POPULARITY
Karahanlıların İslâmiyeti kâbul etmesi, Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir. Türkler, taze bir kuvvet olarak İslâmiyetin yayılmasında ve gelişmesinde büyük roller oynadıkları gibi, kültür ve uygarlık hareketlerine de katılarak İslâm kültür ve uygarlığına ortak oldular. XI. yy.'da Türkler de İslâm kültür ve edebiyat çalışmalarına bütün varlıkları ile katıldılar. XI. yy. ikinci yarısında, Karahanlılar devrinde, Türk-Müslüman kültür ve edebiyatı tamamen teşekkül etti. Fakat bu hiçbir zaman Türk'ün karakterini değiştirmedi. Çünkü Türklerin çok canlı ve sağlam bir kültürleri vardı. Türkler Yesevîlik, Bektaşîlik ve Mevlevîlik gibi tarikâtlar kurarak din hayatına bir canlılık ve hareket getirdiler. Doğu Karahanlılar, devletlerini İslâm olmayan bir bölgede kurduklarından buralarda pek çok cami, mescit, medrese, han, hamam vb. yaptırmışlardır. Fakat bunların çoğu bize kadar gelememiştir. Türkistan'da taş ve ağaç yok gibidir. Bu yüzden Karahanlılar yapılarını kerpiçten, özellikle tuğladan yaparlardı. Tuğladan yapı yapmak usulünü Karahanlılar geliştirdiler. Batı Karahanlılar Maveraünnehir'de İran-İslâm kültürünün yaygın olduğu yerde kuruldu. Buhara ve Semerkant, İslâm dünyasının iki namlı kültür merkezi idi. Bu yüzden Batı Karahanlılar İran-İslâm kültürünü benimsediler ve geliştirdiler. Doğuda ise durum daha değişikti. Karahanlı'dan önce Doğu Türkistan'da Uygur ve Çin kültürü yaygındı. Doğu Karahanlıların devlet dili Türkçe idi. Resmî işlerde ve halk arasında Uygur alfabesi kullanılıyordu. Bu yüzden Doğu Türkistan'da Türk Dili, edebî dil halini almış ve gelişmişti. Türk-İslâm medeniyetinin ilk orijinal örneklerini Karahanlılar verdiler. (Çağatay Uluçay, İlk Müslüman Türk Devletleri.s.29-30)
12 Eylül darbecilerinin kültürü sam yeli değmiş kar gibi eritmeye çalıştıkları yıllardan biriydi; elimizin biraz kalem tutmaya başladığı Mavera da İstanbul'a gidince, Dıral Dedenin düdüğü gibi ortada kalan bir grup genç okur-yazar, özellikle İstanbul'dan düşünce ve kültür adına gelebilecek yeni sözlere kulak kabartmaya, ilgili her kitabı, dergiyi bağrımıza basmaya başlamıştık. İlhan Kutluer Hocamızın Modern Bilimin Arkaplanı adlı kitabını (1985) mezkur halimize denk geldiğinden ya da müzmin konulardan birini Müslüman bakış açısıyla incelediğinden olsa gerek sevinçle karşılaşmıştık. Hep hatırımdadır Ramazan Dikmen bu kitabı “Bir entelektüelin ayak sesleri” olarak nitelemişti, çünkü Türkiye'de hiçbir zaman kendi asli anlamıyla kullanılmayan hatta Kemalistlerce ötekileştirici dilin öznesi ya da kutsal kasesi olan bilim kelimesinin Müslümanca bir bakış açısıyla incelenmesi çok değerli bir işti, ki ayrıca o yine belki de ilk kez bu kitabında bilimin özne değil bir eylem olduğunu söylemişti. Kutluer, ilgiyle karşılanan bu 2. kitabına (ilki, Bilimsellik Üzerine, 1983), hangi yolları kat ederek gelmişti? Biga'da doğmuştu (1957). Üniversiteye girme hakkı gasp edilen İmam-Hatiplilerden biri olarak haricen Çanakkale Lisesi'ni bitirmişti (1975). Bunun faydasını da hemen görerek İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde okumuş ve mezun olmuştu (1980). Ardından aynı üniversitede Türk-İslam Felsefesi alanında doktora çalışmalarına başlayan Kutluer, aynı zamanda mütercim ve editör olarak çalışmış ve bu sayede matbuat ortamına girerek Yönelişler, Mavera, İlim ve Sanat, Kitap Dergisi'nde felsefe-din ve din-bilim, İslam bilimi, sanat-bilim ilişkileri, şiir, önemli ilim adamları ve kitaplar üzerine yazılar yazmıştı (1981-1986). Bilahare akademiyle olan bağının da etkisiyle bilim felsefesine yönelmişti ki Modern Bilimin Arkaplanı bunun ilk meyvesiydi. Kutluer'in lisans üstü çalışmalarını yine 1985 yılında ama bu kez araştırma görevlisi olarak atandığı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı'nda sürdürmesi de (zaten serde İmam-Hatiplilik vardı) ilginç bir tevafuk olsa gerektir. Zira, İki Denizin Birleştiği Yer (1987) adlı kitabındaki yazılarından da anlaşılacağı üzere Kutluer ilimde ahlaki tavır olarak niteleyip, hangi konuda yazarsa yazsın mutlaka bir maksada tabi olarak yazma ve yazdıklarının da arkasında durma şeklinde özetleyebileceğimiz bir yönelişi erken yaşta benimsemiş, düşünsel denemelerini de akademik çalışmalarındaki ciddiyetle denkleştirmişti. Bu tutumuna tabi kitapları da şu isimlerle geldi: Erdemli Toplum ve Düşmanları (1996); İslâm'ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru (1996); Akıl ve İtikad: Kelâm-Felsefe İlişkileri Üzerine Araştırmalar (1996); Sarp Yokuşu Tırmanmak (Yeni Şafak yazıları; 1998); İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık (2002); İlim ve Hikmetin Aydınlığında (2002); Yitirilmiş Hikmeti Ararken (2011) Aynı yıllarda (1984-1998) Cevdet Said, Malik Binnebi, N. Haydar Nakvi, İsmail Ankaravî (sadeleştirme) ve Seyyid Hüseyin Nasr'ın birer kitabını da Türkçe'ye kazandıran Kutluer, İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin Teşekkülü konulu doktora tezini verdikten sonra (1990) İslam tarihi, İslam bilim tarihi ve İslam düşüncesi üzerine bazı araştırma metinlerini Türkçeye kazandırırken, sair akademik makalelerini ve denemelerini de Bilgi ve Hikmet, İzlenim… gibi dergilerde yayımladı; İslam Felsefesi Doçenti (1996), İslam Felsefesi Profesörü (2004) olarak alanıyla ilgili çeşitli ulusal ve uluslararası sempozyumlara katılarak tebliğler sundu.
Bilindiği gibi, İslam dünyası 19. yüzyıla kadar dünyanın bir ucundan diğer ucuna birbiriyle konuşabiliyordu. Özellikle Orta Çağ'da, İspanya'dan yola çıkan İbni Arabi Anadolu'ya, Şam'a, Kâbe'ye gidip, hatta isteseydi yürüyerek herhangi bir engele takılmadan Hindistan'a kadar seyahat edebilirdi. Bu kadar geniş bir kara parçasını bünyesinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu, aynı zamanda yüksek kültür üreten, medeniyet kuran bir değere sahipti. Özellikle 14. ve 15. yüzyıllarda dünya, Türk yüzyılı olarak anılmaya başlamıştı. Doğuda Timur İmparatorluğu, Mısır'da Memlükler, Osmanlı İmparatorluğu, Altın Ordu Devleti gibi birçok devletin yönetimi Türklerin elindeydi. Ancak bu imparatorluklardan en uzun yaşayanı Osmanlı İmparatorluğu, imparatorluk kültürünü bir medeniyete dönüştürdü. Fransız Devrimi ile birlikte milliyetçilik akımları güçlendi ve imparatorluklar çağı sona erdi. Ulus devletler çağı başladı ve irili ufaklı yüzlerce devlet ortaya çıktı. Bunun yanı sıra, Rusya'da devrim olduktan sonra 40-50 yıl içinde, Türk devletlerinin tamamı Rusya'nın boyunduruğu altına girdi. Soğuk Savaş dönemi bitip Rusya dağılana kadar Türk devletleri, bir yönde Rusya'nın esaretindeydi. Bugüne gelindiğinde, Türk Devletler Teşkilatı, Karabağ Savaşı'ndan sonra yeniden kimlik kazandı ve Türk devletleri, Türkiye'nin öncülüğünde bir araya geldiler ki, bu, Türklerin tarihi yeniden yazmaya başlaması anlamına gelmektedir. Türkiye, oldukça zengin jeopolitik denklemlerin üzerinde oturmaktadır. Bir ayağı Afrika ülkelerindedir. Balkan ülkeleriyle iç içe yaşamaktadır. Orta Doğu ülkelerinin meseleleri Türkiye'nin iç meseleleri gibi gündem oluşturmaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı, Türkiye için yepyeni bir dış politika vizyonu oluşturmaktadır. Kuzeyden güneye, doğudan batıya, Türkiye 360°'lik bir dış politika üretme ve nüfus paylaşma kabiliyetine sahip bir ülkedir. Siyaset bilimciler ve tarihçiler hep şunu söylerler: Japonya'nın ekonomisi her zaman İngiltere'den büyük olmuştur fakat Japonya hiçbir zaman İngiltere kadar bir siyasi nüfuza sahip olmamıştır. Bugün sanki İngiltere'nin kapsamış olduğu geniş nüfus alanını adım adım Türkiye kapsamaktadır. Türk Dünyası'nın iki büyük devleti Türkiye ve Özbekistan, bulundukları pozisyon açısından oldukça önemlidir. Maveraünnehir Bölgesi'nin kalbinde bulunan Özbekistan, kültürel birikim, nüfus ve ekonomik bakımdan, Maveraünnehir bölgesinin etki gücü en yüksek ülke olacak gibi durmaktadır. Diğer taraftan Türkiye, kendi nüfuz alanını genişleten ve dostlarıyla olan stratejik diyaloglarını geliştiren bir ülkedir. Geçtiğimiz hafta Özbekistan Cumhurbaşkanı Türkiye'ye geldi ve Cumhurbaşkanımızla bir toplantı yaptılar. Bu toplantının ağırlaması, uğurlaması ve iki devlet arasındaki ilişkiler, bugüne kadar devletler arası kurulan ilişkilerin en yüksek mertebelerinde gerçekleşmiştir.
Bir toplumu değiştirmenin en etkin ve kalıcı yolu insanları tek tek yetiştirmektir. Uzun gibi görünür ama en kestirme yol olduğunu tarih bize ispat eder. Vakıf ve dernekler siyasetten uzak durarak gerçek amaçlarına uygun çalıştığında toplumun kalitesi artar. Tersi de doğrudur. Siyasetle iç içe geçmiş vakıf ve dernekler toplumu bölmekten ve kutuplaştırmaktan, ekonomik ve sosyal açıdan yoksullaştırmaktan başka işe yaramazlar. Bir grup gönüllü iş insanı öncülüğü ve gayreti ile Üsküdar'da kurulan Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı çok güzel işler yapıyor. 34 yaşına kadar evlenemeyen gençlere faizsiz kredi vererek ve ödeme kolaylığı sağlayarak aile kurmalarına yardımcı oluyor. Neredeyse her gün düzenlediği seminer, söyleşi ve konferanslarla toplumsal bilincin artmasını sağlıyor. Yapılan hizmetleri Mavera TV ile toplumun tüm kesimlerinin izlemesine imkan sağlıyor. Toplumun genç enerjisini harekete geçirmek için ödüllü yarışmalar düzenliyor. Bu yıl yedincisini gerçekleştirdiği "İradeni Kuşan, Umudu Yeşert!" teması ile yapılan Mavera Ödülleri - Şiir, Hikaye ve Deneme yarışmasının ödül töreni bu hafta içinde yapıldı. Yarışmaya üniversitelerden bin 187 genç şiir hikaye ve denemelerini gönderdi. Aralarından 30 gencin eseri öne çıktı ve ödüllendirildi.
Geçtiğimiz günlerde, “Birleşmiş Milletler'in kaybolan fonksiyonunu Erdoğan deruhte ediyor” içerikli bir yazı kaleme almıştım. Ukrayna-Rusya savaşının başlangıç günleri ile G20 Zirvesi'nde yapılan görüşmeler üzerinden bir kıyaslama yapmıştım. Her iki durumda da BM Genel Sekreteri'nden çok, Erdoğan konuşuldu. Mukayese iki dönemin dışında da pek değişmiyor. New York'taki Türkevi nerdeyse ikinci Birleşmiş Milletler fonksiyonu icra etmeye başladı. Merhum Sezai Karakoç eserlerinde sürekli bir “gün dönümü''nden bahseder. Gün döndüğünde rüzgâr arkamızdan esecek, attığımız her taş yerini bulacak, bereket kapıları aralanacak, Maveraünnehir'de fikir ufukları, Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde olduğu gibi, maddi manevi fetihler birbirini takip edecek. Neden gün dönümü hayali kurulmasın ki! Dünyanın adalet ve merhamet medeniyeti tam iki yüzyıldır saldırı altında. Yenildik, yıkıma ve işgale uğradık, kültürel emperyalizme maruz kaldık. Her ümitlendiğimizde tekrar umutlarımız kırıldı, tekrar yenildik. Bu şartlarda her bir Müslüman, her bir Türk kaybettiği değeri aramakta, kaderimiz bizi geri çağırmaktadır. Türkiye Yüzyılı'nın adımları döşenmeye başladığında, Türkiye vizyonunun güvenlikten diplomasiye, ticaretten ikili ilişkilere, vatandaşların gelecek Türkiye özlemine kadar birçok alanda yansımaları görülmeye başladı. Bir imparatorluk bakiyesi olan ülkemizden her zaman büyük beklentiler vardı. Fakat I. Dünya Savaşı'nda yıkıma uğrayan Türkiye'nin, bütün bu taleplere cevap verecek yetkinliği yoktu. Son yirmi yıldır uygulanan kalkınma politikaları, Türkiye'yi gelişmiş ülke statüsüne çıkardı ve Batılı devletlerden bağımsız bir şekilde ortaya konan kalkınma ve gelişme başarısı, geri kalmış bütün ülkelerin dikkatini çekti. Kurtuluş Savaşı sonrasında olduğu gibi, Türkiye'nin bağımsız kalkınma hamlesi, bütün ülkelerin ilgisini çekmiş durumda. Arap Baharı ve Afrika'daki, özellikle Fransa karşıtı ayaklanmalarda Türkiye örnekliğinin rolü büyüktür. Erdoğan'ın, BM kürsüsündeki meydan okumaları yeni değildir. Son on yıldır her bir BM zirvesi hâkim paradigmayı iyi okuyan ve bu paradigmanın ortaya çıkardığı yıkımı iyi gören bir lider olarak Erdoğan, hiçbir kaygı ve endişe duymadan, mazlumların içinde bulunduğu durumu, sömürgeci zalimlerin yüzüne haykırmıştır. Bu zirvede de, Birleşmiş Milletler'in fonksiyonunun büyük devletler eliyle işlevsiz hale getirildiğini güçlü bir şekilde dile getirdi, BM'nin yeniden yapılanmadığı takdirde işlevini yitireceğini vurguladı. Türkiye'nin jeopolitik konumu ve karşı karşıya kaldığı riskleri ve fırsatları, Türkiye'nin bu konudaki güçlü duruşunu ve muhataplarının açmazlarını en ince ayrıntısına kadar ortaya koydu.
Kültürel kodların milletler üzerinde derin izleri vardır fakat bu, milletlerin nostalji ile yaşayacağı anlamına gelmez. Bayram zamanlarında “Nerede o eski bayramlar?” diye çokça yakınmaya tanık oluruz. Oysa toplumsal değişim adetlerin değişiminin zeminini hazırlar. Bayram adetleri İslam'ın uygulamalarından kaynaklıdır. Hz. Peygamber'in sünneti, bugünkü davranışlarımızın kodlarını oluşturmaktadır. Bayram adetleri de böyledir. İslam düşüncesinin teşekkül devrinde oluşan dini yaşam kültürü Medine, Şam, Bağdat ve Maveraünnehir tecrübesi yaşadıktan sonra Doğu'dan Batı'ya, Buhara'dan Bosna'ya kadar adetler üzerinden aktarılarak yaşanmıştır. Dini düşünce ve uygulamalar, kültürle bütünleşen adetler binlerce yıl yaşamaya devam etmiştir.
R asim Özdenören, dün rahmete erdi; mekânı cennet olsun. Ailesine, dostlarına, sevenlerine ve edebiyat camiamıza başsağlığı diliyorum. Mavera dergisinin Ankara döneminde birkaç yılımı –ki benim yazarlık maceramın da ilk yıllarıdır– onun eteğine tutunmuş olarak geçirdiğim halde, Rasim Bey'i Balıkesir'de vefat eden ikizi Alâeddin Özdenören'in gaslindeki simasıyla hatırlıyorum. Merhum ikizi ahiret yolculuğuna hazırlanırken gelmiş ve onu hemen görmek istemişti. Gasilhâneye birlikte girdik; örtü altındaki naaşının ayak ucunda kısa bir süre bekledikten sonra yüzünü görmek istedi, açmalarıyla birlikte hıçkırıklara boğuldu. Öyle ki, üzülmesinin fevkinde Rasim Bey'in acıyla gerilmiş bir yüzle kendisinin de toprağa doğru akmaya durduğunu hissetmiştim; benim gözümdeki yazarlık, üstatlık, ağabeylik rollerinden tümüyle sıyrılmış, pür bir insan, ikizin kalan teki olarak som bir yalnızlığı ve çaresizliği yaşamıştı. Rasim Bey'in zihnime o simasıyla kazınmasını süreklileştiren şeyin onun bizzat ferdiyetinden, kimliğinden ve başkalarıyla kurduğu ilişkilerden kaynaklandığını sanıyorum. Şöyle ki: Tahammül yetisini zorlayan dizginlenemez bir baskı söz konusu olmadıkça onun mülayimliğini, sessizliğini, mütebessim duşunu bozduğunu hiç hatırlamıyorum.
Being a kid isn't always what it's all cracked up to be... Send your TRUE Scary Stories HERE! ► https://southerncannibal.com/ Follow me on Twitch! :) ► https://www.twitch.tv/southerncannibal LISTEN TO THE DINNER TABLE PODCAST! ► https://open.spotify.com/show/3zfschBzphkHhhpV870gFW?si=j53deGSXRxyyo9rsxqbFgw Faqs about me ► https://youtube.fandom.com/wiki/Southern_Cannibal Stalk Me! ► Twitter: https://twitter.com/Southern_Canni ► Instagram: https://instagram.com/Southern_Canni/ ► Snapchat: southerncanny ► Merch: https://teespring.com/stores/southern-cannibal-merch ► Scary Story Playlist: https://www.youtube.com/playlist?list=PL18YGadwJHERUzNMxTSoIYRIoUWfcGO2I ► DISCLAIMER: All Stories and Music featured in today's video were granted FULL permission for use on the Southern Cannibal YouTube Channel! ► Thumbnail Artist: Myself Huge Thanks to these brave folks who sent in their stories! #1. - Alexa D #2. - Anonymous #3. - Mavera #4. - Isabella Huge Thanks to these talented folks for their creepy music! ► Myuuji: https://www.youtube.com/c/myuuji ♪ ► CO.AG Music: https://www.youtube.com/channel/UCcavSftXHgxLBWwLDm_bNvA ♪ ► Kevin MacLeod: http://incompetech.com ♪ ► Piano Horror: https://www.youtube.com/PianoHorror ♪ https://creativecommons.org/licenses/by/3.0/us/ #TrueScaryStories
Claude Lévi-Strauss, Batı ile Hint arasında bir duvar –metnin başka bir yerinde Hicaz'dan Karadeniz'e uzanmış bir bıçak– olarak nitelediği İslam'ın, Hindistan'ı Maveraünnehir - Hicaz - Anadolu ile bağlantılı bir ilim ve bilim havzası haline getirdiğini söyleyemediği gibi, İslam'ın Gupta Krallığı'nın V. asrın sonunda yıkılmasıyla yerel güçlerin rekabet savaşlarına maruz kalarak ekonomik ve sosyo-kültürel planda duraklama devrine giren Hindistan'ı yeniden canlandırdığını da, sömürge ideolojisine mensubiyeti nedeniyle söyle(ye)mez. Öte yandan onu susturan bir diğer olgu, Maveraünnehir - Hicaz - Anadolu havzasının aynı zamanda Türk ve dolayısıyla Müslüman havzası olmasıdır. Çünkü Türk kelimesiyle hem Batı'da hem de Hint diyarında kastedilen şey Müslümanlardır. Nitekim Benedictus Spinoza'nın Teolojik-Politik Traktatus'undaki “...birinin Hıristiyan, Türk, Yahudi ya da pagan olup olmadığı...” şeklindeki ibaresinde Türk'ten kastettiği Müslümanlardır; Hint yerel dillerindeki Türk, Turak, Turuka, Turuşka terimleriyle kastedilen de yine Müslümanlardır. Bunlardan bakıldığında Hindistan'ın İngilizler tarafından işgali, sadece bir İslam imparatorluğuna son vermekten ibaret değildir, mezkûr havzayı parçalamaya, Müslümanlar arasındaki inanç birliğini, ortak bilgiyi, bilimi ve maddi dayanışmayı ortadan
Tamamını dinleyebilirsin.
Aslında o kadar çok birikmiş mesele var ki yazmak istediğim. Öncelikle Osman Kavala meselesi var. Ama yazmayacağım bugün. Kısasını söyleyip geçeceğim sadece: “Karar hukuka uygun mu bilmem, ama kesinlikle adil!” Ardından içki masalarına Kadir Gecesi'ni meze eden Pegasus çalışanları meselesi var. Güya özgürlükçülerle bizim entegrist hımbıllar birlik olup, kutsalımıza doğrudan saldıran bu “it-yavşak takımını” savunmaya çalıştılar biliyorsunuz. “Aman efendim, işten atılmaları için çağrı yapılır mı, Allah hidayet versin deyip geçmeliydik” ve daha bir sürü şey. Fakat onu da yazmayacağım. Kısasını söyleyip geçeceğim sadece: Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun kutsalına saldırılan insanın hımbıl hımbıl köşesine çekilmesi onun izzet ve şeref yoksunu bir ezik olduğunu gösterir. Duyarlı biri olduğunu değil. “Onu yazmadın, onu da yazmadın, ne yazacaksın birader?” diye sorarsanız cevabım şu: Bir rüyayı yazacağım. TVNET biliyorsunuzdur, bu yıl Özbekistan'dan yaptı iftar programı yayınını. Kudüs ve Endülüs'ün ardından bir bakıma “üçgeni tamamlamış” oldu. Doğrusu, eşine az rastlanır nitelikte bir yayıncılık hizmeti olduğunu düşünüyorum bu işlerin. Hikâyesi uzun ama TVNET'in Endülüs Ramazan yayınına katılamamıştım bazı bireysel nedenlerle. Bu kez iftar programının hem yapımcısı hem sunucusu İsmail Halis, “kaçarın yok” dedi ve üç günlüğüne de olsa hem Buhara'yı hem Semerkand'ı görme fırsatı buldum. Gece indiğimiz Taşkent'i değil ama o gecenin sabahı trenle gittiğimiz Buhara'yı ilk gördüğümde Mekke'yi, Medine'yi, Kudüs'ü, Şam'ı ve Saraybosna'yı ilk gördüğümde kurduğum o cümleyi kurdum: Allah bana ömür ve imkân verirse ben buraya hep gelirim. İnsanın şehirlerle kurduğu ilişki doğal olarak “kültürün içinden” kuruluyor. Zihnindeki hâkim kültür neyse, kültürel olarak hangi dünyaya yatkınsan beğenini öyle belirliyorsun. Buhara ve Semerkand'da yaşadığım “burası benim şehirlerim” duygusu da tam olarak böyle elbette. Gönlüm ve kültürüm yatkın benim oralarat. Dahasını da söyleyeyim. Buhara ve Semerkand'ı içine alan Maveraünnnehir bölgesi, büyük oranda kültürümü ve gönlümü de belirleyen bölge aslında. Zira insanlık tarihinin gördüğü en büyük “yöntem”lerden birini kuran İmam Maturidi de burada, Peygamber(s.a.v)'in pak ağızlarından çıkan her bir cümleyi “usulü” ile kayda geçiren muhaddisler de burada, “düşünmeyi nasıl düşünürüz?” sorusuna ömrünü vermiş İbn Sina da burada, “el kârda, gönül yarda” diyerek İslam tasavvufunun bugün bile bir imkân olarak yaşayabilmesini sağlayan Şah-ı Nakşibend ve bilcümle Sadat-ı Kiram efendilerimiz de burada.
Ramazan Dikmen'in vefatının 25. yılındayız. Merhum Dikmen, 5 Şubat 1956 tarihinde Balıkesir'in Dursunbey ilçesine bağlı Karyağmaz köyünde doğmuştu. İlköğrenimini köyünde, hafızlık eğitimini ilçesinde, ortaöğrenimini ise İstanbul İmam Hatip Okulu'nda tamamlamıştı. 1981'de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmasının ardından Maliye Bakanlığı'nda başlayan memuriyetini, Fransızca mütercimi olarak Devlet Planlama Teşkilatı'nda sürdürmüştü. 1995'in temmuz ayında hastalanmış, 1996'nın mart ayında teşhis edilen kolon kanserinden, 10 Nisan 1997 tarihinde Ankara'da vefat etmişti. İlk öyküsü 1974 yılında Akşam gazetesinde çıkmıştı. Sonraki öykü, deneme, değini ve eleştirileri Aylık Dergi, Mavera, Yönelişler ve bir grup arkadaşıyla birlikte çıkardığı Kayıtlar dergilerinde yayımlanmıştı. İlk öykü kitabı Kıyıya Vuranlar, İz Yayınları tarafından o hayattayken yayımlanmıştı (1996). Dergilerde yayınlamış diğer öyküleriyle, yayımlanmamış -ve bitmemiş- son öyküsü, bizzat kendisinin verdiği Afife Ablanın İncileri adıyla Hüseyin Su tarafından kitaplaştırıldığı gibi (1998), bütün öyküleri Muhayyer; anı- deneme-günlük ve mektupları Tükenerek Çoğalmak (2004) ve J. K. Galbraith'den çevirisi İktidarın Anatomisi adıyla (2004) yine Hüseyin Su'nun gayretiyle Hece Yayınları'nca basıldı. Yayın haklarının, kızı Ayşe Rikkat Serim'ce Ketebe Yayınları'na devredilmesinin ardından, ilk kitap olarak öyküleri yine Muhayyer – Bütün Öyküleri adıyla geçtiğimiz günlerde okurlara sunuldu. Dikmen'in kitaplarının Ketebe tarafından yayınlanması hususundaki ısrarı nedeniyle Cemal Şakar'a ve yayımıyla bizzat ilgilenen Aykut Ertuğrul'a teşekkür ederim. Muhayyer'de Dikmen'in toplam 24 öyküsü bulunmaktadır. İlk 10 öyküsü zaten -kendisi hayattayken yayınlanan- Kıyıya Vuranlar'ında yer almış; diğer 13 öyküsü Afife Ablanın İncileri adıyla kitaplaştırılmak üzere yine kendisi tarafından dosyalanmıştı. Son yani 24. öyküsünü vefatından yaklaşık altı ay önce yazmaya başlamış, ancak ağrılarının yoğunlaşması nedeniyle tamamlayamamıştı. Onu da ikinci kitabına -ailesinden izin alarak mezkur bilgiyi ihtiva eden bir dipnot eşiğinde- kendim ekledim. Dikmen, temiz bir dil ve titiz bir işçilikle yazma hassasiyeti taşıdığı için ondan geriye ancak 24 öyküsü kalabildi. Buna göre 1979'da dört, 1980 ve '81'de ikişer, 1982, '83, '84 ve 85'te birer, 1990'da iki, 1991'de üç, 1992, '93 ve '95'te ikişer öykü yayımlamıştı. Muhayyer'de toplanan bu öykülerinde Dikmen, 12 Eylül darbesine çıkan günleri, darbe sonrasının tahrip ettiği ilişkiler ortamını som gerçekliğiyle anlatmış; dostlukları, ayrılıkları, aşkları, kırgınlıkları, savrulmaları ve hüzünleri... çoğunlukla özlem diliyle, yer yer ironik bir söyleme öyküleştirmiştir. Okurlarının, bu söylediklerimden çok daha fazlasını görebilmeleri için Muhayyer'deki öyküleri bizzat okumaları gerekir. Çünkü benim merhum Dikmen'le olan dostluğumun neden olduğu duygusallık daha fazlasını söylememe manidir; söylemek istediğimde ya duygu dili baskın hale gelmektedir ya da ondan bahsettiğimi sanırken kendimden bahsetmeye başlıyorumdur. Kendi adıma, onun bendeki Kıyıya Vuranlar'ına düştüğü “Kardeşim Ömer Lekesiz'e; kalıcı olabilen yegâne şeyle: dostlukla... 17.3.96” kaydın sınırları içinde durmayı tercih ediyorum. Evet biz dosttuk. 24 öyküsünden yirmisinin yazılma süreçlerini çok yakından bildiğim gibi, kimi zaman tip olarak, çocuklarımla, ortak ironilerimizle, şakalarımızla kendimi orada buluveriyorum. Hal böyle olunca onun hakkında, - geçmişte mecbur kalarak paylaştıklarımı ve öyküleriyle ilgili birkaç küçük tespitimi saklı tutarak- söyleyebileceğim şeylerde kendimi geriye çekmek suretiyle onu öne çıkarmam mümkün olmadığı için, “Biz dosttuk” sözünü tekrarlamak ve onun dostluğunun özlemini ancak kendi içimde tam olarak yaşayabilmek maksadıyla susmayı tercih ediyorum.
tvnet, 2016'da Kudüs ile başlayıp, 2019'da Endülüs'te devam eden Ramazan programlarının üçüncüsünü, Semerkand'da gerçekleştirmenin tatlı telâşı içinde. Aslında Maveraünnehir'de Ramazan programı 2020 yılı Ramazanı için planlanmış, hatta saha çalışmaları da yapılmıştı ama maalesef Kovid salgını nedeniyle vazgeçilmişti. 2021'de de yine düşünülmüş fakat özellikle salgının Özbekistan'daki yoğunluğu nedeniyle programı yapmak yine mümkün olmamıştı. Nihayet, Semerkand'da Ramazan adını hak edecek şekilde, 2 Nisan'daki ilk iftarla birlikte gerçekleştirilecek ve tvnet'te Ramazan boyunca Türkistan diyarının mühürleri hükmündeki eserleri, renkleri, hikmetleri ve hakikatleri... bizlere taşınacak. Vatandaşı olduğu ülkenin başkentini bile bilmeyecek kadar duyarsız kimi tiplerin varlığı söz konusuyken, Ramazan programlarını yurt dışında yapmanın bir karşılığının olmayacağını düşünmek mümkündür. Ama unutulmamalıdır ki, bu ülkede sadece isimlerine aşinalıklarıyla Kudüs, Yafa, Eriha, el-Halil, Kurtuba, Ronda, Granada, Mâlaga, Semerkand, Buhara, Taşkent, Tirmiz, Nesef, Urgenc, Hiva, Fergana... dendiğinde gözlerinde bir tarih şuurunun şuleleri, hasret ışıkları, mülk ziyaları, bilgi lemaları çağlayan milyonlarca gencimiz var. Elbette, bizden başka hiçbir milletin maruz kalmadığı siyasi, sosyal ve kültürel değişimlerin ateşten çemberleri içinden geçerek bugünlere geldik. İnancımıza ve tarihimize mahsus bilgideki ve hatıradaki zayiatımız büyük. Ama değil mi ki, yiğit düştüğü yerden kalkar. Bu da ancak durumlarını yukarıda zikrettiğim gençlerimizle mümkün olacaktır. Onlar için tarihin üstündeki tozları silkelemeli, mülk ve bilgi ateşini yeniden yakmalıyız. Biz onlar için bu minvalde bir adım atarsak, Rabbimiz'in izniyle onlar on adım atacaklardır. Yeter ki, bir yerden başlansın. tvnet'in Kudüs ve Endülüs'teki Ramazan programları bu nedenle yapıldı, şimdi Özbekistan'da olması da bu nedenledir. tvnet, hiçbir yeri yalın kılıçla fethetmeye gitmedi ve gitmiyor, herkes kendi yerinde ve vatanında sağ olsun. tvnet kanayan coğrafyaya, yitik mekanlara, özde ortak olan ama güve tarafından yenmiş bir yazma gibi bölük pörçük olmuş, iç bağları ve bağlamları kaybolmuş hatıralara demir atmak istiyor. Özetle, tvnet aynı zamanda mülk anlamı da olan ve ancak onun elde edilmesiyle karanlıktan aydınlığa, düşkünlükten dirilişe yürünebilecek olan zaman, mekân, kavim ve nesil bilgisini gençlerimize kazandırmanın elif-bâ'sını yeniden okutabilmek için, daha önceden hiç kimsenin el atmadığı, dev medya holdinglerinin teşebbüs etmeyi akıllarından bile geçirmedikleri bir görevi, salt Allah'ın rızası için omuzluyor.
Her hafta birbirinden farklı hikayelerle izleyicilerini kıssadan hisse almaya davet eden Serdar Tuncer, bu hafta Biri Bir Gün'de "Usta Beka ve Minare-i Kelân" hikayesini anlatıyor. Serdar Tuncer bu bölümde başlıca şunları anlattı; Selamın aleyküm erenler ve dahi erenlere gönül verenler hatta ve hatta erenlere gönül verenleri sevenler. Efendim hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Bu ifadelerin belki de yeryüzünde kendisine en çok yakışacağı şehirlerden birinden sizi selamlıyorum. Niçin? Hacegân yolunun 7 büyük pirinin içinde medfun bulunduğu, senelerce ilme, aşka, muhabbete, irfana beşiklik etmiş Maveraünnehir'in en güzel alanlarından birisi; Buhara şehirinden selamlıyorum sizi... O Buhara nefesi değil midir ki senelerce muhabbetle, güzellikle, aşkla, irfanla yeryüzünü aydınlattı işte oradayız. Peki ben Hacegân yolunun büyük piri, Ser Silsile-i Hacegân Abdülhalik El Gücdevâni'nin (k.s) diyarından, erenlerin diyarından seslendiğimi ifade etmeyeceksem nereden ifade edeceğim? Şah-ı Nakşıbend efendimizin (k.s) ve aradaki zatların pek çoğunun medfun bulunduğu yerden sizi selamlamayacaksam nereden erenlere gönül verenler diye selamlayacağım? İşte böyle kutlu bir diyarda ve kutlu bir mekandayız, çok güzel bir yerdeyiz... Hemen solumda Mescid-i Kelân, hemen sağımda Mir Arap Medresesi ve arka çaprazımda görüyorsunuz; Minare-i Kelân... Kelân; Ulu demek. Mescid-i Kelân; Ulu Camii Buhara'nın. Minare-i Kelân; Buhara'nın Ulu Minaresi ve burası da da bir medrese; Mir Arap Medresesi. Şimdi, Anadolu'nun pek çok şehirinde gitmiş görmüşüzdür, biliriz bir Ulu Cami vardır. Ecdat inşaa ederken şehiri bir ruhla inşaa eder. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ruhu şad olsun diyordu ya; "Bizim cedlerimiz inşaa etmiyordu, ibadet ediyordu" işte bu ibadet ve inşaa arasındaki farkın ince çizgisini şehirin merkezine kurulam mabed, onun etrafında halkalanan hayat buradan anlarız... Sözü çok uzattım, fazla uzatmaya niyetim yok çünkü bugün size Usta Beka'nın ve Minare-i Kelan'ın hikayesini anlatmak derdindeyim... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bir zamanlar Afganistan, medeniyetin beşiği ve çekim merkeziydi. Herat, yerkürede her yeri aydınlatan bir güneş gibi parlıyordu Maveraünnehir havzasından. Maveraünnehir havzasının kalbiydi Herat. Timur ve çocukları, Herat'ı âlimlerin buluşma noktası, ufuk hattı yapmışlardı. Dünyanın dört bir tarafından gelen âlimler, Herat'ta, Semerkand'da nefes alıyor, Herat'ta, Belh'te Buhara'da nefes oluyordu bütün insanlığa. GÜNEŞ, MAVERAÜNNEHİR HAVZASINDAN DOĞUYORDU HER SABAH... Matematikten metafiziğe, fıkıhtan astronomiye, tıptan tasavvufa kadar bütün ilimlerin kalbi Herat'ta ve Belh'te, Semerkand'da ve Buhara'da atıyordu. Dünyanın dört bir tarafından gelen âlimler, dedim. Dünya, İslâm dünyası demekti. İlim, irfan ve hikmet sütunları, sadece İslâm dünyasının eseriydi. Düşünce, sanat ve bütün bilimlerde, yalnızca İslâm medeniyetinin çocuğu. Maveraünnehir havzasından doğuyordu her sabah güneş ve bütün dünyayı oradan aydınlatıyordu; hakikat güneşi, adalet güneşi, sulh ve selâmet güneşi. Dünyayı imar eden, adaleti her yerde tesis eden, hak ve hukuk nizamını her yere diken bir hakikat medeniyeti güneşi değildi sadece bu. Dış dünyayı ışıtmakla kalmıyor, insanın iç dünyasını da ısıtıyordu bu güneş aynı zamanda. İnsanlığa, kâmil insanı da, kâmil nizamı da aralarında Afganistan'ın da yer aldığı Maveraünnehir havzası armağan etmişti. Kaşgar'dan Buhara'ya, Semerkant'tan İsfahan'a, Hive'den Belh'e ve Herat'a kadar her yerde insanlığın üzerine düşen güneş, Maveraünnehir havzasının güneşiydi. Maveraünnehir'de yeşeren kâmil insan, insanın iç dünyasının hazinelerini keşifte harikulâde mesafeler katedilmesine imkan tanıyan tasavvufun eseriydi. İslâm dünyasındaki akîdevî, fikrî, siyasî kargaşaya, hercümerce, kaosa son veren büyük atılımın gerçekleştirilmesini mümkün kılan kâmil nizam ise Ehl-i Sünnet omurga'nın onca çileden ve çabadan sonra tesis edilmesinin meyvesi. İnsanın iç dünyasında muazzam bir huzur ve düzen vardı. Maveraünnehir havzasının bütün topraklarında da akîdevî, fikrî ve siyasî huzur ve düzen hükümrandı. Hem kâmil insanın yeşertilmesinde hem de kâmil küresel nizam'ın tesis edilmesinde Afganistan ve çevresi çok büyük rol oynamıştı. GÜNEŞİN YERİNİ KARABULUTLAR ALDI... Afganistan o izzetli, haşmetli ve lezzetli günlerini yitireli üç dört asır oldu. Son yarım asırda da belki de tarihinin en talihsiz dönemini yaşıyor. Güneş bir türlü doğmak bilmiyor Afganistan'ın üzerinde. Afganistan'ın üzerinde kara bulutlar kol geziyor sadece... Tam yarım asırdır şimşekler çakıyor Afganistan semalarında, dağlarında. Her tarafı kasıp kavuran şimşekler! Afganistan'da yaşananlar, Afganistan'la sınırlı değil. Afganistan, Afganistan'dan ibaret değil. Afganistan hem İslam dünyasının nereden nereye sürüklendiğini gösteren ve buradan nereye sürüklenebileceğini haber veren çok önemli bir laboratuvar hem de dünyanın geleceğini belirleyecek aktörler arasındaki gerilimlerin kaynağını oluşturan güçler dengesinin merkez üslerinden biri.
Mario Pereira har med sitt bolag Mavera revolutionerat marknaden för personskadereglering. Mario föddes i Guinea-Bissau och kom till Sverige som 17-åring. Under tiden som anställd på försäkringsbolag såg Mario snabbt potential i att effektivisera uråldriga system och byråkratiska processer. Vi pratar om hur en personlig tragedi var det som till slut fick Mario att säga upp sig från sin anställning för att starta eget, och hur livets motgångar kan fungera som en katalysator för drivkraft. Vi får en inblick i hur personskaderegleringsprocessen fungerar och varför transparens är a och o i systemet. Jag är även nyfiken på varför han valt att inte sitta på vd-stolen i sitt egna bolag.
Mario Pereira har med sitt bolag Mavera revolutionerat marknaden för personskadereglering. Mario föddes i Guinea-Bissau och kom till Sverige som 17-åring. Under tiden som anställd på försäkringsbolag såg Mario snabbt potential i att effektivisera uråldriga system och byråkratiska processer. Vi pratar om hur en personlig tragedi var det som till slut fick Mario att säga upp sig från sin anställning för att starta eget, och hur livets motgångar kan fungera som en katalysator för drivkraft. Vi får en inblick i hur personskaderegleringsprocessen fungerar och varför transparens är a och o i systemet. Jag är även nyfiken på varför han valt att inte sitta på vd-stolen i sitt egna bolag. See acast.com/privacy for privacy and opt-out information.
Konuklar: Mustafa Özel, Mehmet Koca, Zekeriya Erdim Nurettin Topçu anısına... Fıtratın Çağrısı: İnsan, aslında dön! 2020 Mavera Ödülleri canlı yayında sahiplerini buldu
Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsü,Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu,İmâm-ı Rabbânî (ilâhî bilgilere sahip kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim) ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. binyılın müceddidi) unvanlarıyla tanınan; ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi de verilen, Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilen;Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin, Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat olan Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Delhi’de, Nakşibendiyye tarikatını Hindistan’da yayan Hâce Bâkī-Billâh ile karşılaştı, bir süre onun yanında kaldı; ona intisap etti. Sirhindî kısa bir süre sonra şeyhin en önemli halifesi konumuna geldi.Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. 20 Kasım 1624 de vefat etti. Sirhind’de defnedildi. En önemli eserleri; 1) Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. İtikad,Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir. 2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddeden bir eserdir 3) İsbatün-Nübüvve 4) Mebde' ve Me'ad,5) Adab-ül-Müridin,6) Ta'likat-ül-Avarif, Müceddîd-i Ahirzaman ( Ahirzaman Müceddidi) olan Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi, Müceddîd-i Elf-i Sânî (İkinci bin senesinin müceddidi) olan Büyük İslam Alimi İmam-ı Rabbani hakkında ..Mektûbat’ında da, Nakşî Tarikatı’nın üç perdesinden bahsederken konuyla ilgili İmam-ı Rabbanî’nin;“Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim..” “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." hükmünü naklettikten sonra :" Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi.”Nitekim “İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.” İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin de hocasi Hace Muhammed Baki Billah,Altın Silsile’nin 22’nci halkası, Kâbil’de dünyaya geldi. Kendisini tamamen tasavvufa ve tasavvufî eserleri okumaya verdi. Pek çok tarîkatten icâzet aldı.Hindistan’a giderek Delhi de tekke kurdu ve irşâda devam etti. ABDULLAH Dehlevî,Dehlevî Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden, Altın Silsile’nin 28’inci halkası; Pencap vilâyetinde doğmuştur. Nesebi Hazret-i Ali’ye ulaşır.İmam-ı Rabbanî’nin talebesi olan ve Delhi’de 1824’te vefat eden Dehlevî Hazretleri Nakşînin son büyük kahramanı ve bir önceki asrın müceddidi Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin Hocasıdır.Memlüklüler’den sonra durma noktasına gelen Hadis ilminin yeniden canlanmasında önemli pay sahibidir. Mevlânâ Halid de önce bu coğrafyada hizmet etmiş, sonra Bağdat’a intikal etmiş ve böylece Nakşîliği tecditle birleştirerek Maveraünnehir’de yaymıştır.İmam Rabbani Hocasının vefâtından sonra, onun halîfesi olarak, talebe yetiştirmeye başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının birinci cildinden özet olarak seçmeler:“Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”“Farzı bırakıp, nafile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.”“Gına sahiblerinin ya’nî zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.”“Haram sebeple elde edilen herşey de haramdır.”
This week on RPS2 we're getting into the Primavera Sound spirit with the festival just around the corner. To celebrate, Roxy will be playing songs from her top picks this year and she will be joined by Primavera Sound booker Abel Gonzalez to have a chat and play some very special tracks!
Dertlerin Kalkınca Şaha Bir Sitem Yolla Allaha - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Aşk Mı Lazım - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Risale - I Nur Talebeleri İmanla Kabre Girecek! - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Hz. Eyyüb (a.s.) Kimdir - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Diriliş; Çok Özel Bölüm - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Allahı Tanımıyorum, Nasıl İman Edeceğim - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Köpek Balığı Yiyen Adam - Mehmet EDE Meraklı by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Sahip Olduklarım Bana Yetmiyor! MÜJDE - Harun AL by Mavera İlim ve Kültür Derneği
Kalbi Temiz Olanlara Namaz Kılmak Farz Mıdır - Mehmet EDE by Mavera İlim ve Kültür Derneği
[post_authors_post_link] Cin: Şişede durduğu gibi durmaz! Sezonun son bölümünde Türkiye’nin en önemli korku unsuru Cin meselesine daldık. Hem dil kökeni hem de tarihin karanlık köşelerindeki geçmişini mercek altına aldık. Üç harflilerin Arap yarımadası ve Maveraünnehir civarından gelen türleri, özellikleri, Binbir Gece Masalları ile aldığı şekil sonucu Avrupa ve dünya çapındaki evrimi üzerine uzun uzun konuştuk. İslam […] The post Cin – s02e023 – Gerisi Hikaye appeared first on Gerisi Hikaye Korku Konuşmaları.