POPULARITY
29 Mayıs Salı sabah namazından sonra, Türk ordusunun Orta Çağı kapatan, büyük târihî hareketi başladı. Ordu-yu hümâyûn, kara ve denizde, bütün cebhelerde birden, umûmî harekâta girişti. Toplar, hep birden şehir üzerine çevrilerek ateşlendi; etrafı kesîf bir duman ve barut kokusu kapladı. Tekbîr, tehlîl ve tüfenk sadâlarıyla genel bir hücum yapıldı. İlk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yiğit ileri atılmış, harbin en şiddetli ânında, Akşemseddîn ile Molla Gürânî ateş hattına girerek, gazâ yolunda şehâdet derecesine ulaşmayı isteyerek askere örnek olmuşlardır. Fâtih, dahî askeri coşturan sözlerle, elinde kılınç, gâzi ünvanını kuvvetlendirmek için Topkapı gediğine saldırıyordu. Bu sırada Ulubatlı Hasan nâmındaki muazzez nefer, tekbîrlerle Topkapı suruna sancağı dikti. Böylece İslâm dilâverlerinin ve Oğuz kavminin, asırlardan beri hayâl ettiği mukaddes rü'yâ hakîkat olmuştu. Ulubatlı, Peygamber (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olarak, 30 kadar arkadaşıyla şehâdet mertebesine ulaştı. Surlara bayrak dikilip, Bizans'ın başaşağı olan bayrağı sökülüp atılınca, ezanlar okunmaya başlandı.Sultan Mehmed Han surlardaki bu manzarayı görünce, atından yere inerek, Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in senâsına erişmenin, kendisini ve devletini İslâm'ı en mukaddes şerefine mazhar kılan medhiyye-i Resûlullâh (s.a.v.)'e kavuşmanın verdiği heyecanla, şükür secdesine kapanarak; Cenâb-ı Hakk'a hamdetti. Sonra otağ-ı hümâyûnuna çekilerek, devlet erkânının tebriklerini kabûl etti. Türk askerleri artık şehre tamâmen hâkim olmuşlar ve Ayasofya'ya dayanmışlardı. Fâtih askerlere, direnenlerden başkasının öldürülmemesini, ancak esîr edilmelerini emretti. Fetih bütün Müslüman dünyâsına zafernâmelerle tebliğ edilmiş; Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in hadîsleriyle övülmüş olan Fâtih Mehmed ve ordusu en kudsî bir hürmete lâyık görülmüştür. Mısır'da, Şam'da, Bağdâd'da büyük dînî merâsimler yapılmış; Halîfe'nin emriyle câmilerde Türk şehîdlerinin rûhları ta'ziz edilmiş; İkinci Mehmed ismi hutbelerde zafer dolayısıyla anılmıştır. Bu andan itibâren bütün İslâm dünyâsı, Seyyidü'l Beşer (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olan Osmanlı Devleti'ni Müslümanlığın büyük temsilcisi olarak kabûl etmeğe başlamış bulunuyordu.(Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, s.141-142)
Şanlı Osmanlı Devleti'ni yüz yıllara hükmettiren uygulamalardan biri de kardeş katli ile ilgilidir. Bu konu ne zaman açılsa, bilir bilmez herkes fikir beyan eder, saçma sapan sözler söylemekten kendilerini alamazlar. Aynı konu anlı şanlı tarihçilerimizin eserlerinde de işlenir ama bu izahlar okuyucuyu tatmin etmekten uzaktır. Biz de kardeş katli meselesine tam bir açıklık getiren iki tarihçiden biri Ziya Nur Aksun, diğeri de onun yakın dostlarından olan merhum Mehmet Niyazi Özdemir'dir.
Ankara savaşında Osmanlı kuvvetleri Timurlular tarafından mağlup olmuş, çoğu Anadolu'da olmak üzere savaştan sonra Osmanlı Devleti epey toprak kaybına uğramış ve Osmanlı şehzadeleri arasında saltanat mücadelesi başlamıştı. Uzun fetret döneminden sonraki bu mücadelelerden sonra Çelebi Mehmed devletin başına geçmişti. Osmanlı padişahlarının büyüklerinden olan Çelebi Mehmed azim ve metaneti, yüksek ahlâkî faziletleri, sözüne, ahdine riayet etmesi, nezaket, itidali ve siyasî görüşleri, devlet siyasetine âid işlerde ifrata gitmeyerek durumu takdir etmesi ve programlı hareket eylemesi, herhangi bir tehlikeye karşı uyanık bulunarak seri hareketi sayesinde parçalanmış olan Osmanlı Devlet'ini bir idare altında toplamağa muvaffak olmuştur.Ankara muharebesini müteakip elden çıkan bir kısım yerleri tekrar elde etmiştir. Çelebi Mehmed Han, Musa'yı bertaraf ettikten sonra Edirne'de Emir Süleyman tarafından başlattırılıp Musa Çelebi zamanında da devam edilerek henüz bitmemiş olan Eski Camiyi tamamlatmış ve Eski Bedesten'i ona vakıf yapmıştır. I. Sultan Mehmed Bursa'da meşhur Yeşil Cami, medrese, imaret ve türbesini yaptırdığı sırada devlet adamlarının tavsiyeleri üzerine bunlara vakıf olmak üzere Orhan Gazi devrinden beri Osmanlılara ait olup Ankara muharebesinden sonra Bizanslılar eline geçen İzmit Körfezi'ndeki yerlerden, Hereke, Gebze, Darıca, Kartal ve Pendik taraflarını tekrar elde etmiştir. Osmanlı Devleti'nin ikinci kurucusu da olarak geçen Çelebi Mehmed, yedi yıl sekiz ay, yirmi gün bütün Osmanlı ülkesi hükümdarı olmuştur. 1421 yılı Mayıs ayında hakkın rahmetine kavuşmuştur.(Ismail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1, s.298-324)
Video Bölümleri:00:00 - 00:27 Giriş00:27 - 05:30 19. Yüzyıla Girerken Osmanlı05:30 - 07:22 Halet Efendi ve İntisap07:22 - 10:15 Fransız İhtilali, Napolyon'un Mısır Seferi10:15 - 11:24 Halet Efendi'ye Elçilik Görevi Veriliyor11:24 - 14:28 Paris'e Ucuz Yollu Hediye Arayışı, Yolculuk14:28 - 18:34 Talleyrand'la İlk Kriz, Napoleon'la Tanışma18:34 - 20:13 Görüşme Krizi, Payitaht'la Anlaşmazlık20:13 - 26:11 Büyük Kriz: İmparatorluk Meselesi26:11 - 30:30 Elçiliğinin Sonu ve Eş Dostun Hediye İstekleri30:30 - 32:17 Yeni Elçi "Eşek Herif" Muhib Efendi32:17 - 38:18 Halet Efendi Komik Anlar Compiliation38:18 - 39:35 Devamını İster Misiniz?, Abonelik MeselesiOsmanlı Devletinin en zorlu günleri, 19. yüzyılın ilk yıllarıdır. Zira o günlerde Avrupa, Fransız İhtilali ve onun etkileriyle çalkalanmaktadır. İhtilal yetmezmiş gibi Napolyon Bonapart (Napoléon Bonaparte) adında düşük rütbeli bir subay, ihtilalin de etkisiyle basamakları hızla yükselerek iktidara gelir.Avrupa Tarihine Koalisyon Savaşları olarak geçecek uzun ve kaotik dönemi başlatır. Napolyon'a karşı ittifak kuran devletler, onu durdurmaya çalışsa da başarılı olamaz. Özellikle 1798 yılında hiç beklenmedik şekilde Napolyon'un bir Osmanlı toprağı olan Mısır'a saldırma kararı, tüm dengeleri değiştirir. Bu koalisyon ve ittifak ağına Osmanlı Devleti de katılmak durumunda kalır. 1802 yılında imzalanan Paris Barış Antlaşmasının ardından sözde "dostluk" adına Paris'e bir elçi göndermek durumunda kalan 3. Selim, bu görev için o günlerde pek tanınmayan bir isim olan Halet Efendi seçilir.Halet Efendi ise Osmanlı Tarihinin en hususi karakterlerdendir. Nüktedan, kurnaz, iktidar ve kudrete meyilli, gözü açık ve sinsi bir şahsiyete sahiptir. Paris'te Napolyon ve Fransa Dışişleri Bakanı Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord (Mösyö Talleyrand) ile boy ölçüşebilecek az sayıdaki isimden birisidir. Görevinin ilk gününden itibaren kurnaz şekilde Fransızlarla mücadeleye başlar. Fakat dedik ya; en sancılı dönemdir. Emekleme aşamasında olan Osmanlı diplomasisi, neredeyse her hafta, her gün yeni bir krizle, sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Diğer elçiler gibi Halet Efendi de bin bir sorunla boğuşur. Bir yandan Fransızlar, öbür yandan diğer ülke elçileri fakat en önemlisi bir yandan da Babıali ile mücadele etmektedir.Osmanlı'nın zayıf ekonomisi, çevresindeki eş dostunun bitmek bilmeyen hediye arzuları, Halet Efendi'yi Fransa günlerinde bunalıma girecek bir seviyeye getirir. İşte bütün bu hikaye içerisinde Mehmet Said Halet Efendi, hayatta ve ayakta kalmanın kavgasını verir. Nitekim 1806'da Paris elçiliği görevi sona erene kadar bunu başarır. İstanbul'a dönüşüyle birlikte hayatında yepyeni bir sayfa açılacaktır; iktidar sayfası. Her zaman olduğu gibi Kabakçı Mustafa İsyanında doğru kişilerle birlikte olan, doğru isimlere yardımda bulunan Halet, bu zor günlerden de alnının akıyla çıkar. Kısa süre sonra Alemdar Mustafa Paşa'nın girişimiyle tahta cülus edecek 2. Mahmut'un baş danışmanı olacak kadar yükselecek olan Halet, devlet dediğimiz mekanizmanın kontrolünü eline geçirir.1820'lerin başlarında patlak veren Rum İsyanına kadar muktedir olan Halet, Tepedelenli Ali Paşa'nın "tedib"i sürecindeki icraatları, yıllardır ayağına bastığı insanlar, yeniçerilerle usulsüz temasları ve Rum İsyanındaki rolü sebebiyle yolun sonuna gelir. Mehmet Said Halet Efendi'yi betimleyen en güzel satırlar, vefatının ardından halk arasında yayılır.“Ne kendi eyledi rahat, ne âlem buldu huzur,Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur”“Ne kendi rahat etti, ne de halka huzur verdi,bu dünyadan göçtü gitti, şimdi kabirdekiler düşünsün”Osmanlı İngiliz Savaşı Videosu: https://youtu.be/QqcRwGy7aKcKanalımızı desteklemek ve ek içeriklere ulaşmak için;https://www.youtube.com/channel/UCPlTdUoi8jAjEdk1wf5cQug/join
Osmanlı Devleti kuruluş ve büyüme sürecinde, Selçuklu Devleti ve Orta Asya'dan beri gelmekte olan Türk-İslâm sanatının da gelişmesine ve büyümesine katkıda bulunmuştur. Yapılan camiler, medreseler, hanlar, köprüler ve çeşmeler birer sanat eseri olarak inşa edilmiş; taş ve ahşap adeta bir dantel gibi işlenerek günümüze sabrın ve estetiğin mirası olarak kalmıştır. Osmanlı Padişahları da edebiyat, şiir, resim ve Geleneksel Türk El Sanatlarıyla yakından ilgilenmiş ve divanları ve eserleriyle Türk sanat tarihinde yerlerini en güzel şekilde almışlardır. Sultan II. Abdülhamid Hân sanata ve sanatkârlara çok önem veren ve himaye eden bir sultan olarak sanat tarihi içerisinde, adı anılmaya layık bir kişiliktir. Kendisi de resim, şiir ve el sanatlarıyla yakından ilgilenmiş, bilhassa ahşap sanatlarında çok nadide eserler üretmiştir. Yaptığı eserleri genellikle misafirlerine hediye eden sultanın bugün müzelerde yer alan çok sayıda eseri mevcuttur. Sultan Abdülhamid Hân, Yıldız Sarayı'nda idare işlerini yürüttüğü ofisinde bunaldığı zaman kolayca geçebileceği yakın bir odada çok özenle işlenmiş estetik ahşap işlemeler yapıyordu. Dönemin boğucu ve yorucu politik işleri içerisinde sanat eseri üretmek onu hem rahatlatıyor hem de ruhunun inceliklerini dışa vurmasını sağlıyordu. Hatta şehzadelerin de bir sanat dalı ile uğraşmasını şart koşmuştu. Aslında çok eskiden beri şehzadelerin eğitiminde sanat, edebiyat her zaman yer almıştı. (Doç. Dr. Rasim Soylu, Zafer Dergisi,511.sayı ,Temmuz 2019)
Osmanlı tarihinin en kritik dönemeçlerinden birisiyle karşınızdayız. Henüz kuruluş aşamasında, büyük devlet olma yolunda ilerleyen Osmanlı Devleti, yeni bir rakiple karşı karşıya geliyor. İlhanlı Devleti'nin parçalanmasını iyi değerlendiren Emir Timur ya da nam-ı diğer Timurleng, meşhur Çin Seferine çıkmak için gözünü Yıldırım Bayezid'in yönettiği Anadolu topraklarına diker. Osmanlı ve Timur Devletleri arasında mektuplaşmalar yoluyla başlayan gerilim, gün geçtikçe iki ülkeyi savaşa yaklaştırır. Ankara Savaşına giden yolu açan sürtüşmeler kalemle başlarken kılıçla sona erer.Memlukların, Ahmet Celayir'in, Kara Yusuf'un ve daha birçok şahsiyetin dahil olduğu bu çetin mücadelenin; Ankara Savaşı'na giden yolun ilk aşamasını bu bölümde görebilirsiniz. Özellikle seslendirme konusunda oldukça profesyonel bir çalışma yapıldı. Yıldırım Bayezid'i ünlü aktör, seslendirme sanatçısı Tansu Biçer seslendirmekte. Eski günlerde olduğu gibi podcast formatına geri dönmenin hatta bir nevi radyo tiyatrosu formatında içerik üretmenin mutluluğu içerisindeyim :)Sizlere bu bölümü bir video olarak sunmak isterdim ancak basit haritalı çalışmalar içime sinmeyeceği için bu şekilde yayınlamak istedim. Kulaklığınızı takıp bu özel yapımın tadını çıkartmanızı diliyorum. Normalde bu içerik bir podcast şirketi çatısı altında yayınlanacaktı. Ancak yaşanan gelişmelerin ardından Tarih 101 kanalından yayınlama fırsatı buldum. Umarım hoşunuza gider, keyif alırsınız. Geri dönüşlerinizi her zamanki gibi bekliyorum. Keyifli dinlemeler dilerim.Credits:Music: Ghost Island by SoundridemusicLink to Video: https://youtu.be/6mgzeZeTlBc?si=U08np-nTnTKjE8bKCredits:Music: Bloodlust by SoundridemusicLink to Video: https://www.youtube.com/watch?v=dLybt8Vs-4EKanalımızı desteklemek ve ek içeriklere ulaşmak için;https://www.youtube.com/channel/UCPlTdUoi8jAjEdk1wf5cQug/join
Osmanlı devrinde ilim denince sadece dini ilimlerin var olduğu sanılır. Hâlbuki Osmanlı medreselerinde yıllar boyu tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fen bilimleri atbaşı gitmiştir. Zamanla müsbet ilimlerin medreselerde daha az okutulduğu görülüyorsa da bunların Osmanlı ülkesini tamamen terk ettikleri düşünülmemelidir. 18. asrın sonlarında açılan mühendishaneler ve yaygınlaşan mektepler sayesinde pozitif ilimler, Osmanlı âlimlerinin gündeminde bulunmaya devam etmiştir. Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata devam etmiştir. Osmanlı'da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve öğretimin esası, din ve ahlâktı. Buralarda Kur'ân-ı Kerim, ilmihâl bilgileri ve kitabet yani yazı dersi öğretilirdi. Tanzimat'a kadar sıbyan mekteplerine kız ve erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi'nde ilim tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan meselâ devlet dairelerine devam suretiyle yetişenler de mevcuttu. Tanzimat sonrasında modern tarzda mektepler açılmaya başladığında, sıbyan mektepleri zamanla iptidai mekteplere (ilkmektep, ilkokul) dönüştü. İptidailerle birlikte peyderpey rüşdiyeler (ortaokul), idadi-sultaniler (lise), darulmuallimînler (öğretmen okulu), ziraat ve sanayi mektepleri; yüksekokul olarak tıbbiye, mülkiye, hukuk mektebi, darülfünun (üniversite) vs. birçok mektepler açıldı. Bilhassa Sultan II. Abdülhamid Hân döneminde Osmanlı ülkesinde eğitim seferberliği yaşandı. (Yedikıta Dergisi, Osmanlı Mekteplerinde Hangi Dersler Okutulurdu? sayı 42 , s.56-57)
Sultan Abdülhamid, 1908 yılında çok kritik bir hata yaparak, İstanbul'da gözetim atında tutulan Şerif Hüseyin'i Mekke Emiri olarak atadı. Şerif Hüseyin ve sülalesi kendilerini Hz. Peygamber (sav)'in ailesi olan Beni Haşim'e nispet ediyor, “Haşimoğulları” ünvanını kullanıyor, Osmanlı Devleti'nin Mekke Emirliği vazifesini de bu mensubiyete binaen ellerinde tutuyorlardı.
Osmanlı tarihinin en kritik dönemeçlerinden birisiyle karşınızdayız. Henüz kuruluş aşamasında, büyük devlet olma yolunda ilerleyen Osmanlı Devleti, yeni bir rakiple karşı karşıya geliyor. İlhanlı Devleti'nin parçalanmasını iyi değerlendiren Emir Timur ya da namıdiğer Timurleng, meşhur Çin Seferine çıkmak için gözünü Yıldırım Bayezid'in yönettiği Anadolu topraklarına diker. Osmanlı ve Timur Devletleri arasında mektuplaşmalar yoluyla başlayan gerilim, gün geçtikçe iki ülkeyi savaşa yaklaştırır. Ankara Savaşına giden yolu açan sürtüşmeler kalemle başlarken kılıçla sona erer.Memlukların, Ahmet Celayir'in, Kara Yusuf'un ve daha birçok şahsiyetin dahil olduğu bu çetin mücadelenin; Ankara Savaşı'na giden yolun ilk aşamasını bu bölümde görebilirsiniz. Özellikle seslendirme konusunda oldukça profesyonel bir çalışma yapıldı. Yıldırım Bayezid'i ünlü aktör, seslendirme sanatçısı Tansu Biçer seslendirmekte. Eski günlerde olduğu gibi podcast formatına geri dönmenin hatta bir nevi radyo tiyatrosu formatında içerik üretmenin mutluluğu içerisindeyim :)Sizlere bu bölümü bir video olarak sunmak isterdim ancak basit haritalı çalışmalar içime sinmeyeceği için bu şekilde yayınlamak istedim. Kulaklığınızı takıp bu özel yapımın tadını çıkartmanızı diliyorum. Normalde bu içerik bir podcast şirketi çatısı altında yayınlanacaktı. Ancak yaşanan gelişmelerin ardından Tarih 101 kanalından yayınlama fırsatı buldum. Umarım hoşunuza gider, keyif alırsınız. Geri dönüşlerinizi her zamanki gibi bekliyorum. Keyifli dinlemeler dilerim.Kanalımızı desteklemek ve ek içeriklere ulaşmak için;https://www.youtube.com/channel/UCPlTdUoi8jAjEdk1wf5cQug/join
Bilindiği gibi emperyalistler, kendi dışlarındaki milletlerin bütün kavramlarını ve efsanelerini yok ederek, o milletleri geçmişlerinden utanan, aşağılık kompleksi içinde yaşayan bireylere dönüştürmüşlerdir. Tek Parti döneminin yazar ve çizerlerinin, İngiliz, Fransız ve Yunan işgalcilerini bir kenara bırakıp Osmanlı Devleti'ne, Sultan Abdülhamid'e, dine ve diyanete düşmanlıklarını başka nasıl açıklayabiliriz?
Osmanlı Devleti ilmî müesseselerini yaptığı gibi hemen fetihleri müteakip sosyal müesseselerini de kurmaya başlamış, devletin hududu genişledikçe bu teşekkül de o nisbette artmıştır. Bu sosyal müesseselerin yani cami, imaret, hastahane, kervansaray, köprü, han, hamam, çeşme ve zaviyelerin idareleriyle bunların muhâfaza ve idâmeleri için vakıflar yapılmış veyahut devletçe bazı yerler halkının vergilerden muafiyeti suretiyle muhâfaza ve devamları temin olunmuştur. İçtimaî müesseselerin başında gelen camiler, mânevi bir ictima mahalli ve ibâdet yeri oldukları gibi aynı zamanda sadr-ı İslâm'dan beri müslümanların işlerini görmek ve karar altına almak için bir toplantı yeri de olmuştur. Her semtin camiine gelenler hükümet tebligatından ve mahallece verilen kararlardan haberdar olurlardı. İctimaî müesseselerden biri de imâretlerdir. Kuşları himaye ve onların kışın kar yağdığı zamanlarda bile yiyeceklerini ve yaz sıcaklarında içecekleri suyu temine kadar şefkât gösteren ecdadımızın, medreselerde okuyan talebelerle muhtaç ve kimsesiz insanlar hakkında ne kadar rahim ve şefik davrandıklarını söylemeğe hacet yoktur. İctimaî müesseselerin diğeri de kervansaraylar ile hanlardır ki, yol üzerindeki durak yerlerinde ve şehirlerle kasabalarda yapılmışlardır. Buralara konuk olanlar hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar, üç gün yiyip, içip yatarlar ve para vermezlerdi. Kervanların ve yolcuların dar vadi ve korkulu yerlerden geçerlerken bir taarruza uğramamaları için böyle yerlere devlet tarafından vergilerden muaf olarak derbendçi bekçiler konmuştu. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1, s.480-483)
Allah yolunda şehit olmanın anlamını tüm toplumlar unutmuştu. Bağımsızlık savaşları, pek çok isimsiz kahramanı ortaya çıkarır. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nda her ilin, her bölgenin yüzlerce isimsiz kahramanı ve onlarca hikayesi vardır. Daha dün Prof. Mazhar Bağlı, Urfa'nın Fransız işgalinden kurtuluşunda bir belediye başkanının ve aşiretlerin örgütlü rolünden bahsetti. Bu tarihi gerçeklikleri her ilimizde ve Osmanlı Devleti'nin kaybedilmiş topraklarında görebiliriz.
1. Dünya Savaşı adım adım yaklaşırken Rusya, 1905 Devriminin yaralarını sarmak için yoğun bir çaba içerisindeydi. Açılan ilk Duma'da öne çıkan Pyotr Stolypin, Çar Nikolay tarafından başbakanlık görevine getirildi. Stolypin, Çarlık Rusya'nın son dönemine damga vuracak reformlara imza attı. Rusya'nın en önemli sorunlarından toprak sorununa el atan başbakan, çıkarttığı kanunlarla köhnemiş Mir Sistemi'ni kaldırdı. Köylüleri özel mülkle tanıştırmaya çalışan Stolypin, tarımda verimliliği arttıracak adımlar attı. Aynı dönemde Rus devrimcileri, rejime muhalefetini sürdürmeye çalışıyordu. Devrimin başarısız olmasıyla Vladimir Lenin, baskılar sonucu Rusya'yı terketti. Önce Finlandiya'ya, ardından İsviçre'ye giden Lenin, uygun zemin için gününü bekleyecekti. Toparlanma işaretleri gösteren Rusya, bir başka suikast ile çalkalandı. Devlet erkanı, II. Alexander için yapılan heykelin açılışı için Kiev'e gelmişti. Okhrana'da görevli ve çarı korumak için yanlarında bulunan çifte ajan Dmitriy Bogrov, katıldıkları gösteri sırasında başbakana karşı gerçekleştirdiği suikastla Rus tarihine damga vurdu. Rusya, yine çalkantılı günlere sahne oldu. Balkanlarda yaşanan gelişmeler ise tüm Avrupa'yı etkiledi. Yükselen Sırp milliyetçiliği, darbeyle hanedan ailesini değiştirmiş, Avusturya-Macaristan'a karşı daha agresif bir politika izlemeye başlamıştı. Balkan kazanı bir kez daha kaynarken sürpriz haber Osmanlı Devletinden geldi. 1908 yılında, başını Resneli Niyazi, Enver, Eyüp Sabri gibi subayların çektiği bir grup İttihatçı, Reval görüşmelerine ve devletin durumuna tepki olarak bir isyan başlattı. İsyan, meşrutiyet rejimini geri getirecek, Osmanlı tarihinde ikinci kez meşrutiyet rejimine geçilecekti. İstanbul'da yaşananlar, devletleri harekete geçirdi. Rusya, Avusturya-Macaristan ile bir uzlaşıya varmıştı. Fakat Avusturya-Macaristan, kritik bir hamleyle Bosna Hersek'i ilhak etti. Boğazlarda kazanım elde etmeye çalışan Rusya, bu krizden eli boş döndü. Bosna'nın ilhakı, Sırbistan'da çok büyük tepkiye yol açtı. İki devlet arasındaki ilişkiler, hat safhada bir gerginliğe ulaştı. Aynı dönemde İtalyanlarla da masaya oturan Çar Nikolay, Boğazlara destek vermesine karşılık Trablusgarp'ta onları destekleyeceğini iletti. Tarihe Racconigi Uzlaşısı olarak geçen bu anlaşmayla İtalya, Trablusgarp'a saldırdı. Osmanlı Devleti, zaten zor durumdaydı. Trablusgarp'ta direnmeye çalışırken esas felaket haberi, Balkanlardan geldi. Tarihe Balkan Birliği olarak geçen Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ ittifakı, Osmanlı devletine karşı savaş açtı. Balkan Savaşı, birkaç haftada Osmanlı için faciaya dönüştü. Yaşanan mücadelenin ardından Sırbistan, hem toprak hem de özgüven kazanmıştı. Avusturya'ya karşı olan tutumunu iyice sertleştirdi. İki devlet arasındaki gerginlik, Franz Ferdinand'ın Bosna ziyaretiyle felaketi getirdi. Ferdinand ve eşi Sophie Chotek, oynadıkları kumarı canıyla ödedi. Sırp milliyetçileri, 1. Dünya Savaşına giden yolu açacaktı. O güne kadar birçok diplomatik krizi çözmeyi başaran devletler, bu sınavı geçemeyecekti. Tarihe Temmuz Krizi olarak geçen dönemde özellikle Almanya ve Rusya, adım adım savaşa yürüdü. Devasa iki devletin hükümdarları Kayzer Wilhelm ile Çar Nikolay, frenlemeye çalıştıkları savaştan kaçamayacaktı. Barış için son girişim, iki hükümdar arasındaki telgraflar yoluyla gerçekleşti. Nicky-Willy Telgrafları olarak anılan bir dizi karşılıklı savaşı önleme çabası içeren bu telgraflar, dünyayı cehennemden kurtaramayacaktı. Beğenmenizi umuyor, keyifli seyirler diliyorum. Lütfen like, dislike ve yorumlarınızı esirgemeyiniz. Sevgiler. Video Bölümleri: 00:00 - 10:40 Stolypin Devri ve Suikast 10:40 - 17:48 1908 Bosna Krizi 17:48 - 20:56 Osmanlı Dağılıyor: Trablusgarp ve Balkan Felaketi 20:56 - 27:55 Rusya Yine Krize Giriyor 27:55 - 29:36 Savaşa Beş Kala: Liman von Sanders Krizi 29:36 - 32:41 Franz Ferdinand - Kara El 32:41 - 37:25 Temmuz Krizi ve Kaçınılmaz Son 37:25 - 43:02 Son Girişim: Nicky ve Willy Telgraf Başında
Devletlerin târihinde kıyamlar ve isyânlar mühim bir yeri işgâl eder. Aslında bu, merkez-kenar nazariyesiyle pekâlâ izah edilebilir. Devletler nizâmî, merkezî müesseselerdir. Onların dünyâsında her şey kenara âittir. Osmanlı Devleti'nde taşra kavramı jeokültürel ve jeopolitik bir mânâ taşır. Hem coğrafî olarak hem de siyâsal kültürel olarak devlet dışılığı anlatır. Devlet-taşra veyâ merkez-kenar diyalektiğinde başat mesele, ilkinin diğerinde oluşan artığa el koymasından ibârettir. Devlet bunu vergi mârifetiyle yapar. Taşra seçkinleri veyâ teb'a, vergilerin can yakmasına dayalı olarak merkeze karşı, nizam bozucu olarak nitelenen kıyamları, isyânları tezgâhlar. Bu eylemler bizâtihî gayrinizâmîdir. Hem suç kapsamında böyle târif görür, hem de kullandıkları metotlar itibârıyla.
Bu millet, 200 yıldır emperyalizme karşı amansız bir mücadele verdi. Osmanlı'nın son yüzyılı Batı sömürge imparatorluğunun fiili işgali ile geçti; adım adım İslam dünyasının tamamını işgal ettiler. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Osmanlı Devleti emperyalistlere teslim olmuş ve yeryüzünde seccade serilecek bir karış toprak parçası kalmamıştı. Bir yüzyıl işgallerle uğraşan bu büyük millet, ikinci yüzyılda kültürel emperyalizme maruz kaldı. Batılı devletler, birçok ülkeyi doğrudan yönetirken, bir kısmını finans, güvenlik ve teknoloji tekelleriyle dolaylı olarak yönetmeye devam ettiler.
Galatasaray Lisesi'nde öğrenim gören Ahmet Esat, akıcı İngilizcesi, mavi gözleri ve sarı saçlarıyla İngilizlerin kendilerinden ayırt edemeyeceği niteliklere sahipti. O da bu özelliklerini Osmanlı Devleti adına casusluk faaliyetleri yürütmek için kullandı. Irak Cephesi, Yunan Ordusu, Ermeni çeteler derken devlet için girişmediği zorluk, sızamadığı topluk kalmadı. #tarihdozu #tarih #osmanlı #casus
18. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti'nin ilk daimi dış elçiliğinin Londra'da kurulması, Yusuf Agah Efendi'nin ilk daimi elçi olarak Londra'ya gidişi, Londra izlenimleri ve başka şeyler...
18. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti'nin ilk daimi dış elçiliğinin Londra'da kurulması, Yusuf Agah Efendi'nin ilk daimi elçi olarak Londra'ya gidişi, Londra izlenimleri ve başka şeyler...
21 Ağustos 1969 günü yani bundan tam 55 yıl önce bugün, Michael Dennis Rohan adlı Avustralya kökenli bir müfritin Mescid-i Aksa'yı ateşe vermesiyle caminin güney tarafında yer alan mescidin doğu kanadında çıkan yangın, Selahaddin Eyyubi'nin tarihi minberi de dâhil olmak üzere içindekilerin tamamını yakıp kül etmiş, aynı zamanda mescidin antik kubbesini de tehdit etmişti. Kudüs'ün İngilizlerin eline düştüğü 1917 yılından beri adım adım ilerleyen Siyonist işgalin Müslüman dünyayı aşağılayarak kurduğu düzene karşı ümmet çapındaki ilk Müslüman tepkisi de bu olay üzerine canlandı. 1917 yılından bir yıl sonra zaten Dünya Savaşının bitişi ve Osmanlı Devleti'nin işgal süreci başlamıştı. 1918 yılında Osmanlı'nın savaşmadan terk ettiği topraklar üzerinde kurulan sözüm ona Müslüman devletlerin hiçbirinin Kudüs diye bir önceliği yoktu. Haddi zatında İslam veya Müslümanlar diye bir derdi de yoktu. Zaten kuruluş genetiğinde böyle bir derde yer yoktu. 1924 yılında Hilafetin de kaldırılmasıyla birlikte onları herhangi bir zamanda böyle bir dert etrafında toplanmaya çağıracak bir merkez de kalmamış oluyordu. Filistin topraklarında bir Siyonist yapılanmanın oluşması o yüzden herhangi bir uluslararası muhalefet olmaksızın adım adım ilerliyordu. İsrail'in kuruluşuna karşı zamanla sergilenen Arap tepkilerinin İslam yerine ikame edilmiş bir nasyonal kimliği beslemekten başka bir işlevi olmuyordu. Savaşın bir Arap-İsrail savaşı değil Müslümanlarla Siyonistler arasında olduğunun şuurunda olan devlet-dışı oluşumlar savaşta yerlerini alıyor ve direnişi besliyorlardı. Ancak devletlerin derdi bambaşkaydı. Yıllarca İsrail karşıtlığını resmi politikaları haline getirmiş olan Suriye'de 1967 savaşında İsrail'e bir işgal imkânı sağlayan üstünlüğün bizatihi İsrail ordusundan ziyade Hafız Esad'ın ihanetinden kaynaklandığını herkes biliyor. Golan'ın bu savaş esnasında İsrail'e hiç savaşılmadan terkedilmesi 1918 yılındaki benzer entrikaların enteresan bir tekrarıydı sadece. Golan'ı bu şekilde sattıktan sonra bütün resmi ideolojiyi Golan'a ağlamak üzerine kuran Hafız Esad'ın Baas resmi ideolojisi I. Dünya Savaşı Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan bütün rejimlerin tipik söylemi ve modelidir. Golan'ın işgali üzerinden kurduğu dramatik resmi söylemi hiçbir zaman İsrail'e karşı bir direniş veya isyan motivasyonuna veya politikasına dönüştürmeyen Baas rejiminin bu resmi söylemi sadece kendi halkını kontrol altına almak üzere işledi. Sadece Suriye'de değil, bütün benzer rejimlerde. O yüzden şehid Seyyid Kutup “Bizim ordularımızın azametine bakarak düşmana karşı kendinizi güvende hissetmeyin. Bu orduların amacı asla düşmana veya İsrail'e karşı savaşmak değil, sadece kendi halklarına karşı savaşmaktır” şeklinde meşhur sözünü söylemiştir. 55 yıl önce bugün gerçekleşen Mescid-i Aksa yangını ise her şeye rağmen Hilafetin ilgasından sonra bütün İslam dünyasında ilk defa bir ümmet cephesini uyandırmıştır. Bu saldırı üzerine harekete geçen Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz, İslam Konferansı'nı toplamış ve bu sayede Hilafetin kaldırılmasından tam 45 yıl sonra ilk defa bütün İslam ülkelerinin, Müslüman olma vasıflarıyla bir konuyu dert edinmeleri mümkün olabilmiştir.
Abdulhamid Han'ın tahttan indirilmesiyle başlayan süreçte, Osmanlı Devleti içeriden ve dışarıdan büyük darbelerle yıkılmış, 24 milyon km²'den sonra, 780 bin km²'lik bir alana sıkışmış memleketimizde İslâmî müesseseler de büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, böylece dîni hayat ve dîni tedrîsat güçlü bir tırpan yemiştir. Tabii ki her şey Allâh Azimüşşân'ın takdiri ve müsaadesiyle gerçekleşmiştir. Cenâb-ı Hâkk: “İdareleri halk arasında belli zamanlara tâyin ettik” buyurmuştur. İnsanların camiye gitmekten korktuğu zamanlardan geçilmiş, Demokrat Parti döneminde ve sonrasında biraz rahatlama olduysa da müslümanlar için sıkıntılı şartlar ve özellikle dîni tebliğ vazifesini üstlenen kişiler için zorluklar devam etmiştir. Her şeye rağmen kalplerdeki îman sökülememiş, müslümanların sayısı azalmamış, aksine artmıştır. Sâmi (k.s.) Efendi Hazretleri 19. yüzyılın sonlarında doğmuş, yaratılıştan gelen hususiyetleri ve bağlı bulunduğu mânevî kaynağın yanında son Osmanlı müktesebâtından da istifâde ederek yetişmiş, etkisi Türkiye sınırlarını çok aşan ve 20. yüzyılın çoğunluğunu kapsayan bir irşad dönemleri olmuştur. Kendilerinin hayatı bu yönden de önem arz etmektedir. En zor şartlar altında bile İslâm'ın yaşanabilir olduğunu, Sünnet-i Seniyye'yi harfiyyen yaşamanın her asırda mümkün olduğunu yaşantılarıyla ispat etmişlerdir. Muhterem Ömer Muhammed Öztürk, otuz yıla yakın Sâmi (k.s.) Efendi Hazretleri'nin hizmetini görmüş, herkesin umre ziyareti sandığı bir yolculukla Hz. Sâmi (k.s.)'un hicret yoldaşı olmuş, nihayet kendisine vasiyet yapılmış, techiz ve tekfin kendisine havale edilmiştir. Hz. Sâmi (k.s.), herkesin aklına kazımak istercesine 1976'dan 1984'e kadar aile içinde ve ihvân huzurunda defalarca şöyle buyurmuşlardır: “Ömer Öztürk benim en emin ihvânımdır. Kendisi mânen vazifelidir. İhvâna kılavuzdur.” (www.esaderbili.com)
Büyük mütefekkir Sezai Karakoç, Osmanlı Devleti'ni bir aslana benzetir ve Sultan Abdülhamid'in, aslanın pençesinin olmadığını bildiğini söyler. Karakoç, bir devletin pençesinin, onun yetiştirdiği entelektüeller olduğunu belirtir. Abdülhamid, Osmanlı'nın bu açığını kapatmak için tedbirler almış, fakat Mekteb-i Mülkiye ve Tıbbiye'de yetişen gençler, kendisini erken yaşta siyaset sahnesine atmışlardır. Dünden bugüne geldiğimizde, bu pençenin varlığını kısa bir dönem hissettik. 1990'lı yıllarda Bülent Ecevit başbakandı; Ali Bulaç ve Fehmi Koru, bir programda konuk olarak Ecevit'e sordukları sorularla tüm ülkede gündem yarattı. Sol kesim ve Kemalistler, İslamcılar okudu ve seviyelerini yükselttiler. "Geri kaldık" ifadelerini kullandılar. Refah Partisi'nin siyaset birikimi ve geleceğe dair ütopyasıyla tanışmam, çocukluk yıllarıma dayanır. O günden beri, bu fikriyatın dünyayı değiştireceğine olan inancım tamdı. 1994-1997 yılları, Refah Partisi ve Türkiye dindar muhafazakârları için altın yıllardı. İstanbul, Ankara ve Diyarbakır büyükşehir belediyeleri kazanılmış, 40 yıllık kültürel birikim sahneye sunulmuş; siyasal devrim, kültürel ve bilimsel tartışmalarla kimlik kazanıyordu. İstanbul'da kültür ve tarih yeniden yazılıyor; bu milletin tarihi, kültürü, edebiyatı, fikir ve siyaseti her ortamda tartışılıyordu. Erdoğan yönetimindeki İstanbul'da yapılan kültür etkinlikleri, tüm Türkiye'den takip ediliyordu. Doğudan batıdankonferansları, sempozyumlar, küçük etkinlikler, Gösteri Sanatları Merkezi'nin sahneye koyduğu tiyatrolar... Geleneğimizin büyülü atmosferi sayılan Beytül Hikme tartışmalarının mekânlara yayılmış hali gibiydi. Bu etkinliklere dünyanın tüm kıtalarından birinci sınıf bilim adamları, siyasetçiler ve sanatçılar katılırdı. Bizler de bu iklimi doya doya solurduk. Bu bereketli yılların ardından, bizzat yönetimini temsil ettiğim ajans tarafında, İlyas Başsoy'un yer aldığı "Kentim İstanbul" projesi, bugünün yerel yönetim anlayışında ütopya sayılacak düzeyde bir etkinkikti.
Uzun zamandır kafamı meşgul eden bir konu vardı: İsrail'in Gazze'de uyguladığı soykırım karşısında İslam ülkelerinin duyarsızlığı. Bu konu, daha bir önemli hale geldi. Arap-İsrail savaşlarından sonra uzun yıllar Arap devletleri, meşruiyetlerini ABD'den aldıkları korumanın dışında Filistin davasına verdikleri destekle sağlıyordu. Hangi devlet başkanı Filistin'e ne kadar yardım etti, kim Filistinlilere ev sahipliği yaptı, kim Arafat'a diplomatik alan açtı; bütün bunlar Arap devletlerinin halklar nezdinde meşruiyetini sağlıyordu. Diğer taraftan, bütün dünyada sağ-sol çatışmalarında ve entelektüel ortamlarda taraf olmanın anlamı; sol Filistin'den yana, sağ ya da ABD'nin safında olanlar İsrail'den yana tutum takınıyordu. ABD'nin Ortadoğu eyaleti olan İsrail, aynı zamanda kurmuş olduğu Siyonist tekelle ABD'nin de yöneticisi. Bu yaklaşımı birkaç cümleyle açmak lazım. Siyonist Yahudiler dünyada finans gücünü elinde bulunduruyor; bu tekel medya ve ticaret tekelini doğuruyor ve bu iki tekel doğrudan ABD siyasetini zapturapt altına alıyor. Bugün Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti'nin kongre üyelerinin %80'i İsrail lobi şirketleri tarafından yönetilip denetlenmektedir. - Kongre üyesi İsrail'e karşı çıkarsa bir daha seçilemez. - Sinema sanatçısı İsrail aleyhine bir cümle kurarsa hayatı kararır. - Ünlü bir şarkıcı Siyonizm çıkarlarına ters gelen bir cümle kurarsa sahne alamaz. - Bir gazete ya da gazeteci Siyonist çete hakkında bilgi veremez. - İsmail Haniye suikastı ile ilgili BBC'de haber yoktu; düşünsenize, dünya bu haberle çalkalanıyor. Ortaçağ'da Engizisyon ve Papalığın kontrol altına almış olduğu Hristiyan kitleler bugün Yahudilerin boyunduruğu altında hiçbir konuda hak sahibi değiller. Müslüman ülkelerin diktatörler eliyle yönetilmesi ve sürekli işgale uğramalarından dolayı ABD ve İsrail sistematik bir şekilde işgali derinleştirirken, özellikle Suudi Arabistan, BAE, Ürdün bu savaşta İsrail'in safına geçmiş durumda ve kendi halklarının ne düşündüğü hiçbirisinin umurunda değil. Osmanlı Devleti bir yıkım ihtimali ile karşı karşıya gelince, devleti var etmek için yeni fikir akımları oluşturmuş; Yusuf Akçura'nın tasnif ettiği üç tarzı siyaset bütün yönleriyle tartışılmış ve taraftar bulmuştur. İslamcılık, milliyetçilik ve batıcılık bugün Türkiye Cumhuriyeti siyaseti içerisinde canlı bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. Zaman zaman birisi, zaman zaman öteki, zaman zaman üçü birlikte siyasetimizde etkili olmaktadır.
Osmanlı Devleti'ne “Gaziler Devleti” lakâbı yakışmaktadır. Zira gazâ anlayışı o zaman kuruluş aşamasında Osmanlı Devleti'ni diğer beyliklerden ayırt eden en mühim unsurdu. Bu sebeple diğer beyliklerde Osmanlılardan bahsedilirken ağızlardan tek bir kelam dökülürdü: “Onlar gazilerdir!” Bu durum gerçekten şaşırtıcıdır. Böyle bir devlet, böyle bir ahlak, böyle bir haslet nasıl oluşmuştur? Bu ahlakta kişiler nasıl bir araya gelmişlerdir? Nasıl şaşırtıcı bir biçimde uzun yıllar devam edebilmiştir? Bu kolay anlaşılacak bir durum değildir. Bunun en önemli izâhı Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselişinde tasavvufi tarikâtların, şeyhler, veliler ve dervişlerin oynadığı roldür. Osman Gazi ve haleflerinin etrafı din adamları ve evliyâlar ile dolmuş daha ilk günlerden itibaren Osmanlı akınları gazâ mahiyetini kazânmıştır. Böylece ortaya bir “Gaziler Devleti” çıkmıştır. Ayrıca Osmanlı padişahları ile gazâ hareketine katılan Türk büyükleri fethedilen her yerde âlimler için medrese, veliler için zaviye ve imâretler inşa ediyorlardı. Bu şekilde ilim ve tasavvuf et ve tırnak gibi birleştirilmiş oluyordu. Selçuklu sultanları için gazilik unvanı nadiren kullanıldığı halde bu özellikleri sebebiyle ilk devir Osmanlı padişahları hep gazi sıfatıyla anılıyordu. Böylece artık Osmanlı sultanları gazi ve orduları da gaziler oluyor ve hiçbir devirde dinî ve askerî kuvvet arasında bu derece bir kaynaşma ve birleşme vuku bulmuyordu. Bu birleşmeyi ve ahengi anlayabilmek için Osmanlı sultanlarının dinî ve edebî yönlerini gözlemek yeterli olacaktır. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Osmanlı Gerçekleri, s.85-86)
Ecdat yadigârı Osmanlı saraylarından biri daha yeniden ihya edildi. Milli Saraylar Başkanlığı'nca yürütülen 6 yıllık titiz bir restorasyondan sonra meşhur Yıldız Sarayı geçen hafta cuma günü ziyarete açıldı. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, açılış töreninde yaptığı konuşmada Yıldız Sarayı'nın yüce Osmanlı Devleti'ne yönelen yıkım hareketlerinin karşısında direnişin sembolü olduğunu vurguladı. Bilindiği üzere bu saray, en büyük faciayı padişahın hal' edilmesiyle birlikte yaşadı. Sultan İkinci Abdülhamid Han, 27 Nisan 1909'da tahtından indirilince büyük bir işgal harekâtına maruz kaldı. Bu çapul harekâtını gerçekleştirenler yabancı bir devletin askerleri değil, Hareket Ordusu'nun bereket düşmanı askerleriydi. Bu korkunç yağma, Tevfik Fikret'i bile çileden çıkardı ve onu şu beyti kaleme almak zorunda bıraktı: Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin Yiyin, yemezseniz bugün yarın kalır mı kim bilir? Bu hakkıdır gazânızın evet o hak da elde bir! Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!.. Yıldız Sarayı'nın yıldızları ikinci bir defa da -ne yazık ki- Cumhuriyet devrinde söndürüldü. Abdülhamid Han'ın 33 yıllık ikametgâhı -maalesef- bir süreliğine de olsa kumarhane olarak kullanıldı. Bu çirkin tasarruf, 12 Ocak 1953 tarihli “İnci” dergisinden Feridun Kandemir imzasıyla ve utanç verici çizgileriyle şöyle dile getirildi: “Yıldız Sarayı Montekarlo'ya Dönüyor” başlığıyla yayımlanan bu yazıyı -buyurunuz- okuyunuz.
15 Temmuz darbe ve ihanet girişiminin yıl dönümü dolayısıyla, bir haftadır Fetullahçı terör ve ihanet şebekesini konuşuyoruz. Bir yandan milletimizin destansı direnişini, diğer yandan şeytanın aklına bile gelmeyecek iblislikleri yapan ihanet şebekesini konuşuyoruz. Bu topraklarda her zaman ihanet edenler var olmuştur. Hainler hep bir önceki ihanetin devamı ve takipçisi oldu. Fetullahçı Terör Örgütü önceki bütün ihanetlerin kokteyli ve zirvesidir. İslamiyet'in doğuşundan bu yana üretilen tüm fitne ve fesatları içinde barındıran, İslam karşıtı en büyük münafık şebekesidir Fetullahçılık. Ülkemizdeki İslam düşmanları, bu münafık şebekesini İslam içindeymiş gibi gösterip, hem Müslümanlara iftira atıyor hem de özde birlikte oldukları Fetullahçı hainleri korumaya çalışıyor. Fetullahçı Terör Örgütü, yöntem itibarıyla bu topraklarda büyük kötülüklere imza atmış, Osmanlı Devleti'nin yıkılışının zeminini hazırlamış, Evangelist misyoner teşkilatının devamıdır, yerli yardımcısıdır. Bu yüzden ABD'de çok üst düzey bir koruma altındadır. FETULLAHÇILIK ‘DİNCİ'DİR AMA O DİNİN İSLAM'LA İLGİSİ YOKTUR! Fetullahçı ihanet şebekesi Türkiye toplumunda varlığını hissettirdiği günden beri, sözde Atatürkçü, Kemalist, sol ve İslam karşıtı çevreler tarafından ‘dinci' diye lanse edilmeye çalışılıyor. Üstelik 15 Temmuz'dan sonra ortaya çıkan İslam karşıtlığına ve Hıristiyan ve Yahudi dünyasının koruma girişimlerine rağmen, bu söylem hâlâ devam ettiriliyor. Evet, Fetullahçılık ‘dinci'dir ama o dinin İslam'la bir ilgisi yoktur. Fetullahçılığı İslam ile ilgili tarikat ve cemaatlerle bir tutup, özde İslam'a düşmanlık yapıp, perde arkasında FETÖ'yü gizlemek isteyenler var. Bir kısmı bunları cahilliğinden yapıyor olabilir. Ancak bir kısmının kasıtlı ve bilerek yaptığı gerçeğini bilmemiz gerekir. 28 Şubat sürecinde Fetullah'ın etinden-sütünden yararlanarak, Müslümanlara en büyük kötülüğü yapanlar, bugünlerde Fetullahçı Terör Örgütü'nü dinci bir yapılanmaymış gibi göstererek, geçmişlerini gizlemeye çalışıyor. Fetullah'ın ne olduğunu en iyi onlar biliyor. Çünkü birlikte aynı amaca hizmet ediyorlar. Fetullahçılar dincidir, doğru. Fetullahçılar sapkındır, o da doğru. Firari FETÖ'cü işadamı Mehmet Eldem'in anlattığına göre, örgütlerinin başına gelecekler 1000 yıl önce İzmir'de yazılan İncil'de yer alıyormuş. Papaz mı bilmiyoruz, Paul adında biri söylemiş bunlara. Meseleyi Fetullah'a söylemişler. Fetullah da söz konusu İncil'in yan binadaki kütüphanede olduğunu söylemiş. Sonra Paul ile Jerald'ı Fetullah'ın huzuruna çıkarmışlar. Fetullah da Jerald'a ayakkabılarını hediye etmiş. Jerald da ayakkabıları ayağına değil kafasının üstüne koymuş.
I. Dünya Savaşı'nın bitişinden sonra İngiltere'nin, Fransa'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin etkisi dışında kalan bir kara parçası neredeyse kalmamıştı. Dünya uçtan uca Batı sömürge imparatorluğu tarafından işgal edilmişti. İslam dünyası büyük oranda Osmanlı topraklarından oluştuğu için Osmanlı Devleti'nin dünya savaşında yenilmesi ve nihayetinde teslim olması, hâkimiyeti altındaki toprakların bütünüyle sömürge toprakları hâline gelmesine neden oldu. Batılı devletler, kendi çıkarlarını merkeze alan sömürgeci bir dünya düzeni kurdular. Kendileri için bu dünya düzeni gelişmiş, kalkınmış ve refah içinde yaşayan Batılı milletlerin göz kamaştırıcı bir atmosferiydi. Ancak Batılı devletlerin kurdukları bu büyülü atmosfer, kendileri dışındaki tüm ülkelerin sömürülmesine ve baskı altında tutulmasına bağlıydı. Batı sömürge imparatorluğu, bazı ülkeleri doğrudan sömürge hâline getirirken diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmekle yetindi. Yine birçok devletin yönetici seçkinlerini kontrol altında tutarak işgal masrafı yapmadan ilgili devletleri kendi çıkarları için sömürmeye devam etti. II. Dünya Savaşı, İngiltere ile Fransa'nın zayıflamasına sebep olduğu için birçok kıtada bağımsızlık hareketleri baş gösterdi. Görünüşte bağımsızlığını kazanan ülke sayısı her geçen gün artıyordu. Fakat bağımsızlık savaşlarından sonra da kurulan yönetimler üzerinden Batının sömürgeci tahakkümü devam etti. Türkiye, bağımsızlığını I. Dünya Savaşı'ndan sonra kazanabilmiş birkaç ülkeden biriydi. İmparatorluk toprakları kaybedilmiş, Anadolu'da Misak-ı Millî dediğimiz sınırların bir kısmı da dışarıda bırakılarak bağımsız bir devlet kurulmuştu. Bugünden geriye doğru baktığımızda Batılı devletlerin hiç de beklemediği bir güce ve 13 milyonluk bir nüfustan 80 milyonluk bir nüfusa ulaşmış bir ülke ortaya çıktı.
Son yüz yetmiş yıldır Müslümanların küfür ve kafir kelimeleriyle başı hoş değildir. Zira Batıcı, laikçi, demokrat, liberal, muhafazakâr… vb. görüşlerin sahipleri küfür ve kafir kelimelerini “köşeli kelimeler” olarak ilan etmişler, Müslümanlar da -bu çevrelere yaranmak için demeyelim- “toplumsal barışın korunması” için o kelimeleri kullanmaktan kaçınmışlardır. En sıcak gündemimiz olarak ABD-İsrail güçlerinin Gazze'deki soykırımına karşı, vicdan sahibi Batılıların gösterdikleri fiili tepkilerle birlikte, o “başı hoş olmama” durumunun daha da belirginleştiğine, hatta sosyal medyada Batı'dan verilen kimi uç örneklerle “Bunun tavrı mı daha Müslümanca yoksa bizimki mi?” sorusu eşliğinde küfür ve kafirlik gerçeğinin çok daha gerilere itilmek istenildiğine tanık oluyoruz. Küfür, kafir ve diğer ilgili kelimelerinin manası için Tehânevî'nin yakın zamanda Ketebe Yayınları arasından çıkan Keşşaf'ına uğradıktan sonra, söz konusu tutumla ilgili, önceden vuku bulmuş kaydî bir itirazı da bu vesileyle iletelim. Tehânevî, mezkûr kelimeler için Şerhu'l-Makâsıd'dan şunları aktarmıştır: “Kâfir imanını izhar ederse münafıktır. İmandan sonra küfrünü izhar ederse mürteddir. Şayet ulûhiyette ortak kabul ederse müşriktir. Şayet neshedilmiş dinlerden ve kitaplardan birini kabul ederse kitâbî adını alır. Eğer zamanın (dehr) kadîm olduğunu ve hâdislerin ona dayandığını söylerse dehrîdir. (Âleme müdahil olan bir) Yaratıcı'yı (el-Bâri) olumlamazsa muattıladandır (yani deisttir). Hz. Peygamber'in peygamberliğini itiraf etmekle birlikte ittifâkla küfür olan inançları dile getirirse zındıktır.” Kayda giren itirazın sahibi ise Mehmet Maksudoğlu Hocamızdır. Osmanlı Devrinde Tunus adlı kıymetli çalışmasının önsözünde şunları yazmıştır: “(Kitabımda) Avrupalı, Frenk, Cenova'lı, Venedikli, Fransız kelimeleriyle birlikte veya bu kelimeler yerine bazen kâfir kelimesini kullandım. Kâfire ‘kâfir' demek, 1856 yılında Islâhat adı verilen düzenleme ile YASAK EDİLDİ. Islâhat, kültür hayâtımızda(ki) ikinci depremdir. İlk deprem, Tanzimât (1839) hareketidir. Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) ileri gelenlerden, yapılması gereken yenilikler için ‘lâyiha' denilen rapor/öneriler almıştı. Tanzimat'ı ilân eden 16 yaşındaki Abdulmecid'i ise, Avrupa'lı kâfirlerin maşası olan, mason Mustafa Reşid Paşa, GİZLİ GÖRÜŞMELERLE ikna etmiş, Tanzimât böyle ilân edilmiştir. Osmanlı Devleti, Kavalalı yüzünden çok zor duruma düşmüştü; 1826'daki Vak'a-yi Hayriyye'den sonra yeni kurulan, tecrübesiz Osmanlı ordusunu yenip Osmanlı mülkünün yarısına hâkim olan Kavalalı kuvvetleri, Avrupalı emperyalistler durdurmasa idi, İstanbul'u da alabileceklerdi. Ya Devleti yöneten hânedân değişecek yahut Devlet arazisi ikiye bölünecekti. Avrupa kamuoyunu kazanmak gerektiğini Mahmûd Celâleddin Paşa Mir'ât-ı Hakikat adlı kitabında belirtir. Böylece, Tanzimat, en olumsuz şartlar da -Avrupalıları memnun edecek şekilde- bir emr-i vâki olarak ilân edildi.
TBMM Halkla İlişkiler binasına girdiğim bir sırada eski gazeteci ve MHP Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcılığı yapmış Nazif Okumuş ile karşılaştım. Kendisi ile bugüne kadar yüz yüze bir görüşmemiz olmamıştı. Bu nedenle selamlaşıp ayrılmak niyetindeyken Nazif Okumuş yanıma gelerek nezaketle yazılarımı beğenerek okuduğunu belirtti. Ancak ayak üstü yaptığımız görüşmede son yazımda belirttiğim gibi Başkan Erdoğan'ın ABD Başkanı Biden ile görüşme randevusunun bizzat Erdoğan tarafından iptal edildiği yazıma CHP milletvekillerinin tamamı nasıl karşı çıkmışlarsa Nazif Okumuş ta karşı çıkmıştı. Şahsım olarak TC Devlet Başkanı Erdoğan'ın ABD Başkanı Biden ile ilk defa yüz yüze yapılacak bir görüşme davetini ABD Başkanı yapmasına rağmen Başkan Erdoğan'ın iptal etmesini nedenleri üzerinde durmak isterken Nazif Okumuşun bu fikrime ve yazıma karşı çıkması ve iptalin ABD Başkanı tarafından yapıldığı iddiasında ısrar etmesi üzerine randevuya gecikmemek ve bir neticeye varmamızın mümkün olmadığını görerek Nazif Okumuş'tan izin isteyerek ayrılmıştım. Zira yaptığım araştırmalarda görüşmenin iptali konusunun Türkiye'den mi yoksa Amerika'dan mı geldiği konusunda tüm medya dünyasının kafası karışmış durumda. Ancak Reuters Haber Ajansı'nın görüşmenin ertelenmesinin Türk tarafından geldiğini, açıklaması da önemli sanırım. Başkan Erdoğan'ın son konjonktürde İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği özellikle çocuk ve kadınları hedef alan katliam ve soykırımları karşısında davaya müdahil olunması ve yine İsrail'i ekonomik olarak dumura uğratan İsrail ile ticareti tamamen kesilmesi karşısında Başkan Erdoğan'ın bu süreçte anormal bir durum olmadıkça Biden'den davet gelse de bu görüşme talebine sıcak bakmayacağını düşünüyorum. Zira Gazze kasabı Netenyahunun arkasında azmettirci ABD Başkan Biden olduğunu tüm dünya biliyor. MUHALEFET MEDYASI'NDA TAM KAOS VAR? Muhalefet medyasında 9 Mayıs'ta Başkan Erdoğan ve ABD Başkanı Biden ile 9 Mayıs'ta yapılması planlanan görüşmenin Biden tarafından iptal edildiğine yönelik tam bir mutabakat var. Başkan Erdoğan'ın HAMAS'ı Ulusal Kurtuluş hareketi' olarak tanımlayan ve Kuva-yi Milliye'ye benzeten açıklaması ve Haniye ile verdiği görüntüler ABD Başkanı BİDEn'i kızdırmış ve bu nedenle Biden 9 Mayısta yapılacak görüşmeyi iptal etmiş yönündeki iddialar ciddi anlamda dillendiriliyor. Diğer asparagas bir iddia ise Amerikan Başkanı Biden'in böyle bir daveti olmadığına yönelik kara propaganda kokan iddialar da söz konusu? Ancak muhalefet medyasından sayabileceğimiz Ceyda Karan gerek ABD gerekse Türkiye tarafından resmen deklere edilmiş bir toplantı olmadığını belirterek son konjonktürde özellikle ABD Başkanı Biden'in herhangi bir resmi deklere olmadan Mısır Devlet Başkanı SİSİ ile görüşmesi bu duruma örnek veriliyor. Ancak Ceyda Karan'ın Erdoğan Biden görüşmesi ile ilgili Amerikalı bir yetkilinin 9 Mayıs'ta yapılacak görüşmeyi dile getirdiği konusu Türkiye'ye atılmaya çalışılan iftirayı da gözler önüne seriyor. Reuters Haber Ajansı'nın görüşmenin ertelenmesinin Türk tarafından geldiğini, açıklaması da önemli sanırım. OSMANLI'NIN ‘'ASLANLI PAŞASI'' ABD'Yİ VERGİYE BAĞLADI DÜNYADA TARİHE GEÇTİ İLKİ BAŞARDI! Osmanlı Devleti tarihin en önemli imparatorluklarından biri olarak uzun yıllar boyunca dünyada ‘Süper Güç' olarak yer aldı. Osmanlı Devletinin cihana nam salan sultanları gibi kudretli paşaları da vardı. Onlardan biri de Aslanlı ‘Paşa olarak bilinen Cezayirli HasanPaşaydı. Cezayirli Hasan Paşa
23 Nisan, Türk tarihindeki önemli dönüm noktalarından birisidir. Osmanlı Devleti'nde Tanzimat dönemiyle başlayan modernleşme yolculuğu Meşruti Monarşiyi doğurmuş, Türk milleti sandıkla ilk kez o günlerde tanışmış, ülke yönetimine katılım göstermişti. Ardından 2. Abdülhamid'in meşrutiyeti ilgasıyla 30 yıllık bir istibdat devri yaşanmış ve hürriyet fikirleri için gizli örgütler kurulmuştu. Birçok cemiyetin birleşimiyle ortaya çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908 yılında meşrutiyeti tekrardan ilan ettirmeyi başardı. Fakat 2. Meşrutiyet Devri, beklentilerden uzak, pek çok sorunun ortaya çıktığı bir dönem olarak tarihe geçti. Trablusgarp Savaşını takip eden günlerde Balkan Savaşı patlak vermişti. Kısa bir süre sonra 1. Dünya Savaşının çıkmasıyla Osmanlı Devleti savaşa dahil olmuş ve 4 yıl süren mücadelede, devlet adına felaketle sonuçlanmıştı. Mondros'un Mütarekesinin ardından başlayan Milli Mücadele, Mustafa Kemal'in önderliğinde milli bağımsızlığı arzuladığı gibi milli egemenliği de geri dönülemez şekilde perçinleyecek ve Türk milletinin iradesinin ebediyen temsil edilmesini sağlayacaktı. Size Tanzimat Dönemiyle başlayan bu uzun soluklu yolculuğu anlatmaya gayret ettim. Umarım beğenirsiniz. --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/tarih101/message
Yedi risalesinin “Buhranlarımız” adıyla kitaplaştırıldığı yıla (1918/1919) göre, Said Halim Paşa'nın -önceki yazımızda naklettiğimiz şekliyle- İslamlaşma / İslamlaştırmaya yüklediği mana, fert olarak Müslüman kalma ve Müslüman ferdin çevresindekilerin Müslüman olarak kalması konusundaki açık bir “gayrete” işaret ediyor. Bu kelimelerine karşılık olarak Merriam-Webster's (2003), İslamizm (İslamiyet, Müslümanlık; 1747), İslamize / İslamization (Müslümanlaştırma, Müslümanlaşma; 1846) kelimelerine yer verirken, İslamofobya'ya yer vermiyor. Al-Mavrid (2003) ise daha cimri davranarak sadece İslam, İslamic ve İslamizm kelimelerini gösteriyor. İslamofobya onda da henüz yer bulmuyor. Bunlardan “gayret” vurgumuza tekrar dönecek olursak, geçmişte İmam Gazzâlî, İbn Teymiyye, Şah Veliyyullâh Dihlevî, Hasan el-Bennâ ile Mevdûdî'nin ve sonraki birçok müceddidin ilim ve eylemlerinde somutlaşan bu gayretin, ferdî inanç ve eylem esasında kendindenliği aşikardır. Zira kendi istidatları ve imkanlarıyla kayıtlı olarak her Müslüman “Emri bi'l-Ma'rûf nehyi Ani'l-Münker” prensibine tabidir. (Bkz.: Sema Yiğit, Erken Dönem Kaynaklarda Maruf ve Münker, KURAMER Yayınları) Ancak Maruf ve Münker kelimeleriyle çerçevelediğimiz söz konusu gayret yukarıda isimlerini zikrettiğim ve bunların yolunu izleyenden ibaret değil. Aynı gayreti taşımayan Müslümanlar olduğu gibi, zikrettiğimiz şekliyle o gayreti “kırmak” isteyen kafirlerin de bir gayreti var. İşte bu menfi gayret nedeniyledir ki, İslamlaşma gayretini kendi inanç ve şartlarındaki doğallığından koparmaya çalışanların güç, kültür ve imkân bakımından da daha yetkin olmalarıyla, fiili bir savaştan önce kelimelerin savaşına tanık oluyoruz. “Bana ‘İslamcı' dediklerinde, ister Meşrûtiyet dönemindeki manasında İslamcılık ile kendi davam ve konumum arasında bir aynılık ve aidiyet ilişkisi kuramıyorum.” diyen Hayreddin Karaman'ın, günümüzle kayıtlı olarak vardığı şu sonuç, bizzat tanığı olduğumuz “savaş”ın sebebi olarak öne çıkıyor: “Şimdilerde benim ilk işaretlerini almaya başladığım bir değişim ve gelişim var. Bu değişim, İslamcılık anlayış ve uygulaması alanında gerçekleşiyor ve İslâmcılığın yaygın anlamından ‘benim İslâmcılık tanımlamam'a doğru seyrediyor. İslâm ile siyaseti ve ideolojiyi aynılaştıranlar, İslâm'ın siyaset ve ideolojiyi aştığını bilmeyenler bunun hatalı olduğunu anlamaya başladılar. Türkiye'de siyasetin kendi kuralları, kadroları ve söylemi ile; ‘İslâmcılığın, Müslüman kalma ve yaşama mücadelesi'nin de kendi mâhiyetine ve amacına uygun kurallar, söylemler, yöntemler ve kadrolarla yapılması gerektiği anlayışına doğru bir gelişmenin rüzgârını hissediyorum.” (İslami Hareket Öncüleri 1, İz Yayınları) Karaman'ın vardığı bu sonucu Cezayir, Mısır ve Tunus'taki İslami Hareketlerin demokratik mücadele içinde elde ettikleri siyasi kazanımları, Batılı ülkelerin fiili ya da dolaylı müdahaleleriyle kaybetmeleri üzerinden okuduğumuzda, Müslümanların İslamlaşma gayretinde yaşadıkları handikapların düzeyini de görmüş oluruz. Bu bağlamda, Batı'nın İslam düşmanlığının tam adı olarak bugünkü İslamofobya'nın karşısında konumlandırdığı İslamcılığı, Müslüman halklarla topyekûn bir çatışmaya girmeme adına yumuşatmak için “siyaset” ekiyle -Siyasal İslamcılık- yeniden bir ayrıştırmaya tabi tutmasından da görüleceği üzere kelimelerin savaşı fiili savaştan çok daha etkili olarak varlığını sürdürüyor. İlhan Kutluer'in “İslâmcılık hareketi, modern Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası aleyhinde oluşturduğu tehditlere etkili bir karşı koymanın ancak modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşa etmekle ve dinin kılavuzluğunda gerçekleşecek bir modernleşme ile mümkün olacağı fikrine dayanır; bu modernizm anlayışı, İslâmcılığı İslâm dünyasında ortaya çıkan birçok benzeri akımdan farklı kılan önemli bir ayıraçtır. (…) Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü zaaftan kurtarılması ve bekasının temini için ‘İslâmî bir rönesans'ın gerçekleşmesini sağlama düşüncesi aynı yaklaşımın sonucudur.”
Birçok Türk aydını gibi senelerdir Osmanlı Devleti'nin duraklama ve gerileme meselesi üzerine kafa yoruyorum. Özellikle İbn Haldun'un yazıları üzerinden medeniyetlerin yükseliş ve düşüş eğrileri üzerine okumalar yapıyorum. Din eğitimi alanında yüksek lisans eğitimi alırken daha çok bilim tarihi alanında çalıştım. Yüksek lisans eğitimimi “Osmanlı Medreselerinde Matematik ve Fen Bilimleri Eğitimi” başlıklı tezimle tamamladım. Bir medeniyetin diğer medeniyetler karşısında neden ve nasıl yükselişe geçtiği sorusunun onlarca cevabı vardır. Fakat iki kritik başlığın bu cevap kümesi içerisinde özellikle öne çıktığını düşünüyorum. Bunlar, • Yeni fikirlere açıklık, • Alıcılık ve kabullenme. Yine durgunluğun ve gerilemenin de onlarca sebebi olsa da en güçlü etkenlerin şunlar olduğunu düşünüyorum: • Her türlü düşüncenin sıradanlaşması, • Amaç ve misyon birliğinin ortadan kalması, • Yeni fikirlere ve yeni önerilere kapalılık. Eski Yunan'da, eski Roma'da, Mâverâünnehir'de, Şam'da, Bağdat'ta, Endülüs'te veya İstanbul'da medeniyetlerin yükseliş ve düşüş evrelerine gözlerimizi çevirdiğimizde bu etkenlerin ne denli önemli olduğunu görürüz. Avrupa şehirlerinin her birinin hikâyesine baktığımızda bir medeniyetin neden bütün ilham kaynaklarına sırtını döndüğünü, diğerinin nasıl her yeni fikri heyecanla sahiplendiğini anlarız. Böylece bu düşüşlere ve yükselişlere zemin teşkil eden zenginlik ve adalet unsurlarının önemini gözden kaçırmayız. Pîrî Reis, Osmanlı Devleti'nin yükseliş dönemini anlattığı eserinde “İtalya'da hazırlanan bir haritanın bize ulaşması iki ülke arasındaki mesafenin kat edildiği süre kadardı” diye yazıyor. Yani dünyanın bir bölgesinde bir harita çiziliyor ve hemen yükselişte olan medeniyete doğru yola çıkıyormuş. Büyük İskender sefere çıkarken hocası Aristoteles hastadır. Kendisi, devlet yönetimi ile ilgili tavsiyelerini sefer öncesi İskender'e verir. Daha sonra bu notlar, İbn Arabi'ye ulaşır ve kendisi bu notları yeniden yorumlayarak devlet yönetimini ele alan Tedbirat-ı İlahiyye adlı eserini kaleme alır.
Türkiye'de esnaf sadece esnaf değildir. 1071 sonrası Anadolu'yu bize yurt yapan esnaftır. Selçuklu'yu büyüten, Osmanlı cihan devletini kuran esnaftır. Üzerinde yaşadığımız toprakları İslâmlaştıran ve bugüne kadar da Müslüman kalmasını sağlayan esnaftır. Bizde esnaf sadece alıp satan kişi değildir. Türk ve İslâm şehrini kuran, imar eden, güvenliğini sağlayan, savunan, huzurunu ve refahını temin edendir esnaf. Esnaf, toplumun edebini, ahlakını muhafaza edendir. Esnaf zengini denetleyen, fakiri gözetendir. Esnaf, milleti bir ve beraber tutandır. Esnaf, insanın sınırsız ihtiyaçlarının karşısına kanaati koyan, hırs ve tamahı tatminle bastıran, açgözlülüğe karşı bereketi savunandır. Esnafın, fütüvvet ruhuyla kurduğu Ahilik teşkilatı, sadece ayıplı üretimi engellemekle, terazinin ayarını muhafaza etmekle, ticarette hakkı ve ahlakı yüceltmekle kalmamış; milletin aslını, özünü, ruhunu korumuş, gerektiğinde teraziyi bırakıp kılıç kuşanmış, gerektiğinde otoriteye “Seni kılıcımızla düzeltiriz” diyebilmiş, gerektiğinde arabulucu olup meselelerin suhuletle çözülmesini sağlayan hakem olmuş, dükkânını, imalathanesini koruduğu kadar gerektiğinde sokağını, caddesini, mahallesini gözeten bekçi vazifesi görmüştür. Osmanlı Devleti esnafı ve Ahi teşkilatını her ne kadar iktisat sınırlarında tutmaya çalışsa da, esnaf, Ahi kültürüyle, zerrelerine nüfuz etmiş Ahi ruhuyla günümüze kadar kanaatin, bereketin, adaletin, birliğin, vatanseverliğin, en çok da bu toprakların özü olan Müslümanlığın muhafızı, taşıyıcısı olmuştur.
Tarihçilerin anlattığına göre 1389 yılındaki Kosova Muharebesi, bir imparatorluk olma yolunda hızla ilerleyen Osmanlı'nın en zorlu duraklarından biri olmuştur. Kalabalık bir Balkan ordusu ile 8 saat boyunca kılıç şakırdatan Osmanlı açısından savaşın dönüm noktası, o sıralarda yaman bir şehzade olan Yıldırım Bayezid'in bütün savaş alanını sağdan sola geçerek o esnada zor durumda bulunan ordunun sol kanadını toparlaması olmuştur. Malumunuzdur. Bir Sırp suikastçısı, savaş bittikten sonra Murat Hüdevandigar'ı hançerlemiş, padişah savaş meydanında ruhunu teslim ederek şehit düşmüştür. Rivayet odur ki, son nefesinden hemen önce oğlu Yıldırım'a tavsiyeler veren, ardından kelime-i şahadet getiren Murat Hüdevandigar'ın ölmeden önceki son sözü “Attan inmeyesüz” olmuştur. Murat Hüdevandigar, şüphe yok ki bu son cümlesini büyük bir tecrübenin içinden söylemişti. Dedesi Osman'ın tabiri caizse “bir evlek” olan topraklarını babası Orhan sadece 33 yılda Ankara'dan Rumeli'ye değin genişletmişti ve bunu “attan inmeden” başarmıştı. Murat Hüdavendigar ise, 30 yıl süren saltanatında Osmanlı Devleti'nin sınırlarını Antalya'dan Macaristan'a uzanan geniş bir araziye yaymıştı. Tabii ki “attan inmeden…” Bunu biraz geriden alayım. Biz, yani başta Osmanlı olmak üzere tüm Müslümanlar attan ineli beri, merhameti de, vicdanı da, adaleti de başkalarından arar hale geldik. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, Cenevre Sözleşmesi'nin, Birleşmiş Milletlerin, Lahey'in, Brüksel'in merhametine kaldık geldiğimiz nokta itibarıyla. Mesele sadece bununla kalsa “neyse” deyip geçeriz belki de ama mesele sadece bununla sınırlı değil. Attan indik ineli, düşmanlarımızın asla mağlup edilemeyeceğine dair bir tutukluk, eziklik, cesaretsizlik biçimi de geliştirdik. Üstelik bunu, düşmanlarımızla mücadele etmenin değil de onları yenmenin üzerimize farz olduğunu düşünerek, bu zihinsel sapmayı da ta iliklerimize kadar hissederek hayata geçirdik.
Her birimiz imparatorluk kaybetmiş dedelerin torunlarıyız. Birçok yaşlımızın hikâyesi Galiçya Cephesinden başlayıp Gazze, Bingazi, Yemen, Sarıkamış, Balkan Savaşları ve emperyalistler tarafından işgal edilmiş Anadolu topraklarının geri alınması için yürütülen Kurtuluş Savaşı ile son biter. Bu hikâyelerin her birinde dedelerimizin büyük kahramanlık destanları mevcuttur. Bu millet, büyük bir imparatorluğu ve dünyanın üçte biri sayılan toprakları kaybetti. Bu bir nesil için ne büyük bir acıdır... Özellikler Osmanlı aydını, Balkanların Osmanlı Devleti'nin elinden çıkmasına inanmak istememiş, durumun bir kâbus olduğunu düşünmüştür. Nasıl inansınlar ki? Osmanlı Devleti bir Balkan devletidir ve bugünkü Anadolu toprakları Balkanlardan sonra devletin bir parçası olmuştur. BAYRAK DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKAR MI? Çocukluğumuzda, tarihle Osmanlı ile büyük padişahların Batı'ya dönük başarılı seferlerini ve savaşlarını anlatan bir dil vardı. Bu geçmiş hikâyelerden güç almanın adı ‘hamaset' olarak kavramsallaştırılmıştı. Heyhat diye başlayan cümleler kurulur, Batılılaştırılmış ve köleleştirilmiş aydınlar tarafından dudak bükülerek karşılanırdı bu çaba. Elinizde hiçbir şeyiniz kalmamışsa tarihe sığınmak elbette ki kaçınılmazdır. Ve millet olarak o kadar aşağılanmış ve köleleştirilmiş bir durumla karşı karşıya kalmıştık ki acaba eski devirlerde bu büyük başarıları ve dünyanın sayılı imparatorluklarını bu millet mi kurmuştu yoksa bu da bir ham hayalden mi ibaret diye kuşkuya düşmüştük. Her milletin bir kültürü, tarihi ve inanç değerleri vardır. Her millet bu değerlerle yaşar. Batı sömürge imparatorluğu, kurmuş olduğu baskın eğitime ve kültür emperyalizmine dayalı bir fırtına estirdi ki Afrika köleleri gibi herkes varlığını inkâr edecek duruma düşürüldü. Ancak 1970'li yıllarda, iki yüzyıldır süren emperyalist işgal karşısında Garp âşıklarına karşı milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcılar arsında bir uyanış başladı. Bu uyanış ve adım adım siyasal karşılık bulmaya başladı. Refah Partisi'nin sağlam fikriyatı, güçlü lideri ve sömürge imparatorluğunun bütün ülkeler için biçmiş olduğu kefeni yırtmaya çalışan, bu teslimiyete meydan okuyan çabaları, sahte, Batıcı, içeriksiz siyasete meydan okudu. Aynı parti, İBB seçimlerini kazanarak ne denli bir başarı ortaya koyacağını ispat etmişti.
Anadolu'da Osmanlı Devleti'nden önce bir başka devlet, Türkiye Selçukluları hüküm sürmüştür. Bunlar, haçlı ordularını perişan etmiş, Bizanslılar'ı yenilgilere uğratmışlardır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin dünyadan ecelleri ile, yahut suikast neticesinde veya savaşlarda şehid düşerek ayrılan sultanları, devletin başkenti Konya'nın meşhur Alâeddin Tepesi'ndeki Selçuklu hanedanına mahsus türbeye defnedilirlerdi. Türbede 19. asrın son senelerinden itibaren defalarca restorasyon yapılmış ama tamirler pek bir işe yaramamış, Selçuklu mimarisinin nefis bir örneği olan mekân gün geçtikçe daha da perişan hâle gelmişti. Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı, türbede 1943 ve 1944'te yapılan restorasyonlar sırasında mezarların açıldığını, kemiklerin karmakarışık halde çuvallara konup bir köşeye bırakıldığını, köpeklerin çuvalların içindekileri kaptıklarını ve kemiklerin ertesi gün Alâeddin Tepesi'nin değişik yerlerinden toplanıp sandukalara karışık şekilde konduğunu yazmıştır. Konya'da mezarların açılması ve kemiklerin dört bir yana saçılması hadisesinin bir benzerini sekiz asırdan fazla bir zaman önce de yaşamıştık ama arada ufak bir fark vardı: O zaman mezarları açanlar biz değildik, Haçlı ordularıydı! Şimdi, yapılması gereken tek bir iş vardır: Beden bütünlüklerine kavuşturulan Selçuklu hükümdarlarının ve diğer hanedan mensuplarının toprakla buluşmaları. Unutmayalım: Osmanlı padişahları tarihimizde ne kadar mühim yer işgal ediyorlarsa, kemiklerine vaktiyle büyük saygısızlık ettiğimiz bu hükümdarlar da Türkiye'nin aynı makamında oturmuşlardır! Dolayısı ile kendimizi bu hükümdarların ruhlarına ve hatıralarına affettirebilmemiz için eski mekânları olan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün restore ettiği Alâeddin Tepesi'ndeki türbede toprağa verme ameliyesini biran önce en üst düzeyde devlet töreni ile ve bütün dinî gerekleri yerine getirerek yapmak, bugün bizim için artık bir vecibedir! (www.haberturk.com)
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Batı dışı toprakların tamamı Batılılar tarafından işgal edildi. Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü topraklardan işgale uğramamış bir karış toprak kalmamıştı. Savaş sonrası kurulan düzen bir İngiliz-Fransız düzeniydi. Osmanlı Devleti'nin terk ettiği topraklar sömürgeci devlet tarafından pay edilmişti. II. Dünya Savaşına kadar kurtuluş savaşı vermiş ülke Türkiye ve Mısır, işgal edilmemiş ülke ise Afganistan'dı. Batı sömürge imparatorluğu kendi milletinin refahını planalarken diğer milletlerin de sefaletini planlamıştı. Batı dışı toplumlar ya sömürgeleştirilmiş ya da yarı sömürge haline getirtilmişti. Bu sömürge düzenini kurmuş oldukları eğitim sistemi, yönetim tekeli, teknoloji tekeli, finans tekeli gibi tekellerle sayesinde yönetimleri ellerinde tutmaya devam ettiler. Çin bir devlet olarak teknolojik ürünleri taklit edip seri ürünler üretene kadar dünyada teknoloji tekeli kırılmamıştı. Bununla birlikte Batı desteği olmadan kalkınmasını bağımsız bir şekilde devam ettiren, üç ülke ortaya çıktı; Çin, Türkiye ve Meksika. Japonya, Güney Kore ve Tayvan doğrudan ABD desteklidir. Türkiye bölgesel güç olarak tekin bir ülke değildir. İmparatorluk geçmişi olan bütün ülkeler için geçerli olan yüksek potansiyel, ülkemiz için kat be kat fazladır. Milletin kendi tarihini, geçmişini ve gücünü hatırlamasının ne büyük devrimlere kapı aralayacağını bütün sömürgeciler bilmektedir. PKK'lı teröristler 90'lı yıllarda sürü halinde karakolların dibine kadar gelip Mehmetçiklerimizi şehit ederdi. 2008 yılında meydana gelen bir terör saldırısında, ilgili komutan golf oynadığı için hazrete bilgi saatler sonra ulaşabilmişti. Ertuğrul Özkök köşesinde komutana serzenişte bulunmuş ve en azından söz söyleyebilmişti. Çünkü o dönemlerde vesayete laf etmek fermana mahsustu. “Olmadı Paşam. Lamı cimi yok. Orada şehit cenazeleri gelirken, Antalya'da golf oynamaya devam etmeyi kimseye anlatamazsınız. Sanmayın ki, bu sadece marjinal gazetelerin tepkisidir. Bize de anlatamazsınız. Üstelik golf. Sporların en papyonlusu. En monşeri. Sanmayın ki futbol oynamaya devam etseydiniz anlatabilirdiniz.” Sömürgeciler her dönem Türkiye'yi potansiyelinden uzak tutmak için büyük çaba gösterdiler. Sanayi, kalkınma, zenginlik ve misyon sahibi bir ülkeye dönüşmemesi için siyasi istikrarı yok etmek için büyük emekler verdiler. 12 Eylül öncesinden FETÖ darbe girişimine kadar izlek takip edilebilir.
Büyük şairimiz Mehmed Âkif Ersoy her yıl aralık ayının son haftasında -ölüm yıl dönemi olması dolayısıyla- hayırla yad ediliyor. Çeşitli kuruluşlar onun hakkında anma ve hasret giderme programları düzenliyorlar. Bütün bu kültürel faaliyetler ise, milletimizin merhuma duyduğu muhabbeti canlı tablolar halinde gözler önüne seriyor. İçinde bulunduğumuz 2023 yılının Aralık ayı İstiklal Marşı şairimizin vefatının 87., doğumunun da 150. seneyi devriyesidir. Ve bu vesileyle o büyük insan bir kere daha Türk milletinin yine hayır dualarıyla yâd edilmiştir. Âkif, başta İstiklal Marşı olmak üzere diğer bütün eserleriyle büyük bir hizmette bulunduğu için bu hatırlayış ilanihaye devam edecektir. Bu girizgâhtan sonra belirtmek isterim ki, Kur'an şairi Mehmet Âkif, hakkında en çok araştırma yapılan, en fazla eser yazılan bahtiyar insanlardandır. Vefatından bu yana 87 yıl geçtiği halde onun hakkında hâlâ yeni keşiflerde bulunuluyor. Bilinmeyen şiirleri, duyulmayan hatıraları, ulaşılamamış yazıları gün ışığına çıkıyor. İtiraf edeyim ki, Âkif'imizin bu minval üzere kaleme aldığı şiirleri ve bir takım hatıra kırıntılarını okumaktan büyük bir zevk duyuyorum. Öyleyse birkaç örnek vereyim: Geçen gün 15 Nisan 1959 tarihli “Tarih- Coğrafya Dünyası” isimli derginin sayfalarını çevirirken böyle bir keşifte bulundum. “Mehmet Âkif'in Bilinmeyen Şiirleri” başlığıyla ve Şeref Ergenekon imzasıyla yayımlanan yazıda Âkif'in büyük şairliğinin yanı sıra aynı zamanda tam bir fikir adamı olduğu da vurgulanıyor. Ayrıca o temiz ruhlu, heyecanlı ve son derece vatansever bir kimsedir. Bu memleketin taşına, toprağına kalbini bağlamış içli bir şairdir. Yurt parçalarının her kopuşunda, milletimizin kara günlerinde hiçbir şair onun kadar gözyaşı dökmemiştir. 1894'te daha yirmi bir yaşındayken Baytar Mektebi'ni birincilikle bitiren şairin bir süre sonra, Rumeli'de baytar müfettişi olarak görev yaptığı görülüyor. Osmanlılara bağlı bir emaret olarak idare edilen Bulgaristan ve Balkanlar bu sırada için için kaynamaktadır. 1895'de Filibe'de çıkan Gayret gazetesine gönderdiği bir “Terkib-i bend ve gazeli” şairin hiçbir eserinde mevcut değildir. Gazeli, Gayret gazetesinin 31 Mart 1311 tarihli nüshasında şöyle bir başlıkla çıkmıştır: “Edirne Baytar Müfettişi şair ve edib-i mahir izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.” Ser-i bâlini cânânda İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın Rahat bırakın sevdiğimi uykuya kansın Varsın uyusun. Değmeyin ol şîr-i ziyâna Yok, çeşm-i terimden yine kanlar mı boşansın? Bir nûr-i semâvî mütecelli iken Allah! İnsan şu güzel çehreyi bilmem ki, ne sansın Ben mest-i harâbım ben levm eyleyen âdem Giysûy-i perişânıma baksın da utansın Ey kalb! Yetişmez mi kes artık darâbânın Darken dahi sabrım gibi pâyâne dayansın Ey merdüm-i didem! Uyu, sen Âkif'e bakma İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın Âkif'in bu gazelini yazdığı sırada Osmanlı Devleti içten ve dıştan çöküntü halindeydi. Gazelinin başına koyduğu “Cânânın başı ucunda”ki “cânân” ölüm halinde bulunan vatandı. Vatanın hazin haline ağlayan şairin aynı yılda ve aynı gazetede bir terkib-i bendi de şu başlıkla çıkmıştır: “Şair-i nüzhetperver ve edib-i fetânetküster, izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.” Terkib-i bend dokuz beyitten ibarettir ve şöyle başlamaktadır: Sâki getir ol câmı ki âyine-i cândır Serşâr-ı safa turub efzây-ı cenândır Allah için olsun bana bir bâde yetiştir Zira dil-i hasretzedenin hâli yamandır Terkib-i bend şu mısralarla bitiyor:
Pelin Batu ile bu bölüm Astrolojinin Kökenini konuşuyoruz. Astroloji, burçlar, haritalar gerçek mi ve bu kavramlar nereden geliyor? Mezopotamya'da, Antik Yunan'da ve Osmanlı Devleti'nde astrologlar, müneccimler ve yıldız gözlemcileri nasıl bir hayat sürüyordu? Hristiyanlıkta ve Müslümanlıkta bulunan örnekleri neler? En önemlisi de, aslan erkekleri gerçekten bu kadar çekilmez mi? Tüm bu sorular ve daha fazlası bu bölümde sizlerle. İyi dinlemeler.
Müttefikler tarafından Lozan Konferansı'na davet edildiğinde ABD, Müttefiklere verdiği 30 Ekim 1922 tarihli muhtırada, Osmanlı Devleti ile savaş halinde olmadığından ve Lozan Konferansı da, Müttefikler, Türkiye ve Yunanistan arasındaki savaş halini sona erdirme amacını güttüğünden, Amerika'nın, “siyasî ve mülkî düzenlemelerin sorumluluğunu üzerine almayı istemediğini, ancak bunun ABD'nin kendi çıkarlarını gözetmeyeceği anlamına gelmediğini, dolayısıyla Konferans'a “gözlemci” olarak katılacağı bildirilmekteydi. Dolayısıyla ABD 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'na imza koymadı, ama 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ile ayrı bir anlaşma imzaladı. Lozan'da imzalandığı için ilkiyle karıştırılan bu anlaşmanın ABD Senatosu'nda onaylanması ise hiç kolay olmadı.
Tanzimat'a (1839) kadar, aynen Avrupa'da olduğu gibi deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti'nde ‘hapsetmek' denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Yargılama süresi kısa olduğundan hapislik de kısa sürerdi.
Hediye Levent, hem tarihi yazan hem de hikayeleri ile tarihe geçen casusları ve casusluk hikayelerini anlatıyor. Eylemleri kadar örgütleşme süreci de çarpıcı olan Aaronsohn kardeşleri ve kurdukları NİLİ adlı örgüt Yahudiler tarafından kurulan çok sayıda örgüt arasında öne çıkanlardandı. Aslında NİLİ örgütünün hikayesi aşk, nefret, tehlike, idealler ve intiharlarla örülü bir hikaye. Fonda birinci dünya savaşının ayak sesleri vardı ve Osmanlı Devleti'nde İttihat ve Terakki rüzgarı esiyordu. NİLİ adlı örgüt 1915-1918 yılları arasında aktif olarak çalıştı. Ancak örgütün de kurucularının da hikayeleri dünya Siyonist hareketinden ayrı değildi.
Turgut Özal Turgut Özal, banka memuru Mehmet Sıddık Bey ve ilkokul öğretmeni Hafize Hanımın çocukları olarak 13 Ekim 1927 de Malatya'da dünyaya geldi. Babasının görevi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini yurdun değişik yerlerinde tamamladı. Turgut, daha dört yaşındayken aile, Bilecik'in Söğüt ilçesine taşındı. Burası, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın Ertuğrul Bey'e yurt olarak verdiği, sonra da Ertuğrul Bey'in oğlu Osman Bey'in Osmanlı Devleti'nin temelini attığı yerdir. Yetiştiği bu çevre, Turgut Özal'ın kişiliğinin oluşumunda temel rol oynayacaktır. Özal, öğrenim hayatına burada başladı. Daha sonra aile Silifke'ye taşındı. Özal bu yıllarda ısrarla pilot olmayı arzu etmektedir. Fakat burada geçirdiği bir kaza onun bu arzusuna ulaşmasına engel olacaktır. Bindiği eşeğin üzerinden semer kaymış ve kolu hasar görmüştür. Bu kaza, kolunun biraz kısa kalmasına sebep olmuş ve böylece pilotluk hayalleri de suya düşmüştür. Mehmet Sıddık Beyin görevi nedeniyle aile sık sık il değiştirir. Nitekim Özal bu arada ortaokulu da Mardin'de bitirir. Ama Mardin'de lise yoktur. Annesi Hafize Hanım, oğlunun ya Konya Lisesi'nde ya da Kabataş Lisesi'nde okumasını arzu etmektedir. Her iki okul da paralıdır. Özal'ın paralı yatılı okuması gerekmektedir. Özal 25 lira daha ucuz olduğu için Konya Lisesi'ne verilir. Fakat bu arada ortanca oğul Korkut da ortaokulu bitirir. Ailenin her iki çocuğu da paralı yatılı okutmaya gücü yetmemektedir. Aile buna da bir çözüm yolu bulur. İki kardeş de dayıları Süleyman Doğan'ın Malatya'daki evlerine belli bir kira karşılığında yerleştirilir. Yeğenleri Hüsnü de yanlarında kalacaktır. Aile sonunda Kayseri'de tekrar buluşur. Özal liseyi Kayseri'de bitirir. Turgut Özal girdiği üç fakültenin de imtihanlarını kazanır. Fakat bunların arasından İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliğini seçer. Burs almaya başlayınca ailesine yük olmaktan kurtulur. Özal, 1950 yılında üniversiteden mezun olur. Aynı yıl Ankara'da, Elektrik İşleri Etüt İdaresinde mühendis olarak çalışmaya başlar. Bu arada evlenir. Fakat bu evlilik kısa sürer. 1952 yılında sona eren bu evlilikten sonra Semra Hanımla evlenir. Özal'ın bu evlilikten 3 çocuğu olur. Özal bu evlilikten hemen sonra mesleğinde ihtisas yapmak amacıyla Amerika'ya gönderilir. Dönüşünde Elektrik İşleri Etüt İdaresinde Genel Müdür Teknik Müşaviri olarak görev alır. 1958 yılında zamanın hükümetince kurulan Planlama Komisyonunun sekreterya görevini de yapan Turgut Özal, bu arada askerlik görevini de yapmak üzere 1959 yılında Ankara Ordonat Okulunda yedek subay olur. 1960 yılındaki askerî darbe sırasında Özal askerdir. Askerlik görevinin hemen ardından Elektrik İşleri Etüt İdaresindeki görevine tekrar dönen Özal, Devlet Plânlama Teşkilatının kuruluş çalışmalarına da katılır. 1965 seçimlerinden sonra başbakan olan Süleyman Demirel'in yanında önce danışman olarak görev alan Özal, daha sonra da 1967 yılında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'na getirilir. 12 Mart 1971'de bu görevinden ayrılır ve Amerika'ya gider. Burada 1973 yılına kadar kalan ve Dünya Bankası Sanayi Dairesinde sanayi ve maden konularında özel danışmanlık görevi yapan Özal, yurda dönüşünde özel sektörde bankacılık, demir çelik, otomotiv sanayi, tekstil, gıda gibi sektörlerde yönetici olarak çalışır. Daha sonra MESS'de sendika başkanı olarak görev yapar. Kasım 1979 yılında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan azınlık hükümetiyle tekrar devlet memurluğuna dönen Özal'a, Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşar Vekilliği görevi verilir. Türk ekonomisinin liberalleşmesini hedefleyen 24 Ocak kararlarının hazırlanmasında aktif görev alır. 12 Ocak 1980'den sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde ekonomi işlerinden sorumlu başbakan yardımcılığına getirilir. 22 ay kaldığı görevinden 14 Temmuz 1982 yılında istifa eder. 20 Mayıs 1983'te Anavatan Partisini kuran Özal, 6 Kasım 1983'te seçimleri kazanarak iktidar olur. 1987 yılında ikinci kez iktidara gelir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 47. Hükümetinin başbakanı olur. 31 Ekim 1989'da Kenan Evren'den boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına seçilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkanı olarak 9 Kasım 1989'da göreve başlar. Özal, Balkanlar'a ve hemen ardından Orta Asya'ya yaptığı uzun ve yorucu seyahatlerden sonra döndüğü vatanında 17 Nisan 1993'te vefat eder.
Demokrasi deyince akla ilk olarak seçimler, seçimli demokrasi deyince de ilk Antik Dönem'deki (M.Ö. 5.yüzyıldan itibaren), Atina Şehir Devleti gelir. Atina demokrasisi sadece varlıklı erkek vatandaşların oy kullandığı bir demokrasiydi. Kadınlar, köleler ve yabancılar (metikler) oy kullanamazdı. Osmanlı Devleti ise demokrasiyle değilse de seçimle ilk kez 19. yüzyılda tanıştı...
Bugünkü Libya'yı oluşturan üç bölgeden biri olan Trablusgarp (diğer bölgeler Bingazi ve Sirenayka idi) Osmanlı Devleti'ne 1559'da bağlandı ve Akdeniz'deki üç Garp Ocağı'ndan ikincisi (birincisi Cezayir'de, üçüncüsü Tunus'ta idi) Trablusgarp'ta oluşturuldu. Bölge uzun süre “Dayı” denen yerel beylerle yönetildi ama bölgedeki aşiretlerin gerektiğinde birbirlerine karşı Avrupalılarla bile işbirliği yaptığı fark edilince, bölgenin idaresi ve güvenliği için merkezden asker gönderildi. Ağırlıklı olarak Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu'dan toplanan çoğu devşirme levendlerin ve yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak bu yasak zamanla delindi ve Osmanlı-Arap-Bedevi karışımı Kuloğulları denen toplumsal kesim ortaya çıktı.
Palekanon Savaşı, Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminin en önemli savaşlarından biri olarak değerlendirilmektedir. Osmanlı Devleti'nin fetihlerine ve Kocaeli Yarımadası yönünde sınırlarının genişlemesine engel olabilmek için gerçekleştirilen Pale...
1880 yılında hem Osmanlı Devleti'ni hem İran'daki Kaçar Devleti'ni hedef alan Hakkâri-Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah İsyanı, İran Kürt etnik kimliğinin siyasallaşma evresine geçişin başlangıcı oldu. 1918 sonrasında, Şikaklardan İsmail Ağa Simko'nun Kürt ve Azeri bölgelerindeki egemenliği, Kürt siyasi bilincinde önemli bir sıçramaya olanak sağladı. 1946'da Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin kurulması siyasi mücadelenin kazanıldığını düşündürdü, ancak bu mutlu dönem çok sürmedi.
Karlofça Antlaşması; Osmanlı Devleti'nin batıda büyük toprak kaybettiği ilk antlaşma olarak öne çıkmaktadır. Bu özelliğiyle Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktası olarak değerlendirilen Karlofça Antlaşması kimler arasında yapıldı? Karlofça A...
Osmanlı Devleti duraklama dönemi, 1579 ile 1699 yılları arasında geçen 120 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Merkezi otoritenin bozulmaya başladığı ve yaşanan Coğrafi Keşiflerin neticesinde ekonominin büyük bir darbe aldığı Osmanlı Devleti duraklam...
Konuğumuz Fuat Dündar, 1856'dan günümüze Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti'nin göç ve göçmen politikalarını anlatıyor.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım'ın Osmanlı Devleti'nden kopması, 1783'te de Ruslar tarafından işgal edilmesi artık çanların Çerkesler için çalması anlamına geliyordu. 1787-1792, 1806-1812 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı'dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması'yla Çerkesya Rusya'ya bırakıldı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont İvan Fyodoroviç Paskeviç'e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek” idi.