POPULARITY
Geçen gün ailece bir Üsküdar gezisi yaptık. Bir şeyler içerek dinlenmek için yeni açılan İmaret Kahvehanesi'nin dış kısmındaki bir masaya oturduk. Diğer masaların hemen hemen hepsi doluydu. Yanı başımızdaki masayı işgal edenler imaretin ne anlama geldiğini aralarında tartışıyorlardı. Bir sonuca varamadıkları için yanlarına gelen garsona sordular. O da hık mık ettikten sonra “Caminin şeyi” dedi. Bu tarihi yapının Gülnuş Emetullah Valide Sultan Camii'nin “neyi” olduğunu dönüp şunlara bir güzel anlatayım diye içimden geçirdim ama bilgiçlik taslama korkusuyla bu niyetimden vazgeçtim. Eğer okuyucularım bu konuyla ilgili aşağıda vereceğim bilgileri “malumatfuruşluk” kabul etmezlerse imaretin ne anlama geldiğini izah etmeye çalışacağım. Şimdi ben aradan çekileyim ve mukaddime cümlelerini lügate bırakayım. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, ‘imaret'i şöyle açıklıyor: “Bu kelime Arapça asıllı olup bir yeri bayındır ve mamur etme demektir. İkinci anlamı ise, medrese talebelerine, cami görevlilerine ve gelip giden yolcu ve misafirlere yemek vermek üzere kurulmuş aşevidir. Yahya Kemal bu konuda şöyle diyor: Bir semtin esası olan cami, bir tek binadan ibaret olan ibadet yeri değildi; o camiyi vakfedenin devrini gösterir bir manzumeydi. Caminin yanında medrese, imaret, tabhane, hamam, mektep, muvakkithane, hâsılı bütün şekliyle vakfedenin adını taşıyan ve devrini temsil eden bir levhaydı. Ahmet Hamdi Tanpınar da şu tanımı yapıyor: İznik'teki o güzel imaret beş kapılı, revaklı ve çok rahat kubbesiyle Nilüfer Hatun'a izafe edilir. İmaretin üçüncü manası da şöyledir:
Önce 11 Haziran 2024 tarihli Hürriyet gazetesinde Hande Fırat imzasıyla yayımlanan şu cümleleri okuyalım: “Bugün gözler CHP Genel Merkezinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in misafiri Cumhurbaşkanı Erdoğan'da. Özgür Özel'in Hürriyet gazetesine yaptığı özel açıklamaları Turan Yılmaz'ın kaleminden okumuştunuz. Siyasi mesajlarının yanı sıra Özel'in Cumhurbaşkanına görüşmede ne ikram edeceğini de yazmıştık. Özel ‘Kendisine sorarız tabii. Ama burada başka yerde olmayan birkaç şey var; mesir çayı, mor reyhan çayı, keçiboynuzu çayı gibi' demişti. Özgür Özel biliyorsunuz Manisalı. Manisa denilince de akla ilk olarak meşhur Mesir Mâcunu geliyor. Özel'in bir de özel planı var. O planı da Hürriyet'e açıkladı: Mesir büyük bir haksızlığa uğruyor. 487 yıllık bir festival, gelenek. Dünyanın en eski halen devam eden halk ilacı, üstelik hâlâ kullanımda. Hem mistik, hem tarihi bir yanı var. Dokuz boğa deli deli koşuyor, önünden İspanyollar kaçıyor, bütün dünya orayı izliyor. Bizler böyle mucizevi bir şeyi 500 yıldır 100 bin kişiye saçıyoruz. Manisa'ya gelen 6 Çinli turist izliyor. Dünyaya mal edemedik. Çin büyükelçisine mesir ikram ettim ve faydalarını anlattım. Büyükelçiye, ‘Sizden sadece 6 turist geliyor, oysa 1,5 milyar kişisiniz' dedim. Gelecek sene için kendisini Manisa'ya davet ettim. ‘Bu mâcunu ülkeniz insanlarına anlatmanız lazım' dedim.” Çin büyükelçisinin 487 yıllık mesir mâcununun Çin halkına anlatmasını bir yana bırakalım, bu mistik ve tarihi geleneği kendi halkımıza yeteri kadar tanıtamadık. Bari ben bu konuda biraz bilgi vermeye çalışayım. Mesir Mâcunu deyince tabii ki aklımıza ilk önce Merkez Efendi hazretleri geliyor. İstanbul'da türbesi sık sık ziyaret edilen Musa Muslihiddin Efendi de, Akşemseddin hazretleri gibi hem bir gönül sultanı, hem de hâzık bir hekim idi. Kendi icadı olan Mesir Mâcunu ile Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi Hafize Sultanı tedavi etmişti. Merkez Efendi, Denizli'de dünyaya geldi, bir müddet Manisa'da yaşadı, İstanbul'da vefat etti, Topkapı surlarının dışındaki türbesinde sırlandı.
Zaman hızla ilerliyor, işte Mayıs ayı da sona erdi ve peşinden gelen Haziran sıcaklarıyla kavrulmaya başladık. Yakın tarihimizde milletimize büyük acılar yaşatan siyasi zorbalıklardan biri de – bilindiği üzere – Yirmiyedi Mayıs 1960 askeri darbesidir. Her yıl Mayıs ayında bu “gece baskını” gündeme gelir ve medyada değerlendirmeler yapılır. İçinde yaşadığımız 2024 yılının Mayıs ayının sonunda da yine gazetelerde bu minval üzere yazılar yayımlandı. Ayrıca cuntacıların işlediği bu korkunç cinayetten sonra Cumhurbaşkanlığı seçiminin gündeme gelmesiyle birlikte onların bir kere daha çirkin yüzlerini gösterdikleri ve mesela merhum Ali Fuad Başgil'i Cumhurbaşkanı yapmamak için ölüm tehdidi de dahil, her entrikaya başvurdukları dile getirildi. Ben bu sütunda, Başgil hakkında daha önce iki yazı yayımladım. Birinde merhumun cenaze merasiminde görülen ihtişamı ve vasiyetnamesini anlatmaya çalıştım, diğerinde ise onun Cumhurbaşkanlığının nasıl engellendiğini izah ettim. Bu yazımda da, Başgil hakkında, 1963 yılında neşredilen bir kitaptan ve muhtevasından kısaca bahsedip yazarının ibret ve dehşet dolu bir hatırasını sizlere nakledeceğim. “Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil – Hayatı Şahsiyeti Mücadeleleri” adlı bu eseri Mehmet Gökalp Bey hazırlamış, Gökhan Evliyaoğlu da bir önsöz yazmış. Kitap “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifiyle başlıyor. Gökhan Evliyaoğlu'nun takdim yazısı ise, “Şehirdeki Aydından Dağdaki Çobana Kadar Herkesin Sevdiği Âlim” başlığını taşıyor.
* “The Special One “ Jose Mourinho will coach Fenerbahçe *Fenerbahçe president elections this weekend *Chaos in Galatasaray team … Erden Timur resigned and President Dursun Özbek under a-lot of pressure *Besiktas hires Dutch coach Giovani Van Bronckhorst ! * Turkish National Football Team getting ready for EURO2024
Bizim evin önünden geçen ve Kadıköy'e giden minibüslerden birine biniyorum. Arabamız Göztepe Köprüsü'ne varınca sağa kıvrılıp ana caddeye giriyor ve hızla yoluna devam ediyor. Camdan sol tarafa bakınca sefertası gibi üst üste yığılmış dev binaların, dâirevi yapılmış rezidansların arasında küçük küçük camilerin, kısa kısa minarelerini görüyorum. Bu mütevazi ibadethânelerin ön kısımlarında, lütfedip de az bir boşluk bırakılmamış olsaydı, o minareler de gözümüze çarpmayacaktı. Gökdelenlerin arasında gizlenmek zorunda kalan camiler tabii ki, sadece bu semtte bulunmuyor. Diğer birçok şehirlerimiz gibi İstanbul'un her tarafı da böyle saklanmış camilerle, mahzun minarelerle dolup taşıyor. Halbuki eski İstanbul'da küçük mahalle camilerinin bodur minareleri bile her taraftan görülüyordu. Ne hazin bir manzaradır ki, şimdilerde beton yığınları dev cüsseleriyle sadece camileri değil, -ne kadar uzun olursa olsun- minarelerinin de etrafını kuşatıyorlar ve onları görünmez hale getiriyorlar. Bu mukaddimeyi, eski püskü evlerin arasında kalan, molozlarla çevrili bulunan, salaş dükkânların arasında boğulan bazı camilerden bahsetmek için yaptım. Meselâ, İstanbul'un ortasında yer alan ve asıl adı Hatice Turhan Sultan Camisi olduğu halde Yeni Cami diye bilinen bu tarihi mâbedin etrafı da eskiden böyle çirkin bir görüntü arz ediyordu. Derken o zamanki idarecilerin verdiği isabetli bir kararla mabedin etrafı molozlardan bir güzel temizlendi ve bu hanım sultan camisi bütün mimârî güzelliğiyle ortaya çıktı. Bu sırada bitişiğindeki tarihi kemerin yıkılması da gündeme geldiyse de Allah'tan bu cinayet işlenmedi. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyenler, Yüksek Mimar Sedat Çetintaş'ın, Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan “İstanbul ve Mimârî Yazıları” isimli kitabını okuyabilirler.
İsmail Türküsev ve Turgut Uç bu hafta derbiyi konuşuyor; beyanlarıyla Mert Hakan Yandaş, Ali Koç, Dursun Özbek ve Arda Güler başrollerde.
Bir zamanlar liselerde okutulmak üzere ahlâk kitapları hazırlatılmıştı. Bunları kıymetli ve ehil akademisyenlerimizden bazıları ortaklaşa kaleme almışlardı. Bir gün, bir lise öğrencisi bu kitabı satın almak için kitapçıya gidiyor. Selam melam vermeden “Sizde ahlâk var mı?” diye soruyor. Kitapçı da dalgınlığa gelmiş olmalı ki “yok” cevabını veriyor. Bilmiyorum, eskiden böyle miydi, bugünün gençleri cümleleri epeyce kısaltarak yarım yamalak kelimelerle hatta birtakım işaretlerle konuşuyorlar yahut konuşamıyorlar. Defalarca şahit oldum. Delikanlımız ve hanım kızımız kitap sormak için bir dükkâna girer girmez hemen elindeki cep telefonunu adamın gözünün içine sokarcasına yüzüne tutuyor. Böylece aradığı kitabın adını söylemeye bile yüksünüyor. Söyleyenler de işte böyle söyledikleri için tuhaf ve garip manzaralar ortaya çıkıyor. Ne dersiniz, buna benzer bir kitap soruş şeklinden daha bahsedeyim mi? Eski Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel, yine liselerde okutulmak üzere bir mantık kitabı hazırlamıştı. Bu ünlü bakan ne zaman İstanbul'a gelse muhakkak Sahaflar Çarşısına uğrar, oradaki dostlarından Nizameddin Bey'in dükkânında bir süre sohbet ederek dinlenirmiş. Yine bir gün aynı kitapçı dükkânında bulunduğu sırada içeri bir öğrenci giriyor ve kitapçıya “Hasan Âli Yücel'in mantığı var mı?” diye soruyor. Aynı zamanda nüktedan biri olan Nizameddin Bey, yanında oturan Bakan Bey'i göstererek işte kendisi, burada, sor bakalım mantığı var mıymış diyerek karşılık veriyor. Böyle sakat cümlelerle ve tuhaf ifadelerle kitap sorma işine daha birçok örnek verebilirim ama asıl konumuz olan ahlâk ve ahlâk kitapları üzerinde biraz durmak istiyorum. Hani bir söz vardır. Sık sık işin başı sağlık cümlesini kullanma ihtiyacını duyarız. Buna bir nazire olmak üzere, işin başı ahlâk desek yine önemli, belki de en önemli bir gerçeği dile getirmiş oluruz herhalde. Hiç, ahlâk en önemli bir husus olmasaydı Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyururlar mıydı? İşte güzel ahlâkın manevi mevkii bu kadar yüksek olduğu için hakkında ciltler dolusu kitaplar yazıldı. İslâm âlimleri, kitaplarının konusu ne olursa olsun, ahlâk bahsine de yer vermeyi ihmal etmediler. Hatta bu mevzuda müstakil olarak yazılan birçok ahlâk kitabı vardır ki, bunların en meşhurlarından biri de “Ahlâk-ı Âlai” isimli muazzam eserdir. Bursalı Mehmet Tahir Bey'in “Ahlâk Kitaplarımız”, Ahmet Rıfat Bey'in “Tasvir-i Ahlâk”; Ömer Ferid Kam'ın, Emile Boirac'ın “Felsefenin İlkeleri” kitabından tercüme ettiği “İlm-i Ahlâk” isimli çalışmaları da bu vadide kaleme alınan kitaplardan sadece bir kaçıdır. Yukarıda da belirttiğim üzere, bu listeyi daha bir hayli uzatabiliriz.
Küreselleşme ile başlayan ifadelere ilk telaffuz edildiği günlerden bu yana daima mesafeli durdum. Aslında olması gereken bir şey bu. Bu yüzyılda olagelen hemen her şeyi Müslümanların ve aslında insanlığın da aleyhine kurgulayan güç odaklarının değişim motivasyonu adına ürettiği her türden isimlendirmeye, her çeşit kavramsallaştırma çabasına şüpheyle bakmak icap ediyor. Genellikle bu türden çabaların neticesinde insanlarda birtakım algılar oluştuğunda ve yerleşik hale gelen bu algılardan geri dönemez bir duruma düştüğümüzde, çoktan iş işten geçmiş bulunuyor ve kalemizi savunmasız bıraktığımız ya da bakmamız gereken yerlerin dışında bir yerlere baktığımız için gafilce avlanıp goller yediğimiz gerçeği ortaya çıkıyor. 'Bilgi çağı' falan gibi çok daha iyi huylu, daha masum görünen birtakım kavramsallaştırmalar için bile bu ön muhakeme sürecinin işletilmesi gerekiyor. Çünkü bugünlerde bir çok kötülük, özellikle masum görünümlü kelime ve kavramların ambalajına sarılarak yediriliyor bize. Üşenmemek, Pollyannacılık oynamamak, kaleyi boş bırakmamak, sadece gösterilen yerlere bakmamak gerek, bu bizim için değerli olan her şeyi savunmanın önde gelen stratejisi olmalı. Lafı uzattım, sadede geleyim... Küreselleşme laflarının çıktığı ilk zamanlardan beri başımıza gelenler zaten herkesin malumu... Böyle laflardan işkillenenlerin haklı çıkmadığını da herhalde hiç kimse söyleyemez. Ancak yine de hayata girdi bu laflar... Domates satan da, proje satan da, akıl veren de satışa bu kelimeyle başlıyor. Önce değişim lafları vardı, şimdi küreselleşme alegorileri var. Sosyal meselelere ilişkin afili kelam etmek isteyen hemen herkes, açtığı her paragrafa bu 'küreselleşme' tekerlemesiyle başlıyor neredeyse. Daha ciddi ve etkili görünüyor sanıyorum bu şekilde, arkasından gelen bütün o havalı ama boş laflar silsilesi... Önünü almak da pek mümkün görünmüyor maalesef, işin aslını gözlerden uzak tutan bu nevi laf kalabalığının. Dursun o zaman, dursun ve biz kendi kulpumuzu takalım bu kavrama... Onlar dünyayı kocaman bir köy haline getirip kendi tezgahlarından yiyip içmeye mahkum ettiler ya herkesi, gelin biz de kendi operasyonumuzu çekelim. Bunun tam sırası, çünkü karşı dalga nihayet ortaya çıkıyor. Gazze bu fitili ateşledi. Ben bu yazıyı yazarken İspanya, İrlanda ve Norveç'in Filistin'i bir devlet olarak tanıdığına dair haberler geçiyordu ajanslar. Beklenen bir şeydi, devamı da gelecektir.
İsmail Türküsev ve Turgut Uç'un gündeminde bu hafta psişikler, Leonardo Bonucci, Fernando Muslera, Dursun Özbek ve Gavi var.
Yetmişli yılların başında yüksek tahsil için İstanbul'a gelince ben de bazı ilim ve kültür mahfilleriyle tanıştım. Türk Edebiyatı Vakfı, Aydınlar Ocağı, Kubbealtı Akademisi, Milli Türk Talebe birliği, Marmara Kıraathanesi bunlardan bazılarıydı. İlmen, fikren, edeben beslendiğim ve kendime güzel bir çevre edindiğim tarihi mekânlardan biri de Merzifonlu Karamustafa Paşa Külliyesi idi. İçinde Fetih Cemiyeti'nin, İstanbul Enstitüsü'nün, Yahya Kemal Müzesi'nin yer aldığı bu külliye, Merzifonlu Karamustafa Paşa tarafından 1694 yılında Hadis Medresesi olarak tesis edildi. On odası ve revaklı bir dershanesi bulunuyor. Yine buradaki Sıbyan mektebi de daha sonra Yahya Kemal Müzesi haline getirildi. Esefle ifade edeyim ki orada böyle bir müze olduğunu çok kimse bilmez. Önünden gelip geçenlerin bir kısmı da bu tarihi yapının cami olduğunu zanneder. Ne diyelim. “Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler.” Ne dersiniz, buna ben de bir nazire yapayım mı?
Köpekler her zeminde yatıp uyuyabilir. Taş, toprak, çimen ayırmazlar. Beton, asfalt, tahta fark etmez. Kuru ot ve saman üstünde de hiç rahatsız olmadan uyuyabilirler, halı üstünde de. Rahat döşek, çekyat, üçlü koltuk istemezler. Kuş tüyü yastık, yorgan, battaniye, çarşaf, nevresim şartı koşmazlar. Bir insan o şekilde yatmaya kalksa, sabaha acilen kaldırılıp hastaneye yatırılır. * Hayvancıklar, yağmur sonrası sokaktaki su birikintisinden içebilirler. İnsan o sudan içecek olsa, kırk türlü hastalık kapar. Musluk suyunu bile kaynatmadan içmeyi riskli bulur insan pek çok yerde. Köpeklerin ve diğer birçok hayvanın metabolizması o şartlara dayanıklıdır. Yedikleri için de titizlik göstermez, son kullanma tarihine bakmaya niyetlenmezler. Musluktan tedirginlik duymadan su içtiğini söyleyenlere kulak asacak değiliz. Öyle olsa, ertesi gün Ferdi Tayfur'dan söylemeye başlaması muhtemeldir. “Susadım çeşmeye, varmaz olaydım Elinden bir tas su, içmez olaydım…” CEMİYET YOK, NİYET VAR Mavri Mira Cemiyeti'ni Fener Rum Patrikhanesi, 1919'da kurdu. Maksat, Bizans İmparatorluğunu canlandırmak, Batı Anadolu ve Trakya'yı Yunanistan'a bağlamak. Bugün o isimde bir cemiyet yok ama o niyeti aynı şekilde devam ettirenler var. DAVETİYENİN İMLASI Delikanlı, hocasını düğününe davet etmek için mesaj yazmış. "Hocam, bu mutlu günümüzde sizide aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız." Hoca kızmış. "Evladım, hâlâ de'leri da'ları ayrı yazmayı öğrenemedin." Çocuk düzeltip tekrar göndermiş: "Hocam, bu mutlu günümüz de sizi de aramız da görmekten büyük mutluluk duyacağız." SU TESTİSİ SU YOLUNDA Atalarımızın söylediği doğrudur. Su testisi su yolunda kırılır da acaba giderken mi gelirken mi? Malum, boş ve dolu olmak arasında fark vardır. Özellikle bir testi için. İnsan içinse, testilerden daha önemlidir boş veya dolu olmak. Zaten atalarımızın hayvanlar ve eşyalar üzerine söyledikleri sözler, aslında onlar için değil, insanlara yöneliktir. JAPONYA'DA PKK'YA YASAK Japonya'daki PKK hakkında araştırmalar yapan Japon gazeteci İshii Takaaki'nin yazdığı mesaj dikkat çekiciydi. “Japonya'da yaşayan Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'ne veya Türklere hakaret ederken ‘Biz Türküz' diyorlar. Suç işlediklerinde, tacize uğradıklarında ‘Biz Türküz' diyorlar. Onları utanç verici, yalancı insanlar olarak görüyorum. Onların budalalıkları Japonya ile Türkiye arasındaki dostluğu yok edecektir.” Japonya'da PKK'lılar çizgiyi aşınca Japon hükümeti tedbir almakta gecikmedi. Terör örgütü mensuplarının Japonya'daki tüm varlıklarını dondurdu. PKK paçavraları ve terörist başının fotoğraflarıyla yürüyüşleri yasakladı. Japon yönetimi Türkiye ile beraber çalışma çağrısı yaptı. AĞACA NE DENİR? Dursun'un arkadaşı İdris, bir süre yurt dışında kalmış, pek de benimsemiş; az daha ‘anavatan' sayacakmış. Memlekete dönünce arkadaşına öğrendiği yabancı dil üzerinden caka satmaya çalışmış. Bir ağacın yanından geçerken “Biz buna ‘tree' deriz” diye İngilizcesini konuşturmuş. Dursun şöyle cevap vermiş: “Biz bir şey demeyiz, yanından geçer gideriz.”
Ayasofya hakkında fikir beyan eden devrin yazarlarından yahut mîmarlarından biri, yaptığı bir konuşma esnasında “Bir Türk mîmarisi yoktur. Görünen eserler Ayasofya'nın on defa tekrarından başka bir şey değildir” şeklinde bir cümle sarf ediyor. Halbuki bu kıyaslama yanlıştır. Süleymaniye ve Sultanahmed gibi Osmanlı selâtin camileri asla Ayasofya'nın taklidi değildir, bilâkis orijinal mîmâri şaheserlerdir. Gerçi Türk mimarları da sanatlarını icra ederken Bizans'ın bu kadim mâbedinden az- çok etkilenmişlerdir, lâkin bu onların yaptıkları camilerin taklit eseri olduğunu göstermez. Sultanahmed meydanına gelen bir adam orada yüzünü bir kere kuzeye çevirip Ayasofya'ya, bir kere de güneye döndürüp Sultanahmed Camii'ne bakarsa kuzey tarafında sanki bir taş yığını, bir kale duvarının üzerine konmuş büyük bir kubbe görür. İşte bu, Ayasofya'dır. Yani Bizans mîmarisinin şaheseridir. Bu kubbeyi tutturmak için doğusuna ve batısına iki ufak kubbe daha konulmuştur. Fakat kuzeyinde ve güneyinde öyle bir şeyler de yoktur. Bunlara karşılık iki kaba destekleme duvarı yapılmıştır. Ama denilirse ki, bu duvarları sonradan Türkler yapmışlardır. Bu söz asıl iddiayı çürütemez. Aynı kişi, yüzünü güneye çevirip bir kere de Sultanahmed Camii'ne bakarsa, dört tarafından kademe kademe ve küçüklü büyüklü birçok kubbenin yükseldiğini görür. Bunların üstüne de onlarla orantılı büyük bir kubbe oturtulduğunu fark eder. Böylece, Ayasofya'daki kabalığa karşılık Sultanahmed'deki orantı ve âhenk anlaşılmış olur. Aynı şahıs, her iki binanın da içine girerse, birinde ağzı çirkin bir adamın dişlerine altın taktırması gibi altın yaldızlı mozayiklerle, ötekinde ise bir park, bir bahçe içinde geziliyormuş dedirtecek kadar türlü türlü renklerle, çinilerle karşılaşır. Bu manzarayı gören bir kimse, Sultanahmed gerek yapılışı, gerekse süslenişi bakımından Ayasofya'nın aynısıdır, taklididir, hiçbir yeniliği, hiçbir özelliği yoktur diyebilir mi?
Eskilerin, “Hazine-i Evrak” dedikleri arşiv belgeleri her milletin geçmişinde büyük bir rol oynamıştır. Tarihin en eski milletleri olan Babilliler, Asurlular, kadim Mısırlılar, ayrıca Roma ve Bizans da arşiv vesikalarına büyük bir önem veriyorlardı. Eski Türk hükümdarlarının da gerek İslam'dan önce, gerekse daha sonraki devirlerde evrak hazineleri bulunuyordu. Oğuz hükümdarlarının saraylarındaki hazineler ise, “tarihi eşya, mücevherat hazinesi” ve “defterhane hazinesi” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Aynı kuruluşlar Selçuklularda ve Anadolu beyliklerinde de görülüyordu. Osmanlı saraylarında rastladığımız Hazine-i Hümayun ile Defterhane Hazinesi, padişahın mutlak vekili olan vezir-i âzamın mührüyle mühürleniyordu. Türk tarihinde Defterhane defterleri bağımsızlığın önemli sembollerinden biri olarak kabul ediliyor, hatta bunlara mübarek ve mukaddes eşya gözüyle bakılıyordu. Fatih Sultan Mehmed de Topkapı Sarayı'nda bir Hazine-i Hümayun yaptırmıştı. İşte bu hazinelerde fethedilen ülkelerin vakıf defterleri ve diğer bir takım kıymetli evrak muhafaza ediliyordu. Bunların en eskilerine “Defter-i Atik”, sonrakilere “Defter-i Cedid”, daha eskilerine ise “Defter-i Köhne” deniliyordu. Bu defterler günümüzün istatistikçilerine parmak ısırttıracak kadar muntazam ve mükemmel düzenleniyor, âzami titizlikle korunuyordu.
Tanıdığım ve bildiğim kadarıyla kitap muhabbeti en yüksek seviyeyi bulan valilerimizden biri de, Sayın Orhan Âlimoğlu'dur. O kadar ki, kendisi görev yaptığı illerimizde okuyan ve okutan vali olarak isimlendirilmiştir. Sakarya'da yaptığım kültür sohbetlerine birkaç defa katılma lütfunda bulunduğu için onun kitapla, ilimle, irfanla olan ülfetine ve ünsiyetine ben de yakından şahidim. Geçen gün telefonuma gelen bir yazıdan bu değerli valimizin “Kitaplar Arasında” adıyla bir eser yayımladığını ve bu çalışmasında Seyyid Nizamoğlu, Mehmed Akif, Fatma Aliye Hanım, Tahirü'l – Mevlevi, Orhan Okay, Nezih Uzel, Mustafa Tahralı, Cahit Zarifoğlu, Memduh Cumhur gibi ilim ve kültür adamlarımıza yer verdiğini öğrendim. Bu vesileyle kendisini tebrik ediyorum, devamı temennisinde bulunuyorum. Osmanlı kültür hayatına duyduğum büyük ilgi dolayısıyla ben de bir zamanlar “Âlim Paşalar” adıyla bir kitap yazma sevdasına düşmüştüm. Eğer bu düşüncem gerçekleşirse bu âlim paşaların, önemli bir bölümünü de “Âlim Valiler” teşkil edecek. İtiraf etmek gerekirse, bu sahada bir boşluk bulunuyor, diyebiliriz. Özellikle son devir Osmanlı paşaları arasında cilt cilt eserler kaleme almış, büyük büyük kütüphaneler kurmuş bir hayli vali bulunuyor. Eğer bunların hayatı ve eserleri efradını câmi, ağyarını mani bir üslupla yazılmış olsaydı, - hiç şüphesiz – biyografi kütüphanemiz daha da zenginleşirdi.
Emeklilik yıllarını sahasında kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserlerle değerlendiren akademisyenlerimizden biri de hiç şüphesiz ki, Prof. Dr. Mustafa Kara hocamızdır. Bu Ramazan onun üç kitabını daha ilgiyle ve merakla okudum. “Bir Aşk Kütüğü Yaktık”, “Yedi İklim Dört Köşe”, “Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm” isimlerini taşıyan araştırmalarından ve incelemelerinden – itiraf edeyim ki – epeyce istifade ettim. Bildiğim konuların yanı sıra bilmediğim, duymadığım bazı mevzuları da öğrenmiş oldum. Öyleyse ismiyle âhiret seferinin yaklaştığını hatırlatıp “Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm”ün muhteviyatından birkaç cümleyle de olsa bahsedelim. İlk önce vefatının kırkıncı yılında kırk cümleyle Nureddin Topçu ve dostları anlatılıyor. Daha sonra ise Ali Nihat Tarlan, Ali Fuad Başgil, Hasan Basri Çantay, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Hüseyin Vassaf, Abdülaziz Mecdi Tolun gibi ulemanın, üdebanın ve ehl-i irfanın az bilinen veya hiç bilinmeyen özellikleri öne çıkarılıyor. Bu büyük zatlar hakkında bilgi verilirken satırların arasına şiirler ve anekdotlar serpiştirilerek mevzu daha cazip hale getiriliyor. Benim ilgimi çeken bahislerden birinin de “Türkçe Ezan Doksan Yaşında” başlıklı bölüm olduğunu söyleyebilirim. Ünlü yazarlarımızdan Çetin Altan'ın dedesinin bir tekke şeyhi olduğunu ben de böylece öğrenmiş oldum. Yine bu yazının dipnotunda Nazım Hikmet'in dedesi Selanik Valisi Nazım Paşa'nın da Mevlevi Tarikatine müntesip olduğu ayrıca belirtiliyor. Nazım Hikmet'in gerek Ağa Camii için, gerekse “Dergâh Kuyusu” hakkında güzel şiirler yazdığını biliyordum ama dedesinin Mevleviliğinden haberdar değildim. Dede torun, hatta baba oğul arasındaki kopukluklara, çarpıcı ayrılıklara, dünya görüşü farklılıklarına daha başka örnekler de vermek mümkündür. Bu bahis de hayli uzun ve şaşırtıcı tespitlerle doludur, anlatılması için hacimli kitapların yazılması gerekir. Yine Çetin Altan konusuna dönecek olursak, ben bu yazarımızın birçok köşe yazısını okumuşumdur. Yazılarını daha önceki yıllarda “Taş” başlığıyla Akşam gazetesinde, “Şeytanın Gör Dediği” ifadesiyle de Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yayımlıyordu. İnanç ve dünya görüşü itibariyle zıt kutuplarda olmamamıza rağmen köşesinde bizim kültür dünyamıza dair doğru tespitlere de yer veriyordu. Hürriyet'te çalıştığım yıllarda kendisiyle daha yakından tanıştım. Bir konuşmasında İslam hukukunun şaheser maddelerinden oluşan “Mecelle”den sitayişle bahsettiğine şahit olunca çok şaşırmıştım. Ramazan'la ilgili olduğu için kesip sakladığım iki köşe yazısında da gençliğinde nasıl bir manevi ortamda yaşadığını dile getiriyor. Mesela 9.12.1999 tarihli ve “Geçmiş Ramazanlar, Gelecek Ramazanlar” başlıklı yazısına şu satırlarla başlıyor:
İstanbul'un tarihi kütüphanelerinden birinin de Koca Ragıp Paşa kütüphanesi olduğunu ilimle, kitapla iştigal eden hemen herkes bilir. Bu kütüphanenin banisi Koca Ragıp Paşa hem Osmanlı devlet adamlarının en değerlilerinden biri olarak kabul ediliyor hem de divan edebiyatının gözde temsilcilerinden sayılıyordu. Merhumu ve kütüphanesini anlatmadan önce, beş buçuk yıl sadrıazamlığını yaptığı Sultan Üçüncü Mustafa'dan – bir iki cümleyle de olsa – söz etmek gerekiyor. Üçüncü Mustafa da, ecdadı olan diğer Osmanlı hükümdarları gibi şair, mütedeyyin, vatansever bir kimseydi. “Cihangir” mahlasıyla şiirler kaleme aldığı biliniyor. Bütün Osmanlı tarihleri onun sadrıazamı Koca Ragıp Paşa ile çok iyi anlaştığını kaydediyor. Padişahın kız kardeşi Saliha Sultanı bu sadrıazamıyla evlendirmesi böyle bir muhabbete zaten işaret etmektedir. Üçüncü Mustafa İstanbul'a biri Laleli Camisi, diğeri Ayazma Camisi, öteki Kadıköy'deki İskele Camisi ve Mercan'daki cami olmak üzere üç İslam mabedi kazandırdı. 1766 büyük depreminde Fatih Camisi de harap oldu. Padişah kalan kısımlarını da yıktırıp bugünkü bugünkü Fatih Camii'ni inşa ettirdi. Demek ki, bu padişahımızın İstanbul'da beş camisi bulunuyor. Kendisi de “binagerdesi” olan Laleli Camii'nin bitişiğindeki türbesinde oğlu Üçüncü Selim'le birlikte ebedi uykusunu uyuyor.
Kitaplara olan düşkünlüğüm gibi dergilere duyduğum ilgi de bende hayli erken bir yaşta başladı. Kütüphanemdeki dergi sayısı kitap sayısından hiç de aşağı değil. Bu dini, tarihi ve edebi dergilerin bazılarını takım yaparak ve tabii ki sağlam bir şekilde ciltleterek daha yakından koruma altına aldım. Zaten mücelled dergiler, cildli kitaplar gibi güzel bir görünüm arzediyorlar. Bundan on, on beş yıl önce özene bezene ciltlettiğim dergilerden biri de “İslam Medeniyeti” adını taşıyor. Altı cilt halinde kütüphanemi süsleyen İslam Medeniyeti'nin ilk sayısı “Dini, İlmi, fikri aylık mecmua” adıyla 1967 yılının Ağustos ayında yayın hayatına atıldı. Bu ilk sayısında Muhammed Hamidullah, M. Zekâi Konrapa, Veli Ertan, Nureddin Topçu, Salih Tuğ, Necla Pekolcay, Halide Nusret Zorlutuna, Kaya Bilgegil gibi camiamızın önemli âlimlerinin, şairlerinin ve yazarlarının nesirleri ve şiirleri bulunuyor.
Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki, bizleri içinde bulunduğumuz 2024 yılının mübarek Ramazan ayına da kavuşturdu. Bu vuslat mevsiminin ruhları okşayan özellikleri ve güzellikleri Ramazan medeniyeti diye bir medeniyetin varlığından bizi her yıl haberdar ediyor. Merhum Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver de bunu bildiği için, oruç ayıyla ilgili kaleme aldığı makalelerin arasına bir de “Ramazan Medeniyeti” başlıklı yazısını eklemiştir. Süheyl Hoca, bahsini ettiğimiz bu yazısında söze şöyle başlıyor: Müslüman Türkler İslami ibadetlere bedii bir şekil verdiler. Ramazan ayının gelmesiyle birlikte mahya, temizlik, ahlak ve cömertlik ile Ramazan medeniyetini vücuda getirdiler ve bu medeniyetin en şaşaalı, en muhteşem görüntülerini İstanbul'da yoğunlaştırdılar. O kadar ki, bu kadim İslam şehrinin halkından bazıları Ramazan ayı sona ermek üzereyken, gelecek yılın Ramazan ayına on bir ay kaldı diye seviniyorlardı. Ayrıca 29 gün süren Ramazanlarda “Bizim bir günümüzü çaldılar” diye bir takım serzenişte bulunuyorlardı. Bayramın ilk günü ve müteakip günlerde oruç tutulmayacağını bildikleri halde bir şeyler yemeye bile utanıyorlardı. Eyvah, Ramazan gidiyor, acaba bir dahaki Ramazana kavuşacak mıyım, diye ağlayanları bilirim diyen Süheyl Hoca, bu mübarek mevsimin müminlere taze hayat bahşeden özelliklerini anlatmaya şöyle devam ediyor: Sanki Peygamberimiz şehr-i Ramazanla birlikte şehirlerimizi teşrif edip evlerimize ruhen misafir oluyor. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazanın içinde
Eskilerin bildiklerini, duyduklarını, gördüklerini dile getiren eserlerini ben de büyük bir zevkle okuyorum. Bu minval üzere kaleme alınan eserlerden bazılarını, Ali Fuat Türkgeldi'nin “Görüp İşittiklerim”, Lütfi Simavi'nin “Sultan Mehmed Reşad Han'ın ve Halefinin Sarayında Gördüklerim”, Çankırılı Hacı Şeyhoğlu Ahmed Kemal'in “Görüp İşittiklerim”, Münevver Ayaşlı'nın “İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim” değerli dostumuz Turan M. Türkmenoğlu'nun “Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim” isimli kitapları teşkil ediyor. Yine bu tarz üzere kaleme alınan “Bildiklerim” isimli eser de Kilisli Rıfat Bilge imzasını taşıyor. Bu zat kültür tarihimizin önemli isimlerinden biridir. Kitabiyat ve lisaniyat âlimi olarak bilindiği gibi, Osmanlı Arşivindeki tasnif hizmetleriyle de tanınmaktadır. Asıl mesleği muallimlik olan Kilisli Rıfat Bey kaleme aldığı birçok kıymetli eserin yanı sıra Şirazlı Şeyh Sadi'nin Bostan ve Gülistan'ını da Türkçemize kazandırdı. Ayrıca hatıralarını da 1945'te Yeni Sabah gazetesinde yayımladı. Bu tefrika daha sonra kitap halinde de basıldı. Ne yazık ki bu ilk baskı fena halde hazırlanmış olup okurken çok kılçıklı balık yer gibi epeyce zorlandım. “Bildiklerim”in bugünlerde yeni baskısı gerekli düzenlemeler yapılarak Büyüyen Ay Yayınları tarafından neşredildi. Ufak tefek tashih hatalarının dışında mükemmel bir hale getirildi. Fazla yer kaplayacağı için eserin muhtevasından bahsetmek istemiyorum, lakin şu kadarını belirtmeden geçemeyeceğim. Kitabın ilk konusunu “Divanu Lügati't-Türk ve Ali Emiri Efendi” teşkil ediyor. Eser, sırf bu bahis için okunmaya, hem de birkaç defa okunmaya değer. Bu hatıratta benim en çok dikkatimi çeken kısım ise “Mahkeme-i Cinayet Reisi Hilmi Bey” başlığını taşıyan bölüm oldu. Meğer bu zat Üstad Necip Fazıl'ın dedesi imiş. İlerleyen satırlarda bunu öğrenince yazıyı ikinci bir defa okuma ihtiyacı duydum. Kilisli Rıfat Bilge'nin hukuk tarihimizin pırlanta isimlerinden biri olan Hilmi Bey'i nasıl anlattığını ben de size nakledeceğim ama önce bu zatı torununun dilinden, Necip Fazıl'ın ifadelerinden kısaca anlamaya çalışalım. Üstad, dedesi hakkında en sağlam bilgileri “O ve Ben”de veriyor. Hilmi Bey, yukarıda da belirtildiği üzere, İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisidir. Ve Maraşlı Kısakürekzadelerdendir. Abdülhamid'e atılan bomba hadisesinin tarihi muhakemesini yapmıştır.
Ali Emiri Efendi'nin bânisi olduğu Millet Kütüphanesi tam bir yazma eserler hazinesidir. Merhumun vefatından sonra kaleme alınan hemen hemen bütün yazılarda onun ne büyük bir kitap âşığı olduğu dile getirilmektedir. Nitekim kendisi de bir şiirinde bu aşkını şöyle ifade ediyor: Âşıkân ma'şûk-ı günâgûna rapt-ı kalb eder Ehl-i aşkım ben de ma'şuk-i güzînimdir kitab Dilber-i nevhatta bakmam, var iken hatt-ı sutûr Yâr-ı cânımdır habib-i nâzenînimdir kitab Millet Kütüphanesi'ndeki birbirinden değerli yazmaların - yanlış hatırlamıyorsam- 721 tanesi bizzat Ali Emiri tarafından istinsah ettirilmiş kitaplardır. Mecanin-i kütübün en ön sıralarında yer alan bu kitabiyat bilgini parası yetmediği zaman başka yöntemlere müracaat ediyordu. Mesela, yazısı güzel ve okunaklı birine cüz'î bir ücret vermek suretiyle onları istinsah ettiriyordu, yani kopya yoluyla onları da elde ediyordu. İstinsah işini yapanlara da, erbabının bildiği üzere “müstensih” deniliyordu. Matbaadan önce müstensihlerin sayısı bir hayli kalabalıktı. Sadede gelecek olursak, Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesi'nin raflarını süsleyen hazine değerindeki eserleri binbir müşkilata katlanmak, bütün maaşını bu yolda harcamak suretiyle kültür dünyamıza kazandırdı. Himmeti var olsun deyip bir kere daha dua edelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi onun kitap macerası, filmlere ve romanlara konu olacak kadar büyük bir önem arzetmektedir. Sadece Divanu Lügati't-Türk'ü keşfedip, ilim dünyasına sunması bile onun nasıl bir kitap avcısı olduğunu göstermektedir. Bir ayrıntı vermek gerekirse, birinci cildi kendisinde olan bir kitabın ikinci cildini de elde etmek için tâ Yemen'e kadar gitmeyi göze almaktadır.
Çetin Ünsalan'ın hazırlayıp sunduğu İşte Bunu Konuşalım programına Eğitim Girişimcisi Dursun Öz & Kurumsal İletişim ve Marka Direktörü Meliha Gül konuk oldu.
Çetin Ünsalan'ın hazırlayıp sunduğu İşte Bunu Konuşalım programına Eğitim Girişimcisi Dursun Öz & Kurumsal İletişim ve Marka Direktörü Meliha Gül konuk oldu.
Konuklarımızın hikayesini de ülkemizin hikayesini de konuşuyoruz. Türkiye'nin seçkin isimleri Türk Kahvesi'nde ağırlanıyor, samimi ve sıcak bir atmosfer evlerinize taşınıyor. Ayşe Böhürler Pazar sabahlarını, Türk Kahvesi ile tatlandırıyor. Sanat ve entelektüel hayat üzerine değerlendirmeler, nostalji, mimari, tarih ve eski uygarlıklar üzerine birçok konunun konuşulduğu programda aradığınız her şeyi bulacaksınız. Türk Kahvesi'nde bu hafta konuğumuz Dursun Gürlek 00:00 Giriş 10:00 İstanbul'un maneviyatı ve tarihi 15:50 İstanbul'un kültür edebiyat mahfilleri 19:00 Sakallı Celal kimdir? 22:30 Nurettin Topçu'nun eğitim düşüncesi nasıldı? 26:40 Cemil Meriç'in kültür dünyamızdaki yeri nedir? 34:00 Türk düşünce tarihinde ‘İbnülemin Mahmud Kemal İnan' 42:30 Hasan Ali Yücel Batı'ya nasıl bakmıştır? 55:00 Müjgan Cunbur kimdir? 1:03:20 Türk Edebiyatında 'Ali Emiri Efendi' 1:09:00 Divanü Lügati't-Türk nasıl bulundu? 1:17:50 Türk Edebiyatında unutulmaması gereken şahsiyetler #istanbul #türkedebiyatı #cemilmeriç #nurettintopçu
Geçen hafta pazar günü Yeni Şafak gazetemizde “Kitapların Efendisi Ali Emiri Efendi” başlığıyla yayımladığım yazı büyük bir ilgi gördü ve sosyal medyada da paylaşıldı. Millet Kütüphanesi'nin bânisi, Dîvânu Lügâti't-Türk'ün kâşifi olarak, kültür dünyamıza takdire şâyân hizmette bulunan bu zat -itiraf edelim ki- yakın zamanlara kadar yeterince tanınmıyordu. Hâlbuki şimdilerde kitaplarla özdeş hale gelen, adı kültür merkezlerine veriliyor, hakkında programlar düzenleniyor, eserleri neşrediliyor, hakkında araştırmalar incelemeler yapılıyor. İşte içinde bulunduğumuz 2024 yılının ocak ayı da merhum kitabiyyat bilginimizin vefatının 100. yıldönümü olması dolayısıyla onunla ilgili anma toplantıları yapıldı, sempozyumlar düzenlendi, dergilerde ve gazetelerde tanıtıcı yazılar yayımlandı. Millet Kütüphanesi'nin müdiresi Melek Gençboyacı, Fatih Belediyesi, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü bütün bu faaliyetlerin gerçekleşmesinde büyük rol oynadılar. Salı sabahı saat onda Fatih Haziresi'ndeki kabrini ziyaret ettikten sonra ben de kütüphanedeki toplantıya - dinleyici- olarak katıldım. Yazma eserler hazinesi diyebileceğimiz Millet Kütüphanesi bir zamanlar benim neredeyse ikinci adresimdi. Merhum Mehmet Serhan Tayşi'nin müdürlüğü zamanında sık sık yanına giderek, tadına doyum olmayan sohbetlerinden çok istifade ettim. Tabii ki sadece dinlemekle yetinmedim; Ali Emiri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için kaynak taraması yapmaya başladığım gibi, merhum hakkında bazı yazılar da kaleme aldım. Mesela “Ayaklı Kütüphaneler” kitabımda kendisine geniş bir bölüm ayırdığım gibi, Serhan Tayşi Bey'le uzun bir röportaj yaparak o zamanlar yazı işleri müdürü olarak görevlendirildiğim “Tarih ve Düşünce” dergisinde de neşrettim.
191. Bölümde konuğum FolksDev Kurucusu ve Yazılım Geliştirme Uzmanı Çağrı Dursun oldu. (00:00) – Açılış (01:45) - Çağrı Dursun'u tanıyoruz. (02:45) – Topluluk oluşturmanın önemi ve FoksDev'in kuruluş hikayesi https://www.youtube.com/@FolksDev/videos (10:38) – Bulut bilişimi konusunda bizi neler bekliyor? (14:22) - Yazılım ve yapay zeka nasıl görünüyor? (15:40) - No Code Low Code (17:55) - Programlama dilleri farkları (18:58) - Siber güvenlik endişeleri ve yazılım geliştirme (21:25) - Siber poliçe yükseliyor. (24:20) - Yazılım alanında iş imkanları ve gelecek ön görüleri (29:43) - Yazılım teknolojileri gelişmeleri (33:00) - Kitap önerisi https://www.goodreads.com/book/show/20880939-tanr-n-n-form-l?ac=1&from_search=true&qid=R1d0R50tpL&rank=1 (34:04) - Kapanış Çağrı Dursun - https://www.linkedin.com/in/cagridursun/ Sosyal Medya takibi yaptın mı? Twitter - https://twitter.com/dunyatrendleri Instagram - https://www.instagram.com/dunya.trendleri/ Linkedin - https://www.linkedin.com/company/dunyatrendleri/ Youtube - https://www.youtube.com/c/aykutbalcitv Goodreads - https://www.goodreads.com/user/show/28342227-aykut-balc aykut@dunyatrendleri.com Bize bağış yapıp destek olmak için Patreon hesabımız – https://www.patreon.com/dunyatrendleri
son derece hızlı bir değişmenin yaşandığı ülkemizde tarihi şehirlerimiz giderek asıl kimliklerinden uzaklaşıyor. 1950'lerden beri yaşanan büyük iç göç yüzünden, başta İstanbul olmak üzere, bütün şehirlerde yerli nüfus azınlığa düşmüş, yeni sakinler ise yerleştikleri şehrin kültürünü, tarihi ve tabii dokusunu korumak hususunda yeterli hassasiyeti göstermemişlerdir. Türk ve İslam kültürünün bir özeti olmak bakımından bizim için çok ayrı bir önem taşıyan İstanbul, bu mânâda en fazla zarar gören şehirlerin başında gelmektedir. Gerekli tedbirler alınmadığı için, ne yazık ki, nüfusu inanılmaz bir hızla artan bu güzel şehir korkunç bir yağmaya uğramış, tarihi ve tabii dokusu, dili, kültürü ve incelmiş gelenekleriyle birlikte yok olmaya yüz tutmuştur. İstanbul'u korumak görevimiz ve tarihi sorumluluğumuzdur. Bu bakımdan belediyelere büyük iş düştüğünü söylemeye bile gerek yoktur. Biz kanunla sınırları çizilmiş ‘beledi' hizmetlerin yanı sıra sorumluluğunu üstlendiğimiz şehrin kimliğini korumayı ve bu kimliğin çeşitli yönleriyle araştırılmasını sağlamayı da asli görevlerimizden sayıyoruz. Kültür İşleri Daire Başkanlığı tarafından yayımlanacak kitaplarla, İstanbul'un geçmişiyle bugünü ve geleceği arasında kopan bağların yeniden belli ölçüde kurulabileceğine inanıyor, yeni kuşakların bu kitapları okuyarak İstanbul'u daha çok seveceklerini ve İstanbul'da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu öğreneceklerini ümit ediyoruz. Bu düşüncelerle yayımladığımız bu güzel kitabı İstanbullu aziz hemşehrilerime sunmaktan gurur ve bahtiyarlık duyuyorum.” Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken kaleme aldığı bu “önsöz” kültür tarihimizin en önemli kaynaklarından birini teşkil eden “Mecelle-i Umur-ı Belediye”nin baş tarafında bulunuyor. Gerçekten de dokuz büyük ciltten meydana gelen bu külliyat tam bir kültür hazinesi olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul'la ilgili olarak yerli ve yabancı yazarların, özellikle tarihçilerin yayımladıkları kitaplar sayı itibariyle öyle büyük bir yekûn tutuyor ki, sırf bunların isimlerini sıralamak bile uzun soluklu bir çalışmayı gerektirir. İstanbul kitaplarının büyük bir bölümünü de bu tarihi şehrin belediyeciliği ve belediye başkanlarıyla alakalı çalışmalar oluşturuyor. Arap harflerinden Latin harflerine aktarılarak ve fakat sadeleştirme cihetine gitmeden neşredilen Mecelle-i Umur-ı Belediye işte bu şehir kitapları listesinin en başında yer alıyor. Unutmayalım ki, bu dokuz ciltlik külliyatın müellifi olan Osman Nuri Ergin, İstanbul belediyesinde mektupçuluk yani genel sekreterlik yapmış, ayrıca vilayet mektupçuluğu görevinde bulunmuş bir kültür tarihçimizdir.
Büyük şairimiz Mehmed Âkif Ersoy her yıl aralık ayının son haftasında -ölüm yıl dönemi olması dolayısıyla- hayırla yad ediliyor. Çeşitli kuruluşlar onun hakkında anma ve hasret giderme programları düzenliyorlar. Bütün bu kültürel faaliyetler ise, milletimizin merhuma duyduğu muhabbeti canlı tablolar halinde gözler önüne seriyor. İçinde bulunduğumuz 2023 yılının Aralık ayı İstiklal Marşı şairimizin vefatının 87., doğumunun da 150. seneyi devriyesidir. Ve bu vesileyle o büyük insan bir kere daha Türk milletinin yine hayır dualarıyla yâd edilmiştir. Âkif, başta İstiklal Marşı olmak üzere diğer bütün eserleriyle büyük bir hizmette bulunduğu için bu hatırlayış ilanihaye devam edecektir. Bu girizgâhtan sonra belirtmek isterim ki, Kur'an şairi Mehmet Âkif, hakkında en çok araştırma yapılan, en fazla eser yazılan bahtiyar insanlardandır. Vefatından bu yana 87 yıl geçtiği halde onun hakkında hâlâ yeni keşiflerde bulunuluyor. Bilinmeyen şiirleri, duyulmayan hatıraları, ulaşılamamış yazıları gün ışığına çıkıyor. İtiraf edeyim ki, Âkif'imizin bu minval üzere kaleme aldığı şiirleri ve bir takım hatıra kırıntılarını okumaktan büyük bir zevk duyuyorum. Öyleyse birkaç örnek vereyim: Geçen gün 15 Nisan 1959 tarihli “Tarih- Coğrafya Dünyası” isimli derginin sayfalarını çevirirken böyle bir keşifte bulundum. “Mehmet Âkif'in Bilinmeyen Şiirleri” başlığıyla ve Şeref Ergenekon imzasıyla yayımlanan yazıda Âkif'in büyük şairliğinin yanı sıra aynı zamanda tam bir fikir adamı olduğu da vurgulanıyor. Ayrıca o temiz ruhlu, heyecanlı ve son derece vatansever bir kimsedir. Bu memleketin taşına, toprağına kalbini bağlamış içli bir şairdir. Yurt parçalarının her kopuşunda, milletimizin kara günlerinde hiçbir şair onun kadar gözyaşı dökmemiştir. 1894'te daha yirmi bir yaşındayken Baytar Mektebi'ni birincilikle bitiren şairin bir süre sonra, Rumeli'de baytar müfettişi olarak görev yaptığı görülüyor. Osmanlılara bağlı bir emaret olarak idare edilen Bulgaristan ve Balkanlar bu sırada için için kaynamaktadır. 1895'de Filibe'de çıkan Gayret gazetesine gönderdiği bir “Terkib-i bend ve gazeli” şairin hiçbir eserinde mevcut değildir. Gazeli, Gayret gazetesinin 31 Mart 1311 tarihli nüshasında şöyle bir başlıkla çıkmıştır: “Edirne Baytar Müfettişi şair ve edib-i mahir izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.” Ser-i bâlini cânânda İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın Rahat bırakın sevdiğimi uykuya kansın Varsın uyusun. Değmeyin ol şîr-i ziyâna Yok, çeşm-i terimden yine kanlar mı boşansın? Bir nûr-i semâvî mütecelli iken Allah! İnsan şu güzel çehreyi bilmem ki, ne sansın Ben mest-i harâbım ben levm eyleyen âdem Giysûy-i perişânıma baksın da utansın Ey kalb! Yetişmez mi kes artık darâbânın Darken dahi sabrım gibi pâyâne dayansın Ey merdüm-i didem! Uyu, sen Âkif'e bakma İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın Âkif'in bu gazelini yazdığı sırada Osmanlı Devleti içten ve dıştan çöküntü halindeydi. Gazelinin başına koyduğu “Cânânın başı ucunda”ki “cânân” ölüm halinde bulunan vatandı. Vatanın hazin haline ağlayan şairin aynı yılda ve aynı gazetede bir terkib-i bendi de şu başlıkla çıkmıştır: “Şair-i nüzhetperver ve edib-i fetânetküster, izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.” Terkib-i bend dokuz beyitten ibarettir ve şöyle başlamaktadır: Sâki getir ol câmı ki âyine-i cândır Serşâr-ı safa turub efzây-ı cenândır Allah için olsun bana bir bâde yetiştir Zira dil-i hasretzedenin hâli yamandır Terkib-i bend şu mısralarla bitiyor:
Önce alanı bir temizleyeyim kendi adıma. Bir: Suud yönetiminin değil bir Osmanlı subayı olan, Cumhuriyet'in banisi Mustafa Kemal'e, bugün yaşayan Kamalistlerin en ahmağına bile hakaret etmesi haddine değildir. Sokaklarda “Gazze” denilmesini yasaklamaya çabalayan; ömrü boyunca Müslümanların ve mazlumların yanında yer alma cesareti gösterememiş; Ebu Ubeyde'nin değil kendisinden, kefiyesinin renginden bile rahatsız olan bu dikta rejimi batacağı yer neresiyse oraya batsın. Umurumda değiller ve hiçbir zaman da olmadılar. İki: Bu suni krizi yönetemeyen, hatta bana sorarsanız bu krizin çıkmasını bizatihi isteyen TFF Başkanı Büyükekşi ve adamları bütünüyle ve derhal istifa etmelidirler. Hatta siz bu yazıyı okurken istifa haberi belki de gelmiştir. İstifanın da yeterli olduğunu düşünmüyorum ayrıca. Hukuk işini yapmalı, derinlemesine bir soruşturma başlatmalıdır. Varsa bir FETÖ yahut başka bir örgüt iltisakı, ivedilikle ortaya çıkarılmalıdır. Üç: Ali Koç ve Dursun Özbek de yönettikleri kulüplerin başkanlıklarından derhal istifa etmelidirler. Süper Kupa finalini 6 Şubat'ta yaşadığımız asrın felaketinin yaralarının sarılması için büyük bir organizasyona çevirmek yerine yahut hiç olmazsa iki kulübü de bağrına basma sözü veren Azerbaycan'da oynamak yerine “Suud bu işlere iyi para veriyor” diyerek “cukka doldurmaya” çabalayan bu iki ismin bu iki önemli takımımızı yönetmeye devam etmesi bence “utanç vesikası”dır bu saatten sonra. Bu üç madde burada bir dursun. Gelelim asıl derdime. Bu krizin aslında “çıkarılmış bir kriz” olduğunun ortaya çıktığını inkâra yeltenen kim varsa ya belge okumayı bilmiyordur ya da dümdüz kötü niyetlidir. Şundan: Aylardır kamuoyunun tartıştığı ve kahir ekseriyetinin “oynanmasın kardeşim bu maç Suud'da” dediği bu organizasyonda takımların dakika dakika ne yapacakları, statta Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlamalarının nasıl olacağı, Mustafa Kemalli görsel şov düzeneklerinin nasıl kurulacağı ve nasıl gösterileceği bir protokolle, hem federasyon yetkilileri hem de kulüpler tarafından imza altına alınmış mı? Evet, alınmış. Suudi Arabistan'ın milli marşının da o statta okunacağı bu protokolde yazılı mı? Evet, yazılı. Sahaya herhangi bir pankartla, idmana herhangi bir tişörtle çıkılması talebi Suud'a iletilmiş ve protokole eklenmiş mi? Hayır, iletilmemiş ve eklenmemiş. Son dakika tişört ve pankart talebi olunca Suud demiş ki “Çıkamazsın kardeşim. Benimle imzaladığın protokol buna müsaade etmiyor. Değil mi ki parayı ben veriyorum, düdüğü de ben çalacağım.” Mesele bundan bir gram eksik de değil bir gram fazla da değil. Hem Suud'un kendilerine ateşleyeceği parayı cukkalama niyeti var başkanların hem de dayılık taslıyorlar bile isteye. Durum budur. Durum bu olmasaydı, TFF ile iki kulübün ortak açıklaması “Birtakım sorunlar oldu da ondan şey ettik, ekiki ekiki” şeklinde olmazdı. Adam gibi, kükreyen, “Krizse kriz ulan” tadında bir açıklama olurdu.
Du möchtest Deine SEA-Kampagnen weiter vorantreiben? Dann ist das Tool Optimyzr vielleicht optimal für Dich. Mithilfe des Tools hast Du Deine Kampagnen und Metriken immer im Blick und kannst jederzeit schnell reagieren. Jetzt Tipps abholen!
İlim adamlarımızın; tarihçilerimizin ve sanat erbabının okullarımızda görevlendirilmesi, öğrencilere derslerinin yanı sıra milli ve manevi konularda da ufuk açıcı konuşmalar yapması güzel bir uygulamadır. Son günlerde Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet'le de işbirliği yaparak böyle bir faaliyete başladı. Lakin bu eğitim hizmeti Sözcü ve Cumhuriyet gibi gazetelerin köşe yazarlarını çok rahatsız etti. Bunlar her gün köşelerinde eğitim dinselleştiriliyor, laiklik elden gidiyor, tarikatlar ortalığı istila ediyor diye vâveyla koparıyorlar. Geçen gün, Cumhuriyet yazarı Emre Kongar'ın “Milli Cehalet Eğitimi” başlığıyla yayımladığı yazıyı buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Sayın Kongar, sözlerine “İktidar iş bilmediği, eğitimden anlamadığı, politikayı bilmediği için değil... Çok iyi iş bildiği, eğitimden çok iyi anladığı, politikayı da çok iyi bildiği için... Milli Eğitimi tarikatların dernek vakıflarına ve Diyanet İşleri Başkanlığının personeline havale etmiş durumda” diye başlıyor. Kültür tarihimizin ilgi çekici şahsiyetlerinden Sakallı Celal'i de düşüncelerine dayanak yapıyor. Kongar, Sakallı Celal'i bize şöyle tanıtıyor: “ ‘Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür' sözü bir halk filozofu olan ‘Sakallı Celal'e atfedilir. Bu iktidar, Sakallı Celal'in söylediği türde bir eğitim yani ‘Cehalet Eğitimi' yapmakta, çocuklarımızı eğitim yoluyla cahilleştirmektedir. Bu vesile ile Sakallı Celal'i anımsayalım: Sakallı Celal'in asıl adı Celal Yalnız'dır. İkinci Abdülhamit'in Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğludur. Hakkındaki bilgiler Orhan Karaveli'nin ‘Sakallı Celal, Bir Bilinmeyen Ünlünün Yaşam Öyküsü' adlı kitaptadır. (Pergamon Yayınları,2004) Galatasaray Lisesi'nde Tevfik Fikret'in öğrencisidir. Fikret'in ‘Hak bellediğin yola yalnız gideceksin' dizesinde ifade edilen ilkeye uygun biçimde bağımsız, isyankâr ve yalnız bir hayat sürmüştür. Üsküp'te Fransızca öğretmenliği yapmıştır. Ben Sakallı Celal'in kim olduğunu Üsküp göçmeni olan babamdan öğrenmiştim. Rasih Nuri İleri, bir protesto için valilik binasının önünü süpüren ve bu nedenle çöpçü sandığı Sakallı Celal'in elini, hocası profesör Kerim Erim'in öptüğünü görünce şaşırdığını yazar.
Musıki dünyamızın seçkin isimlerinden Nevzat Atlığ Bey de, bâki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakarak ebediyete intikal etti. Allah taksiratını affetsin, mekânı cennet olsun. Ben bu yazımda merhumun, İbnülemin Mahmud Kemal Bey'le olan yakınlığından, onun sohbet ve musıki meclisleriyle ilgili hatıralarından söz etmek istiyorum. Erbabının iyi bildiği üzere, İbnülemin Bey'in Mercan'daki konağı tam bir ilim, irfan, sohbet ve musıki meclisi idi. Süleyman Nazif, babası Seyyid Mehmed Emin Paşa'dan kalan bu tarihi konağa “Darü'l-Kemal” adını vermişti. Müdavimleri her pazartesi akşamı Darü'l-Kemal'de icra edilen fasıllara katılmak, Efendi hazretlerinin tadına doyum olmayan sohbetlerini dinlemek suretiyle kemale eriyorlardı. Buraya her meslekten, her tabakadan insan geliyordu. Devrin ünlü edebiyatçıları, tarihçileri, musıkişinasları, meşhur devlet adamları tabii ki müdavimlerin en gözde şahsiyetlerini teşkil ediyordu. Bu müdavimler arasında asıl mesleği doktorluk olduğu halde musıki ile iştigal eden kimseler de vardı. Birkaç örnek vermek gerekirse Dr. Alaeddin Yavaşça, Dr. Âsaf Ataseven ve yazımıza konu olan Dr. Nevzat Atlığ gibi isimleri zikredebiliriz. İbnülemin Bey -bilindiği gibi- Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, Son Asır Türk Şairleri, Son Hattatlar, Hoş Sada-Son Asır Türk Musıkişinasları gibi son derece önemli eserlere imza atmak suretiyle kültür dünyamıza büyük bir katkıda bulundu. Hakkını yemeyelim, bunları ilk defa devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel yayımladı. Aradan geçen uzun bir süre sonra, külliyat halinde tekrar neşredilmesi gündeme gelince Ketebe Yayınlarıyla anlaşma imzalandı. İbnülemin hakkında üç cilt bir eser hazırladığım ve ayrıca yine onunla ilgili olarak birçok yazı yazdığım için olacak, merhumun vârisleri özellikle Sayın Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, benimle de bu konuyu birkaç defa istişare etti. Şimdi üstadın bütün eserleri peş peşe ve büyük bir titizlikle neşrediliyor. Son Hattatlar ve Hoş Sada okuyucularıyla buluştu. Diğerleri de –inşallah- onları takip edecek. Hoş Sada ve Nevzat Atlığ konusuna gelince, bu değerli eser İbnülemin Bey'in vefatıyla yarım kalmıştı. Rahmetli Avni Aktuç, himmet edip kitabı tamamladı. Merhum Nevzat Atlığ, Prof. Dr. Sadık Kemal Tural'ın isabetli ricasıyla Son Asır Türk Musıkişinasları'nın işte bu son baskısı için “Soluk Hatıralardan Yankılanan Nağmeler” başlığıyla uzunca bir takdim yazısı kaleme aldı. Bu yazıya ait dipnotlarından birinde -sağolsun- “Efendi Hazretleri hakkında bağımsız bir kitap ile bir çok yazı bulunduğunu belirteyim. Hakkındaki yazıların bir kısmı Dursun Gürlek'in başarılı kitabında bir araya getirilmiştir” cümlesiyle ismimi zikretme lütfunda da bulundu. Şimdi, gerek bu mukaddimede, gerekse benim, “Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Efendisi” isimli eserimde Efendi Hazretleri ve Nevzat Atlığ ilişkisine dair bazı hatıraları her ikisine de rahmet vesilesi olması niyetiyle sizlere nakledeyim: Nevzat Bey diyor ki:
Halide Nusret Zorlutuna, Cumhuriyet'in ilk kadın yazarlarından birisidir. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde öğretmenlik yaparken yaşadıklarını anlattığı kitabını severek okumuştum. Cumhuriyet'in idealist, adanmış ilk öğretmen neslini temsil eden Zorlutuna, kardeşi İsmet Kür'den farklı olarak tasavvufun, geleneğin de yaşatılması gerektiğine inanır. Emine Işınsu böyle bir anneyle büyüdü. Şiir okunan, yazılan, kültür konularının tartışıldığı bir evde. Yazarlığını besleyen en büyük kaynak aile muhitidir. “En iyi bildiğim şey yazmaktı”, Sait Faik gibi o da “Yazmasam ölürdüm” diyenlerdendi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı, Felsefe ve Hukuk bölümleri, Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü de dâhil farklı bölümlerde okudu. Yazarlığını besleyen bir kaynak da bu çok disiplinli eğitim süreciydi. Türkiye'de solcu yazarların arasından sıyrılması ise usta kalemi ve seçtiği konular sayesinde oldu. “Sancı” romanı ülkelerinin Sovyetler tarafından fikren işgal edilmesine karşı direnen milliyetçi ülkücüleri anlatan ilk romandı. Roman devrimciler tarafından öldürülen Süleyman Özmen ile başlayıp yine solcular tarafından öldürülen Dursun Önkuzu ile bitiyordu. Önkuzu'ya annesi Dursun ismini yaşasın diye vermişti. 17 yaşındaydı, teknik öğretmen okulu öğrencisiydi, sol örgütler tarafından ciğeri pompalanarak öldürülmüş ve üst kattan aşağıya atılmıştı. Roman 1970'li yılların Türkiye'sinde fikir ve bedenleriyle bir işgale direnen gençleri ve ülkenin sancılarını anlatıyordu. Romanın kahramanlarının birçoğunun da bugün hayatta olduğunu söyleyeyim. Sancı'da Emine Işınsu bize öğrenci olaylarını hâkim-seçkinci sol-aydın bakışından değil de Anadolu'dan ve başka bir yerden, şahane bir edebi dille anlatıyordu. Alev Alatlı'nın ismini koyduğu “Aydın Despotizmi”ne karşı duran bir yazardı Emine Işınsu. Emine Işınsu, “Yazarak yaşayan, yazarak nefes alan, yüreği yazdıklarıyla çarpan, yarattığı küçük ve büyük dünyalarda, onların kahramanlarıyla yaşayan bir ruhtu”. Prof. Dr. İskender Öksüz, eşi Emine Işınsu'yu vefatının ardından bu sözlerle anıyor ve ekliyordu: “Bazı işlerde o, bazı işlerde ben başı çektik ama her işi birlikte yaptık. 1970'lerin ‘Töre'si, Töre-Devlet Yayınevi, yurtdışı maceramız; her şeyi. Eş, bu demek değil midir?” “2008'den itibaren alzheimer hastalığı ile boğuşmasına rağmen yazmaktan hiç vazgeçmedi. ‘Bir Aile' romanını hastayken yazdı. ‘Kendimden Kendime' adlı hayat hikâyesi de hastalığı karşıladığı günlerde yazıldı. Ahi Evran'ı yazacaktı. Denedi, bir daha denedi, bir daha... Yazdıklarını bastırdım. Okuması için ona verdim. Okudu... ‘Olmamış' dedi. ‘Güzel kelimelerimi bulamıyorum'...” Usulca söylediği bu üç kelime İskender Öksüz'ü ağlattı. Emine Işınsu Dr. Hayati Bice'nin ifadesi ile ‘günümüzün menkıbecisi'ydi... Hacı Bayram Veli'nin izinden gitmişti. Son dönem yazdığı tasavvufi romanları da maneviyattan kopmuş, ruh taşımayan, maddi kalkınmanın beyhude olduğunun altını çiziyordu.
İstanbul'un tarihi hazirelerindeki hazineleri, yani buraları cennet bahçeleri haline getiren âlimleri, ârifleri ve bilumum büyük insanları ziyaret edip, onlarla ülfet ve ünsiyet tazelemekten az da olsa manevi bir zevk alıyorum. Bu maksatla, özellikle selatin camilerinin yanı başında bulunan hazirelere arada bir uğruyorum. Böylece “Dünya işlerinizden sıkıldığınız zaman kabristanları ziyaret ediniz” hadis-i şerifindeki tavsiye-i Peygamberiden belki hissedar olurum diye ümitleniyorum. Birkaç aydan beri Süleymaniye Camii'ni ve haziresini ihmal etmiştim. Dün, eski Diyanet İşleri başkanlarımızdan merhum Lütfü Doğan hocamızın, ikinci defa kılınacak olan cenaze namazına katılmak üzere yine bu tarihi mabede gittim. Merhumun namazı o koca avluyu dolduracak kadar kalabalık bir cemaatle kılındı ve okunan dualar eşliğinde ilahi rahmete tevdi edildi. İstanbul'un diğer hazirelerinde olduğu gibi, Süleymaniye Haziresi'nde de birçok tarihi şahsiyetin türbesi ve kabri bulunuyor. Fatih Sultan Mehmed'le oğlu Sultan İkinci Bayezid gibi, cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesi de kendi camiinin hemen önündeki bu tarihi kabristanda yer alıyor. Osmanlı padişahları genellikle kıble tarafındaki bu türbeleriyle, bir bakıma her birisi muhteşem bir selatin camisi olan bu eserlerini mühürlemiş oluyorlar. Ulema ve mutasavvıf meşheri diyebileceğimiz bu tarihi hazirede en eski ve en çok ziyaret edilen türbe -tabii ki- karaların ve denizlerin hâkimi Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesidir. Giriş kapısının üstünde Hacerü'l-Esved'den küçük bir parça bulunmaktadır. Unutmadan söyleyeyim ki bu padişahımızın biri Zigetvar'da, diğeri de Süleymaniye'de olmak üzere iki türbesi bulunuyor. Tarihçilerimiz büyük hükümdarın cenaze namazının ihtişamı ve defin merasimindeki heyecanı eserlerinde anlatırken o gün İstanbul'da yer yerinden oynadı, diyorlar. Mesela Reşad Ekrem Koçu, bu merasimi şöyle tasvir ediyor: “Cenaze Belgrad'dan yola çıkmış haberi geldi. İstanbul şöyle bir titredi. Edirne'yi geçmiş haberi gelince, şehir yavaş yavaş boşalmaya başladı. O tarihte İstanbul'un nüfusu sekiz yüz binle bir milyon arasında tahmin edilebilir. Şehirde yalnız kadınlar, sabiler, hastalar kaldı. Müslim, gayr-i müslim bütün İstanbullular, takatlerine göre, Çekmecelere, Silivri'ye kadar büyük padişahlarının mübarek nâşını karşılamak için yola döküldü. Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile bütün ulema ve şeyhler Küçükçekmece'de karşılamıştı. Oradan İstanbul'a Kur'an ile tekbir ve tehlil ile gayet ağır bir vaziyette gelindi. Mevsim tam kış ağzı, 1566 yılı Kasım'ının 28. perşembe günü tabut Süleymaniye Camii'nin musalla taşına kondu. Ulema arasında kısa bir münakaşa oldu; bir cenaze namazı Zigetvar'da, ikinci cenaze namazı Belgrad'da kılınmıştı. İstanbul'da da namaz kılınacak mıydı? Cenaze namazının tekrarı caiz miydi? Şeyhülislam Efendi, hiç tereddüt etmedi, caizdir dedi ve hemen imamet mevkiine geçti. Büyük padişahın İstanbul'da üçüncü namazı kılındı.
Kaleme aldığı değerli eserlerle ilim ve kültür dünyamızın önemli isimlerinden biri olduğunu ispat eden merhum Nureddin Topçu aynı zamanda mesleğinin gereklerini hakkıyla yerine getiren değerli bir muallimdi. Onu en önemli meselimiz olan Milli Eğitim konusunda da fikir beyan eden, ilgi çekici açıklamalarda bulunan, maarifimizin hâl-i pürmelaline neşter vuran önemli bir kalem erbabı olarak da biliyoruz. Nureddin Topçu'nun eğitim ve öğretimle ama bilhassa eğitimle ilgili yazıları öyle basit kalem denemeleri değildir, bilakis bunların hepsi üzerinde durulması, değerlendirilmesi gereken önemli hususlardır. Merhumun Milli Eğitimle ilgili olup da mutlaka kâle alınması icap eden yazılarından bazıları bugünlerde yayın hayatına atılan bir kitapta yer alıyor. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursak, “Hareketin Sakladığı Sır -Kitaplara Girmemiş Yazılar - Nureddin Topçu” adıyla Dergâh Yayınları'nın neşrettiği eserde Milli Eğitim camiasını yakından ilgilendiren bir hayli yazı bulunuyor. Başta Milli Eğitim bakanımız olmak üzere, diğer bütün yetkili birimlerin bu makaleleri büyük bir ciddiyetle okuyup istifade etmeleri gerekir diye düşünüyorum. Bu değerli ilim adamımızın “Türkiye'nin Maarif Davası” adıyla ayrıca müstakil bir eser kaleme aldığını da okuyucularıma hatırlatıyorum. Ezel Erverdi ve İsmail Kara beylerin birlikte hazırladığı bu kitapta, Milli Eğitim dışında daha birçok ufuk açıcı düşüncelere yer veriliyor. Kitaplarına girmeyen yazılarından oluşan bu kitapta, merhumun bizzat telif ettiği eserler zincirine vefatından sonra bir eser daha ilave edilmiş oluyor. Bir zamanlar başta Hareket dergisi olmak üzere, çeşitli yayın organlarında neşredilen bu yazılar da böylece nisyan perdesinin altında kalmaktan kurtarılmış oluyor. Kitapta Hareketin Sakladığı Sır, Türk Maarifi Üzerine, Zor Zamanların Yazıları, Kitap Tahlilleri ve Takrizler başlıklarıyla dört bölüm bulunuyor. “Zor Zamanların Yazıları” başlığı altında Mehmet Âkif, Hz. Ömer, Hallac-ı Mansur, Alpaslan, Hacı Bayram-ı Veli, Hüseyin Avni Ulaş gibi büyük zatlar hakkında kaleme alınmış yazılar ilgiyle okunuyor. “Kitap Tahlilleri ve Takrizler” başlığı altındaki yazıları ayrıca büyük ilgi çekiyor. Mesela, Nureddin Topçu'nun düzgün bir bilirkişi olarak, Risale-i Nurlar ve Lahika Mektupları ile Said Nursi'nin Tarihçe-i Hayat kitabı hakkında müspet rapor verdiğini ben de ilk defa bu yazılardan öğrenmiş oldum.
Dr. Noelle Larson from Mayo Clinic joins the show to discuss her recent research. We discuss pearls and pitfalls of RCTs in orthopedics when discussing her famed Minimize Implants Maximize Outcomes study. We discuss new ways for eliciting patient and family surgery preferences with regards to VBT vs. PSF choices. We also touch on the evolving role of AI in pediatric orthopedics and enabling technologies such as navigation-assisted surgery. Highlights from the lightning round include long-term Dega osteotomy outcomes and some impressive results from Halo-Pelvic traction for severe spine deformities. Your hosts are Craig Louer from Vanderbilt, Carter Clement from Children's Hospital of New Orleans, and Josh Holt from University of Iowa. Music by A. A. Alto. Nov 2023 Show Notes – Noelle Larson Main Event The Effect of Implant Density on Adolescent Idiopathic Scoliosis Fusion: Results of the Minimize Implants Maximize Outcomes Randomized Clinical Trial. The Journal of Bone and Joint Surgery ():10.2106/JBJS.23.00178, November 16, 2023. | Larson, A. Noelle MD1,a,*; Polly, David W. MD2,*; Sponseller, Paul D. MD3; Kelly, Michael P. MD, MSc4; Richards, B. Stephens MD5; Garg, Sumeet MD6; Parent, Stefan MD, PhD7; Shah, Suken A. MD8; Weinstein, Stuart L. MD9; Crawford, Charles H. MD10; Sanders, James O. MD11; Blakemore, Laurel C. MD12; Oetgen, Matthew E. MD13; Fletcher, Nicholas D. MD14; Kremers, Walter K. PhD15; Marks, Michelle C. PT, MA16; Brearley, Ann M. PhD17; Aubin, Carl-Eric PhD18; Sucato, Daniel J. MD, MS5; Labelle, Hubert MD7; Erickson, Mark A. MD6; the Minimize Implants Maximize Outcomes Study Group† Non-Fusion Versus Fusion Surgery in Pediatric Idiopathic Scoliosis: What Trade-Offs in Outcomes Are Acceptable for the Patient and Family? A Noelle Larson, Michelle Claire Marks, Juan Marcos Gonzalez Sepulveda, Peter O Newton, Vincent J Devlin, Raquel Peat, Michelle E Tarver, Olufemi Babalola, Allen L Chen, David Gebben, Patrick Cahill, Suken Shah, Amer Samdani, Keith Bachmann, Baron Lonner Journal of Bone and Joint Surgery. American Volume 2023 November 10 Radiation exposure in navigated techniques for AIS: is there a difference between pre-operative CT and intraoperative CT? Mikaela H Sullivan, Lifeng Yu, Beth A Schueler, Ahmad Nassr, Julie Guerin, Todd A Milbrandt, A Noelle Larson Spine Deformity 2023 October 24 Settings on the intraoperative scanner typically were 80 kV, 20 mA, and 20 mAs, but occasionally 70 kV, 16 mA, and 64 mAs for patients < 60 kgs. Automated Measurements of Interscrew Angles in Vertebral Body Tethering Patients with Deep Learning. Kellen L Mulford, Christina Regan, Charles P Nolte, Zachariah W Pinter, Todd A Milbrandt, A Noelle Larson Spine Journal : Official Journal of the North American Spine Society 2023 September 28 Lightning Round Twelve to Twenty-year Follow-up of Dega Acetabuloplasty in Patients With Developmental Dysplasia of the Hip: Is it as Effective as Expected? Murat Danişman, Gökay Dursun, İsmail Aykut Koçyiğit, Caglar Yilgor, Mehmet Cemalettin Aksoy Journal of Pediatric Orthopedics 2023 November 2 Evaluation of Pulmonary Function After Halo-Pelvic Traction for Severe and Rigid Kyphoscoliosis Utilizing CT with 3D Reconstruction. Lijin Zhou, Hanwen Zhang, Honghao Yang, Zhangfu Li, Chaofan Han, Yiqi Zhang, Yong Hai Journal of Bone and Joint Surgery. American Volume 2023 September 22
Ayasofya'ya duyulan hayranlık bu hayranlığın tetiklediği heyecan, tarihi mabedin temellerinin atılışıyla başladı. Kostantin'in ahşap olarak yaptırdığı ilk Ayasofya çıkan bir yangında kül olunca, mâbed kısa süreli bir matem hayatı yaşadı. Jüstinyen tekrar kâgir olarak inşa ettirdiğinde ise, ona gösterilen ilgi zirveye çıktı. Adı geçen hükümdarın inşaatın bitiminde mabedi teftiş ederken galeyana gelip, “Ey Süleyman seni geçtim!” diye haykırması bu büyük alâkayı göstermektedir. Ayasofya en büyük heyecanı -hiç şüphe yok ki- 29 Mayıs 1453'te yaşadı. Fatih, bu kadim Bizans kilisesini camiye çevirince Ayasofya da Müslüman oldu, böylece küfür karanlığından kurtulup İslam'ın nuruyla aydınlandı ve tabii ki İslâm âlemini mutlu etti. Bu mutluluk 1934 yılına kadar sürekliliğini korudu. Ayasofya Camisi aslî kimliğinden koparılıp müzeye çevrilince de 86 yıllık bir fetret devrine girdi ve bu matemin bir an önce sevince dönüşeceği tarihi hasretle bekledi. Şükürler olsun ki, bu hasret Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın himmetiyle sona erdi ve Ayasofya tekrar ilgi, alâka ve heyecan kaynağı haline geldi. Şimdilerde Müslüman halkımız Ayasofya'da namaz kılmak için can attığı gibi, ziyaret için gelen yerli ve yabancı turistlerin oluşturduğu kuyruklar da metrelerce uzuyor. Tarihçilerimiz ve edebiyatçılarımızın yanı sıra bazı mimarlarımızın da Ayasofya hakkında kaleme aldıkları yazılarda işte bu heyecan ve hasret duygusu dile getiriliyor. Sırf bu konuda yazılan şiirler bile, büyük hacimli bir “Ayasofya Şiirleri Antolojisi”ni doldurmak için yeterli olur. Bu söylediklerime Adnan Adıvar, İsmail Safa, Peyami Safa üçlüsünden bir örnek vermek istiyorum. Önce Abdülhak Adnan Adıvar'la başlayalım: Kendisinin, “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabında, “Hocamla Ben” başlığıyla yayımladığı bir yazıdan Ayasofya'nın o göz kamaştıran kubbeleriyle birlikte nasıl bir heyecan ve ilham kaynağı olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Şöyle anlatayım: Adnan Adıvar ya bir bayram veya bir kandil gecesi Sultanahmed meydanına gidiyor. Meydana adını veren caminin minareleri ay aydınlığı ile giyinmiş, boyunlarına üç sıra pırlanta gerdanlık takmış altı narin gelin gibi göklere yükselmektedir. Onların arasında Ayasofya'nın minâreleri, -bu mabedin müze olması dolayısıyla- hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bu minareler, tıpkı öksüz çocuklar gibi, bu bayramda da sevinmemişlerdi.
184. Bölümde Okan Dursun konuğum oldu. Okan Dursun karbon emisyonları sorununu ele alan yenilikçi bir karbon-nötr ekosistem hızlandırıcısı olan iklim teknolojisi girişimi Carbon Gate'in Kurucu Ortağı ve CEO'sudur. Birleşmiş Milletler insanlar ve gezegen için daha adil bir gelecek sağlama çabalarını takdir ettiği 17 yeni Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları genç liderini açıkladı. Onlardan biri de Okan Dursun. (00:00) – Açılış (01:30) – Okan Dursun'u tanıyoruz. (05:34) – Carbon Gate'in hikayesi nasıl başladı? (09:50) – Stratejik karbon yönetimi nedir? (13:10) – Normal hayatımızda farkında mıyız karbon konusuna? (17:15) – Şirketlerin karbon ayak izini nasıl görebilirim? (22:00) - Yeşil dönüşümle birlikte hangi sektörler etkilenecek? - Green Washing (26:30) - Karbon düzenleme mekanizması (regülasyonlar) hakkında neler söylemek istersin? (29:27) – Farklı sektörler için ne gibi çözümler sunuyorsunuz? (34:55) – İklim değişikliğini önleyebileceğimiz konusunda iyimser misin? (37:50) – Bireysel olarak neler yapabiliriz? (39:38) – Kitap önerisi - İçindeki Devi Uyandır https://www.goodreads.com/book/show/26852692-i-indeki-devi-uyand-r?from_search=true&from_srp=true&qid=ldG8jCWVIz&rank=1 (40:43) - Kapanış Okan Dursun - https://www.linkedin.com/in/okan-dursun/ Sosyal Medya takibi yaptın mı? Twitter - https://twitter.com/dunyatrendleri Instagram - https://www.instagram.com/dunya.trendleri/ Linkedin - https://www.linkedin.com/company/dunyatrendleri/ Youtube - https://www.youtube.com/c/aykutbalcitv Goodreads - https://www.goodreads.com/user/show/28342227-aykut-balc aykut@dunyatrendleri.com Bize bağış yapıp destek olmak için Patreon hesabımız - https://www.patreon.com/dunyatrendleri
.
Kültür ve edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden Ali Canip Yöntem, 1886 yılında Üsküdar'da dünyaya geldi. Toptaşı Askeri Rüştiyesi ile Fransız Mektebi'nde okudu. Yüksek tahsilini ise Selanik Hukuk Mektebi'nde tamamladı. Şiirleri ve makaleleri Selanik'te çıkan Bahçe, Kadın ve Genç Kalemler isimli mecmualarda yayımlandı. Öğretmenlik yaptığı sırada 1911 yılında neşrettiği Genç Kalemler dergisiyle şöhret basamaklarını tırmandı. Ali Canip Bey, Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp ile “Yeni Lisan” ve “Milli Edebiyat” tezini savundu. Ve bu cereyanının en önemli temsilcisi oldu. Dildeki yabancı şekilleri ve kaideleri atmak, halkın malı olmamış ve Türkçede karşılığı bulunan yabancı asıllı kelimeleri kullanmamak şeklinde özetlenebilecek “Yeni Lisan” tezini kabul ettirmek için Süleyman Nazif ve Cenab Şahabeddin gibi eski nesrin üstatlarıyla münakaşa ve mücadele etti. Balkan savaşından sonra Selanik'ten ayrılan Ali canip Yöntem çeşitli okullarda edebiyat hocalığı ve müdürlük görevinde bulundu. Maarif Vekâleti Müfettişliğinde vazife yaptı. 1950-1954 yılları arasında Bursa milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Osmanlı Edebiyatı ve Türk Dili sahasında tam biz uzmandı. Kaleme aldığı “Edebiyat” kitabı yıllarca liselerde okutuldu. Aynı zamanda iyi bir şair olan ve çeşitli yayın organlarında kültür yazıları neşreden Ali Canip Yöntem 1967 yılında vefat etti. Bu zatın ilk talebelerinden olan merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, ölümünden sonra yayımladığı bir yazıda (Bilgi c.21 sy.247 (1367) s.13-14) “Uydurma dilin şiddetle aleyhindeydi. Ali Canip Bey'in dil konusunda cesur davranışları olmuştur. İlmi temelleri zayıf olan ‘Güneş Dil Teorisi'ni anlamayan ve kabul etmeyen Ali Canip Yöntem Atatürk'e ‘Paşam, şimdiye kadar etimoloji ile meşgul olmadım. Bu, ayrı ve mühim bir branştır. Şimdiden sonra da bu hususta zât-ı devletinize faydalı olabileceğimi sanmıyorum' diyebilmişti” cümlelerini kullanıyor. Ali Canip Bey'in aynı zamanda Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'nda üye olduğunu da bu vesileyle hatırlatmış olayım. Bu kısa bilgilerle kendisinden söz ettiğimiz Ali Canip Bey, “Hatıralar, Vesikalar, Resimlerle Yakın Tarihimiz” isimli külliyatın üçüncü cildinde şöyle bir izahatta bulunuyor: “Bugün mevcut olan Fatih Camisi, Fatih'in yaptırdığı bina değildir. Üçüncü Sultan Mustafa zamanında İstanbul'da büyük bir zelzele olmuş, hayli yerler yıkılmış. Fatih zamanından kalma bina da bu yıkılanlardandı. Üçüncü Sultan Mustafa ceddinin yadigârı olan bu binayı eskisine göre daha geniş, daha büyük olarak yeniden inşa ettirmiştir. Ayvansaraylı Hafız Hüseyin'in kaleme aldığı ‘Hadikatü'l-Cevami” adlı eserde diğer mabetlerle beraber bu Fatih Camii'nden de bahsederken şöyle diyor: ‘Vaktimizde 1179 Kurban Bayramının üçüncü Perşembe günü ki, Mayıs'ın on biridir. Güneş doğduktan bir saat sonra vuku bulan büyük zelzelede camiin büyük kubbesi tamamen harap olmuştu. Binanın tamamı zemine kadar yıktırıldı, yeniden inşaya başlandı. Medreselerin tamiri de yapıldı. Sultan Mustafa, 1185 Muharreminin onuncu ve Nisanın on beşinci günü Cuma namazını ilk defa orada kıldı...'
Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, 1 Kasım 1958 tarihinde vefat ettiğine göre içinde bulunduğumuz 2023 yılının Kasım ayı, onun şiirle ve edebiyatla süslemek sûretiyle ebedileştirmek istediği bu fâni dünyayı terk edişinin altmış beşinci yıl dönümünü teşkil ediyor. Altmış beş yıldır eserleriyle yaşayan ve daha nice seneler ikinci ömrünü sürdürecek olan şairimizin en çok işlediği konulardan biri de, “Sessiz Gemi”nin yolcularını ilgilendiren hüzün duygularıdır. Bir örnek vermek gerekirse; “Sonbahar” başlığıyla kaleme aldığı o harika şiirini, bu hazin manzarayı resmeden altın sarısı bir levha olarak gösterebiliriz. “Son” kelimesi, ne zaman, nasıl ve hangi vesileyle karşımıza çıkarsa çıksın, derhal içimizi bir hüzün kaplar, son derece insanî bir duygu olan gözyaşını dökmesek bile hissettiğimiz üzüntüyü, duyduğumuz teessürü içimize akıtırız. Böylece bir bakıma üzülerek sevinmiş, ağlayarak tebessüm etmiş oluruz. İşte bu günlerde bir sonbahar hüznünü daha birlikte yaşıyoruz. Takvimden koparılan yaprakların sayısı hızla çoğaldığı gibi, ağaçların dallarını boynu bükük bırakan yapraklar da gazelleşerek güzelleşiyor. İsterseniz, “Son” sözünün telkin ettiği teessürü bertaraf etmek için, son olarak şöyle bir müjde verelim. Bize en büyük mutluluk olarak Âhirzaman Nebîsi'nin, yani Son Peygamber'in ümmeti olmak yeter. Dünyada ve ukbâda bundan daha geniş kapsamlı, bundan daha büyük bir şeref yoktur. Eşref-i mahlûkat olan insanlığın en eşrefi, en efdali, en ecmeli, en ekmeli, en ekremi Resûl-i Ekrem olduğuna göre son ümmet olan onun ümmeti de sonsuzluk kervanının mutlu yolcuları demektir. Şairimiz, bu özelliği ve güzelliği çok iyi fark ettiği için, sonsuzluk kervanının arkasında seke seke giden topal köpek olmayı, kendisine mâverâdan takdim edilen şeref madalyası olarak kabul ediyor. Şurası da bir gerçektir ki, böyle bir hakikati bildiğimiz ve bunu yegâne teselli kaynağı kabul ettiğimiz halde, hayatın sonu anlamına gelen ölüm olayı öyle kolay geçiştirilemiyor. Başta annelerimiz, babalarımız olmak üzere, en yakınlarımızın ölümlerinden sonra dostlarımızın, arkadaşlarımızın vefatlarıyla da birlikte bu beşerî elemle müteellim, bu insanî teessürle müteessir oluyoruz. Bilmem ki hangi birini anlatayım. Ömrü kitapların arasında geçen, yıllarca Millet Kütüphanesi'nin müdürlüğünü yapan, odasını ilim ve irfan meclisi hâline getiren bir Mehmed Serhan Tayşi vardı. Onun sohbetlerinden epeyce istifade ettiğim, gösterdiği ilgiden büyük bir mutluluk duyduğum, birlikte olmaktan haz aldığım için, vefatına en çok üzülenlerden biri de - niçin saklayayım- ben oldum. Hatıralarını yazdırmak suretiyle biraz teselli bulmuş oldumsa da ona duyduğum hasrette hiçbir eksilme olmadı.
Cumhuriyet'in yüzüncü yıldönümü ve Türkiye yüz yılı ifâde ettiği anlam itibariyle aziz Türk milleti olarak hepimizi heyecanlandırıyor. İlerleyen zamanla birlikte rejimlerin isimleri değişse de mânevi dinamikleri, millî özellikleri geçerliliğini muhafaza eder. Unutmayalım ki, Cumhuriyetimizin kurucuları ve Millî Mücadele kahramanları da Osmanlı paşalarıdır. Ve yine hatırlamamız gerekir ki, Millî Mücadele'nin başarıyla sonuçlanmasında din adamları büyük bir rol oynamışlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hacı Bayram-ı Veli'de yapılan dualarla, tekbirlerle açıldığı gibi, Cumhuriyet'in temelleri de sağlam zeminler üzerinde atıldı. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, 29 Ekim 1923 tarihi çok önemli bir dönüm noktası olmakla beraber, asırlara hükmeden büyük Türk devletinin ve aziz milletimizin tarihi çok hem de çok eskilere dayanmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, tarih boyunca kazandığımız zaferlerin, elde ettiğimiz başarıların en sağlam dayanaklarından biri de İslâm inancıdır. Mustafa Kemal Paşa da bunun böyle olduğunu çok iyi bildiği için Millî Mücadele'yi, milletin dini ve mânevi duygularını harekete geçirmek ve galeyana getirmek suretiyle başlattı. Bunun çarpıcı bir örneği olan ve “Yakın Tarihimiz”in birinci cildinde yer alan belge mahiyetindeki bir yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum. “Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktıktan tam bir hafta sonra Havza'ya gidiyor ve burada kendisine ayrılan Ali Baba'nın oteline misafîr oluyor. Havza, kaplıcaları ile meşhurdur ama Paşa'nın banyoyu filan düşünecek vakti yoktur. Evvelâ halk temsilcileri ile temas edip, milletin mücadeleye hazır olduğunu iyice anladıktan sonra, otel sahibi Ali Baba'ya ilk emri veriyor. - Git, bana Belediye Reis'i İbrahim Bey'i çağır!
Organized Muslim Women in Turkey: An Intersectional Approach to Building Women's Coalitions This talk explores the politics of organized Muslim women in Turkey and analyzes their coalitions with other – secular feminist, Kurdish etc. – women's movements from an intersectional perspective. It provides empirical evidence for significant changes in Muslim women's politics under the ruling Justice and Development Party (AKP) and points to the increasing difficulty to build cross-movement women's coalitions in the face of rising religious conservatism and authoritarianism. Ayse Dursun studied Political Science and English Studies at Goethe University, Frankfurt am Main und graduated in 2010. Following her graduation, she started a PhD on the topic “Muslim Women's Movements in Turkey: An Intersectional Approach to Coalition Building” at the Department of Political Science of the University of Vienna. During her PhD, she worked as a research assistant at the same Department for the following projects: “Fördert Föderalismus Frauen? Föderalisierte Gleichstellungspolitik in Österreich und Deutschland” (Does Federalism Promote Gender Equality? Federalized Gender Equality Policies in Austria and Germany) (duration: 2012-2014) as well as “In Whose Best Interests? Exploring Unaccompanied Minors‘ Rights through the Lens of Migration and Asylum Processes” (MinAs) (duration: July 2014-December 2015). In May 2018, she received her PhD. From January until September 2019 she was working as a researcher for the research project Migrant Communities and Children in a Transforming Europe (MiCREATE) at the Department for Political Science. Since October 2019 she is Post Doc Assistant with research focus on Gender and Politics at the Department of Political Science. She is Steering Committee member of the Standing Group “Gender and Politics” of the European Consortium for Political Research (ECPR). The Talking Gender in Europe lecture series is organized by the Center for West European Studies and the Jean Monnet Center of Excellence with support from the Lee and Stuart Scheingold European Studies Fund, the EU Erasmus+ Program, the Ellison Center for Russian, East European and Central Asian Studies, and the Center for Global Studies.
Geçen gün, kütüphanemin raflarından birini karıştırırken ilgimi çeken bir kitapla karşılaştım. Nerede, ne zaman hangi sahaftan aldığımı hatırlayamadığım bu eser, “Hicri Onuncu- Miladi On Altıncı Asırda Yurdumuzu Dolaşan Gazzi-Mekki Seyahatnamesi” adını taşıyordu. Aslında bu bildiğimiz anlamda bir kitap değildi, 1937 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları arasında çıkan “Tarih Semineri Dergisi”nin kitaba dönüştürülmüş şekliydi. Ekrem Kamil adında bir zat tarafından tez olarak hazırlanmıştı. İsminde geçen “Gazzi- Gazzeli” kelimesi dikkatimi çektiği için hemen okumaya başladım. Eserin baş tarafında verilen bilgilere bakılacak olursa, Bedreddin İbn-i Radiyyüddin el-Gazzi aynı zamanda Şaffi mezhebine mensup büyük bir âlimdir. Yüz elliden fazla eser kaleme almıştır, bunlardan biri de 30 bin beyitlik Arapça manzum “Tefsir-i Şerif”idir. Seyahatnamesine gelince onun da adı “El-Metaliu'l-Bedriyye fi Menazilü'r-Rumiyye”dir. Eser Köprülü Kütüphanesinde, Mehmet Paşa kitapları arasında 1390 numaradadır. Kitap küçük ebatlı olup, Venedik âbâdisi kağıt üzerine güzel bir ta'lik ile yazılmıştır. Her sayfada on üç satır vardır. Her iki sayfa bir varak itibariyle bütün kitap 182 varaktır. Başlıklar ve duraklar renkli mürekkeple yazılmıştır. Kitapta kırmızı, mavi mürekkepten başka altın yaldız da bulunmaktadır. Eser Arapçadır. Büyük Şafii bilgini Bedreddin el- Gazzi Baalbek, Hama, Humus, Halep, Misis, Adana, Gülek Boğazı, Akköprü, Ereğli, Konya, Akşehir, Afyonkarahisar, Yenişehir, İznik, İzmit, Gebze gibi şehirlere ve bir takım yerleşim bölgelerine uğrayarak ve geçtiği bütün bu yerler hakkında ilgi çekici bilgiler vererek İstanbul'a ulaşıyor. Bir sene kadar İstanbul'da kaldıktan sonra yine aynı güzergahı takip ederek memleketine dönüyor. Bedreddin el-Gazzi, yukarıda adını verdiğimiz seyahatnamesinde –bakınız- İstanbul'u nasıl anlatıyor: Üsküdar'dan sandalla yaptığımız şairane bir seyahatten sonra nihayatet İstanbul'a (Konstantıniyye'ye) vardık. Bizi iskelede Mirahur İskender Çelebi karşıladı. Gereği gibi iltifat eden ve teveccühde bulunan bu zatı bize Vezir Ayas Paşa göndermişti. Büyük bir neşe ve sevinç içinde şehre güneşin batımına yakın girdik. Burası Türk şehirlerinin merkezi, hükümdarların payitahtıdır. Bu koca şehir ilim ve irfanın kaynağı, âlimlerin ve devlet erkânının karargâhı, baht ve talihin menbaı, dileklerin ve arzuların sona erdiği, saadet güneşinin doğup yayıldığı yerdir. İstanbul elde edilen fesat ve küfür kaynağı olan şehirlerin en büyüğü ve en güzelidir. Aynı zamanda şiddetle karşı duran ve müstahkem olanıdır. Burayı fetheden merhum aziz ruhlu, büyük şehit Sultan Mehmed Han'dır. Asırlarca hüküm süren bu mıntıka koca Fatih'in şevket ve azameti önünde baş eğmiş, tekbir ve tehlillerle süngülerini parlatarak şehre giren İslam Türk kuvvetleri karşısında eğilmek zorunda kalmıştır. İlk günlerden itibaren kiliseler camiye çevrilmiş, çanlar susturularak yerlerine birer İslam âbidesi olan minareler geçmiştir. Bununla da yetinilmeyerek yerle gök arasında ezan sesleri yükselirken diğer taraftan da medreseler, imaretler ve mescidler bina edilmiştir. Hülasa, elde edilen diğer şehirlerde olduğu gibi, İncil'in yerine Kur'an-ı Kerim; papazların, kesişlerin yerine İslam uleması geçmiş, din-i mübinin güneşi doğarak şer'i Ahmedi kaim olmuştur. Şimdi biraz da burada gördüğüm eşsiz camilerden ve mescitlerden, hesap ve kitaba sığmaz gelirlerle yapılan imaretlerden, görüştüğüm âlimlerden, âyân ve ahaliden bahsedeyim:
Bu günlerde gözü kararmış İsrail ordusunun çocuk, kadın, sivil halk demeden büyük bir katliam yaptığı, her tarafı harabeye çevirdiği Gazze, dünyanın gözü önünde kan gölü haline getiriliyor. Masum halkın feryatları göklere yükseliyor. Bu feci manzara karşısında -ne yazık ki- dua etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Ama unutmayalım ki, zalimin zulmü yanına kalmayacak, er geç zafer Müslümanların yüzüne gülecektir. Yani istikbal İslâm'ındır. Gazze'nin kuruluşunu, coğrafi özelliklerini ve İslâm tarihinde oynadığı rolü yakından öğrenmek için elimizde birçok kaynak ve arşiv belgesi bulunuyor. Bu konuda biraz daha bilgi tazelemek için geçen gün Diyanet'in İslâm Ansiklopedisi'ne müracaat ettim. Verilen bilgilerin hepsi bu sütuna sığmayacağından sadece ilgi çekici birkaç hatırlatmayla yetineceğim. Gazze, Süveyş Kanalı'nın açılmasından önce Mısır, Suriye ve Anadolu'dan gelen ticaret ve hac yollarının birleştiği bir noktadır. Şehir, bu özelliğinden dolayı tarih boyunca çok hareketli günler yaşamıştır. Sık sık el değiştiren Gazze, Bizanslılar zamanında önemli bir ticaret merkezi ve bu arada Mekke'den gelen tüccarların da uğrak yeriydi. Müfessirler, Kureyş Suresi'nde bahsedilen yaz ve kış seferlerinde kışın gidilen yerin Gazze olduğunu söylüyorlar. Mekkeli tüccar kafilelerinin birinde Peygamber Efendimiz'in büyük dedesi Haşim bin Abdümenaf da bulunmuş ve bu şehirde vefat etmiştir. Kabrinin burada yer almış olmasından dolayı şehre bazı kaynaklarda “Gazzatü Haşim” denildiği görülür. Resul-ü Ekrem'in babası Abdullah Hazretleri de Gazze'ye gelen tüccarlar arasındadır. Hz. Ömer'in esas servetini İslâm'a girmeden önce Gazze'ye yaptığı ticari yolculuklardan kazandığı rivayet edilmektedir. Hicretin ikinci yılında (624) Bedir Savaşı'na yol açan zengin ticaret kervanı da Ebu Süfyan idaresinde Gazze'den dönmekteydi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'nin 13. cildi bu bilgileri verdikten sonra İmam-ı Şafii hazretlerinin de Gazze'de dünyaya geldiğini kaydetmektedir. Asıl ilgi alanım kültür tarihi olduğu için -bu vesileyle- Gazzeli bir İslâm bilgininden ve mutasavvıfından biraz bahsetmek istiyorum. Bu büyük zat, meşhur mutasavvıf Niyazi Mısri Hazretleri'nin halifesi ve Bursa'daki Gazzi Dergâhı'nın postnişini Ahmed Gazzi Efendi'dir. Kudüs civarındaki Gazze'de 1643 yılında dünyaya geldi. Kendisi bu beldede vezirlik görevinde bulunan bir ailenin çocuğudur. Ahmed Gazzi, ilk tahsilini, memleketinde yaptıktan sonra, babasından izin aldı ve Kahire'ye doğru yola çıktı. 1655'te Ezher'de ilim tahsil etmeye başladı. Yedi yıl süreyle tefsir, hadis ve diğer ilim dallarında devrin tanınmış âlimlerinden olan Ahmed Beşişi'den yararlandı. Daha sonra Ezher'e hadis hocası olarak tayin edildi. Talebelik yıllarında, babası Gazze'ye dönmesi için defalarca teklifte bulundu. Gerek yazılan mektuplarda, gerekse gönderilen elçilere verdiği cevaplarda annesinden ve babasından özür dilemekle beraber bu konuda ısrar edilmemesini, tahsil hususunda kararının kesin olduğunu bildirdi.
İlim adamlarını, sanat erbabını ve bunların peşinden gidenleri öne çıkararak söyleyecek olursak, İstanbul'un cazibe merkezlerinden birini de -kütüphanelerin yanı sıra- kitapçılar ve sahaf dükkânları teşkil ediyordu. Özellikle bazı sahafların dükkanları aynı zamanda bir sohbet meclisi halinde de faaliyet gösteriyordu. Beyazsaray Çarşısı'ndaki Enderun Kitabevi de bunlardan biriydi. Burada yapılan sohbetlerin tadına doyum olmuyordu ve Ali İhsan Yurt Hoca'nın tam bir sohbet şeyhi edasıyla yaptığı konuşmalar dinleyicileri tiryaki haline getiriyordu. Şükürler olsun ki, ben de o tiryakilerdendim. Keza Sahaflar Çarşısı'ndaki Elif Kitabevi de aynı özelliği taşıyordu. Müdavimlerini daha çok musıki erbabı teşkil etmekle beraber tarihi ve edebi konulara da sık sık temas ediliyordu. Ayaklı Kütüphane diyebileceğimiz merhum Şevki Çanka, bu meclisin başaktörüydü. Aynı çarşıyı süsleyen Muzaffer Ozak merhumun dükkânını ve burada yapılan sohbetleri anlatmak için -muhakkak ki- ayrı bir kitap yazmak gerekiyor. Günümüzde ise bu geleneği biri Kadıköy'de, diğeri Üsküdar'da olmak üzere iki dükkân devam ettiriyor. Evet, Kadıköy'de Sakallı Lütfü'nün, Üsküdar'da da Yüksel Gölpınarlı'nın dükkânçelerinde, öncekiler kadar geniş kapsamlı olmasa bile tarih, edebiyat, şiir ama bilhassa kitap üzerine konuşmalar yapılıyor. Geçenlerde Yüksel Bey'e ve yanı başındaki kitapçıya bir kere daha uğradım. Raflara şöyle bir göz atınca Prof. Dr. Süheyl Ünver merhumun “Kırkambar”ıyla karşılaştım. Kırık kalplere şifa olsun diye bir kere daha okudum. Beni hem tebessüm ettiren, hem düşündüren bu gül bahçesinden bir demeti de siz değerli okuyucularıma takdim etmek istiyorum. Öyleyse önce gülümseten bir anekdotla, bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla başlayalım. Timurlenk Anadolu'yu istila ettiği sırada Akşehir'de bir gün, misafir kaldığı bir yerde oturuyormuş. Nasreddin Hoca da, huzurunda bulunuyormuş. Topal Timur, yanında bulunan bir aynaya bakarak “Ben ki, cihangir bir padişahım. Bütün dünya emrimin altında. Gel gör ki, çok çirkin biriyim” demiş ve başlamış ağlamaya. Topal'ın ağladığını gören Nasreddin Hoca da gözyaşı dökmeye başlamış. Timur, ağlamış ağlamış ve tabii ki susmuş. Fakat Hoca susmuyor, ağlamaya devam ediyor. Timur dayanamayıp Hoca'ya demiş ki: “Aynaya baktım, çirkinliğime ağladım. Sen de karşımdasın, ayıp olmasın diye sen de ağladın. Ben ağladım, ağladım ama sonunda sustum. Fakat sen hâlâ ağlıyorsun. Halbuki çirkin olan benim. Hâlâ ağlayışının sebebi nedir?” Hoca merhum şöyle cevap vermiş: “Biz ağlamayalım da kim ağlasın? Siz, bir an kendi çirkinliğinizi görerek ağladınız ve sustunuz. Oysa biz bu çirkin yüzünüzü her gün görüyoruz!” Bakınız dünyanın en büyük mizah üstadı, çirkin yüzü nasıl güzel anlattı. Yavuz Sultan Selim'in üzüntüsünü dile getiren bir anekdot ise şöyle: Cihangir hükümdar, daha şehzade iken âlimlerle, fazıllarla akademik toplantılar yapıyordu ve bu toplantılar belirli aralıklarla devam ediyordu. Bu ilim meclisinin en önemli temsilcilerinden biri de padişahın hocası Halimi Çelebi idi. Yavuz, padişah olunca artık o şehzadenin, bu değerli dostları toplantılara gelmez oldular. Yavuz, bir gün, ‘Halimi Çelebi gelsin' diye haber yollar. Emri alınca Çelebi de gelir. Daha kapıdan girer girmez Yavuz ona şöyle der: ‘Halimi Çelebi! Gerçi padişah olduk. Ama ahval-i yârândan (dostlardan) haber alamaz olduk. Dört gündür ben seni göremiyorum. Böyle saltanatın tadı mı olur?'
Welcome to Season 1, Episode 5 of the VMUG Inspirational Leadership Podcast! On this show we share the stories of leaders at all levels who desire to inspire those under their care. Your hosts are Michael Fleisher, a Senior Staff Solution Engineer at VMware, and Nick Korte, a Staff Solution Engineer at VMware. In today's episode, we are joined by Huseyin Dursun, Senior VP of Engineering and leader of the Platform Services Organization at VMware. The platform services organization serves as a centralized group that provides tools, capabilities, frameworks, infrastructure, and platforms to others inside the company. Huseyin is an engineer who studied math and computer science, working for both Oracle and Microsoft before coming to VMware. Links to interact with the guest on social media: · LinkedIn - https://www.linkedin.com/in/huseyind/
"The Stern Tisch Entertainment Business Association brings together a diverse and talented group of students at New York University who share a common interest in the entertainment industry. STEBA provides a forum for student interaction with industry professionals as well as a grounded platform for students to gain experience in their chosen field. Though our programmings are grounded in the Stern-Tisch-Steinhardt collaborative BEMT minor, our membership is open to students OF ANY SCHOOL (not Stern or Tisch exclusive). Join us to find your community!" Learn more at https://engage.nyu.edu/organization/stern-tisch-entertainment-business-association WHO ARE WE? Fusion Voices is the official podcast of Fusion Film Festival, New York University's premiere student-run festival that celebrates women and non-binary creators in film, TV, and new media. CREDITS Hosts: Illia Solano Producers: Alora Lindsey & Fusion Voices Team Sound Mixer: Illia Solano “Dreamer” by Vodovoz Music Productions: https://youtu.be/N4ex28rjYDk Special thanks to our festival Co-Directors Juliette Ho, MacKenzie Packer, and Harper Stein & Selin Dursun, our faculty advisor Susan Sandler, the Marketing Department, and the Fusion Voices team: Schuyler Barefoot, Riley Foster, Alora Lindsey, Illia Solano, Anika Brown, Esther Liu, and Margeaux McCaughey.
Hasan Dursun | Son 'adalet silici' Bekir Bozdağ, saygı bekliyor! by Tr724