POPULARITY
Her birimiz imparatorluk kaybetmiş dedelerin torunlarıyız. Birçok yaşlımızın hikâyesi Galiçya Cephesinden başlayıp Gazze, Bingazi, Yemen, Sarıkamış, Balkan Savaşları ve emperyalistler tarafından işgal edilmiş Anadolu topraklarının geri alınması için yürütülen Kurtuluş Savaşı ile son biter. Bu hikâyelerin her birinde dedelerimizin büyük kahramanlık destanları mevcuttur. Bu millet, büyük bir imparatorluğu ve dünyanın üçte biri sayılan toprakları kaybetti. Bu bir nesil için ne büyük bir acıdır... Özellikler Osmanlı aydını, Balkanların Osmanlı Devleti'nin elinden çıkmasına inanmak istememiş, durumun bir kâbus olduğunu düşünmüştür. Nasıl inansınlar ki? Osmanlı Devleti bir Balkan devletidir ve bugünkü Anadolu toprakları Balkanlardan sonra devletin bir parçası olmuştur. BAYRAK DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKAR MI? Çocukluğumuzda, tarihle Osmanlı ile büyük padişahların Batı'ya dönük başarılı seferlerini ve savaşlarını anlatan bir dil vardı. Bu geçmiş hikâyelerden güç almanın adı ‘hamaset' olarak kavramsallaştırılmıştı. Heyhat diye başlayan cümleler kurulur, Batılılaştırılmış ve köleleştirilmiş aydınlar tarafından dudak bükülerek karşılanırdı bu çaba. Elinizde hiçbir şeyiniz kalmamışsa tarihe sığınmak elbette ki kaçınılmazdır. Ve millet olarak o kadar aşağılanmış ve köleleştirilmiş bir durumla karşı karşıya kalmıştık ki acaba eski devirlerde bu büyük başarıları ve dünyanın sayılı imparatorluklarını bu millet mi kurmuştu yoksa bu da bir ham hayalden mi ibaret diye kuşkuya düşmüştük. Her milletin bir kültürü, tarihi ve inanç değerleri vardır. Her millet bu değerlerle yaşar. Batı sömürge imparatorluğu, kurmuş olduğu baskın eğitime ve kültür emperyalizmine dayalı bir fırtına estirdi ki Afrika köleleri gibi herkes varlığını inkâr edecek duruma düşürüldü. Ancak 1970'li yıllarda, iki yüzyıldır süren emperyalist işgal karşısında Garp âşıklarına karşı milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcılar arsında bir uyanış başladı. Bu uyanış ve adım adım siyasal karşılık bulmaya başladı. Refah Partisi'nin sağlam fikriyatı, güçlü lideri ve sömürge imparatorluğunun bütün ülkeler için biçmiş olduğu kefeni yırtmaya çalışan, bu teslimiyete meydan okuyan çabaları, sahte, Batıcı, içeriksiz siyasete meydan okudu. Aynı parti, İBB seçimlerini kazanarak ne denli bir başarı ortaya koyacağını ispat etmişti.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Batı dışı toprakların tamamı Batılılar tarafından işgal edildi. Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü topraklardan işgale uğramamış bir karış toprak kalmamıştı. Savaş sonrası kurulan düzen bir İngiliz-Fransız düzeniydi. Osmanlı Devleti'nin terk ettiği topraklar sömürgeci devlet tarafından pay edilmişti. II. Dünya Savaşına kadar kurtuluş savaşı vermiş ülke Türkiye ve Mısır, işgal edilmemiş ülke ise Afganistan'dı. Batı sömürge imparatorluğu kendi milletinin refahını planalarken diğer milletlerin de sefaletini planlamıştı. Batı dışı toplumlar ya sömürgeleştirilmiş ya da yarı sömürge haline getirtilmişti. Bu sömürge düzenini kurmuş oldukları eğitim sistemi, yönetim tekeli, teknoloji tekeli, finans tekeli gibi tekellerle sayesinde yönetimleri ellerinde tutmaya devam ettiler. Çin bir devlet olarak teknolojik ürünleri taklit edip seri ürünler üretene kadar dünyada teknoloji tekeli kırılmamıştı. Bununla birlikte Batı desteği olmadan kalkınmasını bağımsız bir şekilde devam ettiren, üç ülke ortaya çıktı; Çin, Türkiye ve Meksika. Japonya, Güney Kore ve Tayvan doğrudan ABD desteklidir. Türkiye bölgesel güç olarak tekin bir ülke değildir. İmparatorluk geçmişi olan bütün ülkeler için geçerli olan yüksek potansiyel, ülkemiz için kat be kat fazladır. Milletin kendi tarihini, geçmişini ve gücünü hatırlamasının ne büyük devrimlere kapı aralayacağını bütün sömürgeciler bilmektedir. PKK'lı teröristler 90'lı yıllarda sürü halinde karakolların dibine kadar gelip Mehmetçiklerimizi şehit ederdi. 2008 yılında meydana gelen bir terör saldırısında, ilgili komutan golf oynadığı için hazrete bilgi saatler sonra ulaşabilmişti. Ertuğrul Özkök köşesinde komutana serzenişte bulunmuş ve en azından söz söyleyebilmişti. Çünkü o dönemlerde vesayete laf etmek fermana mahsustu. “Olmadı Paşam. Lamı cimi yok. Orada şehit cenazeleri gelirken, Antalya'da golf oynamaya devam etmeyi kimseye anlatamazsınız. Sanmayın ki, bu sadece marjinal gazetelerin tepkisidir. Bize de anlatamazsınız. Üstelik golf. Sporların en papyonlusu. En monşeri. Sanmayın ki futbol oynamaya devam etseydiniz anlatabilirdiniz.” Sömürgeciler her dönem Türkiye'yi potansiyelinden uzak tutmak için büyük çaba gösterdiler. Sanayi, kalkınma, zenginlik ve misyon sahibi bir ülkeye dönüşmemesi için siyasi istikrarı yok etmek için büyük emekler verdiler. 12 Eylül öncesinden FETÖ darbe girişimine kadar izlek takip edilebilir.
Ehl-i Sünnet yolunun önemini gâyet iyi bilen İslâm düşmanları, İslâm'ı dışarıdan yıkmayı başaramayacaklarını anladıkları için münâfıklar vasıtasıyla İslâm'ı içten yıkmaya çalışmaktadırlar. Ancak bunda da başarılı olamayacaklardır. Eğer başarılı olabilecek olsalardı birkaç yüzyıldır denedikleri bu metod neticesinde biraz ilerleme kaydedebilirlerdi. Ancak elhâmdülillâh hiçbir ilerleme kaydedememişlerdir. Meselâ Osmanlı'nın son döneminde İstanbul'da 2000'e yakın kayıtlı cami vardı. Günümüzde ise yaklaşık bin cami vardır ki bunların sekiz yüze yakını cumhuriyet döneminde inşa edilmiştir. Bu, Osmanlı Devleti'nin yıkılmasıyla beraber ne kadar fazla cami yıkımının yapıldığını görmek açısından etkili bir örnektir. Birçok câmi depo, ahır olarak kullanılmıştır. 1932 yılında İstanbul müftüsü Süleymaniye Camii'nde imâmlık yapabilecek eğitimde bir kişi bulamadığı için “Elemtere'den aşağısını okuyabiliyor, hiç olmazsa cami kapanmasın.” diyerek mahalle bekçisini Süleymaniye Camii'ne imâm tayin etmiştir. Uzun yıllar Kur'an eğitimi engellendi, 18 sene ezân Türkçe okutuldu. Tüm bu İslâm'ın yaşanmasını engelleme çabalarına rağmen müslümanların sayısını belli bir dönem için azaltmış gibi görünseler de ortadan kaldıramadılar. Aksine her tarafta tekrardan yüz binlerce, milyonlarca müslüman türedi. Türkiye'de çok tanınan bir gazeteci hacca gittikten sonra yazdığı bir yazısında kendisinin daha önceden müslümanların mahalle baskısı gibi dış nedenlerle hacca gittiğini düşündüğünü, ancak bu hac yolculuğundan sonra hiç kimsenin hacca hâlis bir inanç dışında bir şeyle gitmeyeceğine inandığını, gidenlerin hepsinin hâlis inanışlı kimseler olduğunu, bunu kendi gözleriyle gördüğünü, hatta Papa hacca gitse onun dâhi müslüman olacağını düşündüğünü yazdı. Yani İslâm düşmanlarının istediğinin aksine müslümanlar Allâh (c.c.)'un emirlerini yerine getirebilmek için hâlisâne gayret sarf etmektedir ve netice itibariyle İslâm düşmanları her taraftan uğraşmalarına rağmen müslümanın sayısını da azaltamadılar, İslâm'ı da ortadan kaldıramadılar. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.9-10)
Bugün Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılı kutlamaları yapılırken, yüz yıl önce Osmanlı ordusunun İngilizlerle Gazze'de yapmış olduğu savaştan sonra bıraktığı Filistin kan gölüne dönmüş durumda ve korkunç bir soykırım yaşanıyor. İsrail yönetimi cinnet halinde, kontrolden çıkmış durumda. Hitler'in Yahudilere yaptığı soykırıma rahmet okutacak kadar korkunç bir durum var... Atatürk Havalimanı'nda yapılan Filistin mitinginde Erdoğan'ın önemli mesajları oldu. Savaşların iki cephesi varadır; bir askerlerin yaptığı savaş, ikincisi psikolojik savaştır. Daha bugünden Filistin savaşın ikinci adımını kazandı, birinci kısmı ise yüzlerce soru işaretini içinde barındırıyor. Batılı devletlerin Siyonistlerden yana tavır almasının soykırımın derinleşmesine sebep olduğunun farkında olan Erdoğan'ın, ‘vatan topraklarını savunan ve İsrail çıkarlarına karşı savaşan her bir Filistinlinin vatanperver olduğu' cümlesi Filistinlilerin psikolojik savaşta üstünlük sağlamasında etkili oldu. Devletlerin tavrı ne kadar zulümden yana olursa olsun bütün dünyada ABD, Latin Amerika ülkeleri, AB ülkeleri, Müslüman ülkeler, Uzak Doğu ülkeleri, Çin ve Rusya da dâhil halklar devletlerin aksine Filistin halkından yana sokaklara indi. Sokakların İsrail karşıtı ve Filistin'i desteklediğinin farkında olan Erdoğan'ın, soykırım karşıtı söylemi dünya çapında var olan tepkilere güç katmıştır. Adım adım sokak güçlenecek, devletler sokağın sesine kulak verecek. Erdoğan etkisi tam da sırat köprüsü kadar keskin dengede olan durumu Gazzeli mazlumlardan yana çevirdi. İktidarda olan bir lider için miting yapmak zordur. Çünkü karar mercii kendisidir. Miting konuşmasında Erdoğan tarihi atıflarla, Filistinli mazlumlara vermiş olduğu destekle, haçlı zihniyetinde olanlara vermiş olduğu anlamlı yanıtla ve gelecek perspektifini Cumhuriyetin Yüzüncü Yılı'yla güçlü Türkiye vurgusu ile sonlandırmasıyla dünya basınında gereken etkiyi ortaya koymuş oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1,5-2 milyonluk mitingi organize eden İstanbul AK Parti teşkilâtı bu mitinge de ev sahipliği yaptı. Emeği geçen genç kadroları tebrik ediyorum. Seçimde oluşan kalabalığı gördüğümde İstanbul'da bu büyüklükte bir miting olmaz demiştim. İsrail'in zulmü arşıâlâya çıktı. Anadolu'nun çilekeş evlatları bir kez daha nöbet için koşup geldiler... Erdoğan “Sizin önünüzde saygı ile eğiliyorum” diyerek milletin vakur duruşuna takdirlerini sundu. Merhamet medeniyetine dünya neden ihtiyaç duyuyor: Dünya adaletini kaybetti, hâkim devletler adalet ve ahlaktan yana olmaktan çok uzak. Uzun uzadıya sömürge tarihinden başlayıp bugüne varıncaya kadar Batı'nın kanlı tarihini anlatmaya gerek kalmadan son otuz yılda Irak'ta bir milyon Müslüman öldü. Afganistan'da bir milyon Müslüman hayatını kaybetti. Suriye'de bir milyona yakın ölü ve on milyon Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Her üç ülkenin siyasi yapısı paramparça. Bugün Ukrayna-Rusya savaşında 400 bin kişi hayatını kaybetti. Hz. Ömer, Kudüs'ü fethettiği zaman orada yaşayanlara verdiği bir aman vardır. Bu asil ve adaletli siyasal tutumu Selahattin Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı Devleti de Kudüs'te yönetime geldiğinde devam ettirdi. Osmanlı Devleti'nin en güçlü olduğu Kanuni devrinde, Mescid-i Aksa'da “La ilahe illallah İbrahim Halilullah” ibaresi mescide asılarak İbrahimî peygamberlere bir Müslümanın saygı ve hürmeti vurgulanmıştır. HZ. ÖMER'İN KUDÜS EMANNAMESİ
(Yaklaşık 25 yıl önce aşağıdaki yazıyı kaleme almıştım, gözüme ilişti ve “Bir daha okusak” dedim.) “İslâmî hizmet” kavramında iki unsur vardır: İslâm'a hizmet ve İslâmca hizmet. İslâm'a hizmet onu iyi temsil etmek, korumak, tebliğ etmek, çevreyi hür irade ile İslâmlaşma eylemine açık tutmak ve müsait kılmakla gerçekleşir. İslâm'da hizmet, İslâm'a hizmetin meşrû yoldan, normal hallerde veya zaruret hallerinde Müslümanların kullanmaları, faydalanmaları caiz görülen araçlarla yapılması demektir. Yeni Şafak İslâmî hizmet için yola çıkmış, bunu amaç edinmiş bir gazetedir. Ensar Vakfı'nın gelenekleştirdiği kır toplantılarından birinde (güzel bir münasebet olarak da Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun gerçekleştiği Kocayayla'da) gazeteyi satın alacak olan üç Ensar Vakfı mensubu ile yapılan istişare sonunda çıkma kararına varılmıştı. Bu üç Ensarlı (iki Kış kardeşler, bir de A. Şişman) bu gazeteden kendileri (ticaretleri, partileri, gurupları...) için hiçbir şey beklemiyor, tam aksine dayanabildikleri kadar bu hizmeti finanse etme azmi içinde bulunuyorlardı. Bugüne kadar da bu tavrı ve azmi gölgeleyecek hiçbir davranışta bulunmadılar. Bir gazete patronu gibi değil, ekip halinde yürütülen hizmetin birer neferi gibi hareket ettiler, gazetenin emekçileri, mutfak elemanları ve yazarları ile eşit mesafede durmaya çalıştılar, işleri şura (danışma) ile yürüttüler. Ensar Vakfı, İmam-Hatip neslini derleyip toparlamak ve İslâmî hizmet için seferber etmek üzere kurulmuş, bundan birkaç yıl önce de yeni bir uyanış ve hamle dönemine girmiştir. Açtığı şubeler, hazırladığı programlar ile bu kutsal hizmeti gerçekleştirme gayreti içindedir. Ensar Vakfı bir grubun (mesela İmam-Hatiplilerin) vakfı ve bu mânâda bir gurup hareketinin ocağı değildir. Ensar Vakfı'nda hizmet etmenin şartı İmam-Hatipli olmak değil, yalnızca Müslüman olmak ve İslâmî hizmeti hayatın öncelikli işi bilmektir. Burada İmam-Hatip nesli, hâlihazır şartlarda elde bulunan, uygun bir öncü grup, hizmet nesli olarak devrededir. Vakıf hem bu millet emanetini (İmam-Hatip Okullarını ve neslini) koruyacak, geliştirecek, hem de onlarla başlayarak, milleti ile bütünleşerek İslâmî hizmeti gerçekleştirmeye gayret edecektir. Yeni Şafak İslâmî hizmette Ensar Vakfı'nın sesi, gözü ve kulağıdır, bu mübarek hizmetin çok önemli bir aracıdır. Onun inandığı ve hizmet etmek istediği İslâm, aşırı yorumlardan, temsillerden ve uygulamalardan uzak bir “orta İslâm”dır. Bu İslâm'ın neden ibaret olduğunu ortaya koyan bilginin kaynağı objektif, klasik, her bilenin kontrol ve katkısına açık İslâm bilgisidir. Kur'an-ı Kerim'den başka “tek ve eşsiz kitabı”, Hz. Peygamber'den (s.a.) başka tek ve yanılmaz rehberi, mürşidi, üstadı... yoktur. Ne gelenek kölesi, ne de gelenek inkârcısıdır.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında yaşayan büyük velilerdendir. Anadolu'nun dînî, iktisâdî, askerî ve sosyal müessesesi olan ve kendisinin de bağlı olduğu “Ahîlik teşkilâtı” ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektâş-ı Velî ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı devletinin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri ve himmetleri oldu. Günümüzde ise Hacı Bektaş-ı Velî (k.s.)'un görüş ve düşüncelerinin on altıncı yüzyıldan sonra şekillenmiş Bektaşî edebiyatının ürünü olduğu söylenmekte, kendisinin de Şia'nın on imâm esaslarına bağlı bir Türkmen babası olduğu anlatılmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî'nin şu an elimizde bulunan eserlerinin ilmî bir değerlendirilmesi yapıldığında, görüşleri itibariyle, Anadolu'ya damgalarını vuran Bahaddin Veled, Mevlânâ Celâleddin ve Yunus Emre (k.s.e.) gibi ve aynı kaynaktan beslenen bir tasavvuf erbâbı olduğu anlaşılır. Kitaplarında “Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Sahabelerine ve Ehl-i Beyt'ine selâm olsun” diyerek, sahâbilerin hiçbirini ayırt etmeden, hepsini sevdiğini ve saygı gösterdiğini ifade eden, Sünnî bir şahsiyettir. Hacı Bektaş (k.s.), Makâlât adlı eserinde İslâm'ın bilinip, yaşanmasının önemini anlatmaktadır. Hacı Bektaş-ı Velî (k.s.)'a göre, adamlık ve insanlık, Allâh (c.c.)'un sakındırdığını işlememek suretiyle erişebilen âbidlik yani kulluk mertebesinde kazanılabilmektedir. İşte bu sebeple âbidler, “adam” olanlardır. Hacı Bektaş (k.s.)'un İslâm Dini'ne ve onun günlük hayatta yaşanmasına verdiği önem ve titizlik, “Hacı Bektaş-ı Velî için, din ayrılığı gereksizdir, insanlar arasında anlaşmazlık sokar” ve “Bektaşîlik, Anadolu-Yunan-İran-Hint düşüncelerinin, inançlarının oluşturduğu bir birikimdir. İslâm'ın ona olan tesiri çok azdır.” şeklindeki asılsız söylentileri yalanlamaktadır. “Kılarız namazı, kılmayız değil Biz Hâkk'ın emrini, bilmeyiz değil Kur'ân kitabımız, İslâm dinimiz Hadisten âyetten almayız değil.” (Fığlalı, Türkiye'de Alevîlik, s.161-177; E.Coşan, Hacı Bektaş-ı Velî Makâlat, s.2)
Bu yazıya çarpıcı bir başlık atmak istedim. Zira bugün gelinen noktada muhafazakârların, dindarların ve milliyetçilerin şapkayı başlarının önüne koyup düşünme vakitlerinin geldiği kanaatindeyim. Osmanlı Devleti'nin son döneminde siyasi, bürokratik ve entelektüel seçkinler için hayati tartışma başlıkları vardı. Batı Avrupa devletleri hızla modernleşmiş, Osmanlı Devleti bu modernleşme hareketinin hayli gerisinde kalmıştı. Bu geri kalmışlığa çare arayan Osmanlı Devleti yöneticileri, öncelikli olarak askeri alanda tedbirler almış, Tanzimat Fermanı ile birlikte devleti modernleştirmeye yönelik tedbirler askeri alandan idari alana doğru kaymaya başlamıştı. 19. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında devletin gelecekteki yönetim şekli ile alakalı fikirler radikalleşmeye başladı. Cumhuriyet'in ilanından önce Osmanlı Devleti'nin modernleşmesi açısından iki temel fikir belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Birinci fikir, Fransız ve İngiliz deneyimlerini takip ederek hem devlet idaresinin hem de toplum yapısının tepeden tırnağa dönüştürülmesine dayanıyordu. En açık şekilde Said Halim Paşa'nın yaklaşımında karşılığını bulan ikinci fikir ise Osmanlı Devleti'nin esas noksanlığının devlet idaresinde olduğunu, bürokratik yapının terbiye edilip ataletten kurtarılması devlet yönetiminde dirlik ve düzenin doğru işletilmesi durumunda ülkenin geleceğinin kendi değerlerimiz, üzerine inşa edilebileceğini savunuyordu. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin tek parti iktidarı sona erdiğinde Türkiye'nin kendine has kültürel değerleri ve tarihsel birikimi aşağılanmış, baskılanmış durumdaydı. Türkiye, bağımsızlığını savaşarak kazanmış olmasına rağmen sömürgeci ülkelerin müstemleke ülkelerde uyguladığı kültür politikaları ülkenin her köşesini kuşatmıştı. AK Parti'nin siyasi iktidarı sayesinde Türkiye, son yirmi yıldır kendi değerleri, kültürü ve tarihi ile var olma ve gelişme stratejisini takip etmektedir. Elbette bu tam bağımsızlık stratejisi çeşitli meydan okumalarla karşılaştı. Hem dışarıdaki Türkiye karşıtları veya Türkiye'nin büyüyüp güçlenmesinden rahatsız olan çevreler hem de içeride bunlara destek olan müstemleke ruhlu siyasi seçkinler ve aydınlar, Türkiye'nin bağımsızlık yolunda kararlı adımlarla ilerlemesinden rahatsız oldu. 2023 seçimleri sırasında terör örgütlerinin, küresel medya kuruluşlarının ve muhalefet içindeki Jakoben unsurların muhafazakârlara, dindarlara ve milliyetçilere karşı ne denli öfke, kin ve nefret biriktirdikleri ortaya çıktı. Böylesi zorlu bir ortamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, her zamanki gibi inisiyatif alıp hem kendi ittifakını güçlendirmeyi hem de rakip ittifakı yenmeyi başardı. İşte her birimizin şapkamızı önümüze koyup düşüneceğimiz konu budur. Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları başta olmak üzere Türklerin tüm tarihinde büyük liderlerin oynadığı merkezî rolü görerek şimdi hayati bir gerçekle yüzleşmemizin zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacak. Muhafazakâr camianın başında tarihteki kahramanlar gibi sahneye çıkıp rakiplerini yenen ve gemiyi karaya güvenle çıkaran bir kaptan olmayacak. Bu yazı, bu gerçeklikle yüzleşmek ve Cumhurbaşkanı Erdoğan sonrası Türkiye'yi tasarlamak açısından yürütülecek tartışmalar için bir başlangıç adımı olarak alınmalıdır. Said Halim Paşa'nın, Adnan Menderes'in, Turgut Özal'ın, Necmettin Erbakan'ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yolundan gidenlerin, yani “Büyük Türkiye” hayalini kuranların fert, aile, sivil toplum, ekonomi ve siyaset gibi tüm alanlarda bir kurumsallaşma sürecini başlatması artık zorunlu hâle gelmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi liderliği, devletin kurumsallaşmasını, Türkiye'nin büyümesini, altyapı yatırımlarının tamamlanmasını sağlamış, Türkiye'yi tüm büyük devletlerle göz hizasında konuşacak seviyeye çıkarmıştır. Bu muazzam başarı milliyetçi, muhafazakâr, dindar camia içinde bir atalet yaratmış, bu başarının gölgesine sığınma hissiyatı oluşturmuştur.
İmparatorluk bakiyesi bir milletin kaderi kendisini tarihsel misyonuna çağırır. Söz konusu coğrafyadaki beklentiye karşılık Türkiye'deki zihniyet ve şartlar bu beklentiden hep uzak oldu. 70'li yıllara gelinceye kadar ülke fakruzaruret içinde Afrika ülkelerine benzer bir konumda kaldı. Zira tek parti idaresinin “büyük Türkiye” hayali yoktu. Balkanlar'da, Afrika'da veya Azerbaycan'da irili ufaklı ev sohbetlerinde Osmanlı Devleti'nin gücünden, ihtişamından, koruyuculuğundan ve adaletinden bahsedilirdi. Oysa Türkiye'nin kaderine hükmedenlerin bu tarakta bezleri yoktu. Çilingir sofralarında “ne muhteşem bir devlet kurduk, cahilleri adam edeceğiz” gibi bir zihniyete sahiptiler. Dünya ile bağı kopmuş Türkiye'nin tarihsel misyonundan bihaberdiler. Değil mi ki reddi miras yapmışlardı... Ne Türklük ne Müslümanlık ne Selçuklu ne de Osmanlı onların umurunda değildi. Batı kültürünü içe aktarmaktan sorumlu sömürge aydını ve yöneticisi olmak onların tek gayesiydi. Ancak bu fiziksel ve zihinsel perişanlık sadece ülkemize özgü bir durum değildi. Sömürge yıkımından geçmiş bütün ülkeler benzer zorluklar içindeydi. Soğuk Savaş bittiğinde Türkiye'nin Turgut Özal gibi bir şansı oldu. Devletin bütün geleneksel kalıplarını yırtarak ve ülkeyi askeri rejim ikliminden çıkararak ticaret yapıp zenginleşen dünyaya açık bir Türkiye modellemeye kalkıştı. “Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Kadar Türk Dünyası” iddiasını dillendirdi. Cumhurbaşkanı Özal'ın Türkiye'yi dünyaya açması, tarihimizdeki ikinci Vakayı Hayriye ile sonuçlandı. Siyasetin demokratikleşmesi Cumhuriyet'in kuruluşundan 1970'li yıllara kadar baskı altında tutulan İslamcılık düşüncesinin güçlü bir lider ve çağdaş formuyla tekrar ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Necmettin Erbakan, bu milletin büyük bir millet olduğunu, tarihte eşi görülmemiş başarılara imza attığını, dolayısıyla Batılı devletlerin kuyruğunda köle olamayacağımızı ve bilimin, sanayinin ve teknolojinin Batı'nın tekelinde kalmak zorunda olmadığını, Türkiye'nin ağır sanayi ve yüksek teknoloji ile büyük bir kalkınma gerçekleştirip savunma sanayisini güçlendirebileceğini ve güçlü bir orduya sahip olabileceğini yediden yetmişe herkesin kafasına çivi gibi çaktı. Erbakan'ın İslamcılığı tepkisel mahiyette değildi. Yerli, millî, tarihsel köklerinden ilham alan büyük bir misyona dayanıyordu. AK Parti iktidara geldiğinde ülke sorunlarını tek tek tanımladı. Her birine teenniyle çözüm üretti. Ülkeyi kimlik siyasetinin dar koridorlarına hapsetmedi. Bölgesel ve küresel anlamda Türkiye'nin rakibi konumundaki devletlerle nasıl baş edileceğinin hesaplarını yaptı. AK Parti'nin yirmi yıllık siyasi iktidarı döneminde ülkemizin geçirdiği altyapı ve kalkınma devrimini başlık başlık anlatmak güç yetirilecek bir iş gibi durmuyor. Bu açıdan kısaca “Türkiye, Almanya düzeyinde gelişmiş bir ülkedir” demek daha doğru bir yaklaşım olur.
Palekanon Savaşı, Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminin en önemli savaşlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı Devleti'nin fetihlerine ve Kocaeli Yarımadası yönünde sınırlarının genişlemesine engel olabilmek için gerçekleştirilen Pale...
Karlofça Antlaşması; Osmanlı Devleti'nin batıda büyük toprak kaybettiği ilk antlaşma olarak öne çıkmaktadır. Bu özelliğiyle Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktası olarak değerlendirilen Karlofça Antlaşması kimler arasında yapıldı? Karlofça A...
Osmanlı Devleti'nin Kuruluş Ruhu
Bu videomuzda zamanın büyük Allah (cc) dostlarından Dursun Fakih Hazretlerinin hayatını elimizden geldiğince anlatmaya çalışıyoruz. Ruh dünyamızı anlatması hayatımıza ışık ve yol gösterici olması duasıyla… Dursun Fakih Hz. Kimdir? Karaman'da doğmuş olup, Şeyh Edebali'nin öğrencisidir. Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini okumuştur. Osmanlı Devletinin kuruluşuna şahitlik etmiştir. Şeyh Edebali'nin tedrisinden geçtikten sonra kadılık, imamlık ve hatiplik yapan Dursun Fakıh Hz, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundaki en önemli manevi liderlerinden biridir. Ayrıca Dursun Fakih Hz, Osmanlı Devletinin ilk imam-hatibi ve ilk kadısı olma şerefini de elde etmiştir. Karacahisar'ın fethinden sonra burada okuduğu hutbe ile Osman Bey'i sultan ilan etmiş ve bu hutbe Osmanlılar'ın istiklâl alâmeti olarak okunan ilk hutbesi olarak kabul edilmiştir. Dursun Fakih Hz. ayrıca Osmanlı devrinin ilk şairlerindendir. Gazavatnâme adlı eseri oldukça ünlüdür. Orhan Bey zamanında vefat ettiği bilinmekte fakat vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kabri, Bilecik'te Şeyh Edebâli Zâviyesi içindeki türbededir. #synergykendiyas #türbe #dursunfakihhazretleri #karamantürbeler #şeyhedabalihz #osmanlılar Facebook: https://www.facebook.com/SynergyKendiyas İnstagram: https://instagram.com/synergykendiyas Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC_xe-4OhrGjeQkX9dWA96fQ TikToc: https://www.tiktok.com/@synergykendys Yaay: https://yaay.com.tr/SynergyKendiyas Twitter: https://twitter.com/SynergyKendiyas?t=rF3t1yDh7eLgUg_Djh5khQ&s=09
Osmanlı Devleti'nin çöküş yıllarına denk gelen dönem, aynı zamanda da çeşitli reform çabalarının tarihi olarak okunabilir. Bu çabaların önde gelenlerinden biri de, pek tabii ki askerî yenile(n)me adımlarıdır. Özellikle Prusya Ordusu'ndan ‘ithal' edilmiş veya başka bir deyişle, bir süreliğine ‘ödünç alınmış' komutanlar önderliğinde girişilen bu çabalar devletin yıkılmasının önüne geçememiş olsa da, sadece Osmanlı değil, Türkiye tarihine de önemli ve kalıcı etkiler bırakmıştır. Bahsi geçen dönemde, "Das Volk in Waffen” isimli kitabı “Millet-i Müselleha” olarak Türkçeleştirilen ve Osmanlı subaylarına zorunlu olarak okutulduğu bilinen, tam ismiyle Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, II. Abdülhamid'in isteği üzerine gelen heyete, komutan Otto von Kähler'in ölümü sonrasında başkan olarak tayin edilmiştir. ‘Vatandaşlar ordusu' ve ‘zorunlu askerlik' gibi kavramlar değerlendirilirken isminin atlanmaması gereken Goltz Paşa, belki de Türkiye'de militarizmin serüveni açısından en önde gelen figürlerden biridir. Ümit Kurt ile Mert Kayhan, Tarih-i Ahval & Ahval-i Tarih konuşma serisinin bu bölümünde, tüm bu süreci ayrıntılarıyla ele alarak, tarihî bir kırılma ânının nasıl günümüze kadar uzanan etkiler yarattığını değerlendiriyorlar.
Osmanlı Devleti'nin Kurucusu Osman Gazi
Osmanlı Devleti'nin 2. Kurucusu: Çelebi Sultan Mehmed
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Anadolu coğrafyasını ve Rumeli'yi anlatıyor. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde başlıca şunları söyledi; Rumeliye doğru uzanalım... Fakir, Rumeli ile çok ilgilenmekteyim. Aşağı yukarı, kültür ve turizm bakanlığında çalıştığım zaman sayın müsteşarımız Rumeli'deki tasavvufi kurumların incelenmesi göreviyle fakiri gönderdi Rumeliye işte rapor hazırladık, hali hazırdaki durum nedir vesaire... ve fazlaca ilgilenmeye başladım sonra kendi, şahsi isteğimle. Bu ilgi bir takım kardeşler, arkadaşlar tarafından sen Rumelilisin ne bağlandı. Halbuki benim aile olarak Rumeli ile alakam yani Avrupa kıtasının en batı noktası Bakırköy benim ailemde annemin doğum yeri. Ailem, annemin ailesi bir kaç göbek İstanbullu, babamın ailesi bir kaç göbek Bursalı. Bursalı değince de Rumeli'den Bursa'ya çok göçmen gelmiştir malum, yine bir Rumeli kökenimiz yok. Hasılı, ilgilenmek için maddi bir bağ aramak gibi bir noksanımız var toplum olarak. Hemşehrilik gayreti denebilir buna... Bir yeri sevmek için oralı olmak şart değil, oranın ne olduğunu bilmek, anlamak, kavramak, hissetmek, özümsemek önemlidir. Biz büyüğümüzden, Muzaffer Efendi Hazretlerinden şöyle işittik, o özbeöz türkmen bir zattı, karakeçili aşiretin evladıydı. Büyük dedesi vazife ile Bulgaristan'ın Yanbolu'sunda görevde bulunmuş ama Rumelili bir ailenin çocuğu değil, karakeçili aşiretinden. Fakat Rumeli için derdi ki; "Rumeli'de bastığın topraktaki çimen ya dedenin sakalıdır, ya büyükannenin saçıdır." Çünkü Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili işte diziler var vesaire filan... Oradan beri biz biliyoruz ki Osmanlı Devleti'nin... Bu Osmanlı Devleti sözü de yanlış. Osmanlı Devleti diye bir Devlet yoktur. O, hanedanın adı ile devletin adını birleştiren yabancıların taktığı bir isimdir. Bizim kendi devletimize verdiğimiz isim; Devlet-i Aliyye yani yüce devlet. Bir de sıfat eklemişizdir ona; Devlet-i Ebed Müddet yani kıyamete kadar sürecek olan devlet... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Osmanlı mimarisinin doruk noktasında bulunan Selimiye Camii, II. Selim Han'ın Mimar Sinan eliyle bu millete kazandırmış olduğu en büyük âbidelerden biridir. Edirne'nin merkezinde, eski Kavak Meydanı'nda inşa edilmiştir. Haziran 1568 tarihinde inşasına başlanan cami, Kasım 1574'te ilelebet ibâdete açılmıştır. Selimiye bir camii, iki medrese, bir arasta ve bir sıbyan mektebinden müteşekkil külliye hâlindedir. Selimiye Külliyesi, Osmanlı mimarisinin, genel seyri içerisinde mimari, sanat ve estetik bakımından en tepesinde olduğu gibi yapısı ile de Edirne şehrine kondurulmuş bir baş tâcı görünümündedir. Eserin tüm niteliklerini anlamada, Koca Sinan'ın kendi ağzından söylemiş olduğu şu cümleler ayrı bir anlam taşımaktadır: “Kalfalığımı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde icra ettim. Üstadlığımı da Süleymaniye Camii'nde tekmil ettim. Ama cümle makdûrumu bu Selim Han Camii'ne sarf edüp yed-i tûlâmı ayân ve beyân eyledi.” Selimiye Camii, Osmanlı medeniyetinin en güzel alâmeti ve Osmanlı mimarisinde mühendislik bakımından en eşsiz eserdir. Dört kademe hâlinde, aşağıdan yukarıya doğru, yükselen ve değişik renkli taşlar ve açıklıkları ile zenginleşen bu âbide; büyüklük, yükseklik, topluluk, ışık nisbetlerindeki ahenk bakımından yeryüzünün sayılı şaheserlerindendir. Selimiye Camii birçok manevi vasıfları sembolize etmektedir. Caminin tek kubbe oluşu; Allâh(c.c.)'ın birliğini, pencerelerinin beş kademeli oluşu; İslâm'ın beş şartını, bütün pencerelerinin 99 tane oluşu; Cenâb-ı Hâkk'ın 99 ismini, vaaz kürsülerinin 4 tane oluşu; 4 hak mezhebi, mabedin bütün külliyesinde 32 kapının oluşu; İslâm'ın 32 farzını, arka minarelerinde 6 yolun olması, imânın 6 şartını, caminin minarelerinde 12 şerefenin oluşu da yaptıran Osmanlı Devleti'nin 12. Padişahını sembolize etmektedir. (Ahmet Şimşirgil, Kayı V: Kudret ve Azamet Yılları, s.62-66)
18 ŞUBAT 2021Tarihte bugün yaşanan olaylar arasında; Timur'un ölümü, İlk kapitülasyonların verilmesi, Koyun Adaları Zaferi, 1856 Islahat Fermanının ilanı ve daha pek çok önemli konumuz var… Hazırsanız başlayalım.DÜNYA TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR1930 - Amerikalı astronomi tutkunu Clyde Tombaugh, 33 cm'lik bir teleskopla Plüton cüce gezegenini keşfetti.1960 - 7 ülke, Latin Amerika Serbest Ticaret Birliğini (LAFTA) kurdu. 1980'de imzalanan yeni bir anlaşma ile ALADI adını aldı.1979 - Sahra Çölü'ne kar yağdı.TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR1405 Timur Çin seferine çıktığında öldü1451 - Fatih Sultan Mehmet, ikinci kez tahta çıktı.1536 Fransa'ya İlk Kez Kapsamlı Bir Kapitülasyon Antlaşması Yapıldı 1856 Islahat Fermanı ilan edildi.1937 - İstanbul'da eşekle nakliyat yasaklandı.1952 - TBMM, Türkiye'nin NATO üyeliğini onayladı. Türkiye, 21 Şubat günü NATO üyesi oldu. BUGÜN DOĞANLAR1954 - Amerikalı sinema oyuncusu John Travolta, doğdu.1925 - Türk sunucu Halit Kıvanç, dünyaya geldi. BUGÜN ÖLENLER1294 - Moğol İmparatoru, Kubilay Han öldü.1546 - Alman dini reformist Martin Luther öldü.1925 - Osmanlı Devleti'nin son vakanüvisi ve tarihçi Abdurrahman Şeref Bey vefat etti.1986-Türk yazar - Tezer Özlü hayatını kaybetti.
Osmanlı Devleti'nin İstanbul'u almasından önce Konstantinopolis'te yerleşim düzeni ve şehir yapısının anlatıldığı programın ikinci bölümü.
Osmanlı Devleti'nin İstanbul'u almasından önce Konstantinopolis'te yerleşim düzeni ve şehir yapısı...
Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Gâzi'nin babası olan Ertuğrul Gâzi, Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şah'ın oğludur. Süleyman Şah'ın vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi kabîleye reis seçildi. Ertuğrul Gâzi kardeşi Dündâr Bey ile berâber batıya hareket etti. Sivas yakınlarında konakladıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şâhid oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, yiğitlik ve mertlik esaslarına göre, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi Selçukluların gâlip gelmesini sağladı. Bunun üzerine Selçuklu hükümdârı Sultan Alâeddîn, Söğüt, Domaniç ve Karacaşehir'i kendilerine verdi. Ertuğrul Gâzî aşiretiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç'e yerleşti. Ertuğrul Gâzi Selçuklu Sultânı Alâeddîn'in vefâtına kadar altı sene etrâfın fethi ve İslâmiyetin yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultân'ın vefâtından sonra, Selçuklu hükümdârları arasındaki taht ve taç kavgalarına karışmayarak Söğüt uç bölgesinde tekfûrlarla mücâdeleye devâm etti. 1281 yılında Söğüt'te vefât ederek oraya defnedildi. Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı. Çok cömert olan Ertuğrul Gâzi, fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi. Ertuğrul Gâzi'nin ölümünden sonra, küçük oğlu Osmân Gâzi, kavim ve kabîlesinin reisi oldu. Osman Bey'in bağrından çıkarak denizleri, diyarları, kıtaları ve ülkeleri muhteşem dalları arasına alacak olan çınarın kökü toprağa yayılmaya başladı. Öyle ki, bu çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı Saâdet'ten sonra, bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde tam altı asır yaşadı. (Rehber Ansiklopedisi, 5.c., 178.s.)
DUVAR - Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Haşim Şahin Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan ve altı ay içerisinde ikinci baskısını yapan “Dervişler, Fakihler, Gaziler” başlıklı çalışmasında Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan 15. yüzyıla uzanan zaman dilimindeki dini zümreleri bütün ayrıntısı ile ele alıyor. Prof. Dr. Şahin Kebikeç'e konuk oldu.
Osmanlı Devleti'nin sonları ve Cumhuriyet döneminde gazeteci olmak konusunu özel bir örnekle anlatılıyor.
Osmanlı Devleti'nin altın çağının parlak denizcisi Piri Reis, donanmasını Basra'da bırakıp iki gemisiyle Mısır'a geldi. İşte bu an, yıldızın söndüğü andır.
Bir zamandır Osmanlı Devleti'nin başta Şii olduğu; Yavuz Sultan Selim'in halifeliği almasından sonra siyaset icabı koyu bir Sünniliğe büründüğüne dair bazı müfrit politikacıların, hatta tarihçilerin beyanlarına rastlanıyor. “Evvel yoğidi bu rivayet yeni çıktı” sözünün burada yeri geldi.
Aslı Cansunar Kimdir? Aslı Cansunar, Oxford Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinde doktora-sonrası araştırmacı olarak çalışmaktadır. Araştırma odakları siyasi ekonomi altında servet dağılımı ve servet eşitsizliği, siyasi davranış biçimleri, Osmanlı Devleti'nin siyasi ekonomisi ve kurumların politik ve ekonomik yapıları. Harvard, Duke, Oxford ve Bahçeşehir gibi üniversitelerde konferanslara katılmıştır Araştırmalarının yanı sıra, politik ekonomi, politik yöntem bilimi, matematik ve islam'ın siyasi ekonomisi üzerine ders vermiştir. 2007 yılında Robert Lisesi'nden mezun olan Aslı, aynı yıl Koç Üniversitesi'nde lisans eğitimine başlamıştır. 2012 yılında, Koç Üniversiten'den Ekonomi ve Matematik üzerine çift anadal yaparak mezun olmuştur. 2014 yılında Duke Üniversitesi'nde Ekonomi üzerine yüksek lisans yapan Aslı, 2018 tekrar Duke Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi üzerine doktorasını tamamlamıştır. 2018 yılından beri Oxford Üniversitesi'nde doktora-sonrası araştırmacı olarak çalışmasına devam etmektedir.
Osmanlı Devleti'nin toprak kayıpları, 18. yüzyılda orduda düzen yenilikleri, eğitim çabaları üzerine konuştuk.