POPULARITY
Hafızamız yaşadıklarımız arasından neleri kaybolmasınlar diye sımsıkı elinde tutuyor, neleri unutulmaya bırakıyor. Her şeyi aynı canlılıkla hatırlamadığımız, hatta bazı şeyleri çabucak, bile isteye unuttuğumuz bir gerçek; bunu hepimiz tecrübe ediyoruz. Hafızamız bizim adımıza neyin hatırlanacağı neyin unutulacağı noktasında bazı kritik tercihlerde bulunuyor. Muhtemelen bilinçaltımız da ona bu konuda yardımcı oluyor. İyi ama neye göre oluyor bunlar ve nasıl? Bilinçaltımız kontrolümüzde mi? Peki bilinç dediğimiz şey? Onu parçalarını birleştirerek biz mi bütünlüyoruz? Biz yapıyorsak, bizi derinden üzüp sarsacağını bildiğimiz şeyleri neden hafızamızda canlı tutuyoruz?
Lionel Messi'nin göğsüne takılacak kamera ile oynadığı maçlar, Arjantinli yıldızın gözünden yayınlanacak. Haberi değerlendiren Ali Çağatay, "Muhtemelen çok hızlı bir şekilde yayılacak, dünyanın pek çok yerinde hemen taklit edilecektir. TikTok kadar önemli bir salgın geliyor." dedi.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Türkiye son zamanlarda bir çok üzücü olayı peş peşe yaşadı. Bizleri de derinden üzen ve etkileyen bu olaylarla nasıl başa çıktıkları hakkında Emin ve Emine kendi deneyimlerinden bahsediyor. Daha iyi bireyler olmak için, kötü insanlara ve kötülüklere karşı neler yapabileceklerinden bahsediyorlar. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Emin: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Emin. Bugünkü bölümümüzde Emine ablamla beraberiz. Nasılsın Emin abla? Emine: [0:34] Çok iyi değilim maalesef. Birazcık ülke gündeminden ötürü canım sıkkın diyebilirim. Sen nasılsın Emin? Emin: [0:42] Yani ben de aynı şekildeyim. Ülkedeki aklıselim vatandaşların herhâlde tamamı benzer bir şekildedir. Bu aralar hem ülke gündeminde hem dünya gündeminde çok güzel haberler duymuyoruz. Emine: [0:56] Maalesef. Emin: [0:56] Maalesef. Savaşlar, cinayetler, kriminal vakalar falan... Bunlar normalimiz oldu sanki ayrıca. (Evet.) Ama bunun bir diğer sebebi de iyi haberler çok fazla okunmuyor, çok fazla tıklanmıyor, çok fazla konuşulmuyor. Bu şekilde kötü haberler daha çok tıklanıyor, daha çok konuşuluyor, daha çok merak ediliyor. Çünkü insanların hayatında böyle şeyler olmuyor yani aslında. Bunlar gerçekten istisnai durumlar ama bir anda kötü bir olay yaşandığında bütün mecralar bunu paylaşınca sanki dünyanın her yerinde böyle şeyler oluyormuş gibi hissediyor insan. Yani buna ben de dahilim. Bu maalesef gerçekten sosyal medyanın en kötü yanlarından birisi. Gerçekten korkunç şeyler oluyor. Yani iyi ki de aslında sosyal medya var bir yerde. Ama bir yerde de sosyal medya sebebiyle insan çok daha kötü hissedebiliyor. Veyahut da kötü şeyler yapmak isteyen insanlar sosyal medyada bunun konuşulmasından gizli bir haz da duyuyorlar. Emine: [1:57] Muhtemelen. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Bugün 26 eylül 2024 #doğatakvimi
İsrail'in Filistin halkına yönelik soykırımı 10. ayı geride bıraktı. 40 bine yakın Filistinli'yi katleden Siyonistlerin yakın zamanda duracaklarına dair bir emare de yok. Savaşın “şimdilik” merkezinde yer alan Gazze'de İsrail'in istediğini alamadığı, kayıplarının ve savaşın maliyetinin yükselmesine koşut olarak kapsamlı kara saldırıları yerine belirli bölgelere kısa sürede girip çıkmakla sınırlı operasyonlara yöneldiği görülüyor. Ama bu bir yandan da kuşatmanın sürmesini dışlamıyor. Böylelikle Gazzeliler açlık ve salgın hastalık gibi risklere daha açık bir hâle geliyorlar. Bunlardan kaynaklı ölümleri de ekleyince soykırım tablosu netleşiyor: Muhtemelen 100 binden fazla ölü! Tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan birini yaşıyoruz! ABD açık çek verdi, Siyonistler direnişin iki lideri Haniye ve Fuad Şükür'ü katletti Filistin'in direnişi sadece İsrail Siyonizmine değil Amerikan emperyalizmine de darbe vurmaya devam ediyor İsrail, topraklarını korumak değil, sömürgeleştirdiği Filistin topraklarını elinde tutmak için yürüttüğü bu haksız savaşta Filistinli örgütlerin yanı sıra Yemen, Suriye, Lübnan Hizbullah'ı, Irak direniş güçleri ve İran'a karşı da savaşıyor. Siyonistlerin zulmüne karşı Yemen'in deniz ticaretine vurduğu darbe de, Hizbullah'ın Siyonist soykırımı engellemek için İsrail-Lübnan sınır bölgesinde yaptığı saldırılar da, İran'ın tüm bu cepheye verdiği destek de haklı ve meşru. Son günlerde bu hattın dışından, Filistin direnişine yeni bir siyasî destek de gelmekte. Çin, daha önce ABD emperyalizminin bölgedeki açmazlarını kullanarak İran ile Suudî Arabistan'ı masaya oturttuğu gibi, geçtiğimiz ay da tüm Filistin direniş örgütlerini Çin'de bir araya getirerek bunların bir “ulusal birlik” anlaşması için önemli adımlar atmalarına, yeni seçimler için birlikte çalışmaya başlamalarına vesile oldu. ABD bu süreçte hem İsrail'in soykırım saldırısını desteklemek, direnişi kırmak hem de kendisini siyasi çözüm adı altında Hamas'ı ehlileştirecek ya da işbirlikçi El Fetih'in hâkimiyetine sokacak projelerin uygulanması için hakem rolünde konumlandırmak istiyordu. ABD'nin hesapları tutmadı. Direniş kırılmadı ve Filistin halkının mücadelesi ABD'nin maskesini düşürdü. Hamas ve El Fetih ABD'nin patronluğunda değil Çin'in ev sahipliğinde buluştu. Filistin halkı palavra değil eylem bekliyor: Önce İsrail'e ticari ve askeri desteği kes! Tüm bunlar olmaktayken, memleketimizdeki istibdad rejimi ise üst perdeden atışlarını sürdürüyor. Türkiye İsrail'e saldırabilir, en azından Libya ve Karabağ'da olduğu gibi savaşan güçlere askerî yardım yapabilirmiş. Daha, soykırımcı devletle olan ticareti tam olarak kesemeyen, büyük şirketlerinin İsrail'deki yatırımlarına gıkını çıkarmayan bir rejim için çok iddialı sözler bunlar. Ama daha önemlisi var. Hamas lideri Haniye'nin İran'daki katlinin İran dışından atılan bir güdümlü füze ile olduğu anlaşılıyor. Bu füzenin hedefini vurabilmesinde Türkiye'deki Kürecik radar üssünün hiçbir rolünün olmadığını düşünmek saflık olur. Yani Erdoğan İsrail'e karşı Filistin'e, yine belirsiz bir geleceğe dair ve boş sözlerle destek veriyor ama bugün topraklarımızdaki üslerle İsrail'in suikast düzenlemesine ve İran'a saldırmasına fiilen ve somut olarak yardımcı olmaya devam ediyor. Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleyi, Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltelim! İstibdadın sözcüleri utanmadan emekçi halkımıza yalan söylerken, biz tüm gücümüzle memlekette Filistin halkına nasıl destek oluruz, İsrail'e karşı nasıl mücadele ederiz onun derdindeyiz. Devrimci İşçi Partisi ve Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları, bir yandan istibdadın yalan makinesine karşı gerçekleri anlatırken, bir yandan da yakın zamanda kurulan Filistin Eylem Komitesi'nin bir bileşeni olarak burada diğer Filistin dostu örgütlerle birlikte çalışmalarını sürdürüyor. Emekçi halkımız istibdadın palavralarına kanmasın, İsrail'le mücadele için gelin, birlikte mücadele edelim.
İsmail Heniye Tahran'da bir suîkast neticesinde şehit edildi. İran'ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan'ın kutlama törenlerine katılmak için Tahran'daydı. Bu suikast, Beyrut'ta Hizbullah'ın en yüksek rütbeli komutanlarından birisi olan ve şu ana kadar ölüp ölmediği kesinliğe kavuşmamış olan Fuad Şükrü'ye karşı yapılan saldırıdan hemen sonra gerçekleşti. (Muhtemelen o da hayâtını kaybetti). Bu cinâyetlerin fâilinin İsrâil olduğu, tartışmaya meydan vermeyecek kadar âşikâr. Ama bu kadarla yetinmek resmi eksik bırakmak olur. Kendi nam ve hesâbıma,, işin içinde ABD'nin de olduğunu düşünüyorum. Değerlendirmeye, Netanyahu'nun son ABD ziyâreti ile başlamak en doğrusu olur. İnsanlığın utancı olan bir Kongre celsesinde Netanyahu, yalanlarla dolu bir konuşma yaptı. Cumhûriyetçilerin neredeyse tam kadro, Demokratların ise kısmen mahçup, kısmen hesaplı bir şekilde yarı yarıya yer aldığı bu içtimâda, çocuk ve kadın kâtili, savaş suçlusu Netanyahu'yu bir omuzlarına almadıkları kaldı. Konuşması çoşkulu bir şekilde sık sık alkışlandı. Moral depolayan Netanyahu, sırasıyla Biden ve Trump ile görüştü. Biden artık bir siyâsî mevtâ olduğu için bunun üzerinde durma lüzûmu hissetmiyorum. Kamala Harris, ABD'nin İsrâil siyâsetlerinden rahatsız olan Hispanik, Latin kökenli ve siyâhî oyları kaybetmemek için Netanyahu'dan uzak durdu. Yahudî oylara gözünü diken Trump ise İsrâil'in siyonist siyâsetlerine olan desteğini en yüksek perdeden dile getirdi. Netanyahu'nun ABD ziyâretinden gelen haber ve resimler, İsrâil'in suikastlarının habercisiydi. Anladık ki, ABD'nin İsrâil'e olan desteği, ister Kamala Harris seçilsin, ister Trump, herhangi bir kesintiye uğramayacak; gönüllü (Trump) olsun, mızmızlanarak olsun (Harris) devâm edecek. (Kamala Harris'in kocasının da bir Yahudî olduğu unutulmamalı). Netanyahu'nun mutantan ziyâreti esnâsında, muhtemelen daha derinlerde, İsrâil ve Pentagon'un karanlık isimleri, kapalı kapılar arkasında işbaşındaydılar ve bu suikastların ve sonrasında neler yapılacağının plânları üzerinde çalışıyorlardı. Nitekim Beyrut saldırının hemen sonrasında Blinken'ın mutlak sûrette İsrâil'i destekleyeceğini ifâde etmesinin ardından Doğu Akdeniz'deki ABD donanmasına âit gemiler harekete geçti ve Lübnan açıklarına yerleşti. Anlaşılıyor ki, içeride ve Gazze'de sıkışan Netanyahu'nun savaşı büyütmekten ve İran ile kesin bir hesaplaşmayı başlatmaktan başka bir çâresi kalmadı. Bu, tıpkı köpekbalıklarının durumuna benziyor. Bu yırtıcılar için çekilmiş belgesellerden herhangi birini seyretmiş olanların kolaylıkla bilebileceği üzere, köpekbalıkları hayat boyu hareket etmek, yüzgeçlerini çalıştırmak zorunda. Eğer dururlarsa ölüyorlar. Netanyahu da, sıkışmışlığı içinde aynı şeyi yapmak zorunda. Eğer durursa, İsrâil'e ne olur bilmem ama kendisinin biteceği âşikâr. Onun için kimse Gazze'de bir ateşkes beklemesin. Buna Çin'in büyük diplomatik zaferi gibi ilân edilen, FKÖ ile HAMAS'ı uzlaştırdığı söylenen gayretleri de dâhil. Savaş durmayacak; dahası büyüyecek. Gazze'de, neredeyse bir sene geçmesine rağmen istediğini elde edemeyen Netanyahu ve siyonist-faşist kadroların savaşı yaymaktan başka çâresi kalmadı. Lübnan, Sûriye ve Irak toprakları doğrudan bu savaşın yayılma sâhasına işâret ediyor.
Gönlümüzce emek verdiğimiz şeyler var; onları birilerinin üstünde görmek istiyor, birilerine yakıştırıyor, üstlerine iliştiriyoruz. Farkına varmıyorlar çoğu zaman; işin hassasiyetine eremiyor, inceliğini bilemiyor, iki tarafta koşuştururken üstlerinden düşürüyorlar. İçimiz acıyor ama yerden alıp tekrar üstlerine iliştirmeye çalışmanın da bir anlamı kalmıyor o vakitten sonra. Her geçen gün etrafta böyle sahipsiz bırakılmış insanca heveslerin sayısı artıyor, ne onları toplayıp ortadan kaldırmaya, görünmeyecekleri bir yere süpürmeye razı oluyor gönül ne alıp tekrar birilerine yakıştırmaya… Hayat bir köşede kendince birikirken neden böyle boşa düşürüyor, bu kadar eksiltiyor bizi. Bir şeylerin daha sonraki bir zamanda şimdikinden daha anlamlı yürüyeceğine inanmak herhalde kurduğumuz en kırılgan hayal! Düştüğü yerden kalkıp yeniden denemek için mecali gittikçe azalıyor insanın. Başlarda sımsıkı tutmaya çalıştığımız şeylerin, yaşadıkça gevşemeye yüz tutan avuçlarımızdan gün gelip kayıp gidivereceği endişesi sarıyor içimizi. Oluyor da bazen böyle şeyler… Başkaları, içimizde tuttukları yer kadar var olmayı istemiyorlar hayatımızın içinde. Herkesin, herkesi var. O herkesin içindeki bir karaltı olabiliyoruz en fazla biz de. İnsan, en azından bazı başka insanlar için bundan daha fazlası olmayı istiyor doğrusu. Ama mümkün mü bu? Muhtemelen değil! Dünya gibi gelip geçiciyiz galiba hepimiz birbirimizde. Kim başkasının hikayesine bütün bütüne tutunup kök salabilir ki! Kim kendi hikayesinden bir başkasınınkine taşınabilir? Biz ne dersek diyelim, her şeyi ne kadar süslersek süsleyelim, aslında herkes kendi hikayesinde yalnız! Hayatın kuralı, tabiatı bu! Hepimiz belki de başkalarının içinde yaşamak ve fakat sonuna kadar gidebileceğimiz konuşmaları sadece kendimizle yapmak zorundayız.
Bu, şimdiye kadar orijinal sıvı halinde keşfedilen en eski şarap. Kırmızımsı kahverengi ile tadının oldukça yoğun olduğu söylenebilir. Muhtemelen beyaz şarabın İspanya'nın güneyindeki bir kül kavanozuna dökülmesinden bu yana geçen 2000 yıl içinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar nedeniyle rengi kırmızımsı… Seslendiren: Leyla Nil Geçkin
Mezarlığın kapı girişinde oturmuşlar merdivene bir şeyler yiyorlardı. Anne kaldırıma bir bez sermiş, bezin üstünde bir parça ekmek ve ne olduğunu anlayamadığım yiyecekler vardı. Genç kadının bir tarafında 3 yaşlarında bir kız çocuğu diğer tarafında 6 yaş civarında bir erkek çocuk vardı. Yanlarından geçerken oğlanla göz göze gelince selam vermek için, “Afiyet olsun” dedim. Elindeki ekmek arası yiyecekle kapalı bir içeceği bana uzatarak, “Al” dedi. Nereye gidersen git, yoksul insanlar elindekinin tamamını paylaşır. Bu yüzden fakir zenginden cömerttir. “Sağ ol” dedim. Çocuk ama hayat erken büyütmüş. Biyolojik yaşı 5-6, ruhsal yaşı 15-16 -“Baban nerede” dedim. -Ekmekten bir parça ısırdı ve “Apiste” dedi. -“Neden hapse girdiğini biliyor musun” diye sordum. -“Irsızlık yaparken yakalandı” dedi. Günlük yaşıyorlardı. Bugün ne buldularsa o. Gerisi de çok önemli değil zaten. Bugün var, yarın yok. ** “Marketler tıklım tıklım, otoparklarda araba koymaya yer yok, her yer insan kaynıyor” diyordu orta yaşlı bir kadın otobüsün içinde otururken yanındakine. Muhtemelen tanışmıyorlardı ama kadın yol boyunca laflamak için söyleniyordu. -“Haklısın” diye cevap verdi kadın ve devam etti; Ben de Siyami Ersek kalp hastanesinden geliyorum. Orası da çok kalabalıktı. Kardiyoloji polikliniğinin 219'uncu hastasıymışım. EKG çeken sağlık çalışanı kız, “Abla burada her gün 500 EKG çekiyoruz” dedi. 500 EKG demek her gün 500 hasta demek. Kurban Bayramı tatilinin de 9 gün olması sebebiyle Bodrum'un nüfusu da 1 milyona ulaşmış. İlçeye giren araç sayısı ise 250 bine ulaşmış. Tatilden gelince kasaptan eti alırız deyip kurban kesmeyen gelir seviyesi yüksek kesimin sayısı da bu bayram epey çoktu.
Karşı kaldırımda aheste adımlarla yürüyen kırmızı tişörtlü ve kot pantolonlu delikanlı benim oğlum değil. Benzemiyor da zaten… Tıpkı oğlumun bana benzememesi gibi… Benim oğlum bana benzememeye yemin etmişti. Bir zamanlar benzer bir karardaydım. Çuvalladığımdan babamın burun hizasından öteye düşmemiştim. O ise benden farklı olarak bunu başarmıştı. Sırf bana benzememiş olmak için yüzmeyi öğrendi, 18 yaşını doldurur doldurmaz ehliyet aldı. Farklılıklarımız bu ikisinden ibaret kalmadı elbette. Oğlum nasıl öğrendiyse elinden her türlü tamir işi gelen, tek başına yaşarsa sıkıntı çekmeyecek birine dönüştü. İnsanlarla kolayca diyalog kurdu ve birkaç kişi yan yana gelince en çok dikkat çeken, diğerlerinin bazen farkında bile olmadan lider seçtiği biri oldu. Bazen babamın fotoğrafına bazen de aynaya bakarak aramızdaki farkları net bir şekilde görüyor, kendi hüsranımla oğlumun başarısı arasında gidip gelirken gurur mu yoksa eziklik mi duyacağıma bir türlü emin olamıyordum. Bazen düşünüyorum da bebek yaştan beri gözlerini iri iri açıp bana bakarken ne olmayacağını düşünmeye başlamış olmalı oğlum. Doğumunda annesi vefat etmişti ve bunu benim sünepeliğime bağlamıştı muhtemelen. Muhtemelen diyorum çünkü bunu hiç söylemedi bana. Hatta ima bile etmedi. Yine de bakışlarının ve “Sana benzemeyeceğim.” iddiasının arka planında bunu gördüm ben kendi hesabıma. “Sana benzemeyeceğim.” dedi her fırsatta. Bütün hayatını bana benzememek üzerine kurdu. Cebimde hep yirmi yaşında kalacak olan oğlumun komando olarak yaptığı askerlikten gönderdiği fotoğraf… Kerata yine benden farklı olduğunu ispatlamış. Sadece hayatıyla değil şehitliğiyle de bana benzememişti. * Suavi Kemal Yazgıç “Kahramanın Sonsuz Kısa Yolculuğu” adlı yeni kitabında, bir babanın şehit olan oğluyla arasındaki hâli bu sözlerle anlatıyor. Başlığı: Oğul. Bütün şehitlerimize rahmet dileriz. “Hikâye desen değil. Anı değil. Deneme değil. İçimden böyle geldi.” diye açıkladı. İlle bir kalıba oturtmak gerekir mi? Hepsinden biraz desek yanlış olmaz. Böyle olduğunu görüyor yazarı tanıyanlar. Yeryüzünde ilk masal, ilk hikâye, ilk roman yazıldığı zamana denk gelseydik ne diyecektik? Veya ilk şiir veya ilk deneme ile karşılaştığımızda… “Böyle bir yazı türü yok. Otur oturduğun yerde, eski köye yeni âdet getirme!” diye çıkışacak mıydık? Hece Yayınları yakışanı seçmiş, “Öykü” demiş. * Bir seyahat sırasında arkadaşlarla beraber bir grup Çingene ile sohbet ettik. Laf lafı açtı, dertlerini dinledik, umutlarını duyduk. Zorlu bir mücadele içindeydiler. Çingene mi demeli, Roman mı demeli tartışması başladı. Türk'e Türk, Çerkez'e Çerkez, Kürt'e Kürt demek ayıp mı ki Çingene demek kabalık sayılsın? Rum, Romen, Roman, Rumen hep karışıyor, her birini yerinde kullanan nadir. Ayrıldıktan sonra “Onların hayatı roman, bizimki hikâye…” demiştim. Osman Cemal Kaygılı'yı da yad etmiştik ister istemez.
Türkiye zor, çok zor bir ülke. Bugün yazıda ne dediğimi anlatabilmek için iki belediyeden iki örnek vereceğim. Akabinde hemen “Yandaş bu yahu, CHP'li belediyelere sallamak için maaş alıyor” diyecek insanlar. Ne dediğime, ne önerdiğime kimse dikkat etmeyecek yine. Olsun. Ben yine de derdimi anlatmanın derdiyle yazacağım. Nedense peşine düştüm, CHP'li Üsküdar Belediyesi'nin “Emeklilerimize pazar desteği veriyoruz” kampanyasının. Bence, merkezi iktidarın emekliye reva gördüğü (evet: reva gördüğü) maaşlar ortadayken yapılabilecek en iyi kampanyalardan biriydi çünkü. Önce belediyenin reklamını gördüm tabii. Üsküdar'ın yeni belediye başkanı Sinem Dedetaş “Emeklilerimize pazar alışverişi desteği başlıyor” diyerek çıkmıştı reklama. Doğal olarak, Üsküdar Belediyesi'nin, Üsküdar sakini tüm emeklilere pazar desteği vereceğini düşünmüştüm reklamı görünce. Ardından Üsküdar Belediyesi'nin sitesine, projenin detaylarına bakmaya girdim. Proje detayında yazan cümle şöyle idi: “2022 sayılı sosyal hizmetler kanununa göre; her nam altında olursa olsun her türlü gelirler toplamı esas alınmak suretiyle, hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelir tutarı asgari ücretin aylık net tutarının 1/3'ünden az ise muhtaç kabul edilmektedir. Dolayısıyla kişi başı geliri 5.665 TL ve altı emekliler Pazar Desteği Projesi kapsamında değerlendirmeye alınacaktır.” Bir de 60 yaş üzeri olma şartı vardı tabii. Bir düşünelim bunu. İkisi de emekli maaşı alan çiftler şöyle dursun, biri yaşlılık, diğeri emekli maaşı alan bir karı koca da bu destekten yararlanamıyor. Yani şöyle bir aralıkta veriliyor pazar desteği. 60 ila 65 yaş arasında, evine sadece bir emekli maaşı giren (o da en düşük maaş) haneler yararlanabiliyor destekten. Peki, kaç para bu destek? Bir defaya mahsus olmak üzere 5.000 lira. Peki, kaç kişi başvurmuş “Ben bu şartları haizim” diye? Üç bin iki yüz kişi. Bu başvurulardan kaçı destek almayı hak etmiş? Yüzde 65'i. Yani iki bin seksen kişi. Yani Üsküdar Belediyesi “Sözümüzü tuttuk” diye billboardlara çıktığı, başkanıyla canlı yayınlara katıldığı proje kapsamında emeklilere 10 milyon 400 bin TL dağıtacak. O da bir defaya mahsus. Örnek olsun diye söylüyorum. Konya Büyükşehir Belediyesi'nin aylık olarak dağıttığı yardım miktarı 30 milyon lira. Yılda 360 milyon lira yapar yani. Yine örnek olsun diye söylüyorum. Muhtemelen “emeklilere pazar desteği” kampanyasının reklam ve canlı yayın giderleri, dağıtılan yardım miktarından fazladır.
Tarihimizde, bir grup ulemânın başka bir grup ulemâ ile sert mücadelelerinden kaynaklanan son derece gereksiz ve üzücü toplumsal fitneler vardır. Bunların en meşhuru 833-852 yılları arasında Abbasîler döneminde Mutezilî âlimlerin, Ehl-i Sünnet âlimlere halifelerin iktidarı aracılığıyla yaptıkları baskı ve zulümlerdir ki mihne diye anılır. Osmanlı tarihinde bunun bir benzeri, Kadızâdeliler diye anılan ilmiye sınıfından bir grup ham softa, ateşli vaiz ve ilimli cahillerin devlet desteğiyle sufîler üzerinde uyguladıkları baskı ve zulümlerdir. İkisinin de ortak yönleri; ilim adamlarından bir grubun, iktidarın nüfuzunu arkalarına alarak rakip gördükleri grubu acımasızca ezmeleri ve toplumda çok üzücü bir kamplaşma ve fitneye sebebiyet vermeleridir. İlginçtir ki, bazı toy sultanların yirmi otuz yıllık desteğinden sonra, sebep oldukları toplumsal kargaşa ve fitne dolayısıyla her ikisine de bizzat devlet eliyle son verilmiştir. Kadızâdeliler, aslında Hanefî olmakla birlikte, özellikle sufîlere karşı tutumlarının sertliği dikkate alındığında Selefîleri çağrıştırmaktadırlar. Bu sebeple kendilerine “Osmanlı Selefîleri” denilebilir. IV. Murad, Sultan İbrâhim ve IV. Mehmed devirlerinde palazlanmışlardır. İlham kaynakları, Osmanlı'nın İbn Teymiyyesi denilebilecek Birgivî Mehmed Efendi'dir (ö. 981/1573). Adlarını ise, IV. Murad döneminin vaizlerinden Kadızâde Mehmed Efendi'den (ö. 1045/1635) almışlardır. Bu zat, önce devrin meşhur Halvetî şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî (ö. 1049/1639) ile bazı dinî meselelerde tartışmalara girmiş; şöhreti artınca da, padişahları ve devletin ana kurumlarını etkisi altına alacak bir nüfuza ulaşmıştır. Muhtemelen onun IV. Murad nezdinde itibar görmesinin en büyük sebebi, kahve ve tütün kullanmanın haram olduğuna dair fetvasıdır. Zira IV. Murad zamanında kahvehaneler, alttan alta muhalefet merkezleri haline gelmiştir. Padişahın bunları kapatmak istediği günlerde Kadızâde, sultanın gözüne girmek için böyle bir fetva vererek fıkhî derinliğini (!) konuşturmuştur. Kadızâde Mehmed Efendi'nin ölümünden sonra, bu zihniyetin liderliğini, bir katil olayına karıştığı için Şam'dan kaçarak gelen ve onun yanında yetişerek Ayasofya Camii vaizliğine kadar yükselmiş olan Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1072/1661) yapmıştır. Saraydaki Has Oda'da vaaz vermekle görevlendirildiği için halk arasında “padişah şeyhi” diye anılan Üstüvânî zamanında Kadızâdeliler iyice palazlanmışlardır. Tenkit ile tekfiri tefrik edemeyen Üstüvânî, sufîlere yönelik tekfirci üslubu olanca cömertliğiyle (!) kullanmıştır. Öyle ki, yalnızca tekke mensuplarını değil, tekkeye giden halkı da tekfir etmiştir. Onun zamanında; Melek Ahmed Paşa üzerinde baskı kurularak, ondan bir buyruldu ve Şeyhülislâm Bahâî Mehmed Efendi'den fetva alınmak suretiyle Demirkapı yakınlarındaki Halvetî Tekkesi'ni yakma girişiminde bulunulmuş, ancak başarısız olunmuştur. Üstüvânî, bazı şeyhlere haber göndererek takipçilerini öldüreceklerini, bu tekkenin temelini kazıp toprağını denize dökmedikçe orada namaz kılmanın câiz olmadığını bildirecek kadar cüretkârlaşmıştır. Yine onun adamları bir cuma günü, Fatih Camii'nde na‘t okumakta olan müezzinlere saldırmışlardır. Kadızâdeli zihniyetten bir başka “padişah hocası” Vânî Mehmed Efendi (ö. 1096/1685) ise, tekkeleri kapattırmak için çok uğraşmış, Niyâzî-i Mısrî'ye (ö. 1105/1694) devlet eliyle çok eziyet ettirmiş, onu Rodos ve Limni'ye defalarca sürdürmüştür. Kadızâdeliler, maalesef camide kan dökmüşlerdir. Bursa Ulu Cami'de çok elim bir saldırıya ve katil olayına sebep olmuşlardır. Sultaniye müderrisi Vanizade, bir mevlid esnasında bidat işlendiği gerekçesiyle halkı Ulu Cami imamının üzerine kışkırtmıştır. İmamı korumaya çalışan bir derviş öldürülmüş, imam ise canını zor kurtarmıştır. Kadızâdeliler fitnesinden fert, cemiyet ve devlet olarak alınması gereken pek çok ders vardır. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
Dr. Bilgehan Alagöz'e göre İran'ın güvenliği verdiği önem düşünüldüğünde Reisi ve Abdullahiyan'ın hayatlarını yitirdikleri kaza kadar sürecin yönetilişi de şaşkınlık yarattı. Reisi'nin İran'da dini liderin belirlediği yapıdaki önemine vurgu yapan Alagöz, Tahran'ın ABD'de Trump'ın kazanacağı öngörüsüyle formül geliştireceği görüşünde.
Filistin taraftarı öğrencilerin eylemlerinden sonra ABD'nin saygın üniversitelerinde sergilenen ve aslında görmeye alışık olmadığımız otoriter yaklaşımların fütursuzluğu karşısında çoğu kimsenin şaşkınlık yaşadığını düşünebiliriz. Fakat ülkemizin ileri gelen Batıcı liberal kesimlerinin aynı derecede şaşkınlık yaşamadığını da tespit etmek durumundayız. Zira hayra alamet olmayan bir sessizlikle bu dönemi atlatmaya çalıştıkları görülüyor. Bunu, çifte standart gibi çok kullanılan kavramlarla tanımlamak mümkün değil. Bu sessizliği ciddiye almak gerekir. Bu, otoriter fütursuzluğa karşıtlıktan kaynaklanan bir sessizlik değil, tam aksine dönemsel bir mevzi arayışıdır. Çıkış yolu bulamadıkları için sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Eğer bir şaşkınlık olsaydı bunun belirtileriyle karşılaşabilirdik. Muhtemelen onlar da Filistin taraftarlarının bir an önce susturulmasını ya da Batı Avrupa devletlerinin istihbarat örgütlerinin İslam coğrafyasından devşirdiği kişi ve grupların ortaya çıkıp bütün dünyanın nefretini kazanacak eylemelere imza atmasını bekliyorlar. Filistin taraftarı öğrencilerin üniversitelerdeki eylemleri karşısında söyleyecek bir söz bulamadıkları çok açık.
Oruç, bir “kalkan”dı Efendimiz'e (sav) göre. Onu tutanı; her türlü günaha meyl etmekten “tutan”, her türlü yanlıştan koruyan. Onun için oruçlunun ağzını sadece yeme- içmeye değil, belki toplumsal bir varlık olan insan için daha da önemlisi olan, başkalarını incitecek kötü sözlere de kapatmasını isterdi. Hele oruçluyken, söz dalaşı yapmak veya kavga etmek, onun asla tasvip etmediği bir şeydi. Onun için “Size biri dalaşmak ve sataşmak isterse” ona “Ben oruçluyum kardeş! Ben oruçluyum!” deyip nefsine oruç tutturmasını ve asıl orucun manevî zevk ve faydasını o zaman hissedeceğini söylerdi. Muhtemelen orucun, günahlara ve kötülüklere karşı bir “kalkan” vazifesi görmesi gerektiğine işaretle, “Ramazan ayı girince, rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincirlere vurulur.” buyurmuştu. Orucun bu koruyucu vasfı nedeniyle, evlenemeyip de harama düşme tehlikesi olanlara orucu tavsiye ederdi. Oruç tutmak, yalnızca boğazı ve uçkuru tutmak değildi O'nun (sav) nazarında. Bilakis insanı bütüncül bir şekilde manevî açıdan olgunlaştırmayı hedefleyen bir mektepti oruç. Bir ahlâk eğitimi, bir nefs terbiye yöntemiydi. O sebeple oruç tuttuğunu zannettiği halde, yalan söyleyen ve yalan sözle amel eden kişilerin orucuna Allah Teâlâ'nın ihtiyacı olmadığını, bunların yanlarına kalacak kârın açlık ve susuzluk olduğunu söylerdi. Oruç tutan kimsede meydana gelebilecek ağız kokusunu o kadar güzel betimlemişti ki; “Allah nezdinde o koku, misk kokusundan daha güzeldir.” buyurmuştu. Oruç tutan kimsenin elde edeceği mükâfatı, Rabb'inden kendisine ilham edilen bir sözle (hadîs-i kudsî) şöyle ifade etmişti: “Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: ‘Oruçlu kimse, benim rızama nâil olmak için yemeyi, içmeyi ve cinsel arzuları terk etmiştir. Oruç, doğrudan Bana yapılan, içine riya karışmayan bir ibadettir. Onun mükâfatını da doğrudan Ben vereceğim.' ” “Bir kapı var cennette…” derdi. “Adına ‘reyyân' derler. Kimse giremez o kapıdan içeri, oruçlulardan başka. Ve onlar girdikten sonra kapanır, bir daha açılmaz kimseye.” Bir keresinde de şöyle anlatmıştı cennetteki kapıları: “Kim, Allah rızası için çifter çifter sadaka verirse, cennet kapılarından birinden: ‘Ey Allah'ın sevgili kulu! Bu kapıdan buyur! Bu kapı, hayır ve bereket kapısıdır' diye seslenilir ona. Namaz ehli olan bir kimse, cennetteki ‘namaz kapısı'na çağırılır. Cihad ehli olan bir kimse, cennetteki ‘cihad kapısı'na çağırılır Oruç ehli olan bir kimse, cennetteki ‘reyyân kapısı'na çağırılır. Sadaka ehli olan bir kimse, cennetteki ‘namaz kapısı'na çağırılır.” Bu müjdelerle kendinden geçen Ebubekir Efendimiz (ra) adeta galeyana gelerek: “Anam babam sana feda olsun Ya Resûlallah! Bu kapıların her birinden çağırılacak müminler de olacak mı?” diye sorunca “Evet Ebubekir, olacak. Ve umarım ki sen de onlardan biri olacaksın” buyurmuştu. Kim istemezdi o anda Ebubekir Efendimiz'in (ra) yerinde olmayı! Acaba biz, bu soruyu Allah Resûlü'ne (sav) sorsak, ne cevap alırdık? Veya bir Allah dostuna. Hani Yunus Emre'miz diyor ya: “Varsam bir âmile, sorsam hâlimi/Acep Allah bize kulum diye mi?”
ABD ve İngiltere'de, İsrail'in katliamlarının gün yüzüne çıkması ve saklanamaz bir boyuta ulaşmasıyla birlikte ciddî bir kutuplaşmanın yaşandığı anlaşılıyor. Her iki ülke geleneksel devlet politikalarının bir devamı olarak 7 Ekim'den sonra İsrail'e açık destek verdi. Bu destek daha önce sorgulanmamış ve herhangi bir kutuplaşma yaşanmamıştı. Dolayısıyla 7 Ekim'den sonra İsrail'i desteklemekte bir mahzur görmediler. Fakat İsrail ilk defa Filistinliler karşısında çaresizlik içindeydi. Hiç beklemedikleri bir anda Hamas karşılarına çıkmış ve İsrail'in dengesini bozmuştu. 7 Ekim'den sonra dengesini kaybeden sadece İsrail değildi. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere Almanya ve Fransa gibi ülkeler Hamas'ın dirayeti karşısında şaşkına dönmüşler ve geleneksel soğukkanlı yaklaşımları bir kenara bırakmışlardı. Şiddeti yeniden sistemli bir politik araç olarak kullanacaklardı. Böylelikle Filistinliler boyun eğecekti. Bu olmadı, Filistinliler boyun eğmedi. İsrail'in sistemli şiddeti Filistinlilerin kanının Batı sokaklarına sıçramasına yol açtı. Seçkinler ve kamuoyu arasındaki kutuplaşma da böyle ortaya çıktı. Önceki yazılarımızda ifade etmeye çalıştığımız gibi 7 Ekim'den sonra ABD ve İngiltere ordusundan askerlerin İsrail saflarında soykırım suçu işledikleri çokça konuşuldu. İngiltere'nin Güney Kıbrıs Rum kesiminde yer alan üsleri, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarında kullanıldı ve bu gerçeği saklama gereği duymadılar. Çünkü daha ilk günden itibaren dehşet duygusunun coğrafyanın tamamında hissedilmesini istemişlerdi. Sadece fiilî savaşın içinde yer aldıkları izlenimi vermek istemediler. Muhtemelen bu durum İngiltere ve ABD'de herhangi bir kutuplaşmaya yol açmayacaktı. İsrail geçmişte birçok defa Gazze'yi yaşanılmaz hâle getirmişti fakat olayların üstü çabuk örtülmüştü. Çünkü Filistinliler direnişi zamana yayamıyordu. Fakat bu sefer Filistinliler İsrail'e çıkarma yapmak suretiyle görülmedik bir başarıya imza attı. Bu sebeple Filistinlilerin dünyanın gözü önünde cezalandırılmasına karar verdiler. İsrail'in vahşice saldırılarına destek verirken sonuçtan emindiler. İsrail yine kazanacaktı. Bunun için İsrail'in bütün suçlarına ortak oldular. Çünkü İsrail onların eseriydi. ABD ve İngiltere Doğu Akdeniz'de yeni bir koloni devlet kurmuş fakat bu koloninin varlığını Hitler döneminin Yahudi politikası ile meşrulaştırmışlardı. Ortada büyük ve güçlü bir hikâye vardı. Fakat bu hikâyenin etkisi İsrail'in Filistin toprakları üzerindeki başarısına bağlıydı. Filistinlilerin bu yeni kolonide yeri yoktu. Filistinliler zararlı bir unsur olarak temizlenmeliydi. Böylelikle Anglosaksonlar yeni bir köprübaşını çok sağlam temeller üzerine kurmuş olacaklardı. Evet, bu yeni bir koloni devletti fakat Yahudilikle ilgili hikâye jeopolitik
Macron gemi azıya almış durumda.İrili ufaklı diğer devletçikleri de içine almak sûretiyle , Fransa, Almanya , İsveç, Finlandiya ve Polonya hattı, Rusya ille kesin hesaplaşmayı 2025 senesinde hedeflediklerini alenen ilân ediyorlar. Verilen beyânatlar, bu hedefin, ABD, Birleşik Krallık ve NATO dâhil olsun veyâ olmasın hayâta geçirilecek kesinlemesinde bulunuyor. Aradaki zamânı ise hazırlıklara hasredilecekmiş. Aslında gâliba bir işbölümü yaşanıyor. Avrupa ve Ortadoğu uzmanı Victoria Nuland'ın istifâsı ve yerine Pasifik uzmanı John Bass'ın gelmesi, ABD ve Birleşik Krallık kuvvetlerinin siyâseten ve askerî olarak Pasifik'e, Kıt'a Avrupası kuvvetlerinin ise Rusya'ya ve daha ihâtalı olarak Avrasya'ya yükleneceğini gösteriyor. ABD'deki bahsi edilen nöbet değişiminin ardından Tayvan'a süresiz olarak çok ciddî bir askerî sevkiyat ve yerleşiminin haberinin gelmesi, Filipin ve Çin donanmalarının restleşmesi , bu iddianın delilleri olarak değerlendirilebilir. Pek çok çevre , Trump'ın Kasım ayında kazanması durumunda , vasatın yatışabileceğini tahmin ettiğini biliyoruz. Bu tahmin iki açıdan sıkıntılı görünüyor. İlk olarak insanlığın veyâ dünyâ kamuoylarının içine düştüğü perişân hâli gösteriyor. Bu tahminde , kariyerinde çılgınlıklarla anılan bir insandan barışı beklemek gibi bir garâbet yatıyor. Şimdi soralım; Trump'ın serâpa ekonomik temelli insafsız bakışından bir barış çıkar mı? Meksikalıları böcek gibi gören Trump'ın savaşın doğuracağı korkunç bir yıkımdan ahlâken rahatsız olup bunu durdurmak yolunda bir inisiyatif alabileceğini kim iddia edebilir? Trump'ın Avrupa kızgınlığının yegâne sebebi, NATO mensuplarının ekonomik katkılarını ihmâl etmesiydi. Değilse Trump, ilkesel seviyede NATO'ya karşı çıkan tek bir beyanat vermedi. Şikâyet ettiği tek husus, NATO'nun ABD ekonomisi üzerinde yük olmasından başka bir şey değildi. Eğer Trump iktidâra gelir ve bu arada 2025 olarak tarihlenen Rusya-Avrupa savaşı patlarsa, yapacağı ilk iş NATO katkı paylarına bakmak olacaktır. Eğer savaş ekonomilerine geçmiş Avrupa devletleri katılım paylarını edâ etmiş ise bu savaşı umûruna koyacağını hiç zannetmiyorum. Muhtemelen , son âna kadar 5. Maddeyi bile mesele etmeyecek, sâdece bedeli mukâbilinde silâh desteği vermekle yetinecektir. Bunu da “Çin ile uğraşıyorum. Megûlüm ve elimden gelen budur” kabilinden bir özür ile geçiştirecektir. Putin'in Trump'ın gelişini istemesinin arkasında yatan da sâdece bu kadarı; yâni Avrupa ile yapacağı savaşta ABD'yi doğrudan karşısında bulmak istememesi olsa gerekir. Değilse Putin, bilhassa yaptığı son tesirli ve bence târihî konuşmasında ortaya koymuş olduğu üzere, Trump'tan bir barış beklemediğini göstermiş durumda. Putin'in ikinci hesâbı ise ABD-Çin geriliminin tırmanmasının, yeni bir cephe meydana getirmesinin kendisine sağlayacağı imkânlardır.. Bu tırmanma Pasifik'de elini rahatlatacak, burada kendisine ,meselâ Japonya'dan bir tehdit gelecek olursa Çin ile başından beri çok arzuladığı stratejik ittifâkı kaçınılmaz hâle getirecektir. Rusya-Ukrayna- veyâ Rusya-Avrupa savaşında çekimser kalan Çin'in artık bu lüksü kalmayacaktır.
Çoğu zaman geçmişteki kavgalarla oyalanmaktan ‘an'a ve geleceğe bakmaya fırsat kalmıyor. Türkiye'nin geleceğini doğru kurması için bu kavgaları bitirmesi gerektiği kanaatindeyim. Çatışmaları giderebilmek için en iyi yöntem konulara soğukkanlı bakabilmeyi başarabilmek. İsmail Kara'nın Dergah yayınlarından çıkan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı'nı (3 cilt, 1.184 sayfa, 850 görsel) görünce doğrusu “Buna bir imkân oluşturur mu?”, onun deyişiyle “Türkiye'yi taşıyabilecek fikir kapasitesinin gelişmesine imkân tanır mı?” düşüncesine kapıldım. Temel çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi, çağdaş İslam düşüncesi, Cumhuriyet tarihi içinde uzun süre paranteze alınan “İslam” meselesi olan Prof. Dr. İsmail Kara, Türkiye'de bugün de hararetle tartışılan her konunun doğrudan ya da dolaylı olarak mutlaka din ile alakalı olduğunu söylüyor. Kitabın kapak resimlerinin hikâyesi Türkiye'nin de özeti. Hem o, hem o! Sadece resimlere bakarak bile Türkiye'nin öyle “cetvele ölçülebilecek, lineer bir tarih anlayışı” ile anlaşılabilecek bir ülke olmadığı kanaatine varıyorsunuz. İsmail Kara 40 yıllık çalışmalarının hülasası olan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı'nı Cumhuriyet'in 100. yılına armağan ediyor. Önümüzdeki yüzyıla dair hayallerimizi gerçekleştirebilmek için, geçmişe dönük bir müzakere imkânının ortaya çıkmasına , kâr ve zarar hanesi açılarak bir bilançonun yapılmasına bu kitap vesilesiyle katkı sunmak istiyor. Kitap; duvara itinayla yerleştirilmiş sarıklı bir mezar taşı ile başlıyor. Muhtemelen yıkılan türbelerden çıkmış bu mezar taşını duvarı yapan usta itina ile duvara yerleştirmiş. Sarık kısmını da duvarın üzerinde bırakmış. Mütedeyyin vekillerin, ilmiye ve tarikat mensuplarının tasfiyesi 3 Mart 1924'te çıkarılan 3 kanun ve İstiklal Mahkemeleri'yle başlıyor. Kara, bu süreci de Lozan ve darbelerin ve dolayısıyla dış güçlerin etkisini de farklı başlıklarda ele alıyor. Çünkü Milli Mücadele pan- İslamist bir söylemle başlamıştı. İstanbul'un işgali üzerine 17 Mart 1920'de Mustafa Kemal Paşa'nın imzasıyla İslam âlemine hitaben bir beyanname yayınlanmıştı. Son halifeyi Ankara Meclisi seçmişti.
Her seçimin bir ruhu vardır ve bu ruhun da bir atmosferi. Bir yönüyle seçimler bu atmosferle başlar ve küçük değişikliklerle aynı atmosferle son bulur. 2019 yerel seçimine giderken muhalefet partileri çok önemli bir ittifak kurmuşlardı. Memleketin yedi partisi tek çatı altında toplanmıştı. Önlerine de bir amaç koymuşlardı: ‘Yerel yönetimlerde başarılı olacağız ve bu başarıyla birlikte Recep Tayyip Erdoğan'ı 2023 genel seçimlerinde yeneceğiz.' Millet İttifakı yerel seçimlerde başarılı oldu ama o hayal ettikleri, büyük ideal olarak ortaya koydukları Recep Tayyip Erdoğan'ı yenme başarısını gösteremediler. Çünkü genel seçime giderken kurguladıkları ekonomik model, siyasi söylem ya da yönetim anlayışı bütünlüğü sergileyemediler. AK Parti'ye karşı bir alternatif üretmek yerine ağır bir dille muhalefet ettiler. Toplumun bu temelsiz muhalefete karnı toktu. Toplum bir bakıma muhalefete şunu sordu: ‘Siz bizim durumumuzu tarif etmeye çalışıyorsunuz, biz aslında kendi durumumuzun farkındayız. Peki alternatif olarak siz bize ne sunuyorsunuz? Yani halka sunduğunuz şey nedir?' Muhalefet, halkın bu sorusuna cevap veremedi. Bir yönüyle hükümet karşısında iddia ettikleri, eleştirdikleri bir konuyu ertesi hafta unuttular. Yeni yeni iddialarla bir bardak suda fırtına kopararak muhalefet dili oluşturmaya çalıştılar. 2023 seçimleri bittiğinde Cumhur İttifakı galip gelmiş ve yedi partiden oluşan Millet İttifakı bütünüyle yenilmişti. O günkü atmosfer, muhalefet partilerinin her birinin kendilerini sorgulama sürecini başlattı ve bir yönüyle muhalefet partileri kendilerini sorguladılar. Özellikle DEM Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi birbirine yakın durmakla beraber diğer partilerin her biri kendi başının çaresine bakmanın yollarını aramaya başladı. Bugünkü seçim atmosferine bakacak olursak, seçmenler yerel seçim olması hasebiyle seçim sürecini çok fazla önemsemiyor. Muhtemelen seçim havası oluşmadan bu süreç bitmiş olacak. Türkiye'de seçim atmosferini, muhalefetin ağır bir dille yaptığı eleştiriler oluşturuyordu. Bu eleştirilere karşı da hükümet daha çok hizmetlerle ve rasyonel tutumuyla cevap veriyordu. Bugün siyasal ortama bakıldığı zaman muhalefetin bir eleştiri gücü yok. Peki seçim atmosferi nasıl oluşuyor diye bakacak olursak, öncelikli olarak önceki seçimlerle ilgili bütün muhalif duruşların aksine biz bazı iddiaları araştırma konusu yaptık. Araştırmalarda millet sorunun farkındaydı ama sorun çözme konusunda hükümeti daha yetkin görüyordu. İkincisi muhalefet partilerinin yedi başlı oluşu, dağınık görüntüsüne karşılık Cumhur İttifakı'nda Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde ve MHP desteğinde önemli bir dirilik havası vardı. Bugün muhalefet partilerin sessizliği, bir muhalefet kültürü ortaya koyamamaları aynı zamanda iktidarı rahatlatan bir unsura dönüştü. Diğer taraftan emekliler meselesi muhtemeldir ki bu seçimde en etkili unsur gibi gözüküyor. Her ne kadar bir genel seçime gitmiyor olsak da gerek iktidar gerekse de muhalefet partilerin tamamının sosyal destekler ve emeklilere vurgu yapması, bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor.
İnsanımsı hayvana benzeyen çelimsiz biri arkasında bir grup çete ile çarşının en eski esnafını uzun süredir çıkarmak için taciz ediyordu. Yine her zaman yaptıkları gibi dükkâna daldılar, kafalarına göre malları kırıp döktüler, karşı çıkan ihtiyar esnafın oğlunu da tokatladılar. Çarşının en eski esnafıydı ihtiyar adam. Eşi çocukları ve torunları da dükkanda çalışıyorlardı. Tokat yiyen esnafın oğlu istese bir tokatta bu çelimsiz insan müsveddesini yere serebilirdi. Ancak karşılık verdiğinde hepsinin üstüne saldıracağını biliyordu. Esnafın oğlu “Vurma” dedikçe bu şerefsiz korkak arkasındakilerin verdiği destekle iyice arsızlaştı. Kadını ve çocuğu da tokatlamaya başladı. Delikanlı daha fazla dayanamadı ve ailesiyle birlikte kendisini taciz eden insanımsı hayvana okkalı bir tokatla karşılık verdi. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Çarşıyı haraca kesen çete üyeleri hep birlikte delikanlıya eşine ve çocuğuna saldırdılar. Kadınmış çocukmuş demeden ellerindeki aletleri kullanarak acımasızca dövmeye başladılar ** Olay çarşının tam ortasındaki dükkanda yaşanıyordu. Bakkal, kasap, manav ne kadar esnaf varsa hepsi tezgahlarının arkasına saklanmış seyrediyorlardı. Çarşının içine sonradan gelen yerli mi yabancı mı ne olduğu belirsiz büyük bir market sahibi ise çete üyelerine gülerek el sallıyordu. Muhtemelen ortadaki çetenin ya yakınıydı ya da ortaklarıydı. Eliyle destek verdiğini göstererek, “Arkanızdayım, kadını da dövün çocuğu da çok iyi yapıyorsunuz devam edin, dükkanı dağıtın, onları da kovun” diyordu.
Bu bölümde yeme bozuklukları ile ilgili konuştum. İyi dinlemeler - - ► Bağış Yapmak için: https://www.patreon.com/feyyazengin ►Bana Destek ve abone olmak için: https://bit.ly/3qbve7B ►Online Terapi Almak İçin: Whatsapp Mesaj Gönder; https://wa.me/905464070016 ►Podcastlerim: https://linktr.ee/feyyazengin Sosyal medya hesaplarım; ►Instagram: https://www.instagram.com/psikologengin ►Mail: trpntlr@gmail.com ►http://www.beyinpsikoloji.com ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- #psikolog #onlinepsikolog #onlineterapi , kişisel gelişim, psikoloji, psikolog,
Malumumuzdur ki Anadolu'da “üzerine yemin edilen” en kutsal nesne kitabımız Kur'an-ı Kerim'dir. Anadolu tabiriyle söyleyecek olursak “kitaba el basan” kişi, ettiği yeminin gereğini hayata geçirebilmekle mükellef hisseder kendini. Yemin konusu sır tutmaksa o sır tutulur, bir taahhüdü yerine getirmekse o taahhüt yerine getirmek ilaahir. O bakımdan söylemeliyim ki AK Parti'nin seçim beyannamesinde yer alan “Gerçek Belediyecilik Yemini” isimli yemin en çok metinde son cümle olarak yer alan “namusum, şerefim ve Kutsal Kitabımız üzerine yemin ederim” ibaresiyle çekti dikkatimi. Buraya döneriz. Takip edenler olmuştur gündemi. Bir vakittir kamuoyunda bir talep olarak “Belediye başkanları da vazifelerine yemin ederek başlasın” cümlesi dolaşımdaydı. AK Parti bu talebi dikkate almış olmalı ki seçim beyannamesinde bir yemin metnine yer vermiş. Görünen o ki AK Partili belediye başkan adayları, seçilmeleri halinde bir yemin töreni düzenleyecekler ve ilgili yeminle başlayacaklar vazifelerine. Bunu önemsedim. Benim gibi pek çok seçmenin de önemseyeceğini düşünüyorum. Saf değilim elbette. Dünyanın hiçbir yemininin yönettiği beldeye ihanet edecek, kamunun kaynaklarını israf edecek, şehrine hizmeti eşit ve adaletli şekilde dağıtmayacak adamı durduramayacağını biliyorum. Ancak yeminini bozduğunda kendisini seçen seçmenin “kitaba el basmıştın namussuz herif” diyeceğini biliyor olmanın baskısı da epeyce iş görür bence. Gelelim yemin metnine. Çok temel vurguları var metnin. Doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmama, anayasa ve yasalara bağlı kalma, ayrımcılık yapmama, dezavantajlı kesimleri gözetme, belediye hizmetlerinden herkesin yararlanmasını sağlama gibi vurgular öne çıkıyor. Bazı vurguları “spesifik” bulsam da metnin epeyce olgun bir yemin metni olduğunu düşünüyorum. Tabii, Kamalistler henüz metindeki “Kutsal Kitabımız üzerine yemin ederim” cümlesini fark etmemiş olabilirler. Muhtemelen seçilen AK Partili belediye başkanları fiziki olarak Kur'an-ı Kerim'in (yahut başka dindense kendi kutsal kitabının) üzerine ellerini koyarak edecekler yeminlerini. Bunun Kamalistleri şey etmeme ihtimali sıfıra yakın. 22 yıldır İran, Suudi Arabistan, hatta Malezya olmayan Türkiye'nin laiklikten uzaklaştığını falan öne sürerek bir kampanya patlatacaklardır. Çünkü bu yeminin ve yemin etme biçiminin laiklik ilkesiyle hiçbir bağlantısı olmadığını anlamayacak kadar uzaklar konudan. Bekleyelim, görelim.
Tercih hakkı verilse bombayla ölmeyi mi açlıktan sürünmeyi mi istersiniz? Gazze'de bombayla ölmeyi tercih ediyor çocuklar. Savaşın uzun süren gerginliğine minik yürekleri dayanamıyor artık. Uçaklardan atılan bombalardan sağ çıkan çocuklar ya kalp krizinden ölüyorlar ya da yetersiz beslenmeden. ** Dünyada çocukların kalp krizinden öldüğü başka bir yer var mıdır? Muhtemelen yoktur. Açlık, susuzluk, yoksunluk, çaresizlik öldürmüyor, süründürüyor. O yüzden de soykırımı görmeyecek kadar kalpleri kararmışların “Topraklarını sattı” diyerek suçladığı o insanlar, bugün topraklarını terk etmediği için Gazze'de bombalarla ölmeyi tercih ediyorlar. ** Sosyal medya herkesi seyirciliğe alıştırdı. Bombalardan sonra sağ kalanlar yiyecek, içecek yoksunluğu ile yavaş yavaş yok olurken, sıcak mekanlarında, karnı tok, cüzdanı şişkinler "Müslümanlar kardeştir" sakızı çiğneyerek akıllı telefonundan bağlandığı sosyal medyadan izliyor bu cinayetleri. O kadar pişkin ki israili sanık masasına oturtan Güney Afrika'yı bile beğenmiyor. “Davadan neden ateşkes çıkmadı” diye eleştiriyor. ** abd ile avrupa devletlerinin arkasında durduğu, abd ve avrupalı devletlerin vatandaşlarından oluşan Uluslararası adalet divanı üyelerinin israili suçlu bulmasının ne kadar önemli bir adım olduğunu da fark edemiyor. Bu davanın kabul edilmesiyle İsrailin çocukları öldürdüğünün hukuki olarak kabul edildiğini göremiyor. Bu davadan israili yargılama kararının çıkmaması için uluslararası güçlerin nasıl mücadele verdiğini görmüyor.
‘'Avrupa'nın taşralaştırılması” düşüncesi Avrupa'nın yerel tarihinin evrensel bir tasarım olma özelliğini kaybetmesi tespitine dayanmaktadır. Dikkatli okurlar bu cümlede iki önemli yazarın izini fark edecektir. Dipesh Chakrabarty ve Walter Mignalo'nun bu yöndeki fikirlerinin zaman geçtikçe daha çok tartışılacağını tahmin ediyorum. Aslında Habermas olayını tam da bu çerçevede ele almamız gerekiyor. Habermas yalnız değildi. Avrupa evrenselciliğine gönül vermiş diğer çok meşhur feylesoflar da İsrail'in vahşetini açıkça desteklediler. Onların evrensel tasarımları da bütün dünyada yankı uyandırıyordu. Fakat Gazze'den sonra bahsi geçen feylesofların ve benzerlerinin taşralı nitelikleri çok daha bariz bir şekilde görülmeye başlandı. Bu taşralılık kavramını romantik eğilimleri yansıtacak bir anlam genişliğinde kullandığımı ifade etmek isterim. Avrupa düşüncesinin evrenselliğine dair kuşkuların kolay dillendirilmediği dönemlerden sonra İngiltere, Almanya, Hollanda ve Fransa'nın İsrail'in vahşetine ortak olmak için adeta yarışması bütün dünya için şaşırtıcıydı. Görüntüyü kurtarma ihtiyacını dahi hissetmediler. Muhtemelen büyük çoğunluk Batı evrenselciliğinin bir yanılsama olduğu gerçeğinin bu kadar kısa bir zamanda ortaya çıkacağına ihtimal vermezdi. Gerçekliğin bu şekilde tezahür etmesinden sonra “hangi batı” sorusunu tekrar sormaktan ziyade “Batı ve Avrupa nedir ve kimlerden oluşmaktadır” sorusunu sormak gerekiyor. Latinler, Anglosaksonlar, Germenler gibi daha mahallî gerçekliklerle karşılaştık. Bu yeni fiilî durum Batı dışında çarpıcı sonuçlar doğuracaktır. İsrail'in de onlardan birinin ya da birkaçının uzantısından ibaret olması “Avrupa” merkezli birçok meselenin yeniden ele alınmasını zorunlu hâle getirecek. Yaklaşık iki yüz yıl Batı meselesiyle uğraşan bizler için özellikle Anglosakson dünyada meydana gelen olayları kavramak zor olacak. Nitekim daha şimdiden bu yeni gerçeklikle ilgili asıl bölünmüşlük Batı dışında yaşanmaktadır. Anglosaksonlar, Germenler, Normanlar ve diğerlerinin kendi aralarında bu yeni gerçeklik dolayısıyla bölünme yaşadıklarına dair herhangi bir ipucu gözükmüyor. Onlar yeniden taşra özleminin ve kırsal heyecanların peşinde koşarak neoromantik fikirlerde uzlaşacaklardır. Bu onlara arınma imkânı bile sunacaktır. Fakat iki yüz yıl boyunca Batı'ya yaslanmanın ağır sonuçlarıyla hesaplaşmak en azından bizim için kolay olmayacak. “Filistinliler de topraklarını sattı” iftirasını sıradan bir cümle olarak geçiştirmemek gerekir. Hamid Dabaşi'nin “Middle East Eye”da yayımlanan “Thanks to Gaza, European philosophy has been exposed as ethically bankrupt” (Gazze sayesinde Avrupa felsefesinin etik açıdan iflas ettiği ortaya çıktı) başlıklı yazısında benzer fikirler öne çıkıyor. Dabaşi'nin şu cümleleri oldukça önemli: “Habermas'ın tutumunun,
Gazze savaşı başladığında, İsrâil'in vahşeti bir tarafa, herkes bunun yayılma potansiyeli üzerinde durmaya başladı. Topun ağzında olan Lübnan ve orada dikkat çekici savaş donanımı ile Hizbullah idi. Eğer onlar devreye girerse, Sûriye ve Irak'da mevzilenmiş olan İran'a müzâhir, Kudüs Tugayları, Haşdi Şâbi gibi diğer unsurların; nihâyet İran'ın da savaşa dâhil olması kaçınılmaz olacaktı. Bu da, Ortadoğu olarak isimlendirilen bir coğrafyanın, kelimenin tekmil mânâlarıyla tutuşması demekti. (İşin ucunun Türkiye'yi de tutmasının kaçınılmaz olduğunu daha evvel yazdım). Bahsi geçen bu ihtimâl hâlâ vârit. Tehlike büyüyor. İsrâil'in Birleşik Krallık üzerinden Hizbullah'a ilettiği mesaj bunu gösteriyor. İsrâil, Hizbullah'ın Güney Lübnan'daki hatlarından geri çekilmesini ve Kuzey İsrâil'de yerleşimcilerin emniyetinin sağlanmasını istiyor. Değilse, Hizbullah'ı vuracağını; yâni savaşı büyüteceğini alenen ilân ediyor. Demek ki, İsrâil'in çılgınlığının hâricinde kalacağını, Gazze savaşına müdâhil olmayacağını söylemek ne Hizbullah'ı ne de İran'ı kurtarmaya yetiyor. Muhtemelen, yukarıdaki gelişmelerin farkında olan İran bir ileri hamle yaparak, açlıkla boğuşan lâkin balistik füzelerle teçhiz ettiği Yemen ve Hûsîleri devreye soktu. Hûsîler İsrâil'e savaş açtıklarını duyurdu. Hemen hepsi havada tesirsiz hâle getirilmiş olsa da çok sayıdaki balistik füzeyi İsrâil'e fırlattı. İran'ın İsrâil ataklarını kendisinden uzak tutmak arzusunun bir işâreti olarak en azından sembolik olarak mühimdi. Hûsîler bununla da kalmadı; Kızıldeniz'i kullanmak isteyen İsrâil gemilerini; en son olarak da bandırası ne olursa olsun İsrâil'e mal taşıyan her gemiyi hedefine oturttu. Bunun üzerine ABD'nin riyâsetinde 10 Devletli Koalisyon devreye girerek Kızıldeniz'i savaş bölgesi ilân etmeye mâtuf çıkışını yaptı. (Girişi tutan Sukatro ve Mesire adalarında konuşlanmış olan iki büyük güçten birisinin İsrâil ve onun işbirlikçisi olan BAE olduğunu gözden kaçırmamak icap eder. Bu da meselenin Gazze savaşı ile olan bağlantısını ortaya koymaya yeter). Hûsîler devâm edecek olursa, Çin'in teşebbüsleri neticesinde sağlanan ve yakın zamanlarda başlamış olan Suudî Arabistan ve BAE ile İran arasındaki ılımlılaşma siyâsetinin istikbâli de tehlikeye girmiş olabilir. Bu gerilimlerin tetikleyici tesirleri hesâba katılacak olursa muhtemelen, bu kapanmaya yakın bir zamanda Hürmüz Boğazı da katılacaktır. Kapanma anahtar bir kelime. Şimdi, moda tâbirle büyük resme bir bakalım. Kuzeyden başlamak en doğrusu. Baltık yüksek gerilimli bir alan. Finlandiya, Rusya ile olan tekmil kapıları kapattı. Avrupa ile Rusya'yı bağlayan enerji hattı Kuzey Akım hattı şâibeli bir sabotaj ile yok edildi. Ukrayna-Rusya savaşının başlamasının arkasından Türkiye, Montreaux'yü işleterek, son derecede doğru bir kararla Boğazları savaş gemilerine kapattı. Bununla da kalmadı; Karadeniz'den işleyen Tahıl Koridoru olarak da bilinen tedârik zinciri koptu. Kızıldeniz'in savaş bölgesine dönüşmesi manzarayı tamamlıyor. Hülâseten ifâde edecek olursak, Baltık'tan aşağıya doğru, ucu Kızıldeniz'i tutan kapanmalı bir kriz hattı tamamlanmış görünüyor.
ABD-İsrail ile HAMAS arasındaki savaş iki ayı aştı. Görünen odur ki, ABD'nin uzman-danışman askerlerinin denetiminde, sınırsız ve şartsız olarak İsrail'e verdiği çok çeşitli ölüm araçlarıyla süren bu savaş, yine ABD'nin ufuktaki seçimlerinde yeniden başkan adayı olan Biden'ın aleyhine dönme riskine kadar sürecek. Muhtemelen bu risk belirdiğinde ancak ABD tarafından bitirilecek olan savaşı hangi menfur planların ve uygulamaların beklediği ise tamamen meçhul. Gazze Savaşı'nda bugün itibariyle katledilen Filistinli sayısının yirmi bine ulaşması, yaklaşık iki buçuk milyon kişinin evsiz, aç ve biilaç olarak üç yüz altmış üç kilometre karelik bir alanda sıkışıp yardımsız ve yapayalnız kalması karşısında vicdanları kanayanların “Sadece laf üretiyoruz. Kimse Gazze'nin yaşadığı vahşete dur diyemiyor” şeklindeki haklı sızlanmaları ise giderek genel bir teamüle ve buna bağlı bir suçluluk, çaresizlik psikolojisi içinde ilgisizleşmeye doğru evriliyor. Elbette ABD-İsrail'in hunharca bombaları altında parçalanmış çocuklarını kucaklarında taşıyan kadınların ve erkeklerin medyadaya düşen görüntülerini, hiçbir bilgi, vaaz, nasihat ve uzak geleceğe mahsus hiçbir vaat unutturma kabiliyetine sahip değil. Ve elbette ölen can, perişanlık içinde yardımsız ve yapayalnız kalan olan insan olunca, söz cinsinden söylenile bilebilecek her şey de kendiliğinden zait, gereksiz hatta absürt hâle geliveriyor. Ancak bu fiili durum yine de ilgili Yahudilik-Hıristiyanlık ile İslam literatürleri arasındaki şu önemli farkı ortadan kaldırmadığı gibi sözün, konuşmanın ve yazmanın gerekliliğini de ortadan kaldırmıyor. Şöyle ki, Mezopotamya'ya hükmedebilmek için Müslümanların varlığını ortadan kaldırmaya mahsus olan bu kesintisiz savaşta, katil ABD-İsrail ihtiyaç duyduğu meşrulaştırmayı, moral-motivasyonunu, önceki yazılarımızda da işlediğimiz üzere Antik-Tevrat'ın ve Hz. İsa mesellerinin planlı ve son tahlilde siyaset tanımlı tahrifinden elde ettikleri kutsal nitelemeli ve geçmişteki acıların hatırlanmasına göre kodlanmış metinler üzerinden sağlıyorlar. İslam'daki ilgili literatür ise salt bir zaman kaydı olarak öne çıkarken, asıl yeni zamanların değerlendirilmesine, yeni şartların, olgu ve olayların doğru anlaşılmasına mahsus bir kapı değeri yükleniyor. Diğer bir ifadeyle Müslümanların kültüründe geçmiş ya da tarih gelecek için bir ağıt mekanizması üzerine kurulmuyor, bilakis geçmişi asıl geleceğin doğru inşası için bir laboratuvar olarak gören bir anlayışa göre şekilleniyor. Bu farka göre ABD-İsrail'in vahşetlerini haklılaş-tırmaları için yeni bir şey söylemelerine gerek yok, onların yeni zamanı söz üzerinden değil katliam planlarının ve araçlarının iletilmesi üzerinden yürürken, Müslümanların yeni zamanı hem gerekli sözlerin pekişmesinden hem de onların zulümlerini bertaraf edebilmenin stratejik, teknik ve teknolojik yollarını aramaktan, oluşturmaktan geçiyor. O halde, Müslümanlar için -yukarıda zikrettiğimiz minvaldeki- yaşanan mevcut acılar karşısında konuşmak pratikte bir yarar sağlamamakla birlikte, ilgili hafızanın harekete geçirilmesi, güncellenmesi ya da yeniden işaretlenmesi bakımından bir zorunluluk olarak beliriyor ve bu bağlamda oluşan şu haklı soru da doğru bir cevaba muhtaç bulunuyor: Yahudiler ve Hıristiyanlar, Kudüs'te miladi 70 yılındaki Titus yıkımını bir intikam ve kan davasına dönüştürterek Ağlama Duvarı sembolizmiyle asla ve asla unutmayacaklar da Müslümanlar mı, -hadi uzak geçmişi de aşarak söyleyelim- onların son yüzyılda Filistin toprağındaki işgallerini, hırsızlıklarını ve daha genel bir söyleyişle menfur Siyonist planlarını hemen unutacaklar?
Seksenli yıllarda Türkçeye tercüme edilen bazı eserlerde İsrail'in özellikle Irak ve benzeri, o döneme göre güç biriktirme ihtimali olan devletlerin bilim insanlarına yönelik suikastları açıkça anlatılıyordu. Bu türden eylemlerle yıpratma savaşına girdikleri gibi Mossad efsanesi ile karşı tarafta yılgınlık oluşturmak istedikleri anlaşılmıştı. Müdahalelere maruz kalan ülkelerin kendi başlarına hareket kabiliyetleri de son derece sınırlıydı. Üstelik biraz başını kaldıran kimi siyasî figürler, ABD tarafından hemen cezalandırılıyordu. Muhtemelen bu türden olayların da etkisiyle “dış güçler” kavramı içeriye yönelik müdahaleleri ifade etmek için sıkça kullanılmıştı. Doğru bir kavramdı lakin zaman içinde bu kavram da değerden düşürüldü ve sağ muhafazakârlar tarafından dışarıdan müdahalelerin olmadığına yönelik bir algı oluşturuldu. Hatta suç bizde, kabahati kendimizde aramalıyız gibi alakasız bir karşıtlık oluşturdular. Kuskusuz bu türden yaklaşımlar Mossad gibi istihbarat servislerinin müdahalesini görünmez kılıyor ve sürecin anlaşılmasını engelliyordu. Üstelik bu türden yaklaşımları benimseyenler, İsrail ile iyi ilişkiler kurmak gerektiği yönünde “rasyonel” telkinlerde bulunmayı da ihmal etmiyordu. Bu da “dış güçler” kavramını değerden düşürüyordu. İsrail gizli servisinin veya diğer dış servislerin Türkiye'deki faaliyetleriyle ilgili hiç de afakî olmayan bir literatürün varlığı ortadadır. Geçmişte yapılanların daha fazla aydınlatılmasına ihtiyaç olduğu da çok açıktır. Bu çerçevede FETÖ'nün yükselişe geçtiği doksanlı yıllara odaklanmakta fayda var. ABD ve İngiltere Irak'ı işgal ettikleri zaman FETÖ de yükselişe geçmişti. Bu örgüt, Türk ve İslam coğrafyasında yayılırken ABD ve İngiltere'nin işgali genişlemiş, nüfuzu artmıştı. FETÖ ABD ve İngiltere'nin nüfuz alanlarında faaliyet yürütmüştür. Gizli servislerin müdahalesi bakımından sonraki yıllar da çok önemlidir. Çok uzak olmayan bir tarihte devlet kurumlarının içine sızan FETÖ iltisaklı kişiler özellikle ülkemizde bulunan Filistinlilerle ilgili dosyaları Mossad ile alenî bir şekilde paylaşıyordu. Bu yöndeki faaliyetleriyle bilinen şahısların hâlâ sorunlu olabileceğini düşünmemiz gerekir. Dış güçler yoktur, diyerek ortalığı ayağa kaldıranlar bu türden ilişkileri elbette biliyordu fakat geniş zamanlarda kurulan bağımlılık ilişkileri farklı türden bir konumlanmaya izin vermiyor. FETÖ'nün Türkiye'yi içeriden ele geçirmek için bütün gücünü sahaya sürdüğü yıllarda yeni teknoloji hamlelerinin içinde yer alan mühendislerin akıbeti de hâlâ aydınlatılmamıştır.
New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Robert J. Jackson Jr. ve Columbia Hukuk Fakültesi'nden Prof. Joshua Mitts adlı araştırmacılar, 7 Ekim'den önceki haftalarda İsrail hisse senetlerinde açığa satışlarda keskin bir artış olduğunu tespit etmiş. Bulgulara göre, söz konusu açıktan satışlar, Gazze Şeridi'nde İsrail ile Hamas arasındaki çatışmalardan önceki günlerde ve Kovid-19 salgınının ortaya çıkmasından önce gerçekleşen satışlardan daha büyük. Araştırmacılar, saldırı öncesinde Tel Aviv Borsası'nda işlem gören onlarca şirkette ciddi açığa satış tespit ettiklerini belirtiyor. Çalışma, 14 Eylül ile 5 Ekim tarihleri arasında Bank Leumi'de 4,43 milyon hisse tutarında kısa pozisyon oluşturulduğunu gösteriyor. Hamas saldırısından sonra bu konumu inşa edenler 3,2 milyar NIS kar elde etti. Araştırmacılar, ABD borsalarında işlem gören İsrailli şirketlerin hisselerindeki kısa pozisyonlarda kümülatif bir artış görmediklerini ancak vadesi 7 Ekim'den kısa bir süre sonra olan bu tür hisse senetlerindeki opsiyon ticaretinde keskin ve alışılmadık bir artış tespit ettiklerini yazıyor. Bu ne anlama geliyor? Birileri 7 ekimde Hamas'ın israile operasyon yapacağını bildiği için hisselerini erkenden satmış hisseler düşünce ucuz fiyattan alıp 3.2 milyar kar etmişler. CNN yayınına katılan Netanyahu'nun başdanışmanı Mark Regev'in sunucunun 7 Ekim sorusu karşısında adeta dili tutuldu. “Haberi olup olmadığını bilmiyorum, herkes gibi ona da bilgi verilmiştir.” Dedi. “Muhtemelen biliyorlardı ama böyle büyük bir katliam ve soykırımı planladıkları için kendi vatandaşlarının ölmesine ve rehin alınmasına göz yumdular.” Diye düşünen çok sayıda askeri ve siyasi uzman var. Şöyle bir iddia da var; İsrail ve Amerikan silah şirketlerinin, sivillere ve nüfusun yoğun olduğu bölgelerde modern ve geliştirilmiş ağır silahları test ettiği söyleniyor. Hedef tespit, bomba seçimi, denetim ve değerlendirme, Batılı uzmanların yanı sıra İsrail ve Amerikan silah şirketlerinin katılımıyla yapılıyor. Yıkım ve delme için kullanılan bombalar demiri erittiği gibi binaları da yok edip toprağı deliyor. Bu ağır bombardımanlardan dolayı vurulan binalarda canlı namına ne varsa eriyerek yok ediliyor.
Merakla beklediğimiz büyüme verisi geçtiğimiz Perşembe günü TÜİK tarafından açıklandı. TÜİK'in hesaplamalarına göre Türkiye ekonomisi 2023 yılının III. çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %5,9 büyüdü. Büyümeye en çok katkıyı hizmetler ve sanayi sağlamış durumda. Söz konusu dönemde inşaat sektörü %8,1 ve sanayi ise %5,7 büyüme kaydetmiş. Bu sektörleri %5,1 ile finans ve sigorta faaliyetleri izliyor. Elbette inşaat sektörünün bu çeyrekteki büyümenin ana dinamiklerinden birisi olması 6 Şubat depremlerinin ardından başlatılan yeniden inşa süreci. Büyüme verisini harcamalar kaleminden baktığımızda büyümenin kompozisyonunda bir önceki çeyreğe görece olarak daha olumlu bir tablo görüyoruz. Örneğin iç tüketimde dikkat çekici bir düşüş var. Bu durum enflasyonla mücadele açısından da önemli. Bir diğer dikkat çekici gelişme ise mal ve hizmet ihracatının büyümeye 3 çeyrek sonra yeniden pozitif katkı sağlamış olması. Ayrıca yatırımlardaki artış da son derece belirgin ve önemli. Ancak tüm bunların ötesinde çok daha önemli bir durum var. Türkiye ekonomisi III. Çeyrekte bir önceki çeyreğe göre sadece %0,3 büyüme kaydetmiş. Bu veri devam eden sıkılaştırma programından beklenen sonuçlarla uyumlu. Muhtemelen bu yılın son çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre ekonominin daraldığını göreceğiz. Bu tahmin aynı zamanda Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in bir televizyon kanalında verdiği mülakattaki ifadeleri ile uyumlu. Söz konusu mülakatta Şimşek “İş âlemine sesleniyorum, önümüzdeki dönemde iç talep yavaşlayacak, mutlaka dış pazar arayışına girsinler.” dedi. Gerçekten de önümüzdeki dönemde ekonominin yavaşlayacağına dair sinyaller giderek artıyor. Hatırlayacağınız üzere öncü göstergelerin içeride yavaşlamaya işaret ettiğini yine bu köşede birkaç kez yazmıştım. Şimşek bu haftanın en çok merak edilen konusu hakkında da önemli bir değerlendirme yaptı. Bildiğiniz üzere borsa ve döviz kazançlarına %40'a kadar vergi uygulanmasına ilişkin olarak Cumhurbaşkanına bir yetki verilmişti. Şimşek bu konuda da şöyle dedi: “Yüzde 40'a kadar vergi için yetki alınıyor, bu olacağı anlamına gelmiyor. Yüzde 40'lık vergiye ilişkin yetki bir yetkidir, onun piyasa şartları elverir mi, hangi düzeyde, hangi vadelerde ne zaman yapılacağı hususu daha sonra değerlendirilecek, belki hiç bir zaman uygulanmayacak, koşullara bakacağız.” Yani böyle bir ihtimal halen masada görünüyor. Şimşek KKM'den çıkış sürecine ilişkin olarak yeni adımların atılacağına ilişkin de mesaj verdi. Görünen o ki rezervler güçlendikçe KKM'den çıkış da hızlanacak. Bu noktada ise mevduat faiz oranlarının geleceği seviye ve enflasyon beklentilerinin çıpalanması giderek önemli hale geliyor. Öte yandan Aralık ayının en önemli tartışma konusu ise asgari ücret olacak. Hatta tartışma Aralık ayına girmeden başladı. TÜRK-İŞ Genel Başkanı Atalay, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan'ın asgari ücret ile ilgili yaptığı açıklamayı hatırlatarak, “Bu ücret başlangıç ücreti ama ülkemizde öyle bir noktaya geldi ki geçim ücreti oldu. Şimdi 11 bin 402 lira. Bakan Bey ‘Bu sene bir kere artış olacak' dedi. Hiç olmasın. Enflasyon da olmasın zam da yapmayın.” diyerek tartışmaların fitilini ateşledi.
Geçtiğimiz Perşembe günü Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) Kasım ayı toplantısını gerçekleştirdi ve merakla beklenen faiz kararını açıkladı. PPK, piyasadaki 250 baz puanlık medyan beklentinin aksine politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını %35'ten %40 düzeyine yükseltti. Ben de Perşembe günü yayımlanan yazımda piyasa beklentilerinin oluşmasında izaha muhtaç bir durum olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Çünkü Merkez Bankası'nın bu konuda ne yazılı ne de sözlü bir yönlendirmesi yok. Bu konudaki detayları görmek isterseniz bir önceki yazıma göz atabilirsiniz. Gelelim son kararın detaylarına. Bana göre PPK kararındaki en kritik cümleler şunlar: “Kurul, dezenflasyonun tesisi için gerekli parasal sıkılık düzeyine önemli ölçüde yaklaşıldığını değerlendirmiştir. Bu çerçevede, parasal sıkılaştırma hızı yavaşlatılacak ve sıkılaştırma adımları kısa bir zaman diliminde tamamlanacaktır. Fiyat istikrarının kalıcı tesisi için gerekli parasal sıkılığın ise gerektiği müddetçe sürdürüleceği değerlendirilmiştir.” Yani PPK, önümüzdeki ay da küçük bir faiz artışı yaparak faiz artışı döngüsünü sonlandıracak. Muhtemelen önümüzdeki ay 200-250 baz puanlık bir faiz artışı göreceğiz. Sonrasında ise Merkez uzun bir süre politika faizini bu seviyede tutacak ve politika faizinin etkilerini göstermesini bekleyecek. Metindeki bir diğer önemli mesaj ise kredi faizlerinin hedeflenen finansal sıkılık düzeyiyle uyumlu olduğu değerlendirmesi. Yani yapılan son faiz artışı ile oluşacak olan kredi faizlerinin enflasyonun düşmesi için yeterli olacağı öngörülüyor. Ayrıca 26 Ekim'deki PPK kararı ve 2 Kasım'daki Enflasyon Raporu'nda vurgulanan “aylık enflasyonun ana eğiliminde düşüş gözleneceği” beklentisi bu PPK metninde “aylık enflasyonun ana eğiliminde düşüş gözlenmektedir” şeklinde yer bulmuş. Bir önceki karar metninde endişen duyulan “yurtiçi talepteki güçlü seyrin” bu toplantı metninde yerini “dengelenme” sürecine bıraktığı ifade edilmiş. Karar metni ile ilgili değerlendirmeler bu şekilde iken karar metninin hemen ardından gelen 3 farklı makroihtiyati tedbire de değinmekte fayda var. Açıkçası Merkez Bankası yaptığı faiz artışının ardından oluşacak ciddi bazı tartışmaların önüne geçmek için bu kararları almışa benziyor. İlk karar kredi kartı azami faiz oranları ile ilgili. TCMB aldığı kararla kredi kartı azami faiz oranları ve üye işyeri azami komisyon oranlarında Aralık ayında değişiklik olmayacağını duyurdu. Normaldeki uygulamaya göre bu oranların faiz artışı ile beraber yukarı yönlü güncellenmesi gerekiyordu. İkinci karara göre; ihracat ve döviz kazandırıcı hizmetler reeskont kredilerinde toplam faiz maliyetine üst sınır getirilmiş durumda. Buna göre reeskont kredilerinde iskonto oranı azami %25,93'te sabit tutulacak.
Jeopolitik üzerine yazdığım yazının hemen arkasından, tesâdüf olarak memleketimizin parlak beyinlerinden birisi olan Cemil Şinâsi Türün'ün ekonomi gazetecisi Erkan Öz ile yaptığı bir YouTube sohbetini seyrettim. Benim merâmımı çerçeveleyen, onunla pek çok yerde örtüşen ve çok hoş sembolik kavramlaştırmalarla yüklü bir sohbetti bu. Son Akıl Odası programında da, tabiî ki Cemil Bey'in onayını alarak ve kendisini kaynak göstererek bu yaklaşımı kullandım. Cemil Bey, jeopolitik gelişmeleri, herkesin bildiği bir çocuk oyununa, “Taş, Makas ve Kağıt” oyununa benzetiyor. Taş, enerji yatırımcılarını, kâğıt finansal sermâyeyi makas ise askerî ve istihbârî yapıları sembolize ediyor. Kâğıt Rothschild, Taş Rockefeller âilelerine dayanıyor. Makas ise Pentagon, CIA ve MI6 gibi yapıları temsil ediyor. Bunların arasında, bir gerilimin ortaya çıkmış olduğunu ve bu gerilimlerin çok ciddî jeopolitik neticeleri olduğunu dile getiriyor Cemil Bey. Bir bakıma, iç içe geçmişliklerini de atlamadan söyleyelim; bir para-enerji kavgası bu. Sâdece ABD'de değil, diğer devletlerde de, dış politika çıktılarından iç bölünmelere kadar bu kavgaların izlerini bulabiliyoruz. Meselâ Ukrayna-Rusya savaşı Taşçı Putin ile Kâğıtçı Zelenski'yi karşı karşıya getiriyordu. Almanya'da Taşçıların adamları olan ve Brandt Doktrinine yaslanan Merkel ve Schröder ekolü sonrası ortaya çıkan ve ABD'deki Kâğıtçıların temsilcisi olan Biden iktidârının desteklediği Scholtz ve ekibi, Almanya ve Rusya'nın târihsel enerji dostluğunu berhavâ etmişti. Kuzey Akımı'nın fiziken tahrip edilmesi de bunu teyid ediyordu. Hâsılı bugünkü AB, Makasçıları da devreye sokan ABD- Birleşik Krallık ikilisinin neredeyse tam güdümüne girdi. Polonya ve boylarından büyük işlere soyunan Baltık Cumhûriyetleri, zaman zaman yalpalasa da Fransa bu dizilimdeki yerini aldı. Arada çatlak sesler çıkaran ve Rusya yanlısı gibi profil veren Macaristan, Slovakya'daki bugünün iktidârı vb, Taşçılarla iş tutuyor gibi anlaşılabilir. Şablonu İsrâil-Filistin savaşına da tatbik etmek mümkün görünüyor. Çok açık ki, İsrâil'i Levant ve Mezopotomya'da büyütmek isteyen bir güç var. Her ne kadar Biden, ilk zamanlarında İsrâil'e mırın kırın etmiş olsa da, bugün ABD'nin tekmil gücüyle İsrâil'i mutlak destekliyor. Kâğıtçıların işi bu. Buna ayrıca PKK'nın da dâhil olduğunu bilmek lâzım. Taşçıların adamı Putin mümkün mertebe buna dâhil olmaktan çekindi. Sûriye'de işbirliği yaptığı İran'ı da ortada bıraktı. İran ise, uzantılarını off side'a düşürerek savaşa dâhil olmayacağını belirtti. (Bundan sonra Hizbullah vd. İran uzantılı güçlerin hâli bir merak konusu olarak kalıyor). Muhtemelen, bunu ABD ve genel olarak Batı karşısında bir koz olarak kullanmayı düşünüyorlar. İran arkasını Çin'e vermiş durumda. Bunu ABD ve İsrâil'e karşı cephesini tahkim etmek için bir kullanılacağını düşündük. Hâlbuki, tam aksine, bunu Kâğıtçı Batı ile barış sağlamak için yaptığı anlaşılıyor. Sebebi Çin ve ABD'nin de de bu yolda olması. Yâni, içine Çin ve ABD'yi de alan daha büyük bir rüzgâr yakalayıp durumunu kurtarmak ve bloklanmış fonlarına kavuşmanın derdinde. Yâni, İran, Çin üzerinden Kağıtçı Batı ile anlaşmanın derdinde. Ne Gazze'yi ne de Sûriye'yi umuruna koyduğu yok. Körfez-İran yumuşaması da bunun provasıydı. Unutmayalım ki, İran, İsrâil ile anlaşmış bir Körfez ile barışma yoluna gitti. Kâğıtçı Batı da buna sıcak bakıyor. Nitekim Biden'ın çıkış yaptığı günlerde İran'a sempati ile yaklaşması da bunun göstergesi sayılabilir. İran eğer diretmiş olsaydı parçalanmasına gide büyük bir savaş onu bekliyordu. Kendi açısından akıllılık etmiş oldu.
Yemen'den Endonezya'ya kadar uzanan sahanın muhtemelen büyük bir okyanus ile kaplı olmasının da etkisiyle Filistin için sokaklara dökülen yüz binlerce insanın hangi saiklerle hareket ettiği üzerine çok da düşündüğümüzü zannetmiyorum. Eğer bu hareketlenme sadece okyanus bölgesiyle sınırlı kalsaydı ehemmiyeti üzerinde durmaya gerek kalmayabilirdi. Ne kadar geniş bir saha olsa da bölgesel bir olay denilip geçilebilirdi. Fakat aynı fikirlerin Batı başkentlerinde de yüz binleri sokaklara döktüğü görülüyor. İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya'nın “vekil kolonisi” olarak hareket eden İsrail'in hususen Gazze'de ve umumen bütün Filistin'le birlikte Doğu Akdeniz'de tatbik ettiği soykırım ve büyük yıkım neredeyse dünyanın her bir bölgesinde büyük tepkilere yol açtı. Türkiye'de de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısıyla milyonlar meydanlarda toplandı. Bu kadar geniş bir sahada milyonların aynı fikir etrafında birleşmesini bir ilk olarak görebiliriz. Asya'dan Afrika'ya, Latin Amerika'dan Kuzey Amerika'ya ve oradan da Avrupa'dan tekrar Asya'ya milyonları aynı fikir etrafında bir araya getiren önemli olay Gazze'deki muazzam direniştir. Bugün bu direniş, geçmişten farklı olarak ilk defa bütün dünyaya yeni bir şey söylemeyi başardı. Zira İsrail'in yerleşimci müstemlekeciliği yaklaşık yüz yıldır sürekli olarak yayılmacı bir anlayışla yerli nüfus aleyhine genişlemişti ve İsrail her bir dönemde bugünkünden farklı bir politika takip etmemişti. Yerleşimci kolonyalist bir yapı olan İsrail, yaklaşık yüz yıldır ABD ve İngiltere'nin himayesinde (İngiltere'nin kurduğu rejimin adı manda ve himayedir) Filistin'de her türlü kötülüğü irtikâp etmekte bir sakınca görmemişti. Bu açıdan bugün dünyanın her yerinde Filistin lehine milyonların sokaklara dökülmesi ve meydanlarda toplanması bizi yeni fikri anlamaya zorlamaktadır. Kolonyalist bir ideoloji olan Siyonizm geride kalan bunca zamanda kendini Yahudi ilahiyatının bir meselesi olarak takdim etmeyi başarmıştı. Kuşkusuz bunda II. Dünya Savaşı'nın arifesinde Orta Avrupa'da yaşanan hadiseler büyük bir rol oynamıştı. Bu gerekçe ile Siyonist hareket Yahudi ilahiyatını merkeze alarak Filistin topraklarında yeni bir müstemleke- koloni devletin vahşetini gözlerden uzak tutmayı başardı. Hâlbuki daha ortaya çıktığı ilk dönemde bile Siyonizm'in kurucu babaları İsrail'i Avrupa'nın uzantısı koloni yapı olarak tasarlamıştı. Fakat özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yahudi ilahiyatı baskın bir ideolojik açıklamaya dönüştü. Bu anlatının Türkiye'deki etkisinin diğer ülkelere nazaran daha ağır olması üzerinde durmamız gerekir. Zira bu yeni koloni-müstemleke yapı kaybedilen Osmanlı toprakları üzerinde inşa edilmekteydi. Buna rağmen Türk kamuoyu da Yahudi ilahiyatına teslim oldu. Muhtemelen bu yöndeki propagandalar Türkiye'de çok güçlüydü. Bunun bir sonucu olarak bu son gelişmeler esnasında bile Ortadoğu'da teopolitik savaşlar gibi tuhaf başlıklar ortaya çıktı.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Bu bölümde Emin, Emine ve Onur "komşuluk öldü mü?" sorusu üzerine tartışıyor. Komşuluk kavramının anlamı ve önemi hakkında konuşuyor, komşuluk ilişkilerini ele alıyor ve günümüzde komşuluğun ne ifade ettiğini kendi deneyimlerinden yola çıkarak betimliyorlar. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Show Notes El âlem ne der? https://www.easyturkish.fm/57 Transcript Intro Müzik Emin: [0:24] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Bugün iki konuğumuz var. Evet, öncelikle Emine abla seninle başlayalım. Nasılsın? Emine: [0:35] Teşekkür ederim Emin, iyiyim. Sen nasılsın? Emin: [0:38] Ben de iyiyim. Teşekkür ederim. Onur sen nasılsın? Onur: [0:41] Ben de iyiyim. Teşekkür ederim Emin. Emin: [0:43] Evet, bugünkü bölümümüzün konusu Türkiye'de komşuluk hakkında olacak. Genel olarak komşuluğun yıllar içerisinde azalan bir durumu var sanki Türkiye'de. Biraz onunla ilgili konuşmak istiyorum sizlerle. Hepimiz farklı tip evlerde oturuyoruz aslında. Onur Bursa'da yaşıyor. Biz Emine ablamla İstanbul'da yaşıyoruz ama ben büyük bir sitede yaşıyorum. Emine ablam normal, bildiğimiz klasik apartman tipinde yaşıyor. Öncelikle bu ön bilgileri verelim. Emine abla seninle başlayalım. Senin yaşadığın ortamda, çevrende gözlemlediğin kadarıyla komşuluk müessesesi hakkında neler söyleyebilirsin bize? Emine: [1:21] Ben biraz eski usul bir apartmanda yaşıyorum. O yüzden bizde komşuluk hâlen daha devam ediyor. Özellikle karşı komşumla, alt ve üst komşularımla vesaire... Onlarla birazcık daha hem sohbetimiz, muhabbetimiz var hem de güven ilişkisi var diyeyim. Tanıyoruz birbirimizi. O yüzden eski tip komşuluklar nasılsa o şekilde devam ediyor. Birbirine bir şeyler verme olur... Anahtar bırakma olur vesaire... Bu şekilde bir komşuluk ilişkimiz var. Muhtemelen sizlere kıyasla birazcık daha fazla bir komşuluk ilişkimin olduğunu düşünüyorum. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Special Guests: Emine and Onurhan.
Cinnet devâm ediyor. İsrâil, dünyânın gözü önünde Gazze'de hakîki manâda bir soykırım gerçekleştiriyor. Her biri korkunç yüzlerce görüntü akıyor. Barış için yapılan tekmil teşebbüsler akâmete uğruyor. Herkes bu işin nerelere gidebileceği sorusunu soruyor. Ben de bu husustaki kendi düşüncelerimi ortaya koymak istiyorum. Karşımızda iki senaryo mevcut. Bunlardan ilki, sürecin Gazze ile sınırlı kalmayacağını, büyüyeceğini düşünüyor. Doğrusu ben de böyle düşünenlerdenim. Bu işin, belki zincirleme olarak değil, ama zamâna yayılmış olarak, fâsılalı olarak büyüyeceği kanatindeyim.. Diğer senaryo ise bunun aksine yaşanan bu fâcianın daha büyük coğrafyalara sıçramayacağı ve Gazze ile sınırlı kalacağını öngörüyor. İsrâil'in Gazze'ye girmesini kırmızı çizgisi olarak ilân etmiş olmasına rağmen Hizbullah'ın bu vakte kadar tepkisiz kalmış olması, İran'dan gelen ve mırın kırın eden izahatlar ; nihâyet Hamas'ın Hizbullah'a serzenişte bulunan beyânatlar vermeye başlaması bu tezi destekler mâhiyette olduğunu söyleyebiliriz. Eğer gelişmeler bu minvâl üzere devâm edecek olursa insanlık târihine en karanlık ve kanlı sayfalardan birisi olarak ilâve edilecek olan bir soykırımla baş başa kalacağız demektir. Bunun nasıl seyredeceği şimdilik müphem görünüyor. Eğer İsrâil ordusu Gazze'de ağır kayıplar verir , bir batağa saplanacak olursa Hamas, İsrâil'i mağlup etmiş, istediğini elde etmiş olacaktır. Muhtemelen İsrâil de bu ihtimâlin farkındadır. Kendileri için herhâlde en kötü senaryo, Gazze'nin kendisi için bir Vietnam olmasıdır. Bu ihtimâli ortadan kaldırmak için en gelişmiş ve en ölümcül savaş teknolojisini kullanmaya azim ve kararlı olduklarını, İsrâilli sözcülerin yaptıkları beyânatlardan anlamak mümkündür. Hâl-i hazırda savaş hukûkununun yasakladığı kimyasal silâhları kullanmaktan çekinmeyen ve hiçbir yaptırıma uğramayan İsrâil daha fazlasını da yapmaya amâde olduğunu gösteriyor. (Koca Irak'ı kimyasal silâh üretmekle suçlayıp, 1 milyonu aşkın insanın ölümüne sebep olan şekilde altını üstüne getiren Batı âleminin bu durum karşısında Üç Maymun'u oynamasını nereye koyacağız?) Gazze'yi yakıp yıktıktan, Gazzelileri katledip, kalanının sürdükten sonra İsrâil kazanmış ve rahatlamış mı olacak? Tam aksine; vaktiyle soykırıma uğramış olmaklığıyla uçsuz bucaksız bir mâsumiyet ve mâsuniyet kazanmış olan Yahudiler, artık bu imtiyazlarını kesinlikle kaybedeceklerdir. İsrâil, bugüne kadar keyfini sürdüğü Mâsumiyet Müzesi'nden çıktı. Bir zamanlar Almanlar Yahudilere yaptıkları sebebiyle nasıl sokakta yürüyemez hâle gelmişse; şimdilik nasıl karşılayacaklarını bilmesem de, aynı şeyin İsrâillilerin başına geleceğini zannediyorum. Direnip bunu reddetseler de en azından inandırıcılıklarını kaybedecekleridir. Avni Özgürel haklı olarak, her sene en az bir kaç tâne çekilen dünyâya servis edilen Holocaust ile alâkalı filmlerin iş yapmakta zorlanacağını söyledi. İnandırıcılık ve itibâr kaybettireceği muhakkak görülen bir zafer ne kadar manâlıdır? İsrâil'de, eğer hâlâ sağduyusunu ve vicdânın kaybetmemiş olanlar varsa, kendilerine sormaları gereken soru budur...
1 Ekim Pazar sabahı, TBMM'nin açıldığı gün, Ankara'da İçişleri Bakanlığı'na yönelen terör saldırısıyla ilgili önemli soru, bilgi ve analizler var. Teröristlerin nereden geldiği, Ankara'ya nasıl ulaştığı, saldırıyı nasıl gerçekleştirdiği, terör örgütünün asıl amacının ne olduğu merak ediliyor. Yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya olup olmadığımız soru işareti. Ankara'da bu soruların yanıtını aradım. KİM BU TERÖRİSTLER? Saldırıda etkisiz hale getirilen iki teröristten birinin kimliği belirlendi. Saldırganlardan birinin adı Kanivar Erdal kod adlı Hasan Oğuz. 1996 doğumlu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Terör örgütü PKK'ya küçük yaşlarda katılmış katılmış. Terör örgütünün çocukken örgüte kattığı, beynini yıkadığı bir canlı bomba. Herhangi bir kaydı yok. Son görüldüğü yer Suriye'nin kuzeyi. Öldürülen diğer teröristin kimlik tespit çalışması sürüyor. Muhtemelen yabancı uyruklu. İki terörist de örgütün sözde Ölümsüzler Taburu'nda görevli. Örgütün bu birimi canlı bombalardan oluşuyor. Örgüt genellikle kanser hastalarını ya da küçük yaşta örgüte katarak beynini yıkadığı isimleri bu birimde kullanıyor. (Yeni Şafak'ın daha önce manşetine taşıdığı ABD'nin Çocuk Askerleri haberi daha fazla önem kazandı.) Sonuç: Saldırıyı gerçekleştiren yapı, terör örgütü PKK'nın Suriye kolu YPG'dir. Adres orasıdır. ANKARA'YA NASIL GELDİLER? Geldikleri yer Suriye'nin kuzeyi. Beraberinde taşıdıkları silah ve patlayıcıları sınırdan kara yoluyla geçirmeleri pek mümkün değil. Paramotor kullandıkları, Adana bölgesine indikten sonra kırsal alan üzerinden Kayseri'ye geldikleri tahmin ediliyor. İşte burada şehit veteriner Mikail Bozlağan ile karşılaşıyorlar. Altı ay önce baba olan Bozloğan bölgede sevilen, yardımsever bir isim. Ailesi ve çevresiyle ilişkileri güçlü. Teröristler yardım bahanesiyle durdurdukları Bozlağan'ı katlederek aracını gasp ediyorlar. Bu olay cumartesi akşamı saat 22.00 sularında oluyor. Daha sonra teröristler Ankara'ya yöneliyor. Yakalanmamak için ana yollardan uzak duruyorlar. NASIL ETKİSİZ HALE GETİRİLDİLER?
Ülkemizde bir kültürel iktidar sorunu vardı ve hâlihazırda kültürel iktidarı elinde tutanlar kendi nam-ı hesabına çalışmıyorlar. İki yüzyıldır insanlığın kaderine hükmeden sömürge imparatorluğunun temel düşüncelerini içe aktarmakla meşguller. Bir milletin kültürel kodları kendi tarihinden, kendi dininden, kendi kültüründen, milletin binlerce yıllık birikiminden oluşur. Modern Batı bilimi arz-ı endam ettiğinde çok radikal bir tanımlamaya gittiler: ‘'Gözlem ve deneye dayalı Batı biliminin ortaya çıkışından önce, ne kadar medeniyet, tarihi birikim, farklı ülke kültürü varsa, geri kalmışlığı temsil eder, geçmişe dayalıdır ve hurafedir.'' Batı kültürü içerisinde bu büyük kavganın travmaları bulunmaktadır. Bu kuşatma milletlerin üzerine kâbus gibi çökmüştü. Dünya üzerinde kurulan imparatorlukların %60'ını kuran ve yöneten, Selçuklu ve Osmanlı devleti uygulamalarını medeniyete dönüştüren bu milletin kültürel kodlarını kökünden silmek kolay olmayacaktı. İsmet İnönü'nün kültüre dair bir beyanında ‘'Batı kültürüne karşı sonuna kadar açık olalım, çünkü kökü dışarıda, istediğimiz zaman kesersin, Doğu kültürüne ait olana kapalı olmalıyız, çünkü kökü içeride, istesen de kesemezsin''. İnönü'nün “Doğu” dediği şey neydi? Selçuklu kültürü mü, Osmanlı kültürünün tamamı mı, ya da İslam dinine ait bilgiler mi? Muhtemelen hepsini birlikte kastetmiştir. Mesele hiç de “Milli Şef'in” dediği gibi olmadı. Batı'ya ait olanı istediğin gün kesemiyorsun. Batı kültürü bütün mazarratıyla o kadar içimize girmiş ki, Avrupa ülkeleri dahil, dünyanın hiçbir ülkesi bu kadar küreselleşme tesirine açık durmuyor. Bu millet bağışıklığını kaybetmiş bir hasta gibi, her türlü zararlı virüslere karşı dayanıksız hale gelmiştir. Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında bir milli kültür çabası vardı. Bu çaba Batı kültürünü içimize boca etmekten başka bir işe yaramadı. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, İzmir'in kurtuluşu töreninde, adeta taptıkları Yunan gavuru için bir cümle edemezken, Osmanlı padişahına ağız dolusu hakaretler etti. Kültürel emperyalizmin ne denli içimize sızdığının delilidir. Antalya Film Festivali”nde FETÖ terör örgütünü arkalayan bir film ülke gündemine oturdu. Filmin seçkiden çıkarılması, alafranga budalası zevat tarafından tepki ile karşılandı. Türkiye'de solcu sanatçıların öncülük ettiği festivallerin birçoğunda yurt dışından çağrılan yapımcı ve yönetmenlerin bir kısmı, Türkiye karşıtı Ermeni tezlerini savunan isimlerden oluşurdu. Aynı zamanda PKK tezlerini devlete karşı destekleyen yapımlar da boy gösterirdi. Ülkemizde bir milli kültür politikası olmadığı için, bu tür girişimler oyun eğlence zannedilirdi.
ABD'den gelen istihdam verileri enflasyonun gerileme trendini koruduğunu ve ekonominin yavaşladığını gösteriyor. FED bu verileri dikkate alarak bu ay faiz artışına son verebilir. Türkiye 2'nci çeyrek verileri ise yüzde 2,6 küçülen imalat sanayii için alarm zillerinin çaldığını gösteriyor. Muhtemelen bir sonraki çeyrekte sanayii de küçülme artarak devam edecektir. Öte yandan Türkiye İhracatçılar Meclisi ile toplam 11 banka arasında yeni bir kredi paketi devreye alındı. Pakette ihracatçı firmalar azami 5 milyon dolar veya 100 milyon TL'ye kadar uygun maliyetli ihracat kredisinden yararlanabilecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan Rus devlet Başkanı Putin ile Rusya'da 4 eylülde bir araya gelecek. Görüşmede tahıl koridoru anlaşmasının tekrar uygulanması ve Ukrayna'daki savaş konuları ele alınacak. Ve son olarak borsaya giren Ayşe Teyze'nin ne suçu var?
Aşk. İnsanın var olduğu tarihten bu yana cevabı bulunamayan soru. Muhtemelen aşkın tarihini insanla sınırlayarak diğer canlılara haksızlık yapıyor olabiliriz. Platon'a göre aşkı körükleyen en önemli güç, bizi bir bütün yapacak olan ruh eşini bulma isteğidir. Peki, insanın ruh eşini bulması çok mu zordur? Kayıt: Serkan Karaismailoğlu Müzik: Not Without the Rest - Twin Musicom Video: You Tube Ortapia kanalı (Kayıt tarihi: 11 Şubat 2018) Video linki: https://youtu.be/ESzQlbirxYA
hakkında ilk defa 1980'li yılların ortalarından itibaren bir şeyler duymaya başladım. Kasabalarda, yerli “burjuva” çocuklarının farklı siyasî partilerle teşrik-i mesai içinde olmaları alışık olmadığımız bir durum değildi. Fakat aynı anda farklı dinî gruplarla temas kuranlar benim için de yadırgatıcıydı. Din, siyaset dışında da bir araç olarak kullanılıyordu fakat bu, laik-antilaik karşıtlığı içinde pek de fark edilmiyordu. Salt bu hadise bile “komplo” gerçeğinin rahatsız edici olduğunu göstermeye yeterdi. Çünkü komplo, gerçekliğin hakikat aleyhine tezahür etmesinde ciddi rol oynar fakat bu yeni gerçeklik üzerine konuşmak pek de mümkün değildir. Aydınlatılamayan “karanlık” alanlar, hakikatin üstüne koyu bir perde gibi çekilir ve “yeni gerçek” hükmünü icra eder. Geçmişte olduğu gibi bugün de sağ muhafazakâr cenahtan birçok kimse Batı ile Ortadoğu ve az gelişmiş ülkeler karşılaştırması yapmaktan büyük bir keyif alır. Bu durumu izah etmek için şöyle geriye doğru bakıp “komplo” arayayım dediğimde çok uzağa gitmeye gerek kalmadığını fark ettim. “Başarısız, geri, eğitimsiz ve evinin önü kir pas içindeki Ortadoğu; miskin ve tembel az gelişmiş ülkeler” gibi ifadeler, fazla çaba sarf etmeye gerek olmadığını gösterdi. Bugün, neredeyse, emperyalist Batı ülkeleri de dâhil olmak üzere bütün dünyada tarihin akışını izah etmek için yeni açıklama modelleri rağbet görüyor. On dokuzuncu yüzyılda Batı ülkelerinde burjuvazinin alamet-i farikası millîlikti. Sağ muhafazakâr cenahta bir vird-i zeban gibi tekrar edilen oryantalist ifadeleri, aynı çevreden bir aydın burjuvanın millî sıfatı ile uzaktan yakından alakasının olmadığını ispat için kullanması aslında şaşırtıcı bir durumdur. Herhâlde çok sevdikleri bu ifadelerin emperyal çağda medenîleştirme misyonu ile aynı kaynaktan çıktığını biliyorlar. Bilseler iyi olur çünkü bunlar neredeyse bütün dünyada bir utanç vesilesi olarak kabul ediliyor. Muhtemelen bilmedikleri için muhafazakâr aydın-burjuva birkaç kitap okuyarak tarihin akışını aydınlatabileceği inancı ile atılganlık gösteriyor. Gerçekliği ve tarihin akışını birkaç kitapla ortaya çıkarabileceğine inanan bir kimsenin Doğu-Batı karşıtlığına derinlemesine nüfuz etmesine şaşırmamak gerekir. Fakat onların bu cesaretini izah etmek için epeyce uğraşmak gerekir. Kuşkusuz Trump'ın damadı da yirmi kitap okuyarak aynı cesareti göstermiş, Ortadoğu gerçeğine nüfuz ettiğini zannetmişti. Hâlbuki hiçbir zaman ABD'de bir cemaatin görüşlerini temsil etmekten öteye geçemedi. Hakikatte “zenginin malı züğürdün komplosudur” başlığı, en azından yeni açıklama modellerinden haberdar olmamak anlamına gelir. Fakat “tabii ki özellikle zenginler komplo teorilerinden paylarına düşeni fazlasıyla alırlar” yargısını haberdar olmamakla izah edemeyiz. Bu cümleyi yazan kimse artık açık bir taraftır. Elbette, Rotschild ailesiyle ilgili komplo teorilerini değerden düşürmek için liberal muhafazakâr İskoç akademisyen hararetle kolları sıvayabilir. Fakat bu, muhafazakâr Türk aydın-burjuvası için fazlasıyla cüretkâr bir tutum değil mi? Cüretkârlık bununla sınırlı kalsaydı Batı hayranı müstemleke aydın burjuvası deyip geçebilirdik fakat Doğu-Batı ilişkilerinde realist teorileri ideoloji seviyesinde benimseyen çevrelerin, sıra “Doğu”yla ilgili değerlendirmelere geldiğinde gerçeklikten kopuvermesini izah etmek zordur hatta şaşırtıcıdır. Bu sebeple yazar şu cümlelerde adresi açıkça ifade ederken fazlaca cesur davranmış:
Son gelen vergi zamlarına ilişkin konuşan Mahmut Aydoğmuş, “Torba yasada Cumhurbaşkanı'na verilen birçok yetki var. Örneğin, özel tüketim vergisindeki bu petrol ürünlerinde artış yetkisi veriliyor. Bunun da yansımaları olacaktır. Muhtemelen bu kanun yürürlüğe girdikten sonra yeni zamlar ile de tanışmış olacağız. Bu yıl böyle zamlarla geçecek” dedi.
Geçen hafta sonu Rusya'da yaşanan tarihi gelişmeler, ABD'nin ve müttefiklerinin rolü ve tercihlerinin de tartışılmasına yol açtı. Putin'e en yakın isimlerden olan Prigojin'in ana motivasyonu Wagner'in güç ve otonomisinin korunmasıydı ancak Batı tarafından ‘teşvik' edilmiş olabileceği yönünde yorumlar sıkça dile getiriliyordu. Putin Prigojin'i ‘sırtından hançerlemekle' suçlarken Kremlin'den ‘dış güçler' imaları geldi. Muhtemelen, Prigojin'in kalkışması daha siyasi bir yere gitseydi bu iddialar çok daha fazla öne çıkacaktı. Bu yorum ve imaların siyaseten yapıldığı ve ispatlanmasının zor olduğu açık ancak Amerikan politikasının Putin'in düşürülmesini isteyip istemeyeceği önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Ukrayna işgali yüzünden Batı'yla keskin bir kopuş yaşayan ve ağır ekonomik bedeller ödeyen Moskova'nın kaosa sürüklenmesinden çok eli zayıf biçimde masaya oturmasının istendiğini söyleyebiliriz.
ABD/CIA, Moskova'nın Putin'den başkasının, hele paramiliter örgütün eline geçme ihtimali üzerine ne düşünmüştür? İsyan sırasında iki ülke diplomatik/istihbarat temaslarında önce, “nükleer silahların güvenliğinin sağlanması” dileği ipucu sayılabilir mi... ABD istihbaratı dahi Prigojin'deki hareketliliği günler öncesinden fark ettiği halde, Wagner içinde varlığı tartışılmaz Rus istihbaratı durumu fark etmiyor, öyle mi! Hem de savaş zamanı? Hadi mucize oldu Rus istihbaratı atladı. Prigojin'in aylardır yaptığı açıklamalar? Ukrayna harekâtının saçmalık ve yalan olduğunu, hatta, Kiev ve NATO'nun Rusya'ya karşı planları olmadığını bile söyledi. Dünya duydu, Rusya duymadı? Prigojin dışındaki Wagner komutanlarının durumu ne? Prigojin'e göre isyan kararı ‘Wagner komuta konseyinin' kararı ile alındı. İyi. ‘Konsey' nerede? CEVAPSIZ ÇOK SORU VARSA, CEVAP SORULARDIR... Prigojin'in sürgüne gönderilmesi, “lider-‘ordu' arasındaki bağın” koparılması olarak tahlil ediliyor. Çıktılarından biridir. Artı, Wagner'in kalanına Savunma Bakanlığı ile iş kurabilecek imkânların sağlanması da aynı bağlamda, yani “sakinleştirerek izole etme” operasyonu olarak görülebilir. Bir gerçek de şudur/doğaldır; İsyan'a kerhen katılan, “yanlış olduğunu” düşünen Wagner komutanları ve askerleri de vardı... Nitekim Putin'in Pazartesi akşamı yaptığı ‘Ulusa Sesleniş' konuşmasında, “Wagner askerlerinin çoğu vatanseverdir, onlar da ayaklanma sırasında kullanıldılar” ifadesi her iki tahlil için uygundur; hem krizi soğukkanlı yönetmek/ayrışmayı kalınlaştırmak hem de Wagner gerçeğini vurgulamak. Kremlin bu askerlere “çıkış yolu” açacak. Ancak tövbe eden, nedamet getirenlere! Ülkeye ve sınır dışına ‘dağıtılacaklar'. Aynı baptan Prigojin üzerine de şunlar söylenmelidir; “paçayı kurtardı” yorumları biraz ileri gitmiş görünüyor. Lukoşenko'nun elinde olmak Putin'in elinde olmak demektir. Dünyaya hedef olmayı göze alarak Rusya'dan nükleer silah transfer eden ülkenin, Prigojin'i Putin'e karşı koruyacağı veya ‘konuşturmadan bırakacağı' düşünülemez... İNGİLİZ ve AMERİKAN İSTİHBARATININ İSYANDAKİ ROLÜ... Hiç kuşkusuz en merak edilen soru, Batı'nın, özellikle de ABD ve İngiliz istihbaratının isyandaki rolüdür... İlk saatlerinde Putin'in yaptığı açıklama böyle bir katkıyı doğrulamıyor. Tersine, Prigojin'in hırslarına atıf yaparak çözümlemeyi tercih ediyor. İsyandan sonra ise Dışışleri Bakanı Lavrov'un, “bu ihtimalin soruşturulmaya başlandığı” açıklamaları ortaya çıkıyor. İlginç bulunması gereken, ABD'nin, Başkan Biden ve Dışişleri Blinken başta, ilgili her seviyedeki yetkilisinin, ‘ne isyanın gelişmesinde ne sonuçlanmasında hiçbir rolleri olmadığına' ilişkin üst üste ve güçlü vurgularıdır. Tarafı ve hamisi oldukları savaş düşünüldüğünde teşvik etmeleri normal sayılabilecekken, hızla uzaklaşma arzusunun anlamı nedir? Yalan mı söylüyorlar yoksa “biz değildik” mi demek istiyorlar? Bilgileri olduğunu zaten söylüyorlar. Bir şey yapmadıklarını da söylüyorlar. İkisi aynı anda doğru ise, varacağı yeri görmek istedikleri de gerçektir. Bu da bizi Rusya içinde ve/veya ‘çevresinde' isyana katılımların beklendiği çıkarımına götürür. Muhtemelen bu olasılığı Washington'a Londra söylemiştir!
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan yüz on dokuzuncu bölüm sizlerle. Ülke olarak çok zor günler yaşadık, yaşıyoruz. Anlamlı ve yararlı şeyler söylemek zorlaştı. İki hafta boyunca podcast'imiz için sessizliği seçmiştik ve bugüne kadarki kayıtlarımızın en zoruyla karşınızdayız. Acılar dinmiş değil, yaraların kapanması uzun sürecek. Deprem felaketinin ve sonrasının bizde yarattığı duyguları, düşünceleri paylaştık. Üzgünüz, öfkeliyiz, çoğu zaman da umutsuzuz. Muhtemelen yalnız değilizdir. Söylenecek şeyleri bir kayıtta bitirmek mümkün değil. Bir yerde durduk, anlayışınızı rica ediyoruz.
1894 yılının Temmuz ayında Alman elçiliğinin Fransız temizlikçi Madam Bastian, askeri ataşe Schwarzkoppen'in çöp sepetinde yarı yanmış kağıt parçacıkları bulmuştu. Fransız ordu istihbaratı, bu not kağıdındaki bazı bilgilerden topçu bölüğü mensubu bir Fransızın Almanlar adına casusluk yaptığı kanısına vardı. Soruşturmayı yöneten kişi Yahudi düşmanı olduğunu gizlemeyen Yüzbaşı Sandherr idi. Muhtemelen ülkedeki politik atmosferle uyumlu olan önyargıları Sandherr'i şüphelilerin sayısını hızla azaltmaya yöneltti ve en önemli şüpheli Alfred Dreyfus adlı bir Yahudi yüzbaşı oldu. Bundan sonra yaşananlar sadece Yüzbaşı Dreyfus'un hayatını değil, Fransa'yı da değiştirecekti.
Bu bölümde konuştuğumuz konulara ait bağlantılar: Satılmayan ekmeklerden mantar üretimiMuhtemelen alamayacağınız 2022 Yeni Yıl HediyeleriKelvin Smart Elektrik IsıtıcıHeinz şişe kapağını 100% geri dönüştürülebilir yaptı, $1.5M harcadıFDA laboratuarda üretilen eti onayladıYediğimiz et zaten “sahte”Airbnb kurucusundan arka bahçeler için prefabrik tiny house projesiEski teknolojiyi kullanarak evi serinleten sistem
Kavun çeşitleri içinde Bağrıbütün kavunu top gibi çekirdek yatağıyla gerçekten çok ilginç. Bir de parlak koyu yeşil kabuklu olan kavunlar var ki karpuzla karıştırmak işten bile değil. Kabuğu neredeyse kapkara gibi koyu yeşil olanlardan Edirne'nin Meriç Kara Kavunu Ankara'nın Kazan Kavunu böyle kavunlardan. Sakarya Pamukova kavunu ise sarı üzerine yeşil hatlarla adeta dilimlenecek yerleri işaretli gibi. Muhtemelen ünlü Cantaloupe kavununun atası. Evliya Çelebi İstanbul'a Beypazarı'ndan son derece yoğun rayihalı bir kavun gelirmiş ve bu mis kokulu kavunla kavun zerdesi yapılırmış. Kavunun kendi aromasına ilaveten içine tarçın ve karanfil de katılırmış. Osmanlı topraklarını gezen Yunan Kralı'nın şekercisi Hans Dernschwam ise Türklerin kavun sevgisini anlattıktan sonra elma kadar küçük, mis kokulu ama tatsız bir kavundan bahsetmiş. İşte o kavunun izini bugün sürmek mümkün.
Kavun çeşitleri içinde Bağrıbütün kavunu top gibi çekirdek yatağıyla gerçekten çok ilginç. Bir de parlak koyu yeşil kabuklu olan kavunlar var ki karpuzla karıştırmak işten bile değil. Kabuğu neredeyse kapkara gibi koyu yeşil olanlardan Edirne'nin Meriç Kara Kavunu Ankara'nın Kazan Kavunu böyle kavunlardan. Sakarya Pamukova kavunu ise sarı üzerine yeşil hatlarla adeta dilimlenecek yerleri işaretli gibi. Muhtemelen ünlü Cantaloupe kavununun atası. Evliya Çelebi İstanbul'a Beypazarı'ndan son derece yoğun rayihalı bir kavun gelirmiş ve bu mis kokulu kavunla kavun zerdesi yapılırmış. Kavunun kendi aromasına ilaveten içine tarçın ve karanfil de katılırmış. Osmanlı topraklarını gezen Yunan Kralı'nın şekercisi Hans Dernschwam ise Türklerin kavun sevgisini anlattıktan sonra elma kadar küçük, mis kokulu ama tatsız bir kavundan bahsetmiş. İşte o kavunun izini bugün sürmek mümkün.
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan yüzbirinci bölüm sizlerle. İkinci yüzlük pakete başladık. Yüzüncü bölümümüzle ilgili geri dönüşleriniz ve tebrikleriniz için çok teşekkür ederiz. Bir sonraki kutlamamız 200. bölümde.
Netflix'te yayınlanan Zeytin Ağacı dizisi ile gündeme gelen “aile dizimi” bir safsata mı, yoksa mucizevi bir yöntem mi? Muhtemelen ikisinin arasında bir yerde duruyor. Ruhsal, bilişsel ve davranışsal sorunların nedenlerini geçmiş yaşantılarda aradığı için olumlu. Ama bu “geçmiş”i akıl yoluyla anlaşılamaz, mistik bir bilinmeyene yolladığı ölçüde de safsataya yaklaşıyor, suistimale açık hale geliyor. Bülent Somay, Akıntıya Karşı'da yorumladı. Yayını izleyebilirsiniz: bit.ly/3Qb4Isz
102. Bölümde uzun zamandır merak ettiğim konuşmak istediğim bir konuyu ''Teknolojinin Demokratikleştirilmesi'' işledim. Muhtemelen duyduğunuzu tahmin ediyorum... Bu kelimeleri duymuş ve bunun geleceğimiz için ne anlama gelebileceğini merak etmiş olabilirsiniz. Açıkçası ben de bunu uzun zamandır merak ediyordum ve bu bölümde sizin için hem de kendim için bunu araştırmaya karar verdim.. (00:00) - Açılış Sıfırdan Globale Konferans - https://sifirdanglobale.com/jotform-konferans-2021/ Patreon Destekleri için - https://www.patreon.com/dunyatrendleri (02:52) - ''Teknolojinin Demokratikleştirilmesi'' nedir? (04:34) - Tarihsel gelişim. https://www.gartner.com/smarterwithgartner/gartner-top-10-strategic-technology-trends-for-2020 https://www.webtekno.com/dunya-geneli-hic-internet-kullanmamis-insan-sayisi-h117937.html (08:03) - Artan vatandaş katılımı ve Devlet şeffaflığı. (08:25) - Patentlerin daha kolay geliştirilmesi ve inovasyonda daha hızlı büyüme. (10:24) - İşletmelerin büyümesi ve girişimcilik. (11:02) - Uzmanlığın demokratikleşmesi, öğrenmenin artması ve gelişme. (12:10) - Esnek çalışma ve daha küçük masraflar. (13:01) - Tam demokratikleşme nasıl sağlanır? (14:22) - Son sözler (14:56) - Kapanış Sosyal Medya Hesaplarımız; Twitter - https://twitter.com/dunyatrendleri Instagram - https://www.instagram.com/dunya.trendleri/ Linkedin - https://www.linkedin.com/company/dunyatrendleri/ Youtube - https://www.youtube.com/c/aykutbalcitv Goodreads - https://www.goodreads.com/user/show/28342227-aykut-balc aykut@dunyatrendleri.com Bize Bağış Yapmak İsterseniz Patreon hesabımız - https://www.patreon.com/dunyatrendleri