POPULARITY
Kırk yıllık dostum Beşir Ayvazoğlu bereketli yazı hayatını (60 kitaba ulaştı) yeni eserlerle sürdürüyor. Son okuduğum Beyazıt Meydanı'nın macerasını anlattığı “Dersaadet'in Kalbi” (Kapı Yay., 2025) adlı eseri oldu. Kitap, arka kapağında şöyle tanıtılıyor: “Bizans döneminde daha çok Forum Tauri diye anılan Beyazıt Meydanı bugünkü ismini Sultan II. Beyazıt'ın yaptırdığı külliyeden alır. Osmanlı tarihinin İstanbul'daki ilk imparatorluk sarayının yanı başında inşa edilen bu külliye sayesinde büyük bir canlılığa kavuşan ve tarih boyunca çok önemli olaylara sahne olan bu meydana “Dersaadet'in Kalbi” denilse yeridir.
Osmanlı Devleti kuruluş ve büyüme sürecinde, Selçuklu Devleti ve Orta Asya'dan beri gelmekte olan Türk-İslâm sanatının da gelişmesine ve büyümesine katkıda bulunmuştur. Yapılan camiler, medreseler, hanlar, köprüler ve çeşmeler birer sanat eseri olarak inşa edilmiş; taş ve ahşap adeta bir dantel gibi işlenerek günümüze sabrın ve estetiğin mirası olarak kalmıştır. Osmanlı Padişahları da edebiyat, şiir, resim ve Geleneksel Türk El Sanatlarıyla yakından ilgilenmiş ve divanları ve eserleriyle Türk sanat tarihinde yerlerini en güzel şekilde almışlardır. Sultan II. Abdülhamid Hân sanata ve sanatkârlara çok önem veren ve himaye eden bir sultan olarak sanat tarihi içerisinde, adı anılmaya layık bir kişiliktir. Kendisi de resim, şiir ve el sanatlarıyla yakından ilgilenmiş, bilhassa ahşap sanatlarında çok nadide eserler üretmiştir. Yaptığı eserleri genellikle misafirlerine hediye eden sultanın bugün müzelerde yer alan çok sayıda eseri mevcuttur. Sultan Abdülhamid Hân, Yıldız Sarayı'nda idare işlerini yürüttüğü ofisinde bunaldığı zaman kolayca geçebileceği yakın bir odada çok özenle işlenmiş estetik ahşap işlemeler yapıyordu. Dönemin boğucu ve yorucu politik işleri içerisinde sanat eseri üretmek onu hem rahatlatıyor hem de ruhunun inceliklerini dışa vurmasını sağlıyordu. Hatta şehzadelerin de bir sanat dalı ile uğraşmasını şart koşmuştu. Aslında çok eskiden beri şehzadelerin eğitiminde sanat, edebiyat her zaman yer almıştı. (Doç. Dr. Rasim Soylu, Zafer Dergisi,511.sayı ,Temmuz 2019)
Fetret Devri'nde dağılmanın eşiğine gelen Osmanlılar Sultan II. Murad'ın oğlu II. Mehmed'in lehine tahttan çekilmesiyle bir kez daha nasıl karıştı? Batılı devletler II. Murad'a ettikleri yemini neden bozdu? Çandarlı Halil Paşa devletin bekasını mı yoksa kendi çıkarlarını mı düşünüyordu? Çocuk yaşta tahta çıkan II. Mehmed olayları nasıl okudu? II. Murad aslında kaç defa tahta çıktı? Devletten imparatorluğa dönüşmeye çalışan Osmanlılarda ilk Yeniçeri İsyanı olan Buçuktepe Vakası'nda neler yaşandı? İleride İstanbul'u fethederek bir “Cihan Fatihi”ne dönüşecek olan II. Mehmed'in yaşadığı büyük kaosun hikayesi. #gdhtv #fatihsultanmehmed #fatih #osmanlı #osmanli #padişah
Büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar, ne de sükûnet! Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların (Meiji devriminin başlangıcından beri) o kadar methedilen terakkîlerini biz de yapabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz.” Sultan II. Abdülhamid, 33 yıllık uzun saltanatının özeti mahiyetindeki bu cümleleri sarf ederken, aslında Türkiye'nin kaderine dair en esaslı tespitlerden birini de tarihin kayıtlarına geçiriyordu. Avrupalı sırtlanların geçiş yeri... Herhalde içeride ve dışarıda yaşanan onca şeyin, atlatılan badirelerin ve çekilen sıkıntıların hepsini toplasak, sebep hanesine bu ibareyi yazmak yeterli olurdu. Yüz küsur sene önce geçerli olan ölçüler, bugün de -belki hatta daha fazla biçimde- geçerli ve gündemimizde. Türkiye'nin neyi temsil ettiğini, bölgemizde ve İslâm dünyası içinde nerede durduğunu, dışarıdan bakanların bizde ne gördüğünü kavramak, geleceğe en sıkı biçimde hazırlanmanın da başlangıç noktasını oluşturuyor. Bunu anlamayan insanların ağzından duyduğumuz şu türden cümleler ise, içerideki imtihanımızın bir başka boyutu: “Bizim Ortadoğu'da ne işimiz var?” Cümleye farklı coğrafyaların isimlerini yazarak, ifadeyi sonsuz biçimde değiştirebilirsiniz. Mantık aynı olduğundan, netice de fark etmeyecektir. Hepsinde niyet aynı yere çıkıyor: İslâm coğrafyasıyla ve Müslümanlarla zinhar aynı kareye girmek istemeyen, zihninden ve kalbinden oraları çoktan söküp atmış, İslâm'ı ve Müslümanları her türlü kötülüğün, geriliğin ve utancın kaynağı olarak gören bir zihniyet bu. Böyle bir bakış açısını mantıklı ve makul bir zeminde ikna etmek de maalesef mümkün görünmüyor. Kendimizi ve gelecek nesillerimizi korumaya odaklanacağız. Geçtiğimiz günlerde, Âkif'in “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor” dizelerinde anlattığı o tertemiz evlatlarımızdan 12'si şehadete yürüdüğünde, Türkiye içinden bazı kesimlerin başlattığı çirkin bir “şehadet” tartışması, bu durumun en güncel ve pratik tezahürü oldu. Şehit ailelerine galiz biçimde saldıranların yanında, şehitliğin bizatihi kendisine kin kusanları da gördük. Dillerinde terörün tanımı bile belirsizleşmiş sosyal medya maymunlarının kanaat önderliğine soyunduğu ülkemizde, bizi biz yapan her türlü değere savaş açan bir karakter yapısıyla karşı karşıyayız.
Balkan seyahatimizin hüzün yüklü Aziz Üsküp ayağındayız: Heykeller üzerinden kültürler savaşı veya medeniyetler çatışması yaşanan Aziz Üsküp'ün tecavüze uğramış meydanında. Seyfullah Yiğit kardeşimin sürgit olgunlaşan kalemiyle seyahate sizleri de dâhil ediyoruz... Buyurunuz efendim... Üsküp Meydanı'na adeta bir daire çizerek ulaşıyoruz. Sultan II. Murat Döneminde başlayıp Fatih Sultan Mehmet döneminde tamamlanan Taş Köprü'nün Müslüman/doğu tarafından otobüsle modern/Hristiyan tarafa geçiyoruz. Epey bir yürüdükten sonra Taş Köprüyle ayrılan modern-geleneksel sınırın batı tarafındaki meydana geldik. Meydana varmadan önce bir binanın üzerindeki afiş Yusuf Hocamızın dikkatini çekiyor. “Free Ukraine” afişini görüyoruz. Bu afişin yanında en az bu afiş kadar yer olduğu halde “Free Palestine” afişini göremedik, maalesef. Görseydik, evet diyebilirdik. Bu adamlar hak-hukuk yanlısı diye düşünürdük ama nerede o hakkaniyet. Batı zihniyeti ve ardılları sadece kendileri için özgürlük, eşitlik ve hukuk çığırtkanlığı yaparlar, başkaları onların umurunda değildir. İşte bu yüzden dünyayı cehenneme çevirdiler iki asırlık dünya hegemonyası kurdukları süreçte. Oysa İslâm medeniyeti, herkes için adalet ilkesiyle hareket eder. Varna nehri üzerine inşa edilmiş Taş Köprü ve köprünün doğusunda kalan Tarihi Üsküp Çarşısı, İslâm medeniyetinin ne denli kuşatıcı, kucaklayıcı ve nefes veren bir medeniyet olduğunu göstermeye yeterlidir. Köprünün batı kısmındaki ruhsuz yapılar... heykeller... ise batı medeniyetinin nasıl ruhsuz, şiddet yüklü, narsist bir uygarlık olduğunu resmediyor. Büyük İskender'in, “küçük heykelinin” önündeyiz. Üsküp meydanının batı tarafındayız yani. Meydandaki absürtlükler, neredeyse bağırarak şunu söylüyor adeta: Bizler “şizofreniz.” Bu kadar görgüsüzlük olur ancak, demekten insan kendini alamıyor. Heykellerin babası Büyük İskender heykeline gelinceye kadar yolun sağ ve solunda onlarca heykel gördük. Bunların neredeyse tamamı eşkıya! Osmanlıya başkaldırmış, soygunculuk yapmış haydutlar. Adamlar, haydutlar üzerinden bir tarihi bilinç oluşturmaya çalışıyorlar. Ulus devlet inşası süreci böyle bir şey zaten. Yalanlar üzerinden yeni bir kimlik inşa etme çabasıdır ulus devlet inşası. Bu meydanda heykeller üzerinden çevrilen tiyatro da bunu gösteriyor. Birkaç dakika heykellere baktıktan sonra, Ustam Yusuf Hoca, karanlığın içindeki ışığı görüp coştu yine, hem de ne coşuş... oysa henüz, az ötemizde akan coşkun Varna Nehrini görmemiştik. Belli ki coşkun akan Varna Nehri, asırlar öncesinden Fatih Sultan Mehmet'ten aldığı aşkın ruh halini, göndermişti kadim mirasımızı hakkıyla sahiplenen Yusuf Hoca'ya. Ustam hakikaten kabına sığmaz bir hale bürünmüştü. Savaş meydanında kılıç sallayan bir cengâver misali cümleler kuruyordu modern dünyanın ruhsuzluklarına karşı. Sağa, sola, arkasına dönüp bakıyor, keskin kavrayışlarını bir anda harmanlayıp sunuyordu bizlere... Sadece bizlere mi? Hayır. Bütün o meydana ve o meydanın “ruhunu” oluşturan bütün ruhsuzlara...
150 yıl evvel polisiye türünün ilk örnekleri edebiyat dünyasında yer almaya başlarken Osmanlı Edebiyat Çevreleri bu türe Cinai Zabıta adını layık görmüş. Bu türün ilk müdavimlerinden biri de şüpheci karakteriyle anılan Sultan II. Abdülhamit. İngiltere'den gelen bir mektupla başlayan ve bir dolandırıcılığa evrilen nükte bu hafta sizlerle. iyi dinlemeler
1763'te Resmi Efendi'nin Berlin'e elçi olarak gitmesiyle başlayan Osmanlı-Alman dostluğu 1793 yılından itibaren Osmanlı ülkesine gelen Prusyalı askerlerle güçlenmeye başlamış; 1889 ve 1898'de Alman Kayzeri II. Wilhelm'in İstanbul'da Sultan II. Abdülhamid'i ziyaretleri ile perçinlenmiş, nihayet 1914-1918 Cihan Harbi'nde silah arkadaşlığına dönüşmüştü. Harp yıllarının en trajik olayı ise, İTC liderliğinin İmparatorluğun Ermeni tebaası için hazırladıkları korkunç plan uyarınca, 24 Nisan 1915 günü İstanbul'daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerini Çankırı ve Ayaş'a sürgün etmeleriyle başlayan, katliamlarla devam eden, nihayet soykırım halini alan "tehcir" idi. Bu kanlı süreçte Almanların tavrı, suçları ve sorumluluğu neydi?
Sultan II.Mahmut döneminde 1829 yılında İstanbul tersanesinde Mühendis Mehmet Efendi tarafından inşa edilen Mahmudiye Kalyonu, 20 yıl boyunca dünyanın en büyük savaş gemisi olmuştu. Osmanlı donanmasına hizmet ederken bu gemide yaşanan bazı olaylar Mahmudiye efsanesinin doğmasına neden oldu. - Kırım Harbi'nde Haliç'te halatlarını koparıp Sivastopol limanına nasıl gitti? - Gemiye top mermisi isabet etmemesinin sırrı neydi? - Mahmudiye yüzünden İngiliz ve Fransız savaş gemileri hangi Osmanlı sancağını kullanmaya başladılar? - İsabet aldığında tahtaları arasından kan sızmasının sırrı neydi? - Geminin güvertesinde hangi velilerin namaz kıldığına inanılıyordu?
Arkadaşlar “Yol ne kadar sürer?” diye sorduğunda, “Sınırda hiç oyalanmazsak 6-7 saati geçmez. Ama malum, bugünlerde siyasî gerginlik var, sürprizler de olabilir” demiştim. Çok şükür ki olmadı. Tahminlerimizin aksine, İpsala'da hiç oyalanmadan Rumeli'ne adımımızı attık. Sabah namazından hemen sonra İstanbul'dan yola çıkmıştık, Selânik'e ulaştığımızda saatlerimiz 13.30'u gösteriyordu. Tarihî kaynakların verdiği bilgiye göre, Selânik, ismini Makedonyalı Büyük İskender'in kız kardeşi Thessalonike'den almış. Bakışlarımızı denize doğru dikip uzakları hayal edince, karşı yakada, Akdeniz'in güney kıyısında İskenderiye var. Orası da adını kurucusu Büyük İskender'e borçlu. Tıpkı bizim İskenderun gibi. Öyküleri birbiriyle bağlantılı üç güzel şehir, aynı suya bakıyor bugün. Sakinleri aradaki irtibatların farkında mıdır, bilinmez... Selânik, Sultan II. Murad döneminde, uzun ve zorlu bir kuşatmanın sonucunda Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş (1430). Sonrasında, savaşta harabeye dönen şehrin imar çalışmalarına girişilmiş, çok sayıda cami, medrese ve imaret inşa edilmiş. Bir yandan da şehre Müslüman iskânına başlanmış. Buna rağmen, fethi takip eden yıllar boyunca Hristiyanlar hâlâ Selânik'te ciddi bir nüfusa sahip olmayı sürdürmüşler. Şehrin demografik dengelerindeki ani ve sürpriz değişim, 1492'den itibaren gerçekleşmiş: İspanya'dan sürgün edilen Yahudiler (“Seferadlar”), Sultan II. Bâyezid'in fermanı ve müsaadesiyle Selânik'e yerleşmeye başlayınca, kısa zaman içinde şehrin hâkim dokusu Yahudileşmiş. Ticaret, zanaat, mimarî, edebiyat ve diğer birçok dalda Selânik'in gündemini Yahudiler belirler olmuş. 1800'lü yıllarda şehre yolu düşen seyyahların dilden dile aktardığı tanım da şöhrete kavuşmuş böylece: “Balkanların Kudüs'ü”. Hatta İsrail'in müstakbel başbakanı David Ben-Gurion'un yolu 1910'da Selânik'e düştüğünde Yahudi kültürünün hâkimiyeti karşısında büyük bir şok geçirdiği ve şehre bu yönüyle hayran kaldığı anlatılır. Ancak Ben-Gurion'a “Aşkenaz” (Doğu Avrupa) Yahudisi olduğunu “çaktırmaması” da fısıldanmıştır. Zira Selânik Yahudileri, Seferad geleneğin dışındaki bütün Yahudi kollarını “sapkın” olarak nitelendirmektedir. Şehirde Ladino (İbranicenin İspanyol lehçesi) çok yaygındır, Yahudi seçkinler ise Fransızca'yı da kullanmaktadır. Selânik'teki ilk durağımız, meşhur Yahudi sanayici aile Allatiniler için İtalyan mimar Vitaliano Poselli tarafından 1898'de inşa edilen Allatini Köşkü oldu. Sultan II. Abdülhamid, 27 Nisan 1909'da tahttan indirildikten sonra Selânik'e sürgün edilmiş ve 1912'ye kadar son derece zor şartlar altında Allatini Köşkü'nde ev hapsinde tutulmuştu. Sultan'a hal'ini bildirmek üzere seçilen heyette yer alan Yahudi Emmanuel Karasu'nun, 1492 sürgünüyle Selânik'e yerleşen bir aileye mensup oluşu, ibretlik bir hikâyedir. Allatini Köşkü'nden kuzeye doğru devam ederek, 1902 tarihli Yeni Cami'ye ulaştık. Yine Vitaliano Poselli'nin imzasını taşıyan bu modern mimarî eseri yapı, Selânik Dönmeleri tarafından Sultan II. Abdülhamid'in şerefine inşa ettirilmiş. Sahte Yahudi Mesih Sabatay Sevi'nin takipçilerine “Dönmeler” dendiği malum. İlginç olansa, camiye dair bütün resmî tanıtım metinlerinde “Dönmeler” kelimesinin de açıktan kullanılması. Bugünkü görünümünü Kanunî Sultan Süleyman döneminde kazanan Beyaz Kule'nin etrafındaki modern Selânik, 1917'deki korkunç yangında açılan geniş alana kurulmuş. Şehrin 1912'de Yunanlarca ele geçirilmesinin hemen ardından çıkan yangının “kastî” bir eylem olduğu, Müslümanlara ve Yahudilere ait tarihî mekânlar böylece yok edildikten sonra, “Helen” unsuru baskın yeni bir Selânik'in tesis edildiği, bugün artık çok yaygın bir kanaat. Yeni Selânik'in en büyük meydanı da zaten Aristo'nun adını taşıyor. Minareleri tıraşlanmış mahzun camiler, sergi salonlarına dönüştürülmüş imaretler, alışveriş merkezi olmuş hamamlar ve daha nice eserler de cabası...
Babasının Gölgesinde Kalan Sultan - II. Selim
Üsküp'e kadar gelmişken, Kosova'ya geçip Sultan Murad'ı ziyaret etmemek olmazdı. Sabahleyin erkenden yola düştük, sınırda da hiç beklemeyince “Meşhed-i Hüdâvendigâr”a hızlıca vasıl olduk. Kosova'nın başkenti Priştine'den kuzeybatıya Mitroviça yönüne doğru devam ederken hemen sol yakada kalan Meşhed-i Hüdâvendigâr, Osmanlı devletinin üçüncü hükümdarı Sultan Murad Hüdâvendigâr'ın 1389'da Birinci Kosova Savaşı'nın bitiminde şehit edildiği noktaya inşa edilmiş bir makam. Meşhed'in kelime manası da zaten “Şehit olunan yer” demek. Tarihî kaynaklara göre: Savaştan sonra cesetlerin arasında dolaşırken Miloş Obiliç adında bir Sırp tarafından hançerlenen Padişah'ın iç organları şehit düştüğü yere gömülmüş, naaşı ise oğlu Bâyezid'in (Yıldırım) emriyle Bursa'ya götürülerek Çekirge semtine defnedilmiş. Sultan II. Murad döneminde gerçekleşen İkinci Kosova Savaşı'yla (1448) birlikte bugünkü Kosova ve çevresi tamamen Osmanlı toprağı haline gelince, Meşhed ve çevresine ayrı bir ihtimam gösterilmiş, buraya Müslüman ahali iskân edilerek mamur tutulmuş. 1660'da bölgeyi ziyaret eden Melek Ahmed Paşa, Meşhed'in etrafına 500 meyve ağacı diktirmiş, türbeye de bir bekçi tayin etmiş. Meşhed-i Hüdâvendigâr, Sultan Abdülmecid'in 1848 tarihli beratıyla devlet tarafından atanmış resmî türbedarlara kavuşmuş. Buharalı Hacı Ali Efendi ailesi, türbenin bakım ve himayesiyle görevlendirilmiş. Aile zaman içinde “Türbedar” namıyla meşhur ve maruf olmuş. Ziyaretten sonra, avludaki küçük evin kapısına doğru yöneldik. Burada, Türbedar ailesinin son gelini Saniye Teyze ikâmet ediyordu. Tam 50 yıldır Meşhed'de vazifeli bulunan 71 yaşındaki Saniye Teyze, ikram ettiği Türk kahvesi eşliğinde öyküsünü anlatırken mutlu ve gururluydu. Varlık âleminde herkes bir vazife icra ederken, Saniye Teyze'ye de Kosova'ya İslâm'ın bayrağını taşıyan Sultan Murad'ın meşhedinde nöbet tutmak düşmüştü. İlahî taksimatın hikmetlerine akıl-sır ermezdi. Meşhed-i Hüdâvendigâr'dan sonra, Arnavutluk Alpleri'ne sırtını yaslayan şirin İpek şehrine yöneldik. Doğrusunu söylemek gerekirse, İpek'te beklediğimizden daha fazlasını bulduk: Osmanlı'nın Balkan Savaşları neticesinde kaybettiği şehirlerden biri olan İpek, aradan geçen onca fırtınalı ve zor döneme rağmen, daha ilk adımda “Ben bir Osmanlı şehriyim” diyordu lisan-ı haliyle. Çarşı Camii olarak da bilinen Bayraklı Cami'den başladığımız gezimizde tarihî Uzun Çarşı'yı, Müslüman mahallelerini, Hasan Paşa, Defterdar ve Kurşunlu camilerini ziyaret ettik. Camilerde genç cemaatin yoğunluğu bilhassa dikkatimizi çekti. İpek, Mehmed Âkif Ersoy'un babası Tâhir Efendi'nin de memleketi. Temizliğe aşırı dikkatinden ötürü “Temiz” lakabıyla ünlenen Tâhir Efendi, İpek'in Suşitsa köyünden. Sonrasında ilim için İstanbul'a hicret etmiş, oğlu da orada dünyaya gelmiş. İpek'i ve olağanüstü güzellikteki tabiî muhitini görünce, merhum Sezai Karakoç'un Âkif'i yerleştirdiği şu bağlam daha bir anlam kazandı: “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih. Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslâmlığının sentezi bir çocuk... Çağ, bir batış çağı.
Sultan II. Abdülhamid döneminde bir külliye olarak kurgulanan Yıldız Sarayı ve çevresi, hem imparatorluğun idare merkezi hem de Sultan II. Abdülhamid'in yaşadığı yer olması sebebiyle cuma selamlıkları, cülus şenlikleri, özel misafir ziyaretleri için yapılan resmigeçit ve karşılama törenleri, açılışlar ve de mevlit alayları gibi pek çok merasime ev sahipliği yapardı. Bu merasimler arasında her sene hac zamanında yapılan surre (mahmil) alaylarına ayrı bir önem verilirdi. İçerisine altın veya para gibi değerli eşyanın konulduğu kese anlamına gelen surre, İslam ülkelerinde Abbasilerden itibaren başladığı düşünülen, her sene Hac vaktinden evvel kutsal topraklar olan Haremeyn'in (Mekke ve Medine) ileri gelenlerinden yoksullarına kadar dağıtılmak üzere gönderilen maddi yardımlar ve hediyelerdi. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Babasının Gölgesinde Kalan Sultan : II. Selim
Şüphesiz İstanbul fethinin en büyük manevî mimarı, “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak kumandan ne güzel kumandan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” (Ahmed bin Hanbel) müjdesini veren Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'dir. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu hadisinde vuku bulacağı müjdelenen, hükümdar ve askeri övülen fethi mübin için, İslâm'ın ilk asrından itibaren çeşitli teşebbüslerde bulunulmuş, hadîs-i şerîfteki “Ni'mel emir” (ne güzel hükümdar) ve “ni'mel-ceyş” (ne güzel asker) olmak için âdeta yarışılmıştır. Fatih Sultan Mehmed, devrin en büyük âlimlerinden dersler alarak, kudretinin şuurunu taşıyan, ne istediğini bilen hakikî bir devlet adamı olarak yetişti. Kuvvetli bir imân, azim ve irade sahibi, temkinli ve verdiği kararı mutlak surette tatbik eden bir şahsiyet olan Sultan II. Mehmed, 24 Mart 1453 Cuma günü muhteşem ordusu ve muazzam topları ile Edirne'den İstanbul'a doğru harekete geçti. Yanında Akşemseddin, Molla Güranî, Akbıyık Sultan ve müridleriyle beraber devrin diğer tanınmış şeyhleri de vardı. Bu mâna erleri arasında Akşemseddin'in bulunması, gerek padişahın, gerek ordunun maneviyatını yükseltmiştir. Akşemseddin'in, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında, zaferin yakın olduğu müjdesiyle sabredip gayret göstermesi için Sultan Mehmed'e söylediği sözler ve yazdığı mektupların etkisi, fethin gerçekleşmesinde şahî toplarının payından daha az değildir. Fatih Sultan Mehmed'in fethin hemen akabinde Akşemseddin için söylediği şu sözler, onun bu mâna erlerine verdiği değeri ve dayandığı güç kaynaklarını ifade eder: “Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu, İstanbul'un fethi için sanmayın. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim.” (Ahmet Şimşirgil, “İstanbul'un Fethinin Manevî Mimarları” Adlı yazısından)
Bir dervişmeşrep padişah: Sultan II. Murad
1895 yılında Sultan II. Abdülhamid Han tarafından kurulan, kurulduğu günden bu yana onbinlerce kişiye şefkat yuvası olan Darülaceze 127. yılını geride bıraktı. İstanbul Üniversitesi'nden Doç. Dr. Murat Şentürk'le, Darülaceze'nin sosyal hayatındaki yerini konuştuk.
Şark-İslâm devlet geleneğinde toplumların devlet olmanın ön şartı, "bey" veya "sultan" adına hutbe okutmak ve "sikke kestirmek" idi. İlk Osmanlı gümüş akçesi 1326 yılında Orhan Bey tarafından kestirildi. Bu paranın üzerinde "Orhan halledallahü mülkehü" (Orhan Allah mülkünü daim kılsın) benzeri bir ifade ile darp yeri olan Bursa'nın adı vardı. İlk bakır para I. Murad (ö. 1389) döneminde, Sultanî adı verilen ilk altın para ise Sultan II. Mehmed (Fatih) tarafından 1478 yılında kestirildi.
Mevlîd Kandili'nde Osmanlı Sarayı'nın Küçük Mabeyn dairesinde Kur'ân-ı Kerîm okunması adettendi. Başta padişah olmak üzere Mevlidde bulunacak davetliler için minderler hazırlanır, kandil için çeşitli kişilere davetiyeler gönderilir ve sabahtan itibaren de gelen misafirler bir bir Sultan'a arz olunurdu. Mevlid, önde gelen büyük camilerin baş imamları ve Mızıka-i Hümayun'un güzel sesli müezzinlerinin hazır olması ve padişahın “oturunuz” emriyle başlardı. Bu sırada kadınlar perde arkasından töreni takip ederlerdi. Mevlid okunduğu sırada misafirlere gül suyu dökülerek, gümüş tepsiler içerisinde akide şekeri dağıtılırdı. Mevlidin bitiminin ardından da ikramlar devam eder ve gelenlere süslü sepetler ve kutularla şekerler, şerbetler ve naneli limonatalar verilirdi. Mevlid Kandili sarayda bu şekilde idrak edilirken saray dışında ise gündüz alay düzenlenir ve bu alay Cuma selamlığından farklı olarak asker sayısı arttırılmış bir şekilde gerçekleştirilirdi. Tıp kı saraydakine benzer şekilde Mevlid gününden önce protokole dâhil devlet adamlarına davetiyeler gönderilir, ne zaman hangi camide bulunacakları bildirilerek davetlilerin tören kıyafetleriyle belirtilen camide bulunmaları sağlanır, yollar meşalelerle ışıklandırılırdı. Mevlid geceleri ev ve dükkânların önlerine kandil asılması ve beş pare top atılması Sultan II. Mahmud devrinden beri adettendi. Saray'daki ikramlar dışarıda da benzer şekilde yapılır askerlere de şekerler, şerbetler ve bahşişler verilirdi. Sarayda veya camilerdeki bu törenlerden başka hemen her devlet adamının ve zenginin konağında, camilerde, mescidlerde ve halktan kimselerin evlerinde de mevlid okutulmakta idi. Osmanlı'da Mevlid Kandili'nde gerçekleştirilen ve dikkat çekici uygulamalardan biri de (Efendimiz (s.a.v)'in şefaati umularak) hapishanelerdeki bazı mahkûmların affedilmesiydi. Mevlid Kandili sebebiyle yapılan tahkikat neticesinde durumu uygun olan mahkûmlar padişah tarafından affedilerek serbest bırakılırdı. (Emre Gül, Tarih Dosyası)
III. Murad, Osmanlı padişahlarının on ikincisi ve İslâm halifelerinin de yetmiş yedincisidir. Sultan II. Selim Han'ın oğlu olup 4 Temmuz 1546'da Nurbânû Sultan'dan Manisa'da dünyaya geldi. III. Murad, doğduğunda babası şehzade Selim sancakbeyliğinde bulunuyordu. Hocası Sadeddin Efendi tarafından yetiştirilmiş olmanın yanında ilk eğitimini sarayda iyi bir şekilde gördü. Küçük yaşta iken Aydın sancakbeyliğine tayin edildi. Daha sonra Alaşehir sancakbeyliğine, dedesi Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı ve babasının tahta geçmesi üzerine Manisa sancakbeyliğine getirildi ve tahta geçinceye dek bu görevde kaldı. Çok cömertti. Her vesile ile âlimlere, şairler, fakir fukaraya hediyeler verir, ihsânlarda bulunurdu. Padişahın toplantılarında Arab ve Acem ülkelerinden Kur'ân-ı Kerîm'i tecvit üzere okuyan güzel sesli hafızlar, sanatkârlar, âlimler, hoş sohbet kimseler çağırılmış ve hiçbir zamanda eksik olmamıştır. III. Murad Han, saltanatı boyunca Osmanlı toprakları üzerinde pek çok sayıda bayındırlık, ilim, kültür ve sanat merkezleri inşa ettirdi. Rasathane ve astronomik araştırmalar ile logaritma hesapları yaptırdı. Medine'de medrese, mektep ve büyük bir imaret kurdu. Manisa'da şehzadelik döneminde cami, medrese, imaret ve tabhaneden müteşekkil Muradiye Külliyesi'ni inşa ettirdi. Saltanatı döneminde devlet en geniş sınrlarına kavuşmuştur. Osmanlı sultanları içerisinde en çok şiir yazan Kanunî'den sonra III. Murad Han'dır. Şiirlerinde “Muradî” ve “Murad” mahlaslarını kullanmıştır. Şair padişahlar içerisinde en ön plana çıkanlar arasında yerini almıştır. Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç ayrı dilde divanlarının bulunması onun yalnızca kendi lisânına değil diğer dillerin edebiyatlarıyla da yakından ilgilendiğini gösterir. Şiirlerinde Süleyman Çelebi, Fuzulî, Necatî gibi şairlerin etkisi görülür. 17 Ocak 1595 yılında hayata gözlerini yumdu. Vefatında 49 yaşının içindeydi. (Ahmet Şimşirgil, Kayı V: Kudret ve Azamet Yılları, s.159-172)
Gavur padişah mı Kurucu bir hükümdar mı Sultan II. Mahmud
Şehzade Selim İstanbul'da doğan ilk Osmanlı padişahıdır. 28 Mayıs 1524'te Topkapı Sarayı'nda Hurrem Haseki Sultan'dan doğdu. Çocukluğu İstanbul'da Eski Saray'da geçti. On altı yaşına kadar sarayda kalıp derin bir saray eğitiminden geçirildi. 1542'de on altı yaşında iken Konya sancakbeyi olarak atandı. Sırasıyla Manisa, tekrar Konya ve Kütahya'ya sancakbeyi olarak atandı. Şehzade Selim babasının son seferi olan Zigetvar Sefer'inde vefât etmesinden sonra 30 Eylül 1566'da ise tahta geçti. Şehzade Selim sancakbeyliği yaptığı vilayetlerde tahsiline devam edip ilmini arttırdı. Bu süre zarfında özellikle ilim ve sohbet meclislerine devam etmeye gayret gösterdi. Kütahya'da iken yirmi civarında âlim, edip, şair ve sanatkârı etrafında toplayarak onlarla yakından ilgilendi. Âlimlere büyük hürmet ve saygı gösterirdi. Sultan II. Selim'in kendini geliştirmesinde dönemin âlimleri ile bir arada olması büyük rol oynamıştır. Şeyhülislam Ebusuud Efendi'nin dışında devrin önde gelen isimlerinden biri tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli'dir. Yine büyük minyatür sanatçısı ve Nakkaş Nigâri, II. Selim Han'ın himayesini görmüştür. Şair Bâkî, II. Selim Han zamanında Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği yapmıştır. “Selîmî” ve “Tâlibî” mahlaslarıyla manzumeleri bulunmaktadır. Az sayıda söylediği şiirlerinden bazısı klasik edebiyatın en güzel mısraları arasında yerini almıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) için yazılmış bir naata tesadüf edilir. Üzerinde oturduğu tahtın yalnız Allâh (c.c.)'ın bir lütfu olduğunu dile getiren padişah, bu yüksek devlete kendi çabalarıyla erişmediğine inanmaktadır. Sultan Selim Han, sekiz senelik saltanatı boyunca, devletine ve milletine zarar vermek isteyenlere karşı sağlam bir duvar gibiydi. Bununla beraber uzuna yakın boyuyla, elâ gözleriyle ve sarı saçlarıyla her zaman sevenlerine karşı ince ve merhametli davranmıştı. 31 Kasım 1574'te kendisi bu fanî dünyaya vedâ kıldı. (Ahmet Şimşirgil, Kayı V: Kudret ve Azamet Yılları, s.67-73)
Homeros destanlarından günümüze Doğu ile Batı'yı birleştiren bir geçiş köprüsü; dönemin siyasi güç odağı Doğu Roma İmparatorluğu'nun ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan İstanbul, iki kıtayı, iki denizi birbirine bağlayan stratejik konumu sebebiyle tarih boyunca bütün kültürlerin ilgi odağı olmuştur. Nitekim 7. yüzyılda İslam Peygamberinin, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” hadis-i şerifi doğrultusunda, İslam orduları pek çok defa İstanbul'u fethetme girişiminde bulunmuştur. 1453'te 22 yaşında bir genç olan Sultan II. Mehmet ve komutasındaki Osmanlı ordusu bu ideali gerçekleştirmiş ve Hz. Peygamber tarafından müjdelenen hedefe ulaşmıştır. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
İstanbul'un fethi için kesin kararını veren Sultan II. Mehmet, kendisine gelen Bizans elçilerine “Gidiniz efendinize söyleyiniz, şimdiki Osmanlı padişahı eslâfına aslâ benzemez, şimdi benim iktidârımın vâsıl olduğu yerlere onların âmâli bile yetişmemiştir” derken kendine ne kadar güvendiğini gösteriyordu. Önemli deniz yolları üzerinde bulunan İstanbul'un kuşatılması için güçlü bir donanmaya ihtiyaç olduğundan, padişah gemi yapım işleriyle de yakından ilgilendi. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yeditepe-fatih/message
Abbasiler döneminde inşa edilen Güney Kemerleri, Fatımiler ve Osmanlılar döneminde restore edilip günümüze ulaşmıştır. 1893 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından yenilenen kemerlerin en önemli özelliklerinden birisi orta direği üzerinde bir güneş saati bulunmasıdır. Güneş saati 1907 yılında yaptırılmıştır.
13 ŞUBAT 2021Herkese merhabalar bugün 13 şubat 2021, dünya radyo günü…Tarihte bugün yaşanan olaylar arasında; Moğolların Bağdat'ı yerle bir etmesi, Meclisi Mebusan'ın kapatılması, Şeyh Sait ayaklanmasının başlaması, Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kurulması ve daha pek çok önemli konumuz var hazırsanız başlayalım…DÜNYA TARİHİNE BUGÜN YAŞANANLAR1258 Moğollar Bağdat'ı Yerle Bir Ettiler Cengiz Han'ın torunu İlhanlı Devletinin kurucusu Hülagu 13 Şubat 1258'de Bağdat'ı ele geçirdi. Şehirde görülmemiş bir katliam, yağma ve tahribat yaşandı. Moğolların Bağdat'a saldıramayacağını düşünerek gerekli hazırlıkları yapmamış olan Halife Mustasım bile öldürülmekten kurtulamadı. Bağdat yıllarca kendine gelemedi.1633 - Galileo Galilei, engizisyon mahkemesinde yargılanmak üzere Roma'ya geldi.1668 - İspanya, Portekiz'i ayrı bir devlet olarak tanıdı.1974 - 1970 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Aleksandr Soljenitsin, "Gulag Takım Adaları, 1918-1956" adlı kitabı nedeniyle, SSCB dışına sürgüne gönderildi. TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR1878 Meclis-i Mebusan Kapatıldı I.Meşrutiyet Dönemi Sona Erdi I.Meşrutiyet İlan edildikten yaklaşık bir yıl sonra sona erdi. Sultan II.Abdülhamit görevini layıkıyla yerine getirmediğine kanaat ettiği Meclis-i Mebusan-ı 13 Şubat 1878'de kapattı. Böylece II.Abdülhamit Osmanlı Devleti idaresini resmen üstlenmiş oldu.1925 Şeyh Sait Ayaklanması Başladı (1925)Erganiye bağlı Piran Köyü'nde çıkan çatışma Şeyh Said'in sahiplenmesi ile 13 Şubat 1925'te Doğu Anadolu bölgesine yayılan büyük bir ayaklanmaya dönüştü. Başbakan İsmet İnönü bir dizi tedbirler alarak isyanın bastırılmasını sağladı. Başta Şeyh Sait olmak üzere isyanın öncüleri Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanarak idama mahkum edildi.1961 - 7 yeni parti kuruldu. Yeni Türkiye Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Millete Hizmet Partisi, Güven Partisi, Musavat Partisi, Muhafazakâr Parti ve Cumhuriyetçi Parti. Seçime katılabilmek için son gündü. Kemal Türkler, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, İbrahim Denizcier gibi bir grup sendika yöneticisi tarafından kurulmuş olan Türkiye İşçi Partisi'nin Genel Başkanlığına Avni Erakalın getirildi.1965 İsmet İnönü Hükümeti İstifa Etti İsmet İnönü başkanlığındaki koalisyon hükümetinin Türkiye Büyük Millet Meclisine sunduğu bütçe 13 şubat 1925'te yapılan oylamada reddedildi. Bunun üzerine Başbakan İsmet İnönü istifa etti.1975 Türkiye'nin ABD'ye Cevabı ‘'Kıbrıs Türk Federe Devleti'' KurulduAmerika Birleşik Devletleri Türkiye'ye Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle silah ambargosu koymuştu. Türkiye'nin buna cevabı 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kurulması şeklinde oldu. Rauf Denktaş bu devletin ilk başkanı oldu. Böylece Türkiye Kıbrıs'ta ki konumunu biraz daha sağlamlaştırdı.1985 - Kapatılan Millî Selamet Partisi yöneticileri hakkında açılan kamu davası sona erdi. Partinin Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve 22 arkadaşı beraat etti. Şubat 1981'den Şubat 1985'e kadar geçen bütün bu süre içinde Necmettin Erbakan, 10 ay tutuklu kaldı.1995. İlk Türk Füzesi, Konya-Karapınar Füze Fırlatma Üssü'nden başarıyla fırlatıldıBUGÜN DOĞANLAR1916 - Türk yazar Samim Kocagöz, dünyaya geldi.1950 - Türk şarkıcı, gitarist, söz yazarı ve oyuncu Mazhar Alanson doğdu.BUGÜN ÖLENLER1322 - Bizans İmparatoru II. Andronikos öldü. 1542 - İngiltere Kraliçesi Catherine Howard, vefat etti. 2019 - Türk öğretmen, halk ozanı ve şair Ozan Arif hayatını kaybetti.
Miraç Kubbesi'nin yakınında bulunan Nebi Mihrabı, Hz. Peygamber'in Miraç gecesi tüm peygamberlere ve meleklere imam olup namaz kıldırdığına inanılan yeri işaretlemek amacıyla o noktaya inşa edilmiştir. Kubbetü's Sahra'nın kuzeybatısında bulunan kubbenin ve mihrabın yapılması iki aşamada tamamlanmış. Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman zamanında Kudüs ve Gazze valisi olan Muhammed bey, 1539 yılında boyu yaklaşık 70 cm olan bir mihrap yaptırmıştı. Aradan geçen uzun zamanın ardından Sultan II. Abdülmecid döneminde mihrabın üzerine bir kubbe yaptırıldı ve böylelikle inşası tamamlandı.
Türk Kahvesi'nin bu bölümünde askeri tarihçi Gültekin Yıldız konuk oluyor. - Ailesi ve kendisinin hikayesi - Türkiye'de askeri tarihçiliğin dünü ve bugünü - 1877'den bugüne Türkiye'nin stratejik durumu - İstihbaratın tarihçesi - Sultan II. Abdülhamid'in istihbarat teşkilatı
Mecburi askerlik Sultan II. Mahmud zamanında getirildi. Ancak askerlikten muafiyeti ve tecili gerektiren sebepler de az değildi.
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı padişahlarının en uzun müddet tahtta kalanlarından biridir. Bu sebeple hakkında söylenenler de çoktur. Seveni kadar, sevmeyeni de vardır. Ama belki en az tanınan padişah olduğu için, her gün hakkında altı doldurulmaya muhtaç yeni rivayetler ortaya atılmaktadır. Kimi, bir karış vatan toprağını vermediğini söylerken; ötekiler de, en çok toprak onun zamanında kaybedilmiştir, diyor.
Sultan II. Abdülhamid, amcasının kurduğu muazzam donanmayı Haliç'e çekip çürütmekle itham olunmuştur. Sultan Aziz'in tahttan indirilmesi sırasında donanmanın Dolmabahçe önünde demirleyerek toplarını saraya çevirmesi sebebiyle vehme kapıldığı söylenir. Ancak şunu nazara almalıdır ki, Sultan Aziz'i hal edenlerin ülkeyi sürüklediği 93 Harbi mağlubiyeti sebebiyle Osmanlı hükümeti Rusya'ya çok ağır bir harb tazminatı ödeme borcu altına girmişti. Sultan Hamid, donanmaya amcasının verdiği ehemmiyeti veremezdi. Aksi takdirde maliye yine iflâsa sürüklenirdi. Donanma kurmak bir yana, mevcut gemilerin bakımı ve tamiri, hatta boyanması bile çok masraflıdır. Mamafih donanma bu hâliyle bile Rusları tedirgin etmeye; 1897 Harbi'nde de Yunanlıları ürkütmeye yetmiştir. Zaten donanma muharebeden çok, düşmanı korkutucu bir hususiyet taşır.
Dünyanın bilinen en eski belediye kanunu Sultan II. Bayezid tarafından çıkarılmıştır. İstanbul'da belediyeciliğin esasını teşkil eder. Osmanlı kadısı, Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, adlî işler yanında başka vazifelerle de mükellef tutulmuştur. Kadı, aynı zamanda bulundukları şehrin belediye reisidir. Belediye hizmetlerinin zaten çok inkişaf etmediği bir zamanda, devlet, bu işi ulemadan birisine vererek şehirlerdeki muhtemel çekişmelerin önüne geçmek istemiştir.
Tarihin en parlak ordularından yeniçeri ocağı, ateşli silahların yayılmasından sonra fonksiyonunu kaybetti. Zamanla da bozuldu. Nice padişahları harcayan ocağı tarihten silmek, Sultan II. Mahmud'a nasip olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid, tahta çıktığında iflas etmiş bir maliye buldu. Dış borçları indirtmeye ve fâizlerini kaldırtmaya muvaffak oldu. Böylece devleti mutlak bir uçurumun kenarından aldı.