POPULARITY
Gençlere her sene sorarım İyi, Kötü, Çirkin filmini izlediniz mi, diye. Maalesef cevap negatif. Maalesef diyorum çünkü kuşak değişiminin ulusal ve evrensel şiddetini anlarım bu sayede. Bu filmin esas esprisi diyaloglarda insanların hep ikiye ayrılarak tanımlanmasıdır. Final sahnesine gelindiğinde gene o diyalog belirir; “…insanlar ikiye ayrılır; silahı olanlar ve kazmak zorunda olanlar.”
Hiçbirimiz iyi değiliz, iyi hissetmiyoruz... Maalesef her sabah gözümüzü başka bir haberle açıyor, her birine ayrı ayrı üzülüp sinirleniyoruz. İçimiz daralıyor, midemiz bulanıyor, kalbimiz sıkışıyor, kimimizin başımız ağrıyor, kimimiz ürtiker döküyor. Toplum olarak hasta olduk biz... Toksik stres ve ağır travma altındayız. Bu sistemin içinde hayatta kalmaya çalışıyoruz aslında. Ama biz konuşamadığımızda bedenimiz haykırmaya başlıyor. İşte bu bölüm bunları konuşuyoruz. Vücudumuzda olan anlamlandıramadığımız değişimlerin nedenini, psikosomatizasyonun ne olduğunu ve nasıl aşabileceğimizi konuşuyoruz.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Selefi Salihin'in güzel bir ahlâkı sık sık dostlarının, arkadaşlarının durumlarını sormaları idi. Dostlarının hatırlarını lâf olsun diye sormuyorlar; onlara yiyecek, giyecek, para yardımında bulunmak için hatır soruyorlar, borçlarını üstlenmek, sıkıntılarına ortak olmak hususunda samimî bir tavır sergiliyorlardı. Bu ahlâka sahip kişiler günümüzde parmakla gösterilecek kadar azdır. Halk, tamamıyla ters bir tavır içine girmiştir. Âdet yerini bulsun diye hatırlar sorulmaktadır. Dahası birisi kardeşinin yanından geçerken “Nasılsın?” diye hatır soruyor ama cevâbını almadan çekip gidiyor, hatırı sorulan da hatırını soranın samimî olmadığını bildiğinden cevâp verme zahmetine katlanmıyor. İşte bu noktada Ali el-Havvâs (r.âleyh) şöyle diyordu: “Eğer biriniz kardeşine yardım etme, sıkıntılarına ortak olma, hiç değilse kendisine duâ etme niyet ve kararlılığında değilse, onun hatırını sormasın, çünkü bu samimiyetsizliği yüzünden münâfık olur.” Hâtem el-Asam (r.âleyh) de şöyle diyordu: “Kardeşine “Nasıl sabahladın?” diye hatır sorduğunda, o da sana, “Falan şeye ihtiyacım var” der de, sen onun bu sözlerini duymazlıktan gelerek ihtiyacını görmezsen, onun hatırını sormakla kendisiyle dalga geçmiş olursun. Maalesef günümüzde genellikle sergilenen tavır budur.” Efendim Ali el-Havvâs (r.âleyh)'den dinlemiştim şöyle diyordu: “Geçmiş büyükler, birbirlerinin hatırlarını sorarlarken, Allâh (c.c.)'a şükürler sunmakta gaflete düşenleri uyarma amacıyla sorarlardı. Böylece kendileri sevâp kazândıkları gibi bu suretle hatırını sordukları kişinin sevâp kazânmasına da vesile olurlardı.” (İmâm Şa'rânî, Tenbihü'l-Muğterrin Tercümesi s.253)
Kartalkaya'da çıkan yangın sadece bir oteli değil, başta hayatını kaybedenlerin yakınları olmak üzere hepimizin yüreğini yaktı… Allah'tan hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz. Hepimizin başı sağ olsun. Maalesef bu olayda da kendilerine siyasi rant devşirmek isteyen şeamet tellalları ortalıktalar… Hiç gecikmezler zaten… Ancak unutmasınlar, bugüne kadar ortak acılarımızdan fayda sağlamak isteyenlerin eline hiçbir şey geçmedi… Bundan sonra da farklı olmayacak. Böyle faydacı yaklaşımlar iletişim boyutunda tersine çalışır… Başarılarımız bazılarının ‘Ufkunun Ötesinde'…
Prof. Dr. Barış Doster'e göre 2024'ün 2025 yılına bıraktığı jeopolitik miras pek parlak görünmüyor. Özellikle Ortadoğu için işlerin pek iyi gitmeyebileceği değerlendirmesinde bulunan Doster, Batı'nın İsrail'e yönelik desteğinin hız kesmeden süreceğini öngördüğünü aktardı.
Geçtiğimiz hafta Cumartesi günü yayımlanan yazımda tüketici kredilerindeki büyüme hızına dikkat çekmiş bu büyümenin devam eden sıkılaştırma programı ile uyumunun sorgulanması gerektiğini ifade etmiştim. Maalesef söz konusu bu trend bu hafta da devam etti, 13 haftalık yıllıklandırılmış ve kur etkisinden arındırılmış tüketici kredisi büyümesi bir miktar daha arttı.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Türkiye son zamanlarda bir çok üzücü olayı peş peşe yaşadı. Bizleri de derinden üzen ve etkileyen bu olaylarla nasıl başa çıktıkları hakkında Emin ve Emine kendi deneyimlerinden bahsediyor. Daha iyi bireyler olmak için, kötü insanlara ve kötülüklere karşı neler yapabileceklerinden bahsediyorlar. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Emin: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Emin. Bugünkü bölümümüzde Emine ablamla beraberiz. Nasılsın Emin abla? Emine: [0:34] Çok iyi değilim maalesef. Birazcık ülke gündeminden ötürü canım sıkkın diyebilirim. Sen nasılsın Emin? Emin: [0:42] Yani ben de aynı şekildeyim. Ülkedeki aklıselim vatandaşların herhâlde tamamı benzer bir şekildedir. Bu aralar hem ülke gündeminde hem dünya gündeminde çok güzel haberler duymuyoruz. Emine: [0:56] Maalesef. Emin: [0:56] Maalesef. Savaşlar, cinayetler, kriminal vakalar falan... Bunlar normalimiz oldu sanki ayrıca. (Evet.) Ama bunun bir diğer sebebi de iyi haberler çok fazla okunmuyor, çok fazla tıklanmıyor, çok fazla konuşulmuyor. Bu şekilde kötü haberler daha çok tıklanıyor, daha çok konuşuluyor, daha çok merak ediliyor. Çünkü insanların hayatında böyle şeyler olmuyor yani aslında. Bunlar gerçekten istisnai durumlar ama bir anda kötü bir olay yaşandığında bütün mecralar bunu paylaşınca sanki dünyanın her yerinde böyle şeyler oluyormuş gibi hissediyor insan. Yani buna ben de dahilim. Bu maalesef gerçekten sosyal medyanın en kötü yanlarından birisi. Gerçekten korkunç şeyler oluyor. Yani iyi ki de aslında sosyal medya var bir yerde. Ama bir yerde de sosyal medya sebebiyle insan çok daha kötü hissedebiliyor. Veyahut da kötü şeyler yapmak isteyen insanlar sosyal medyada bunun konuşulmasından gizli bir haz da duyuyorlar. Emine: [1:57] Muhtemelen. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Bu bölümümüzde tam film tutkunlarına göre bir oyunla karşınızdayız. Onur filmlerden replikler söylüyor, Emin ve Feyza bu repliklerin hangi filmlere ait olduğunu tahmin etmeye çalışıyor. Bakalım kim kazanacak? Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Emin: [0:21] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Ben Emin, bugünkü bölümümüzde Onur ve Feyza ile beraberiz. Feyza seninle başlayalım, nasılsın? Feyza: [0:33] İyiyim Emin, sen nasılsın? Emin: [0:35] Ben de iyiyim, teşekkür ederim. Onur sen? Onur: [0:37] Ben de iyiyim, sağ ol. Emin: [0:39] Biraz yorgun gibisiniz? (Yo.) Feyza: [0:41] Ya gün sonu artık böyle bir... Emin: [0:45] Ben yorgunum da o yüzden size de böyle bir gönderme yapayım dedim kendi üzerimden. Onur: [0:49] Yok ya ben bütün gün yattım. Hiç yorgun hissetmiyorum. Emin: [0:54] Abi şu an bir gün yatmaya o kadar ihtiyacım var ki... İnşallah hafta sonu. (İnşallah.) Onur: [0:59] Az kaldı. Sık dişini. Emin: [1:01] Az kaldı abi gerçekten. Bugün perşembe bu arada. Onur: [1:05] Evet. Emin: [1:07] Ama hafta sonunda sürekli bir şeyler çıkıyor illaki ya. (Değil mi?) Yetişkinlik böyle bir şey galiba. Onur: [1:13] Maalesef. Hep çocuk kalmalıydık değil mi? Emin: [1:16] Aynen. Çocuk taklidi yapsam yutarlar mı acaba? Feyza: [1:23] Yutarlar kesin. Bir dene bir gün. Videoya da çekersin olur mu bize de? Emin: [1:27] Size de atarım. Onur: [1:30] Cüsseden kurtaramayabilirsin Emin. Emin: [1:33] Böyle bir film var mı acaba, bununla alakalı? Benjamin Button. Onur: [1:37] Benjamin Button geliyor aklıma. Emin: [1:38] Aynen benim de aklıma o geliyor. Evet filmlerden bahsetmişken Onur, Evet. Bu bölümde bize neler hazırladın, filmlerle ilgili bir şeyler hazırladın diye kulağıma geldi ama. Onur: [1:48] Evet, sizi uyandırmak için güzel bir oyun hazırladım. Ben size film replikleri söyleyeceğim. Siz de bu filmin... Pardon. Bu repliğin hangi filme ait olduğunu söyleyeceksiniz. Böyle bir oyun oynayacağız. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Kamu yönetiminde yönetici atamalarıyla ilgili ciddi sorunlar olduğunu üzülerek belirtmemiz gerekiyor. Burada isim vererek kimseyi üzmek gibi bir amacımız yok ve olamaz da. Ancak yaşanan sorunları da görmezden gelmemiz mümkün değildir. Bu yazımızda konuyu açıklamaya çalışacağız. Liyakatsiz yönetici ataması sistemin kolonlarını kesmek gibidir Kamu kurumlarındaki en temel sorunlardan birisi de liyakatsiz atamalardır. Üst düzey görevlerin asgari şartlarını dahi taşımayan bir yöneticinin önemli bir göreve atanması öncelikle adalet duygusunu zedeleyeceği için çalışanların iktidara karşı büyük bir öfke duymasına sebep olmaktadır. Adeta niteliksiz yönetici atamaları bir kurumun taşıyıcı kolonlarının kesilmesi gibidir. Düşünün ki binlerce çalışanı olan bir kurumda genel müdür olarak atanan kişinin geçmişte hiçbir idari tecrübesi yok. Bu da yetmezmiş gibi bu kişi özel kalem müdürü olarak görevlendirilirse teşkilatın kazan gibi kaynamasının önüne geçemezsiniz. Maalesef son zamanlarda bu uygulama yaygınlaşmaya başladı. Unutmayalım ki atanan kişilerin her olumsuz hareketi doğrudan iktidar hanesine yazılmakta ve bir müddet sonra da öfkeye dönüşmektedir. Bütün bilimsel eserlerde liyakat, yönetimin vazgeçme lüksünün olamayacağı en temel ilke olarak vurgulanmaktadır. Liyakatten anlaşılması gerekenin ise muhalif olanların dahi atanan kişilerin yetkinliğine saygı duymasıdır. Bu nedenle bu konu acilen çözüme kavuşturulmalıdır. Aksi takdirde hem devlet aygıtı hem de iktidar ciddi zarar görecek ve güven zedelenecektir. Bazen liyakat kavramı anlaşılmaz bir şekilde kişiden kişiye değişebilmektedir. Zaten bir kişi önemli bir göreve atandığına göre öyle veya böyle liyakatlidir. Burada temel soru işe göre mi yoksa başka bir şeye mi liyakatlidir. Basit bir örnekle konuyu açıklamak gerekirse; Memuriyete sınavsız olarak atanan ve memuriyeti süresince hiçbir soruşturma yapmamış bir kişinin büyük bir bakanlığın Teftiş Kurulu Başkanı yapılması hem Teftiş Kurulundaki müfettişlerce tepkiyle karşılanır hem de binlerce kamu personelinin görev yaptığı bir kurumda Hükümet aleyhine gereksiz tepki oluşturulur. 19 yıldır iktidarda olan bir hükümetin müfettişler arasından Teftiş Kurulu Başkanlığı yapacak yetkin bir kişiyi bulamaması düşünülemez. Yine hayatında hiçbir sınava girmemiş bir kişinin biranda bakan yardımcısı olarak atanması hem teşkilatta sıkıntı oluşturur hem de çalışanların motivasyonunu yerle bir eder. Bir de bu tür atamalar iktidar havuzunu yavaş yavaş boşaltacaktır.
Türkler olarak Anadolu'yu fethettiğimiz günlerden itibaren, her daim çok kültürlülük içinde yaşadık. Rumeli'yi fethedip Balkanlara açıldıktan sonra, çok kültürlü şehirlerde yaşama tecrübemiz daha da zenginleşti. Meselâ, İstanbul'un fethinden Balkan Savaşı esnasındaki göçe kadar İstanbul'da Müslümanların nüfusu hiçbir zaman gayrimüslimlerden fazla olmamış. O çağlarda Batı'daki şehirlerin tamamında tek bir kültür hâkimdi. Osmanlılar, gayrimüslimlerle bir arada yaşama konusunda hakikaten çok iyi bir tecrübeye sahiptiler. Bu, aslında sadece Osmanlı'ya mahsus da değildi. Mesela Abbasîler dönemindeki Bağdat da böyleydi. Hemen her dinden ve hemen her ırktan insanlar, bizim ana şehirlerimizde rahatça kendi dinlerini ve kültürlerini yaşayabiliyorlardı. Müslümanların yaşadığı coğrafyada ulus devletlerin ortaya çıkması, Müslümanlardaki bu kültürü olumsuz etkiledi. Bu, İslâm'dan kaynaklanan bir şey değildi. Bizzat Batı'dan gelen ulusçuluğun ve ırkçılığın etkisiyle olmuştu. Bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde de durum pek farklı olmadı. Zamanla gayrimüslimlere ve azınlıklara yönelik nefret arttı ve 1955'te 6-7 Eylül olaylarıyla zirve yaptı. Bir zamanlar gayrimüslimlerle bile asırlarca barış ve hoşgörü içinde yaşayan insanların torunları, bir anda; ecdatlarının asırlardır yaşayageldikleri dini inanç ve uygulamalara dahi düşman kesilip tahammülsüzlük etmeye başladılar. Yeni kurulan tek tipleştirici sistemde, dinini yaşamaya çalışan bu memleketin öz evlatlarına yasaklamalar getirildi ve zulümler yapıldı. Onlar; öz vatanlarında parya muamelesi görmenin acısını yaşadılar yıllarca. İnançlarıyla ve örfleriyle dalga geçildi, kılık kıyafetleri sebebiyle eğitim hakları ellerinden alındı vs. Nihayet bu konuda son yirmi yılda peyderpey nisbî bir iyileşme oldu. Ancak son birkaç yılda İslam dinini ve geleneksel Türk kültürünü yaşamaya çalışan dindar vatandaşlara yönelik hazımsızlık maalesef artmaya başladı. Gün geçmiyor ki, kendi vatandaşlarımız tarafından İslâm'ın mukaddes değerlerine sövülüp sayıldığına, başörtülü ya da çarşaflı bir hanıma saldırıldığına, hakaret edildiğine dair bir haber olmasın. Haşema ile denize veya oturduğu sitenin havuzuna girmeye çalışan bu vatanın öz evladı olan hanımlara yönelik anlaşılması güç olan yasaklamalara dair son günlerde epey haber çıktı. Diyanet İşleri Başkanlığı, iki hafta evvel cuma hutbesinde, Kur'an'daki tesettür ile ilgili âyetleri vurguladı. Maalesef bazı kesimler; bunu laikliğe aykırı gördü, ortalığı birbirine kattı. Hâlbuki İslâm'ın mabetlerinde, Kur'an'daki bir buyruğu hatırlatmaktan daha tabiî ne olabilir? Din adamları, İslâm'ın emir ve yasaklarını hatırlatır; uyan uyar, uymayan uymaz. Bunun nesi, “herkese din ve inanç özgürlüğü sağlamak” anlamına geldiği söylenen laikliğe aykırı, anlamak mümkün değil. Asırlardır Müslüman-Türk kadının çeşitli formlarda kullandığı başörtüsü konusundaki hazımsızlık, yüzyıllar boyunca İslâm'ın bayraktarlığını yapmış bir milletin evlâtlarına hiç yakışmıyor! Gönül şunu arzu ediyor: Memleketimizde isteyen istediğine inansın, dileyen dilediğini giysin, insanlar düşünce ve eylemlerinde özgür olsunlar, karşıt fikirlere sahip insanlar birbirleriyle medenice tartışsınlar. Yalnız toplumsal düzeni bozucu ve devletin varlığını tehdit edici düşünce ve eylemler varsa, elbette bunlar terör kapsamında ele alınsın ve gereği yapılsın.
Türkiye geçtiğimiz hafta zemini ve toplumsal tabanı yıllardır ilmek ilmek hazırlanmakta olan büyük bir operasyona Kayseri'den başlayarak maruz kaldı. Kayseri'de başlayan operasyonda üretilen görüntülerin Suriye'nin Kuzeyinde, Türkiye'nin kontrolü altında bulunan bölgelerde tam aksi bir provokasyonu harekete geçirmesi aslında olayın kaçınılmaz sonucu gibi görünebilir, ama Kayseri'deki olayın da kendiliğinden, kaçınılmaz bir sosyal patlama olduğu kabul edilirse… Oysa Kayseri'deki olay kendiliğinden gelişmiş değil. Kayseri halkının yıllardır mustarip olduğu iddia edilen Suriyeli mültecilere karşı asla doğal bir tepkisi olarak ortaya çıkmış değil. Mutlaka Kayseri halkı içinde Suriyeli sığınmacıların varlığından rahatsız olan, onların bir an önce evlerine gitmesini isteyen bir kesim vardır. Mikrofon uzatıldığında eteklerinden bir sürü taş da dökülebilir, şu andaki işsizliğin de enflasyonun da toplumdaki bütün suçların da kadına karşı şiddetin artışının da yolsuzluğun da hastanelerdeki muhtemel hizmet aksamalarının da hepsinin sebebinin Suriyeli olduğunu bir çırpıda söyleyebilecek çok sayıda insan bulunabilir. Ama bu insanların var olması Kayseri halkının Suriyeli mültecilere karşı bu düzeyde bir öfkeyi bir sosyal patlamaya dönüştürebilecek bir kapasitesi olduğunu göstermez. Sadece Kayseri'de değil, Türkiye'nin hiçbir yerinde göçmen karşıtlığının böyle bir öfkeye kaynaklık edecek gücü yok. Belki genel olarak haddinden fazla siyasallaştırıldığı, siyasilerin karlı bir alan olarak görüp kaşımaları ölçüsünde bu konudaki ilk kanaatler ciddi hoşnutsuzluklara dönüşmektedir, ancak bir sosyal patlamaya yol açacak boyutta asla değil. Bırakınız sosyal patlamayı, o kadar seçim yaşadık, Suriyeli sığınmacılar konusu muhalefet tarafından o kadar kaşınıp neredeyse seçimin öncelikli birkaç konusundan birisi haline getirildiği halde bütün seçimleri AK Parti kazanmaya devam etti. Aslında 2019 seçimlerinden itibaren İktidar partisi bu ırkçı göçmen karşıtı homurtuları gereğinden fazla ciddiye aldı, hatta bu endişelere gereğinden fazla prim verdiği için bu konudaki söylemini ve siyasetlerini bile giderek, maalesef, sığınmacıyla mücadele politikalarına dönüştürdüğü halde İstanbul ve Ankara belediyelerini kaybetmekten kurtulamadı. Seçimleri kaybetmesinin sebebi asla insani sığınmacı politikaları değildi. 2019 İstanbul seçimlerinde iktidara karşı belli bir düzeye ulaşmış olan öfkenin içinde sığınmacılarla ilgili kısım devede kulak mesabesinde bile değildi. Nitekim seçimlerin iptaliyle yenilenen seçimlerde başta 12 bin seviyesinde olan fark 800 bine kadar çıkarken göçmen politikalarının bunda hiçbir rolü olmadığı aslında çok net bir biçimde görüldü. Aynı göçmen konusu 2023 başkanlık seçimlerinde yine gündemdeydi ve seçimlerin sonucunu tayin etmesi bekleniyordu ama hiç de belirlemedi, aksine Erdoğan yine seçimleri kazandı. Maalesef son yerel seçimlere gidilirken bu durum iyi teşhis edilip ayırt edilemedi. Sığınmacılarla insani ölçülerin aşılması pahasına mücadele edildiği taktirde seçimlerin kazanılacağı zannedildi. Yapılan sıkı kontrollerle büyük şehirlerimiz Suriyeli sığınmacıların sokağa çıkamayacağı hale geldi. En ufak bir kimlik tereddüdü sergileyen şahıslar otobüslere doldurularak geri gönderme merkezlerine gönderildi. Suriyeli işçi çalıştıran İstanbul'daki işyerleri kapanma noktasına geldi. Kimliğini ve şehirdeki mevcudiyetini kanıtlamakta azıcık gecikenler kendilerini geri gönderme merkezlerinde, ardından Suriye'de buldu. Seçimlere doğru gidilirken İstanbul ve Ankara'daki yabancı görünürlüğü azaltılmak suretiyle kamuoyuna (artık kimse bu kamuoyu) mesaj verilmesi hedeflendi.
Etnik ve dini faşizm dünyanın en tehlikeli toplumsal hastalıklarının başında yer alıyor. Ülkemiz ise bundan daha tehlikeli bir tehditle karşı karşıya! Faşistlerle hainler ittifak etmiş, toplumun fay hatlarına saldırıyor. Daha vahimi siyasi sebeplerle bu ihanete çanak tutan geniş bir muhalefet var. Avrupa aşırı sağa teslim. Fransa, Almanya, Hollanda ve Avusturya başta olmak üzere Avrupa kıtasındaki birçok ülkede fanatik sağcı partiler yönetimleri ele geçirmiş durumda. Avrupa'da merkez partiler bu faşizmle mücadele etmek yerine, kendileri faşist eğilim gösterdikleri için bu duruma gelindi. Maalesef ülkemizde de AK Parti dâhil merkez partilerde benzer eğilim var. Faşizme sıfır tolerans gösterilmesi gerekirken, aksine yabancı düşmanlığı yapan partilerin söylemlerine kısmen hak veren yaklaşımlar söz konusu. Bu anlayış tersine çevrilemezse ırkçı faşistler her gün daha fazla mevzi kazanacak. YENİ NESİL JÖN TÜRKLERE MÜSAMAHA GÖSTERİLEMEZ Irkçı Jön Türkler nedeniyle imparatorluk kaybetmiş bir milletiz. Yeni nesil Jön Türklere müsamaha gösterilemez. Ülkemizdeki ırkçılık, etnik ırkçılığın ötesinde özünde dini, daha doğrusu İslam karşıtlığı ırkçılığıdır. Görünürde Arap karşılığı olsa da aslında Müslümanlara karşılar. Müslüman olmayan herhangi bir etnik unsura karşı ülkemizde ırkçılık yapıldığını görmedim. Bir ara Kürtlere karşı ırkçılık vardı. O zaman Refah Partisi bölgeden yüksek oy alıyordu. Türkiye son zamanlarda ciddi bir ırkçı tehditle karşı karşıya. 2011 yılında Suriye'de başlayan katliamlar üzerine Türkiye, insani ve İslami olanı yaparak, canını kurtarmak için yollara düşenlere kapılarını açtı. Aynı şekilde daha sonra DEAŞ teröründen kaçan, Suriyeli Kürtler başta olmak üzere, yine can havliyle ülkemize sığınanları misafir ettik. ABD başta olmak üzere emperyalist devletler, Suriye'deki olaylar üzerinden başka hesaplar yaparken, Türkiye, komşuluk ve insanlık vazifesinin gereğini yaptı. Aynı zamanda Suriye'de bir terör koridoru kurulması çabalarına karşı da gerekeni yapma kararlılığını gösterdi. TÜRKİYE'DE MÜLTECİ SORUNU DEĞİL IRKÇI GÖRÜNÜMLÜ HAİNLER SORUNU VAR! 15 Temmuz ihanet girişiminin ardından vatan hainlerinin temizlenmesiyle TSK ilk harekâtı DEAŞ'ın kontrolündeki bölgeye yaptı. Fırat Kalkanı Harekâtı'yla sınırlarımızın dibindeki DEAŞ süpürüldü ve orada güvenli bölge oluşturuldu.
Müslümanların her açıdan çok üzücü bir bölünmüşlük içerisinde oldukları ortadadır. Böyle olmasaydı, Gazze'de aylardır masum Müslümanlar katliama tâbi tutulurken, iki milyarlık bir bünye bu kadar aciz kalır mıydı? Peki, neler yapabiliriz de, Müslümanlarda birlik şuurunu güçlendirebiliriz? Öncelikle şunu ifade edelim ki, sorun çok kapsamlı ve karmaşıktır. Dolayısıyla bu mesele, birkaç altın tavsiye ile hallolacak basitlikte değildir. Ancak Müslümanların birliğini ve dirliğini dert edinen kimselere düşen vazife, bu konuda fikir ve proje üretmenin gayreti içinde olmaktır. Bu meseleyi çocukluğundan itibaren dert edinen bir kardeşiniz olarak, naçizane bir kaç tespit ve önerimi özetle dikkatlerinize arz etmek isterim. Müslümanların siyâsî ve ictimâî birliğinin, dinî ve fikrî birliğe bağlı olduğuna inandığım için, bendenizin önerileri sivil dinî alanla alakalı olacaktır. 1. Evvelâ Müslümanlar olarak, “tevhîd” inancının mahiyetini iyi idrak etmemiz gerekiyor. “Tevhîd”e inandığını söyleyen kişi, özünde samimi ise; asla ikilik peşinde koşamaz. Zira “tevhîd” öyle güçlü bir inanç ve kavramdır ki, ona samimiyetle inanan kişide muazzam bir “Bir” tasavvuru oluşur. “Bir”i seven, her konuda “bir”liği sever. Bütünüyle kâinatta “bir”lik görür. Gönül ve zihin dünyasında ulaştığı “bir”lik şuurunu, hayatın her boyutunda yaşamaya ve yaşatmaya çalışır. İnsanların görüş ve yaşayışlarındaki farklılığı da müsamahayla karşılar. İkilik peşinde koşanlara acır. Şu halde, hepimizin “tevhîd” inancımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Dinî eğitim veren kurumlarımızda, “tevhîd” inancının Yaratan'a ve yaratılanlara karşı nasıl bir şuur oluşturması, ne tür bir kalp ve akıl inşa etmesi gerektiğini iyi işlememiz gerekiyor. “Tevhîd”i, ahlâk hâline getirmemiz lâzım geliyor. “Tevhîd”i içselleştiremeyen, ittihadı gerçekleştiremez. 2. Ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin; insanın fıtratı, eşya ve hadisatı anlama ve yorumlamanın zorluğu ve dolayısıyla çeşitliliği nedeniyle dinî meselelerde ihtilaflar var olmaya devam edecektir. Hikmetli Kitab'ımızda “İnsanlar ihtilaf etmeye devam edeceklerdir.” (Hûd 11/118) buyurulur. O halde, sorun ihtilafta değil, ihtilafın nasıl yönetildiğinde ve hangi boyutlara taşındığındadır. Dinin esasına müteallik olmayan meselelerde farklı düşünmek, zenginliktir. Mizaçları ve kültürleri birbirinden farklı olan insanların, bu zengin yorum birikimi içerisinden kendilerine uygun olanı seçebilmeleri, İslâm'ın evrenselliğini sağlayan büyük bir imkândır. Ancak dindeki ihtilafları, kendileri için taraftar toplama vesilesi edinen; dolayısıyla kendi mezhep ve meşrebinde aşırıya gidip, başkalarını tahkir, tadlil ya da tekfir etmek suretiyle taraftarlarını fanatikleştirenler, İslâm'ın ve Müslümanların en büyük sorunudurlar. Bunlarla, en uygun yöntemle mücadele etmek, Müslümanların temel vazifelerindendir. Bu iş için, 1918'de kurulan Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiyye benzeri sivil bir ilmî müessese kurulabilir. 3. Topluma yön verenler, liderlerdir. Bir lider, bir toplumu ıslah etmeye de ifsat etmeye de kâfidir. Hele de, sosyal medya aracılığıyla insanlara ulaşmanın son derece kolay olduğu dijital çağda; insanları etkileme potansiyeline sahip kişilerin, toplumları olumlu ya da olumsuz olarak yönlendirme imkânı son derece kolaydır. Maalesef bu sebeple insanlar; narsist kişilik bozukluğu olan, elifi görse mertek zannedecek kadar cahil ya da bilgisi arttıkça egosu azan, popülaritesi arttıkça iyice zıvanadan çıkan nice kimselerin menfi tesirlerine maruz kalmaktadırlar. Günümüzde, Müslümanların en büyük sorunlarından birisi; belki de birincisi, müspet manada liderlik yapacak din âlimlerinin kemiyet ve keyfiyetçe yetersiz kalmalarıdır.
Ülkemizin en köklü sanat kurumu hiç şüphesiz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesidir. Hem bir eğitim kurumu olarak hem de müzesiyle adeta Türk sanat dünyasının hafızası olan bir kurumdan bahsediyoruz. İstanbul Resim Heykel Müzesi içinde günlere en uygun sergilerden birini düzenlenme hazırlığında. Nuh'un Gemisi başlığıyla hazırlıkları devam eden sergide Batı Şeria'da bulunan Filistin Müzesi'yle işbirliğiyle Filistin'de kültürel alanların, özgün değerlerin, fikirlerin, sanatsal üretimlerin, kültürel ve tarihi belleğin İsrail tarafından sistematik bir şekilde yok edilişini ele alacak olan sergide Filistin'in kültürel ve yerel kimliğinin muhafaza edilmesine ve tarihi belleğin gelecek kuşaklara, -geçmişten geleceğe- aktarılmasının önemine dikkat çekilmesi hedefleniyor. İsrail her geçen gün şiddetin dozunu artırırken, uluslararası toplumu ve normları “güvenli bölge” ilan edilen çadır kente bombalar atıp bebek, çocuk, kadın, yaşlı herkesi öldürmeye devam ederken her platformda bu yaşananlara karşı çıkılması gerektiğinin önemli bir adımı bence bu sergi. Maalesef ülkemizde sivil toplumun, sanat dünyası da buna dâhil, yeterince tepki göstermediği hususunda konuya hassasiyeti olan herkes hemfikir. Bu sebeple Filistin'i gündemde tutan, Filistin'i bize anlatan, İsrail'in işlediği soykırıma karşı duran her etkinliği, her kişiyi ‘ama'sız, ‘fakat'sız sahiplenmemiz gerekiyor. FİLİSTİN DİRENİŞ SİNEMASI KÜLTÜR YOLU FESTİVALLERİNDE Şanlıurfa Kültür Yolu Festivali 25 Mayıs Cumartesi günü başladı. 2 Haziran'a kadar devam edecek festivalde çok sayıda konser, söyleşi, sergi yer alacak. Bu festivallerin şehirlere çok büyük hareketlilik getirdiğini daha önceki yazılarımda ele almıştım. Festivaldeki etkinlikler o kadar çok ki listesini yazmaya kalksam bu köşenin hacmi yetmez. Ama Filistin Direniş Sineması'ndan mutlaka bahsetmem gerekir. Şair Nabi Kültür Merkezi'nde M. Abdulgafur Şahin'in Kudüs'ün Işıkları, Nevres Ebu Salih'in Büyük Gelen Paltosu ve rahmetli Şafak Tavkul ağabeyimizin Why? (Neden?) isimli filmleri gösteriliyor.
Dünyanın kabusu haline gelen COVID-19 virüsü ülkemizde de binlerce can aldı ve bu yüzden sevdiklerimizi kara toprağın bağrına verdik. COVID-19 sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu musibet canlarımızı aldı, bizleri üzdü ama bizlere de kritik dersler verdi. Yeter ki bizler ibret almayı ve ders çıkarmayı bilelim. COVID-19 virüsünün ülkemizde ve özelde de kamu yönetiminde öğrettikleri dersler adeta birer birer unutulmaya başlandı. Halbuki her tehdit fırsatıyla beraber gelir, yeter ki tehditleri iyi analiz edip eksiklerimizi görelim ve bunu fırsata çevirmeyi bilelim. Pandemi bizlere bilginin gücünü ve saygınlığını öğretmişti Dünyaya korku salan COVID-19 virüsü nedeniyle ülkemizde de TV ekranlarında çok fazla faydalı tartışma programı yapılmıştı. Programa katılan konu uzmanı ve alanlarında çok iyi olan akademisyenlerin mütevazilikleri ve programda bağırış-çağırışların yaşanmaması mutlaka ilginizi çekmiştir. Yani konuşanın da dinleyenin de bir şeyler öğrenebildikleri programlar yapılabiliyormuş demeye başladık. Maalesef bunlardan hiçbir ders alınmadığı gibi ilgisiz alakasız kişilerin her konuda ahkam kestiği dönemler tekrar başladı. Pandemi dönemindeki programlarda yer alan uzmanların biri birlerine karşı gösterdikleri saygı ve sözlerini kesmeden dinleme adabı ile bu alanla şu hoca daha iyi bilgi verecektir tavırları bizlere çok önemli mesajlar vermiştir diye düşünürken şimdi bunlar hayal oldu. Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ayeti mucibince bilim insanlarının, neyi bilip neyi bilmediğini açıkça, gocunmadan ve çekinmeden itiraf edebildiklerine şahit olduk. Bu durum bize rehber olur diye düşünürken tekrar eski hale döndük ve istisnalar dışında ekranlar her konuda konuşma küstahlığına duçar olmuş zavallılara kaldı. Şimdi bakıyorum da meğer bu programlar sayesinde alanında uzman olan kişilerin ben bu konuyu bilmem tavırlarına ne kadar da hasret kalmışız. Konuk uzmanların biri birlerini nezaket içerisinde ve ilgiyle dinlemeleri ile dinlerken ve anlatırken bir şeyler öğrenmeye ve öğretmeye çalışmaları bizleri ciddi bir şekilde şaşırtmıştı. Bu sayede reyting uğruna birinin ak dediğine diğerinin ısrarla kara demesi ve sürekli bağırmasının ne kadar da çirkin olduğunu anlamaya başlamıştık. Demek ki karşılıklı bağrışmadan ve hakaret etmeden de konuşulup anlaşılabiliniyormuş. Şimdi bu tavırlardan eser kalmadığını görüyoruz. Birbirimizi dinlemek ve anlamak için tekrar pandemi mi olması lazım?
Derin Seinfeld S06E18 | Yedigöller bölgemiz turizmden hakkettiği kadar pay alıyor mu sizce? Cevabınızı duyar gibiyiz. Aslında duyamadık. Maalesef böyle bir aksaklık yaşanmış gşbş görünüyor.
Hafta başında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin 80. Mali Genel Kurulu gerçekleştirildi. Genel kurul kapsamında gerçekleştirilen Hizmet Şeref Belgesi Ödül Töreni'nde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu da birer konuşma yaptı. TOBB Genel Kurulu'nda her zaman olduğu üzere iş insanlarını ilgilendiren konulara ilişkin kapsamlı değerlendirmeler yapıldı. Ancak ben bugün daha önce de sizlere yazılarımda aktardığım bir konunun TOBB Genel Kurulu'ndaki yansımalarını aktaracağım. Yazılarımı düzenli takip edenlerin hatırlayacağı üzere beklenen Marmara depremi ve olası ekonomi güvenliği risklerini birkaç kez ele almıştım. Bu kapsamda ayrıca benim de yazarları arasında olduğum ve Kalkınma Odaklı Stratejik Araştırmalar Merkezi (KOSAM) tarafından yayımlanan “Bir Ekonomi Güvenliği Meselesi, Marmara-Orta Anadolu Sanayi Dönüşümü” başlıklı raporumuzdan da bahsetmiştim. Tekrara düşmemek açısından burada rakamları yeniden paylaşmayacağım ancak İstanbul, Bursa ve Kocaeli'yi kapsayan Marmara Sanayi Bölgesi'nin Türkiye ekonomisi ve hatta Türkiye'nin ekonomi güvenliği açısından ne kadar önemli olduğu aşikar. Türkiye'de ödenen toplam vergiler, yapılan ihracat ve yapılan istihdamın içindeki bölge payı bölgenin önemini anlatmak için yeterli. Maalesef bu önem eşanlı olarak bazı riskler de içeriyor. Hatta olası Marmara depreminin tüm bu alt yapıya zarar vermesi ve Türkiye'nin ekonomi güvenliğini de tehdit edecek şekilde kalıcı hasar vermesi kuvvetle muhtemel. İşte bu ihtimali göz önümüzde bulundurarak, KOSAM olarak Konya Ticaret Odası Başkanı Selçuk Öztürk'ün destekleri ile hazırladığımız raporda neden Marmara Sanayi Bölgesi'nin Orta Anadolu'ya taşınması gerektiğini teknik ve akademik gerekçelerle izah eden bir rapor hazırlayıp yayımlamıştık. Rapor yayımlanmadan önce de böyle bir ihtiyaca işaret ederek raporun entelektüel altyapısını oluşturan TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu'nun KOSAM'ı ziyaretinde raporumuzu kendisinin bilgisine sunmuştuk. Hisarcıklıoğlu da TOBB'un son genel kurulundaki konuşma
Birkaç gün arayla, İslâm coğrafyasının iki yiğit ve çilekeş evladı rahmete kavuştu. Onlardan biri, uzaya çıkan ilk Suriyeli astronot olarak bilinen Muhammed Fâris, diğeri de Yemenli âlim, mücadele ve dava adamı Şeyh Abdülmecîd Zindânî idi. 1951'de Suriye'nin Halep şehrinde dünyaya gelen Muhammed Fâris, Hava Harp Okulu'ndan mezuniyetinin ardından, Suriye ordusunda albaylığa kadar yükselmişti. 1985'te Sovyetler Birliği ile Suriye arasında yürürlükte olan bilimsel mutabakatlar çerçevesinde uzay çalışmaları misyonu için seçilen Fâris, 1987'nin temmuzunda çıktığı feza seyahati sırasında 7 gün 23 saat uzayda kaldı. Dünyaya döndükten sonra Sovyetler Birliği hükümeti tarafından Lenin Nişanı'yla taltif edilen Fâris, Suriye Hava Kuvvetleri bünyesindeki askerlik vazifesine devam etti, tümgeneral rütbesine yükseldi. 2011'de başlayan barışçıl protesto gösterilerinin Baas rejimi tarafından terörize edilmesi, hapishanelerdeki suçluların salıverilerek sokaklarda insan avının önünün açılması ve akabinde ülkenin silahlı çatışma atmosferine sürüklenmesiyle birlikte, Muhammed Fâris de ordudan ayrılarak muhaliflere desteğini açıkladı. Daha önce “Suriyeli ilk astronot” olarak Suriye yönetiminin el üstünde tuttuğu, liselerde ve üniversitelerde dersler verdirdiği ve Suriyeli gençlere örnek olarak takdim ettiği bir ismin muhaliflere katılması, rejim için büyük bir şoktu. Muhammed Fâris, benzer birçok örnekte olduğu gibi, kendisinin nokta atışı bir suikastla ortadan kaldırılacağını sezmişti. Bunun üzerine, hiç vakit geçirmeden ailesiyle birlikte Türkiye'ye yerleşti. Yaklaşık 12 yıl Türkiye'de yaşayan ve Ramazan ayında geçirdiği kalp krizinin ardından Gaziantep'teki bir hastanede tedavi altındayken vefat eden Muhammed Fâris'ten yeterince istifade edebildik mi? Maalesef bu sorunun cevabı pek müspet değil. Hem de dünyanın herhangi bir ülkesine rahatlıkla yerleşebileceği halde -sırf bu toprakları çok sevdiği için- ülkemizde kalmaya devam etmişken…
Travma etiketleri, kötü deneyimlerin toprağında açan iyi çiçekler, maalesefler ve de iyi ki'ler. Bana ulaşın Instagram @gizemdemirel info@gizemvatandost.com
FETÖ 15 Temmuz sonrası Türkiye'nin önüne gerçek yüzü ile bir cinayet şebekesi olarak çıktı. Emperyalist güçlerin Türkiye tetikçisi olarak kaza süsü verilmiş siyasi suikast, cinayet soruşturmalarının FETÖ'cü savcılar tarafından araştırılması neticesi kurgu kumpaslarla üstlerinin örtüldüğü, delillerin yok edildiği suçsuz kişilere kumpas kurularak adaletin zedelendiği ortaya çıkarıldı. Maalesef aynı yöntem ve sistem BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehit edilmesi olayında da yaşandı. Üstelik Türk milletinin sevgisi ve güvenini kazanmış Yazıcıoğlu FETÖ'nün organize bir operasyonu ile şehit edildikten sonra olaya el koyan MİT TIR'ları ihanet davasının savcısı halen FETÖ'den tutuklu Özcan Şişman ve kararlarda isimleri bulunan bazı hakim ve savcılar da Yazıcıoğlu suikastını da örttüler. Yazıcıoğlu suikast'ı da Hablemitoğlu suikast'ı ile aynı akibeti paylaşarak arka planları çözülmüş gibi görünüyorsa da sır kalan gerçeklerin çözülememesi veya çözülmemesi nedeniyle sır kalmaya mahkum görünüyorlar! BBP LİDERİ MERHUM YAZICIOĞLU'NUN ÖLÜM EMRİNİ TERÖRİST BAŞI GÜLEN ADİL ÖKSÜZ'E NEDEN VERDİ Gülen yapılanmasına dair ilk 'devletin içindeki çete' sözünü kullanan Yazıcıoğlu, 'Devletin içinde, millet imkânlarıyla kabadayılık yapan bu çetenin anasını okurum' demişti. Yazıcıoğlu'nun, Gülen yapılanmasına her zaman karşı olduğunu anlatan yazar Mehmet Koçak, olası suikast nedenleri olarak Gülen'in Özal ile birlikte kuracağı partiye Yazıcıoğlu'nun karşı çıkması, BBP yönetimine FETÖ'cüleri sokmaması olabileceğini belirterek şu bilgileri verdi: "Ölümünden önce, Gülen'in adamları Yazıcıoğlu ile görüşmek istediler. Yazıcıoğlu bana, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Gülen'in de desteklediği bir partiye kuruluşuna kendisinin de katılmasını ve Anadolu'da destek istediğini anlattı. Muhsin Bey, 'Gülen'in farklı ülkelerin istihbaratlarıyla ilişkisi var' diyerek buna kabul etmemiş. Özal'da bunun farkında olduğunu ama Gülen'in ABD yerine Türkiye'nin kullanmasını sağlamaya çalıştığını söylemiş ama Yazıcıoğlu yine kabul etmemiş. Yazıcıoğlu, Gülen cemaatinden çok eğitimli ve yetenekli isimlerin BBP'ye üye olup partiyi ele geçirmek istediklerini ama kendisinin 'Aramızda olabilirler ama yönetim kadrolarında olmalarını sürekli engelledim. Sızmalarını engellediğimi için Gülen beni sevmiyor' dedi." Koçak, Yazıcoğlu'nun Gülen ve etrafındaki isimler için kendisine "Fetullah Gülen'in bir proje olduğunu, adımın Muhsin olduğu gibi eminim" dediğini de belirtti.
Şüphesiz en güzeli, teravihi hatimle kılmaktır. Buna göre bazı camilerde cemaatin bilgisi doğrultusunda bu şekilde yani hatimle teravih kılınması tavsiye edilmelidir. Diğer camilerde ise namazın erkânına ve huşuuna riayet etmek kaydıyla cemaatin durumu gözetilmelidir. Maalesef günümüzde bazı camilerde teravih, erkânına riayet edilmeksizin süratle kılınmaktadır. Teravihin süratle kılınması bir faziletmiş gibi davranılmaktadır. Hâlbuki bu çok yanlış bir uygulamadır. Zira farz namazlar ile nafile namazlar arasında erkânına riayet edilmesinin gerekliliği açısından hiçbir fark yoktur. Her ikisinde de erkânına riayet etmek lazımdır. Erkânına ve şartlarına riayet etmeksizin namaz kılmak, günâh olduğu gibi yerine göre namazı geçersiz de kılabilir. Nafile namazın kılınmaması durumunda kişi günahkâr olmaz. Ancak nafile kılacağım diye rükün veya şartlarını ihlâl ederek kılmak kişiyi günahkâr yapar. İmâm Ebû Hanife (r.a.)'in görüşü olan “teravihte kişi her rekâtta on ayet okur” görüşü sünnete en uygun olanıdır. Zira teravihte bir kere Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek sünnettir. Her rekâtta on ayet okununca yirmi rekâtta iki yüz ayet yapar. Ramazan'ın otuz gün olduğu düşünülürse altı bin ayet eder ki böylece Kuran-ı Kerim'i hatmetmiş olur. Hz. Ömer (r.a.)'in emrettiği ise fazîlet babındandır. Bu da teravih namazında Kur'an-ı Kerim'in iki veya üç kere hatmedilmesidir. Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâi' adlı eserinde şöyle der: “Teravih namazında kıraatin son derece uzun yapılması eslafımızın (bizden öncekilerin) zamanındaydı. Zamanımızdaysa en evlâsı teravih kıldıracak olan imâmların arkasındaki cemaatin haline göre kıraati uzun veya kısa tutmalarıdır. Teravih namazı kıldıranlar cemaatin, cemaati terk etmesine sebebiyet verecek derecede kıraati uzun tutmamalıdırlar. Zira cemaati çoğaltmak kıraati uzun tutmaktan daha fazîletlidir.” (Sualli-Cevaplı İslâm Fıkhı, c.2, s.296-297)
Önceki iki yazıda da dikkat çektiğim şaşmaz gerçek şuydu: Ramazan'ın da, orucun da en temel özelliği, ikisinin de “benzersiz”liğidir… Ramazan ayını da, orucu da “benzersiz” kılan en önemli fenomen, Kur'ân'ın “bu ayda vahyedilmiş” ve bu ayın “Kur'ân ay'ı” olmasıdır. Ancak bu, meselenin yalnızca bir boyutu. Meselenin son derece hayatî bir başka boyutu daha var. Şöyle ki: Tırnak içine aldığım yancümlelerin “tamcümle”ye dönüştürülmesi gerekiyor: Ramazan'ın önemli olması, Kur'ân'ın Ramazan ayında nâzil edilmesinden ziyade, Kur'ân'ın bu ayda bihakkın hayata geçiriliyor olmasıdır. Hatta Ramazan'ın önemi, “Kur'ân” olmasıdır. Peki, ne demek Ramazan'ın “Kur'ân” olması? RAMAZAN'IN “KUR'ÂN” OLMASI NE DEMEK? Ülkemizde de, diğer Müslüman coğrafyalarda da, Ramazan ayının Kur'ân ayı olduğu özellikle vurgulanır. Bununla birlikte, önümüzde çok esaslı ve hayatî bir mesele var: Ramazan ayına da, oruca da, Kur'ân'a da, bizzat Kur'ân'ın kendi diliyle yani tefekkür ederek, tefakkuh ederek, taakkul ederek, tedebbür ederek, tezekkür ederek yaklaşmayı bütünüyle terketmiş, bu meseleleri avama ya da özellikle televizyonlardaki reyting canavarına dönüştürülen tele-teologların avamî, sığ dillerinin insafına bırakmış durumdayız. Ramazan ayının önemi, Kur'ân'ın anlamının ve öneminin en sarsıcı şekilde Ramazan'da idrak edilebileceği gerçeğidir. Başka bir ifadeyle, Ramazan, önemini ve benzersizliğini Kur'ân'ın nasıl hayata geçirileceğini bizzat ortaya koyan bu diriltici oruç ikliminin aynı anda hem bir vasat hem de vasıta olmasından ve sunmasından alıyor. KUR'ÂN ASIL, RAMAZAN USÛL'DÜR O yüzden, Ramazan anlaşılmadan Kur'ân anlaşılamaz, diyorum. Çünkü Kur'ân asıl'dır, Ramazan ise usûl: Usûl olmadan, asıl anlaşılamaz ve vusûl / varış gerçekleşmez. Ramazan'da Kur'ân her bakımdan hayata damgasını vurur. O yüzden Sünnet-i Seniyye gibi, Ramazan da, Kur'ân'ın hayata geçirilmesinin kanatlandırıcı yollarını, canlı, diriltici usûllerini sunar bize. Ramazan'ın önemi ve benzersizliği, asıl'ın nasıl hayata geçirileceğinin usûl'ünü bizzat gözler önüne seriyor olmasında gizlidir. İyi de görebiliyor muyuz bunu? Maalesef, hayır. Eğer Kur'ân'ı hakkıyla anlamakta zorlanıyorsak, işte bunun nedeni, Ramazan'ı anlayamayışımız, Ramazan üzerinde bihakkın kafa yormayışımızdır. Özür dilerim ama çok esaslı bir noktaya dikkat çekiyorum: Meselemiz, elbette ki, Kur'ân'ın anlaşılması, hayatımıza aktarılması ve Sünnet'e gidebilmektir. İyi de nasıl? RAMAZAN NİMETİNİN KIYMETİNİ BİLELİM Cevabını veremediğimiz soru bu, birkaç yüzyıldır. Benim cevabım: “Ümmîleşerek”... Çağın en dibinden en dışına... ötesine... çağlar ötesine... uzanarak: Yani Ramazan ay'ıyla buluşarak ve Ramazan orucuyla kuşanarak.
Gazze'de her gün terörist israil'in ağırlaşarak sürüyor, insani tablo felaket durumda... İnsanlar bombalardan, tanklardan kurtulduysa açlığın, susuzluğun pençesine düşüyor. Minicik canlar anestezi olmadan ameliyat ediliyor, uzuvları kesiliyor. Açlıktan ölümler başladı, sayı artarak devam edecek gibi görünüyor. Bu zulmü durdurmak, bu acıları dindirmek için doğrudan bir şey yapamıyoruz, kelimenin tam anlamıyla aciziz. Ancak dolaylı olarak yapacağımız şeyler var, bunları burada defalarca ifade etmeye gayret ettim. Yapabileceğimiz şeylerin belki de en önemlisi, konunun daima gündemin ilk sırasındaki yerini ve ağırlığını koruması için faaliyet göstermek olmalı. Maalesef bu konuda özellikle medyada büyük bir ilgi kaybı olduğu görülüyor. Dün Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas Türkiye'deydi. Sokaktaki insan olarak Mahmud Abbas'ı yetersiz, pasif görebilir, hatta bazı noktalarda davaya ihanet içinde dahi görebiliriz. Ancak devletler seviyesinde durum başkadır; meselenin önemine eş bir ağırlıkla konu gündemde yerini almalıdır. Hadiselerin en sıcak olduğu bir dönemde, böyle kritik bir ziyaret bile dün Filistin meselesinin, Gazze'de yaşanan zulüm ve acıların medyada birinci gündem maddesi olmasını sağlayamadı. Bütün gazetelerin birinci sayfalarını taradım, neredeyse hiç birinde Filistin manşet değildi, büyük bir kısmında ikinci haber bile değildi, hatta birkaçının ana sayfasında Filistin hiç yoktu. Sosyal medyada çırpınan bir grup insan var ama o kadar... Trend topic listelerinde Filistin yerini kaybetti, futbolun onda biri kadar kendine yer bulamıyor. Türkiye'de yaklaşan bir seçim var, bunun gündemde kendine bir yer bulması normal... Ancak bunun Filistin'i, Gazze'yi unutturacak hale gelmesi doğru değil, bunu kabul etmemeliyiz. Nihayetinde bu ne ilk seçim ne son, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da sayısız seçim yapılacak. Üstelik bu bir yerel seçim... Elbette önemli ama hayat memat meselesi değil! Seçim mücadelesinin çekişmeli geçmesi anlaşılır bir şey; ama iki adım uzağımızda çocukların, bebeklerin açlıktan ölüyor olmasını; bir parça yiyecek bulabilmek için sokağa çıkanların sokakta, onların getireceği bir parça ekmeği bekleyenlerin evlerinde ağır silahlarla, kitlesel tahrip için ayarlanmış bombardımanlarla katledilmesini, çoluk çocuk demeden Gazzelilere soykırım yapılmasını bir an bile unutturmamalı bize. Buna hakkımız yok, bu acıların ve kıyımların görüntülerinin her geçen
AK Parti'nin 2023 yılında açıklamış olduğu Seçim Beyannamesi'nde yer alan kamu personeline ilişkin vaatler kamu personeli ve adaylarında büyük bir heyecan uyandırmıştı. Kamu personeli ve adaylar bu vaatlerin hayata geçirilmesini dört gözle bekliyor. Kaldı ki bu vaatlerden birçoğu kamu bütçesine ilave yük de getirmiyor. KAMU HIZMETINE GIRIŞLERDE YAKINLARIN IŞLEDIKLERI SUÇLAR ENGEL OLMAYACAK Seçim Beyannamesinde; “Suç ve cezanın şahsiliği esastır. Kamu hizmetine girmede ve hizmetin sunulmasında kimse kendine ait olmayan bir suçun cezasını çekmek anlamına gelebilecek bir muameleye tabi tutulamaz. Bu anlayışla kamu hukuku uygulamalarında gerekli yasal ve idari tedbirleri alacağız.” ifadesine yer verilmiştir. Uygulamada adayların yakınlarının işledikleri suçlar nedeniyle kamuya girişlerde sorun çıkabilmektedir. Bu yönde mevzuatta herhangi bir düzenleme olmasa da uygulamada sıkıntılarla karşılaşılabilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla yapılacak kanuni düzenleme ile adayların yakınlarının işledikleri suçlardan dolayı kamuya girişlerinin önündeki engeller kaldırılmaktadır. Özellikle mülakat uygulaması olan kariyer meslekler için böyle bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu belirtmek isteriz. KAMU GÖREVLERINE GIRIŞTE MÜLAKAT UYGULAMASI DARALTILACAK Beyannamede; “Kamu görevine ilk defa yapılacak atamalarda, görevin niteliğinin gerektirdiği haller dışında mülakat usulünü kaldıracak, atamaları yazılı sınav sonuçlarına göre yapacağız.” ifadesine yer verilmiştir. Daha önceki yazılarımızda sıklıkla ifade ettiğimiz üzere kamuya girişlerdeki mülakat uygulamasının oldukça genişletildiğinden bahsetmiştik. Bu durum ise uygulamada ister istemez ciddi rahatsızlıklara ve mağduriyet algısına yol açmaktadır. Özellikle sınavların kayıt altına alınmaması ve şeffaf yapılmaması adayları rahatsız etmektedir. Beyannamede bu yönde bir açıklama yapılması oldukça önemlidir diye düşünüyorum. Bu bağlamda kamuya işçi ve memur alımında yaşanan sorunlar ve mülakatın tek belirleyici olmasını bu köşede sıklıkla eleştirmiştim. Bir yazımda; “Birçok kamu kurumu, memur alımında “Kamu Görevlerine İlk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelik” kapsamı dışına çıkmıştır. Bu nedenle KPSS B grubu kadrolara personel alımında sözlü alım yöntemi getirilmiş ve işin adeta suyu çıkarılmıştır. Sözlü alım yöntemi ile nitelikli personel seçimi yapılacağı gibi bir savunmanın ne kadar bayatladığı yaşanan süreçte görülmüştür. Yine il özel idareleri ve belediyelerin ısrarları sonucunda KPSS B grubu kadrolara memur alımına sözlü sınav getirilmiştir. Maalesef, il özel idareleri, belediyeler ve bunlara bağlı kuruluşlar ile bunların üyesi olduğu mahalli idare birlikleri ve döner sermayeli kuruluşlara ilk defa memur olarak atanacaklara ilişkin usul ve esasları düzenleyen yönetmeliğin bu haliyle ne sistem kurulabilir, ne siyasi atamalar önlenebilir, ne de liyakat merkeze oturtulabilir. Yani yönetmelik bu haliyle sadece sinek üretir ve bataklık baki kalır. Böyle olunca da her belediye başkanlığı seçiminde birçok personel diken üstünde ecelini beklemek zorunda kalmaktadır....” ifadesini kullanmıştım. Özellikle mahalli idarelere yapılan personel alımındaki mülakat uygulaması tek kelimeyle büyük bir sorun haline gelmiştir ve bu sorunun acilen çözülmesi gerekmektedir. Yine işçi alımında yaşanan sorunlar ile belediyelere alınan sınavsız sözleşmeli personel alımı da rahatsızlık oluşturmaktadır. Bunun için seçim sonucunun beklenmesine de gerek bulunmamaktadır. Bunun için mahalli idareler seçimleri öncesinde yapılacak düzenleme adaylarda heyecan uyandıracaktır.
Gören anlar. Bu aslında deve değil, piredir der. Hörgücü bile yoktur nitekim. Deve hörgüçsüz olmaz. Yine de alışkın olduğumuz bir durumdur bu. Deyim hâline gelmiştir. Abartı, mübalağa der geçeriz. Fazla büyütüldüğünü ima ederiz. Fakat bununla yetinmeyip daha ileri gidenler vardır. Sineğin kanatlarını kırarlar ve bit yaparlar. Kanat kırmakla sinekten bit olmayacağını düşünen yanılır. Saray, palas olur. Palas zaten saraydır. Hırsızlığın adı intihal. Mahkeme karar verir. Mine G. Kırıkkanat'ın “Sinek Sarayı” isimli romanı, bir başkasında “Bit Palas” olmuştur. Temyiz yolu açık olsa da pek temiz görünmemektedir. * Alıntı ile çalıntı arasındaki fark, bir ç'den ötedir. (Bunu en iyi Behzat Ç ile sevenleri bilir.) Bilenlerle bilmeyenler karışır ve bir bildiri yayınlanır. Ne anlama geldiğini yazar şöyle izah eder: “Mahkemenin gerekçeli intihal kararını takiben 124 yazarın ‘İntihalin suç sayılması yaratıcılığımıza tehdittir' anafikriyle temyiz mahkemesini etkilemek için imzaladıkları bildiri, işte bu anlamda evrensel bir utanç anıtıdır.” İntihalin intihara çok yakın olması yalnızca şekil bakımından mıdır? Bir yazar için şekilden ileri olsa gerek. Sağlık olsun deyip işimize mi bakalım? Elif demedim, be demedim. Gız ben sana ne demedim? Guş ganedi galem olsa… İSTANBUL TRAFİĞİ KİLİT Murat Kurum'un İstanbul için hazırladığı projeleri gördük. Bu vuruş, hiç de kör vuruşuna benzemiyor demiş ya adam, tıpkı onun gibi, Murat Bey'in heyecanla anlattıklarının, üç beş günlük bir hazırlığın ürünü olmadığı belli. Açıklanan her bir kalem üzerinde titizlikle çalışıldığını tahmin etmek zor değil. Her konunun üzerine ciddiyetle eğilerek kafa yorulmuş. Çözülmez sanılan problemlere ekibiyle beraber çareler üretmiş. Devasa boyutlara ulaşmış konular var. Biri deprem tehlikesi, diğeri trafik. İstanbul halkına sorunca deprem riski ikinci sırada yer buluyor, trafik en başa geçiyor. * Havaalanı trafiği Yeşilköy'den uzaklaştırıldı. Buna rağmen yoğunluk var. Murat Kurum'un açıkladığı projelerden biri İstanbul otogarını Esenler'den İhsaniye'ye taşımak. Esenler otogarı 32 yıl önce açıldı. Öncesinde Topkapı'daydı. Giriş çıkış imkânsız hâle gelmişti. Bugün Esenler de ihtiyacı karşılamaktan uzak. Orası açılırken “Şehir bu hızla büyümeye devam ederse, bir sonraki İstanbul otogarının Çorlu'ya yapılması gerekir” yazmıştık. Maalesef artık bu mübalağa olmaktan çıktı. İstanbul halkının işe gelip giderken yolda harcadığı zaman, dayanılmaz seviyeye ulaştı artık. Şehir içindeki cadde ve sokakların, araçlar için otopark olmaktan çıkarılması, çok katlı otoparkların yapılması, raylı sistemin yaygınlaştırılması gerekir. Aksi hâlde günün birinde bütün araçlar yollarda kıpırdayamaz duruma gelecek ve herkes arabasını kaldığı yerde bırakıp gideceği yere yürümek zorunda kalacak.
ABD, Irak'ı terk mi ediyor? ABD, Irak'ı terk ediyor mu? ABD, Irak'ı mı terk ediyor? ABD mi Irak'ı terk ediyor? * ABD Irak'a demokrasi getirme iddiasıyla girmişti. Dediği gibi olmadı. Geldiklerinde baktık ki yanında demokrasi yok. Yolda düşmüştü herhâlde. Demokrasi bu. Düşer mi düşer! İRAN'IN FÜZELERİ İran, etrafındaki Müslüman ülkeleri vurdu. İsrail'e kaşlarını çattı ve füzeleri komşularına gönderdi. ABD'ye parmak salladı ve füzeleri ateşledi. Füzeler sinek gibi uçuşuyor. Ne var ki füzelerin düştüğü yerdeki etkisi, sinek gibi değil. Füze dediğimiz bomba. Bomba dediğimiz ateş. Ateş dediğimiz ölüm. ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YERLER İsrail'in Gazze'de yaptıklarını bütün dünya canlı yayında izliyor. Baskı, şiddet, katliam, soykırım. Batı Şeria da İsrail'in elinden payına düşeni alıyor. Başka nereler ateş altında? Lübnan, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Yemen… Her gün biri diğerine bomba yağdırıyor. Hava durumu verir gibi, deniz suyu sıcaklığı, hava kalitesi veya rüzgâr durumunu bildirir gibi “bomba durumu” rapor ediliyor ekranlarda. Maalesef, kanıksamaya başlayanlar var artık. Sıradan görünüyor kimi gözlere. Ateşin düştüğü yerler, Müslüman ülkeler. Etrafımızdaki coğrafya. Kimlerin eli var oralarda? Baş aktör İsrail, diğerleri yardımcı oyuncu, senarist, yönetmen. ABD, İngiltere, Çin, Rusya, Fransa… İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya'ya atılan bombalardan fazlası, İsrail tarafından Gazze'ye atıldı. Bir gün mutlaka bitecek. İlelebet devam edemez. O gün çok uzak değildir inşallah.
Kosova'ya ne zaman yolum düşse, programımı mümkün olduğunca zorlarım ve İpek şehrine mutlaka uzanmaya çalışırım. İpek, –bugünkü adıyla Pec–, Üsküp-Prizren-İşkodra üçgeninin kuzeybatı kenarına yerleşmiş klâsik bir Osmanlı beldesidir. Kuzey Arnavutluk Alpleri'nin eteklerinde, Bistriça nehrinin bereketiyle dolan İpek, çarşıları ve camileriyle, adeta yüzyılların ötesinden günümüze ışınlanmış gibidir. Balkanlarda belki bu tasviri karşılayan onlarca şehir bulunabilir. Ancak İpek'i benim için derinleştiren şey, Mehmed Âkif'in babası Tâhir Efendi'nin doğum yeri olmasıdır. Temizliğe aşırı itinası sebebiyle “Temiz” unvanını alan Tâhir Efendi, gençlik yıllarında ilim talebi için Dersaâdet'e gitmiş, hayatını da imparatorluk başkentinde tamamlamıştı. İstanbul'da, Buhara'dan Tokat'a, oradan da Âsitâne'ye yerleşen Özbek asıllı bir ailenin kızı Emine Şerife Hanım'la evlenen Temiz Tâhir Efendi'nin bu izdivacından 1873'te Âkif dünyaya gelecekti. İpek'e her gidişimde, Âkif'in baba tarafından tevarüs ettiği prensipleri, yalçın dağlar misali çelik mizacını ve Balkanlarla İstanbul'un birbirinden hiç kopmayan irtibatını daha iyi keşfederim. Kosova'yla Buhara'nın İstanbul kabında yoğrulmasından Âkif gibi bir karakterin tarih sahnesine çıkması da kesinlikle tesadüf değil. Cumartesi akşam, Büyükşehir Belediyesi'nin davetiyle gittiğim Erzurum'da, Âkif'i anlatmaya tam bu noktadan başladım. Âkif'i, kalbine ve aklına suni sınırlar çizdirmeyen saf bir ümmetçi olarak hatırlamak, ülkece içinden geçmekte olduğumuz dönemde bilhassa anlamlıydı. İstiklâl Marşı'nda herhangi bir ırkın adını anmayan, İslâm'ın evrensel sembolleri hilâl ve yıldıza atıflar yapan Âkif'in kaleme aldığı metin, İslâm coğrafyasında birçok ülkenin rahatlıkla kabul edebileceği ve “millî marş” olarak benimseyebileceği bir derinliğe sahipti. Hele, Arnavut bir babanın oğlunun ciğerinden kopan şu mısralar, İslâm ümmetine hangi pencereden bakmamız gerektiğini net biçimde gösteriyordu: “Türk Arap'sız yaşamaz / Kim ki ‘yaşar' der, delidir / Arab'ın Türk ise / Hem sağ gözü, hem sağ elidir.” Peki, Âkif bu mısraları günümüzde yazmış olsaydı, sosyal medyada varlıklarını sürdüren birtakım faşist ve içi boş kafalar tarafından “Arap sevici” şeklinde dışlanır mıydı? Maalesef evet. Oysa Âkif'in bize önerdiği ufuk, İslâm coğrafyasının Batılı sömürgeci sırtlanlar eliyle paramparça edilmesinin önündeki yegâne engeli ve en sağlam reçeteyi oluşturuyor.
Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce ülkemizin önde gelen müzelerinin, galerinin web sitelerinde gezindim. 2024 yılında hangi sergilerin düzenleneceğini görmekti amacım. Maalesef neredeyse hiçbirinde gelecek sergilerle alakalı bilgi yok. Gözümüzde çok büyüttüğümüz bu müesseselerin kurumsallıktan ne kadar uzak olduğunu göstermesi açısından ibretlik bir durum. Batı'daki kurumlara bakınca durumun çok farklı olduğunu görüyoruz. Örneğin Londra'daki Tate Modern'in web sayfasını ziyaret ettiğinizde 2024 yılında düzenleyeceği sergileri tüm detaylarıyla, küratörü, sergiden öne çıkan eserleri vs, görmek mümkün. Bu bize ne söylüyor? Dikkate değer ve uluslararası bir sergi düzenliyorsanız uzun vadeli plan yapmanız gerekiyor. Niçin uzun vadeli plan yapmak gerekiyor? Örneklendirelim: Eğer dünyaca ünlü bir sanatçının sergisini düzenleyecekseniz bunların hepsini tek bir koleksiyondan temin edemezsiniz. Çünkü bu tarz eserler karma sergilerde yer alabildiği gibi müzelerde daimi sergi salonlarında da yer alabiliyor. Bu sebepten siz gerekli talebi çok daha erken tarihte bildirmeniz gerekiyor. Aksi takdirde düzenlemeyi planladığınız sergide başyapıtlara yer verme şansınız düşük olur. Londra gibi zaten her yıl milyonlarca turiste ev sahipliği yapan bir şehirde bir sergi düzenliyorsanız mümkün olduğunca erken duyuru yapmanız gerekir ki o şehri ziyaret edecek olan turistler bu konuda bilgi sahibi olabilsin ve şehirde geçirecekleri kısıtlı zamanı buna göre planlayabilsinler. Türkiye'de hiç şüphesiz 2024 yılında düzenlenecek en büyük sanat etkinliği 18. İstanbul Bienali olacak. Bienal kendi başına büyük bir ilgi kaynağıyken 18. edisyonda yaşanan “küratör krizi” ortaya çıkacak sonucu daha fazla merak etmemize neden oldu. Son olarak bienal direktörü Bige Örer'in de, yaşanan “küratör krizi”yle alakalı olmasa da, ayrılması merakları daha da çekiyor.
Büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar, ne de sükûnet! Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların (Meiji devriminin başlangıcından beri) o kadar methedilen terakkîlerini biz de yapabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz.” Sultan II. Abdülhamid, 33 yıllık uzun saltanatının özeti mahiyetindeki bu cümleleri sarf ederken, aslında Türkiye'nin kaderine dair en esaslı tespitlerden birini de tarihin kayıtlarına geçiriyordu. Avrupalı sırtlanların geçiş yeri... Herhalde içeride ve dışarıda yaşanan onca şeyin, atlatılan badirelerin ve çekilen sıkıntıların hepsini toplasak, sebep hanesine bu ibareyi yazmak yeterli olurdu. Yüz küsur sene önce geçerli olan ölçüler, bugün de -belki hatta daha fazla biçimde- geçerli ve gündemimizde. Türkiye'nin neyi temsil ettiğini, bölgemizde ve İslâm dünyası içinde nerede durduğunu, dışarıdan bakanların bizde ne gördüğünü kavramak, geleceğe en sıkı biçimde hazırlanmanın da başlangıç noktasını oluşturuyor. Bunu anlamayan insanların ağzından duyduğumuz şu türden cümleler ise, içerideki imtihanımızın bir başka boyutu: “Bizim Ortadoğu'da ne işimiz var?” Cümleye farklı coğrafyaların isimlerini yazarak, ifadeyi sonsuz biçimde değiştirebilirsiniz. Mantık aynı olduğundan, netice de fark etmeyecektir. Hepsinde niyet aynı yere çıkıyor: İslâm coğrafyasıyla ve Müslümanlarla zinhar aynı kareye girmek istemeyen, zihninden ve kalbinden oraları çoktan söküp atmış, İslâm'ı ve Müslümanları her türlü kötülüğün, geriliğin ve utancın kaynağı olarak gören bir zihniyet bu. Böyle bir bakış açısını mantıklı ve makul bir zeminde ikna etmek de maalesef mümkün görünmüyor. Kendimizi ve gelecek nesillerimizi korumaya odaklanacağız. Geçtiğimiz günlerde, Âkif'in “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor” dizelerinde anlattığı o tertemiz evlatlarımızdan 12'si şehadete yürüdüğünde, Türkiye içinden bazı kesimlerin başlattığı çirkin bir “şehadet” tartışması, bu durumun en güncel ve pratik tezahürü oldu. Şehit ailelerine galiz biçimde saldıranların yanında, şehitliğin bizatihi kendisine kin kusanları da gördük. Dillerinde terörün tanımı bile belirsizleşmiş sosyal medya maymunlarının kanaat önderliğine soyunduğu ülkemizde, bizi biz yapan her türlü değere savaş açan bir karakter yapısıyla karşı karşıyayız.
Cesur Münevverler Çıkmadı, Bari Bugün de Bir Emile Zola Olsaydı!.. *Keşke günümüzde de entelektüellerden Dreyfus Davası'ndaki Emile Zola'nın yiğitliği gibi ki aslında bizim tarihimizde öyle binlercesi vardır ama bu konu açılınca ilk planda batıya bakmanın neticesi olarak o akla gelir bir yiğitliği gösterenler olsaydı. İnsan ne kadar arzu ederdi, alnını yere koyan, secde eden insanlardan bir kaç tanesi, en azından Mekke'deki müşrikler gibi, binlerce ailenin yüreğini sızlatan, binlerce insanı vazifelerini yaptığından dolayı gadre uğratan zalimler güruhuna karşı “yeter artık” falan deyip entelektüelce bir tavır sergileseydi, samimi bir ses yükseltseydi, herkes dilsiz şeytanlık durumuna düşmeseydi, keşke!.. İnsan ne kadar arzu ederdi!.. Ahiretlerini kurtaracaklardı. Maalesef aynı cürmün cezasını paylaşacaklar; birileri cürüm işleyerek, diğerleri de cürüm karşısında sessiz kalarak o cürme iştirak ettiklerinden dolayı, o cürmün cezasını müşterek olarak çekecekler öbür tarafta. Ve yine bizim canımız yanacak, onları öyle gördükçe, yüreğimiz sızlayacak; ciğerimize zıpkın saplanmış gibi bir acı duyacağız. Cenâb-ı Hak tez zamanda aklını yitirmiş kimselerin tutulmuş akıllarının zincirlerini, bağlarını çözsün, doğruyu göstersin, hakiki imana ulaştırsın, zulümden vazgeçirsin. *O üç insanla boykota son verildi ama işkence ve çileler bi'set-i seniyyenin on üçüncü senesine kadar öyle devam etti. “Acaba algı operasyonlarıyla bu insanları inandıkları şeyden vazgeçirebilir miyiz? Haydi bir fasıl daha, haydi bir fasıl daha!..” Kullanmadıkları argüman kalmadı: İnsan öldürmeden alın da, mahrum etmeye, zincir vurmaya, bir kaç günde sadece bir su sunmaya… kadar işkencenin en utandırıcılarını yaptılar. Fakat hiçbir Müslümanı sindiremediler . *Ashab-ı Kiram eziyet ve işkencelere boyun eğmedi zira onların insibağı çok güçlüydü. Sanki Allah (celle celaluhu) İnsanlığın İftihar Tablosu'nu hususi bir donanımla gönderdiği gibi, O'na hakiki ümmet olabilecek o babayiğitleri de hususi O'nun için hazırlamış. Bu açıdan da sahabeyle kimse boy ölçüşemez. Cenâb-ı Hak bizi onların arkasından yürüyenlerden eylesin. Bu video 26/04/2015 tarihinde yayınlanan “En Büyük Tehlike ve Boykot” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Terör devleti İsrail, Filistin'de katliamlarına devam ederken, iç politika yazısı yazmak içime sinmese de İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'in dile getirdiği “fuhuş” meselesini es geçmek mümkün değil. Zira dillendirilen konu çok önemli, dillendiren kişi ise daha da önemli. Önce Akşener'in neyi iddia ettiğini hatırlayalım: “Oteli olan polis müdürleri var. O otellerde fuhşun ötesi, öksüz kızlar çalıştırılıyor. Bunlara karşı olduğumuz için, bunlara göz yummadığımız için İYİ Parti'ye psikolojik harp uyguluyorlar. Ama karşılarında rahmetli Teoman Koman'ın talebesi var” dedi. Bu iddiaları herhangi bir siyasetçi dillendirseydi, siyaset denir geçilirdi. Bunları dillendiren Akşener olunca üzerinde uzun uzun düşünülesi gerekir. Hele hele “Teoman Koman'ın talebesiyim” ifadesiyle bunların dile getirilmesi ayrıca düşündürücü. Meral Akşener, 2002 yılında AK Parti'nin kuruluş toplantısı için Afyon'a giderken, kendisine hatırlatılan bir görüntü üzerine yoldan geri döndü. Onun için Meral Akşener'in böyle konularda yaptığı açıklamaların arkasını iyi irdelemek lazım. Dünyada ve Türkiye'de siyaseti belden aşağı görüntülerle dizayn eden bir güç var. Bu güç ne yazık ki kadın istihdam ediyor! Eski bir İçişleri Bakanı Meral Akşener'in bu konuyu iyi biliyor olması gayet doğal. Bir dönem Fetullahçıların içinde yer alan Çetin Acar, çatı davada tanık olarak verdiği ifadede, “FETÖ, 3 bin kişilik fuhuş ordusu kurmuştu. Ben bunu duyduğumda ölesim geldi. Bunlar bakanların, milletvekillerinin, generallerin koynuna sokuluyordu ve kayıt altına alınıyordu. 'Zehra' isminde bir 'fahişe imamı' vardır. Okumaya gelen bin civarında kişi, Gülen'in evinde fahişe olarak kullanılıyordu” demişti. TEOMAN KOMAN VE FETÖ BENZER YÖNTEMLER KULLANDI Teoman Koman'ın MİT Müsteşarlığı yaptığı dönemde de benzer yöntemler kullandığı bilgisi var. Aynı şekilde, Fetullahçı teröristlerin emniyeti ellerinde bulundurdukları dönemlerde benzer yöntemlerle onlarca siyasetçiyi, iş adamını, bürokratı örgüte köle yaptıklarını biliyoruz. Deniz Baykal'a kurulan kumpasta Fetullahçı polislerin başrol oynadıkları mahkeme kayıtlarında yer alıyor. Deniz Baykal'a yakın isimlerin telefonları dinlenmiş, emniyetin imkanlarıyla teknik takipler yapılmış ve evlere kayıt cihazları yerleştirilmişti. Elde edilen görüntülerin neticesinde Türk siyaseti dizayn edildi. Aynı şekilde MHP başta olmak üzere başka partiler ve siyasetçiler hedef alınmış. Maalesef bu olaylarda kullanılan kadınlarla ilgili hiçbir soruşturma açılmamış, bu kadınlar kimdir, necidir araştırılmamış...
Farkındalığı olan gözler dikkat çekmeye gayret ettiler ama Amerikan uçak gemileri Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından, ‘hayırdır?' mealinde bir konuşmayla kamuoyuna yansıtılana kadar, ancak sıradan bir haber olarak medyada yer bulabilmişti kendine... Şimdi benzer durum, ‘Ohio sınıfı nükleer denizaltı' ile yine nükleer kapasiteli B-1 bombardıman uçaklarının bölgeye sevki ve-dahi CENTCOM'un emrine tahsis edilmesiyle yaşanıyor... Sayıları yüzlerle ifade edilen savaş uçaklarını ise artık kimsenin gördüğü yok... Bu gövde gösterisinin tersine, Batı/ABD diplomasisinin nasıl tık nefes kaldığı, itibar ve etkisinin kesildiği de neredeyse elle tutulur halde izlenebiliyor. Bu tehlikeli bir karışım! YAYILMA RİSKİ HÂLÂ BÜYÜYOR... Maalesef, biz daha Gazze'de yaşanan insanlık dramının utancını yüzümüzden silemeden, tüm bölgeyi bir alev kapanının içine çekecek savaşın pişirildiğine yönelik tez güçlenerek devam ediyor... Washington ve Londra'ya göre, başta İran, bölgede ‘yoldan çıkmış' kimi ülkeler, Hizbullah, Hamas, vb. örgütlerle ilişkisini saklama gereği dahi duymadan sahaya basmaya devam ediyor... Lübnan ve Suriye'ye yönelik İsrail-ABD ortak atakları ise Ankara'dan da çok dikkatle izleniyor. Çünkü kıvılcımın buradan/buralara sıçrama ihtimali daha yüksek. Perşembe günü Cumhurbaşkanları seviyesinde gerçekleşen Ankara-Tahran buluşmasında hepsinin konuşulduğu açık... Nitekim Cuma günü İran Dışişleri Bakanı, Katarlı mevkidaşına, “Savaşın genişlemesi kaçınılmaz” deyiverdi... Lübnan ve Suriye'nin önemi, İsrail'in bu bölgeleri tıpkı Gazze'deki gibi kendi ulusal güvenlik ve geleceğine ilişkin ‘değişecek haritanın' parçası olarak görmesidir... ABD-İSRAİL ORTAK YAPIMI?..
Allah aşkına; bari bir teheccüd, bir hâcet duası!.. *Dünyevî olduğumuzdan dolayı yer yer dünya ilelmerkez cazibesiyle bizi bağrına çekebilir. Fakat hemen bir tezekkür, tedebbür ve tefekkürle kendimize gelmeli; yeniden o urve-i vüskâya, kopmayan urgan mı, halat mı, zincir mi diyelim, işte ona sımsıkı sarılmalıyız! Maalesef bazılarımız Allah karşısında durumunu her zaman ayarlayamama gibi bir olumsuz tavır sergilemekte ve başkalarına da kötü örnek olmaktadırlar. *Sadece Türkiye perspektife alınsa dahi bence vicdanı ve muhakemesi olan insanlar gözyaşı dökerler. O mübarek Anadolu insanını seven, gönlüyle ona bağlı olan ve onun potansiyel gücünü gaye-i hayallerini gerçekleştirmek için yeterli bir güç, bir dinamizm sayan insanlar hâlihazırdaki manzara karşısında yirmi dört saat ağlasalar, yine de işin hakkını vermemiş sayılırlar. *Otursun kalksın, ağlasınlar! Allah aşkına, hiç olmazsa bir teheccüde kalksınlar ve sekiz rekât teheccüd namazı kılsınlar. Sonra hâcet namazı kılmış gibi hâcet duası okusunlar; ellerini kaldırsınlar: “Allah, idare ediyorum diye problemler çıkaranları ıslah eylesin! Hidayet eylesin! Allah akıl fikir versin! Ve muvâzene unsuru olmaya namzet o milletimizi bir dönemde olduğu gibi muvâzene unsuru haline getirsin!” diye yalvarsınlar. “Yıldız”lar yıldızlarımızı kaydırdı, “fener”ler fenerlerimizi söndürdü!.. *Bari siz, hizmete gönül vermiş insanlar!.. Keşke yaptığınız hizmet karşılığında “Vallahî, billahî, tallahî”lerle ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir beklenti mülâhazasına, zihnen dahi olsa ilelebed girmeseniz. Zira hizmetlerini belli bir dünyevî menfaat ve çıkara bağlamış insanların kendi milletlerine faydalı olduğu hiç görülmemiştir. Siz de katiyen inanmayın!.. Parayla, villayla, yatlarla, gemilerle peylenebilecek, alınıp satılan insanlarla insanlığa kalıcı hiçbir hayır armağan edilememiştir. *Bizim yükselme ve zirvede kalma dönemlerimiz, bir büyük mürşidin beyanıyla, “Hizmette en önde, ücrette en arkada!..” bulunan yiğitler vesilesiyle gerçekleşmiştir. “Yatlar, gemiler milletin olsun; yükselen millet olsun; yıldızı parlayan millet olsun; bana bir kulubecik yeter!..” diyen insanlar sayesinde itilâ (yücelme, yükselme) dönemlerimiz yaşanmıştır!.. Yıldızlar, fenerler ve emsali saraylar bizim aktivitemizi felç etmiş, kuvve-i maneviyemizi kırmış, metafizik gerilimimizi kaybettirmiştir. Saltanat ve debdebe içinde bulunan insanların samimâne, halisâne, muhlisâne, mülhemâne Allah ile irtibat içinde millete hizmet etmeleri düşünülemez. Ben vallahi buna inanmıyorum. Siz inanırsanız buna, safderunluk etmiş olursunuz. İnanmayın!.. İnandığınız ölçüde zannediyorum onlardan ihanet görürsünüz. Bu video 02/08/2015 tarihinde yayınlanan “Yürekler Acısı Dünya ve Diriltici Ruh” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada:https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Adem Yavuz Arslan | Maalesef bunlar daha iyi günlerimiz! | 15.09.2023 by Tr724
“Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” (Talibî) Zannediyorum işte orada tökezliyor, hata ve kusurlarımıza insaf nazarıyla bakmıyoruz. Hâlbuki kendi noksanlarımızı görmemiz, onları gidermemiz adına çok önemli bir husustur. İnsan, eksiğini gediğini görmüyorsa, kendisiyle yüzleşmiyor/yüzleşemiyorsa, kendinde kusur bulunduğunu kabul etmiyorsa, o hiçbir zaman irfana eremez, kendi kusurlarını göremez. Kendi kusurlarını görmeyenler de günümüzde olduğu gibi başkalarında kusur arar dururlar; sürekli başkalarına ok atar, onları yaralarlar. Günümüzün Harûrîlerinin de düşünceleri, dilleri, elleri kanlı!.. *Hadis kitaplarında “Kitabü'l-fiten ve'l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almaktadır. “Fiten” kelimesinin tekili (müfredi) olan “fitne”nin imtihan, meşakkat, sıkıntı, bela, musîbet, rezalet ve azap gibi mânâları vardır. Zamanla bu kelime küfür, günah, ihtilâf, düşmanlık, rüsvaylık ve fısk gibi her türlü kötülük için kullanılmaya başlamıştır. Melâhim ise; melhame kelimesinin çoğuludur; melhame, savaş meydanı demektir. Hadis kaynaklarında “fiten ve melâhim” başlıkları altında, ileride gelecek olaylardan, özellikle âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmiş; bunlara karşı müslümanın nasıl tavır takınması gerektiği belirtilmiştir. *Hâricî (Harûrî) fitnelerinin daha sonra neleri netice vereceği o gün kestirilemediği gibi, bugünkü fitne ve fesat şebekelerinin, fitne ve fesat tohumlarının da ne zaman neşv ü nemâ bulacağı, toplumu daha korkunç şekilde nasıl karşı karşıya getireceği, vuruşturacağı belli değil. Maalesef, ağızlardan adeta kan dökülüyor; bakışlar kinle nefretle bakıyor; yürekler kinle nefretle atıyor. Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir!.. *Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek mesabesindedir! Kur'an diyor bunu; bir insanı öldürenin, potansiyel olarak başka insanları da öldürebileceğini vurguluyor. Bu açıdan, bir cinayet bin cinayet demektir. Fakat gördüğünüz gibi günümüzde millet gözünü kırpmadan bu şenaatleri, bu denaetleri, bu cinayetleri irtikâp ediyor. *Bir hadis-i şerifte, “Âhir zamanda yaşları küçük, akılca kıt birtakım gençler zuhur edecek. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur'an'ı okurlar. Fakat imanları, gırtlaklarından öteye geçmez.” buyurulmakta; böyle insanların yaşadığı devir, “Ölen ne için öldüğünü bilmeyecek, öldüren de neden onu öldürdüğünü bilmeyecek!” sözüyle anlatılmaktadır. *Bazı kimseler el ayak hareketleri yapıyor, yalan söylüyorlar. Bir zümre başka bir zümreyi taklit ediyor, onun işaretini kullanıyor; suçu onlara atmak istiyor. Başka bir densiz, kendini bilmez, yeni yetme de şimdiye kadar karıncaya basmamış insanlara kendi yaptıkları şenaat ve denaetleri nispet etmeye kalkışıyor. *Bu kötülükleri yapanlar, o yobaz, alabildiğine şuursuz, şeklî Müslümanlığa bağlanmış Harûrîlerden, Hâricîlerden daha vahşi, Yezid'den daha vahşî, Haccâc'dan daha vahşidirler.
Müslümanlık adına öyle bir fakr u zaruret yaşıyoruz ki hiç sormayın! Müslümanlık açısından dilencilerden daha fazla dilenciyiz. Maalesef böyle bir ortamda neşet ettik! Buna rağmen Allah'ın verdiğine hamd u sena olsun! Binlerce hamd u sena olsun ki küfür gayyasına yuvarlanmadık, rüşvet almadık, haram yemedik, saraylara dilbeste olmadık; evlatlarımızı, eşlerimizi, çoluk çocuklarımızı, torunlarımızı kayırma ve yakınlarımızı kollama sevdasına düşmedik!.. *Hazreti Esved, ruhunun ufkuna yürüdükten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvetle aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. *Hakiki kulluğu Esved bin Yezid gibi büyüklerin anlayışında aramak lazım!.. Şeklî Müslümanlıkla iktifa etmemek lazım!.. Şekilde, surette ve kültür Müslümanlığında takılıp kalmamak, marifet adına hep “Daha yok mu?” demek ve sürekli derinleşme peşinde olmak lazım. *Bir kudsî hadiste “İki korkuyu cem etmem, iki emniyeti de birden vermem” buyuruyor Allah (celle celalühu). Korkusunu dünyada yaşamış, burada o hissesini kullanmış insanlar, öbür tarafta öyle bir şeye maruz kalmazlar. Burada sere serpe, hep emniyet ve güven içinde yaşayan, “Şu villa senin, bu villa benim; şu saray senin, bu saray benim!” deyip ömrünü hep bohemce zevk u safada geçiren insanlar, korkuyu ötede duyarlar. “Keşke falanı dost, rehber, serkar edinmeseydim!” deyip inleyecekler!.. *Korkuyu ötede yaşayacak olan insanlar “keşke”lerle inleyecekler. İnleyecek, parmaklarını ısıracak ve şöyle diyecekler: “Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur'ân'dan) beni o uzaklaştırdı.” (Furkan, 25/27-29) *Evet böyle feryat edecekler: “Keşke falanların arkasına düşmeseydik, filanları desteklemeseydik, falanların yalanlarına, iftiralarına inanmasaydık; hiç olmazsa medenice, entelektüelce başkaldırsaydık, ‘Yeter artık!' deseydik, nankörlük yapmasaydık…” Böyle diyecekler ama bu yakarışları bir fayda vermeyecek. *Ne acıdır ötede böyle bir nedamete düşmek: “Beni yoldan çıkardılar: Villalar verdiler, insanlığımı satın aldılar. Paralar verdiler, ahsen-i takvime mazhariyetimi satın aldılar, Allah'la münasebetimi satın aldılar, Efendimiz'le münasebetimi satın aldılar. Yalanlarla beni kandırdılar, vadettikleri şeylerle başımı döndürdüler, bakışımı bulandırdılar da doğru yolu bıraktım ve ben de onların arkasına düştüm; yanlışlarında bile onları alkışladım, baştacı ve serkar yaptım, arkalarından gittim; gittim ama kendime ettim!..” Böyle inleyecekler ama oradaki pişmanlık hiç fayda vermeyecek. Bu video 20/09/2015 tarihinde yayınlanan “Yüce Hedefe Kilitli Ruhlar” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Soru: Son senelerde özellikle bazı marjinal gruplar Türkiye'de misyonerlik faaliyetlerinin arttığını ve ülkenin elden gitmekte olduğunu dillendiriyor ve adeta din ve vatan sevgisini yanlış yorumlayan bir kısım saf kimseleri tahrik etmeye çalışıyorlardı. Nitekim, güzel vatanımız bu tahrikleri akla getiren ard arda cinayetlerle sarsıldı. Maalesef, geçen gün bu silsileye çok kanlı bir halka daha eklendi. Olup biten bu hadiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz? -Malatya gibi güzel bir ilimizin adını çok çirkin şekilde gündeme getiren bu hadise düpedüz bir terördür! (00.44) -Bir mü'min, mü'min olduğu halde cinayet işleyemez. (02.08) -Dinimizde böyle bir vahşetin yeri asla yoktur! (04.07) -Bizim tarihimizde de böyle bir vahşilik mevcut değildir; aksine, “Ben Salahaddin'den insanlık öğrendim!” diyen düşman komutanı gibi, gayr-i müslimler bizim genel ahlakımızın destanını kesmek zorunda kalmışlardır. (05.10) -Bazıları sırf hasetlerinden, bazıları da hıyanet düşüncesiyle diyalog faaliyetlerine karşı çıktılar; hatta diyalog yolunu benimseyen samimi mü'minleri kilise evleri açmakla, İncil dağıtmakla ve misyonerlere yardım etmekle suçladılar, olmadık iftiralarda bulundular ve böylece bazı safdil kimseleri kışkırtmaya çalıştılar. (07.23) -İslam'ı terkedip Hristiyan olanlar gerçekten çok mu? Bu konuda resmi raporlar ve anketler ne diyor? (08.36) -Devletimiz hem ülkemizin hem de dinimizin itibarını korumak için içimizdeki azınlıkların korunması adına her türlü tedbiri almak zorundadır. (10.31) -“Derin”lerdeki kan dökme meyli (11.13) -Türkiye sevgisi nasıl olmalı? (13.25) -Utansın Efendimiz'i mahcup edenler!.. (15.09) -Aynı zamanda, böyle bir cinayet, yurtdışında yaşayan bütün vatandaşlarımızı tehlikeye atma manasına gelen büyük bir cürümdür! (15.39) -İncil dağıtılmasından rahatsız olan (!) kimseler muhataplarına Kur'an'ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu'nu anlatmayı hiç denediler mi acaba? (17.54) -Diyalog yolu en katı kimselerin bile gönlüne girmek için yegane köprüdür; kendi değerlerine güvenenlerin başka dinlerin temsilcileriyle biraraya gelmekten korkmaları düşünülemez. (18.58)
Farkına varalım ya da varmayalım hayatımızı yönlendiren en büyük güç sahip olduğumuz inançlar. Maalesef ki bu inançlar çoğu zaman bizi kısıtlıyor. Görünmeyen bir el gibi bizi sabote ediyor. Peki bu inançların nasıl farkına varabiliriz? Üç aylık paketlerde geçerli %30 indirim kazanmak için Kodumuz: 30yani Meet2Talk'u keşfetmek için: http://bit.ly/3WLWMRI Bölümün videocast haline birkaç gün sonra https://www.youtube.com/@BuMuYani linkiyle youtube'dan erişebilirsiniz. Ayrıca "katıl" butonundan bize destek olarak üyelere özel içeriklere de göz atabilirsiniz. Instagram: https://www.instagram.com/bumuyanipodcast/ Twitter: https://twitter.com/bumuyanipodcast İletişim: bumuyanipodcast@gmail.com Bu podcast justwork stüdyolarında kaydedilmiştir.
Zekât verilmeyince, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle zâyi oluyor. Toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana geliyor. Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar iyice kopuyor. Sosyal ihtilaller tarihine baktığınız zaman, asırlarca Avrupa'da kapitalistlerle işçi sınıfı arasında yaşanmış mücadeleleri görürsünüz. Bu iki zümrenin birbirinden kopması, aralarındaki bütün köprülerin yıkılması ve tarafların birbirine düşman haline gelmesi, Doğu'da ve Doğu'nun da doğusunda bir kısım felaketlere sebebiyet verecek şekilde çok farklı sistemlerin oluşmasına yol açmıştır. İki sınıf arasında, Hazreti Pir'in ifadesiyle, yukarıdan aşağıya hep baskı olmuştur; aşağıdan yukarıya da mızrak sallama, top atma, gülle fırlatma ve düşmanlık duygularını coşturma gibi şeyler vuku bulmuştur. *Hazreti Üstad, zekât müessesesinin işletilmemesinin neticesini şu sözlerle ifade eder: “Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şâhidler mevcuddur.” (İşaratü'lİ'caz, Sayfa 49) Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmali, sadece musibeti değil, gazap ve kahrı da celb eder! *Bilindiği gibi hac ibadeti Müslümanlar arasında yapılan yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Hac vazifesini eda edenler, aynı zamanda âlem-i İslâm'ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor olma şuurunda bulunsalar, haccın teşriindeki çok önemli esaslardan birini daha yerine getirmiş olacaklardır. Fakat maalesef zamanımızda bu kongrede, eda edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi lazım gelen meseleler gözetilmediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez. *Hacdaki ihmalin ve onun cezasının büyüklüğüne dikkat çeken Hazreti Üstad, şöyle buyurmaktadır: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü'z-zünub değil, kessâretü'z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.” Her ibadetin pek çok hikmeti ve her muâmelenin de taabbudî derinliği vardır. *İslam'da amelî hükümler, ibadetler ve muâmelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah'a yakınlık kazandıran ve şekli/esasları Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muâmelât ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. *Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah'tan beklemeli... Bu video 13/12/2015 tarihinde yayınlanan “İbadetlerin İhmali ve Savaş Endişesi” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Maalesef 6 Şubatta gerçekleşen depremin etkileri çok yıkıcı oldu, bu süreçte bizler de ne kadar fazla eksiğimizin olduğunu anladık. Bu süreçte belki işleri biraz daha doğru yapmamızı sağlayacak, zor durumda olan insanlarımıza belki biraz daha faydalı olabilecek uygulamaları ve web sitelerini derlemeye çalıştık. Bizlerin gözünden kaçmış olan güvenilir uygulamaları ve web sitelerini yazarsanız onlara da yer vermemiz daha faydalı olacaktır. "https://youtu.be/KM7k0N7sXOI" Youtube adresindeki videomuzda yer alan TURKIYE EARTHQUAKE RELIEF FUND üzerinden yapacağınız Yardımlarınız Ahbap, ACEV, TOG, İhtiyaç Haritası, TEGV gibi çeşitli sivil toplum kuruluşlarından oluşan bir şemsiye platform olan Afet Platformu'na gidecek. Eskişehir'de yer alan merkezlere yardımlarını ulaştırmak isterseniz araçlarımızla gelip sizden yardımları alabiliriz. Bize Ulaşmak İçin : istatistikveanaliz@gmail.com Afet Bilgi : https://www.afetbilgi.com AFAD Acil Çağrı Aplikasyonu : https://play.google.com/store/apps/details?id=tr.gov.icisleri.afad&hl=tr&gl=US&pli=1 https://apps.apple.com/tr/app/afad-acil-çağrı/id1579326930?l=tr AHBAP Deprem Güvenli Noktalar Haritası : https://www.google.com/maps/d/u/0/viewer?mid=1aQ0TJi4q_46XAZiSLggkbTjPzLGkTzQ&ll=37.06301742072887%2C37.28739713964324&z=9 Web sitemizde de sizlerin yorumları ile eklenmiş ve faydalı olabilecek tüm uygulama ve web sitelerine yer vermeye çalıştık: https://akademiklink.net/depremde-bilgi-kirliligini-onleme-amacli-kullanisli-siteler/
Geçtiğimiz hafta Çin'e ait bir balonun ABD hava sahası üzerinde uçması hadisesini izledik. Bu olay Çin'in Casus Balonu olarak takdim edildi. Hatta bilen bilmeyen konuştu. “Çin neden balonla casusluk yapıyor, Çin çok akıllı bir hamle yaptı, Joe Biden çaresiz bırakıldı, ABD'nin Filipinlere 4 askeri üs açma anlaşmasına bu bir karşı hamle mi, bu çerçevede ABD ve Çin tarafından dünya daha da gerilecek mi, Pasifik'te savaş zamanı yaklaştı mı,” diye çoğu gereksiz ve bir kısmıyla saçma fikirler ileri sürüldü. Her şeyin ötesinde bu olayda ne denli bilgisiz hareket edildiği de görüldü. Tam bir vakıa analizi (case study)! Üstüne üstlük bu konuya ideoloji karıştıranlar bile oldu. Maalesef buradaki abartı o denli ilerilere taşındı ki!.. Bir bakalım o vakit, daha fazla spekülasyona meydan bırakmamak adına.
Yalanın bu kadar rahat söylendiği, doğru söyleyenin bu kadar rahat harcandığı bir dönem... Hayaldi gerçek oldu. Maalesef... #siyaset #ekonomi Jenerik müziği: Rahman Altın
Tarih 13 Mart 1992 günlerden cumaydı. Saatler 19:08'i gösterdiğinde Erzincan'da bir büyük bir deprem meydana geldi. Deprem 6,8 şiddetinde idi. Bu deprem Erzincan'da meydana gelen altıncı büyük depremdi. Maalesef depremde 653 kişi öldü. 3850 kişi de yaralandı. Binlerce bina esi yıkıldı veya hasar gördü. Depremden hemen sonra kurtarma çalışmaları başladı. Depremden mucizevi şekilde kurtulanlar vardı. Bunlardan biri de Nurcan Eraslandı. Nurcan Eraslan o zaman 22 yaşındaydı. Bir hastanede hemşire olarak çalışıyordu. Deprem olduğunda hastanenin beşinci katındaydı. Depremde binlerce bina ile birlikte hastane de yıkıldı ve Nurcan enkaz altında kaldı. Depremden sonra arama kurtarma ekipleri Nurcan hemşireye tam 9 gün sonra enkaz altından çıkardı. Bu süre boyunca Nurcan sadece yağmur suyu içerek hayatta kalmayı başardı. Nurcan hemşireye hemen hastaneye götürdüler. Tedavisi günlerce sürdü. Böyle bir afetten ucuz kurtulmuştu. Hayat her şeye rağmen devam ediyordu.
Susam hayatımızın tam içinde. Mutfaklarda çok kullanmasak ta susamsız tek bir günümüz geçmiyor. Simit susamsız düşünülemez. Hepimizin can yoldaşı simit bazı bölgelerde susamsız olarak da yapılsa bile susamlı çeşitleri en sevdiğimizdir. Susam kâh ekmeklerde pidelerde karşımıza çıkar, kâh tahin olarak helvanın içine girer. Eskiden yağı da kullanılırmış. Susam hasadı yeni bitti. Maalesef yerli susam tehdit altında çünkü yetiştirilmesi çok zahmetli bir ürün. Susamı çok kullanmamıza rağmen ülkemizdeki ekimi giderek azalıyor, ithal susam türleri piyasaya hâkim oluyor. Oysa susamın tarih boyunca Anadolu topraklarında çok eski bir geçmişi var. Susam yağı ve tahin de Antik dönemde Finike bölgesinin susamı Atina'da çok aranır ve kıymetli kabul edilirmiş. Masal tadında susamlı hikayeler bu haftanın kayıtlarında!
Susam hayatımızın tam içinde. Mutfaklarda çok kullanmasak ta susamsız tek bir günümüz geçmiyor. Simit susamsız düşünülemez. Hepimizin can yoldaşı simit bazı bölgelerde susamsız olarak da yapılsa bile susamlı çeşitleri en sevdiğimizdir. Susam kâh ekmeklerde pidelerde karşımıza çıkar, kâh tahin olarak helvanın içine girer. Eskiden yağı da kullanılırmış. Susam hasadı yeni bitti. Maalesef yerli susam tehdit altında çünkü yetiştirilmesi çok zahmetli bir ürün. Susamı çok kullanmamıza rağmen ülkemizdeki ekimi giderek azalıyor, ithal susam türleri piyasaya hâkim oluyor. Oysa susamın tarih boyunca Anadolu topraklarında çok eski bir geçmişi var. Susam yağı ve tahin de Antik dönemde Finike bölgesinin susamı Atina'da çok aranır ve kıymetli kabul edilirmiş. Masal tadında susamlı hikayeler bu haftanın kayıtlarında!
Merhaba dostlar. Bir süredir ara verdiğimiz podcast'lere fırsat buldukça devam edeceğimizi söylemiştim. Bu podcast'i Amerika'dan kaydediyorum. Buradaki saat farkının en büyük faydalarından biri de bazı işlere odaklanmak için kimsenin rahatsız edememesi. Ben uyandığımda siz uyuyorsunuz, siz uyuyorsunuz ben uyanıyorum. Arada 10 saat var. O nedenle podcast içeriği üretmek için güzel fırsat vardı, değerlendireyim dedim. Bu içerikleri takip ettiğiniz platformlara abone olur ve sosyal medya hesabınızdan veya değerlendirme göndererek destek olabilirsiniz. Dilerseniz, ilk başlıkla hemen başlayalım. İlgili konuların linklerini de podcast'in yayınlandığı bölümün açıklama kısmında bulabileceksiniz. https://shiftdelete.net/2-nesil-apple-ar-vr-baslik-ile-ilgili-yeni-iddiaKoumuz, sanal gerçeklik. Aslında bizzat yerinde izlediğim WWDC 22'de bizim beklentimiz, Apple'ın sanal gerçeklik ürünlerini duyurması idi ama maalesef olmadı. Maalesef diyorum, herkes bu alan hakkında konuşuyor. Yenilikçiyim diyen herkes hemen metaverse içerikli bir pazarlama metni kulalnıyor ama önemli bir eksik var. O da "bu metavers'e kim giriyor?" Geçen haftalarda, bir üniversitede konferansa katıldım. Salonda yaklaşık 300 kişi vardı, Metavers'e girenler el kaldırsın dedim, 5 kişi kaldırdı. Bunları neden anlattım? Şu anda teknoloji kullanıcılarının metaers'e girmesi için uygun bir cihaz yok. En yakın cihaz, eski adıyla Facebook, yeni adıyla Meta'nın Qest 2 ürünü ama o da ülkemizde resmi olarak satılmıyor. Bir şekilde satın alsanız bile, saç ve makyaj konusunda epey sıkıntılı olduğundan dolayı sürekli kullanmak için henüz doğru form faktöre sahip değil. Yenisinde düzelteceklermiş ama şu an için bunu söyleyebilirim. Gelelim Apple'a. Apple, bu işi çözebilir. Yani, sadelik temelli bir kullanıcı deneyimi ile sanal veya artırılmış gerçeklik konusunda çok özel bir ürünle karşımıza çıkabilir. Hatta, analist Ming-Chi Kuo, 2. nesil Apple AR/VR başlığı için de çalışmalara başlandığını bile söylemiş ama bunlar dedikodu. Heyecanla, bu ürünü bekleyeceğiz. https://shiftdelete.net/gokdogan-bozdogan-fuzesi-ozellikleriSavunma sanayiinden güzel haberler geldi. Severek takip ettiğim Savunma Sanayi Başkanı'mız İsmail Demir'in Twitter hesabında bir açıklama yapıldı. Mesajı olduğu gibi oluyorum: "GÖKDOĞAN görülmeyeni de vuracak! GÖKTUĞ Projemiz kapsamında testleri süren milli hava-hava füzelerimizden #GÖKDOĞAN Görüş Ötesi Füzemiz, radar arayıcı başlıkla atışını gerçekleştirdi ve önemli bir aşama daha tamamlandı. GÖKDOĞAN ve BOZDOĞAN füzelerimizi bu yıl TSK'ya teslim edeceğiz. Milletimize verdiğimiz bu bayram hediyesi için emeği geçen herkesi tebrik ediyorum." Biz de emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. SİHA konusunda çok iyi durumdayız. Hava savunma sistemleri konusunda önemli gelişmeleri bekliyoruz. Bu arada biraz da füzelerden bahsedelim. Mesela Bozdoğan füzesi. Kısa menzilli ve havadan havaya atılan bir füze. Uçaktan veya helikopterden atılabiliyor. Neyin yerine bu füzeyi kullanıyoruz onu da eklemiş olayım. Türkiye'nin 60 yıldır satın aldığı ve tanesi 90 bin doları geçen ABD yapımıdüzenin yerini alacağı için de önemli. Bu füzelerle ilgili gelen haberler güzel ama benim asıl beklediğm haberler arasında; hava savunma sistemimiz, Bayraktar TB3 ve AKINCI'nın güncellenen yetenekleri var. Onları da zamanı geldiğinde seve seve aktarırım. https://shiftdelete.net/apple-watch-pro-fiyatiApple tarafında, çok eleştirilen ama tüm dünyada en çok satılan akıllı saat konumunu kaybetmeyen Apple Watch ile alakalı özel bir duyum var. Apple Watch Series 8 için söylentiler ayyuka çıktı. Eylül ayında yeni iPhone ile beraber duyurulması beklenen saat için ekranın biraz daha büyük olduğu ve ekstreme sporlarla uğraşan kişiler için özelleştirilmiş bazı yeteneklerin olduğu modeller gelebilir. Yazılım tarafında da güç koruma özelliği ile beraber, daha uzun süreli kullanım konusunda iyileştirmeler gelebilir. Performans ve yeteneklerine diyecek sözüm yok ama şu bir gerçek; Apple Watch'ın varsa her gün şarj edeceksin. Huawei ve Xiaomi kullanan arkadaşların varsa, şarj süresi konusunda senin başını biraz ağrıtacak şakalara yapacak, bunlara maruz kalmayı da öğreneceksin. https://shiftdelete.net/samsung-islemci-lideri-olmakta-kararli-3nm-uretimi-hizlaniyorSamsung tarafı biraz sessiz gibi bu sıralar ama boş durmuyorlar. Aynı zamanda bir işlemci üreticisi olan Samsung, 3 nm işlemciler için kolları sıvadı. Bu alanda rakibi TSMC (yani Taiwan Semiconductor Manufacturing Company) ile bir rekabet içindeler. Aslında bir diğer rakibi de Qualcomm ama 3 nm konusunda henüz Qualcomm'dan ortalığı hareketlendirecek resmi bir açıklama duymadık ama onların da eli kulağında. Bu arada Samsung ve Qualcomm meselesine birazdan geleceğim. Garip bir ilişki var aralarında. Şimdi 3 nm işlemci ile beraber performans artışı ve güç tüketimi konusunda kullanıcı lehine birçok iyileştirme sunacak gibi görünüyor. Eğer her şey söylendiği gibi giderse, 3 nm işlemciler belki de Exynos 2300 serisinde kullanılabilir. Bu telefonların adı böyle mi olur bilmiyoruz ama "Samsung Galaxy S23 ailesinde kulalnılır mı?" diye sorduğumuzda, tıpkı S22 ailesinde olduğu gibi, bazı modellerde Exynoss bazı modellerde de Qualcomm Snapragon işlemciler kullanılır herhalde diye yanıtlayabiliriz ama bir duyuma göre de "S23 ailesinde Exynoss işlemciler terk edilebilir" denildi. O nedenle kafalar karışık. İster kullansın isterse kullanmasın ama bu durum, Samsung'un dünyanın en önemli teknoloji üreticilerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Telefonun ekranını, işlemcisini, pilini, RAM'ini, depolama ünitesini, kamera sensörünü ürettiğini söylersem, ne demek istediğim daha net anlaşılır sanırım. Bu ürünler, sadece kendisi için değil, rakipleri için de kullanılabiliyor. https://shiftdelete.net/m2-macbook-air-turkiyede-satisa-cikti-iste-fiyatiApple'ın WWDC 22'deki en büyük sürprizlerinden biri M2 işlemci olmuştu. Podcast'in başında söylediğim gibi, herkes AR/VR beklerken yeni işlemci ve bu işlemciyi kullanan dizüstü bilgisayarlar çıktı. Onlardan biri de M2 işlemcili MacBook Air'ler oldu. Geçen haftalarda Amerika'daki Apple Store'larda görmüştüm ve sosyal medya hesaplarımdan paylaşmıştım. Bu arada hesaplarımı takip edebilirsiniz, epey emek veriyorum ve bilgilendirici içerikler sunuyorum. Neyse, yeniden MacBook Air'e gelecek olursak, ülkemizde hangi fiyata satılacağı ve konfigürasyonu belli oldu. 25 bin 999 TL‘den başlayan fiyatlarla satılacak. Konfigürasyon da 8 Çekirdekli CPU, 8 Çekirdekli GPU, 8 GB Birleşik Bellek, 256 GB SSD Depolama olacak. Eğer biraz daha iyi bir konfigürasyon isterseniz de 8 Çekirdekli CPU, 10 Çekirdekli GPU, 8 GB Birleşik Bellek, 512 GB SSD Depolama için 32.299,00 TL ödeyebilirsiniz. Bu arada ilk bahsettiğim modelde 30W adaptör var. Son bahsettiğim modelde ise çift Type-C çıkışlı olan 35 Watt'lık adaptör var. Onun da videosunu çekmiştim kanalda var. https://shiftdelete.net/snap-beyaz-saray-transfer-murrayİlginç bir haber var. Aslında bu olay çok eskilerde de oldu ama konum önemli olunca söylemeden geçemedim. Beyaz Saray'da gizli servisin başındaki kişi, işinden ayrılıyor ve bir sosyal medya şirketininin yönetim kurulunda yer alıyor. Gizli Servis başkanı James Murray'dan bahsediyorum. Yeni işi, Snapchat'te. Ya da daha doğru tabirle, Snap'te. Beyefendinin görevleri arasında, Amerikan Başkanlarını korumak da varmış. Bu gelişmeye benzer bir durum olduğunu söylemiştim. O konuyu da hatırlayanlar belki vardır veya söyleyince "tamam, doğru" diyeceksiniz. En büyük bulut depolama şirketlerinden Dropbox'ın yönetimin kuruluna kim gelmişti? Amerika Birleşik Devletleri'nde Savunma Bakanı olarak görev yapmış olan Condoleezza Rice gelmişti. O zamanlar, bölgemizde de çok ciddi operasyonlar yönetmişti. Orduyu yöneten kişi, bulut depolamaya geçti. Şimdi de Amerikan Başkanlarını koruyan kişi, Snapchat'e geçiyor. Hayırlısı bakalım. 2 konu hakkında bilgi verip, podcast'i sonlandıralım. Berlin'de gerçekleşecek olan IFA 2022 için kaydımı tamamladım. Tüketici elektroniği konusunda önemli gelişmelerin paylaşılacağı, önemli bir etkinlik. Son 2 senedir, pandemi nedeniyle yapılamamıştı. Bu sefer kısmetse gideceğim. Vize işi var, orda sorun olmaz herhalde diye düşünüyorum ama olan biteni sizlerle paylaşırım. https://shiftdelete.net/nothing-phone-1-ozellikleri-nelerBir diğer konu da hazır ABD'deyken beklediğim bir ürün var. Aslında beklediğim bir telefon var. Genelde siz ya Apple, ya Samsung ya da Google Pixel için Amerika'da sıraya gireceğimi düşünebilirsiniz ama bu sefer farklı. OnePlus'ı kuran kişi olan Carl Pei, şirketten ayrılıp nothng diye bir şirket kurdu. İlk ürünleri kulaklık olmuştu. Şimdi de telefonları geliyor. Hatta ekibimiz de bir video yayınladı bu telefonla alakalı. Eğer yapabilirsem, bu telefonu alıp memlekete geleceğim. Son bir dedikodu ile kapatayım https://shiftdelete.net/apple-ceosu-kullandigi-elektrikli-arabayla-herkesi-sasirttiBurada dikkatimi çeken tam elektrikli otomobil markaları arasında, Tesla'dan sonra Rivian var. Farklı modelleri var ve gerçekten çok iyi görünüyorlar. Hatta Amerika'da kaldığım evin komşusunda da var. Bi denk gelemedim kendisi ile. Neyse, asıl konu Apple'ın CEO'su Tim Cook'un geçtiğimiz günlerde Rivian'ı kullanması oldu. Geçici mi kalıcı mı bilemiyoruz tabi ama bu yakınlaşma, başka şekilde de sonuçlanabilir. Bu arada bir önceki efsane CEO Steve Jobs ise tam bir mercedes tutkunu idi. Magazine çevirmeden kapatalım. Podcast'in sonuna geldik. Her fırsatta sizler için içerik üremteye devam edeceğim. Takip etmeniz, içeriklerimi yorumlamanız ve paylaşmanız benim en büyük motivasyon kaynağım. Desteğinizi eksik etmeyin. Görüşmek üzere.
Gün geçmiyor ki bir şiddet olayıyla karşılaşmayalım! Kadın cinayeti, çocuk istismarı, canlının katli, silahlı veya silahsız çatışma, suikast, kavga, saldırı, terör, işkence… Ben bu yazıyı yazmaya başladığımda Japonya Eski Başbakanı Shinzo Abe'nin suikasti haberi geldi. Geçtiğimiz hafta ülkemizde bir doktorun canına kıyan hasta yakını olayı vardı. Terörizm sürekli masum insanların canına kastediyor. Ukrayna'da yaşananları düşünün, savaş zaten başlı başına bir şiddet konusu. Peki, neden bu başlığı attım? Maalesef bazı kültürler için bu işin alfabesi noktasında bakış açılarının varlığına dair temel noktalarda tanıklık ediliyor, hem entelektüel çevreler dahi böylesi olaylara değişik pencerelerden bakabiliyor. Önce bir tanım yapalım, sonrasında, başka yerlerde görmediğiniz bir tasnif ve içerikle bu önemli konuyu irdeleyeyim.
Kitap Kulübünde geçtiğimiz hafta 17inci buluşmamızda Morgan Housel'in Paranın Psikolojisi adlı kitabını konuştuk. Bu bölümde katılımcılarımızın kitaba ilişkin görüşlerine yer veriyorum. Paranın Psikolojisi, paranın bir ekonomide nasıl hareket ettiğini, kişisel önyargıların, bilişsel sapmaların ve duygusal faktörün finansal kararlarımızda nasıl önemli bir rol oynadığını anlatıyor. Para söz konusu olduğunda daha rasyonel düşünme ve daha iyi kararlar almak hakkında yol gösteriyor. Kitabı okurken gerçekten kendisi de bir insan icadı olan para hakkında ne kadar sağlıksız yargılarımız olduğunu fark ediyorsunuz. Öte yandan para mevhumunu lanetlemek ve ondan uzak durmak da bir çözüm değil. Maalesef okulda ve toplumda hayat bilgisine dair önemli konuların konuşulmadığı, öğretilmediği gibi para konusunda da kendi gayretimizle bilinçlenmemiz ve düşünmemiz lazım. Hayatımızın kalitesi ve huzurumuz biraz da bu konuda atacağımız akıllı adımlara bağlı ve tabii ne kadar erken o kadar iyi. Söz alanlar sırasıyla (01:54) Belgin Elmas, (05:43) Yavuz Abut, (09:35) Mustafa Başar, (13:11) Cem Çağatay Karaali, (15:52) Alim Küçükpehlivan, (18:42) Hatice Ergüven Doydum, (21:58) Betül Emre, (25:25) Öykü Elçi Kayalı, (27:00) Mürsel Çavuş, (29:15) İzzet Arıkboğa, (33:50) Özlem Gülay, (36:17) Selim Uysal ve (39:28) Mutlu Peksaygılı
Maalesef gündem her yerde savaş. Teknoloji artık savaşlarında vazgeçilmezi. Bunun yanında arka planda çok ciddi bir savaş daha var! Sanal ortamda inanılmaz bir savaş yaşanıyor. Neler olabilir? Kim güçlü? Kim ne yapmayı planlıyor? Timur Akkurt, Cemal Taşhan, Burak Bayburtlu canlı yayında konuşuyor. #TechTalk #SanalSavaş #SiberSavaş
Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) seçilmişlerine yönelik düzenlenen 4 Kasım 2016 operasyonunun üzerinden beş yıl geçti. 4 Kasım 2016'da aralarında eski eş başkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ın da bulunduğu HDP'li seçilmişler gözaltına alınıp tutuklandı. Medyascope'tan Özgür Özdemir'in sorularını yanıtlayan HDP Grup Başkanvekili ve Siirt Milletvekili Meral Danış Beştaş, “Tarihte bir siyasi partinin organlarını hedefleyen böyle eş zamanlı ve sistematik operasyon çok azdır. Maalesef muhalefetin de bunda günahları çok” dedi.