POPULARITY
Selçuklu Sultânı, Ertuğrul Gazi'yi 1231'de Bizans'la gazâ etmek ve Türkiye'nin sınırını korumak üzere, Kuzeybatı Anadolu'ya yerleştirdi. Böylece Ertuğrul Gazi, Batı Anadolu'daki Türk uç beyleri arasına girdi. Ancak başında bulunduğu oymak o kadar küçüktü ki, rivayete göre Kayı boyundan olan bu küçük oymak, 400 çadırdan, yani en fazla kadınlı erkekli 4.000 kişiden ibâretti. Gündüz Alp oğlu Ertuğrul Gazi'nin taptaze göçebe kuvveti, uçlardaki diğer Türkmenler gibi, nispeten enerjisi tavsamış yerleşik Türkler'den, daha canlılık ve daha ateşle batı sınırını koruyordu. Anayurtlarını bırakmanın kompleksi içinde cihâda sarılıyorlardı. Göçebe Türkler, irfan sahibi idiler. Devlet idare etmede ve teşkilatçılıkta, emsâlsiz bir sezgi ve kabiliyetleri vardı. Bu şekilde Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi, Anadolu'nun henüz Türkleşmemiş kuzeybatı köşesini, Marmara bölgesindeki son Anadolu topraklarını Türkleştirmişlerdir. Birçok tarihçinin insanlık tarihinin en büyük ve hayrete değer olaylarından biri saydığı, cihân tarihinin en muazzam imparatorluğu olan Türk-Osmanlı devleti, bu şartlar içinde kuruldu. Böylece Osmanoğulları, Bizans'a karşı en büyük zaferi kazanan uç beyleri sıfatıyla, Selçukoğulları'ndan boşalan büyük hakanlık tahtına oturdular. Zaten iki cepheli bir talih, çoktan Osmanoğulları'nın başına konmuştu. Bunlardan biri, Boğazlar'ın yanı başına, dünyanın en stratejik yerine konuşları, diğeri de Osmanlı hanedanının tarihte hiçbir hanedana nasîb olmayacak derecede bol ve büyük bir seri dehâ sahibi devlet adamı ve asker yetiştirmesidir. Bütün bu çeşitli sebeplerin bir araya gelmesiyle, Türk Osmanlı cihân devleti ortaya çıktı. (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s.65-68)
Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn ve ahalisine verdiği hizmet saymakla bitmez. Osmanlı'nın Haremeyn ahalisine verdiği önemin en açık örneklerinden biri “Surre Alayları” yoluyla yapılan yardımlardır. Bu ayni ve nakdi yardımı düzenli ve devamlı olarak sadece Osmanlı sultanları gerçekleştirmiştir. II. Selim Hân, Harem-i Şerif duvarına bitişik bir ev satın alıp, yıllık 120 altın sikkeye kiraya vermişti. Bu para ile devlet ve saltanatının devamı ve bekâsı için Sure-i Fetih okunmak üzere testilerle su dağıttırırdı. Kanuni Sultan Süleyman, her iki Harem için mermerden gayet mükemmel birer sanat eseri olan iki minber göndermiştir. Sultan IV. Murad, selde yıkılan Kâbe-i Muazzama binasını yeni baştan inşa ettirdi. IV. Mehmed Hân tarafından Arafat su yolları ve büyük havuzları tamir edilerek hacılara büyük bir rahatlık sağlandı. II. Mahmud Hân, Vahhabî hareketinin bölgedeki mukaddes mekânlarda oluşturduğu tahribatın izlerinin silinebilmesi için İstanbul'dan ustalar göndertti. Haremeyn'e son hizmetler Abdülaziz Hân ile II. Abdülhamid Hân zamanında yapılacaktır. Sultan Abdülaziz'in de Kâbe'nin içini bir uçtan bir uca kaplayan ve Esma-i İlâhiye ile dokunarak süslenmiş güzel renkli bir Kisve-i Şerife hediyesi vardır. Aynı zamanda vahyin nazil olduğu Nur Dağı'ndaki mescit de bu zatın eseridir. Osmanlının saymakla bitmez Haremeyn hizmetlerinden biri de II. Abdülhamid Hân zamanında meşhur Hicaz Demiryolu'nun gerçekleştirilmesidir. Bu proje Osmanlı'nın Haremeyn-i Şerifeyn'e verdiği önemin büyüklüğünün en bariz örneklerindendir. (Ahmet Şimşirgil, Osmanlı Gerçekleri, s.189-195)
Devlet, bütün Türk devletlerinde saltanat hanedanının müşterek malı idi. Âl-i Selçuk'ta, Âl-i Cengiz'de, Âl-i Timur'da ve Anadolu Beyliklerinde hep böyle idi. Bunun çok zararlı neticeleri tarihen sabittir. Tuğrul, Alparslan ve Melikşah devrinde çok büyük ülkeleri elinde tutan Selçuk Devlet-i Muazzaması bu adet ve akide dolayısıyle merkezi otorite sarsılınca, hemen beş parçaya ayrılmıştır. Osmanoğulları Devleti de bu vartalardan geçmiştir. Yıldırım'in zamanında onun Çubuk Ovası'nda Timur'a mağlûbiyetinden sonra şehzâde mücâdelelerine girmiş, bir fetret devrine düşmüş; Çelebi Sultan Mehmed'in büyük gayretiyle bundan on senede kurtulmuş; ondan dolayı da kendisi bâzı târihçilerimizce “Bânî-i Sâni-i Devlet” unvanına lâyık görülmüştür. Fâtih, meşhur kaanunnâmelerinde devletin “büyük evlâda geçeceğini”; şehzadelerin “nizâm-ı âlem ve selâmet-i devlet için” katledilebileceklerini bildiren kanununu, o zamanki hukukçuların görüşleri ve ictihadlarıyle ortaya koymuş ve “Bu atam ve ecdadım kanunudur, benim dahi kanunumdur, benden sonra gelen nesiller, buna göre amel edeler” diye, istikbaldeki Osmanoğulları'na dahî emir vermiş idi. Bu, aslında çok takdir edilecek azâmetli bir karar idi. Osmanoğlu bununla milletin rahatı ve huzûru, âlemin nizâmı, devletin ve dînin selâmeti için, kendi ailesinden kan fedâkârlığı yapıyordu. Bunu göze alabilecek bir aile tasavvur dahi edilemez. Bu da onların devletle, dînle, milletle ne kadar haşır neşir olduklarını, bu mefhûmlarla nasıl yoğrulduklarını gösterir. Osmanoğulları Fâtih'le Türk devlet anlayışındaki “devletin hanedan ailesinin müşterek malı olması” kaidesini düzeltmiş ve bunu millet için en zararsız hâle getirmiştir. Bu, İslâm fakîhlerinin ve hukukçuların görüşleriyle ortaya çıkmış bir kanundur. Osmanlılar'ın devlet anlayışlarına hayat verdikleri terkîb, bununla da kalmamış; dünya çapında bir senteze kavuşmuş; mirasçısı bulundukları Roma âleminin görüşlerini de aşacak bir mertebeye ulaşmıştır. (Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, s.127-128)
Ohri'deki gözlemlerimizi ve keşiflerimizi paylaşmaya devam ediyoruz. Bingöl'den MTO'nun demirbaşlarından Seyfullah Yiğit kardeşimin leziz kalemi ve ince İslâmî duyarlığıyla kaleme aldığı ilginç ve düşündürücü bir Ohri ve Balkanlar portresi ile sizi baş başa bırakıyorum... Ohri'de de Ayasofya var. Kutsal bilgelik demek Ayasofya. Ayasofya her yerde bulunmaz. Kriterleri çok zor. Ayasofya'nın varlığı için orada 365 gün ibadet edilmesi şartı var. Ohri'deki Ayasofya Kilisesinin her bir sütunu ayrı bir yerden getirilmiş. 10. yüzyılın sonları ile 11. yüzyılın başlarında yapılmış Ohri'deki Ayasofya Kilisesi. Daha sonra fethin sembolü olarak camiye dönüştürülmüş. Cami olduğu dönemlerde kilise kalıntıları da korunmuş. Bunu Makedon'lar da kabul ediyor ve hatta teşekkür ediyorlarmış, mihmandarımız Süleyman kardeşin aktardığına göre. Safranbolu evlerini andıran sokaklarda gezerken ilginç şeyler öğreniyoruz mihmandarımızdan. Kaldırım mesela. Kaldırım, Roma döneminden kalan yolların Osmanlı döneminde kaldırılmasıyla oluşmuş. Böylece kaldırım yolu olmuş. Örneğini Ohri'de gördük. Yine aynı sokakta İslâm şehirlerinin nasıl insanî olduğunun örnekliğini öğrenecektik Süleyman kardeşten. Evlerin pencerelerinin önünde sarı çiçek varsa bunun anlamı, evde hasta varmış demek; beyaz çiçek varsa bunun anlamı, evde dul var ve kırmızı çiçek olduğunda da henüz evlenmemiş kız evi olduğu anlaşılıyormuş. Böylece şehir sakinleri, çiçeklerle ama sessizce birbirlerine nasıl davranacaklarını anlatıyorlar. Bu nasıl bir inceliktir böyle. İsmini yazmayı unuttuğumuz bir arkadaşımızın oracıkta söylediği bu söz çok doğru: “Osmanlı Medeniyeti, çiçekle çiçeklenen bir medeniyettir.” Tarihî şehirden kıyıya geçtik tekne turu için. Yusuf Hoca ve birkaç arkadaş tekne tutar endişesiyle indiler. Tekne tam kalkacakken ben de indim. Yusuf hocaları buldum. Hep birlikte Cengiz abinin çay ocağına doğru yürüdük. Meydanda çınar ağacının önünde fotür şapkalı, top sakallı bir adama rast geldik, Türkiye'denmiş. Türk olduğunu söyledi. Ama bizim bildiğimiz Müslüman Türklerden değil. Türklerin özünün izini sürdüğünü söylüyordu Ohri'de. Yılın altı ayı Ohri şehrinde ikamet ediyormuş. Araştırmacı, şiir yazıyor falan kendini böyle takdim ediyor... ismini öğrenmeyi unuttuk. Eski Türkler falan deyip birkaç cümle kurdu. Ustam Yusuf Kaplan'dan kaçar mı? Kaçmadı. Hemen tepki gösterdi. Ne demek Türkler Müslüman olunca Arap oldu. Türkler, İslâm'a girmeden önce ne yaptılar. Kalıcı bir medeniyet kurabildiler mi diye sert ama yerinde bir çıkış yaptı hoca. “Bunlar hep o cahil cühela kadının fikirleri. Aslı astarı olmayan fikirler bunlar. Oradan alıp kullanıyorsunuz” diye sert yapmaya devam etti Ustam. Adam afalladı. İfşa edilmişti artık. Bir şey demedi Ustamın bahsettiği Mübeccel Kıray Hanımla ilgili. Demek ki kabul ediyordu. Mübeccel Hanımın saçma fikirlerini satıyordu Ohri'de tarihî Osmanlı şehrinin şiir gibi sokaklarında! Fötr şapkalı adam, Yusuf Hoca'nın kendisini ifşa etmesiyle “ben Şamanım” dedi. “Türkler, Şaman dinine dönmeli” demez mi? Tabii cevabını sert bir şekilde aldı. Türkler... ümmetin yüz aklarındandır. Ancak bunu, bu devşirmeler anlamaz. Anlayacak kapasiteden de yoksunlar. Bu devşirme tipli adamla yol üstünde ayaküstü konuşmuştuk. Biraz ileride olan Cengiz abinin yerine geçer geçmez bu konu üzerine sohbet etmeye başladık.
Kanuni Sultan Süleyman Han devrinde; Fransa, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu”nun kuşatması ve tehdidi altında idi. O zamanlar Fransa tarihten silinme noktasında gelmişti. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğuna yenilen Fransa Kralı I. François, Şarlken'e yani kutsal Roma-Germen İmpataroruna esir düştü. I. François'in annesi, Osmanlı Sultanı Kânuni'ye mektup yazarak yardım istedi. Kânuni Sultan Süleyman Han 1526 Mohaç Zaferi ile düşmanlarını yendi ve Viyana ile Macaristan'a yöneldi. Şarlken Osmanlı Sultanının isteğine boyun eğdi. ve I. François'i serbest bıraktı. I. François (Fransa) ile Şarlken (Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu) arasında 1527'de tekrar savaş oldu. Fransa yenildi. I. François, Rinçon isimli bir elçi ile Kanuni Sultan Süleyman Han'dan yardım istedi. Kanuni, Viyana'yı kuşatınca, Şarlken Osmanlı'nın tehdidi üzerine I. François ile Kambre Anlaşmasını imzaladı. Almanya ile İngiltere ittifâk yaparak Fransa'yı köşeye sıkıştırdılar. Paris'e 50 km yaklaştılar. Fransa Kralı yine Osmanlı'dan yardım istedi. Kanuni Sultan Süleyman Han, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa'yı 154 savaş gemisi ile 28 Mayıs 1543'te İstanbul'dan uğurladı. 11 Temmuz 1543'te Osmanlı donanması Tulon limanına vardı. Nis şehrini Şarlken'den alıp Fransa'ya iâde etti. Forsalar hariç 29 bin 440 Türk asker ve subayı Tulon'da 1 yıl 3 ay kaldı. Her gün 5 vakit Ezân-ı Şerif okundu. Bugünkü Avrupa'nın gerçek kurucusu ve asırlardır koruyucusu Osmanlı'dır. Osmanlı, Portekiz Kralını Fas'ta yendi. İspanya Kralı II. Felipe (Şarlken'in oğlu) bunu fırsat bilerek Portekiz'i ve sömürgelerini ele geçirdi. Osmanlı, Portekiz milliyetçilerine silah ve para desteği yaptı. Portekiz yeniden bağımsızlığını kazandı. Osmanlı donanması İspanyol donanmasını mağlûb etti. Fransa, Osmanlı'nın bu yardımına teşekkür etmek yerine, Osmanlı'yı arkadan hançerledi. Azınlıkları Osmanlı'ya karşı isyâna sevk etti. Ermenilere, Fransa askeri elbiseleri giydirerek yüz binlerce Türk'ün katline destek verdi ve teşvik etti. (Necati Özfatura, Basından Seçmeler)
Dünyanın muhtelif bölgelerinde suya sabuna dokunmak yasakken, Osmanlı'da köylerden şehirlere kadar her yerde su, hayatın merkezindeydi. Nezâfetle yoğrulan Osmanlı dünyasını keşfe çıkan seyyâhlar, gördükleri temizlik kültürü karşısında şaşırırlardı. Bu yüzden, Osmanlı'nın ne kadar temiz ve hijyene dikkat gösteren bir toplum olduğunu, hatıralarına uzun uzun yazdılar. Batılı seyyahların yazdıkları eserler, “Müslümanlar temiz olur!” sözünün en güzel ispatlarından biridir. Sıhhatli Yaşarlar: “Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki itidalleridir. Onlar, gayet az yerler. Yedikleri de Hıristiyanlarınki gibi karmakarışık şeyler değildir. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur. İsimlerini dahi bilmezler.” (Fransız Jean de Thevenot) Yeryüzünün En Temiz İnsanlarıdır: “Osmanlılar, yeryüzünün sadece en nazik insanları değil; aynı zamanda en temiz insanlarıdır. Türklerin ayakkabılarını eşiklerinin dışında çıkarmaları sıradan bir âdet veya hayatî bir moda sonucu değil; onun evi bir ibadethanedir. Bu kutsî yere ancak bütün pisliklerden sıyrılarak girmeye gayret eder.” (İngiliz Henry Munro Butler Johnstone) Temizliğe Çok Dikkat Ederler: “Dünyanın bütün milletleri içinde temizliğe İslâm cemiyetleri içinde Osmanlı Türkleri kadar riayet eden tek bir millet yoktur. Bütün bu Müslüman milletler, nezafeti bir ana düstur hâline getirmişler ve daha doğrusu, dinlerinin esası şekline büründürmüşlerdir. İşte bundan dolayı bütün vücutlarını yıkayabilmek üzere birçok hamamlar yaptırmışlardır. (Fransız Josephus Grelot) Temizliğe Düşkündürler: “Osmanlıları karakterize eden en önemli erdem, aşırı düşkün oldukları temizlikleridir. Her gün aldıkları abdestin yanında haftada bir kez yıkanırlar. Evleri, evle ilgili olan her şey, yiyecekler vb. her zaman temizdir. Her Müslümanın evi temiz bir ibadethane gibidir.” (İngiliz Adolphus Slade)
1514'de Yavuz Sultan Selim Hân'ın Şiî Şah İsmail'i Çaldıranda mağlub etmesiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki Sünnî halk harekete geçmişti. Bölgedeki Kürt Beyleri de bir araya gelerek, Osmanlı Hakimiyetine girmek gerektiğine karar verip, aşağıdaki nâmeyi imzalamışlar, ve Molla İdris'i de elçi olarak Yavuz Sultan Selim Hân'a göndermişlerdi: “Can-ü gönülden İslâm Sultanı'na biat eyledik, ilhadleri (dinsizlikleri) zahir olan Kızılbaşlardan yüz çevirdik. Kızılbaşların neşrettiği dalâlet ve bid'atlerini kaldırdık ve Ehl-i Sünnet mezhebi olan Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanı'nın nâmıyla şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini anmaya başladık. Cihada gayret ve İslâm Padişahı'nın yollarını bekledik. Duyduk ki, padişah Dulkadir eyaletine gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana İdris'i makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur: Bu muhlis ve size itaat eden bedenlere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip, Muhammed Ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cari olmuştur. Özellikle Diyarbekir ki, bir yıldır Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve elli binden fazla adam öldürmüşlerdir. Eğer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişirse, hem uhrevi sevap ve hem de dünyevi faydalar elde edeceği muhakkaktır...” (Hoca Sadettin Efendi, Tacü't-Tevarih, c.11, s.308)
19. yüzyılda Almanya'nın Mülhaim şehrindeki Ren Nehri'nin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında Fransızlar oturuyorlardı. Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsûlün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise, buna fazla ses çıkaramıyorlardı. Bir şey olunca çareyi, durumu Osmanlı sultanına yazıp, imdat istemekte bulurlardı. İşte Fransızların bu tutumunu da Osmanlılara bildiren bir mektup yazmaya karar vermişlerdi. Mektupta şöyle denmektedir: “Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsûlümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adını veren imparatorluğun sultanı. Asker gönderin. Mahsulümüzü bu sene olsun toplama imkanı sağlayın.” Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah, asker göndermeyi gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla içi beyaz elbise dolu üç çuval yollanır. Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: “Fransızlar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçeri elbiselerini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askeri elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsûl zamanı, nehrin yakın yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfidir.” Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti Mülhaim'lilerden büyük bir grup yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlar. Ertesi gün gelen haber, Almanların sevinç çığlıklarına sebep olur: Osmanlılardan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terk ederek iç kesimlere doğru kaçışmışlardır. Bu olay, Mülhaim'lilerin gönüllerinde taht kurmuştur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini de Mülhaim'e bağlı Karlsruhe Müzesi'ne koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıl dönümünde karnaval düzenleyip hadiseyi karnaval olarak kutlarlar. Bu olay, Osmanlı'nın sadece bir yeniçeri kıyafetiyle Almanları, Fransızların elinden ve talandan kurtardığını gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmıştır. (Cevdet Kılıç, Bilgelik Hikayeleri, s.307)
Osmanlı'da Hz. Peygamber (s.a.v.) sevgisi bir başka neş'e ile tezâhür etmiştir. Ulu Camii'nin ibâdete açıldığı 1400 senesinden birkaç yıl sonra ve Süleyman Çelebi'nin de camide imâm olarak görevde bulunduğu bir sırada gerçekleşen bir olay bunu ispatlamaktadır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre, İran asıllı bir vâiz, Ulu Cami'de yaptığı bir vaaz sırasında, “Amene'r-rasûlü” diye şöhret bulan ve “Biz, O'nun peygamberleri arasında bir fark gözetmeyiz” anlamının da yer aldığı Bakara suresinin 285. âyetini yorumlarken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i Hz. İsa (a.s.)'dan üstün görmediğini söylemişti. Bunun üzerine, dinleyenler arasında bulunan Hz. Peygamber (s.a.v.) âşığı ve bilgili bir Arab, vâizin bu yorumuna karşı çıkmış ve “Bu konuda cehâletinizi giderememişsiniz, tefsir ilminde pekçok eksiğiniz var. Âyetlerin nâsihinden, mensûhundan, muhkeminden, müteşâbihinden (yani Kur'an'ı tefsir etmeye yarayan ilimlerden) gâfilsiniz. Peygamberler arasında fark yoktur demekten ilâhi maksat, peygamberlik görevlerini yerine getirmek hususundadır, yoksa fazîlet mertebelerinde değildir. Eğer âyet-i kerîmenin manası her bakımdan kuşatıcı olsaydı, bu durumda Allâh (c.c.), “O peygamberlerin kimine kiminden üstün meziyetler verdik” (Bakara s. 253) buyurur muydu?” diyerek vâize gereken cevabı vermişti. Bütün bu konuşmalara tanık olan Süleyman Çelebi son derece müteessir olmuş, vâizin ilk sözlerine karşılık doğaçlama olarak, “Ölmeyip İsa göğe bulduğu yol, Ümmetinden olmak için idi ol” beytini söylemiş ve akabinde şu dört beyti ilâve etmişti: “Hem dahî Mûsâ elindeki âsâ / Oldu onun izzetine ejderhâ Çok temennî kıldılar Hâkk'tan bulalar Ki Muhammed (s.a.v.) ümmetinden olalar Gerçi kim onlar dahi mürsel durur Lâkin Ahmed (s.a.v.) efdâl-ü ekmel durur” Ne mutlu Hz. Peygamber (s.a.v.)'i sevenlere ve müjdeler olsun Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sevdiği mü'minlere! Sonsuz salât ü selâm, sevgisine lâyık olmayı dilediğimiz Yüce Resûl (s.a.v.)'e... (Diyanet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 2003, s.521)
Osmanlılarda vakıflar öyle inkişâf göstermiştir ki akıllara durgunluk verecek bir dereceye ulaşmıştır. Osmanlı toplumunda vakıflar sayesinde öyle bir yaşantı oluştu ki bunun ikinci bir örneğinin dünyada gösterebilmek mümkün değildir. Vakıflar sayesinde bir adam vakıf evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı. Padişahların herbiri vâkıf adamlarıdır. Kaynaklarda geçen ifadeler ve yaptıkları işler bunun ispatıdır. İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade'ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri, “…yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.” Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği birikimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. Aşıkpaşazade servetin anlamını ve değerini, “Mal odur ki hayra sarf oluna,” diye anlatıyordu. Ahmedî'nin ifadesine göre, Orhan Gazi, “mescid-ü mihrab bünyad eylemiş, bunca dâr-ı hayr-âbâd eylemiştir,” yani hayır evi kurmuştur. Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rastladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad-ı Hüdavendigâr, pek çok hayır yeri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir padişahtır. Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren padişahlara “Ebû'l-Hayrat, hayrat babası” lakâbı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han'dır. Osmanlı padişahlarından zamanı ve durumu müsait olup da hayra yönelmemiş padişah yok gibidir. Onlar sahibü'l-hayrat ve hasenâtın ta kendileri idiler. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Osmanlı Gerçekleri, s.212-214)
Bismillahir Rahmanir Rahim Sahibul Seyf leading Zikr naksibendi.us
Bismillahir Rahmanir Rahim Sheykh Lokman Efendi leading Osmanli Zikr on the 10th Urs of Sahibul Saif Sheykh Abdel Kerim al Kibrisi ar-Rabbani naksibendi.us
Sürgündeki hanedan üyeleri maişetlerini temin edebilmek için çalışmak mecburiyetinde kaldılar. Ancak bir meslek ve kariyerleri yoktu. Bu insanlar, herhangi bir iş yapmak için yetiştirilmemişti. Şehzâdeler askerdi ki bu da ecnebi bir memlekette hiçbir kıymet ifade etmiyordu. Sermayeleri bulunmadığı için iş kuramayan hanedan ferdlerinin resmî vazife almalarına da diplomatik münâsebetlerin bozulabileceği tehdidi ile Ankara mâni oldu. Çoğu haymatlos (vatansız) olduğu için, birkaç lisân bildikleri halde, tahsilleri olsa bile, her mesleği icra etmeleri kanunen mümkün değildi. Memuriyete girmelerini, zenginlerle evlenmelerini Ankara engellemeye çalışıyordu. İsmin ve askerlik diplomasının işe yaramadığı gurbette, para getirecek tek şey, bir enstrüman çalmaktı. Nice şehzâdeler, kafelerde çingene çalgıcılar gibi çalgıcılık yaparak ekmek parası temin etmeye çalıştılar. Kantarcılık, hamallık, taksi şoförlüğü, mezarlık bekçiliği, müzede biletçilik, seyyar satıcılık, bulaşıkçılık yaparak maişetini çıkarmaya çalışan hanedan efrâdı çoktur. Elinde avcundakini satıp tüketen Ayşe Sultan, “Allâh, sabredenlerle beraberdir” meâlindeki “İnnallâhe maassâbirîn” âyet-i kerimesini eliyle beze işler, oğlu bunları geceleri sokaklarda ve metroda satardı. Yaşlılar bunu da yapamadılar. Gençler, olur olmaz evliliklere razı oldu. Gece pazarlardaki çürük meyve ve sebzeleri toplayan hanedan ferdleri vardı. Bunu herkesten saklarlar; kimsenin kendilerine acımasını istemezlerdi. Nitekim “kaplan sırtı için en tahammül edilmez yük, merhâmettir.” Çocuklar, ayağı büyüdükçe ayakkabılarının ucu kesilerek idare ederdi. Şehzâde Ahmed Nuri Efendi, bir parkta açlıktan ölmüş olarak bulundu. Şehzâde Abdürrahim Efendi, sefâlete dayanamayarak intihâr etti. Mediha Sultan'ın belediye yardımı ile geçinen torunu Hadice Sâmi de bu sıkıntılar sebebiyle pencereden atlamak suretiyle hayatına son verdi. Nâciye Sultan hatıralarında der ki: “Yabancı başka hanedanlar, sürgün ihtimâlini düşünerek, memleket dışında ihtiyaçlarını sağlayacak tedbirleri almış olabilirlerdi. Biz ise, hâriçte ihtiyat parası bulundurmayı hiçbir zaman aklımızdan geçirmemiştik...” (Prof Ekrem Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan)
Osmanlı Hanedan üyeleri hudut hârici edildikleri zaman, ellerine tek gidişe mahsus pasaport ve 1000 İngiliz lirası tutarında para verilmişti. Eli açık, hayır hasenâta düşkün ve muayyen bir hayat seviyesinde yaşamaya alışmış insanlar için bu paranın ancak çok az bir zaman idare edeceği aşikârdı. Götürebildikleri mücevherler ve yükte hafif pahada ağır eşya satıldıktan sonra, acı hakikât bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Sürgünün birkaç ay süreceğini sanmışlardı. Şimdi ne yapacaklardı? Hicaz Meliki Şerif Hüseyin, 11 Mart 1924'te bir beyannâme neşretti: “Osmanlı ailesinin İslâmiyete ve müslümanlara yaptığı hizmetler inkâr edilemez; kahramanlıkları küçük görülemez. Bu aile hakkında verilen son (sürgün) kararı müslümanların yüreklerini dağlamış, kalblerini kırmıştır. Bu sebeple, ailenin ihtiyaçlarını karşılamayı ve maişet sıkıntısı çekmelerine mâni olmayı, İslâm kardeşliğinin bir icâbı görüyoruz. Ecri büyük olan bu işe iştirâk etmek isteyen mertlik erbâbının, Mekke-i Mükerreme'de bulunan vekillerimize arzularını bildirmeleri lâzım gelir.” Ancak İngilizler, Ankara'yı küstürmemek adına, hanedanın para sahibi olmasını istememiştir. Yardım için kendilerine müracaat edenleri de “bütçede yeri olmadığı” gerekçesiyle geri çevirmiştir. Haydarabad Nizâmı, hanedanın hâlini öğrenince, esaslı bir yardım etmek istemiş; İngilizleri razı edebilmek için de, Halife'nin meteliksiz ve açlıktan ölmek üzere olduğunu vurgulamıştır. Bu devre ait ve mevzuya dair İngiliz raporları, ailenin sefâletine karşı hissiz, hatta küçümseyici mahiyettedir. Yardım için İngiliz ve Fransız hükümetine, Hindistan racâlarına şehzadelerin yazdığı mektuplar, okuyanın içini parçalar. Böylece sürgünün ilk seneleri inanılmaz sefâlet içinde geçti. Sultan Vahîdeddin'in tabutuna alacaklılar haciz koydular. Borçları, Şerif Faysal ve Abdullah ödedi. Bazısı ümitlerini Sultan Hamid'in yurt dışındaki efsanevî mirasına bağlamıştı. Hatta birkaç şirket, bu işi takip etmek için hanedan efradına üç beş kuruş avans bile verdi. Ama bu iş de, Londra-Ankara konsorsiyumu tarafından engellendi. (Prof Ekrem Buğra Ekinci, Sürgündeki Hanedan)
Osmanlı düşmanlığı son zamanlarda milletimize musallat olan ve milli terbiyemizi zedeleyen bir hastalıktır. Bu düşmanlığı güdenlerin düştüğü gülünç durum şöyledir: Sümerlerin ve Etilerin Türk olduklarını söyleyerek kendimize övünülecek sebepler ararlar, diğer taraftan Türk milletinin dünya tarihi ve dünya coğrafyası üzerinde kurduğu en büyük eser olan Osmanlı tarihine karşı kin ve nefret havası içinde bulunurlar. Bu bir çelişkidir. Bu çelişki sahipleri, Osmanlı'nın gerçekleştirdiği büyük işler, büyük zaferler hakkında bunları gerçekleştirenlerin Türkler olduğunu ifade ederken, olumsuz durumlarla ilgili olarak veya kaybedilen zaferler hakkında da, bunu Osmanlı yaptı derler. Meselâ, İstanbul şehrini Osmanlı ordusu değil, Türk ordusu almıştır! Fakat İkinci Viyana muhâsarasında bozguna uğrayanlar, Osmanlılardır! Süleymaniye'yi, Selimiye'yi elbette Türkler yapmışlardır! Fakat Anadolu'nun birçok köşelerini yolsuz şehirsiz bırakan Osmanlılardır! Bu gülünç tezâtlardan vazgeçerek, bütün meziyetleri ve bütün pürüzleri ile bir kül halinde ecdâdımızı tanımak ve sevmek lazımdır. Osmanlı tarihi yerinilecek bir tarih değil, ancak övünülecek bir tarihtir. Bu tarih, Bursa'nın fethinden Çanakkale'nin müdafaasına kadar, baştan sona bir şerefler ve zaferler destânı halinde örülmüştür. Osmanlının akıbetinin tamamen kendi hatalarımızın bir neticesi değildir. İkinci Dünya Harbinde, bir dünya ablukasına iki sene dayanamayan ne büyük devletler varken, Osmanlı aynı dünya ablukasına tam dört asır direnmiştir. Osmanlı hanedanı da tarihin en şerefli hanedanlarındandır. Kendilerine küçük saraylar, küçük türbeler yaptırmış olan bu hanedan, milletine Selimiye'ler, Süleymaniye'ler Sultanahmet'ler ve daha nice büyük eserler hediye etmişlerdir. (Nihat Sami Banarlı, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri)
Bismillahir Rahmanir Rahim Sahibul Seyf Sheykh Abdel Kerim al Kibrisi Hz singing an Osmanli Ilahi naksibendi.us
Bismillahir Rahmanir Rahim A recording of Fajr Azan by Sahibul Saif Sheykh Abdel Kerim al Kibrisi Q.S the Sheykh of Sheykh Lokman Efendi Hz naksibendi.us
Yeditepe Fatih Dergisi --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Yeditepe Fatih Dergisi --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
1514'de Yavuz Sultan Selim Hân'ın Şiî Şah İsmail'i Çaldıran'da mağlub etmesiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki Sünnî halk harekete geçmişti. Bölgedeki Kürt Beyleri de bir araya gelerek, Osmanlı Hakimiyetine girmek gerektiğine karar verip, aşağıdaki nâmeyi imzalamışlar ve Molla İdris'i de elçi olarak Yavuz Sultan Selim Hân'a göndermişlerdi: “Can-ü gönülden İslâm Sultanı'na biat eyledik, ilhâdleri (dinsizlikleri) zahir olan Kızılbaşlardan yüz çevirdik. Kızılbaşların neşrettiği dalâlet ve bid'atlerini kaldırdık ve Ehl-i Sünnet mezhebi olan Şafiî mezhebini icrâ eyledik. İslâm Sultanı'nın nâmıyla şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini anmaya başladık. Cihâda gayret ve İslâm Padişahı'nın yollarını bekledik. Duyduk ki, padişah Dulkadir eyaletine gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana İdris'i makâmınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur: “Bu muhlis ve size itaat eden bedenlere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları, o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allâh (c.c.)'u bir bilip, Muhammed (s.a.v.) Ümmeti olduğumuzda ittifâk halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullâh böyle cari olmuştur. Ancak ümidvarız ki, padişahtan yardım olursa Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbaycan'dan o zalimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhan Sultanlarının payitahtıdır. Bir yıldır Kızılbaş askerlerinin işgâli altındadır ve elli binden fazla adam öldürmüşlerdir.Eğer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişirse, hem uhrevi sevâb ve hem de dünyevi faydalar elde edeceği muhakkâktır...” (Hoca Sadettin Efendi, Tacü't-Tevarih, c.11, s.308; Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2006, s.23)
“Osmanlı Imparatorluğu'nun sarayları ve şaşaası üzerine çok söz söylenir. Geçmişi karalamak isteyenlerin saray müsrifliği ve harem masallarını dillendirmeleri abartılmış yaklaşımlardır. Okul kitaplarında “Maliyenin iflâsı ve saraylar” gibi anlatımlar ne kadar geçerlidir. Yurttaşlarımız, son on yılda Avrupa'nın ve Rusya'nın başkentlerini gezmeye başladıktan ve buradaki saray ve kasırları gördükten sonra mukayeseyi daha iyi yapmaktadır. 19. yüzyılın Osmanlı devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek ölçüde mütevâzidir. Topkapı Sarayı, Fransızların, Rusların devasa saraylarına nazaran çok çok küçük kalır. Ancak sarayımız hoş bahçeleri, enfes mimarisi ve etkileyici konumu ile güzeldir ve sarayımızda kimilerinin sandığı gibi abartılı lüks bir hayat ve israf söz konusu değildir. Osmanlı cemiyetinde, ne vezirlerin ne de diğer yöneticilerin hususi konakları pek parlaktır. Hatta Müslüman olsun Hıristiyan olsun, ruhanî reisler için de aynı durum söz konusudur. Hiçbir zaman Rum ve Ermeni patriklerinin Vatikan'daki papa gibi muhteşem yazlık veya kışlık saraylarının bulunması mümkün değildir. Vezirlerin aynı şekilde zengin bir konağa, saraya sahip olmadığı görülür. Hatta padişah için de bu böyledir. Bütün asırları, bütün mekânları büyüleyen Süleymaniye gibi bir eseri yaptıran Kanunî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı'ndan çıkmayı düşünmemiştir. Yani dünyaca ünlü Mimar Sinan'a, büyük, süslü bir saray yaptırmak söz konusu olmamıştır. O koca Imparatorluğun müreffeh başvezirleri Damat Rüstem Paşa ve onun haleflerinden uzun süre vezir-i azamlık yapan Damat (veya Şehit) Sokullu Mehmed Paşa veya onun haleflerinden Damat Siyavuş Paşa'nın da ünlü bir sarayı veya konağı yoktur.” (İlber Ortaylı, Osmanlı Sarayında Hayat, s.32-33)
Bismillahir Rahmanir Rahim Sheykh Lokman Effendi Hz leading the Last Night of Ramazan 1443 naksibendi.us
Bismillahir Rahmanir Rahim Sheykh Lokman Effendi Hazratleri leading Zikr 14 Ramadan 1443 naksibendi.us
Bugün İslam âleminin içler acısı durumu ortadadır. İslamiyeti tamamen ortadan kaldırmak için bütün güçleri ile saldırıya geçmiş durumdadırlar. Bu amaçlarına ulaşabilmek ve “Misyonerliği” kolaylaştırabilmek için dinde reform projeleri hazırlanmaktadır. İçerideki reform faaliyetleri ile beraber yıkıcı reformist akımlar da ülkemize getirilmeye çalışılmaktadır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı'nın iyice zayıflaması ile Batı, özellikle İngilizler, İslâm'ı içeriden yıkmak için harekete geçti. İslam âleminin ilim merkezi olan, Mısır (Ezher), İstanbul ve Buhara-Semerkant hedef seçildi. Önce, Ezher ele geçirildi. Yetiştirdikleri, (M. Abduh, Reşit Rıza gibi) masonları buraya yerleştirdiler. Sonra burada eğittikleri kimseleri (Cemaleddin Efgani gibi) Tataristan'a göndererek büyük fitneler yaydılar. İslâm'ı içinden yıkmaya çalışan akımlardan biri de, 20.yüzyılın başlarında ortaya atılan ve Rus idaresindeki Müslümanlar arasında “Ceditçilik” hareketini başlatan Musa Cârullah'ın fikirleridir. O tarihlerde ele geçiremedikleri sadece İstanbul kalmıştı. Osmanlı'dan kalma Ehli sünnet kültürü buna mani olmuştu. Şu anekdot bu kültürün gücünü ortaya koymaktadır: Cumhuriyetin ilk yıllarında, Moskova'da görevli diplomat olan Rıza Nur, hatıralarında şöyle bir hadise anlatır: “Mûsâ Cârullah ile zaman zaman görüşürdüm. Kendisi tuhaf bir adamdı; asabi, hislerine tâbi, ileriyi göremeyen biriydi. Bir kitap yazmıştı; müsveddelerini bana verip, Ankara'da bastırmamı ve Türkiye'de kendisine görev verilmesini istedi. Zamanın Adliye vekili Abdullah Azmi Bey'e dileğini ilettim. Cevap vermedi. Birkaç defa daha hatırlatınca, kitabın basılmasına razı olmadığı gibi bana şu cevabı verdi: Musa Carullah, içtihat kapısı açmak, dini değiştirmek isteyen, mezhepsiz, dinsiz biridir.” İşte böyle Osmanlı'dan kalma sağlam bir alt yapı olduğu için İngilizlerin planı o tarihlerde Türkiye'de tutmadı. İstedikleri reformist fikir ortamına ancak seksen sene sonra ulaşabildiler. Son yıllarda dillerden düşürülmeyen, “Dinlerarası diyalog ve hoşgörü” faaliyetleri de bu çalışmanın bir uzantısıdır. (Mustafa Sabri Efendi, Musa Carullah Bigiyef'e Reddiye, s.20-31)
Osmanlı sultanlarının otuz birincisi olan Sultan Abdülmecid Hân, II. Mahmud Hân'ın oğludur. Abdülmecid Hân'ın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık devlet erkânına güvendiğini, babasının başlattığı ıslâhat hareketlerini devam ettireceğini ilan etti. Sultan Abdülmecid Hân, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çareler aradı. Bu sırada Avrupa'dan yeni dönen Mustafa Reşid Paşa, Sultan'a Avrupa'nın yardımını sağlamak gibi bir bahaneyle Tanzimat Fermanı'nı yayınlatmaya muvaffak oldu. Daha sonra ise Batılı devletler yaptıkları yardımların karşılığı olarak Osmanlı ülkesinde Hıristiyanlara yeni haklar verilmesi için 1856 Islahat Fermanı'nı yayınlattılar. Görünürde Osmanlı toplumunu ırk, din ve dil ayırımı gözetmeden kaynaştırmayı hedef alan Islahat Fermanı azınlıkların bağımsızlık hareketlerini hızlandırıp, devleti yıkılmaya doğru götürmekten başka bir işe yaramamıştır. Nitekim Ferman'ın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra Suriye ve Cidde'de Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çarpışmalar başladı. Abdülmecid Hân'ın genç yaşta tahta çıkışı ile saf ve temiz kalpli olması onun saltanatının hemen başında büyük bir hata yapmasına sebep oldu. Bu hata, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktası olmuş ve bu muhteşem İslâm devletinde bir yok olma devrinin başlamasına yol açmıştır. Bu hata; azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak İskoç masonlarının yetiştirdikleri cahilleri iş başına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyasetlerini hemen anlayamamasıdır. Diğer taraftan Abdülmecid Hân devrinde başarılı işler de yapıldı. 1840'ta ilk kağıt para çıkarıldı. Galata Köprüsü, Küçük ve Büyük Mecidiye Camii'leri yapıldı. Şirket-i Hayriyye denilen Boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı. Ayrıca İstanbul'un pek çok yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserler tamir ettirildi. (Rehber Ansiklopedisi, c.1, s.37-39)
İstanbul'u ziyaret eden seyyahların neredeyse tamamının yolu Kapalıçarşı'dan geçmiştir. Bazıları çok kısa ziyaretlerde bulunurken bazıları ise çarşıda alışveriş ve ticaretle epey vakit geçirmiş, esnaf ile sohbet ederek çarşının fiziki özelliklerine, buradaki gündelik hayata dair önemli bilgiler derlemişlerdir. Seyyahların Kapalıçarşı'ya olan ilgilerinin daha seyahatlerine başlamadan önce oluştuğu bilinmektedir. İstanbul'a gelmeden yaptıkları araştırmalarda çarşının ne kadar önemli bir ticaret merkezi olduğunu öğrenmişler ve seyahatlerini burayı da ziyaret edecek şekilde planlamışlardır. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Mevlîd Kandili'nde Osmanlı Sarayı'nın Küçük Mabeyn dairesinde Kur'ân-ı Kerîm okunması adettendi. Başta padişah olmak üzere Mevlidde bulunacak davetliler için minderler hazırlanır, kandil için çeşitli kişilere davetiyeler gönderilir ve sabahtan itibaren de gelen misafirler bir bir Sultan'a arz olunurdu. Mevlid, önde gelen büyük camilerin baş imamları ve Mızıka-i Hümayun'un güzel sesli müezzinlerinin hazır olması ve padişahın “oturunuz” emriyle başlardı. Bu sırada kadınlar perde arkasından töreni takip ederlerdi. Mevlid okunduğu sırada misafirlere gül suyu dökülerek, gümüş tepsiler içerisinde akide şekeri dağıtılırdı. Mevlidin bitiminin ardından da ikramlar devam eder ve gelenlere süslü sepetler ve kutularla şekerler, şerbetler ve naneli limonatalar verilirdi. Mevlid Kandili sarayda bu şekilde idrak edilirken saray dışında ise gündüz alay düzenlenir ve bu alay Cuma selamlığından farklı olarak asker sayısı arttırılmış bir şekilde gerçekleştirilirdi. Tıp kı saraydakine benzer şekilde Mevlid gününden önce protokole dâhil devlet adamlarına davetiyeler gönderilir, ne zaman hangi camide bulunacakları bildirilerek davetlilerin tören kıyafetleriyle belirtilen camide bulunmaları sağlanır, yollar meşalelerle ışıklandırılırdı. Mevlid geceleri ev ve dükkânların önlerine kandil asılması ve beş pare top atılması Sultan II. Mahmud devrinden beri adettendi. Saray'daki ikramlar dışarıda da benzer şekilde yapılır askerlere de şekerler, şerbetler ve bahşişler verilirdi. Sarayda veya camilerdeki bu törenlerden başka hemen her devlet adamının ve zenginin konağında, camilerde, mescidlerde ve halktan kimselerin evlerinde de mevlid okutulmakta idi. Osmanlı'da Mevlid Kandili'nde gerçekleştirilen ve dikkat çekici uygulamalardan biri de (Efendimiz (s.a.v)'in şefaati umularak) hapishanelerdeki bazı mahkûmların affedilmesiydi. Mevlid Kandili sebebiyle yapılan tahkikat neticesinde durumu uygun olan mahkûmlar padişah tarafından affedilerek serbest bırakılırdı. (Emre Gül, Tarih Dosyası)
Youtube Konu Belli Kanalı Podcast Serisi #240
XVI. asır, Türkler'in 22 asırlık tarihlerinin en büyük devresidir. XVII. asır da, Türkler'in büyüklük çağlarından biri sayılır. Bu asırda Hindistan Türk imparatorluğu, yüzyılın son yıllarına kadar yükselmekte ve gelişmekte devam etmiştir. Bu yıllarda Hindistan Türk imparatorluğunun başında Şâh-ı Cihân vardı. Bu büyük hükümdar, Timur'un 9. ve Timurlular'ı Türkistan'dan Hindistan'a getiren Bâbur'un 4. Kuşaktan torunudur. Eşi Ercmend Bânû'ya olan sevgisiyle ünlüydü. “Mümtâz-Mahall” diye anılan bu hanım yaşadığı müddetçe Şâh-ı Cihân, başka bir kadınla ilgilenmemişti. 14. çocuğu olan Gevher-Ârâ Beğim'i doğururken öldü. Şâh-ı Cihân, sonsuz derecede kederlendi. Bu kederden, birçok mimarî tarihçisinin dünyanın en güzel mimarî eseri olduğunu söyledikleri Tâc-Mahall doğdu. Eşini kaybedince bütün saçları ağracak derecede üzülen Şâh-ı Cihân, Ercmend Bânû'nun adını ölümsüz kılmak için, büyük bir kabir yaptırmaya karar verdi. Bütün dünyadan mimarlar ve sanatkarlar çağırıldı. Şâh-ı Cihân, İstanbul'dan gelen ve Mimar Sinan'ın talebesi olan Mehmed Îsâ Efendi'nin projesini beğendi. Bu suretle inşası 22 yıl devam edecek olan dünyanın en zarif anıtına başlanıldı. Tâc-Mahall'e ve etrafındaki ilâve anıtlara 1984 paramızla yaklaşık 675 milyar TL harcanmıştır. Bu miktar, Tâc-Mahall'den yüz yıl kadar önce Kanunî Sultan Süleymân'ın İstanbul'da yaptığı Süleymâniye külliyesine harcanan paranın iki misli kadardır. Tâc-Mahall'in inşaatında yalnız beyaz mermer kullanılmıştır. Âbidenin bahçesine, başlı başına bir şaheser olan büyük bir cümle kapısından girilmektedir. Tâ uzaktan Tâc-Mahall'i gören bahçesinin cümle kapısından âbideye yaklaşmaya başlayan bir ziyaretçi, her adımda yeni bir güzelliği farketmekte ve heyecandan heyecana düşmektedir. Bu Türk âbidesi bittiği zaman, Şâh-ı Cihân çok sevinmiş ve şu beyiti söylemişti: “Devir, Allâh (c.c.)'un kudretinin insanlar tarafından gözle görülmesi için, bu âbide meydana gelmiştir.” (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s.251-254)
İran'ın gündemi işgal ettiği ortamda millî şuurumuzun izlerini yeniden hatırlamak bakımından kayda değer bir hadisedir: Osmanlı tarihte İran ile yaptığı siyasi antlaşmalara İran topraklarında sahabeye küfür edilmeyeceği şartını koymuştur. 21 Mart 1590'da imzalanan anlaşmanın maddeleri arasında, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in sahabileri, ictihâd sahibi imâmlar ve Hz. Aişe (r.anhâ) Annemiz hakkında “şetm ü la'n ve kazf u ta'n'da (küfür etme, lanet okuma, zina suçlaması ve kınama)” bulunulmaması hükmü vardı. Bu şartla taraflar arasında barış anlaşması imzalandı. 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması'nda da, Osmanlı Devleti'nin Kanuni zamanından beri İran'la yaptığı anlaşmalara öncelikli şart olarak koyduğu Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in en yakın kader arkadaşları Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)'e sövüp sayılmaması (Şeyheyne seb' ve şetm edilmemesi) hükmü anlaşmadaki yerini almıştır. İran'la gerçekleştirilen ve Kasr-ı Şirin Anlaşması'nı bir bakıma teyit eden 17 Ekim 1736 tarihli yeni anlaşmada da, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)'e sövüp sayılmaması hükmü yer aldı. Bununla birlikte, İran Şahı Nadir Şah'ın anlaşma öncesi Caferî mezhebinin dört mezhep dışında 5. Mezhep olarak tasdik edilmesi önerisi ise reddedildi. İmâm Şa'bî (r.âleyh)'in şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “Râfizîler bir özellikleriyle Yahûdîler ve Hıristiyanlardan daha aşağıdır denmiştir. Çünkü Yahûdîlere soruldu ki: “Sizin dîninizin en hayırlıları kimlerdir?” Onlar da, “Mûsa (a.s.)'ın ashâbı” diye cevap verdiler. Aynı soru Hıristiyanlara da soruldu. Onlar da, “Îsâ (a.s.)'ın ashâbı” dediler. Râfizîlere de “Sizin dîninizin en kötüleri kimlerdir?” diye soruldu. Onlar da “Peygamber (s.a.v.)'in ashâbı” diye cevap verdiler. Râfizîlere, Peygamber (s.a.v.)'in ashâbı için, “bağışlanma talebinde bulunun” diye emredildiği hâlde, onlar sahâbeye sövdüler.” (Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, s.196-197)
Deniz Tunç Kalyoncu ve Oğul Tuna, 18. yüzyılda Rusya'yı ve Osmanli ile Rusya arasındaki Rum Alimi Eugenios Voulgaris'i konuşmak üzere TOBB ETÜ'den Eda Genç'i ağırlıyor.
1950’de Kıbrıslı Rumlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülkeye tanınan "kendi kaderini tayin" hakkı uyarınca bir plebisit yaparak Yunanistan’a bağlanmak istediğinde Türkiye hâlâ eski tavrını sürdürüyordu. Hatta 1949’da CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 1950’de ise DP’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü “Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir sorun yoktur” diyerek Yunanlıların ve Rumların elini epeyce güçlendirmişlerdi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu; çünkü o yıllarda hem CHP’nin hem de DP’nin en önemli hedefi Batı bloğuna ve NATO’ya kabul edilmekti. Aynı arzu Yunanistan’da da olduğu için, taraflar suyu bulandırmak istemiyorlardı. Ancak “güvercin” Fuad Köprülü’nün yerine “şahin” Fatin Rüştü Zorlu’nun Dışişleri Bakanı olunca durum değişecekti. Rakiplerinin “sert, kırıcı, yabancı düşmanı, çok zeki” gibi sıfatlarla tanımladığı Zorlu ile birlikte Türkiye aktif biçimde “Taksim” politikasına yöneldi. Aslında bunun için uygun bir zamandı çünkü Mart 1955’de Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı dolayısıyla ABD ve İngiltere, Türkiye’ye toleranslı davranıyorlardı.
Osmanli Ilahis- (Ottoman songs) from the Osmanli Dergahi on the night of Badr 1442 naksibend.us
Alkol kelimesi Arapçada bir şeyin özü, aslı anlamına gelen “el kuhl" sözünden Batı dillerine girmiştir. Spotify tanıtım: Alkollü içkilerin tarihi insanlığın tarihi ile yaşıttır. Nuh’un gemisindeki insanların şarap içerek hayatta kaldıkları, şarabı da onların dünyaya yaydığı rivayet olunur. Mitolojiye göre şarabın anavatanı Ege havzasıdır. En eski dinlerden biri olan Musevilikte sarhoş olmamak koşuluyla içki içilmesine izin vardır. Şarabı "İsa'nın kanı" olarak kutsal sayan Hıristiyanlık içkiyi törenlere katmıştır. İçkiye karşı en katı tutumu takınan İslamiyet’in bile içkiyi yasaklama kararını vermesi kolay olmamıştır.
Osmanlı memleketinde büyük selâtîn câmîlerinin avlularına ve bilhassa Hz. Hâlid (r.a.), Fâtih Sultan Mehmed, Sultan Bâyezîd, Ayasofya câmîlerinin avlularına sergiler kurulurdu. Bu sergilerde tesbihçiler tesbihleri ve sahaf denen kitapçılar çeşit çeşit nefis Mesâhîf-i Şerîfe'leri, el yazması ve nüshası çok kıymetli ve nâdir olan nefis kitapları geçici olarak avluya getirdikleri camlı dolaplara koyarlardı. Gelenlerin oturması için cami avlularında geçici olarak dükkân şekline sokulan yerlerde, eski mâden, Saksonya ve çini evânîler (kaplar), çok hoş ve tuhaf eşyalar, nefis şallar, kumaşlar, türlü çubuk ve çubuk takımları teşhir edilirdi. Avlular böyle rağbet gören daha birçok şeyle donatılmış olurdu. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenir, Kur'ân-ı Kerîm okunurken yakmak üzere öd ağacı, kurs, anber kabuğu gibi buhurlar, tablalar üstünde ağzı pamukla kapatılmış olan çok sayıda küçük şişeler içinde mumbar denen yemekle beraber yenen hardallar, iftarda oruç açmak için hurma ile çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerler bulundurulurdu. Yine bu cami kapılarının dışında tablalarda çeşit çeşit simitler, çörekler, en âlâ Ramazan pideleri yer alırdı. Bu camilere gelen zenginlerin bindikleri at ve arabaları da kapılarda durur, sahiplerinin dönüşünü beklerdi. Hükûmet tarafından vazîfelendirilmiş olan veya arzu eden ulemâ, Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsını açıklayarak tefsîr eder, dînî terbiyesi üzerine vaazlar verir, nasihât eder ve herkes etrafına oturarak onu dinlerdi. (Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tâbirleri, s.251-252)
Adının ‘tehcir’ mi, ‘mukatele’ mi, ‘kıt’al’ mi, ‘katliam’ mı, ‘kırım’ mı, ‘soykırım’ mı olduğuna bir türlü karar vermediğimiz ‘1915-1917 arasında yaşananlar’ hakkında konuşmak, Osmanlı İmparatorluğu'nun Cihan Harbi'ni kaybettiğinin anlaşılmasından 1920’ye kadarki dönemde bugünkü kadar zor değildi. Hatta o yıllarda olayların ‘katliam’ veya ‘facia’ olduğunu, failler bile kabul ediyordu. Örneğin tehcirin baş mimarı Talat Paşa anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” demişti. 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. İTC üyesi olan ancak tehcirde rol almayan Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de meclisteki açık celsede yaptığı konuşmada “maziye aid fazahat” (geçmişe ait rezillik, ayıp) demiş, “bu tür fecayiin (faciaların) tekrarından vazgeçmemizi istiyorlar” diyerek suçu zımnen kabul etmişti. Ancak Ermeniler 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması ile taleplerinden vazgeçmek zorunda kaldıktan sonra, o güne dek İtilaf Devletleri’nin kulağına kar suyu kaçırmamak için gayet özenle seçilen dil ve politikasını değişecekti.
Amerikan Yakın Doğu ve Afrika İşleri Bürosu’nun Ekim 1946’da açıklanan raporunda Türkiye’nin coğrafi konumuyla Sovyet askeri ve siyasi etkisinin Doğu Akdeniz’e kolay bir şekilde akabileceği bir bölgede şişenin ağzındaki tıpa görevini gördüğü belirtilmişti. ABD Başkanı Truman’ın "containment" (Doğu Bloku'nu çevreleme) politikasında önemli roller biçilen Türkiye ve Yunanistan’a ünlü "Marshall Yardımı" verildi. Haziran 1948'de Sovyetler Birliği, Batı Berlin'i kuşatmaya başladı. Bunun üzerine ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, Danimarka, İzlanda, Portekiz, İtalya ve Kanada 4 Nisan 1949'da Washington'da NATO'yu (North Atlantic Treaty Organization/Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdular.
Halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bir Sümer tableti rüşvetin ilk belgesi sayılabilir. Sümerolog Veysel Donbaz’ın çözdüğü “Sümer okul günleri” adlı tablette okulun başarısız bir öğrencisinin ailesinin öğretmeni evlerine davet edip yedirip içirmesi v türlü hediyeler vermesi anlatılıyor. Tabletin devamında, bu ağırlamanın sonucunu okuyoruz: Başarısız çocuk birden sınıfın en başarılı öğrencisi olmakla kalmıyor, ardından sınıf başkanı bile seçiliyor. 2.300 yıl öncesine ait bir Çin metninde, yolsuzluğun 40 yolu sayılmış. Belgeye göre, rüşveti önlemek için memurlara verilen "yang-lien" adlı ek ödeme yapılıyormuş, ama sonucun ne olduğu yazılı değil belgede. “Nasıl dilin ucundaki balı veya zehri tatmamak mümkün değilse, devlete hizmet edenlerin de kralın hasılatının en azından küçük bir parçasını yiyip bitirmemesi mümkün değildir. Nasıl sudaki bir balığın su içip içmediğini tespit edemezsek, devlete hizmet edenlerin de kendileri için para alıp almadıklarını tespit edemeyiz.” Bu satırlar da Hint hukukunun temel kaynaklarından sayılan MÖ 400’lü yıllarda yazılmış Arthasastra’dan alınma.
Osmanlı Devleti kurulduğu topraklar üzerinde daha önce kurulmuş İslam devletlerinin bilim, düşünce ve inanç mirasını da devralmıştı. Selçukluların İslâm dünyasındaki üstünlükleri Ehl-i Sünnet olarak bilinen Sünnîliği savunarak dönemlerinde (İbn Kemal'in yaptığı gibi) Batınîliğe ve diğer akımlara karşı direnç göstermeleridir. Özellikle Nizamiye medreseleri ile Ehl-i Sünnet'in diğer mezhepler ve akımlar karşısında hakimiyyetini sağlamışlardır. Devletin resmi görüşü doğrultusundaki Ehl-i Sünnet anlayışının güçlenmesinde ve yayılmasında medrese alimlerinin önemli rolü olmuştur. Bu husus, Osmanlılar dönemi yönetim-ulema ilişikisinin hangi gelenekten alındığını ve uygulandığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Selçuklularda Ehl-i sünnet anlayış Nizamül Mülk ve Gazzâlî tarafından temsil edilmiştir. Bu durum Osmanlı medreselerindeki ulema tarafından devam ettirilmiş, İbn Kemal ve Ebussuûd Efendi gibi alimler Sünnî İslam inancını tüm alanlarda hakim olması için çaba göstermişlerdir. İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar, Hanefi mezhebini benimsemiş, daha sonra Selçuklular da Hanefi mezhebinin görüşleri uygulanmıştır. Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethettikten sonra adâlet işlerini düzene koyarken mahkemelerde dört mezhebe mensup (Hanefi, Şafii, Malikî, Hanbelî) kadıların görev almasını emretmiştir. İran'da XV. yüzyıllarda Hurûflerin sıkı bir takibata uğrayarak Anadolu'ya akın etmeleri ve XVI. yüzyılda devam eden Safevî Propagandası, Osmanlılarda iki büyük dînî dalgalanma ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple Ehl-i sünnet inancının sapkın akımlara karşı devletin öncülük ettiği kampanya, ulemayı koyu bir savunma psikolojisine sokmuştur. Başta zamanın ünlü Şeyhülislamları İbn Kemal sonra Ebussuûd Efendi olmak üzere, dönemin uleması bütün gücü ile Şiiliğe ve Ehl-i Sünnet dışı her türlü mezhebî ve tasavvufi eğilime karşı amansız bir mücadele başlatmışlardır. (Ali Öğe, Şeyhülislâm İbn-i Kemâl ve Sünnîlik Anlayışı, s.323)
Asıl adı Mustafa Memduh olan kahramanımız, 29 Mart 1884’te bir taşra kasabası olan Çorlu’nun (Tekirdağ) o zamanki adıyla Papayani Mahallesi'nde, İzmarada adında bir Rum’un kiralık evinde doğmuştu. İsimlerinden Mustafa, peygamberin isimlerinden biri olarak, Memduh ise, dedesinin mahlası olarak konulmuştu. Sonradan kendi ifadesiyle "günün modasına uyup" babasının adı Şevket’i ikinci isim olarak benimsedi. 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildikten sonra “eski Türklerin yaptıkları gibi (...) büyüklerden birinden bir ad" ister ve “Esendal” soyadını kendisine İsmet (İnönü) Bey verir…
23 Mayıs 1887'de, Tokat Mutasarrıflığı'na, Anşa Bacı ve oğlu Hasan hakkında gönderilen şikayet dilekçesi ve II. Abdülhamit Dönemi’nin Kızılbaş politikaları...
Bismillahir Rahmanir Rahim Question answered by Seyh Lokman Effendi Hazratleri naksibendi.us
Askerlikle ilgili kavram ve kurumların toplum yaşamındaki ve siyasetteki ağırlığının hem arttığı hem nitelik değiştirdiği bu günlerde, askerlik kurumuna daha yakından bakalım... Ayşe Hür: "I. Murad Dönemi'nden (1326-1389) itibaren Osmanlı Devleti’nde askerlik teşkilatının belkemiğini, Hıristiyan tebaa arasından seçilen ve Müslümanlaştırılan 'devşirme'lerden oluşturulan Kapıkulu Ocakları oluşturuyordu. 1597-1611 arasında Anadolu'yu tarumar eden Celali İsyanları sırasında beylerbeylerine ve sekban birliklerine asker almak için vergi toplama yetkisi verilerek, askeri sınıfla reayanın, yani yönetenle yönetilenin birbirine karıştırılmaması ilkesi açıkça ihlal edilmişti..."
1916 Sykes-Picot Haritası,1920 Sevr Haritası, nihayet 2020 Sevilla Haritası... "Haritalar en az toplar ve savaş gemileri kadar emperyalizmin silahları olmuştur" diyen harita tarihçisi J. B. Harley haklı mı? Ayşe Hür: "Çek Cumhuriyeti'nin Pavlov köyü civarında bulunan mamut dişine çizilmiş harita MÖ 25.000 yılına tarihlenir ve üzerinde dağ, nehir ve vadileri gösterdiği sanılan çizgiler vardır. 1930 yılında Kerkük yakınlarındaki Ga-Sur yerleşiminde bulunan 7,6x 6,8 santimlik kil tablet, Azala adlı birinin 354 iku (12 hektar) boyutlarındaki tarlasına dair bir haritayı gösterir..."
Cihan Harbi'nde İskele Savaşları ve "Mütekabiliyet Sürgünleri" ... Ayşe Hür: "1914-1917 arasında Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyıları İtilaf gemilerinin bombardımanı yüzünden büyük kayıplar verdi. Cezasını da Osmanlı ülkesinde yaşayan yabancı uyruklular ödedi. 15 Nisan 1915’te Fransızların Jeanne d'Arc zırhlısı Antalya körfezinde yakaladığı kayıklardaki 1.000 kile buğday, 55 teneke sade yağ, 10 teneke zeytinyağı, 50 kıyye peynire el koymuştu. 14 Mayıs 1915’te Fransızlar Kaş’ın Kale nahiyesinde Osmanlı sancağını indirip Fransız bayrağını çekerken işbirlikçilikle suçlanan yerli Rumlardan 18 kişi Konya-Bozkır’a sürüldü..."
Hatay, Cudi, Çanakkale, Mersin, Adana, Bursa ormanları yanıyor. Neden yanıyor, kim yakıyor, henüz bilmiyoruz. Halbuki tarihimizden yangınların Devlet'in etnik temizlik ve iskân politikalarında kolaylaştırıcı rolü olduğunu biliyoruz. Nasıl mı?
Fahrettin Altay Paşa'ya "Cumhurbaşkanlığını bırakıp Hatay’a çete reisi olacağım" diyecek kadar konuyu kişiselleştiren Atatürk'ün irredendist başarı öyküsü...
Türkiye ile Yunanistan'ın deniz savaşlarının eşiğine geldiği günlerde denizcilik tarihimize bakmak kıssadan hisse çıkarmak açısından önemli görünüyor... Ayşe Hür: "İlk kez Fatih Sultan Mehmed döneminde hutbelerde ‘‘Sultan-ül Berreyn’’ yerine ‘‘Hakan-ül Bahreyn ve Sultan-ül Berreyn’’ ifadesi kullanılmaya başlandı. Lala Şahin Paşa’nın girişimleriyle Gelibolu’da denizci ocağı kuruldu. II. Bayezid döneminin ünlü korsanı Kemal Reis 1470 yılında Vezîrâzam Mahmud Paşa’nın emri altında, bir azap olarak Eğriboz seferine katılmış, adanın fethinden sonra oraya yerleşmişti. I. Selim dönemin ünlü korsanları Kurdoğlu (Cartulli) Muslihiddin ile Midilli Vardari Yakup Ağa'nın İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adlı dört oğlu idi..."
100 yıl önce Paris Konferansı'nda Seyid Abdülkadir, Şerif Paşa ve Binbaşı Noel'in Kürtler için planları nelerdi, Mustafa Kemal bu planları nasıl bozdu? Ayşe Hür: "Şerif Paşa Galatarasay Lisesi'nin ardından Fransa’daki Saint-Cry Askeri Akademisi'nde okumuş, 1890'larda 'Paşa' unvanı almış, Brüksel ve Paris'te Askeri Ataşelik yapmış, 1898’de Stockholm’e orta elçi olarak atanmıştı. 1919 yılında Britanya’nın İstanbul Sefareti Müsteşarı Hohler’in merkeze şöyle yazmıştı: Noel, çok iyi insan, çok güçlü biri. Kürtlerin peygamberi olmak istiyor. Kürtler gibi kimse yoktur, onlar çok asil, çok iyiler diyor. Binbaşı Noel, bir 'Kürt Lawrence’dir!' Mustafa Kemal 11 Haziran 1919’da Diyarbakırlı Cemil Paşazade yoluyla Kürtlere şu mesajı gönderdi “İngiltere, bağımsız Kürdistan haritasını Ermenilerin çıkarına kurban ediyor. Kürtler ve Türkler birbirlerinin gerçek kardeşleridir ve birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir'..."
Şark musikisinden Garp müziğine... Ayşe Hür: "1924’te Yeni Sinema’da Osman Zeki (Üngör) Bey’in yönettiği orkestra Zeki Bey’in Cumhuriyet Marşı ile Beethoven’in Beşinci Senfonisi’ni çalmıştı. İkinci konsere çıkarken orkestranın adı artık ‘Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrası’ idi. 1926’da Darülelhan’ın ‘Şark Musikisi Şubesi’nin kapatılacağını derleme çalışmaları yapmak üzere gittiği Anadolu gezisinden dönüşte öğrenen Darülelhan’ın hocası Rauf Yekta Bey, “bir milletin musikisi resmî bir encümenin kararıyla nasıl ilga olunabilir?” diye şaşkınlığını dile getirmişti. 26 Kasım 1927’deki radyo yayın akışı şöyleydi: 19.00 Stüdyo Musiki Heyetinden Şevketza Faslı. 19.30 Esham ve Tahvilat Borsası Haberleri. 19.40 Telsiz Telefon Orkestrası. 20.10 Zahire Borsası Haberleri. 20.20 Telsiz Telefon Musiki Heyeti. 20.50 Anadolu Ajansı Haberleri. 21.00 Telsiz Telefon Orkestrası. 21.30 Teganni..."