POPULARITY
Son derecede kritik günlerden geçiyoruz. Bu, beylik bir lâf. Herkesten, olur olmadık zamanlarda duyabiliriz. Bendeniz, bu ifâdeye pek müracaat etmem. Ama son aylarda yaşananlar bana bu ifâdeyi sâhiplenme arzusu veriyor. Hakikaten de öyle. Geçen Ekim ayında Sayın Bahçeli'nin yaptığı bir konuşmada ortaya çıkan, PKK'ya, kendisini lâğvetme ve terörü bitirme dâveti ile başlayan bir süreçten bahsediyorum.
Aslında bugün farklı bir konuda yazacaktım. Ancak Gazze bu hâldeyken, başka bir konuda yazmaya elim gitmedi. Hakikaten, orada yaşananları düşününce, uykularımız ve huzurumuz kaçıyor ne uykumuzdan ne yediklerimizden bir tat alabiliyoruz ne de aldığımız nefesin hakkını verebildiğimizi düşünüyoruz. Bir Müslüman olarak, dünyanın neresinde hangi din ve ırk mensubuna yapılırsa yapılsın bu tür vahşetleri, soykırım ve zulümleri asla kabullenemez ve sessiz kalamayız.
İroniler koridorundan geçiyor Türkiye. Sürreal zamanlar. Halk partisiyle neleri yaşayabilirsin sorusunun cevabının sınırı yok. Oysa sanılıyordu ki en fazla yapsalar yapsalar okul birincisini mezuniyet törenine sokmazlar… Fakat ironinin bini bir paraymış meğer. Hakikaten gerçeklikten, siyasetten, demokrasiden, sandıktan ve meşruiyetlerini sağladıkları tüm diğer bağlamlardan kopmuşlar meğer. Bunların hepsini kuşatan en geniş kavram olan cumhuriyetten kopmuşlar meğer.
Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Yakında sizden biri çıkar ve şöyle der: “İşte Allâh (c.c.)'un kitabı. Onun içerisinde bulunan helâlleri helâl kabul ederiz, onda yer alan haramları da haram sayarız.” Haberiniz olsun! Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa, bu haliyle o Allâh'ı, Resûlü'nü ve o hadisi kendisine ulaştıranı yalanlamış olur.” (Taberânî) Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhîr (r.âleyh)'e: “Bize sadece Kur'ân'dan bahsedin” dendiği zaman şöyle demiştir: “Vallâhi biz hadis rivâyeti ile Kur'ân'a bir alternatif getirme arzusunda değiliz. Ancak bu halimizle biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi bilen birinin (Resûlullâh (s.a.v.)'i kastetmektedir) olduğunu göstermek istiyoruz.” Evzâî (r.âleyh), Hassan b. Atıyye (r.a.)'den şöyle dediğini nakleder: “Vahiy Resûlullâh (s.a.v.)'e inerdi. Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril getirirdi.” Ebû'd-Derdâ (r.a.): “Sizin hakkınızda endişe ettiklerimden biri de âlimin sürçmesi ve münâfığın Kur'ân ile tartışmaya girmesidir” demiştir. Bu mânâda daha başka sözler de vardır ki âlimler onları sünneti bir tarafa iterek Kur'ân'ı tevil etme ve reye başvurma konusuna yormuşlardır. Âlimlerden birçoğu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu buyruğunu ve hadisleri bu mânâya anlamışlardır: “Yüce Allâh ilmi, insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Aksine ilmi, âlimleri alarak alır. Sonunda hiçbir âlim bırakmayınca insanlar kendilerine câhil başlar edinirler, onlara sorular yöneltilir, onlar da bilgisizce fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhârî) Hakikaten bid'at sahiplerinin pek çoğu bu şekilde davranmışlar, hadisleri bir tarafa atmışlar ve Kur'ân'ı yersiz bir şekilde tevile yeltenmişler ve sonunda da hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır. (Şatıbi, el-Muvâfakât; İslâmi İlimler Metodolojisi, c.4, s.15-16)
Rusya-Ukrayna savaşı ileride, savaşın genetiğinin nasıl da dönüştüğünü gösteren melez bir savaş olarak anılacak. Bâzı otoriteler buna 4. Nesil Savaş kavramını yakıştırıyor. Hakikaten de çok tuhaf. Gölgeli bir savaş bu. Savaşın hakikî tarafları hem var hem yok. Derinlemesine bakanlar bu savaşın aslında dünyâ hâkimiyeti temelinde yaşanan ABD-Çin savaşının yüzeye vurmuş hâli diyorlar. Bu aktörlerden birisi, ABD, Ukrayna'ya verdiği parasal ve askerî destekle kısmen sâhada görülüyor. Çin ise var mı yok mu, belli değil. Bu meyanda aynı kavmin yüzbinlerce çocuğu birbirini öldürüyor. Şu aralar çok dikkat çeken hâdiseler cereyan ediyor. Saldıran ve Ukrayna'nın hatırı sayılır bir kısmını ele geçiren; bununla da kalmayıp Ukrayna içlerinde ilerleyen taraf Rusya. Tam bu iş bitiyor gâliba derken, bir de baktık ki Ukrayna ordusu Rusya topraklarına girmiş ve Kursk nâhiyesinde karşı bir işgâli başlatmış. Bu manzara saldıran-savunan denklemini altüst ediyor. Savunan saldıran, saldıran savunan pozisyonuna geçiyor. Eh, “ne o ne bu; hem o hem bu” diyen postmodern dünyânın cilvesi bu denilebilir. Gelin görün ki, vaziyet o kadar basit değil. Savaşın arifesinde, hatırlıyorum, TV'lerin gedikli yorumcularından biri, oturduğu yerden zıplayıp, “bu iş bir haftada biter” demişti. Târihin yapısal krizlerinden haberi olmadığı için bu basitlemeyi yapmıştı. Zihni muhtemelen 1968 Prag Baharı veyâ 1956 Macar Ayaklanması'ndaydı. Hâlâ Soğuk Savaş'ın devâm ettiğini zannediyordu. Hâlbuki Vietnam ve Afganistan'ı atlıyordu. Nitekim Soğuk Savaş devrinde Vietnam ve arkasından gelen pek çok asimetrik savaş, klasik savaş mantığını çoktan altüst etmişti. Savaş, büyüklerin mutlak olarak kazanacağı, küçüklerin ise mutlak olarak kaybedeceği bir hâdise olmaktan çıkmıştı. Alışılageldiği üzere, mühimmat, teçhizat, ateş gücü vb üstünlükler artık savaşı kazanmanın garantileri değildi. Klasik ordular, sanâyi toplumlarına has yapılardır. Bir ordunun yapılanması ile herhangi bir devlet dâiresinin veyâ bir fabrikanın teşkilatlanması arasında, işlevsel farklılıklar hâriç bir fark görmek kâbil değildir. Sâdece yapılanmaları değil, sevk ve idâreleri de ağır ve hantal yapılardır bunlar. Modern savaşlarda ağır yapılı ordular karşı karşıya gelirdi.
İki yolcu, A noktasından B noktasına uçak yolculuğu yapacaklar. İzmir Adanan Menderes Havalimanı'na vaktinde gelmişler ama uçak vaktinde kalkmamış. Rötar üstüne rötar eklenip tam 6 saat gecikmiş. İnsan 6 saat bekleyince mutlu olmaz. Fena halde canı sıkılır. İki kişi de olsan sohbetle en fazla bir iki saat idare eder. Ondan sonrası eziyete döner. Sinirler gerilir. Dakikalar saat gibi gelmeye başlar. Acıkma başlar, bir şeyler içme ihtiyacı kaçınılmaz olur. * O iki yolcu da içinde bulundukları durumu değiştirmek için ellerinden bir şey gelmediğinin bilinciyle beklerken birer çay içmek istemişler. Havalimanlarında fiyatlar dışarıya göre biraz yüksektir. Yine de iki çay için aşırı fiyat istenince, öfkelenmek göreve dönüşür. Bunu herkes bilir ve ona göre davranır ama bu defa aşırının da ötesine geçilmiş. Alenen soygunculukla karşı karşıya kaldıklarını düşünmüşler. Gelen fişin fotoğrafını bir internet sitesine göndermelerinin ardından haber yapılmış. Sitede şöyle deniliyor: “İki çay için 320 lira hesap geldi.” * Hesabı gördükleri anda sert tepki göstermişler ama ödemekten başka bir çare yok elbette. Yayınlanan fişe biz de baktık. Haberi yapanlar abartmış! Gelen hesap 320 lira değil. Sadece 319 lira 70 kuruş. Ayrıntısı şu şekilde: İki büyük çay: 290,64 Yüzde on servis ücreti: 29,06 KDV: 31,26 Toplam: 319,70 * Bu soygunu makul karşılayacak bir kişi var mıdır yeryüzünde? Serbest piyasadan anladıkları bu mudur? Bir insaf sınırı yok mudur? Dünyada serbest piyasa sadece bizde mi var? Herkes kafasına göre fiyat koyabilir mi? Onu geçelim ve bir manav tezgâhına bakalım… Hakikaten bir tezgâh kurulmuş. Tam anlamıyla etiket terörü. Kiraz: 99,99 Kavun: 29,99 Kayısı: 59,99 Yüz lira değil, otuz lira değil, altmış lira değil. Birer kuruş noksan. İnsaflı davranmış manav tezgâhını kuran. Ya kiraz tam yüz lira olsaydı? Nasıl ödeme zorluğu çekerdi müşteriler, değil mi? * Kapitalizmin aptalca bir numarası. Basit, ilkel bir numara aynı zamanda. Müşteriye “yüz liranın altında” hissettirme çabası. Karşısındakini aptal yerine koyma… Yaklaşık bir kilo civarında isteyip elektronik hesap yapınca ve nakit yerine kredi kartıyla ödenince sorun yaşanmıyor ama böyle davrananlara karşı bir şeyler düşünmeli. * Gramı gramına tam bir kilo isteyip, yüz lira vermek ve para üstünü beklemek lâzım. İki tane kiraz ekleyip düzlemesini kabul etmeden ısrarla o bir kuruşu talep etse biri ne olacak? Kim nerede bulacak o bir kuruşu?
Nasreddin Hoca'ya sormuşlar: -Adam olmanın yolu nedir? Bilge adam cevap vermiş: “Kulaktır evladım!” Adam şaşırmış haliyle. “Nasıl yani?” diye sormuş şaşkınlıkla. Hoca anlatmış tane tane: -Evvela ağzından çıkanı kulağın duyacak. Sonra karşındakine kulak vereceksin. Onu can kulağıyla dinleyeceksin. Adam olmanın yolu kulaktan geçer. Ne hikmetli bir söz! Bugünkü halimizi ne güzel özetliyor aslında. Bilgelik böyle bir şey işte! Az sözle her şeyi anlatmak. Bana bu fıkrayı geçen hafta Çevre ve Şehircilik Bakanımız can kardeşim Mehmet Özhaseki whatsApp'tan göndermişti. Üzerinde çok düşündüm. Ben bu fıkraya dili de ekliyorum: Dil ve kulak, adamlığın ölçütüdür. Her aklına geleni dile dökenin aklı yoktur. Ağzından çıkanı şayet kulağın duymuyorsa adamlıktan çıkarsın. Karşındakinin ne dediğini can kulağıyla dinlemiyorsan adam değilsin. Hakikaten adamlığın yolu, kulaktan geçiyor. Dil ile kulağın birbirine çok yakın olmasının sebebi de bu olsa gerek. Dil, üslup demektir aynı zamanda. O yüzden “Üslub-u beyan ayniyle insan!” denilmiştir. Sadece kulağın ağzından çıkanlara açıksa yani kendinden gayrısının dediklerine sağırsa bil ki ziyandasın. Kendinden gayrısının dediklerini dinlemeye değer bulmayan bir kulağın sahibi isen adam değilsin. Sahip olduğun narsisizm seni adamlıktan çıkarmış, farkında değilsin. Başkasını can kulağıyla dinlemeye değer bulmayan bir kibir budalasının adamlıktan zerre nasibi yoktur. Kur'an'da Rabbimiz o yüzden istişareyi emrediyor.
Vardı, hani bir vecizede vardı: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Bence dünyaya ait hiçbir meseleyi dert edinmemek lazım; nasıl olsa gelip-geçicidir bunlar. Onlara ehemmiyet verir, onları gözünüzde büyütürseniz, onların altında kalır ezilirsiniz. Elden geldiğince o mevzuda temkinli olmalı ve görmezden gelmeli onları. Karakterlerinin gereğini yapıyor… كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) “Kendinize bakın!” diyor Kur'an-ı kerim. Kendi kusurlarınızı görmeye çalışın. Falan size zulmettiği zaman bile, “Acaba biz, Rabbimize karşı vazife ve sorumluluklarımızın hangisinde kusur yaptık ki, Cenâb-ı Hak, birilerini bize musallat etti!” Şu virüsü musallat eder Allah, zelzeleyi musallat eder, fay kırılmasını musallat eder, çekirgeyi musallat eder, güvercini musallat eder, eder eder, Allah celle celâluhu. Ancak Allah'ın (celle celâluhu) “imhal”leri vardır; “ihmal”leri değil, “imhal”leri vardır. Mehil verir, Erhamü'r-Râhimîn'dir O (celle celâluhu), Rabbü'l-âlemîn'dir. Herkes böyle bir kusur işlediğinde onu hemen cezalandırırsa, yeryüzünde yine Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerde farklı ifadelerle beyan buyurduğu gibi yürüyen bir tane canlı kalmaz. Evet, çünkü herkes şöyle-böyle bir günah işler, bir zulümde bulunur. Dolayısıyla Allah onu cezalandırınca, o gider; şunu cezalandırınca, o gider; bunu cezalandırınca, o gider; hiç kimse kalmaz. Oysaki öyle değil. Allah'ın (celle celâluhu) imhalleri vardır ki insan kendine gelsin, aklını başına alsın, o kusurdan vazgeçsin, sevaba yönelsin, arınmaya koşsun, Allah (celle celâluhu) da onu bağışlasın, affetsin. اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنَّا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا، يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا “Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim'sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle, ey Erhamerrahimîn. Bizi yarlığa, merhamet buyur bize. Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle.” Böyle mübarek aylarda, insanlık için, kendiniz için bu türlü tazarru ve niyazlarda bulunma mevzuu çok önemli bir şey. Allah, ona denk getirdi; hem Ramazan'ın sevabı, hem orucun sevabı, hem geceleri kalkıp ihya etmenin sevabı.. unutulmuş teheccüdleri kılmanın sevabı.. secdeyi derinlemesine duymanın, hadiste buyurulduğu üzere O'na (celle celâluhu) en yakın olma hâlini duymanın sevabı… Hakikaten başınızı yere koyduğunuzda, O'na en yakın olduğunuzu hissederek, “Allah'ım! Ne olur şunu lütfeyle, bunu lütfeyle!” deme mevzuu, Cenâb-ı Hakk'ın ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı oluyor size. Bela ve musibetleri asla başkalarına fatura etmemeliyiz; bilakis kendimizden bilip hemen istiğfar ve tevbeye yönelmeliyiz!.. Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde antrparantez arz ediyorum elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli.
Dün gece, on bir aylık bir özlemden sonra bu Ramazan'daki ilk teravihimizi eda ettik. Gece yarısı kalkıp ilk sahurumuzu yapıp bereketlendik. Dört senedir Amerika'da bulunan bendeniz için bu Ramazan'ı İstanbul'da geçirmenin heyecanı bir başkaydı. Hakikaten çok özlemişim İstanbul'un Ramazanını. Demeyin “Şehirlerin Ramazanı mı olur?” diye. Her milletin, her kültürün ve her şehrin kendine has bir Ramazan'ı olduğu muhakkak. Fakir, ilk teravihi yıllardır neredeyse hiç bozmadığım gelenek üzere Fatih Camii'nde eda ettim. Ancak bu teravih farklıydı benim için. İlk defa yaşları on üç ve yedi olan iki oğlumla birlikte Fatih Camii'nde teravih namazı kıldım. Çocukluğu Fatih Camii ve çevresinde geçmiş biri olarak, çocuklarımla birlikte bu mübarek camide teravih namazı kılmanın manevî lezzeti bir başkaydı hakikaten. Rabbime ne kadar hamd etsem azdır. Şöyle bir soru sorsak nasıl cevaplarız acaba? Ramazan'ı İslâm'da diğer aylardan farklı kılan asıl etken ne olabilir? Ramazan'ı “mübarek” kılan, “on bir ayın sultanı” mertebesine yükselten asıl sebep nedir acaba? Oruç tutmak mı? Teravih kılmak mı? Fitre vermek mi? İtikafa girmek mi? Bu soruyu hikmetli kitabımız Kur'an'a sorsak, nasıl bir cevap alırız acaba? Öncelikle şunu ifade edelim ki, Kitab-ı Hakîm'de adı geçen tek aydır Ramazan. Ve bir sıfatı zikredilir hemen. “Şehru Ramazan ellezî ünzile fîhi'l-Kur'ân” (Bakara 2/185). Meâlen: Kur'an'ın indirildiği Ramazan ayı. Yani Ramazan'ı “mübarek” kılan Kur'an'dır. Kur'an bu ayda inmeye başladığı için, Ramazan hususi bir değer kazanmıştır. Ramazan'ın kıymeti, Kur'an-ı Azimuşşan'ın bu ayda inmeye başlamış olmasından gelmektedir. Ramazan'daki bütün farklı ibadet ve hayır hasenat, aslında Kur'an'ın doğum ayını kutlama gayesine matuftur.
Türkiye'de vatan sevgisinden şüphe edilmeyecek, davranış boyutunda hataya düşmemiş, düştüyse de kefaretini ödemiş, hatalarıyla açıkça yüzleşmiş isim bulmak hiç de kolay değil… Ülkemiz için kıymetli bir kültür sanat projesini tartışmak, üzerine beraberce düşünmek üzere bazı isimler arıyorduk… Bulduk ama epey zorlandık. Bizim ekipten Zehra Hanım eski bir arkadaşını aradı; bu meseleden bahsetti… Telefondan gelen ses, bize katıldığını söylüyordu: “Neler yapmışız… Kimleri, nelerle eleştirmişiz… Ama vatan sevgimiz sabit. Onu kimse sorgulayamaz!” “Oh!” dedim… Hakikaten oh… Fikriyatına beton dökülmüş, yeni fikirlerin ve bilgilerin girişlerine kapalı olmayan; öz eleştirisini iki cümle arasına sıkıştıran ve vatan sevgisini ifade etmeye çekinmeyen biri var… Oh dedim; çünkü böylesi az bulunuyor. Çok az… Mebzul miktarda bulunan ise kerameti kendinden menkul, bilgisi olmayan ama fikri bol, attı mı mangalda kül bırakmayan, “Gel şu işi beraber tasarlayalım” dedin mi, sorumluluk gördü mü arkasına bakmadan kaçan, hedonizmi hayatının merkezi hâline getirmiş ‘entel dantel' tayfasıdır… Bu tayfa, iktidarın yaptığı her şeyi aşağılamayı ilke edinmiştir. Onlara göre Togg, Türkiye'de değil, İtalya'da imal edilip gece yarısı, gizli gizli tırlarla ülkeye sokuluyor… Karadeniz'de doğalgaz bulunduğu yalan; gazı Rusya, deniz altından döşediği borularla kuyulara basmakta, bizimkiler de bulmuş gibi yapmaktadır… İHA'lar, SİHA'lar joystick ile oynanan oyuncaklardır, oyuncakçılarda satılan 'drone'lardan farksızdırlar… TCG Anadolu da Türkiye'nin ilk ‘hafif uçak gemisi' ya da ilk ‘SİHA gemisi' değil, uyduruk bir şeydir… Pek tabii astronotumuz da aslında uzun vadeli stratejik bir projenin parçası değil, altı üstü uzay yolcusudur; bastırıp parayı gitmiştir… “Neo klasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu ifade eden heterodoks yaklaşımın” ön plana çıkarılmasına şiddetle karşı çıkan ‘gardırop ekonomistleri' faizlerin artırılmasını savunup duruyorlardı… Fakat Merkez Bankası'nın politika faizini altı ay gibi kısa bir zamanda 36,5 puan artırması da bunları tatmin etmedi… “Neden 2,5 puan daha artırmadılar” diye söylenmeye başladılar…
Kuzey Irak'tan gelen şehit haberleri, insan olan herkesin içini yaktı. Allah hepsine rahmet eylesin. Şehit yakınlarına Eyüp sabrı versin.. Hakikaten de çok zor bir durum. Elbette tetikçileri, kurşun sıkanları tanıyor ve lânetliyoruz. Ama esas mühim olan husus, bu tetikçileri besleyen, teçhiz eden kaynaklarla alâkalı. Bu açıdan bakıldığında ABD, AB ve İsrâil üçlüsü çıkıyor karşımıza. Hâdisenin rastgele yaşanmış olduğu kanaatinde olmadığımı hemen ifâde etmeliyim. Bu hâdise, doğrudan Türkiye'yi ikaz etmek ve gözdağı vermeyi hedefleyen bir harekettir. Türkiye'nin Gazze katliamını başından beri en sert şekilde kınayan konumu bunda birinci derecede rol oynuyor. Avrupa'da İsrâil'in karşısında duran İspanya ve İrlanda'nın başına gelenleri hatırlayalım. Bir günde İrlanda'yı nasıl da altüst edip, gözdağı verdiler. İspanya'yı bir giyim markası üzerinden nasıl da vurdular. Bunlar da tesâdüf değildi. İspanya'ya, İrlanda'ya bunu yapanlar, İsrâil'i Gazze'de soykırım yapmakla suçlayan, ABD'nin en yüksek seviyedeki askerî gücünü Doğu Akdeniz'e yığmasını tartışma konusu yapan Türkiye'yi de boş geçmeyeceklerdi. Geçenlerde, Sevan Nişanyan'ın, ABD'nin bir çılgınlar kulübü tarafından nasıl teslim alındığını süreçsel olarak hülâsa eden bilgi dolu ve çok çarpıcı bir konuşmasına rast geldim. Duvar yıkıldıktan sonra dünyânın kendilerine kaldığını ve onu kaprisli bir şekilde istedikleri gibi tasarruf edebileceklerine inanan, kendilerine Neocon diyen azgın bir kadronun dünyâya ödettiği bedelleri anlatan bu konuşma bir muhteva analizi de yapıyordu.. Rusya ve İslâm dünyâsına kategorik olarak düşmanlık beslemek, İsrâil'e ise hudutsuz destek vermek Neocon olmanın alâmet-i fârikası; hattâ amentüsüydü. Mâlî görüşlerini Chicago Boys'dan, Monetaristlerden, felsefî-entelektüel arkaplânını Viyana Çevresi'nden, Commentary gibi dergilerden devşiren bu zümre bidâyette de hayli hastalıklıydı. Ama zamân içinde kendi yozlaşmasını yaşadı. Bir defâ kutsadıkları ekonomik ve mâlî programlar çöktü. Sözüm ona savundukları liberal değerler de inandırıcılığını kaybetti. Yozlaşmaları ve azgınlaşmaları bunun fonksiyonu olarak tecessüm etti. Evvelâ Cumhûriyetçiler arasında teşkilâtlandılar. Baba-Oğul Bush'lar bunun liderliğini yaptılar. Ama Trump gibi bir Paleocon Cumhûriyetçi Parti'ye hâkim olunca blok hâlinde Demokrat Parti'ye geçtiler. (Oğul Bush'un Cumhûriyetçi kalmakla berâber Biden'a verdiği desteği hatırlayalım). ABD'deki bu yeni elit kendisine küresel destek de buldu. Başta “Yeniden Büyük Britanya” sevdasına düşen İngiliz elitler olmak üzere, Macron'dan Schultz'a günümüz Avrupa siyâsetçileri de bu kervandaki yerlerini aldılar. Bu uçuk oluşum, Soğuk Savaş esnâsında Kissinger, Brzezinsky gibi reelpolitik ustalarının dengeye dayanarak kurdukları sistemi de tanımadı; yıkmaktan imtinâ etmedi. Uçuk diyorum; çünkü yaptıklarının bir hesâba dayanmadığı da anlaşılıyor. Ne 11 Eylül'ün, ne Afganistan ve Irak işgâlinin derin bir aklı vardı. Buna Rusya-Ukrayna savaşını da dâhil etmek pekâlâ mümkündür. Bunu bâzıları gerçekçi siyâset (reelpolitik), hattâ zora dayalı siyâset (machtpolitik) gibi kavramlarla açıklıyor. (Ben de bir zaman bu kavramlara müracaat ettiğimi kabûl ediyorum). Ama zincirin son halkası Gazze buna soğuk bir duş yaptırıyor. Bu olsa olsa mâceracı siyâset (avantürpolitik) demek daha doğru olur.
Önceki hafta Balkanlar'a diriltici ve silkeleyip kendimize getirici leziz bir seyahat yapmıştık Aşk-ı Turkuaz'ın güzel organizasyonuyla. En son Üsküp keşiflerimizi paylaşmıştım sizlerle. Bu hafta sonu da Ohri keşiflerimizi paylaşacağız. Kalemi nehir gibi akmaya başlayan MTO'muzun demirbaşlarından Bingöl'den Seyfullah Yiğit kardeşimizin tertemiz, arı, duru, su katılmamış nefesiyle sizlere sunuyorum... Birazcık keyfinizi kaçıracak olsa da güzel bir pazar yazısı... Balkanlarda seyahat ederken içiniz bir anda çok hoş oluyor. Huzur doluyorsunuz. Acaba buralara gelip yerleşsem mi, demeye varıyorsunuz; sonra bir anda Balkanlar'daki sıkıntılar... içinize endişe dolduruyor; huzur yerini, endişe ve huzursuzluğa bırakıyor. Seyahat eden biri olarak bunu hissettiysem orada yaşayanların ruh halini varın siz düşünün. Sürekli diken üstündesiniz. Tamam, Gazze'deki, Batı Şeria'daki gibi değil durum ama çok ciddi bir endişe ve korku var Balkanlardaki Müslümanlar arasında. Bu endişe ve korkuyu Müslümanların gözlerinde görebiliyorsunuz. Kosova'da tanıştığım Prizren'in merkezinde çay ocağı işleten ve “her şeyimizi biz Türkiye'ye borçluyuz” diyen Bayram abi mesela. Neşeli, misafirperver ve güzel bir Müslüman; ancak onun gülen gözlerinin arkasında bile o endişeyi gördüm! Evet, şu an rahatlar çünkü Türkiye'ye güveniyorlar. Ağabeylerine inanıyorlar. Ancak Türkiye'de ciddi bir kesim, Türkiye'nin Müslümanlara, ümmete ağabey oluşu gerçeğini bile kabul etmiyor. Bunları niye yazıyorum? İşimiz sanıldığından da zor gerçekten. Rahatımızı bozalım, diyorum. Kim olduğumuzun, ne olduğumuzun farkına varalım, diye yazıyorum. Evet, endişelenelim. Korkalım hatta. Endişe ve korku ayarında olursa insan rehavetten kurtulur. Teyakkuz sahibi olur. Her dem diri ve dinç tutar endişe ve korku, insanı. Düşmanlarımızdan korkalım demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Kendimizden korkalım. Görmediğimiz ve hatta yok saydığımız içimizdeki ejderhadan/nefsimizden/asıl düşmanımızdan korkalım diyorum. Asıl düşmanı görmedikten sonra düşman olarak gördüğümüz her şey, aslında bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Çünkü asıl düşmanımız içimizde. Dışarıdaki düşmanlar kolay, zor olan düşman bizim içimizde. Burayı sürekli ıskalıyoruz. Iskaladığımız için manevi olarak uçurumun kenarına gelip dayandık memleket olarak. Yusuf Kaplan bas bas bağırıyor: İslâmî ilkelerimizden taviz vereceksek, mal, makam ve mevkiye tamah edeceksek bütün bu koşuşturma ne diye? Ustam haklı. Hakikaten kaç kişi bize bakıp İslâm'a ısındı? Bu soruya, olumlu bir cevap veremiyoruz maalesef. Ya da şöyle tersten soralım. Benim yüzümden kaç kişi İslâm'dan soğudu, kaç tane gencimiz BENİM YÜZÜMDEN İslâm'dan uzaklaştı gibi soruları cesurca kendi nefsimize sormamız lazım. Ne ilgisi var, diyenleri duyuyor gibiyim. Dememiş miydik, bizler derdimizden ötürü seyahat ediyoruz. Keyfedelim diye değil, keşfedelim diye. Şehirleri keşfederek kendimizi, kendi içimizdeki o uçsuz bucaksız dünyayı keşfedelim diye şehir şehir, ülke ülke dolaşıyoruz..
Ketebe Yayınları, birkaç hafta önce Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseynî'nin hatıralarını ve mücadelesini ihtiva eden Kudüs'ten Beyrut'a adlı bir kitabı Ömer Tellioğlu'nun tercümesiyle okurlarına sundu. Emîn el-Hüseynî (1897-1974), erken yaşta Filistin mücadelesine bir Arap milliyetçisi olarak başlaması, 1921 yılında İngilizlerin kurduğu Yüksek Müslüman Şer'i Konseyi'ne müftü sıfatıyla -genç yaşında- atanması, çıkarları doğrultusunda onu bu makamlara atayan İngilizlerle 1928 yılından itibaren çatışmaya girmesi, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerle ilişki kurması ve 1941-1945 yılları arasında Berlin'de ikamet etmesi, 1946'da Kahire'de kurulan ilk Filistin örgütüne ve halk meclisine başkanlık etmesi... nedeniyle İslam dünyasında ve Batıda -özellikle Yahudi siyasetçi ve yazarlarca- yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bizse bugün itibariyle, söz konusu tartışmaların dışında durarak, Kudüslü alimlere ve eylemcilere verilen el-Makdisî sanına da sahip Emîn el-Hüseynî'ye -öncelikle- rahmet diliyoruz. Zira o, “Hakikaten insan için kendi çalıştığından (seaa / sa'yinden) başkası yoktur.” (Necm 53/39) mealindeki İlahî hüküm uyarınca kendi zamanına mahsus bir çalışmayı - hesabını Allah'a vermek üzere- gerçekleştirmiştir. Biz bu mahsusiyete tabi olarak onun adıyla tanımlanan, anlatılan olaylara kendi zamanımızda sadece empati (einfühlung) yoluyla yaklaşabiliriz ki, bunun da kendi zamanımızın, düşünce, kanaat ve yargılarımızın bize birer perde olması nedeniyle çok zor olduğunu biliriz. Bu nedenlerle kendimizi Emîn el- Hüseynî'yi bugünkü Filistin davamızın ilk ve en büyük temsilcilerinden biri olarak selamlamakla ve ona rahmet dilemekle yükümlü sayarız. Emîn el-Hüseynî'nin hatıra ve mücadelesini ihtiva eden Kudüs'ten Beyrut'a adlı kitaba gelince: Kudüs'te doğan, ilk öğrenimini burada yapan ve Mısır'da Ezher Üniversitesi'nde okuyan Emîn el-Hüseynî, 1967'de ayrılmak zorunda bırakıldığı Kudüs'e dönmesine rağmen, burada ikamet edemeyip Beyrut'a geçti ve 4 Temmuz 1974 tarihinde burada vefat etti. Elimizdeki kitap, onun 1937 -1948 yılları arasındaki tanıklıklarını ihtiva ediyor olsa da, o bir kronolojiye bağlı kalmaksızın “Yeri geldiğinde Filistin davası ile alakalı şahit olduğu hadiselere değinilerini ve ayrıntılı nakillerini de” işlemiştir.
Podbee Media'nın kurucusu Candost Bayraktar ile podcast ekosistemindeki sorunları konuştuk. Geçtiğimiz günlerde podcast üretmenin zorluklarına dair Linkedin'de paylaştığım gönderide gelir modelinin zorluğu, geri bildirim kültürü eksikliği, keşfedilmenin zorlukları ve bir meslek olarak podcaster olmanın şu an mümkün olmadığından bahsetmiştim. Candost ile benim yorumlarıma katıldıkları ve katılmadıklarını podcast ekosistemi ve dinleme kültürü üzerinden bakış açısıyla sohbet ettik. Bölüm Akışı: (3:00) Candost podcast ekosistemine nasıl bakıyor? (6:00) Podcas platformlarının artıları (7:35) Ekosisteminde rekaberlik (rekabet + beraber= rekaberlik) üzerine (11:00) Türkiye'de podcastin keşfedilmesi (12:10) Bahsettiğim “Hakikaten” podcast bölümü (16:30) YouTube'un podcast'e girişi konusunda ne düşünüyor? (19:30) Sürdürülebilir bir içerik için gelir modeli (21:40) Podbee ve Ipsos Podcast bilinirlği araştırması (27:40) Podcast içeriğini üretmek için doğru karşılaştırma yapmak (30:40) Podcast yapmanın kolaylığı nedir? (36:00) Dinleyenler bu bölümden hangi soruyla ayrılsınlar? -- Podbee ekibine stüdyoda ağırladıkları için çok teşekkür ederim. --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/meraklistesi/message
Hakikaten âlemsiniz... Aslında önceki gün grup konuşmanızda ettiğiniz son cümle bile yıllarca tefe konulup çalınacak düzeyde: “Değil 6'lı Masa, Türkiye'nin aydınlığa çıkması için gerekirse 16'lı Masa kuracağım.” Üstüne Yeni Şafak'ı da hedef aldınız... Bir marka bundan daha fazlasını isteyemezdi herhâlde... 13 seçimi arka arkaya kaybetme istikrar ve başarısını göstermiş bir genel başkan olarak, 14.'yü de kaybetmek üzere koltuğunuza sarılmanın kontrolsüz gerginliği içinde Yeni Şafak'ın hiçbir zaman ulaşamayacağı bir kitleye ulaşmasını sağlamanız hem de o kitlenin büyük kısmı tam da sizin genel başkanlığınızı sorgularken bunu yapmanız, gazete için ‘kaymaklı ekmek kadayıfı' hâline gelmiştir. Sizin yanıltılarak, yalan yanlış bilgilerle Yeni Şafak'la ilgili ettiğiniz olumsuz kelâm, gazetenin itibarını artırmaktan öte hiçbir işe yaramaz. Sağ olun ilahi Kemal Bey!.. Bu arada etik, ahlak, adap, üslup, şeffaflık, adalet gibi kavramlara sırtınızı yaslamaya çalışıyorsunuz ya, bir de şu sizin partinin şiddetle desteklediği, hatta o dönem Grup Başkanvekiliniz Engin Altay'ın “Namuslu, yerli, kaliteli ve tekellere savaş açan millî bir kanundur. Helal olsun Ticaret Bakanı'na” diyerek Genel Kurul görüşmeleri sırasında övdüğü e-ticaret yasası hususunda CHP'nin neden 180 derece döndüğünün, yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) neden başvurduğunun perde arkasını da araştırmanız, eğer sözünüzün eriyseniz, çok iyi olur... Yeni Şafak'ın “CHP Bu Skandalın Neresinde?” başlığıyla Nur Banu Aras'ın kaleminden geniş yer verdiği, Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur'un ayrıntılarını 17 Haziran günü köşesinde paylaştığı, Faruk Bildirici'nin web sitesinde tek tek malum lobiye katılan gazete, televizyonlar ve köşe yazarlarını yazdığı, sizi ve partinizi de içine alma ihtimali taşıyan bazı yayın organlarını, bazı medya mensuplarını yakından ilgilendiren, ancak başrolünü Cumhuriyet gazetesinin oynadığı skandalla ilgili derhal araştırma başlatmışsınızdır herhâlde ama olayı bir kez daha sizin için hatırlatalım... Ticaret Bakanlığı geçen yıl e-ticarette
Ebû Abdullah el-Hâris er-Razi (r.âleyh) Hazretlerinden rivâyet olundu ki Allâh (c.c.) bazı peygamberlerine şöyle vahyetti: “Ben falanca kişinin ömrünün yarısını fakirlikte; diğer yarısını zenginlikte geçirmesine hükmettim. Onu zenginlik ve fakirlikte hangisini önce yaşama tercihinde serbest bırak. Hatta onun dilediğini öne alayım” dedi. Bu ilâhî vahyi alan peygamber, o adamı çağırdı. Durumu ona bildirdi. Adam: “Bana müsâde et. Eşimle istişâre edeyim” dedi. Adam, eşine danıştığında hanımı kendisine: “Önce zenginliği seç” dedi. Adam karısına: “Zenginlikten sonra, fakirlik zor ve şiddetlidir. Amma fakirlikten sonra zenginlik ise, güzel ve tatlıdır” dedi. Kadın çıkıştı: “Hayır! Bu konuda beni dinleyeceksin” dedi. Adam, peygambere gitti. “Cenâb-ı Allâh'ın bana tercihini bıraktığı ömrümün yarı zenginliğinin, ömrümün ilk başında bana vermesini dilerim” dedi. Cenâb-ı Allâh, ona dünyada genişlik verdi. Zenginlik kapıları açıldı. Adamın eşi kendisine: “Eğer sen bu zenginliğin ömrünün sonuna kadar sende kalmasını istiyorsan, Allâh (c.c.)'un sana verdiğiyle sen de mahlûklarına karşı cömert olmada kullan” dedi. Adam cömert oldu. Kendisine bir elbise aldığı zaman, aynı elbiseden bir de fakirlere alırdı. Cenab- ı Allâh'ın ona zenginlikte geçireceği ömrünün yarısı tamam olduğu vakit; Allâh (c.c.), o zaman peygamberine vahyetti: “Hakikaten ben onun ömrünün yarısını fakirlik; diğer yansını zenginlikte geçirmesine hükmetmiştim. Onu nimetlerime şükredici buldum. Şükür, nimetin artmasını gerektirir. Ona müjde ver! Onun ömrünün geri kalanı da zenginlikte geçirmesine hükmettim” buyurdu. (İsmail Hakkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri, c.1, s.161-162)
Bu video 20/04/2020 tarihinde yayınlanan “ZULÜM, SALGIN ve RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/zulum-... Hani değişik vesileler ile arz etmişimdir: Doktor İkbal diyor ki: “Hep Kur'an-ı Kerim'i kemâl-i hassasiyetle okurdum.” Hakikaten de öyle okuyordur. Mesela İngiltere'de -zannediyorum- on altı sene kadar kalmış, teheccüdü bir kere kaçırmamış. Oysaki teheccüd, Türkiye'de unutulmuş; “teheccüd” diye bir namaz var mı, yok mu? Kaçırmamış onu orada. Hep Kur'an-ı Kerim'i okuyor, kemâl-i hassasiyetle. “Babam diyordu ki bana: Oğlum, Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş Kur'an'ı, O'na inmiş bir Kur'an gibi değil, sana inmiş bir Kur'an gibi oku!” Öyle diyor. Şimdi işin esası, o; hep kendini muhatap olarak ele alma orada… Ama her şeyiyle kendini muhatap olarak alma… “Efendimiz'e ne demiş ise Cenâb-ı Hak, bana diyor bunu; fakat zılliyet planında, izafi planda bana diyor Allah (celle celâluhu) bunu!” Buna kimsenin itiraz etmeye hakkı da yoktur. Bu, öteden beri de öyle anlaşılmıştır. Yeni bir “Kur'an Çağı” yaşanabilir ama İlahi Beyan'ı hallaç edip onda derinleşecek ruh insanlarına ihtiyaç var!.. Şimdi bunu sürekli seslendirmek suretiyle, esasen, yeniden bir “Kur'an Çağı” olabilir, Allah'ın izni-inayeti ile, Hazreti Pîr-i Mugân, Şem'-i Tâbân gibi, bir yönüyle, o Kur'an-ı Kerim'i o ölçüde hallaç ederek… -Üstad Necip Fazıl, “eşya ve hadiseleri hallaç etme” tabirini kullanırdı; “tekvinî emirleri hallaç etme” derdi.- Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde hallaç etmek suretiyle… آمَنْتُ بِاللهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ “Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ'dan olduğuna iman ettim. İnandım: Öldükten sonra dirilmek haktır.” Bu hakikatlerin hepsi, Kur'an-ı Kerim'de var. Bunların hepsini üç tane hakikate ircâ edebilirsiniz. Nitekim etmişler; Gazzâlî de, Hazreti Pîr de ircâ ediyor aynı zamanda. Ama Kur'an-ı Kerim'i öyle duyma çok önemlidir. Duyurma da Kur'an-ı Kerim'i duyanların vazifesidir. İnsan duymuş ise şayet, duyuracaktır onu. “Nasıl oluyor da insanlar -böyle- gâfilâne davranıyor; buna bakmıyorlar?” diyecektir; Sahabe-i Kiram gibi, Tâbiîn-i Izâm gibi düşünecektir: “O Kur'an'ı Kerim ama gözyaşları nerede? Kalbin heyecanı nerede? Kalbin titremesi nerede?!.” Evet, insanlarda o duyguyu oluşturmak lazım. Ölü ruhların elinden alarak onu, hakikaten “Yahu bir kere daha duyayım!” diye namaza koşma ruhunu canlandırmak lazım. Kur'an'ı eline alma, öpme, başına koyma… Ondan sonra da saygı ile onun karşısında iki büklüm olma… Bu, zannediyorum, günümüzde bu mevzuda uzman insanların yapabileceği bir iş… Uzman dediğim, kitapların satırlarında düktor (!), dû-cent (!), dû-cennet (!), profesör değil. Esasen ruh insanları, kalb insanları, his insanları, şuur insanları… Zannediyorum işte bu mevzuda çok ciddî tembihe ihtiyaç var, ısrarla tembihe ihtiyaç var. Önceki senelerde Ramazan boyunca Kur'an-ı Kerim'i meali ile beraber okuyorduk; sabah-akşam okumak suretiyle bir cüz okunuyordu, hiç olmazsa ayda bir kere bir hatim oluyordu. Böyle işleye işleye, belki başkalarına on beş günde bir hatim yapma duygusu aşılanmış olurdu. Hiç olmazsa ayda bir, senede on iki defa Kur'an-ı Kerim'i hatmetme aşılanmış olurdu. İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, “Nafile namazlarda Kur'an'a bakarak okumada mahzur yoktur.” diyor; onun özel fetvası, tercihi. Hani en azından Kur'an-ı Kerim'i öyle okuma… Hatta ondan evvel de bir mealine bakma, imkânı varsa; sonra namaz kılarken o ruhla okuma. Hani, mealini düşünerek okuma değil de en azından ondan anlayacağı şeyleri anlama mevzuu… Arkadaşlarımızın bazıları yapıyor, şu anda bunu yapıyorlar; yapmaya da devam etmek lazım.
Bu video 20/04/2020 tarihinde yayınlanan “ZULÜM, SALGIN ve RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/zulum-... Şimdi şu anda bir virüs… Bunun beni ne kadar ağlattığını, Allah bilir. Her gün belki arkadaşlarıma diyorum: Dünyanın değişik yerlerinde dua, teveccüh, münâcaat koroları oluşturun; Cenâb-ı Hakk'a toptan teveccüh edin!.. Üstadımızın buyurduğu gibi: “Nasıl sadaka belayı ref' eder; aynen öyle, ekseriyetin hâlisâne duası da ferec-i umumîyi cezbeder.” “Cezb” tabirini kullanıyor, “cezbeder” diyor. Dolayısıyla, değişik yerlerde -böyle- dua koroları oluşturmak suretiyle Cenâb-ı Hakk'a teveccühte bulunarak, insanlığa musallat ettiği şu şeyi bir an evvel kaldırmasını O'ndan dilemek… Bu, hem bütün insanlık için bir moral olur… “Hakikaten böyle bir açık kapı varmış meğer!” derler. Hem başkalarına da bir yol-yöntem öğretmiş olursunuz. Bakın, şimdi Yahudi, Hıristiyan, Hıristiyanlığın değişik mezhepleri, Yahudilerin değişik mezhepleri filan, sizin arkadaşlarınız ile değişik yerlerde secdeye kapanıyorlar, dua ediyorlar; “Allah'ım! İnsanlığı bu dâhiyeden, bu beladan, bu mesâibden halâs eyle!” diyorlar. Cenâb-ı Hak size bir başka yol ile bir sevap kazandırıyor, bunu yapmak suretiyle sevap kazandırıyor. Bu da böyle üç aylarda başladı; Recep, Şaban ve Ramazan işte geldi. Ramazan geldi-dayandı ama salgın/musibet devam ediyor. “Onun farklı versiyonları arkadan gelecek!” filan diyor bazıları. “Mutasyonlarla, değişikliklere uğrayarak, farklı bir formda yeniden karşınıza çıkacak, bu defa farklı şekilde sizi tırpanlayacak, hafizanallah, yere serecek!” diyorlar. Bütün bunlar karşısında o “Kuvve-i Kâhire”ye, “Kuvve-i Bâhire”ye, “İrâde-i Şâmile”ye, “İrâde-i Muhîte”ye teveccüh etmekten başka çareniz yok. Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edeceksiniz; “Allah'ım! Sav bunları!” falan diyeceksiniz. Böyle mübarek aylarda, insanlık için, kendiniz için bu türlü tazarru ve niyazlarda bulunma mevzuu çok önemli bir şey. Allah, ona denk getirdi; hem Ramazan'ın sevabı, hem orucun sevabı, hem geceleri kalkıp ihya etmenin sevabı.. unutulmuş teheccüdleri kılmanın sevabı.. secdeyi derinlemesine duymanın, hadiste buyurulduğu üzere O'na (celle celâluhu) en yakın olma hâlini duymanın sevabı… Hakikaten başınızı yere koyduğunuzda, O'na en yakın olduğunuzu hissederek, “Allah'ım! Ne olur şunu lütfeyle, bunu lütfeyle!” deme mevzuu, Cenâb-ı Hakk'ın ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı oluyor size. Bela ve musibetleri asla başkalarına fatura etmemeliyiz; bilakis kendimizden bilip hemen istiğfar ve tevbeye yönelmeliyiz!.. Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde -antrparantez arz ediyorum- elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli. Niye bu bela ve musibetler geldi? “Benim yüzümden olabilir. Ben, Cenâb-ı Hakk'ın bana lütfettiği o imkanları tam, yerinde, rantabl olarak değerlendirmedim. Onun için Cenâb-ı Hak, beni bu türlü şeyler ile yeniden bir arınmaya sevk ediyor: ‘Aklını başına topla, bak, Ben varım!' diyor.” demeli ve böyle düşünmeli!..
Gerçekten bunun için miydi onca gürültü? Hakikaten sadece İmamoğlu ve Yavaş, Cumhurbaşkanı yardımcısı olsun diye toplantıda talep edilse olmaz mıydı? #meral akşener #dönüş Jenerik müziği: Rahman Altın
Hayatta şunu anladım: Ne derseniz deyiniz, kıskançlık, önüne geçemeyeceğiniz bir olgudur. Dilediğiniz kadar şeytani bir haslettir deyiniz, istediğiniz kadar üstüne vaazlar veriniz, ayet ve hadisler sıralayınız, ne yazık ki bu böyle bir gerçeklik. Aynı şey kibir için de geçerli. Kibir öyle bir şeydir ki bazen onu lanetleyenin bile vasfına dönüşür. Başka bir deyişle, tevazu postuna bürünür. Sahibi tevazudan bahsederken bile aslında kibirlidir. Kibir, kıskançlığı özünde taşır. Hep en başta olma, herkes tarafından sevilme ve herkesin en önemli gördüğü kimse olma isteği, kaçınılmaz olarak kıskançlığı tetikler. Başkalarının kendinden gayrısına yürekten meylini gören kibirli insan, haset duygusuyla sevilen ve önemsenen o kişiyi artık boy hedefi haline getirir. Amacı itibarsızlaştırmak olunca, bir yolunu ne yapıp edip bulur. Olmadık iddialarda bulunur. Çoğu zaman da sureti haktan görünerek. Hz. Adem'in oğlu Kabil kardeşi Habil'i kıskanmıştır. Hz. Yusuf kardeşleri tarafından çöldeki bir kuyuya atılmıştır. Demek istediğim, meleklerin başı bile olsanız, Adem'i kıskandığınız için iblise dönüşebilirsiniz bir anda. Peygamberin evladı bile olsanız katil olmanız an meselesi. xxxxx Ülke için hayırlı bir iş yapayım diyorsunuz. Bismillah deyip yola koyuluyorsunuz. Üstelik yaptığınız iş, sonuçta ağır bedeli olan bir iş. Herkesin “Niye yapmıyorsunuz, vebal altındasınız “ dediği bir iş. Birden bire siyasetin leş kargalarından tutunuz da, kıskançlıklarından ötürü şahsınızı itibarsızlaştırmayı marifet sanan kifayetsiz muhterislere varıncaya kadar bir sürü insanın üstünüze üşüştüğünü görürsünüz. “Madem çok gerekli bir işti, buyrun siz başa geçin, arkanızdan gelelim!” dediğinizde risk almaktan korkan o insanların sıra sizi itibarsızlaştırmaya geldiğinde nasıl aslan kesildiğini gördüğünüzde üzülürsünüz elbet. Yaptığınız işten dolayı kimseden takdir beklemezsiniz ama karşılaştığınız köstek fena halde canınızı acıtır. Sizi olduğunuzdan farklı gösterenlerin gerçekte sizi herkesten çok tanıyanlar olduğunu gördüğünüzde o kıskançlık illetinin nemenem tehlikeli olduğunu canınız acıyarak anlarsınız, lakin iş işten geçmiştir gayrı. Niyetiniz sorgulanır birden. Şahsi ikbal arayışında olduğunuza dair dedikodular tedavüle sokulur usul usul. Siyasette bir yere gelmek için bir şeyleri araçsallaştırdığınız veya birilerini kullanmak istediğiniz ve/ya da kendinizi göstermek için bu yola koyulduğunuz dedikodusunu yayarlar namertçe. İnsan bu işte. Kendi içindekini sızdırır. Başkalarını kendi gibi bilir. Kendi niyeti üzerinden niyet okumaları yapar. Sonra da rastladığınızda karşınızda gerdan kırar. Hesabiliğini hasbilikle sarıp sarmalar. Sizi ne çok sevdiğinden dem vurur. Riyakarlığını bilirsiniz ama yüzüne vurmazsınız. Birlikte omuzladığınız dava zarar görmesin diye. Lakin bunun dahi kadrini-kıymetini bilmez. Huyu değişmez. Arkanızı döndüğünüz anda hançerini saplamaktan geri durmaz. Hakikaten anlarsınız ki hasedin bir tedavisi yoktur. xxxxx Yaşadıkça tanıyorsunuz bazılarını. Deneyimledikçe görüyorsunuz o birilerinin gerçek suretlerini. O yüzden haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden Allah'a sığınmak en doğrusu. Başkaca yapabileceğiniz hiçbir şey yok zira. Hasedini kırmak için başınıza dahi geçirmeyi teklif edersiniz, lakin hasetçi, başta olmanın riskini göze alamadığı yetmezmiş gibi bir de başınızı almaya kalkışır. Bu tür insanlar iflah olmazlar.
Bu video 17/11/2019 tarihinde yayınlanan "CANLI İRADELER VE SİNERJİ" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.ozgurherkul.org/bamteli/b... Farklı vesilelerle bir araya gelmeleriniz hem sinerjiye vesile oluyor ve kuvve-i maneviyeyi güçlendiriyor hem müzakereler sayesinde derinleşmeye kapı aralıyor hem de yenilenme ihtiyacını karşılıyor. Bir taraftan bu yaptığınız şeyler, çok önemli; diğer yandan da yapılan şeyler diğer insanlara kuvve-i maneviye oluyor. Mesela çok sarsık bir hayat yaşıyorum ben şu anda da. Yaralıyor beni o arkadaşlarımızın, binlerce yüz binlerce arkadaşımızın hayattan tecrîd edilmesi, mahrumiyete mahkûm edilmesi. Her gün öyle bir şey ile yaralanıyorum yeniden. Hazreti Hamza'nın bağrına yediği mızrak gibi bağrıma bir mızrak yemiş gibi bir kere daha inliyorum; çok ağırıma gidiyor. Gecelerim bunun ile kirleniyor. “Kirleniyor” mu diyeyim, yoksa bir yönüyle “Beni hasta hale getiriyor.” falan mı diyeyim?!. Ama hani bunlar meselenin bir yanı, insanî olma yanı. Duyuyorsunuz bunları; duymamak da bir yönüyle belki kabalık sayılır. Fakat bunlar, hiçbir zaman bizi bir ye'se, bir inkisara, “Artık bir şey yapamıyoruz!” duygusuna atmamalı, itmemeli. Hakikaten bir uçuruma, Ashâb-ı Uhdûd gibi uçurumun kenarına götürseler yine de ye'se düşmemeli!.. Orada hani o minnacık çocuk kucağında bir kadını da atacaklar, “Niye sen bu dine girdin?!” diye. İttiriyorlar kadını; kadın direniyor. Çocuğa bakıyor, çocuk sahipsiz kalacak diye düşünüyor. Üç tane çocuğun bebekken konuştuğundan bahsedilir, onlardan bir tanesi de odur. “Anne, at” diyor, “Korkma!” diyor, “At kendini!” diyor. Bunun üzerine kadın, Cenâb-ı Hakk'ın teminatına kendini salıyor.. Siz böyle bir araya gelince, böyle konuşunca, ben muvakkaten oksijen yudumluyor gibi oluyorum, hakikaten. Muvakkaten kendimden sıyrılıyorum, böyle. Siz olamam da kat'iyyen fakat siz oluyor ve rahatlıyorum böyle; sizin içinizde kendimi hissediyor ve rahatlıyorum, Allah'ın izni-inayeti ile. Bu mesele, sürekli o metafizik gerilimi koruma adına çok önemli bir şey; buna dikkat etmek lazım. O bir araya gelme de esasen o sinerjiyi meydana getiriyor. Mesela, burada bazen şöyle oluyor: Arkadaşlardan birisi namaz kıldırıyor orada, hislerine yenik düşüyor, bir ağlıyor, bir sinerji meydana getiriyor ki, saflarda ağlama meydana geliyor. Ha, ben bunu değişik yerlerde de gördüm; o camilerde, o gençlerin, kalabalık gençlerin beş-on tanesinin orada hıçkırıklara boğulması karşısında, bütün cami hıçkırıkla inliyordu. Zannediyorum çoklarınız herhalde muttalisiniz. Dolayısıyla bir de öyle bir sinerjiye sebebiyet verecek, o bir araya gelmeler. Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. Bazı arkadaşlarımızın bu mevzuda fevkalade fedakârlıklarını anlatmak lazım; mesela, tek başına gitmiş, bir ülkeyi -Allah'ın izni ve inayeti ile- ayaklandırmış gibi bir şey oluyor. Bütün bunlar… Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Onun için Kur'an-ı Kerim, Sahabe-i kirama bile, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ “Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne iman edin.” (Nisa, 4/136) “Hele bir kere daha imanınızı yenileyin!” diyor. Üstadımız da bir yerde bunu serlevha yapıyor: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِـ”لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah' ile yenileyiniz.” Sürekli imanı yenilemeye ihtiyacımız var; değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer ile birlikte sizlere Bosna'dan sesleniyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu: Serdar Tuncer: Efendim merhabalar. Bazı diyarlar var orası mesafe olarak ne kadar yurdunuza uzak olsada aslında kalbinize kalbiniz kadar yakındır. Yani ben Türk'üm diyen bir insan için şu an içinde bulunduğumuz mekan diyelim ki İstanbul'da yaşıyor olsun, Üsküdar'dan daha uzaksa onun Türklük şuurunda bir problem var demektir. Saraybosna'dayız, Baş Çarşı'dayız ve Dinle Neyden'i Evlad-ı Fatihan diyarından selamlayarak başlatıyoruz. Efendim hoş geldiniz. Ömer Tuğrul İnançer: Teşekkür ederim. Hoş geldik, hoşa geldik her zamanki gibi... Serdar Tuncer: Çok güzel değil mi burada olmak?... Ömer Tuğrul İnançer: Çok güzel, çok da sıkça Allah imkan verdiği müddetçe gelme imkanına kavuşuyoruz, ihsan buyuruyor. Hakikaten çok güzel. Hatıralar canlanıyor, tarih canlanıyor, şuur kazanılıyor... Serdar Tuncer: Şuur nasıl kazanılır efendim? Ömer Tuğrul İnançer: Aşinalık ve bilgi üzerine inşa edilir şuur. Bilgi de hadiselere ve kişilere, mekanlara aşinalık kazanmak için elde edilir. Bu aşinalıktan da (aradaki durakları söylemeden en uç noktasını söyleyeyim) aşk doğar... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan yüzüçüncü bölüm sizlerle. Dünya karmakarışık. Hakikaten öyle. Farklı yerlerde, farklı ortamlarda farklı çağlar yaşanıyor sanki. Bazıları hala Ortaçağ zihniyetinde ve kafasında devam ediyor, bazıları yüzyıl önden gidiyor, geleceği şekillendirmeye çalışıyor. Bu bazılarından biri hakkında konuştuk. Uçlardaki adam Elon Musk ve tanıttığı robotlarını değerlendirdik. Dünyayı robotlar ele geçirebilir mi gelecekte? Konu gergin... Bunun sonrasında zihin sağlığı üzerine konuştuk. Dünya Sağlık Günü öncesinde bu konuyla ilgili elde ettiğimiz bazı araştırmaları değerlendirdik. Bir spor markasının bir pop yıldızı aracılığıyla bu konuya dikkat çekmesini takdir ettik. Bu konu da çok önemli, derin ve tekrar gündeme alacağımız bir konu... Yüzüçüncü bölümümüzde bir podcast için “Bi de Buna Bak” dedik. Podcast evreninde yeni isimler var, hatta podcast formatı kendi yıldızlarını ortaya çıkarıyor. Bazı isimler de farklı mecralardan podcast'e geçiş yapıyorlar. Radyo da bu mecralardan biri, belki de podcast'e en çok yetenek yollayan mecra radyo. Radyocu arkadaşımız Hakan Emren'in podcast'ini dinlemenizi tavsiye ediyoruz. En sonda, yine 90'lardan bir parça istedik. Eylül ayının sonunda kalp krizi sebebiyle hayata veda eden rap yıldızının, 27 yıl sonra hala heyecanla dinlenen parçasını. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/burcin-acer/message
Selam fularsızlar, zeka hakkında yazılmış en tartışmalı kitaba devam ediyor, orijinal araştırma kısmına dalıyoruz. Oradaki yüzlerce sayfanın ana fikri şu: IQ > Sosyoekonomi. Yani IQ sadece akademik başarıyı değil, insan hayatında olan biten çoğu şeyi en çok etkileyen faktör. Hakikaten de böyle mi?(Duyuru: Bunca bölümdür devam etmemi sağlayan en önemli şey, Patreon'dan irili ufaklı destek veren sizin gibi dinleyiciler. Bu destek doğrudan bana geliyor, normal reklam gelirleri ise (varsa o ay) yapımcımla paylaşılıyor. Ayrıca patronlara e-kitabım bedava, yoksa da buyrun: Safsatalar Ansiklopedisi Kısaltılmış Edisyon)----------------------------------------------------Bu podcast, Hiwell hakkında reklam içerir.Hiwell hakkında daha detaylı bilgi almak ve fular100 kodu ile %20 indirimden faydalanmak için tıklayın.----------------------------------------------------.Bölümler:(00:05) Fakirliğin sebepleri.(03:45) Suçlular neden suç işliyorlar.(06:35) Survivorship bias.(07:45) NLSY79 çalışması.(09:15) Regresyon analizi ve İşsizlik.(10:40) Nedensellik.(11:25) Multiple linear regression.(12:35) Sosyoekonomik endeks.(14:15) Evliliğin yoksulluğa etkisi.(15:15) Gayrımeşru çocuk oranı.(17:35) Overfitting.(19:15) Multicollinearity.(20:55) Eğitim ve zeka ilişkisi.(22:30) Zeka ve sosyoekonomik durum ilişkisi.(24:30) Bilişsel elitler.(27:55) Genetik mi çevre mi.(29:00) AFQT vs WAIS.(30:50) IQ'nun gerçek etkisi.(32:35) Gelecek bölüm ve teşekkürler..Kaynaklar:Ayrıntılı Kitap Özeti: Intelligence and Class Structure in American LifeAkademik makale: Is There a Cognitive Elite in America?AFQT Savunusu: Technical Issues Regarding the Armed Forces Qualification Test as a Measure of IQSee Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Bu video 05/02/2017 tarihinde yayınlanan "MAHPUSLAR, MAZLUMLAR, MUHÂCİRLER VE HİMMET" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Kimse Yok Mu”nun da gadre uğratıldığı günümüzde mazlum, mağdur ve muhtaçlara el uzatmak için dünya çapında umumi bir seferberlik yapılsa sezadır. Bu arada, antrparantez: Mağduriyete, mazlumiyete uğrayan insanlar var, dünyanın değişik yerlerinde. Belli bir dönemde, arzu edilen şeylerin kısmen yerine getirildiği dönemde, bir “Kimse Yok Mu” vardı. Dünyanın neresinde olursa olsun, mazlumların, mağdurların imdadına koşuyordu. Kurbanlar kesiliyordu, o muhtaçlara yetiştiriliyordu. Myanmar'a götürülüyordu, Gazze'ye götürülüyordu; girebildiğiniz, sınırları size açık olan her yere götürülüyordu. Meseleye insanî çerçeveden bakılıyordu, hümanizm mülahazasına bağlı olarak her şey yapılıyordu. Din ayırımı gözetilmeden, meşrep ayırımı gözetilmeden, mizaç ayrılığı gözetilmeden, mezâk ayrılığı gözetilmeden herkese el uzatılıyordu. Gün geldi, bir yerdeki şeytanî kıskançlık ve haset böyle bir hayır yuvasını, hayır sistemini bile baskı altına alma, kapama, öldürme gayreti/cehdi içine girdi. Şimdi dünya kadar insan, mazlumiyete, mağduriyete uğradıkları halde, yardıma muhtaç; binlerce insan… On bin mi, yirmi bin mi, otuz bin mi, kırk bin mi?!. “Fârr”ı ile, “muhtefî”si ile, “mağdur”u ile, “mazlum”u ile, “muzdarr”ı ile, “mevkûf”u ile, “mescûn”u ile, “müstantak”ı ile, bir sürü insan, bir sürü yuva… Bir insanı götürmüşlerse, bütün bir yuvanın fertlerini aynı zulme, aynı mağduriyete uğratmışlar demektir. İnsan olan insana düşen şey, tıpkı Ensâr mülahazası ile bunlara yardım etmektir, destek olmaktır. O müessese (Kimse Yok Mu) kapandı belki ama değişik yerlerde fonksiyonunu edâ edebilir. Bir yerde, bir merkezde kapatırlar, ben dilerim Amerika'da şubesini açarlar, İngiltere'de şubesini açarlar, Almanya'da şubesini açarlar, Birleşmiş Milletler'de şubesini, Afrika'da şubesini açarlar ve yine mazlumların-mağdurların imdadına koşarlar, herkesi kucaklarlar. Renk-desen gözetmeden, herkese bağırlarını açarlar. Olur inşaallah öyle!.. Fakat şu anda sistem, bu mazlumların, mağdurların hepsine yetecek güçte değil. Onun için herhalde bu mevzuda dünyanın değişik yerlerinde bulunan arkadaşlara daha umumî manada bir “seferberlik” düşüyor. Bir taraftan kendi vatandaşlarımız… Çok önceden gitmiş, oralarda iş tutturmuş; Amerika'ya gelmiş, iş kurmuş; İngiltere'ye gitmiş, Almanya'ya gitmiş, Hollanda'ya gitmiş, Fransa'ya gitmiş, Benülüks ülkelerine gitmiş; iş kurmuş oralarda. Hakikaten el uzatacak mahiyette… Bu insanlara, meseleyi usulünce anlatarak, o mübarek “himmet” mevzuunu hatırlatarak onların himmetlerine başvurulabilir. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Ne zaman bir doğal afet olsa, bizim başkan ortalıkta yok. Ya şehir dışında... Ya da bir kuytuda özel buluşmada. Yoksa afetler mi başkanın gidişini takip ediyor? Vallahi anlamak zor. “Yağmur yağdı, böyle oldu” deyip geçemeyiz. Kendisine “Sayın Başkan” denilmesinden çok hoşlanan, bunu belirten, hatta öyle denilmesi için sesini yükselten sayın başkan, sayın başkanlık yapsa ne iyi olurdu. Psikologlar pek çok sorunu çözmek için kişinin çocukluğuna dönmek gerektiğini söyler. Biz de öyle yapalım. Sayın başkan, herhalde çocukken Ayşegül serisini okumuştur. “Ayşegül Tatilde” ve “Ayşegül Gezide” kitaplarının etkisinde çok kalmış olabilir. Büyük bir ihtimal bu. Fakat “Ayşegül Okulda” kitabını sevmediğini tahmin edebiliriz. Onu da beğenseydi, sık tatil yapsa bile, felaket zamanlarında işinin başında bulunmaya çalışır, koşup gelirdi. Yine de bu kadarına şükredip oturalım yerimizde... Veya oturup şükredelim. Ya Baydın gibi uçak merdivenlerini çıkarken, defalarca düşseydi... Konuşurken uyuklasaydı... Söylenmemesi gerekenleri söyleseydi... Not kâğıdına yazılan “son cümleyi tekrar et” gibi uyarıları yüksek sesle okusaydı... Konuşması bitince elini boşluğa uzatıp bekleseydi... Şükür, şükür. Baydın bu hataları yaşlılığından ötürü yapıyor. Bizim şehrin başkanı genç. EYT'liler ile mukayese edince öyle görünmese de bir siyasetçi için toy sayılır. Onun yaptığı hataları da toyluğuna versek olur. Dağı taşı bina ile doldurduk. Dere yatağı, gevşek zemin demeden her tarafa yüksek binalar diktik. Tek katlı bina için bile müsait olmayan yerlere çok katlı binalar kondurduk. Sel geleceği ilk bakışta belli olan yerlerin riskini yok saydık, her türlü afet riskini göz önünde bulundurmayıp uzak tarafa itekledik. Sandık ki gözümüze görünmezse, risk ihtimali de uzaklaşır. Doğal afetlerin bizim görüş alanımızla bir bağlantısı yok; bunu bilemedik. Yalnızca İstanbul'da değil, Karadeniz'den Akdeniz'e, doğudan batıya her tarafta aynı. Son afetin merkezi Esenyurt... Şiddetli yağış sonrası Haramidere taştı. Arazi yapısına bakınca, ne görüyoruz? Derenin, bir gün mutlaka taşacağını haykırdığını... Fakat duyan olmamış. Birileri duysa da zerre kadar aldırış etmemişler. Adı üstünde dere. Başında ise harami var. Kimler harami? Kaç kişiler? Hakikaten kırk mı? Niye bu ismi vermişler? Ali Baba nerede? Düşününce cevapları bulabiliriz. O riskli bölgeye bina yapan da haramidir, bina yapılmasına izin veren de. Orada tarihî bir taş köprü vardır. Haramidere Köprüsü. Çok şık bir mimarî eser. Trafik yoğunluğu yüzünden etrafını sonradan yapılan modern yollar sarmış. Ne girişi var artık ne çıkışı. İşlevsiz hâlde, küsmüş gibi tek başına duruyor. Eminim ki her gün yanından geçenlerin çoğu farkında değil. Hiç görmeyenler bile vardır. Yüzlerce yılı geride bırakmasına rağmen, sapasağlam duruyor fakat kullanılamıyor. Yanına yaklaşmak dahi mümkün değil. O kadar zavallı, o kadar garip ve kimsesiz hâlde ki, dili olsa neler söyler kim bilir? Tarihe saygı olsaydı, o köprüyü korurduk, etrafına yeni yollar yaparken varlığını ve kimliğini dikkate alırdık. Hemen yanı başına binalar yapılmasına izin vermezdik. Sezai Karakoç, çocuklar için risk olmasın diye evlerin balkonsuz yapılmasını ister ‘Balkon' şiirinde. Onun kadar önemli bir husus daha var. Evlerin bodrum katlarına ikamet izni verilmemeli. Sel gelince üç metrelik su dolan yerler insanî değil. Hayvanlar için bile tehlikeli. Ey sayın yetkililer... En sayın yetkililer... Lütfen bu konuyla ilgilenin, insanları bodrumlardan kurtarın. Bu konu çok büyük ciddiyetle ele alınmalı. İnsanların köstebeklerden farkı olsa gerek.
Bu video 19/02/2017 tarihinde yayınlanan "DERİN VE CANLI MÜSLÜMANLIK" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Maruz kaldığımız musibetleri aşabilmemiz için sığlıktan kurtulmamıza ve daha derin bir kulluk ortaya koymamıza ihtiyaç var!.. Cenâb-ı Hak, bizleri, dinde derinleşmeye muvaffak eylesin!.. Farzıyla, imanın erkân-ı esâsiyesiyle ve İslam'ın esâsâtıyla; yani, sağlam inanmak ve onu sağlam yerine getirmekle!.. Buna Üstad Necip Fazıl, “iman ve aksiyon” sözüyle yaklaşırdı. “Aksiyon”, “amel”i tam karşılar mı? Fransızca bir kelime; münakaşası yapılabilir; kendisi de sorguluyordu onu. Antrparantez burada bir şey söylemek istiyorum: Hutbe, Cuma'nın şartlarındandır, dinlenilmesi lazım. Dolayısıyla hutbe okunurken, salat ü selam yeri geldiği zaman bile, yani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in adı anıldığında dahi salat u selam getirilmez. Bu, meselenin (hutbeyi dikkatle dinlemenin) önemini ortaya koymaktadır. Bazıları diyorlar ki, “Böyle, içinden söylese acaba olur mu?” Kütüb-i Fıkhiye'de. İçinden… Onun (hutbenin) kemâl-i hassasiyetle dinlenilmesi lazım. Hutbede okunan, Kur'an, hadis-i şerif veya onlardan süzülmüş her ne ise şayet, onu kemâl-i hassasiyetle, Ramazan'da iftar vaktinde size sunulmuş bir içecek gibi yudumlamak lazım. Limonatayı mı çok seversiniz, portakal suyunu mu, soğuk bir suyu mu? “Mâ-i bârid”, Efendimiz'in beyanında da içilmesi gerekli olan şey diye tavsiye edilir. Her neyi seviyorsanız şayet, onu yudumluyor gibi hutbeyi yudumlamak lazım! İmam, Kur'an'ı okurken, onu yudumluyor gibi yudumlamak lazım!.. Cenâb-ı Hak, namazı, tabiatımıza göre, numarası-drobu uygun, tam bize göre bir şey olarak emretmiş. Hakikaten bu el, bu ayak, bu mafsallar… Vücutta, üç yüz küsur mafsal… Namaz kılmak için ne kadar da yakışıyor, başka varlıklara baktığımız zaman. Her defasında derinlemesine onu duymak, namazlaşmak… Dün, aklımdan geçiyordu ki, ara sıra namazla alakalı bir bahsi okusalar; İmam Gazzalî'den mi, Hazreti Pîr'den mi, yoksa daha dûn olan insanlardan mı, namaza ait bir bahsi, tekrar tekrar bize anlatsalar da biz de namazlaşarak namaz kılsak!.. Oruçlaşarak oruç tutsak!.. Allah yolunda tamamen “kul”laşarak, kulluğumuzu “ibâdet” şeklinde değil, “ubûdiyet” şeklinde de değil, ubûdiyet üstü “ubûdet” şeklinde, vücudumuzun bütün derinliklerinde duyarak yerine getirsek!.. Sığlıkla, şu anda yürüdüğümüz yol, yürünmez. Ve bizim, şu andaki sığlığımızla, maruz kaldığımız şeylerden sıyrılma imkânı olmaz! Onları gönül rahatlığıyla atlatamayız. Daha derin kulluğa ihtiyaç var; Peygamberâne bir bakışa, O'nun yolunda, sahabî anlayışında bir bakışa… O camilerde namaz kılan insanları, mübarek kandil gecelerinde veya Cuma namazlarında gördüğüm zaman… Ama İslam dünyasının her yerinde, hususiyle de Kapadokya'da… Camideki cemaati görünce, cansız posterler gibi geliyor bana!..
Bu video 26/02/2017 tarihinde yayınlanan "SİZ NEREDESİNİZ EY MÜ'MİNLER!.." isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... İkiyüzlü zâlimlerin dine ve diyanete verdiği zarar, ehl-i küfrün tahribinden çok daha feci olmuştur. Bir de değişik dönemlerde, değişik çağlarda, hususiyle enâniyetin dolu-dizgin gittiği yirminci asırda, hususiyle İslam dünyasında ve bilhassa Kapadokya'da; insanların kendi düşüncelerine, kendi dediklerine taptıklarını görünce, insanın midesi bulanıyor. Özür dilerim, “Bulanıyor!” deyince, mideniz bulanmasın. Hakikaten… Çünkü mideyi bulandıracak kadar!.. Öyle bir şenâat, bir denaet, bir mesâvî, bir meâsî nümâyân ki, hiç sormayın!.. Damlasını deryaya atsan, bütün balıkların midesi bulanır!.. Evet, mü'min, emniyet ve güven insanıdır. Herkesin kendisine karşı güven duyduğu insandır, Allah'a inanmanın gereği olarak… Âlem bana güven duymuyorsa, benden kaçıyorsa, ben, insanları Allah'tan uzaklaştırıyorum, demektir. Değişik vesilelerle ifade ettiğim bir hususu, müsaade ediyor musunuz, bir kere daha ifade etmeme: Allah göstermesin!.. Ben, o diyanete mensubiyeti de imâ eden kelimeyi kullanmayacağım, onlar da rahatsız olmasın diye. “Kütüb-i sâlife” falan demek, belki onunla da yine aklınız bir tarafa kayabilir. Fakat sizin din ve diyanetinizin dışında, çok farklı anlayışa, dünya görüşüne, inanç sistemine sahip bir milletin haziresinde neş'et etseydiniz.. sonra hâlihazırdaki İslam dünyasına baksaydınız.. başınızı kaldırıp Kapadokya'ya baksaydınız… Rica ederim, İnsanlığın İftihar Tablosu'yla temsil edilen, mebdei “semâ”ya dayanan, arkasında “vahy-i semâvi-i İlahî” olan İslam dinini seçme mevzuunda bir fikirde bulunur muydunuz?!. Şu, insanların canavarlaştığı, birbirini yediği.. kuvvetin hâkim olduğu.. adaletin ayaklar altında pâyimal olduğu.. hukuk sisteminin işletilmediği.. kimsenin, kendi hakkını müdafaa edemediği.. karar veren hâkimlerin bile kendilerini zindanda bulduğu.. avukatların müdafaa ettikleri insanlar adına kendilerini zindanda bulduğu… Böylesine kirlenmiş, levsiyât haline gelmiş, damlası okyanusa düşse balıkları öldürecek hale gelmiş bir ülkeye baktığınız zaman -“Bunların sahip olduğu dinin mebdei ‘semâvî' imiş, Allah'tan gelmiş.” Bunu bilseniz bile.- o istikamette bir tercihte bulunur musunuz?!. Vicdanlarınıza sesleniyorum. Bir şeye bakarak konuşmayın; Allah için, vicdanlarınızın sesini ortaya koyun! Kapadokya'yı seçme mevzuunda bir tercihte bulunur muydunuz?!. Hayır!.. Emniyet ve güvenin pâyimal olduğu.. Allah'a iman meselesinin kendini ifade etmediği.. mü'minin mü'mince davranmadığı.. hakkın-adaletin yeryüzünde tek temsilcisi olarak kendisini göstermediği bir yere, bu kirli dünyaya bakan insanlar, sadece burunlarını tutar geçerler; istifrağ etmemek için, gözlerini kaparlar. Bu, insanları Allah'tan öyle bir kaçırmadır ki, kâfir, Müslümanlığa bunun kadar zararlı olmamıştır. Çünkü kırmızı çizgilerle, durduğu yer bellidir; ona karşı senin de metafizik gerilimin olur. Ama bir taraftan sana ait argümanları kullanırken, bir taraftan da kâfirin yapmadığını yapan insanlar, öyle bir kaçırırlar ki Allah'tan, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'dan, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali yolundan… عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ “Siz, Benim ve doğru yolda olup hep doğru yolu gösteren Râşid Halifeler'in yoluna yapışın!..” buyurulan o yoldan öyle bir kaçırırlar ki, hafizanallah, ne emniyetten bahsedilebilir ne de güvenden.
Turkish Stories for Learner Turkish MEDENİYETİ YÜKSELTEN VEBA SALGINI Felaket olarak bildiğimiz olayların bazen hayırlı yanları da vardır. Buna tarihte görülen veba salgınını örnek verebiliriz. Kara ölüm adı da verilen bu salgın yüzyıllar önce ortaya çıkmıştır. Çin ve Hindistan'dan İzlanda ve Greenland'e kadar bütün Asya ve Afrika memleketleri bu felaketten nasibini almıştır. Bu hastalık dünya nüfusunun korkunç ıstıraplar içinde azalmasına sebep olmuştur. 1348 yılında Doğu Akdeniz memleketlerinden gelen baharat yüklü üç gemi Cenova limanına uğradı. Tayfalar şehri gezmek üzere sahile indiler. Tayfalarla birlikte gemide bulunan yüzlerce fare diğer farelerle buluşmak üzere şehre dağıldı. Birkaç gün sonra şehrin sokaklarında fare ölülerine rastlandı. Sokaklarda fare ölülerinin görülmesinden sonra insanlarda hastalıklar baş gösterdi. Hastalığa yakalananlar sabahleyin baş ağrısı ile uyandılar. Zangır zangır titreyen insanlar, göğüslerinde müthiş sancılar hissediyor ve kan kusmaya başlıyordu. Hastaların durmadan ateşi yükseliyor, nefes almaları güçleşiyor, birkaç gün sonra da ölüyorlardı. Bazı hastaların koltuk altlarında, kasıklarında, boyunlarında yumurta büyüklüğünde şişlikler peyda oluyor, bu şişlikler kararıyor ve deriyi çatlatıyordu. Doktorlar sebebini bilmedikleri hastalıkla mücadelede âciz kalıyor, hastaların yanına yaklaşmaktan bile korkuyorlardı. İlk günler fakirleri etkileyen hastalık zamanla toplumun bütün sınıflarına, aristokrat ailelerin saraylarına, zengin tüccarların köşklerine de girdi. Bunların birçokları evlerini barklarını terk ederek kırlara, dağlara kaçtılarsa da hastalık onları orada da buldu. Salgınla limandaki üç gemi arasında bağlantı kuranlar oldu. Bunun sonucu olarak da tayfalar şehirden kovuldular. Kovulan gemilerden biri Marsilya'ya, diğerleri de Akdeniz'in diğer limanlarına uğrayarak hastalığı orada da yaydılar. Dünyanın sonunun geldiğine inanılıyordu. Hakikaten dünyanın sonu gelmişti. Fakat bu son, derebeylik düzeninin sonu idi. Salgın iki yıl içinde Avrupa ve Asya nüfusunun yarısını alıp götürdükten sonra, geldiği şekilde, aniden çekilip gitti. Avrupa'da 25 milyon, Asya'da 24 milyon insan ölmüştü. Hastalığın yok olmasına 1350 yılındaki korkunç kış sebep oldu. Görülmemiş derecede yağan kar günlerce yerde kalarak mikropların yok olmasını sağladı. Hastalığın etkisiyle milyonlarca insanın ölmesi Avrupa'daki insan nüfusunun yapısı üzerinde büyük değişikliklere yol açtı. Ölen insanların toplumun her sınıfından olması, bu sınıfların yeniden şekillenmesine neden oldu. Ölenlerin içinde ilim sınıfından da binlerce insan vardı. İlim ve edebiyat dili olan Latinceyi öğreten insan kalmadığından dersler millî dillerde okutulmaya başlandı. Böylece kültür, geniş halk tabakaları arasında yayıldı. Aynı sebepten İngiltere'de asilzade sınıfının resmî dili Fransızca olmaktan çıktı, İngilizce oldu. Salgın, derebeylik rejimini temelden sarstı. Salgın sonucunda işçi sınıfının sayısındaki azalmaya çare olarak birçok keşifler yapıldı. Bu teknik keşifler, ziraat ve sanayi verimini artırdı. Geniş halk kitleleri arasında yayılan kültür, Rönesans'ın ortaya çıkmasına ve yeni bir medeniyetin doğmasına neden oldu.
Sultan I. Ahmed Han Osmanlı padişahlarının on dördüncüsü, İslam halifelerinin yetmiş dokuzuncusudur. Sultan III. Mehmed Han'ın oğludur. Babasının Saruhan valiliği sırasında 1590 yılında Manisa'da doğdu. Annesi Handan Sultandır. Şehzade Ahmed, henüz beş yaşında iken sıkı bir talim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazade Mehmed ve Esad Efendilerden de dersler aldı. Bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sahip olup, Arapça ve Farsça'yı mükemmel öğrendi. Ok atmak, kılıç kullanmak, at binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi. Şehzade Ahmed, sancağa çıkmadan saltanata geçen ilk şehzade olmuştur. Sultan Ahmed on dört yaşında tahta geçti ve on dört sene padişahlık yaptı. İyi eğitim almış, sanata ve edebiyata düşkün bir padişahtı. Şiirin yanında hat sanatına da yakın bir ilgi göstermiştir. Zevk ve sefaya kapılmayan, dindar ve hayır sahibi olması dolayısıyla halkın sevgisini kazanmıştı. I. Ahmed Han gerek Anadolu'da ve gerekse de İstanbul'da pek çok yadigâr bırakmıştır. İstanbul'da kendi adıyla anılan meydandaki Sultanahmed Camii tam bir şaheserdir. Temel atımında kazmayı ilk vuranlar devrin şeyhülislamı Mehmed Efendi, Aziz Mahmud Hüdâyî, Kuyucu Murad Paşa ve Sultan Ahmed Han olmuşlardır. Mabeyinci Mustafa, padişahın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han'ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda Sultan Ahmed Han: “Şu anda Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.e.) geldiler. Bana: “Sen, dünya ve ahiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in yanında olacaksın!” buyurdular cevâbını verdi. Hakikaten ertesi gün 22 Kasım 1617'de vefât etti. (Ahmet Şimşirgil, Kayı V: Kudret ve Azamet Yılları, s.313-316
Eğer ABD'nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford Türkiye'ye karşı bir algı operasyonu veya 5'inci kol faaliyetleri içinde değilse Fırat'ın doğusunda PKK/PYD-YPG terör örgütünün rejime bağlı özerk yönetimden de facto bir Kürt devletine evrileceğini iddia etmiş. Hakikaten büyük bir iddiada bulunmuş. Bu yazılanları doğru kabul edersek demek ki ABD-Rusya ve Esad rejimi ile bu konuda bir anlaşmaya varılmış. Bu anlaşma aynı zamanda Amerika'nın Doğu Suriye'den ayrılmayacağının işaretlerini de taşıyormuş. Amerika ile Rusya arasında uzun zamandan bu yana Suriye'nin geleceği konusunda görüşmeler yapıldığına yönelik şimdilik asparagas mahiyette olduğunu düşündüğümüz haberler sosyal medya ve fonlanmış medyada dolaşıma sokuluyor. Büyük bir ihtimalle Türkiye ile Rusya'nın arasını açmaya yönelik bir çalışma yapılıyor. Aksi bile olsa Trump'un Aralık-2018 yılında Amerika'nın Suriye'deki askerlerini geri çekeceği açıklaması sonrasında yaşanan önemli gelişmeleri hatırlamamız elzem diye düşünüyorum. ABD VE TÜRKİYE FIRAT'IN DOĞUSU'NDA SAVAŞACAK MI? ABD/PKK ittifakının Suriye kuzeyindeki korsan kantonları birleştirme projesine, son 17 kilometre kala Fırat Kalkanı Harekâtı ile 'dur' diyen Türkiye, Ortadoğu'nun en büyük terör merkezine dönüşen Afrin'i de Zeytin Dalı ile temizlemesinin ardından bölgedeki en kritik hamleye hazırlanıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve SMDK'nın müşterek yapacağı 3. operasyon, Suriye iç savaşı ve DEAŞ aparatını kullanarak PKK'ya alan açan ABD ve destekçilerine 550 kilometrelik sınır şeridinde en büyük darbe olacak. Suriye ve Irak'la toplam 911 kilometrelik sınır hattına sahip olan Türkiye, güney sınırlarında ülkemizin bekasını tehdit eden terör yapılanmasını tümüyle yok etmek için Fırat'ın doğusuna operasyon yapacağı kararını en yetkili ağızdan açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın “Fırat'ın doğusunu bölücü terör örgütünden kurtarmaya yönelik harekatımıza birkaç gün içerisinde başlayacağımızı ifade ettik, ediyoruz. Hedefimiz asla Amerikan askerleri değildir, bölgede faaliyet gösteren terör örgütü mensuplarıdır'' demişti.
Bertan Rona Bakışlar'ın bu bölümünde oldukça ilginç bir konu başlığını ele alıyor: "Şeytan tercüme yapar mı?" Bertan Rona bu bölümde başlıca şunları anlattı; Bu bölümde şeytan tercüme yapar mı? gibi bir başlığımız var. Hakikaten tercüme ne demek ki şeytan tercüme yapsın acaba böyle bir şey mümkün olabilir mi? arada ne tür bir ilgi söz konusu olabilir bu iki sorunun izini sürmeye çalışacağız birlikte. Şeytan kelimesini hepimiz biliriz, iblis kelimesini de hepimiz biliriz. Sanki iblis daha çok o isimle anılan varlığın Allah'la olan ilişkisine gönderme yapan adlandırma iken şeytan ise insanla ilişkisine, insan bakımından taşıdığı anlama dair bir referans ortaya kokuyor sanki... Şeytanla ilgili neler duymuşuzdur? Mesela melun. Ne demek melun? Lanetlenmiş. Peki, bunlar ne anlam taşımaktadır? Yani bu noktada, bu sıfatların aslında müşahhas, son derece açık, net bir şekilde karşımızda duran, durabilecek olan bir varlığı ifade etmediği gibi bir düşünceye saplanmanın anlamı yok. Bu düşünce çok çok doğru olmaz elbette ama bunun yanı sıra başka bir takım çağrışımlarının, sembolik manalarının da peşine düşmek gerekir bunda bir sakınca yok. Daha evvel de belirtmiştim, yeter ki pergelin sabit ayağı yerinde dursun. Onu kaybetmediğiniz zaman diğer konularda sonuna kadar araştırma ruhsatı size verilmiş, ruhsatında ötesinde emir de olduğunu düşünüyorum ben bu konuda... Yani sorun, araştırın yeter ki ayak kaymasın bu önemli... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bu video 13/08/2017 tarihinde yayınlanan "Son Şeytani Senaryo" isimli Bamtelinden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://www.herkul.org/bamteli/bamteli-son-seytani-senaryo/ *Bir “hırsızlık” ortaya çıkınca, adını “darbe” koyup Müslümanlara eziyet etme işi; o bir başlangıçtı. Fakat maşerî vicdan, genelde böyle bir muamele için onu yeterli sebep görmediğinden dolayı, şeytanın yeni bir senaryosuna ihtiyaç vardı. Gerçekten “darbe” denecek bir darbe senaryosuna ihtiyaç vardı. Onlar “Sağ olsun!” derler Şeytana, biz de “Yerin dibine batsın!” deriz; çünkü onlara öyle bir senaryo verdi, ellerini güçlendirdi. *Bî-idrak olanlar bile onu darbeye benzetemediler. Onun için şeytan yol gösterdi: “Ben başka bir senaryo hazırladım size! Aklınız ermiyor, bak bu senaryoyu kullanın!.. Hakikaten darbe suretinde bir şey yapın! Ama iktidardakilerden kimseye dokunmayın sakın. Halkı sokağa dökün, sonra kendi muhafızlarınızla halkın üzerine ateş edin, sonra halkı öldürün, sonra da onu başkalarına fatura edin! Sonra da deyin ki, ‘İşte siz yaptınız!' O zaman milleti derdest edip içeriye doldurmaya o yığınlar da inanacaklardır.” Fakat baktılar ki, dünya buna da inanmıyor. Dünyanın değişik yerlerinde erbâb-ı basiret, elit, entelektüel, “Yahu böyle bir şey olmaz!.. Bu insanlar, nasıl olur, her şeyden haberdar oldukları halde?!.” diyorlar. Evet, camilerin minareleri/hoparlörleri hazır, diyanet teşkilatı hazır, imamlar hazır, müezzinler hazır… Hâdise olmadan evvel çıkıp camilerin minarelerinde bile haykırıp insanları sokaklara dökecekler ve sun'î bir kargaşaya sebebiyet verecekler. Kitabü'l-Fiten ve'l-Melâhim'de ifade buyrulduğu gibi; ben değil, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Ölen niçin öldüğünü, öldüren de neden öldürdüğünü bilemeyecek!” Kargaşa, anarşi… Diyor ki adam -IŞİD'den, tuhaf kılıklı ve kıyafetli- “Bize silah dağıttılar, ‘Şunu vurun, bunu vurun!' dediler.” Evet, dolayısıyla dünya, bu hadiseleri görüyor, sizin baktığınız perspektiften bakıyor ve “Yahu burada da bir kısım boşluklar var; buna ‘darbe' dediler ama bu galiba ‘darbe' diyenlerin uydurması. Bu da Şeytan'ın bir senaryosu!” diyor. Onun için havanın karardığı, mevsimin bir kış haline geldiği, ortalıkta sadece zâlimlerin hayhuyunun duyulduğu, etrafın mazlumun iniltileriyle inlediği dönemde bile, bir de bakarsınız, ufukta mustatil bir şafak belirir. Öyle ki, en âmî insanlar bile bakınca, derler ki: “Vallahi bunun arkasından güneş doğacak!” Çünkü o mustatil şafak, yalan söylemez. Daha fazlası icin web sitemizi ziyaret etmeyi unutmayın: https://hizmetten.com/ Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgCN_DrSYXlLo4kbCYcmuQ/join
Yaş 12. “İstanbul'un Kuşatılması ve Fethi” konusunda bir ödev hazırlamakla vazifelendirilir. Konu için okumalar yaptıkça içinde surlar ile ilgili büyük bir merak uyanır. O zamana kadar surları ve Suriçi'ni görmediğinden, o bilmediği beldeyi öğrenmeye karar verir . Fakat bir sorun vardır. O dönemde bisikletler için ehliyet ve plaka şartı getirilir; kurallara uymayanların bisikletine el konulur. Ne kadar uğraşsa da bir türlü halledemez evrak işini. Ailesi Küçük Pazar Karakolu'nda Başkomiser olan İsmail Hakkı enişteye gitmesini söyler. Kadıköy'den vapurla Eminönü'ne geçer. Ancak bölgeyi iyi bilmediği için fazla yürüyüp surların sonuna kadar gelir, sonra gerisin geri yürüyüp, en nihayetinde karakolu da enişteyi de bulur. Hakikaten de İsmail Hakkı enişte ehliyet ve plaka sorununu çözer. Böylelikle Semavi Eyice'nin İstanbul Suriçi'nde 785 plakalı bisiklet ile yazacağı tarih başlar. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Bu video 22/07/2018 tarihinde yayınlanan "KARDEŞLİĞİN KERÂMETİ“ isimli Bamteli'nden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz : http://www.herkul.org/bamteli/bamteli... Bahusus Lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir.” İşte bünyân-ı marsûs… Bir hadis-in ifadesiyle, إِنَّ الْمُؤْمِنَ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا “Şüphesiz mü'minler birbirlerine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibidirler.” Âdetâ kurşun ile, demir ile birbirine perçinlenmiş bir kubbe gibidirler. Bu mescidin kubbesi belki o ölçüde, o kıvamda değildir ama Devlet-i Aliyye döneminde yapılan o kubbeler çok sağlam yapılmıştır. Bazılarında belki duvarlar açısından merkez kaçlar olmuştur fakat kubbelerde bir çatlama olmamıştır. Hakikaten demir ile perçinlenmiş gibidir böyle, o kadar sağlamdır; o günden bugüne bir çatlama olmamıştır. Fakîr'in imamlık yaptığı camidekinde bir-iki küçük çatlaklık vardı ama düşünün aradan neredeyse beş buçuk asır geçmiş, altı asra yakın bir zaman geçmiş; o kadar bir şey. Günümüzde dün yaptıkları şey, bugün yerle bir oluyor. Hem böyle statik-mitatik dedikleri, zemin yoklaması filan dedikleri, blokaj dedikleri şeylerin çok ileri seviyede değerlendirildiği bir dönemde, dün yap bugün yıkılsın; öyle değil. Bir bünyân-ı marsûs, sağlam… Şimdi, öyle kenetlenirse insanlar birbirine.. kardeşlerinin hissiyatı ile yaşarsa.. onların acılarını aynen vicdanında duyarsa.. bir kardeşinin sevineceği şeylere onun kadar sevinirse.. onun kendisine bağlı olduğu kadar, o da ona bağlı olursa, onu her şeye tercih ederse… Meseleyi biraz daha ileriye götürerek diyeyim bunu isterseniz: Hâşâ, Efendimiz'den sonra peygamber gelmemiştir; peygamberlik silsilesi, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile noktalanmıştır. Fakat O'nun ortaya koyduğu ruh açısından esasen o mana devam etmektedir. Her bir mü'min, hâlis mü'min, kardeşini kendi nefsine tercih etmediği takdirde, onun hakiki mü'min kardeşi olamaz. Hazreti Ömer efendimize dediği söze binaen diyorum bunu: Hazreti Ömer, “Seni, ben, eşimden, çocuklarımdan, aile efradımdan daha fazla seviyorum!” deyince, “Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikten sonra iman etmiş olamazsın!” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Onda öyle bir ruh var ki, bu söz karşısında anında, birden bire tornistan oluyor; “Yâ Rasûlallah! Seni, nefsimden de artık seviyorum!” Kardeşliği o çerçevede ele almak lazım ki, “Seni, nefsimden de fazla seviyorum!” diyebilmeli!.. “Allah, sana bir musibet vereceğine bana versin!” diyecek kadar… “Senin evladın öleceğine ve senin üzüleceğine, benim evladım ölsün, ben üzüleyim!” diyecek kadar… Îsâr ruhu… Sadece yemede, içmede, hayatta nefsine tercih etme değil; bir yönüyle âlâmda ve lezâizde de kardeşini kendisine tercih edecek kadar zirvede bir îsâr ruhu yaşama… O ölçüde bir vifâk ve ittifak… Cenâb-ı Hakk'ın öyle bir topluma, öyle kerâmetleri olur ki, öyle ikrâmları olur ki, o, hakikaten, en büyük velilerin, Şâh-ı Geylânî'nin, İbn Beşîş'in, Ebu Hasan Şâzilî hazretlerinin, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin, Necmeddin-i Kübrâ'nın, İmam Rabbânî'nin, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî'nin kerâmetlerine denk olur, o ölçüde olur. Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
Bu video 13/08/2017 tarihinde yayınlanan "Son Şeytani Senaryo" isimli Bamtelinden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz :http://www.herkul.org/bamteli/bamteli... *Bir “hırsızlık” ortaya çıkınca, adını “darbe” koyup Müslümanlara eziyet etme işi; o bir başlangıçtı. Fakat maşerî vicdan, genelde böyle bir muamele için onu yeterli sebep görmediğinden dolayı, şeytanın yeni bir senaryosuna ihtiyaç vardı. Gerçekten “darbe” denecek bir darbe senaryosuna ihtiyaç vardı. Onlar “Sağ olsun!” derler Şeytana, biz de “Yerin dibine batsın!” deriz; çünkü onlara öyle bir senaryo verdi, ellerini güçlendirdi. *Bî-idrak olanlar bile onu darbeye benzetemediler. Onun için şeytan yol gösterdi: “Ben başka bir senaryo hazırladım size! Aklınız ermiyor, bak bu senaryoyu kullanın!.. Hakikaten darbe suretinde bir şey yapın! Ama iktidardakilerden kimseye dokunmayın sakın. Halkı sokağa dökün, sonra kendi muhafızlarınızla halkın üzerine ateş edin, sonra halkı öldürün, sonra da onu başkalarına fatura edin! Sonra da deyin ki, ‘İşte siz yaptınız!' O zaman milleti derdest edip içeriye doldurmaya o yığınlar da inanacaklardır.” Fakat baktılar ki, dünya buna da inanmıyor. Dünyanın değişik yerlerinde erbâb-ı basiret, elit, entelektüel, “Yahu böyle bir şey olmaz!.. Bu insanlar, nasıl olur, her şeyden haberdar oldukları halde?!.” diyorlar. Evet, camilerin minareleri/hoparlörleri hazır, diyanet teşkilatı hazır, imamlar hazır, müezzinler hazır… Hâdise olmadan evvel çıkıp camilerin minarelerinde bile haykırıp insanları sokaklara dökecekler ve sun'î bir kargaşaya sebebiyet verecekler. Kitabü'l-Fiten ve'l-Melâhim'de ifade buyrulduğu gibi; ben değil, Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Ölen niçin öldüğünü, öldüren de neden öldürdüğünü bilemeyecek!” Kargaşa, anarşi… Diyor ki adam -IŞİD'den, tuhaf kılıklı ve kıyafetli- “Bize silah dağıttılar, ‘Şunu vurun, bunu vurun!' dediler.” Evet, dolayısıyla dünya, bu hadiseleri görüyor, sizin baktığınız perspektiften bakıyor ve “Yahu burada da bir kısım boşluklar var; buna ‘darbe' dediler ama bu galiba ‘darbe' diyenlerin uydurması. Bu da Şeytan'ın bir senaryosu!” diyor. Onun için havanın karardığı, mevsimin bir kış haline geldiği, ortalıkta sadece zâlimlerin hayhuyunun duyulduğu, etrafın mazlumun iniltileriyle inlediği dönemde bile, bir de bakarsınız, ufukta mustatil bir şafak belirir. Öyle ki, en âmî insanlar bile bakınca, derler ki: “Vallahi bunun arkasından güneş doğacak!” Çünkü o mustatil şafak, yalan söylemez. Daha fazlası icin web sitemizi ziyaret etmeyi unutmayın: https://hizmetten.com/ Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
Bertan Rona ile “Bakışlar” düşündürmeye, düşündürürken sorgulatmaya kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde dil biliminden bahsediliyor. Her hafta başka konuları ele alarak izleyicilerini farklı yolculuklara çıkaran Bertan Rona bu bölümde küçük görünen ama aslında önemli bir hadiseden, dil biliminden bahsediyor. Bertan Rona başlıca şunları söyledi; Dil, bir üst yapı kurumu açık konuşmak gerekirse ve dolayısıyla toplumların maddi hayatlarından bu kapsamda ekonomik ilişkilerden bağımsız bir dil telakkisi bizi hataya düşürecektir. İnsanların yaşadığı şekilde biz konuştuklarını biliyoruz, konuştukları şekilde yaşadıklarını değil. Tarih, toplumların tarihi, kültür tarihi ve aynı zamanda dil ile ilgili çalışmalar bize açıkçası bunu gösteriyor. Sıklıkla söylenen bir söz vardır ve şöyle söylenir: Düşündüğün gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi düşünürsün. Bu söz tabi ferdi manada bakıldığında, tek tek insanlar açısından düşünüldüğünde doğru bir sözdür. İnsanlar aslında düşündükleri gibi yaşamazlar genellikle yaşadıkları gibi düşünürler. Bunu Alman düşünürü, Alman idealizminin zirvesi diyebileceğimiz Hegel ifade etmiş, şöyle diyor: Bir sarayda, bir kulübede düşünüldüğünden daha farklı düşünülür diyor. Hakikaten de böyledir. Siz orta çağ avrupasında bir şatoda, bir sarayda aristokrasi mensubu olarak dünyaya geldiyseniz, elbette ki bilinç düzeyiniz, hayata bakış açınız, kullandığınız dil yani diliniz daha doğrusu buna göre şekillenecektir ama bir köylü ailesinde dünyaya geldiyseniz bilinciniz de ona göre olacaktır. Söz her şeyin başı ama dikkat edin sözün aslında bir manası olduğu gibi bir de ses boyutu var o da onun akustik fiziksel boyutu yani ses olmadan söz olmuyor yine ses ve mananın birleşmesi aslında. O bakımdan belki çok manadan uzaklaşmış olanlar manasız konuşanlar, çok yüksek sesle konuşurlar belki de genel olarak baktığımızda. Sadakat. Sadakat dediğimizde bugün özellikle çiftlerin, eşlerin birbirlerine bağlılıkları anlaşılıyor özellikle de bedensel bağlılıkları anlaşılmakta. Oysa ki sıdk çok başka bir kavram… Reşit. 18 yaşını dolduran herkes reşit artık. Oysa rüşd bu mu? Gerçekten rüşd bu mudur? Rüşd aslında bir varlığın yaradılış amacına ulaşmasıdır… Vücud. Vücudunu göster desek sokaktaki insanlar yüzde doksanı bedenlerini gösterecektir. Oysa ki vücud varlık demek… Mesela sevişmek… 19970'li yılların türk filmlerine baktığınız zaman şöyle replikler görürsünüz; “Sevişerek evlendik”, “Seviyor musun sen bu delikanlıyı? -Aa ne demek canım tabii ki sevişiyoruz.” Burada aslında gülmek-gülüşmek gibi, konmak-konuşmak gibi bir karşılıklılık var. İki kişinin birbirini sevmesi gibi, karşılıklı olursa sevişmek. Fakat bugün yine tamamen bedensel alana çekilmiş… Devamı videomuzda… Gelin, Beraber Yürüyelim...
Ömer Tuğrul İnançer ile “Dinle Neyden” kendine has üslubuyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Muzaffer Efendi Hazretlerinden, Safer Efendi Hazretlerinden, aşktan ve sevgiden bahsediliyor. Her hafta farklı konularla yanlış bildiğimiz doğruları çarpıcı üslubuyla izleyenlere anlatan Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde Merhum Muzaffer Efendi Hazretlerini, Merhum Safer Efendi Hazretlerini, aşkı, sevgiyi ve hatıralarını anlatıyor. Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlardan söz ediyor; - Muzaffer Efendi Hazretlerinden, Safer Efendi Hazretlerinden bahis açıldığında, sizler o hatıraları anlattığınızda çok tesirli, çok bereketli, çok muhabbetli olduğunu düşünüyorum…? Onların ruhaniyetindendir. - Fakat siz de hep böyle bir müeddep durursunuz. Israr da etsek anlatmak istemezsiniz. Bunun size malum bir sebebi de muhakkak vardır…? Muhabbettin izharı muhataba mutlaka lazımdır çünkü muhabbetin gıdası izhardır fakat bir de muhabbetin başka bir şartı vardır; “Ben yârimi tenha severim.” Paylaştıkça bu duygu çoğalmaz çünkü sevgi de parmak izi gibi, DNA gibi zata mahsustur. Muhabbette böyledir… Benim o duygularım bir başkası hakkında “amma da atıyor haa” hatta bazı kendini bilmezler, ağzı karalar “kula kul olmuş” deyip onların mesuliyetini yüklenmemek, onları da mükellef kılmamak için pek bahsedilmez. Genel olarak öyledir… - “Niye seviyordun?” - Tarhana çorbası sever misin? - Severim efendim. - Niye? - Niyesiz severim efendim. - Heeh. İşte sevgi niyesizdir. - O zaman nadanları huzursuz etmek pahasına, muhibban keyf etsin diye ben bunu soracağım. Bi önceki sohbetin bahsiydi, dünyaya gelmek iradi değildir ama insan olmak iradi bir şey ve bu da insan insana insandan tecelli eder diyorsunuz ve burada da aşk mühim diyorsunuz. Sizin bu yolculuktaki ilk karşılaşmanız, bu arzunun gönlünüze ilk düşüşü, mesela Muzaffer Efendi Hazretleri ile ilk merhabanız nasıldı? Hakikaten mahrem konulara girdin Serdar'cım. Mahrem tabii gizli demek değildir. Biz mahremin ihtiram, hürmet gerektiren şey olduğunu bilmeyipte gizli olduğunu zannediyoruz. Yani muhterem şeyler, mahrem şeyler çok yayılmaması gereken şeyler olduğu için muhteremdir, mahremdir. Daha öncesine gideyim… Allah vergisi, ben musikiyi çok severim. Orta birden itibaran mandolin dersi almaya başladım… Devamı videomuzda...
ABD bu duruma nasıl geldi? Dünkü gösteriler ne anlama geliyor? Son Tahlilde'de Onur Öncü'nün konuğu siyaset bilimci/gazeteci Sezin Öney. Öney yorumluyor: "Biden'ın ‘Amerika bu değil' söylemi son derece yanlış. Amerika aynı zamanda bu. Türkiye'de son derece masumane ve barışçıl geçen gösterilerde de duyduğumuz ‘kırdılar döktüler' vs söylemini gerçeğini biz Amerika'da gördük. Hakikaten de kırdılar, döktüler. Şiddetin içinde olduğu bir gösteri gerçekleştiği için bu tabi ki bir kalkışma. Demokrasiye teşebbüs ediyorlar...”
Ömer Muhammed Öztürk, 13 Ağustos 1946'da Adana'nın Seyhan ilçesi Tepebağ Mahallesi'nde doğdu. Seyhan, daha sonra Adana'nın Merkez ilçesi haline geldi. Doğumunda babası nüfus kaydını henüz Tarsus'tan Adana'ya naklettirmemişti. Onun için nüfus cüzdanında doğum yeri olarak ‘Tarsus' yazılıdır. Doğduğu seneyi rahmetli babası şöyle anlatır: “O sene benim için büyük fütuhata sebep oldu. Ömer'in doğduğu sene Üstadımıza bağlandık, O'nun evlâdı olduk. O sene hacca gittim, işin içine rüşvet girdiği için müteahhitliği bırakmak istiyordum. O sene müteahhitliği bıraktım, demir ticaretine başladım. Ya Rabbi haramdan uzak duracağım ve kadınlarla muhatap olmayacağım bir iş nasip eyle, diye duâ ederdim. Hakikaten demir ticaretine girdik ve uzun süre bu işi yaptık.” Babası, Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin müridi olduğu için çocuğu ona götürmüşler. “Ömer olsun çocuğumuzun adı” buyurmuş ve bundan sonra da Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin dizi dibinde ve onun terbiyesinde yetişmiştir. Bu kutlu başlangıçla birlikte 38 yıl süren beraberlik, Sâmi (k.s.) Hazretleri'nin son nefesine kadar devam etmiştir. 1980 yılında Mahmûd Sâmi (k.s.) Hazretleri, Ömer Öztürk'ü İstanbul'a tedâvi için gönderir. Ömer Öztürk, İstanbul'da iken bir gün Medine'de ev halkına sorar: “Ömer Öztürk nerededir?” Ev halkı da: “İstanbul'da efendim, siz gönderdiniz tedâvi için” diyorlar. “Yok, o şu anda Mekke'de bulunuyor, görev yeri O'nun Mekke.” demiştir. Daha sonra hastalık hali zuhûr edince Hacı Anne, Sami Efendi (k.s.) Hazretleri'nin ağzından şu sözlerin döküldüğünü nakletmiştir: “Ömer Öztürk'ün yanımda olmasını çok isterdim. Son nefesimde Allâh (c.c.)'dan dilerim inşallâh benim yanımda, başucumda bulunur.” (Hakk Yolda Kılavuz Ömer Muhammed Öztürk)
Cumhuriyet sonrası Doğu-Batı arasına sıkışmışlığı en güzel anlatan eserlerden olan Fatih-Harbiye'yi okurken ilginç bir mukayese ile karşılaşmıştım. Peyami Safa'nın usta kaleminden neşet eden Neriman ve Faiz Bey karakterlerinin, tartışmaları esnasında Neriman'ın dilinden “Bütün Şark kedilere benziyor” teşbihi dökülür. Garp'ı ise köpeğe benzetir. Müellif buradan birtakım psikolojik ve içtimai yorumlara girer. Hakikaten bugün dahi vakıflara, kitapçılara, mezarlıklara gittiğinizde kedilerin bu tür mekânlardan eksik olmadıklarını görürsünüz. Keza Batı'da boyunlarına bir tasma takarak köpek gezdiren insanların mebzul miktarda oldukları gibi. Günümüz parklarında çokça köpek gezdirenlere şahit olmamız Batılılaşmanın bir tezahürü olarak da düşünülebilir gibi geliyor bana.
Nur içinde yatsın rahmetli babam, ‘bir hekim hastası kapıdan girip karşısındaki muayene koltuğuna oturuncaya kadar teşhis koyamıyorsa, iyi hekim değildir' derdi… Hakikaten de öyleydi eski hekimler, hatırlayanlar bilirler… Nörolojiden iç hastalıklara, kardiyolojiden çocuk hekimliğine her alanda bilgi sahibiydiler… Zaman içinde doğal olarak ihtisaslaşma arttı, bana sorarsanız bir sanat dalı olan hekimlik de dallara, alanlara ayrıldı… Mamafih Prof. Dr. Hüseyin Nazlıkul, pek de o kadar yaşlı olamamasına rağmen naçizane benim nezdimde o kadim geleneği devam ettiren çok kıymetli isimlerden… Malum hepimiz sokağa çıkma yasağındayız… Bu vesileyle, yine merkezinde korona olan bir sohbet yaptık sevgili dostum Prof. Nazlıkul'la… Bir kez daha derin tıbbi bilgi haznesinden istifade edebilme fırsatı bulduk… Kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için…
Nur içinde yatsın rahmetli babam, ‘bir hekim hastası kapıdan girip karşısındaki muayene koltuğuna oturuncaya kadar teşhis koyamıyorsa, iyi hekim değildir' derdi… Hakikaten de öyleydi eski hekimler, hatırlayanlar bilirler… Nörolojiden iç hastalıklara, kardiyolojiden çocuk hekimliğine her alanda bilgi sahibiydiler… Zaman içinde doğal olarak ihtisaslaşma arttı, bana sorarsanız bir sanat dalı olan hekimlik de dallara, alanlara ayrıldı… Mamafih Prof. Dr. Hüseyin Nazlıkul, pek de o kadar yaşlı olamamasına rağmen naçizane benim nezdimde o kadim geleneği devam ettiren çok kıymetli isimlerden… Malum hepimiz sokağa çıkma yasağındayız… Bu vesileyle, yine merkezinde korona olan bir sohbet yaptık sevgili dostum Prof. Nazlıkul'la… Bir kez daha derin tıbbi bilgi haznesinden istifade edebilme fırsatı bulduk… Kaçıranlar ve tekrar izlemek isteyenler için…
Hakikaten burayı okuyarak mı karar vereceksin?
“Kürtlerin birlik ve çözüm arayışı” konulu podcast yazı dizisinin bugünkü konuğu sanatçı Ferhat Tunç. Özgün müziğin tanınan ismi Kürt sanatçı Tunç, hakkındaki davalar ve baskılardan dolayı Almanya’da yaşıyor. Kürtlerin tarihinin katliamlarla dolu olduğunu söyleyen Ferhat Tunç, “Acılarda bile ortaklaşamadık” sözüyle Kürtler arasındaki parçalanmışlığı özetliyor. Sanatçı Ferhat Tunç, Türkiye’nin mevcut iktidarından oldukça umutsuz, “Kötülüğün zirveleştiği ve giderek, deyim yerindeyse, 1940’ların Almanya’sını aratmayan bir iktidardan bahsediyoruz” diyor. Kürtlerin şu anda içinde bulunduğu durumu nasıl yorumluyorsunuz?Suriye, Türkiye, Irak ve İran’da Kürtler öteden beri egemen güçlerin pazarlıklarına kurban edilmek istenir. Son günlerde de bu politikaların daha kirli hal aldığı görülüyor. Bu güçler, Kürtleri dört parçada baskı ve daha sert saldırılar altında tutmak istiyor. ABD, Suriye’de askerlerini çekmekle aslında saldırıların önünü açmış oldu. Türkiye’nin başlattığı operasyonlar da bunun bir boyutu oldu. Kürtler Ortadoğu’da istikrarı, huzuru sağlıyor ve kendi topraklarında demokratik bir sistemde yaşamak istiyor. Başka ne yapmak istesin ki? Ayrıca IŞİD gibi karanlık bir örgütü, sadece bölgede değil, dünyada etkisiz kılacak mücadele yürüttü, hala yürütüyorlar. Ne var ki, Dünya’nın bir bakıma borçlu olduğu Kürtler, yine egemen güçlerin pazarlıklarının sonucu hedef alınıyor. Çünkü Ortadoğu’da barışın, istikrarın ancak Kürtlerle olacağını biliyorlar ama bunu istemiyorlar. Türkiye ise kaostan beslenen bu emperyalist politikanın aleti oluyor. Kendisi için tehdit içermeyen, dahası aslında her türlü müzakereye açık, Kürt güçlerine saldırarak, kendi yanlış politikalarının ardından sürüklenen ülke durumda. Avrupalı birçok devlet ve kamuoyu için şu andaki bölgedeki karmaşada en meşru güç olarak Kürtler görünüyor. Kürtler olmadan Ortadoğu’nun kaostan kurtulamayacağını biliyorlar. Kürtlerin, kendilerini de korkutan, endişeye sevk eden IŞİD’i bitirebileceğinin farkındalar. Kürtler, demokratik çağdaş yapıya sahip, bu pozitif durumun farkındalar ve bunu görüyorlar. AKP/MHP hükümeti terörize etmek için elinden geleni yapsa da, Kürtlerin dünyadaki meşruiyeti artmış durumda. Dünyanın saygınlığı önemli ama yeterli değil. Zafer yine bölgedeki halkların elinde. Peki, Kürtler ne yapmalı? Kürtleri uluslararası arenada güçlü kılacak konu, ulusal birliktir. Ulusal birlik sağlanırsa, Kürtler çok daha güçlü ve saygın konuma kavuşmuş olacaklardır. Ortadoğu’da 40 milyon nüfusa sahip halk olarak Kürtler, kendi kaderlerini belirleme, güç ve iradesine her zamandan bugün çok daha güçlü bir şekilde sahipler. Hiçbir devlet bu gerçeği görmezden gelemiyor, bunu böyle gördüğü için de farklı arayışlar içerisine giriyor, yanlış politikalar geliştiriyor. Bu da halklar arasında çok ağır tahribatların ortaya çıkmasını beraberinde getiriyor. AKP bunun farkında ve Rojava’daki demokratik gelişmenin Türkiye’deki Kürtleri etkilemesinden korkuyor. Çok yersiz ve anlamsız bir korku ama AKP bu korkuyu politik bir argüman haline getirmiş durumda. Bugün Kürt halkının iradesine saldırıyor. Belediyelere kayyım atamasıyla bu iradeyi tanımıyor. Kürtler demokrasi istiyor. Kimsenin toprağına, hakkına el uzatmıyor, iradesine saygı gösterilmesini istiyor. Kürtler dört ayrı parçada yaşıyor ve aynı zamanda farklı parti ve ideolojik yapılara sahipler. Sizce Kürtleri temsil eden parti ve kurumların ulusal birliğin sağlaması için ne yapması gerekiyor ve siz bu birliğin olabileceğine inanıyor musunuz? Dört farklı parçada farklı anlayışlar olabilir, farklı yönetim anlayışları normal ama bence uluslararası güç haline gidecek yol, uluslararası birlikten geçiyor. Kürtlerin, kendi aralarındaki her türlü farklı düşüncelerini bir tarafa bırakmaları gerekir. Dünyanın da beklediği bu, Kürtlerden yana en birincil beklentisi bu yönde. Kürtlerin bu birliği sağlanması gerekir. Hem Kürtleri temsil eden partiler arasında, hem de Kürtler arasında ciddi bir iletişim sorunu yaşanıyor. Kürt aydınları, sanatçıları sıcak iletişimi sağlamak zorundalar. Önce kendi aralarında iletişimi sağlarlarsa, doğru olanı hızlı şekilde almış alırlar. Bu iletişim kopukluğu öteden beri sorun olarak hep karşımıza çıktı. Kürtlerin bir tarihi var ve bu tarih katliamlar tarihidir. Acıların yaşandığı bu tarihte bile ortaklaşamıyoruz. Bunu aşmak lazım. Bunun için ulusal birlik elzemdir. Bu tartışmaların nihayete kavuşması gerekir. Bu anlamda sanatçılar, Kürt aydınları, bulundukları her parçada halkı temsil eden partiler üzerinde baskı kurabilir, bu tartışmaların daha güncel hale gelmesi konusunda yoğunlaşabilirler. AKP-MHP ittifakının yaşandığı bir süreçte, Türkiye’de siyaset Kürtler için bir gelecek vaat ediyor mu? Türkiye’de yerel ve genel seçimler artık göstermelik hale geldi. Seçilen vekil tutuklanıyor, belediyeye kayyım atanıyor. Türkiye’de Kürtler açısından böyle bir tablo var. Siyasi partiler özellikle sistem dışı partiler sadece halkı temsil eder. HDP de halka yaslanan bir parti ve onun temsilcilerini baskı altında tutmak, görevden almak, tutuklamak, halkın iradesini açık açık hiçe saymaktır. Bu da demokrasinin temel karakterini sarsıyor. Mevcut durum herkes için gelecek vaat edecek pozisyon olmaktan çoktan çıktı. AKP kendi seçmeni için de bir şey vaat edemez durumda artık. Artık toplumun lehine söyleyecek ve yapacak bir şeyi kalmadı. Kaostan, kutuplaşmadan, savaştan beslenen bir iktidar varlığını korudukça, Kürdünden emekçisine, kadınından gencine kadar kimsenin geleceği garantide olmaz. Siyaset Kürtler açısından böyle karanlık bir tablo ama ısrarcı olmak, kazanılmış olan mevzilerin korunması Kürtlerin aleyhine değil lehine bir durumdur. Bu mevzilerin kazanılması çok kolay değil. 30-40 yıllık tarih bunu bize gösterdi. Bugün de bunu istiyorlar. HDP, sadece Kürtler için umudu haline gelmiş bir parti değil, Türkiye’de demokratik muhalefetten yana tavır olan çok geniş halk kesimlerinin de umudu haline gelmiş bir partidir. Bu anlamda siz HDP’nin mecliste kalma kararını doğru mu buluyorsunuz? Meclisten çıkarsa, meclis kadar daha güçlü bir zemin bulamayacaktır. Onun yerine ne koyacaktır? Bunu düşünmek lazım. Kötü de olsa bugünkü koşullarda mecliste varlığını sürdürmesi lazım. Erken seçim talebi de önemli seçenek. Sadece HDP’yi değil, diğer muhalefet partilerini de dâhil edecek bir sürece dönüşebilir. Mevcut iktidar bugün ittifaklara dayanarak varlığını sürdürür durumda, kendi gücünü korumaya çalışıyor ama bence hükümet dağılmıştır. Fiilen böyle bir durum yaşanıyor. AKP, zorla, baskı ve şiddetle bu süreci uzatmaya çalışıyor. Bu mevziler kolay kazanılmadı ve mutlaka HDP mecliste olmalı. Eksikleri vardır belki, bunu toplumda görüyor, tartışıyor. Daha aktif pozisyonda olmalı, bu sürece daha güçlü etki yapacak önemli çalışmalar, politik çıkışlar yapmalı. Hepimizin beklentisi bu yönde ve hepimizin destek vermesi gerekiyor. Bildiğiniz gibi AKP iktidarı döneminde Kürt hareketiyle başlatılan çözüm sürecinde Türkiye biraz nefes almıştı, silahlar susmuştu, barış konusunda umut da vardı. Ancak Kürt meselesinde yeniden güvenlik konsepti devreye girdi. Sanki tarih yeniden tekerrür edermiş gibi, Ahmet Kaya’nın linç edilmesi sonrası sürgün hayatını seçmesinden 20 yıl sonra bu kez Kürt sanatçı olarak siz sürgün hayatı yaşıyorsunuz. Bu anlamda 20 yıllık fark sanki hiç yaşanmamış gibi düşünüyor musunuz? Ben, bu süreçten ders çıkartan bir iktidar çıkar diye düşünüyordum. AKP, 17 yıllık bir iktidar. Bunlar iktidara ‘Türkiye’nin kangren haline gelen sorunlarını çözeceğiz, Kürt sorununu, Alevi sorununu çözeceğiz, Türkiye’de demokrasi sorunu olmayacak, barış olacak, demokratik siyasetin gereğini yapacağız’ vaatleriyle geldiler. Toplumun önemli kesimini de inandırdılar. Biz de inandık. Hangi iktidar olursa olsun, 100 yıllık bir sorun var ve bunun bir an önce çözülmesi herkesin beklediği bir durumdu. Sanatçılar olarak, bu sürece bu anlamda çok önemli destekler sunuldu. Hepimiz kendi cephemizden önemli katkılar sunduk. Çözüm süreci döneminde, “Bu süreç devam etmeli, inatla, ısrarla kalıcı olmalı, nihayete ulaşması gerekir” dedik. Bunun için çaba içerisinde olduk ama maalesef Kürt sorunu öyle bir noktaya geldik ki bugün artık mevcut iktidar ‘Kürt sorunu nasıl çözülmez’i dayatıyor. Sorunu çözmekten ziyade kendisi sorun olan bir iktidardan bahsediyoruz. Türkiye’nin Kürt sorunu ile birlikte yeni bir sorunu daha var. Kendi vaatlerini yerine getirmeyen, verdiği sözleri tutmayan, giderek süreci terörize eden, kriminalize eden bir iktidardan bahsediyorum. Hakikaten kötülüğün siyasetini yapan bir iktidardan bahsediyorum. Kötülüğün zirveleştiği ve giderek, deyim yerindeyse 1940’ların Almanya’sını aratmayan bir iktidardan bahsediyoruz. Ülkemizin bu yapısı için umutlu şeyler söylemek zor ama umudumuzu da yitirmiyoruz.
Türkiye medyası, son birkaç gündür Saray’a gizlice gidip Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşme yaptığı öne sürülen CHP’li iddiasını ana merkeze aldı.Sözcü Başyazarı Rahmi Turan’ın ortaya attığı bu iddia, kamuoyunda tartışma yaratıp Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanlığımı ortaya koyuyorum” çıkışı ile ismin açıklanması noktasına geldi.Turan’ın söz konusu CHP’linin Muharrem İnce olduğu iddiasını öne sürerken önce “Gazeteci kaynağını açıklamaz” diyerek reddettiği kaynağının Talat Atilla olduğunu söyledi. Ancak Atilla da bir başka kaynaktan bunu Turan’a aktardığını iddia etti.Ortada gazetecilik etiği açısından böylesine ciddi bir söylentinin ele alınışı ve doğrulatma kanallarının sağlam bir şekilde çalıştırılmaması meselesi var.Ahval Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Baydar ile AhvalPod Nar’da Türkiye gündemine oturan bu iddianın gazeteciliğe bakan yönlerini konuştuk.Baydar, “Türkiye’de ‘gazetecilik’ diye adlandırdığımız mesleğin rezaletler silsilesine yeni birtanesinin eklenmesini yaşıyoruz” diyor.Bu yaşanan olayların on yıllardır yaşandığına dikkat çeken Baydar, Türkiye medyasının, “dikenli” olarak görülen hakiki gündem maddeleri yerine bu iddianın üzerine fazlasıyla atladığını kaydediyor ve ekliyor:“Suriye’de yaşanan son savaşta sivillerin öldürülmesi, insan hakları ihlalleri gibi gerçek gündem maddelerine girmek yerine bu tarz olayların üzerine atlıyorlar ve sanki Türkiye’nin en önemli gündem maddesi hâline getiriyorlar.”Baydar, “Saray’a giden CHP’li” iddiasının elbette es geçilmeyeceğinin de altını çiziyor. “Söz konusu iddianın öznesi hâline gelen yaşlı basın mensuplarının gazeteciliği sorgulanır durumda” diyen Baydar, “Burada evrensel gazetecilik yapılıp yapılmadığı meselesi sorunlu durumda” ifadesini kullanıyor.Baydar’a göre ortada “bir berber bir berbere…” olayı var.“O gazetecinin kaynağı da kördüğüm gibi bir silsile hâlinde giden bir durum” diyen Baydar, evrensel gazetecilik kurallarına göre burada izlenmesi gereken gazetecilik pozisyonunu şöyle açıklıyor:“Farklı kaynaklara doğrulatma esas olandır. Mesela iddia konusu olan kişi Muharrem İnce ise telefon edilir, not bırakılır. O da ya yalanlar ya da doğrular. Ona göre bir yol izlenir. Yapılması gereken bu. Ama bu yapılmamış. Ortaya bir nevi saatli bomba bırakılıp kenara çekilme olayı var. Ondan sonra da işler karışıyor. İşler karışınca da Rahmi Turan, kaynağını da açıklamak zorunda kalıyor. Ancak açıkladığı kaynak da kaynak (Talat Atilla) değil. O da bir başka yerden bu dedikoduyu doğrulatmadan aktarmış. Ortada bir rezillik var ve kamuoyu meşgul ediliyor. Arka planında tek bir doğru olabilir. Hakikaten ortaya kötü niyetli bir dedikodu ortaya bırakılmış olabilir. Mesele CHP’nin tepe noktasını karıştırmak olabilir.”Baydar, bu gelişmelerin haber öznesi hâline gelmiş olan gazetecilerin de aslında gerçek anlamda meslek insanları olmadığı görüşünü dile getiriyor ve ekliyor:“Yıllarını böyle geçirmişler. Bu tür kirli alışkanlıklar edinmişler ve bu tür kirli alışkanlıklarını bir kez daha su yüzüne vurmuş hâli ile seyretmekle meşgulüz bugünlerde.” Yaşanan hadisede aslında bu iddianın Rahmi Turan’la birlikte başta Uğur Dündar olmak üzere farklı gazetecilere de iletildiği anlaşıldı.Dündar, "Bana bu haber geldiğinde aklıma gelen ilk şey Uğur Dündar CHP'yi kurultaya doğru yönlendiriyor diye ortaya iddialar atılabileceği oldu. İftiralarla karşı karşıya gelmek istemedim. Üstelik belgesi olmayan bir haber” diyerek topa girmediği açıklamasını yaptı.Yavuz Baydar, Dündar’ın tezinde tezatlık olduğunu söylüyor…“Uğur Dündar’ın belgeyle kastettiği eğer bir kâğıt parçası veya gösterilebilecek elle tutulur bir şeyse böyle bir hadisenin belgesi falan olmaz” diyen Baydar, şunları kaydediyor:“Bu bir ziyarettin ve bu ziyaretin belgesi, olsa olsa birtakım kamera kayıtları veya giriş çıkış plaka isimleri ve sayıları olabilir. Bunlar daha sonra da bir kaynak tarafından gazeteciye iletilir. Ama böyle bir şey olması mümkün değil. Olması da çok çok zayıf ihtimal. Hakikaten çok ciddi bir kutuplaşma var. Saray içinden gerçeklerin ortaya çıkması için ortaya çıkabilecek bir kişinin olamayacağını biliyoruz. Kasıt buysa boş bir söylemdir bu.”Baydar, eğer Ahval’e böyle bir belgenin gelmiş olması durumunda ise nasıl bir yol izleyeceklerini şöyle açıklıyor:“Biz derdik ki; ilginç bir konu, ilginç bir tüyo… Bunu bazı farklı kaynaklara sormamız; başta söz konusu olan kişi olmak üzere sorulup ikiden ya da üçten fazla kaynaktan doğrulatılırsa bu kendiliğinden bir haber değeri kazanmış olur. Bir kamu yararı adına habercilik gerekçesi ortaya çıkmış olur. Ancak burada bunlar yok ve herkes karnından konuşuyor.”
Bu kez soruyu kendimize soruyoruz: Hakikaten mutlu muyuz? Cevap evet ise harika. Hayır ise bu podcast'ten sonra evet demeye başlayabilirsiniz!
Passito aslında bir çeşit tatlı şarap. Ağırlıklı olarak İtalya’da yapılıyor. Aslında oldukça eski bir gelenek, birçok eski kaynakta Türkiye’de de yani Anadolu’da da Kilikya diye tabir ettiğimiz Mersin ve Adana civarında da bu tip şarapların yapıldığı yazıyor. Hatta tam olarak adı da Passum olarak geçiyor bu şarapların. Kurutulmuş üzümlerden tabii ki içinde sıvı olmak zorunda, tamamen kurumuş üzümlerden şarap yapamayız bunun mutlaka altını çizelim, geç hasat edilen ve kurutulmuş üzümlerden yapılan üzümlere passito diyoruz genellikle. Örnek vermek gerekirse Türkiye’de de var bu arada Ege bölgesinde İzmir civarında üretilen passito’lar ama dünyadaki en meşhur olan Tunus’a yakın bir İtalyan adası olan Pantelleria’da Zibibo yani misket üzümlerinden üretilen Passitoti Pantelleria’dır. Hakikaten dünyanın en iyi Passitosu diyebiliriz bunlar için. Dediğim gibi bizim ülkemizde de başka ülkelerde üretilebilen birşey çünkü bir üretim stili, bölge adı değil kesinlikle.
Açık Dergi'de Sevin Okyay konuğumuzdu! Kültür çevresinin yıllara meydan okuyan ve belki de en özgün simalarından biri olan Okyay'ın, Pinar İlkiz'in kaleminden kendi hayatını tüm hakikatiyle anlattığı ve nehir söyleşi formatında yayınlanan Hakikaten ikinci baskısını yapmışken, stüdyoda Okyay'ın eski mesai arkadaşı Ömer Madra da bulundu. her zamanki gibi neşeli anekdotları ve hiç bitmeyen kahkahasıyla Sevin Okyay'la keyifli bir sohbet, aşağıdaki linkten dinlenebilir.
15. Bölüm: "Küçük Buz Çağı, Galileo" Soğuk günlerin sıcak radyo programı, Açık Bilim Radyo Programı'nın 15. bölümünden sizlere merhaba. Bu programımızda soğuk kış günlerinin bir kaç yüzyıl önceki minik buz çağı benzeri bir çağın başlangıcı olup olmayacağını sorguladık... Hakikaten de "böyle bir buz çağı mı varmış?" diye de sorguladık... Varmış. - Soğuk kış günleri "küçük buz devri" benzeri bir dönem başlangıcı olabilir mi? - Küçük buz devri ne zaman oldu? Nasıl oldu? - Ülkeler, kültürler nasıl etkilendi? - Bir buz çağının tetiklenme sebepleri ne olabilir? - Galilei Galileo, neyi buldu, nasıl buldu, kimler inandı, kimler inanmadı? - Papanın Galileo ile derdi neydi? Galileo'nun son sözleri nelerdi? - Kopernik kitabını neden bastıramadı? Bu bölüm: MFÖ, Hep yaşın 19! Dinlemek için: