, not bırakılır. O da ya yalanlar ya da doğrular. Ona göre bir yol izlenir. Yapılması gereken bu. Ama bu yapılmamış. Ortaya bir nevi saatli bomba bırakılıp kenara çekilme olayı var. Ondan sonra da işler karışıyor. İşler karışınca da Rahmi Turan, kaynağını da açıklamak zorunda kalıyor. Ancak açıkladığı kaynak da kaynak (Talat Atilla) değil. O da bir başka yerden bu dedikoduyu doğrulatmadan aktarmış. Ortada bir rezillik var ve kamuoyu meşgul ediliyor. Arka planında tek bir doğru olabilir. Hakikaten ortaya kötü niyetli bir dedikodu ortaya bırakılmış olabilir. Mesele CHP’nin tepe noktasını karıştırmak olabilir.”Baydar, bu gelişmelerin haber öznesi hâline gelmiş olan gazetecilerin de aslında gerçek anlamda meslek insanları olmadığı görüşünü dile getiriyor ve ekliyor:“Yıllarını böyle geçirmişler. Bu tür kirli alışkanlıklar edinmişler ve bu tür kirli alışkanlıklarını bir kez daha su yüzüne vurmuş hâli ile seyretmekle meşgulüz bugünlerde.” Yaşanan hadisede aslında bu iddianın Rahmi Turan’la birlikte başta Uğur Dündar olmak üzere farklı gazetecilere de iletildiği anlaşıldı.Dündar, "Bana bu haber geldiğinde aklıma gelen ilk şey Uğur Dündar CHP'yi kurultaya doğru yönlendiriyor diye ortaya iddialar atılabileceği oldu. İftiralarla karşı karşıya gelmek istemedim. Üstelik belgesi olmayan bir haber” diyerek topa girmediği açıklamasını yaptı.Yavuz Baydar, Dündar’ın tezinde tezatlık olduğunu söylüyor…“Uğur Dündar’ın belgeyle kastettiği eğer bir kâğıt parçası veya gösterilebilecek elle tutulur bir şeyse böyle bir hadisenin belgesi falan olmaz” diyen Baydar, şunları kaydediyor:“Bu bir ziyarettin ve bu ziyaretin belgesi, olsa olsa birtakım kamera kayıtları veya giriş çıkış plaka isimleri ve sayıları olabilir. Bunlar daha sonra da bir kaynak tarafından gazeteciye iletilir. Ama böyle bir şey olması mümkün değil. Olması da çok çok zayıf ihtimal. Hakikaten çok ciddi bir kutuplaşma var. Saray içinden gerçeklerin ortaya çıkması için ortaya çıkabilecek bir kişinin olamayacağını biliyoruz. Kasıt buysa boş bir söylemdir bu.”Baydar, eğer Ahval’e böyle bir belgenin gelmiş olması durumunda ise nasıl bir yol izleyeceklerini şöyle açıklıyor:“Biz derdik ki; ilginç bir konu, ilginç bir tüyo… Bunu bazı farklı kaynaklara sormamız; başta söz konusu olan kişi olmak üzere sorulup ikiden ya da üçten fazla kaynaktan doğrulatılırsa bu kendiliğinden bir haber değeri kazanmış olur. Bir kamu yararı adına habercilik gerekçesi ortaya çıkmış olur. Ancak burada bunlar yok ve herkes karnından konuşuyor.”
Doğan Grubu tarafından 2018 yılı içerisinde Demirören Grubu'na devredilen, Türkiye'nin en yüksek tiraja sahip üçüncü gazetesi Hürriyet'te işten çıkarmalar devam ederken son tasfiye hamlesi 43 gazetecinin işinden olmasına neden oldu.İşten çıkarmaların yüz yüze aktarılmaması, çalışanlara mektup yoluyla tebligat yapılması veya çalışanların e-posta ile bilgisayar hesaplarına girememeleriyle işten çıkarıldıklarını anlamaları tartışma yarattı ve tepki topladı. Gazetenin yazarlarından Gülse Birsel ve Ayşe Arman da tepki olarak istifalarını sundu.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile Hürriyet’teki tasfiyeyi ve Faruk Bildirici’nin RTÜK üyeliğinden düşürülmesini konuştuk..Ahvalpod’da Nar programında değerlendirmelerde bulunan Baydar, “43 meslektaşımızın işlerinden atılması çok üzücü ancak bu sürece nasıl gelindiği konusunda öz eleştiri yapmamız gerekiyor” diyor.“Bu sanki yeni oluyormuş gibi bazı meslektaşlarımız tarafından lanse edilmesi rahatsızlık verici” diyen Baydar, şunları kaydediyor:“Bu aşağı yukarı 10 yıldır sürmekte olan bir sürecin yeni bir safhası. Medyanın bitirilişi Gezi olayları ile hız kazanmıştı. İktidar için önemli olan muktedir için medyayı tamamen pravdaya bağlamak, editoryal kontrolü ele geçirmek ve bir propaganda merkezine çevirmek. Artık medya bitirilmiştir. Bu süreçte Erdoğan’a en çok yardımcı olanlar da bizzat gazeteciler oldu. Şimdi üzülenlerin bir kısmı timsah gözyaşı döküyor.” Baydar, Doğan Grubu’nda da daha önceki işten çıkarmalarda bazılarının hiçbir tepki göstermediğine dikkat çekiyor:“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşar anlayışı bu. Ben şahsen işten çıkarılan kim olursa olsun bizzat arayarak bir geçmiş olsun mesajı ilettim. İşten atılan arkadaşlarıma, ‘Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi kuruluşlardan aradılar mı yardımcı olmak adına’ diye sorduğumda hemen hepsinden ‘Hayır’ cevabını aldım.”“Bu, beklenen bir şeydi, bundan sonrası artık yeniden oturup düşünme meselesi” diyen Baydar, “Medya göz göre göre bitirilmiştir. Dost acı söyler…” ifadesini kullanıyor.Baydar, “Bir medya grubunu böyle bir aileye (Demirören) teslim etmek o medya grubunun boynuna urgan geçirmektir” derken “Demirören Ailesi’nin eline teslime etmek kurda kuzuyu teslim etmekle eş değer” vurgusunu yapıyor.Aydın Doğan ve ailesinin de keyfi bir şekilde hoşlarına gitmeyen gazetecileri işten çıkardığını hatırlatan Yavuz Baydar, “Yolsuzluk haberleri sırasında da bazı isimler kendilerini kapıda buldu” ifadesini kullanıyor ve şöyle devam ediyor:“Hürriyet gazetesi, Hrant Dink’in suikastına giden süreçte yaptığı yayınlarla taşları döşeyen bir gazeteydi. Hâlâ logosunda ‘Türkiye Türklerindir’ yazan, Ahmet Kaya olayındaki gibi doğrudan insanları hedef gösteren bir gazetedir.”Baydar, RTÜK üyesi Faruk Bildirici’nin görevden alınmasının kendisini de şaşırttığını belirtiyor. “Bu kadar ileri gidilebileceğini beklemiyordum, doğrusu beni de aştı bu olay” diyen Baydar, “Maalesef gözlemciler, büyük resmi görmekte biraz geride kalıyorlar. Büyük bir sistemik çürüme olduğunun farkında değiliz. Medyanın bitirilmesi, sarı basın kartı uygulamaları ve akreditasyon sansürlerinin hepsi sistem çürümesinin parçaları. Bildirici, RTÜK’te doğrucu Davutluk yapmış ve buradan bir sonuç elde etmeyi amaçlamış. Ancak artık o sistemi kuranlar, kural ve etik tanımıyorlar. Ortalığı keyfi uygulamalar sarmış durumda ve adeta çapulcu davranışı söz konusu… Bundan sonra benzer adımları beklemek lazım. Bu kadarı da olmaz denemez” görüşünü dile getiriyor.
Türkiye, aylardır planladığı Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik “Barış Pınarı Harekâtı” adını verdiği saldırıyı başlattı.Yüzde 90’ı iktidarın kontrolü altına girmiş Türkiye medyası ise bir kez daha “bağımsızlık” sınavında kalmaya devam ediyor ve devletin sesi gibi yayınları ile tek taraflı içerikler sunuyorlar.Kendini merkez medya ya da muhalif basın olarak tanımlayan gazete ve televizyonlar da otosansür uygulayarak savaşın tüm taraflarını yansıtmaktan geri duruyor.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar’da savaş zamanlarında gazetecilik ve Türkiye medyasının hâlihazırdaki durumunu konuştuk.Baydar, ortada bir savaş olduğunu ve Türkiye’nin başka bir ülkenin topraklarına tartışmalı bir uluslararası gerekçe ile girdiğine vurgu yapıyor ve ekliyor:“Bir anlamda dünyanın önemli bir kesiminin “istila hareketi” olarak tanımlamasına yol açtı.”Türkiye medyasında uzun yıllardır savaş ve barış gazeteciliği tanımlarının doğru tanımlanmadığına dikkat çeken Baydar, ortaya konan gazeteciliğin hangi noktalarda doğru, hangi noktalarda aktivizme kaydığını dünyadan örnekleriyle anlatıyor:“Burada ordu birliklerinin yanında gidip eleştirel pozisyonunu bozmadan bilgi toplayarak halkı bilgilendiren muhabirlerin yaptığı iş de gazetecilik mesleği açısından doğrudur. Karşısında yerel halkla temas kurup onların seslerini duyuran gazetecilerin yaptığı da doğrudur ama bizde bu maalesef yamuk bir şekilde teorik olarak tartışılmıştır.”Baydar, Türkiye’de medyanın Saray’ın boyunduruğu altına girdiğini ve büyük ölçüde savaş çığırtkanlığına soyunduğunu kaydediyor. Türkiye’de milliyetçiliğin gazeteciliği zehirlediğini ancak bugün gelinen noktada 1974’ten beri görülmemiş dozda olduğunu ifade eden Baydar, “Savaş-barış gazeteciliği meselesini teoride değil de pratikte yeniden değerlendirmek gerek” diye konuşuyor.Öte yandan Baydar, Demirören Grubu’na geçtikten sonra yandaş bir yayın çizgisine bürünen CNN Türk’ün Suriye savaşındaki “rezil yayıncılığını” da değerlendirdi.CNN Türk, İngiltere'de İşçi Partisi üyesi siyah parlamenter David Lammy'nin saldırıya tepki gösteren paylaşımı için “Kara propagandaya alet oluyor” şeklindeki haberi tepki çekti.İngiliz vekilin fotoğrafını da karartarak kullanan CNN Türk’e “Rezil bir ırkçılık bu” tepkisi yöneltildi.Baydar, CNN Türk’e yerleştirilen kadronun artık tamamen yukarıdan gelen emirle yayıncılık yaptığının altını çiziyor ve şöyle devam ediyor:“Bunların gazetecilikle ilgisi olmadığı gibi mesleğimizin onurunu ve şerefini karalayan bir grup bunlar. Sadece CNN Türk’te değil, o yüzde 93 içerisindeki medya gruplarında da yuvalanmış gruplar. İktidara hizmet eden misyoner bunlar.”Amerikan Foxnews’in “CNN International’ın yayın çizgisiyle bağdaşmıyor” eleştirisini hatırlatan Baydar, işin perde arkasında ekonomik sebepler olduğunu ancak CNN Türk’ün bu şekilde devam etmesi durumunda CNN International’ın devreye girmesi kaçınılmaz hâle gelebileceğini belirtiyor.İşin diğer tarafında bazı gazetecilerin bölgede kendilerini “canlı kalkan” olarak ilan ettiklerini ifade eden Baydar, “Burada aktivizm devreye giriyor. Hem canlı kalkan hem gazeteci olunmaz. Irak’taki savaşta da bazı Kürt meslektaşlarımız buna soyunmuştu” diyor ve bunun da bir nevi propagandizme girdiğini vurguluyor.
Türkiye'nin neresine bakarsanız bakın; tuzu kuru, düzenbaz ve asalaklar hariç toplumun hangi parçası olursa olsun bir dokunun, bin ah işitiyorsunuz. Öfke seli. Her an şiddete dönüşmeye hazır bir kitlesel hiddet. Herkes burnundan soluyor. Bunu kullanılan dilden kolayca anlamak mümkün. Öteden beri zaten düzgün ortak iletişim kuramayan, birbirini anlamayan bu toplum bir barut fıçısı hâline geldi.İşin fenası, yönetimde diklenerek tekleşen, tüm karar mekanizmalarını kendisine bağlayan, itiraz ve muhalefet sözcüklerinden nefret eden Erdoğan'ın kutuplaştırdığı toplumda her farklı siyasi kimlik içine yerleştiği siperleri daha derine kazmakla meşgul şimdi.Siyasi ve kimliksel pozisyonlar iyice kemikleşti. Ve kriz büyüdükçe bunların sesleri çok daha gür çıkmaya başladı. Evet, işin kötüsü, iktidardan avanta ve yetki elde etmek için (artık gerçeklikten iyice kopmuş bulunan) Erdoğan'ın çevresine üşüşen fırsatçı, avantacı, rövanşist ve lumpen kimlik ve ideoloji grupları da, onların karşısına kümelenen muhalefet kesimleri de aslında yeni hiçbir şey söylemiyorlar, nasıl bir Türkiye istedikleri konusunda. 30 yıl önce, 20 yıl önce, 10 yıl önce duyduklarımız; aynı teraneler, aynı söylemler. Bir yanda İzmir marşları, öbür yanda buram buram AKP partizanlığı kokan Diyanet hutbeleri, kangren gibi ortalığı sarmış kadın cinayetleri, doğal kaynak talanı, tıka basa dolu cezaevleri, çökmüş kokuşmuş bir eğitim düzeni... Dişler bilenmiş, gözleri cehaletle kan bürümüş ve aradan geçen bunca yıla rağmen o hesaplaşma hali dozundan bir şey yitirmemiş.Kör bir milliyetçilik ve cehaletle kıskaç altına alınmış Türkiye toplumu, Çetin Altan'ın tabiriyle tam manasıyla camiciler ve kışlacılar arasında sıkışmış durumda. Bu cephelerde yeni hiçbir şey yok.Yok mu gerçekten? Eyleme değil de söyleme bakınca belki ufak tefek değişim işaretleri var gibi, öyle söyleyelim. Türkiye'nin müzmin kriz gelgitlerinde ufukta bir çıkmaz göründüğünde, elbette bir farkındalık hâli gelir bazı kesimlere, ama bu her seferinde hüsrana yol açmış, hayalleri boşa çıkarmıştır. Bir müddet sonra gene fabrika ayarları, gene çürüme, gene şiddet, gene itiş kakış, gene bir veya birkaç sosyal grubu düşman ilan ederek didişme yaşanmaya başlar.Bu, devletin içine çöreklenmiş çeteciliğin, mafya zihniyetinin, halk iradesini ve talepleri hiçe sayan güç tapınmasının on yıllar boyunca ürettiği, döne döne yeniden, yeniden ürettiği o 'dehşet dengesi'nin kaçınılmaz sonucudur. Değişim taleplerinin ayarını bozan, raydan çıkaran, deforme eden, zehirleyen ve en sonunda durduran unsurdur bu müzmin 'dehşet dengesi'. Ama bu kez durum farklı. Türkiye bu kez ucu açık, onu nereye, nasıl savuracağı belli olmayan bir sistem kriziyle karşı karşıya. Ve öyle anlaşılıyor ki başta CHP, Ankara'da az çok akıl sahibi kalmayı başarmış çevreler, durumun vahametinin farkında: Çok sürmesi mümkün değil bu durumun, böyle gitmeyecek ve en az hasarla altından kalkmak lazım.Çünkü ipler kopmak üzere ve dikişler atıyor. Bu düşünce çok geçmeden başkentin her ciddi köşesine egemen olacak, İstanbul'un da.Krizin baş müsebbibi olan Erdoğan artık vaktinin önemli bir kısmını su alan AKP gemisinin deliklerinin orasını burasını kapatmaya, iflasın dibine sürüklenen dış politikanın açmazından çıkmak için imkânsız top çevirmelere ayıracak. Ekonomide de hızlı bir geriye saymanın elbette farkında. Hayal pazarlamaktan başka çaresi yok, ama inanan da yok. Partide heyelan durmayacak.İşler kötüye sardıkça Erdoğan'ın direnişi de, alacağı kararlar da sertleşecek. MHP ve VP ile kurduğu katı devletçi maceraperest blok daha da acımasız bir hâle bürünecek.“Türkiye’de sistem tıkandı. Demokrasi tıkandı. Kamuoyu çok mağdur. AKP’den oy kaybı sürecek. Kesin olan budur” diyor eski AKP'li bakan, CHP milletvekili Abdüllatif Şener, Deutsche Welle'ye verdiği mülakatta.2013 Gezi olaylarından bu yana yönetim kapkaççılığı yaparak, önüne gelen grubu kesimi kandırıp kullanarak, suyunu çıkarıp posa gibi atarak, toplum içi düşmanlıkları birbirine yöneltip aradan sıyrılarak oyun üzerine oyun kurup, barış masalarını devirip, koreografisinin parçası olduğunuz bir tuhaf darbe teşebbüsü ardından Türkiye'yi bir zulüm laboratuarına, bir açıkhava hapishanesine çevirir, mağduriyetleri üstüste istiflerseniz, bunun altından kalkamazsınız.Yazının başında herkesin aynı posizyonda kaldığını yazdım, bunun bir başka boyutu da şu: Bunca yıl tek adam olmak için uğraştı Erdoğan, epey de mesafe katetti ama Türkiye'nin bazı kesimlerini ne kendisine bağlayabildi ne de ikna edebildi. Tehlike de burada. Korkusu da bu. Bu yüzden Türkiye çok riskli yeni bir hesaplaşmanın eşiğine geliyor olabilir.Ama hâlâ çok büyük şansı var Erdoğan'ın ve bunu deneyecektir. Medyayı Orwell tipi düzene bağlama konusunda bodoslama gidiyor ama daha da önemlisi, en son Saray'da yargıyı toplama hadisesidir. Burada, ülkenin gördüğü son büyük oportünistlerden biri olan TBB Başkanı Metin Feyzioğlu'nun “Bizim için, vatan söz konusu ise gerisi teferruattır” hatırlatması, yüksek yargının AİHM ve AB'ye tam bir anayasa cahilliği içinde kafa tutması, yargı mensuplarının aynen 12 Eylül 1980 sonrasında yaşandığı gibi Saray önünde kuyruklar oluşturması, asalaklık ve yardakçılığın yeni ve çok daha tehlikeli bir safhaya geçtiğini gösteriyor.Elbette ki 'yargı reformu' bir yanıltmacadır, halkı oyalama amaçlıdır. Enkaza dönüşmüş, bitmiş hukuk düzeninde pansuman olmaya bile yetmeyecektir. Bu sadece, Erdoğan rejiminin özünü oluşturan otoriterliğin milliyetçilik ve kapanmacılık dozu artırılmış bir yöntemle pekiştirilmesi demek olacaktır.Bir zamanlar oralıkta atışmış olan Erdoğan ve Feyzioğlu'dan ikincisinin değiştiğini söylemek de yanlıştır. Özleri aynı idi, yıllar sonra aynı despotik düzende ortak iş tutma noktasında ikisi de gereği kadar değişerek ortada buluştular. Demokrasi alerjisi ikisinin de ortak paydasıdır.Bu yeni bileşimin, devletin güvenlik mekanizmaları ve silahlı gruplar da arkasında ama karşılarında oluşmuş muhalefet bloğu da daha fazla ses çıkarıyor.Muhafazakâr kesimden, eski AKP milletvekili Mehmet Ocaktan da son Saray buluşmasını kuvvetler birliği için yeni bir iç mutabakat olarak görüyor.‘Yerli’ ve ‘milli’ reflekslere ayarlı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini’nin, evrensel ölçekte değer ifade eden kavramlarla bir işleyiş mekanizması oluşturmasını beklemek hakkaniyetli bir tutum olmayacaktır'' diye yazıyor Ocaktan ve devam ediyor: ''Adli yıl açılışında verilen mesajlar da gösteriyor ki, Türkiye yeni sistemle birlikte evrensel normlara ihtiyaç duymayan kendine has yargısal bir mekanizma oluşturmayı deneyecektir... Muhtemelen işin başında yeni Cumhurbaşkanlığı sistemini tasarlayanlar modern hukuk sistemlerine ihtiyaç hissedilmeyecek bir yargısal model öngördüler ve şimdi bu model adım adım hayata geçiriliyor. Rasyonel olarak değerlendirildiğinde modern hukuk sistemlerinin böylesine geliştiği, kavramsal ve yapısal anlamda zenginleştiği bir dünyada eşyanın tabiatına aykırı bir şekilde ileriye değil, geriye doğru bir gidişin başarı üretme şansı olamaz.''Olur mu olmaz mı onu göreceğiz ama bunu anlamak için ana muhalefet partisi CHP liderliğinin, iplerin kopmakta ve dikişlerin atmakta olduğu bu ortamda, hangi tarafın başarısına hizmet etmeyi seçeceğine de bakmamız gerekecek.Son işaretler ilginç.Ekrem İmamoğlu'nun Diyarbakır ziyareti ve hemen ardından kendisine gelen tehditler karşısında sinmemesi, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun son günlerde yeni bir anayasadan, Kürt meselesinden, kuvvetler ayrılığından kararlılıkla söz etmesi önemsenmesi gereken gelişmeler.CHP lideri de, muhalefetteki diğer kesimler de şunu bilmeli: Türkiye bir yönetim enkazıdır, bu enkazı kaldırmak ancak ortak bir çabayla mümkün olacaktır, çok zaman alabilir. Bir başka önemli işaret, Suriye'de 'güvenli bölge' müzakereleri üzerinden, kriz yönetiminin önemli bir kısmını devralan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'yu da büyük ölçüde devre dışı bırakan, diktirdiği özel ceketi ile bol fotoğraf verip gittiği her yere yanında dikkat çekici biçimde kuvvet komutanlarını da götüren Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın profilinin hızla güçlenmesi, adeta 'şimdiden pozisyon alması'dır. Akar öyle anlaşılıyor ki sadece bugüne dair bir yönetim boşluğunu doldurmamaktadır.Erdoğan ve ekibi iktidarı bırakmayacaktır, cam çerçeve inebilir, ama "yumuşak geçiş" eğer olacaksa, bilinmelidir ki, Erdoğan'ın içinde bulunduğu herhangi bir formül, (yani erken seçim yerine bir mutabakat hükümeti gibi bir çözüm) çok büyük riskler içerebilir.Bir ülke için en tehlikeli hâl, gerçekle alakası kalmamış bir liderin, çevresine üşüşmüş vasıfsız, muhteris ve insanlık düşmanı tiplerin elinde kuklalaşmasıdır. Tarih bu trajedileri çok yaşattı insanlığa. İpler koparken, dikişler atarken görünen manzara budur.
Bütünüyle iktidarın tek eline geçme yolunda hızla ilerleyen Türkiye medyasında sıcak gelişmeler yaşanmaya devam ediyor.AhvalPod Nar programında Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile son durumu konuştuk.Basılı yayının gelir kaynağının önemli bölümünü oluşturan Basın İlan Kurumu artık yandaş isimlerin kontrolüne geçmiş durumda.BİK Genel Kurulu’na 12 kişiden oluşan temsilci atanırken bu isimlerden ikisinin, gazetecileri fişleyen SETA çalışanı, 7’sinin de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanları arasında yer alıyor olması durumu özetliyor.Öte yandan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın kontrolüne geçen basın kartı tarafında ise ambargo listelerinin hazırlandığı yolundaki haberler, Meclis gündemine de taşındı. Muhalif basında çalışan gazetecilerin bu haktan yararlanamaması için yine bir fişleme yapıldığı söyleniyor.İktidarın medyayı tümüyle kontrolü altına alma girişimlerine rağmen yandaş basındaki erime ve “bitiş” de devam ediyor.Satış rakamları diplerde olan iktidar medyasında özellikle Demirören Medyası’nda ciddi sayıda gazeteci kıyımı yaşanırken Güneş gazetesinin de kepen indireceği ve yoluna dijitalde devam edeceği belirtiliyor.Yavuz Baydar, Basın İlan Kurumu’na yapılan atamaları yorumlarken “Erdoğan aslında, kendi inşa ettiği başkanlık rejiminin gereklerini yerine getiriyor” diyor ve ekliyor:“Her şeyi kendi etrafında topluyor. Saray’da oluşturulan İletişim Başkanlığı ile adım adım devam ediyorlar.”Erdoğan’ın Ankara'da düzenlenen radyo-TV gazetecileri ödül töreninde yaptığı konuşmadaki, “Yeni medya düzeninin ihtiyaçlarına uygun kamu politikalarını İletişim Başkanlığımız ve diğer ilgili kurumlarımız vasıtasıyla hayata geçirmeye çalışıyoruz” sözlerine dikkat çeken Baydar, “Erdoğan, yeni medya düzeni ile iktidara ve iktidar yapılarına entegre edilmiş bir medya hedefliyor ve bu yolda bir hayli mesafe almış durumda” ifadesini kullanıyor.Baydar, Basın İlan Kurumu’nun da tümüyle yandaşlaştırılmasıyla; Evrensel, Sözcü ve BirGün gibi gazetecilere giden reklam pastasının kesileceği ve yeni medya düzeni ile muslukların büyük ölçüde kendisi de zayıflayan Erdoğan yanlısı medyaya aktarılacağını öngörüyor.İçinde bulunduğumuz ekonomik krizin iktidarı da sıkıştırdığını söyleyen Baydar, “Bunun sonuçlarını yakında göreceğiz. Hedeflenen AKP-MHP iktidarının ömrünü uzatma hamlesidir” yorumunu yapıyor.
RTÜK eliyle internete sansür yasası tartışılırken Ankara Sulh Ceza Hâkimliği, aralarında Bianet'in de olduğu 136 haber sitesi ve çok sayıda sosyal medya hesabına erişim engelleme kararı verdi. Avukatların yaptığı açıklamaya göre, Jandarma Genel Komutanlığı’nın başvurusu üzerine başkaca hiçbir araştırmaya gerek kalmadan siteler hakkında kapatılma kararı verilmiş. Bu kararı verenler ise gerekçe dahi belirtmiyor.Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon hazırlığının konuşulduğu bir dönemde medyaya gelen son karartma ve baskı dalgası, gerçeklerin sesinin olabildiğince kısılmaya çalışıldığı yorumlarına yol açıyor.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile Ahval TV’de gazeteciliğe son sansür girişimini ve sarı basın kartındaki usulsüzlükler ve yandaş kayırmacılığın hangi çizgiye geldiğini konuştuk.Yavuz Baydar, özellikle Kürt bölgelerine yönelik haber yapan ve o bölgede iyi networkü olan irili ufaklı haber kuruluşlarına yönelik bir karartma olduğuna dikkat çekiyor. Bianet’in de bu karartmaya dahil edilmesinin ayrı bir öneme sahip olduğunu söyleyen Baydar, artık VPN dışında bu içeriklere ulaşılmasının imkânsız hâle getirildiğine vurgu yapıyor ve ekliyor:“Öyle anlaşılıyor ki, zaten çok cılız olan, özgür ve bağımsız yapı içerisinde yer almaya çalışan haber kaynaklarının kökünün kurutulması operasyonu bu. Önemli bir parçayı koparmış durumdalar bu kararla. Zamanlaması da manidar. Kararın arkasındaki kurum Jandarma da uygulamanın ilginçliğini gözler önüne seriyor. Günlerdir sınır ötesine operasyon hazırlığından bahsediliyor ve eli kulağında gibi gözüküyor. Dolayısıyla bunun ön adımı olarak bağımsız medyayı susturmanın adımı işareti veriyor. Savaş öncesi hazırlığı daha net bir şekilde ifade edecek olursak.”Baydar, başta Bianet olmak üzere medya kurumlarının sansür altında haberlerini yayımlayamama durumunda hiç çekinmeden Ahval’le paylaşmalarını ve olduğu gibi halka ulaştırma çağrısı yapıyor.Medyanın sıcak gündemdeki ikinci konu da turkuvaza dönen basın kartındaki yandaş operasyonu…Sadece 2019’un ilk dört ayında 682 basın kart iptal edildi. Aralık 2018’de yayımlanan yönetmelikte, basın kartının iptal edilmesiyle ilgili bölüme, "Milli güvenlik ve kamu düzenine aykırı davranışlarda bulunması veya bu tür davranışları alışkanlık edinmesi" maddesi eklendi.Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un, sistem değişikliğinin ardından 13 ay toplanmayan Basın Kartı Komisyonu’nu yandaş üyelerden oluşturduğu ortaya çıktı. İki üyesi Cumhurbaşkanlığı’ndan oluşan komisyonun, üç üyesi ATV, Star ve Daily Sabah gazetelerinden, iki üyesi ise Anadolu Ajansı ve TRT’den. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve gazeteci cemiyetleri ise yok. Yavuz Baydar, hiçbir demokratik ülkede devlet kontrolünde bir basın kartı dağıtımının olmadığının altını çiziyor. Bu noktadan sonra yapılması gerekenin, Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın bağımsız bir basın kartı uygulaması geliştirmesi gerektiğini belirten Baydar, "Meslektaşlarımız bu düzeni protesto için ellerindeki basın kartını alıp topluca yaklamalıdır" tavsiyesinde bulunuyor.
RTÜK'e İnterneti sansürleme yetkisi veren 29/A maddesi ile ilgili yönetmelik 1 Ağustos 2019 tarihi itibarıyla yürürlüğe girdi.Yakında başta Netflix platformu olmak üzere yabancı medya kuruluşlarının haber kaynaklarına erişim engeli getirilebileceği konuşuluyor.Alanında uzman bilişimci ve hukukçu çok sayıda isim, iktidarın yeni yasal düzenleme ile muhalif basını tümden kontrolü altına almayı amaçlayabileceği uyarısı yapıyor.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar, Nar'da son düzenlemenin ardında yatanları ve bundan sonraki süreçte Türkiye’deki internet medyasını bekleyen ihtimalleri analiz ediyor. Baydar, bu uygulamanın temelinde bir polis devleti anlayışının yattığını söylüyor. “Her şeyi kontrol etmek istiyorlar. Yeni bir baskı dalgası gelecek” diyen Baydar, “Gazeteciler olarak sonuna kadar direneceğiz. Bizim mesleğimizin bel kemiği ile oynuyorlar. Buna izin veremeyiz” ifadesini kullanıyor.Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ile yapılan röportaj sonrası Yavuz Oğhan’ın işine son veren Sputnik Türkiye’nin Moskova’daki muhaliflere yönelik 1000 kişiden fazla gözaltının gerçekleştiği polis müdahalesini de görmezden gelmesi mercek altında…Baydar, “Bir yayıncı için olmazsa olmaz olan şey, editoryal bağımsızlığına müdahale edilmemesidir” diyor.Öte yandan Baydar, son dönemde derin bir kriz hâline dönüşen Suriyeliler meselesine ırkçı sayılabilecek bir yaklaşım getiren kimi gazetecilerin tavırlarını irdeliyor.
Yeni parti kurma hazırlığında olan eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Yavuz Oğhan'ın moderatörlüğündeki programın konuğu olması sonrası yaşananlar Türkiye kamuoyunun gündeminde.Davutoğlu'nu kişisel Youtube kanalında programa çıkaran Oğhan'ın, RS FM ve Sputnik’teki görevlerine son verilirken Sputnik Yayın Yönetmeni Mahir Boztepe, “Davutoğlu gibi bir figürü önemsemiyoruz ve açıklamalarının bizim üzerimizden yayılmasını istemiyoruz. Haber değerinin olduğuna inanmıyoruz” sözleriyle tasfiyeyi savundu.Ancak bu açıklama, kamuoyu nezdinde inandırıcı bulunmazken Sputnik’e yönelik gelen tepkiler de yükseliyor.Türkiye’nin ilk ombudsmanlarından olan Yavuz Baydar, işin gazetecilik açısından sorunlu yanlarını ve haklı/haksız gerekçelerini analiz ediyor. Ahval editörü Gülten Sarı da konuya farklı açıdan yaklaşarak söz konusu programda sorular yönelten gazeteciler Yavuz Oğhan, İsmail Saymaz ve Akif Beki’nin editoryal çizgisi üzerinden değerlendirmeler yapıyor.
Washington'daki Georgetown Üniversitesi'nin köklü Türkiye Araştırmaları Merkezi yakında kapanıyor. Sebep, fonların Ankara tarafından kesilmesi. Merkezin genel müdürü Sinan Ciddi ile yönetim kurulu üyesi Steven Cook, Politico'da yayınladıkları, 'Bu kişi mi Türkiye'yi Kurtaracak?'' başlıklı bir ortak makalede, kapatma kararının asli sorumlusu olaral gösterdikleri eski dışişleri bakanı ve başbakan Ahmet Davutoğlu'ya sert eleştiriler yönelttiler. Sinan Ciddi, Ahval'e eleştirilerin gerekçesini ayrıntılarla anlattı.
Son açıklanan uluslararası raporlar, hava kirliliği ve iklim krizi nedeniyle ölümler ve hastalıklarda büyük artışı işaret ediyor. Yeni bir analize göre, eğer hızla tedbir alınmazsa, gezegenin bir kısmı yaşanamaz hale gelecek, medeniyetler 2050 yılında dünya yüzünden silinmiş olacak, büyük göçler yaşanacak, ekosistemler çökecek. Konuyu, Colorado Nehri projesi ardından şimdi de Amazon eko sistemi üzerine büyük bir belgesel projesi üzerine çalışmakta olan fotoğrafçı, film yapımcısı ve müzikolog Murat Eyüboğlu ile konuştum.