POPULARITY
Categories
AKP'de Istakoz geriliminin arka planında sadece ekonomik nedenler mi var? Bir yüzükten bu kadar zenginleşmeye nasıl gelindi? AKP'de değişim olur mu, nasıl olur? Kabine'de hangi isimler gidecek, İktidar partisi siyaseten bir 'değişim'i tartışıyor mu? Yerel seçim başarısı sonrasında CHP'nin yeni yol haritasında neler var? İzmir Çankaya ve Beşiktaş gibi kalelerde yaşanan oy kaybı CHP'nin gündeminde mi? Meral Akşener bırakıyor. İYİ Parti kurultayında ipi kim göğüsler? En güçlü Aday Koray Aydın yen i genel Başkan mı olacak? Gazeteciler Sedat Bozkurt ve Çağrı Sarı Politi-Cast'te konuşuyor: AKP'de 'değişim' tartışmaları... Abdulkadir Selvi'nin Geziciler yazısı ve kılıç artığı tepkisi... CHP'deki gençleşme 'değişim' tartışmalarının sonucu mu? Kazanan CHP mi seçmen mi? Yavaş ve İmamoğlu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karşı karşıya gelir mi? İYİ Parti kongresinde ipi kim göğüsler?
Erdoğan'a Ulusalcılardan sonra Ülkücüler de seri atışa başladı. Seçimler oldu bitti, Saray rejimi gücünü pekiştirdi. Ama garip bir şekilde ortaklarıdan Erdoğan'a yönelik seri atışlar, rahatsız edici açıklamalar gelmeye başladı. Buna ulusalcıların yanına, diğer müttefik grubu MHP'li ülkücüler de eklendi. MHP liler adeta kazan kaldırdı. Sebebi Soylu'nun ardından MHP'li polis müdürlerinin kıyıma uğraması. Erdoğan'ın talimatlı köşe yazarı Abdulkadir Selvi üzerinden Erdoğan'a mesaj üstüne mesaj gönderdiler. Hatta MHP Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter, “Akbaba” ve “Kaypak cellat” ifadelerinin de yer aldığı bir tweet attı. “Bu tiplerle yol yürümek en başta yola ihanettir!” dedi. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla mesajıydı bu. Bu programda, ulusalcıların ve MHP'lilerin Erdoğan'a yönelik başlattıkları seri atışlarını anlatacağım. Tabii sadeci bu seri atışları değil, arka planının da anlatacağım. Mercek başlıyor.
Bilal Oğlan'ın rüşvet haberine engel gelmiş, Abdulkadir Selvi delirmiş...
“Kızıl Haç” fikri İtalyan ulusal birliği sürecinde, Fransa ve Sardunya-Piemonte Krallığı ittifakı ile Avusturya-Macaristan orduları arasında 24 Haziran 1859 günü yaşanan Solfarino Savaşı sırasında ortaya çıktı. İş seyahati dolayısıyla bulunduğu Castiglione tepesinden savaşı meydanını izleyen İsviçreli iş insanı Henry Dunant, 15 saat süren çarpışmalarda ölen ve yaralanan binlerce askere sadece iki doktorun yardım etmeye çalıştığını görünce Fransız yetkililerden aldığı izinle bir Fransız gazeteci, bir İtalyan rahip ve İngiliz turist çiftle birlikte savaş alanına koşmuştu. Halk ayrım gözetmeksizin her yaralıya yardım etmeye çalışan bu gönüllüleri “Tutti fratelli” (Herkes kardeştir) diye teşvik etmekle kalmamış, hem onlara yardım etmiş hem de ellerindeki her türlü malzemeyi hizmetlerine sunmuştu.
23 Temmuz 1908'de Abdülhamid Meşrutiyet'i ikinci kez ilan ettikten hemen sonra Mebusan Meclisi için ilk seçimlerin aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında yapılması kararlaştırıldı. O günlerin iletişim ve ulaşım olanakları içinde seçimler bir gün içinde yapılamıyor, günlerce sürüyordu. Örneğin İstanbul'da seçimler 5 günde yapılmıştı. 17 Aralık 1908'de İstanbul'da büyük bir coşku ile toplanan 288 üyeli Meclisi Mebusan'da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus vardı. Ancak bunların çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önerdiği ya da desteklediği adaylardı.
Demokrasi deyince akla ilk olarak seçimler, seçimli demokrasi deyince de ilk Antik Dönem'deki (M.Ö. 5.yüzyıldan itibaren), Atina Şehir Devleti gelir. Atina demokrasisi sadece varlıklı erkek vatandaşların oy kullandığı bir demokrasiydi. Kadınlar, köleler ve yabancılar (metikler) oy kullanamazdı. Osmanlı Devleti ise demokrasiyle değilse de seçimle ilk kez 19. yüzyılda tanıştı...
İlk Nazi “temerküz/toplama kampı” 1933'te açılıp 1945'e kadar aralıksız “hizmet veren”(!) Dachau toplama kampı idi. 1945 sonuna kadar Nazilerin Avrupa'nın çeşitli yerlerine dağılmış 23 merkezi “toplama kampı” ile tutuklama, işkence ve öldürme faaliyetlerini yürüttükleri 44 bin tesis vardı. 23 kampın idare ve eğitim merkezi Berlin'e 35 km uzaklıktaki Oranienburg kentindeki Sachsenhausen Toplama Kampı idi. 1 Şubat 1943 günü bu kampı “özel istek” ile iki Türk hükümet görevlisi ziyaret etti. Bunlar İstanbul Emniyet Müdürü Halûk Nihat Pepeyi ile Emniyet Genel Müdürlüğü Azınlıklar Şubesi Müdürü Salahattin Korkud idi. Bu ziyaretin amacı neydi, sonuçları neler oldu?
Yeni dönemin ilk anayasal metni, 13 Eylül 1920'de hazırlanan ve 18 Eylül 1920 günü Mustafa Kemal'in Meclis'e sunduğu “Halkçılık Programı” üzerine yürütülen uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan 23 asıl madde ve “gayeye ulaşıncaya kadar Meclis'in sürekli toplantı halinde” olmasına dair geçici maddeyle birlikte yaklaşık bir sayfalık bir metinden oluşan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” idi.
1894 yılının Temmuz ayında Alman elçiliğinin Fransız temizlikçi Madam Bastian, askeri ataşe Schwarzkoppen'in çöp sepetinde yarı yanmış kağıt parçacıkları bulmuştu. Fransız ordu istihbaratı, bu not kağıdındaki bazı bilgilerden topçu bölüğü mensubu bir Fransızın Almanlar adına casusluk yaptığı kanısına vardı. Soruşturmayı yöneten kişi Yahudi düşmanı olduğunu gizlemeyen Yüzbaşı Sandherr idi. Muhtemelen ülkedeki politik atmosferle uyumlu olan önyargıları Sandherr'i şüphelilerin sayısını hızla azaltmaya yöneltti ve en önemli şüpheli Alfred Dreyfus adlı bir Yahudi yüzbaşı oldu. Bundan sonra yaşananlar sadece Yüzbaşı Dreyfus'un hayatını değil, Fransa'yı da değiştirecekti.
Yeryüzündeki değişik kültürler temel olarak üç çeşit takvim üretmişler. Dünya ile Güneş arasındaki ilişkiyi esas alan Güneş takvimleri (Arapça Şemsi takvim); Dünya ile Ay arasındaki ilişkiyi esas alan Ay takvimleri (Arapça Kameri takvim) ve bu iki sistemin karışımı olan Ay-Güneş takvimleri. Bugün Batı dillerinden takvim karşılığı kelimelerin neredeyse hepsi Latince calendae'den gelir ki, bu kelime, “gelecekteki festivallerin, çarşı-pazar günlerinin günü” demektir.
Hicri ve Rumi Takvim'i kullanan Osmanlı ülkesinde “Miladi” yılbaşı kutlaması yapılmazdı. Hicri Takvim'in başlangıç ayı olan Muharrem'in gelişi ise kutlanmadığı gibi, 10. günü Kerbela Olayı'nın yıldönümü olduğundan matem havasında geçerdi. Hicri Takvim'in kullanılmasında ortaya çıkan 11 günlük farkı ortadan kaldırmak için 15 Şubat 1332 gününün 1 Mart 1917 olarak kabul edilmesiyle yürürlüğe giren Rumi Takvim'in ilk gününde ise sadece Düyun-u Umumiye'ye bağlı bazı kuruluşlarda kutlama töreni yapılırdı. Buna karşılık Osmanlı ülkesinde yaşayan Hıristiyanlar için yılbaşı "Noel" dönemi anlamına gelirdi. Aralığın 15'inden sonra hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık gecesini 25'e bağlayan gece İsa'nın doğuşunu (Doğuş Yortusu) kutlardı. Ortodoks Rumlar aynı geceye “Hristugenna” adını verirlerdi. Ermeniler ise 1 Ocak'ta kutladıkları yılbaşına “Gağant” derlerdi.
19-26 Aralık 1978 haftasında Kahramanmaraş'ta yaşanan ve tarihe 'Maraş Katliamı' diye geçen korkunç olaylar anlamlandırabilmek için epey geriye gitmek gerekir. 1968-1971 arası ülkede basının sağ-sol çatışması diye kodladığı şiddet olayları ile geçmişti. 12 Mart 1971 Muhtırası, sağ-sol çatışmasının ordu içinde de olduğunu gösteriyordu. 1973 seçimlerine yeni Genel Başkanı Bülent Ecevit'in liderliğinde giren CHP 185 milletvekili ile birinci parti olurken, Süleyman Demirel'in AP'si 149, Necmettin Erbakan'ın MSP'si 49, Ferruh Bozbeyli'nin DP'si 45, Turhan Feyzioğlu'nun CGP'si 13, Mustafa Timisi'nin BP'si 1 milletvekili çıkarmıştı. Ancak CHP'nin milletvekili sayısı tek başına hükümet kurmaya yetmediği için Ecevit ancak Ocak 1974'te MSP ile kurulan koalisyonda başbakan oldu. Ama bu hükümetin ömrü 8 ay oldu. Yerine AP-MSP-MHP-CGP'den oluşan I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti kuruldu...
3 Temmuz 1243'de Kösedağ Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti, Moğolların yönetimini tanımıştı. Moğolların Anadolu'dan çıkarılması ise hiç kolay olmadı. 1277'de Selçuklu devlet adamı Muineddin Pervane'nin çağrısı ile Memluk Sultanı Baybars Anadolu'ya girdi. Halkın da katılımıyla Moğollara saldırdı. Baybars çekildikten sonra Moğol ordusu geri geldi ve halkı kılıçtan geçirdi, Pervane öldürüldü. Öclerini alan Moğollar Anadolu'dan çekildiler, Rum Selçuklu Devleti de II. Gıyaseddin Mesud'un 1308'de ölümüyle son buldu. Bu dönemin günümüze bıraktığı en önemli miras 749. yıl önce (17 Aralık 1273'te) bu alemden göçen Mevlâna Celaleddin-i Rumi, onun eserleri ve Mevlevilik düşüncesi oldu. Ancak bu hikâye birçok yönden düzeltilmeye muhtaçtır.
Bundan 105 yıl önce 11 Aralık 1917'de, İngiliz General Edmund Allenby resmi bir törenle Kudüs'e girdi ve dört asırlık Osmanlı hakimiyeti sona erdi. Bugün bizim Kudüs dediğimiz şehir Bronz Çağı'nda (M.Ö. 3000-1200) Sami kavminden Kenaniler tarafından kurulmuştu ve adını dönemin en büyük tanrısı Shalem'den (Salem) almıştı. İbranice Yerushalayim, Aramice Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim, Roma döneminde İmparator Ælia Hadrianus'tan dolayı Ælia (Ilia) Capitolina, 638'de Müslümanların fethinden 1099'da Haçlıların fethine kadar bu isimden bozma İliya, Fatımiler döneminden (909-1171) itibaren Beytü'l-Makdis ya da Beytü'l-Mukaddes, Memlükler döneminde (1250-1517) kısaca Al-Kuds ya da Kudüs diye anılmıştı.
Herkes İtalyan seyyahı Marko Polo'yu tanır ancak çağdaşı Rabban Şauma'nın adını çok az kişi bilir. Tarihe dinsel bir adlandırmayla Bar (ya da Mar) Şauma/Savma olarak geçen bu kişi aslında Marko Polo'nun Asyalı karşılığı olup, onunkine benzer bir seyahati hemen aynı yıllarda (270'lerde) ama tam tersi istikamette, Pekin'den Fransa'nın Bordeaux şehrine doğru gerçekleştirmiştir.
1973-1977 arasında ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger, 1979'da yayımlanan White House Years (Beyaz Saray Yılları) adlı anı kitabında şöyle yazmıştı: “Nixon, Rıza Şah'ı Irak'taki Kürtlerin otonomisi konusunda cesaretlendirmişti. Kürt meselesi ve 1972-1975'teki trajik sonuçları bu bölümün konularının dışındadır bu yüzden bunu 2. ciltte ele alacağım.” Kissenger 2. ciltte bu konuyu hiç hatırlamadı. Ancak 20 yıl sonra Years of Renewal (Yenilenme Yılları, 1999) adlı kitabında Kürtlerle ilgili 21 sayfalık bir bölüm yazdı. “Tragedy of the Kurds” (Kürtlerin Trajedisi) başlıklı bu bölümde özetle ABD'nin her ne kadar "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"ndan (kısaca KKTH) yana görünse de Kürtler söz konusu olduğunda buna hiç ilgi göstermediğini anlatıyordu.
İlk Halife Ebu Bekir'in döneminde (632-634), Arabistan yarımadası “Müslüman” oldu ama ne pahasına… İslam dünyasının Herodot'u sayılan Taberi'ye göre Ebu Bekir'in orduları kafirleri kadın, çocuk demeden demirle dağlayıp ateşte yakmışlardı. Bunlar arasında Peygamberin sağlığında Müslüman olmuş ama Ebu Bekir'e biat etmeyen kabileler de vardı. İkinci Halife Ömer zamanında (634-644) Kays'ın orduları on yıl kadar bir sürede Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Horasan ilhak edildi. Peki, bu ilhaklar kılıçla mı oldu, ikna ile mi? Gelin birlikte karar verelim...
Bu hafta 15 Kasım 1937 günü Elazığ'ın Buğday Meydanı'nda idam edilen Dersim'in dinsel ve toplumsal lideri Seyit Rıza idamdan önce Atatürk'le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi biraz geriye gidelim ve Seyit Rıza'nın nasıl yakalandığını anımsayalım.
Bugün pek çok kişi cumhuriyet ile demokrasiyi eşdeğer görür. Halbuki bugün dünya yüzünde adı cumhuriyet olup diktatörlük olan pek çok ülke, adı monarşi olup rejimi demokrasi olan pek çok ülke vardır. Öte yandan bir devlet, merkezileştikçe demokratiklikten uzaklaşır, merkeziyetçilikten uzaklaştıkça demokratikleşir. Osmanlı döneminde “adem-i merkeziyetçilik” tartışmasını başlatan kişi Prens Sabahattin'dir.
1927 yılında Cumhuriyet Türkiyesi'nde modern anlamda ilk nüfus sayımı yapıldı. Bu sayıma geçmeden önce kısaca geçmiş dönemin nüfus sayımlarının özelliklerini anımsayalım. Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet, halkını 15-16. yüzyıllardan itibaren tahrir defterleri (genel nüfus kayıtları), 17-19. yüzyıllardan itibaren avarız (olağanüstü vergi) ve cizye (Gayrimüslimlerden alınan vergi) defterleri ve 19. yüzyıldan itibaren temettüat (gelir) defterleri aracılığıyla kayıt altına almıştı. Bu kayıtların esas işlevi, elbette vergi ve asker toplamaktı. 1876 yılında, bir istatistik teşkilatı kurulmuş, başına da bir Rus uzman getirilmiş, ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı patlayınca, Rus uzmanın işine son verilmişti.
Bugünkü Libya'yı oluşturan üç bölgeden biri olan Trablusgarp (diğer bölgeler Bingazi ve Sirenayka idi) Osmanlı Devleti'ne 1559'da bağlandı ve Akdeniz'deki üç Garp Ocağı'ndan ikincisi (birincisi Cezayir'de, üçüncüsü Tunus'ta idi) Trablusgarp'ta oluşturuldu. Bölge uzun süre “Dayı” denen yerel beylerle yönetildi ama bölgedeki aşiretlerin gerektiğinde birbirlerine karşı Avrupalılarla bile işbirliği yaptığı fark edilince, bölgenin idaresi ve güvenliği için merkezden asker gönderildi. Ağırlıklı olarak Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu'dan toplanan çoğu devşirme levendlerin ve yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak bu yasak zamanla delindi ve Osmanlı-Arap-Bedevi karışımı Kuloğulları denen toplumsal kesim ortaya çıktı.
Terör, kelime olarak Latince “allak bullak eden, felç eden aşırı derecedeki korku” anlamına gelen “terror” kelimesinden 14. Yüzyılda Fransızcaya “terreur” olarak geçmiş. 1789 Fransız İhtilali'nden sonra, iktidarı kaybeden soyluların, kilisenin ve Britanya'nın yardımıyla iktidarı yeniden ele geçirmeye teşebbüs etmesi üzerine iktidardaki Jakobenler, Eylül 1793'ten Temmuz 1794'a kadarki 10 ay, “karşı devrimci” olarak gördükleri ve “iç düşman” diye etiketledikleri halk yığınlarını giyotine yollamışlar, bu kanlı dönem tarihe “Terör Rejimi” (Regime de le terreur) olarak geçmişti ve Fransız devrimcileri kendilerini gururla “terörist” olarak adlandırmışlardı.
"Kamuoyunu etkilemek ya da bir gerçeği gizlemek için kasıtlı ve çoğunlukla örtülü biçimde yayılan yanlış haber" anlamına gelen dezenformasyon teriminin kökeni Rusça "dezinformatsia" sözcüğüdür. İlk olarak Batı literatüründe, 1917 Bolşevik Devrimi ile ortaya çıkan SSCB'ye yönelik ideolojik kampanyaları tanımlamak için kullanılmıştır ancak dezenformasyon deyince akla ilk olarak Hitler'in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels gelir. Aslında tüm devletler birer dezenformasyon uzmanıdır. ABD ise dezenformasyon konusunda bir “dünya markası”dır.
Faşizm terimi eski Roma Cumhuriyeti'nde konsüller önünde taşınan ve onların otoritelerini gösteren bir baltanın sapına düzenli şekilde sarılmış değneklerden oluşan demetin adından gelir. İtalyan faşizmi, Mussolini'nin lideri olduğu Partito Nazionale Fascista (Ulusal Faşist Parti)'nin 1922 ile 1943 yıllarında içerisinde İtalya Krallığı'nda; 1943 ile 1945 yılları arasında ise İtalya'nın kuzeyinde kurulan İtalyan Sosyal Cumhuriyeti adlı kukla yönetimin resmi ideolojisinin adıdır.
1880 yılında hem Osmanlı Devleti'ni hem İran'daki Kaçar Devleti'ni hedef alan Hakkâri-Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah İsyanı, İran Kürt etnik kimliğinin siyasallaşma evresine geçişin başlangıcı oldu. 1918 sonrasında, Şikaklardan İsmail Ağa Simko'nun Kürt ve Azeri bölgelerindeki egemenliği, Kürt siyasi bilincinde önemli bir sıçramaya olanak sağladı. 1946'da Mahabad Kürt Cumhuriyeti'nin kurulması siyasi mücadelenin kazanıldığını düşündürdü, ancak bu mutlu dönem çok sürmedi.
Sabatay Sevi 1 Ağustos 1626'da İzmir'de, büyük olasılıkla İspanyol kökenli Yahudi bir ailenin üç oğlundan biri olarak dünyaya gelmişti. Adının, Cumartesi günü doğmasından dolayı İbranice “7. Gün” anlamına gelen Şabbat kelimesinden geldiği rivayet olunur. İzmir'de İngiliz Levant Company'de çalışan babası Mordehay Sevi'nin aksine küçük yaştan itibaren dini ve mistik konularla ilgilenmeye başlayan Sabetay, şehrin en ünlü hahamlarından (ve ilerde kendisinin en büyük muhalifi olarak) Joseph Eskapha'nın öğrencisi olmuş ve daha 18 yaşındayken akranları arasından sıyrılıp hahamlık icazeti almıştı. Bu tarihten sonra mistik konulara daha da yoğunlaşan Sabatay, okuduklarının da etkisiyle 1648 yılında henüz 22 yaşındayken kendisinin Yahudilerin yüzyıllardır bekledikleri Mesih olduğuna inandı, 1665'te bunu açıklamaya giden yol ve sonrasında yaşananlar Sabataycılık (veya Dönmelik) inancını şekillendirdi.
Antik Yunan ve Roma'da “orgia” (orji), çeşitli tanrılara tapınmada uygulanan herhangi bir töreni anlatan kutsal bir terimdi. Zaman içinde pagan tanrılar Bacchus ve Dionysos'un onuruna düzenlenen, genellikle coşkulu veya çılgınca danslar, şarkılar ve bolca içkiyle kutlanan gizemli kültleri ve ayinleri ifade eden bir terim oldu. Romalı tarihçi Livy'ye (ö.17) göre, bu törenler karanlığın "özgür erkek ve kadınların rastgele çiftleşmesini" ve ara sıra cinayetleri gizleyebilmesi için geceleri yapılırdı ve bu, din kisvesi altında klasik bir ahlaksızlık vakasıydı. Erken İslami kaynaklarında “mum söndü” benzeri ithamlara maruz kalanlar da Mazdekilik, Hürremilik, Babekilik, Deysanilik ve Karmatilik gibi, Sünni ulema tarafından “heretik/sapkın” ilan edilen mezheplerin mensuplarıydı. Osmanlı'nın Sünni uleması ise doğrudan Kızılbaşları hedef aldı. Ardından açık ya da örtük suçlama dairesi büyüyerek günümüze kadar geldi. Hatta, CB Erdoğan, “sadece sapkın zevklerin üzerine inşa edilmiş Alevilik” olmaz bile dedi! Bu söylemin altında ne yatıyor? Gelin tarihten örneklerle anlamaya çalışalım…
İstanbul'un köpeklerinin Bizans'tan miras kaldığı sanılır. Eflak'tan Fatih Sultan Mehmed'e üç, dört tane tazı ve zağar ile birlikte birkaç sekson gönderilmesinin ardından padişah “onları beslemeye başka bir oda olsa” buyurduğunda Yeniçeri Ocağı'nda “seksoncu ortası” kurulmuştu. Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı “sekson” cinsi köpeği harp köpeği olarak tanımlar ve anavatanının Saksonya olduğunu söyler. İlk köpek itlafı (toplu öldürme) ise Kanuni Sultan (I.) Süleyman'ın (hd 1520-1566) kayınbiraderi ve sadrazamı Lütfi Paşa tarafından Şam'da yapılmıştı. İlk köpek tehcirini (sürgününü) ise I. Ahmed'in (hd 1603-1617) sadrazamı Nasuh Paşa, başkentin Suriçi bölgesindeki köpekleri Üsküdar'a atarak gerçekleştirdi.
Osmanlı padişahları Ayazağa, Kandilli, Yapağıcı, Bahşâyiş ve İzzeddin çiftlikleri dışındaki bütün emlâk ve çiftliklerin hasılatları ile “ma'den-i hümâyun hâsılatı”, “havâss-ı celîle”, “mukātaat” gibi bazı gelirlerle geçinirlerdi. 1839'da Tanzimat Fermanı ile bunlar kaldırılıp yıllık 12 bin 500 lira maaş bağlandı padişahlara. Tahsisat 1856'da aylık 20 bin liraya çıktı, buna bağlı olarak da Hazine-i Hassa denilen padişah hazinesinin hacmi ve teşkilatı büyüdü. 1876'da tahta çıkan II. Abdülhamid döneminde ise, Tanzimat'la birlikte devlet hazinesine geçen mülkler tekrar padişah hazinesine alındı. Padişah adına yeni emlâk alımları en yüksek seviyeye ulaştı, bunlara çeşitli kaynaklarının eklenmesiyle Hazine-i Hassa hacim ve teşkilat bakımından genişledikçe genişledi. Öyle ki 1903 yılında Abdülhamid'in dünyanın en zengin 3. kişisi olduğu tahmin ediliyordu.
Bildiğimiz adıyla Leon/Lev Troçki 7 Kasım 1879'da Ukrayna'nın Yanovka kentinde Lev Davidovich Bronshteyn adıyla doğdu. 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ne üyelikle başlayan politik yaşamı Çarlık rejimini devirmek için mücadele, sürgünler, 1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra yeni rejimin örgütlenmesine katkı, Kızıl Ordu'nun kuruluşuna ön ayak olmakla şekillenmişti. Lenin'in 1924'te ölümünden sonra tek ülkede sosyalizm anlayışına ve bunun politik sonuçlarına karşı uzlaşmaz bir kavga yürüterek, tüm gücüyle enternasyonalizm ve dünya devrimi bayrağını Lenin'in bıraktığı yerden daha ileri taşıma iddiasıyla Stalinle girdiği politik kavgayı kaybeden Troçki 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyetler Birliği'nden kovuldu ve 50. yaşına sürgünde girdi. Hayatı ise Stalin'in bir ajanı tarafından kafasına aldığı buz baltası darbeleri sonucu, 21 Ağustos 1940'da ülkesinden çok uzaklarda Meksika'da sonlanacaktı.
1984 yılında, Suriye'nin Tell Brak sit alanında, M.Ö. 4000'li yıllardan kalma iki küçük kil tablet bulunmuştu. Dikdörtgenimsi biçimli bu tabletlerin üzerlerinde belli belirsiz figürler vardı. Üstte birer çukur, altta çöp hayvanlar… Belki bir keçi, belki bir koyun... Arkeologlar çukurların 10 sayısını ifade ettiğini düşündüler ve tabletlerde “burada 10 keçi veya koyun vardı” yazılı olduğunu tahmin ettiler. Bu tabletler, günümüze ulaşmış ‘tarihin en eski basılı sayfaları' idi. Biz de 9 Ağustos Dünya Kitapseverler Günü vesilesiyle bu hafta kitabın tarihine göz atalım...
Birçok Amerikalı, 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima'nın, 9 Ağustos 1945 günü Nagazaki'nin bombalanmasının İkinci Dünya Savaşı'nı sona erdirdiğine inanıyor. Ancak Ward Wilson, “The Bomb Didn't Beat Japan … Stalin Did” (20 Mayıs 2013, Foreign Policy) başlıklı yazısında yukarıdaki iddia da dahil olmak üzere şu beş miti sorguluyor: 1. Nükleer caydırıcılık bir krizi çözmekte güvenilir bir unsurdur. 2. Yıkımların büyüklüğü savaşların kazanılmasını sağlar. 3. Nitekim Japonya, teslim olmaya iki atom bombasının şoku üzerine razı oldu. 4. Atılan bombalar 65 (şu an 78) yıldır barış içinde yaşamamızı sağladı. 5. nükleer cini şişeye geri sokmak mümkün değildir. Dikkat ederseniz bu beş mitten sadece biri, Japonya'nın teslimine atom bombaları mı sağladı konusu olgusal olarak irdelenebilir. Şimdi bunu yapacağız.
Adı biçimi, rengi, deseni farklı olsa da kadının örtünmesi insanlık tarihi ile yaşıt sayılır. Bazen vücudu doğadan korumak için, bazen adet, ergenlik, evlilik, savaş, zafer, çile, ölüm ve yeniden diriliş gibi olayları simgeleştirmek için kadının örtünmesi istenmiştir. Mitoloji, büyü ve çok tanrılı dinler de kadınların örtünmesine bolca gerekçeler sunmuş, normlar koymuşlardır ama kadın giyimine en çok tek tanrılı dinler karışmıştır. Bu programda Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde kadınların 700 yıllık "görünür olma" mücadelesine bir göz atacağız.
4 Kasım 1922 tarihinde TBMM'de Lozan Heyeti'nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti: Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur…
24 Şubat 1955'de Türkiye adına Menderes ve Irak adına Nuri Sait Paşa arasında imzalanan Bağdat Paktı'na Nisan'da İngiltere, Eylül'de Pakistan, Kasım'da İran katılmıştı. ABD'nin gözlemci statüsüyle katıldığı paktın İstanbul'daki toplantısının yapılacağı 14 Temmuz 1958 günü, Arap Birliği politikası kapsamında Mısır tarafından desteklenen General Abdülkerim Kâsım Irak'ta darbe yapmıştı. Darbe sırasında, Kral II. Faysal, Veliahd Prens Abdülillah ve Başbakan Nuri Said Paşa linç edilerek öldürülmüş, cesetleri arabalarla bir süre sokaklarda sürüklenmiş ve sonrasında Adalet Sarayı'nın kapısına asılmışlardı. Bundan sonra yaşanan olaylar, ironik biçimde Irak tarihinin en demokrat ve çoğulcu lideri olacak olan Abdülkerim Kasım'ın niyetlediğinin aksine, Irak'ın Kürt, Arap ve Türkmen etnik grupları ile milliyetçi ve komünist grupları arasındaki ilişkilerin giderek kötüleşmesine neden oldu. Bu gruplar arasındaki en kanlı olaylar ise devrimin birinci yıldönümü kutlamaları sırasında, 14-16 Temmuz 1959 günlerinde Kerkük'te yaşandı.
İngiliz arkeoloğu Sir Charles Fellows 1838 yılında İzmir'e geldi, ardından Güneybatı Anadolu'da araştırma gezilerine başladı. Bu tarihe kadar batılı seyyahlar Likya kültürünü bilmiyordu. Fellows, Xanthos, Tlos, Myra ve Olympos gibi Likya kentlerinde araştırmalar yaptı. Bu gezilerin bilimsel raporlarını yayımladıktan sonra, Fellows'u finanse eden British Museum yöneticileri, Başbakan Palmerston'dan II. Mahmud'a müraacat edip Likya'da Fellows ve ekibi tarafından bulunan lahitlerin bir kısmını talep etmesini istediler. Saray önce izin vermek istemedi ama 1839 yılı sonlarına doğru Likya'ya ikinci kez gelen Fellows, bireysel olarak 1841'de izni kopardı ve 1842-1844 arasında Harpy Anıtı, Nereidler Anıtı ve Aslanlı Mezar'ı British Museum'a taşıdı. II. Mahmud'un yolunu Abdülmecid, Abdülaziz ve en çok da II. Abdülhamid izleyecekti…
27 Mayıs 1960'ta Demokrat Parti iktidarını deviren Milli Birlik Komitesi'nin Ankara ve İstanbul üniversitelerinden hukuk profesörlerine hazırlattığı 1961 Anayasası'nın 19. maddesinde “din ve vicdan özgürlüğü” yani egemen Sünni inanç dışında herhangi bir dine, mezhebe inanmak ya da inanmamak anayasal haklar arasında sayılıyordu. İki yıl sonra Ankara'daki farklı fakültelerden 50 kadar Alevi üniversite öğrencisi adına Seyfi Oktay ve Mustafa Timisi'nin başını çektiği bir heyet, 1 Mayıs 1963'te gazetelerde boy gösterecek bir basın açıklaması yaptı. Bildiride devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın her türlü inanca eşit mesafede durmasını ve laiklik prensiplerine göre hareket etmesini; Alevilere de bu düzlemde yaklaşılmasını istiyordu.
Osmanlı'nın aslında Türk olmaktan hoşnut olmadığını, "Etrak-ı bi idrak" (İdraksiz Türkler), "Etrak-ı na pak" (pis Türkler), "bed lika Türk" (çirkin Türk), "baği Türk" (haydut Türk) diyerek Türkleri aşağı gördüklerini söyleyenler haklı mı? Buna cevap vermek kolay değil. Çünkü Osmanlı elitlerinin, tarihçilerinin, şairlerinin Türklüğe bakışı tek tip değildi. Kaynaklarda zamana göre, yerine göre ‘Türk' sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkıyordu.
AKP'ye yakın isimlerden Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi, PKK lideri Abdullah Öcalan'a görüş izni verileceğini ve kardeşi Mehmet Öcalan veya yeğeni Ömer Öcalan'la görüştürüleceğini iddia etti. Öcalan'ın kardeşi Mehmet Öcalan, vasisi Mazlum Dinç ile İmralı'daki diğer tutukluların yakınları 17 Haziran'da görüşme talebiyle Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvuruda bulundu. Ruşen Çakır, “İktidar, Öcalan'ı seçimler için yine devreye sokmak ister mi?” sorusuna yanıt aradı. Yayını izleyebilirsiniz: bit.ly/3Qz629m
Yunanca, Tourkia ismi (Yunanca: Τουρκία) ilk defa Bizans imparatoru VII. Konstantinos Porfirogennetos'un (hd 905-959) yazdırdığı De Administrando Imperio kitabında geçmektedir. Fakat kitapta "Türkler" derken Macarlar kastedilmiştir. Benzer olarak Hazar Kağanlığı'na da Bizans kaynaklarında Tourkia denilmiştir. Bizanslılar ancak 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra "Türklerin" Anadolu'da yaşadığı yerlere Tourkia demeye başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos'un (hd 1081-1118) Haçlı komutanlarından Flandre Kontu Robert'e yazdığı mektupla başlayan sayısız yazışmanın sonucu ortaya çıkan "Türk" imgesi ise şöyledir: "Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlak kuralları gözetmez, iğrenç eylemleri sonucu en korkunç günahları işlemeye yatkın, ancak gözüpek kişilerdir."
Türkiye Suudi ailesinden Abdülaziz'in 1926'de kendini Hicaz ve Necd Kralı ilan etmesini tanımakla kalmadı, 5 Haziran-6 Temmuz 1926'da Mekke'de toplanan hilafet konferansına da temsilci gönderdi. Ama en sıcak ilişkiler, Abdülaziz'in oğlu Emir Faysal'ın 8-23 Haziran 1932 tarihindeki Türkiye ziyaretinde kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Suudilerle ilişkiler samimi değil, ama gayet barışçıl ve dostane idi. Taraflar birbirinin işine karışmamış, rejimlerini birbirine empoze etmeye kalkmamıştı. 1938 sonrasında Türkiye-Suudi ilişkileri zaman zaman soğudu, zaman zaman sıcaklaştı; ancak hiçbir zaman günümüzdeki gibi öngörülemez olmadı.
1974'te Fransa'nın Agde kentinde düzenlenen Uluslararası Naturist Federasyonu'nun (INF) XIV Kongresi, natürizmi şu şekilde tanımladı: Kendine saygıyı, başkalarına ve çevreye saygıyı teşvik etme niyetiyle toplu çıplaklık uygulamasıyla karakterize edilen doğayla uyumlu bir yaşam biçimi. Antik dönemde soylu veya sporcu erkeklere has bir ayrıcalık olan çıplaklık, Helenistik dönemde, Ortaçağ'da, Rönesans döneminde ve Aydınlanma Çağı'nda sosyal yaşamdan ziyade güzel sanatların alanına bırakılmış böylece “nü heykel” veya “nü resim” diye bir kategori ortaya çıkmış. Günümüzde sosyal ve sanat alanında nüdizm sadece üç ülkede İran, Irak, Suudi Arabistan'da yasadışı, diğer İslam ülkelerinde açıkça kanun yok. Osmanlı/Türk ülkesinde nüdizm değil ama nü resim Batı ile ilişki içinde ve oldukça mahcup biçimde filizlenmiş. Bu etkileşimde önemli rolü olan kişi Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın sağ kolu Mehmet Şerif Paşa'nın oğlu Halil Şerif Paşa adlı bir Osmanlı “dandy”si, bir Osmanlı “flaneur”ü ile onun Gustave Courbet'ye sipariş ettiği “Dünyanın Kökeni” adlı tablo bu haftanın konusu…
Mustafa Kemal Atatürk'ün en yakın çevresinden Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni “öldürüşçülüğünün” hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Bu kişilerin her birinin hikayesi çok ilginçtir ama Topal Osman'ın temsili nitelikteki öyküsü hepsinden daha zihin açıcıdır. Cihan Harbi'nden sonra galipler İttihatçılığın ve Ermeni “öldürücülüğünün” hesabını sormaya kalkınca silahlanıp çete kuranlardan birinin hikayesi hepsinden daha zihin açıcıdır.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım'ın Osmanlı Devleti'nden kopması, 1783'te de Ruslar tarafından işgal edilmesi artık çanların Çerkesler için çalması anlamına geliyordu. 1787-1792, 1806-1812 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı'dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması'yla Çerkesya Rusya'ya bırakıldı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont İvan Fyodoroviç Paskeviç'e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek” idi.
Düello, iki kişi arasında bir onur sorununu çözmek için belirli kurallara göre ölümcül silahlarla yapılan dövüşlere denir. Düello adlandırması Latince duellum İtalyancaya aktarılarak yayılmış. Latincede aynı anlama gelen bellum (savaş) kelimesi yerine de kullanılırmış. Düellonun ilk biçimi, çarpışma yoluyla haklı tarafı belirlemek için başvurulan yargısal düellodur. Germen kabilelerinin kendi aralarında çatışmaları teke tek kılıç dövüşüyle çözdükleri bilinir. Kayıtlara geçmiş ilk düello ise Strasbourg yakınlarında 858 yılında “Kel” Charles ve kardeşi “Almanyalı” Louis arasındaki ihtilaf sebebiyle gerçekleşmiş. İki kardeşin kıyasıya çarpıştığı düello sonucunda Charles, kardeşi tarafından öldürülmüş. 11. yüzyıldan itibaren düello bir orman yangını gibi tüm Avrupa'ya yayılmış...
“Dünya üzerindeki en iğrenç halk” sorusuna “Flamanlar, Yahudiler ve Türkler” diye cevap veren Voltaire şöyle der: “Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralar koskoca bir kitap olur. Ben, kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara ilgisiz davranan Türkleri sevmem fakat iftiradan o kadar iğrenirim ki, onlara dahi çamur sıçratılmasına katlanamam. Türkler gururludurlar fakat asilzadelik taslamazlar. Cesurdurlar, yiğittirler ama düello etmezler. Çünkü ancak savaşa giderken kılıç taşırlar. Özel yaşamlarında silahsızdırlar. Bunun aksine, barbarlık ve şövalyelik çağlarından beri Avrupalılar için, belinde kocaman kılıçla yemek masasına oturmak bir şeref meselesi olmuştur. Türkler ise gösterişi sevmezler.” Voltaire takma adıyla tanıdığımız, 1694-1778 yılları arasında yaşamış olan büyük Fransız düşünür François Marie Arouet'nin dediği gibi, ya da 20. yüzyılın büyük gazetecisi Çetin Altan'ın dediği gibi Türklerde düello yok muydu?
1931'de Türk Ocakları'nın Halkevlerine dönüştürülmesi sürecinde “kalemi kırılan” ve adı konmasa da Romanya'nın Bükreş Sefaretine “gönüllü sürgün” edilen Hamdullah Suphi Tanrıöver'in gayretleriyle Türkiye ile Romanya arasında 1936'da imzalanan Göç Mukavelenamesi'ne göre Dobruca'da yaşayan Müslüman Türklerin ve Tatarların Türkiye'ye göçlerinin 1940'ta sona ermesi gerekiyordu. Ancak savaş yüzünden son kafile 1941'de Romanya'dan ayrıldı. Tanrıöver'in Romanya'da “keşfettiği” Hıristiyan Türklerin yani Gagavuzların göçü ise sembolik bir grup dışında mümkün olmadı. Çünkü Türkiye'deki siyasi elitler Türk millî kimliğinin parçası olarak İslam dinine bağlı olmayı hala önemli görüyorlardı. Türkiye'ye getirilen küçük grup ise, Fener Rum Patrikliği'nin gücünü kırmak için 1920'lerde Ankara tarafından Papa Eftim'e kurdurulan Türk Ortodoks Kilisesi'ne cemaat yapılmaya çalışıldı. Ancak o proje de başarısız oldu.
15 Mayıs 1919'da Yunan birliklerinin İzmir'i işgaliyle başlayan Milli Mücadele döneminde 1917 Bolşevik Devrimi'nin ve Almanya'daki Spartakist hareketin etkisiyle Anadolu'da bir dizi sosyalist, komünist örgütlenme ortaya çıkmıştı. Kemalist hareketin İtilaf Güçleri'ni ülkeden çıkarmak için Sovyet Rusya'nın askeri ve mali yardımına muhtaç olduğunun iyice ortaya çıktığı 1920 yılında ise komünizme sempati zirveye çıkmıştı. Ancak 1923'te Cumhuriyet kurulduktan sonra hikaye çok farklı gelişti...
1909 yılında İstanbul'da yaşanan 31 Mart Olayı ile eş zamanlı olarak başka merkezlerde de kalkışmalar olmuştu ama en önemlisi Adana'da Osmanlı kaynaklarına göre ‘Adana İğtişaşı' (karışıklığı), Ermeni kaynaklarına göre ‘Adana Faciası', misyoner kaynaklarına göre ‘Adana Katliamı' diye anılan kanlı olaylardı.
Antik çağlardan beri “zafer kazanan talan yapar” ilkesi uyarınca talanın en önemli parçasını kadınlar oluşturmuştur. Bu bağlamda tecavüz suç değil, hak kategorisine giriyordu. Kadınlara esir alınmadan önce mutlaka tecavüz edilir, esir alındıktan sonra sahibinin dışında herhangi biri tarafından tasallutla bulunulursa, işte o zaman sorun çıkardı, fakat bu da en fazla mala karşı işlenmiş suç sayılırdı ve burada muhatap ganimeti kaldıran taraftı. Kaygı, onun zararlarını karşılayamama konusundaydı.