POPULARITY
May Is masturbation month and this week the Dildo Whisperer and Ajay are joined by spiritual guide and author Kae Ecstatic. Kae is competeing in the Great BateWorld BateOff! Which is a masturbation competition that is taking place every Thursday on BateWorld.com. So make sure to check it out and cheer Kae on! Together Kae, Ajay and Romaine have a deep discussion about the connection between mind and body as it relates to our sexuality. Prepare to hear a deeply moving conversation about masculinity expecations and whole soul orgasms. Send the us your sex and relationship questions and maybe you will inspire the next episode of The Dildo Whisperer. We have two ways to reach the show. You can call into our show at 844-695-2766 or you can email us at Askthedw@gmail.com. Follow us on social media @dildowhisperer The Dildo Whisperer is produced by DNR Studios. To subscribe to this show and the rest of the DNR Network of shows including the Cookie Jar Podcast visit: www.dnrstudios.com
Bir âyet-i kerimede, mealen şöyle buyrulmuştur: “De ki: Ey nefislerinde israfa giren, haddi aşarak günâh işlemekle nefislerine zulmeden kullarım. Allâh'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, Allâh bütün günâhları bağışlar. O Gafur ve Rahîm'dir.” (Zümer s. 53) Âyette geçen “nefis” kelimesi, “zât” mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır. Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aletleri ve duyguları, yanlış yolda kullanan insanlar “nefislerinde israfa girmiş” kullardırlar. Bu âyet-i kerime ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bîr hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, Allâh (c. c.)'un mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir. Her ikisi de “affedicilik” mânâsını ifade eden Gaffar ismiyle Gafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî (r.âleyh) şöyle açıklar: “Gaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Gafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir.” Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir: İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günâh işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için Allâh (c.c.)'un Gafur olduğunu hatırlamalıdır. Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü'minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır. İnsan, kendi cüz'î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan Allâh (c.c.)'a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin. (Mustafa Necati Bursalı, Esmaü'l Hüsna Şerhi,s.1426)
Hz. Ebubekir es-Sıddik (r.a.), “Benim için yeryüzünde Hz. Ömer (r.a.)'den daha çok muhabbet duyduğum bir adam yoktur” demiştir. Hz. Ebubekir (r.a.) hasta olduğu vakit, “Ömer'i halife tayin ettiğinize göre Allâh (c.c.)'a ne diyeceksiniz?” diye soruldu. Hz. Ebubekir (r.a.) de, “Onlara içlerinden en hayırlı olanını tayin ettim diyeceğim” cevabını vermiştir. İbn Ömer (r.a.): “Resûlullâh (s.a.v.) vefat ettiğinden bu yana Hz. Ömer (r.a.)'den daha hiddetli ve daha cömert olan kimse görmedim” demiştir. İbn Mesud (r.a.): “Eğer Hz. Ömer (r.a.)'in hikmeti terazinin bir kefesine ve yeryüzünde yaşayanların hepsinin hikmeti de diğer kefesine konulacak olursa, Hz. Ömer (r.a.)'in bilgeliği ve ilmi hepsininkinden ağır basardı. Zira onlar, Hz. Ömer (r.a.)'in ilmin onda dokuzunu çektiğini bilirlerdi.” Huzeyfe (r.a.): “Beşeriyetin tüm hikmeti ve ilmi adeta Ömer'in bağrına gizlenmiş gibidir” demiştir. Yine Huzeyfe, “Andolsun ki, Ömer hariç Allâh (c.c.) yoluna hizmette kusur bulanların kınamalarının ilişmeyeceği başka kimseyi bilmem” demiştir. Hz. Aişe (r.anhâ) Hz. Ömer (r.a.)'i kastederek, “Andolsun ki, tek başına işleri üstlenirdi ve pek atılgandı” demiştir. Hz. Cabir (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Ali (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'in yanına gitti, bu sırada da Hz. Ömer (r.a.) namazdaydı. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) ona, “Allâh (c.c.) size rahmet bahşetsin! Peygamber (s.a.v.)'in muhabbeti hariç bu namazını kılandan başka, Allâh (c.c.) ile buluşmak için yaptığı amellerin benim indimde daha sevgili olduğu kimse yoktur” demiştir. İbn Mesud (r.a.) şöyle söylemiştir: “Salih olanlardan bahsedildiğinde tez olunuz ve Hz. Ömer (r.a.)'den bahsediniz. Şüphesiz ki o, içimizde Kitabullâh'ı en iyi bilenimiz ve en alim olanımızdır.” (Celaleddin Es-Suyuti, Halifeler Tarihi,s.132)
Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyânı sadedinde gelen hadisler bulunmaktadır. Bu beyân, ya âmelin nasıl yapılacağının belirlenmesi ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının açıklanması şeklinde olur. Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranların, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyân edilmesi sünnetle olmuştur. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular, alışveriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler, Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyânı olmaktadır. “Insanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik.” (Nahl s. 44) ayet-i kerîmesinde ifade edilen husus da budur. Rivayete göre İmrân b. Husayn (r.âleyh) bir adama şöyle demiştir: “Sen ahmak birisin! Sen Allâh (c.c.)'un kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?” Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: “Bütün bunları Allâh (c.c.)'un kitabında açıklanmış buluyor musun? Allâh (c.c.)'un kitabı bunları mübhem bırakmıştır, sünnet ise onları açıklamaktadır.” Evzâî (r.âleyh) ise: “Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur” derdi. İbn Abdilberr (r.âleyh): “O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir” demiştir. Ahmed b. Hanbel (r.âleyh)'e: “Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumdadır” şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: “Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar.” demiştir. (Şatıbi, el-Muvâfakât; İslâmi İlimler Metodolojisi,c.4,s.23-24)
Hacamatın mühim olan şartlarından bir tanesi, hacamat olacak kişinin istirahatli, yani vücudunun dinlenmiş olması gerekir. Hacamatın aç karnına olması gerekir, yahut yemekle hacamat arası en az 2-3 saat olması lazımdır. Hacamattan bir gün evvel ve bir gün sonra cinsel ilişkide tavsiye olunmaz. Hacamat olduktan sonra, bir yemek kaşığı doğal üzüm sirkesi ve üzerine bir bardak bal şerbeti içmek tavsiye olunur. Hacamat sonrası yağlı ve ağır gıdalar alınmamalıdır. Hacamattan sonra, ciğer et tavsiye olunmadığı gibi, süt yoğurt peynir gibi gıdalar da tavsiye olunmaz. Hacamattan sonra uyumak gerekmez. Eğer insan hacamattan sonra hemen uyursa hacamatın faydası kesilir. Onun için hacamattan en az 3-4 saat sonra uyunabilir. Tansiyonu çok düşük kişilerde eğer hacamat yapılmaya karar verilmiş ise, hacamattan yarım saat önce şekerli çay veya kahve içilmesi ve daha sonra hacamatın yapılması tavsiye olunur. Şeker hastalığında ve kanı çok ince ve akıcı olan hastalarda hacamat çizgileri mümkün olduğu kadar çok kısa yani nokta şeklinde yapılması tavsiye olunur. Ayrıca hassas bölgelere, ense çukuruna, kuyruk sokumunun alt kısmına, göz, göbek, genital kısım, beyne giden damarların üzeri gibi tehlike arz eden yerlere hacamat yapılmaz. Kalp pili takılı ve kalp yetmezliği olanlara, adet görenlere böbrek yetmezliği olanlara, hemofili rahatsızlığı olanlara, hamilelere, aşırı kansız kişilere ve tansiyonu çok düşük olanlara hacamat yapılmaz. (Ömer Muhammed Öztürk, Misvâk ve Hacamat,s.77)
Namaz kılacak kimsenin, namaza başlamadan evvel bilmesi icap eden bir takım şartlar (farzlar) vardır ve bunlardan birini kasten veya unutarak yerine getirmemesi hâlinde namaz sahih olmaz. Altısı içinden altısı da dışından olmak üzere bu farzlar şunlardır: Namazın dışındaki farzları: 1. Hadesten taharet: Küçük ve büyük hadesten (cünüb ise gusül, değilse abdest almak) temiz olmak. 2. Necasetten taharet: Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması. (Görünür pisliklerden temizlenmek) 3. Setri avret: Avret yerinin örtülmesi. (Erkeğin avret yeri göbekten diz kapağının bitimi yerine kadardır, buna göre göbek, avrete dahil değil, diz kapağı ise dahildir. Kadının avret yeri ise yüz, eller ve ayakların haricinde bedenin tamamıdır) 4. İstikbal-i kıble: Namaza başlamadan kıble yönüne (Kâbe-i Mükerreme'ye) dönmek. 5. Niyet: Kalbin Namaz kılmayı kesin olarak irade etmesi. 6. Vakit: Namazı vaktinin girmesinden sonra kılmak. Namazın içindeki farzları: 1. Tahrime: Namaza “Allâhu ekber” lâfzıyla başlamak. 2. Kıyam: Farz Namazda güç yetiyorsa ayakta durmak. 3. Kıraat: Kıyamda Kur'an okumak. (Uzun bir ayet veya üç kısa ayet okusa farz sakıt yani farzı yerine getirmiş olur. Ancak Fâtiha suresi okumak vacip olduğu için sehven bunu terk ederse sehiv secdesi yapar. İmama uyan kimsenin kıraat yapması gerekmez) 4. Rükû: Kıyamdan sonra eller dizlere dokunacak derecede eğilmek. 5. Secde: Rükûdan sonra alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayakları yere değdirmek. 6. Ka'de-i ahire: Namazın sonunda teşehhüd miktarı kadar oturmak. (Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi,s.148-157)
Katâde şöyle demiştir: “Nuh (a.s.) bir adadan gönderilmiş ve onlara gitmiştir. O, çoğunluğun görüşüne göre azim sahibi (ulül-azm) peygamberlerin birincisidir. Şirke karşı ilk korkutucu da odur. Kavmi ise putlara tapardı. O, Şeyhu'l-Murselîn'dir. Kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilmiş, halkı arasında 950 sene kalmıştır. Tufandan sonra da doksan sene yaşamıştır.” Bilginlerden birisi âyetteki “kavmine gönderdik” ifadesinin, Hz. Nuh (a.s.)'ın tüm insanlığa değil, sadece kendi milletine gönderildiğini söylemiştir. Eğer tüm insanlığa gönderilseydi Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e, “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe s. 28) denildiği gibi, “insanlara” veya benzeri bir şey denilirdi. Peygamber (s.a.v)'in şu sözü de buna işaret etmektedir: “Peygamberler sadece kendi halkına gönderilirdi. Ben ise tüm insanlara gönderildim.” Eğer denilirse ki: “Madem ki sadece kendi halkına gönderildi. O halde diğer insanların suçu neydi ki duâsını tüm insanlığa teşmil ederek “Ey Râbbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiç kimse bırakma” (Nûh s. 26) dedi. Biz de şu cevâbı veririz: O zaman yeryüzünde yaşayanlar azdı. Nûh (a.s.) hepsine gönderilmişti. Ona sadece kendisiyle birlikte olanların, ki onlar kendisiyle gemiye binenler olup sayıları da kırk erkek, kırk kadın olmak üzere seksen kişidir, imân edecekleri haber verilince, kâfirlerin tümünün kökünün kazınması için duâ etti. Bunun üzerine de iman edenlerin dışında tüm yeryüzü halkının helâk olduğu tufan meydana geldi. Eğer hepsine gönderilmiş olmasaydı, putlara tapmak suretiyle kendisine muhalefet etmeleri sebebiyle onlara bedduâ etmezdi. Çünkü bir âyette “...Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” (Isrâ s. 15) buyurulmaktadır. (Ismail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan Tefsiri,C.9 ,S.297-299)
Allah (c.c.), şeytânın, Âdem (a.s.)'a, onun neslinden kadın ve erkek herkese apaçık düşman olduğunu Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde bildirmiştir. Özellikle Adem (a.s.) ve Havva validemize şeytânın yaptıklarını Araf Sûresi'nin onuncu âyetinden başlayarak bizlere ibret verecek bir öğüt olmak üzere hikâye buyuruyor. Şeytânın kimlere (kâfirlere) dost ve kimlere (hususiyle müminlere) düşman olduğunu bize duyuruyor. Bilhassa Fâtır Sûresi'nin 5-6'ıncı âyetlerinde buyuruyor ki: “Ey insanlar, Allâh'ın vaadi elbet olacaktır. Sakın, sizi dünya dirliği aldatmasın, aldatıcı kuruntular sizi mağrur etmesin. Çünkü şeytân düşmanınızdır; onu düşman bilin. O, ancak kendi taraftarlarını cehennemlik olsunlar diye hevesata uymağa davet eder.” İşte böyle mübarek âyet-i kerimelerle şeytânın düşman tanınması emir buyuruluyor. “And olsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Nihayet meleklere: “Âdem'e secde edin” dedik. Iblis'ten başkası secde ettiler. O, secde edenler içinde bulunmadı. Allâh, “Ben sana secde etmeyi emir buyurmuşken seni ondan ne alıkoydu?” buyurdu. O ise, “Ben ondan hayırlıyım. Sen, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (Ârâf s. 10-11) (Kemaleddin Üstün, 54 Farz Şerhi, s.147) CIMÂ DUÂSI Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat edin. Bir kimse ailesiyle cinsel birleşimde bulunduğunda, “Bismillâh, Allâhümme cennibni'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ. (Allâh'ım şeytânı benden (bizden) ve vereceğin çocuktan uzaklaştır) desin. Böyle der ve bu birleşmeden çocuk takdir ve kazâ edilirse, o çocuğa ebediyyen şeytân zarar veremez, musallat olamaz.”(Buhari)
1917'de bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye'nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.” Romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, Yeni Turan'da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika icat ettim.” İstatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Kadınlar, Halide Edip'in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından' çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kâbul ediliyor. Peki kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Kim bilir, belki de “güçlü kadın” aslında, “kendi ayakları üzerinde duran” ya da “Çocuk da yaparım kariyer de!” diyerek çocuklarını bakıcıya ya da kreşlere terk eden değil; Eski Dünya'da olduğu gibi, evinde çocuklarını kendisi yetiştiren, terbiye eden ve erkeğine destek olan kadındır.(BasındanDerleme)
Kur'ân nazmının ve üslûbunun mevcut Arap edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarının fevkinde oluşu; kelime, cümle ve ayetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu, Kur'an'ın bir mucize olduğunu göstermektedir. Kur'ân; gerek fesâhat ve belâgatı, sözünün üstün, güzel ve son derece tesirli oluşu, gerek telifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesâhat ve belâgatının üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri, Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır. İbn-i Hacer (r.âleyh) diyor ki: “Yüce Allâh Resûlullâh (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamını Allâh (c.c.)'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir suresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap edebiyatının bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar. Bu durum, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kâbul eder. Çünkü küçük bir sure veya birkaç ayet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamber (s.a.v.)'i müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına gerek kalmayacaktı.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.207)
Beyaz elbise giymek müstehabtır. Siyah giymek de müstehabtır. Çünkü siyah giymek Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in, siyah bir sarığı vardı. Bayramlarda onu giyer ucunu da iki omuzu arasından arkaya sarkıtır (taylasan yapar)dı. Mekke'nin fethinde başında o sarık olduğu halde Mekke'ye girmişti. Erkekler için giyimde uygun olan, çok pahalı da çok âdî de olmayan ve kendisiyle maddî bakımdan aynı seviyede olan kimselerin giydiği gibi giyinmektir. Aşırı lüks elbise giymek dînen yasaklanmıştır. Çok düşük kaliteli elbise giymekle de insanların gıybet etmesine sebep olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), giyimde iki şekilde tanınmayı yasaklamıştır: Aşırı pahalı ve çok kalitesiz elbise giymek. Buna dikkat edilirse, düşüncesiz ve haddini bilmeyen kimselerce de aklı başında kimselerce de ayıplanmaz. Şemsül Eimme İmam Serahsî (r.âleyh) şöyle buyuruyor: “İnsan, çoğu zaman günlük fakat yıkanmış temiz elbise giymelidir. Bazen de Allâh (c.c.)'un verdiği nimeti ortaya koymak için en güzel elbisesini giymelidir. Böyle yapmak mendubtur.” Çünkü, hadis-i şerifte “Allâhü Teâlâ verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister” buyuruluyor. Kişi en güzel elbisesini her zaman giymemelidir. Çünkü, bunu görenler kendileri öyle elbise giyemedikleri için üzülür ve sıkıntı duyarlar. Şir'a Şerhi, Mişkât isimli eserden şunu naklediyor: “Eski ve yamalı elbise giymek İslâm'ın sünnetlerindendir. Rivayet olunuyor ki, Peygamberimiz, (s.a.v.) Hz. Fâtıma (r.anhâ)'yı Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdiğinde, Fâtıma (r.anhâ) Validemiz'in üzerinde yünden 12 yamalı bir örtü, pelerin vardı. Hz. Fâtıma (r. anhâ) el değirmeniyle arpa öğütürken, diliyle Kur'an okur, kalbiyle mânâsını düşünür, ayağıyla beşik sallardı.” (Allame Şeyh Alaüddin Abidin, Üç Boyutuyla İslam,S.736)
Kâmil şeyhlerin sohbeti kötü ahlâktan sakınmak ve güzel ahlakı kazânmak için bir yoldur. Çünkü insan tabiatı gördüğü şeyi taklit etmeye meyillidir. Kötü ahlâkı görse onu kanıksar ve giderek benimser, güzel ahlâkı görse onu sever ve sahip olmaya çalışır. Şeyhin teşviki ve uyarısı da kişide onun kendi iradesinin oluşturamadığı etkiyi hâsıl eder. Ve kendisi, kendi iradesine kalsa uzun süre kurtulamayacağı kötü huyların batağından şeyhin teşvik ve uyarısıyla kısa süre içinde kurtulur. Onun güzel şeylere meyletmesi, Allâhü Teâlâ'yı sevmesi, O (c.c.)'u tanıması ve O (c.c.)'a ibâdet etmesi ise kendi fıtratının iktizâsıdır. Bunlar onun için yemek yemek ve su içmek gibidir. Bunlar kalbin gıdası ve ruhun lezzetidir. Çünkü ruh ilâhî bir emirdir ve ancak bu şeylerle beslenir. Onun şehvetin gereklerine meyletmesi ise fıtrata aykırıdır ve ârizî bir haldir. Onun gıdası Allâh (c.c.) sevgisi, marifeti ve ibâdeti iken bu şeylere meyletmesi ise hastalık halidir. Fakat Allâh (c.c.) dışındaki şeyler, kişinin Allâh (c.c.)'u sevmesine ve O (c.c.)'a kulluk etmesine yardımcı olursa, onları bu açıdan sevmek ve ilgi duymak hastalık değildir. Ancak hangi şeylerin buna yardımcı olduklarını ancak tecrübeli ve gözü açık olanlar, yani kâmil şeyhler bilirler. Kişinin kendi görüşüyle bunları tespit etmesi mümkün değildir. Çoğu zaman şeytân ve nefis el birliğiyle onu aldatarak kendisini işlediği günâhların ve yaptığı yanlışların ona dininde ve Allâh (c.c.) sevgisinde yardımcı olduğuna iknâ ederler. Hakikâtte ise o şeyleri sadece hevâ ve hevesi için sever ve onlara ilgi duyar. Onun için neyin ne olduğunun şeyhin tasdikinden geçmesi lazımdır. (Eşref Ali et-Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı,C.20,S.302-303)
Îmânın korunması ve devam ettirilmesi, kazanılmasından ve elde edilmesinden daha zor bir iştir. Dinî zaruretlerden sayılan bir şeyde şüphe edip de âlimlere müracaat ederek bu şüpheyi gidermek için çalışmamak, kişinin din ve imân inancını yok edeceği gibi, küfrü gerektirecek bir fiili ileride işlemeye veya öyle bir sözü söylemeye niyet eden kimse de derhal kâfir olur. Dinen kesin olarak bâtıl bir şeyi yücelterek anmak ve böyle bir şeye hürmet göstermek kişiyi küfre sokar. Kur'ân-ı Kerim'e, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve sünnetlerinden bir şeye saygısızlık etmek, dinî kitaplara ve dinin esaslarına herhangi bir ayrım yapmaksızın İslâm dinine ait bir şeyle alay edip eğlenmek de küfürdür. Dinde haram olan bir şeyin helal olmasını, farzlardan birinin farz olmamasını temenni etmek; bilerek abdestsiz veya murdar elbise ile veyahut kıblenin dışında bir yöne dönerek namaz kılmak, Ramazan-ı Şerif'te mazereti olmaksızın, bilerek alenen oruç yemek gibi davranışlar da dini hafife almak, değersizleştirmek anlamını taşıdığı için küfürdür. Ayrıca imânının kalıcı olmasını isteyen mü'min Cenâb-ı Hakk'a karşı sürekli korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Bu durumda, yukarıda anlatılan esas ve şartları kendisinde bulunduran mü'min gerçek mü'mindir. Böyle olan kimse imânından şüphe etmeyerek ben “gerçek mü'minim” diye hükmetmelidir. Fakat imânına zarar verecek veya tamamen yok olmasını gerektirecek şeylerden kurtulabilmek, Allâh (c.c.)'un yardım ve lütfuyla imân selâmetiyle güzel bir ölüme nail olmak, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine bağlı bulunduğu için; “İnşâallâhu Teâlâ, âhiret yurduna da imân ile giderim.” demelidir. (Manastırlı Ismail Hakkı, Telhîsu'l-Kelâm fî Berâhîni Akâidi'l-İslam,S.68)
“Allâh'ın mescidlerini, ancak Allâh'a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allâh'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. Işte onların, doğru yola ulaşmış olmaları umulur.” (Tevbe s. 8) Buradaki “mescidler” ifadesi, hem Mescid-i Haram'ı, hem de diğer mescidleri kapsar. Bir tek olan Allâh (c.c.)'a imanın içerisinde, peygambere iman da yer almaktadır. Ahiret gününün kapsamında; öldükten sonra diriltilmek, hesap vermek ve ceza görmek ya da mükâfat elde etmek de vardır. Namazı da cemaatle kılmak gerekir. Çünkü hadiste: “Bir kimsenin cemaatle kılmış olduğu namazın sevabı, çarşıda ya da evinde kılmış olduğu namazdan yirmi beş kat daha fazladır” buyurulmuştur. Teravih namazında cemaat olmak, daha faziletlidir. Cemaat yapılması gerekenlerin, mescitte yapılması ise, en faziletli olanıdır. Farz olan zekâtı da, gönül rızasıyla vermek gerekir. Âyette zekât, namazla birlikte anlatılmıştır. Çünkü, bunların biri olmadan, diğeri kâbul edilmez. İşte, bütün bu ilmî ve amelî özellikleri kendisinde toplayan kimse, mescidleri de tamir edebilir. Ayrıca bu kimse, Yüce Allâh'tan başka hiçbir şeyden de korkmaz. Kınayanın kınamasından ve zalimin zulmünden çekinmez. İşte bu niteliklere sahip kimseler, cennetteki isteklerine ve oradaki yüceliklere ulaşırlar. Bu güzel sıfatlara ulaşmalarının anlatılmış olması, kâfirlerin amellerinin fayda vermeyeceğini belirtmek ve inkarcıları azarlayarak, kendilerinin doğruluğa erişmediklerini anlatmak içindir. Çünkü kâfirler, kendilerinin güzel şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Mü'minler bile, kendilerinde bu güzel vasıfların bulunmasına rağmen, “belki, umulur ki” gibi ümit belirten kelimeler kullanılmak suretiyle ifade edilmişlerdir. Mü'minlerin durumu böyle olursa, bozgunculuk yapan kâfirlerin durumu ne olacaktır acaba? (Ismail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri,C.2,S.400-401)
İnsânlarla güzel geçinmek istersen, ister dostun ister düşmânın olsun, hepsini güler yüzle karşıla. Herkese karşı zillete düşmeyen bir tevâzû ve kibre varmayan vekâr içinde bulun. Her şeyde ifrât mesmûm olduğu için dâima orta yolu tercih et. Omuz başlarına bakma, sağa sola iltifât etme, halk arasında bulun fakat onlan tarassut etme, meclisde tevâzû ile otur. Parmak çıtlatma, yüzüğünle oynama; sakalını, bıyığını, dişlerini ve burnunu kanştırma, sineklerle oynama. Öksürme, balgam atma, sümkürme, gerek namâzda, gerekse namâz dışında gerinme ve esneme. Sözlerin düzgün, sohbetin irşâd edici olsun. Güzel sözleri dinle, fakat hayranlık gösterme, tekrârını isteme, hikâye ve gülünç yerlerinden sakınmasını bil. Çocuklarından, hizmetçilerinden, şiir ve eserlerinden ve diğer sana âit olan şeylerden bahsetme, süslenmekte kadınlar gibi ifrâta varma, hizmetkârlar gibi pejmürde de olma. Her nevi süste isrâfa varma, dileklerinde isrâr etme, kimseyi zulme teşvik etme, varlığını değil başkalarına âile efrâdına bile bildirme; çünkü az ise onlar seni tahkir eder, çok ise ihtiyâçları tükenmez, almakla başa çıkamazsın. Şiddete varmayacak şekilde onları korkut, zaafa düşmeyecek şekilde onlara yumuşak davran. Hizmetkârların ile şakalaşma, vakârın kaybolur. Mücâdele esnâsında diline sâhip ol, sürçmelerden sakın, acele etme. Getirdiğin delilleri düşün. Ellerin ile işâret edip durma. Sağına soluna ve ardına bakma. Konuşurken diz üstü çökme, daha doğrusu hiddetin teskin olduktan sonra konuş. Genişlik zamânındakl dostlarına kıymet verme, darlık zamânında onlar en büyük düşmânın olur.(www.mevlanatakvimi.com)
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Hatice (r.anhâ) ile birlikte Hira'da bir ay itikâfta bulunmaya karar vermişti. Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, “Ey Allâh'ın elçisi, selâm sana!” diye bir ses duydu. O (s.a.v.), bu hususta buyurdu ki: “Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim. Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: “Müjde sana ey Muhammed! Bilesin ki selâm hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur.” Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrail ile karşılaştım, kanadının birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm. Eve geldiğimde kapının önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de kendisini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, Mîkâil ile birlikte karşımda durmakta. Ufku tamamen kaplamış vaziyetteydiler. Cebrail aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allâh'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersime çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra bana: “Oku ey Muhammed! Râbbinin adıyla oku!” diye emretti ve beş ayetin sonuna kadar okudu. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; “Es-selâmü aleyke yâ Resûlallâh” diyerek selam veriyordu.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.167)
Kadını erkek ile aynı seviyeye getirme propagandası yapanların İslâm toplumunu bozmaya çalışmaktan başka gayeleri yok. Onlara göre kadın evde hiçbir iş yapmayacak, süslenip püslenip sokağa çıkarak kendini sokakta takdim edecek. Halbuki Allâh (c.c.) tam tersine kadının ziynetlerini gizlemesini emretmektedir. Kadının en büyük ziyneti kendi güzelliğidir ve ilk önce bunu gizlemesi gerekmektedir. Eğer tesettür denilen giyinme tarzı, kadını dışarıdakilere güzel gösteriyorsa o giyinme tarzı tesettür olmaktan çıkar. Cenâb-ı Hâkk, Kur'ân-ı Kerîm'de: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini, cilbablarını giysinler.” Cilbab, kadını baştan ayak topuğuna kadar yekpare olarak örten, sadece göz kısmında incelik olan bir örtüdür. Dışarıdan kadının gözünü de görmüyorsunuz; o, kendisi içeriden yürüyecek kadar görüyor. Yani kadın sadece önünü görebiliyor, yabancı erkekler de sadece giden bir karaltı görüyor. Cilbabın renginin siyah olması gerektiğine dair bir emir yok. Ama Ashab-ı Kiram (r.a.e.), kadının tesettürünü en güzel siyah renk ile sağlanacağını düşünerek genel itibariyle kadınlara siyah cilbab giydirmişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hâkk'ın kitabında beyân buyurduğu cilbab, bir kadının giyebileceği en iyi kıyafettir. O kıyafeti giydiği zaman kadının herhangi bir rahatsızlığa uğraması mümkün değil. O yolun yolcusu olanlara bir sözümüz yok ama diğer insanlar, giden bir karaltının neyini görüp neyine bakacaklar? O siyah karartının nesine gözü takılacak, baksan ne göreceksin? İşte böylece Allâh (c.c.) kadının seks kölesi, ticaret metâı vesaire olmasını engellemiş, ortadan kaldırmıştır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 5,s.88)
Atilla ÖZDAL MixParty 2025 MART1:14:53 waveform preloader imageAtilla ÖZDAL MixParty 2025 MART by Atilla ÖzdalLike it Add a comment Add a comment on 15.03.2025 7.182 5 1 0 Atilla Özdal Atilla Özdal Social hearthis.at/tdsmix/set/atilla-ozdal/ hearthis.at/atillaozdal Itunes Podcast itunes.apple.com/us/podcast/atill…d1306627233?mt=2 Atilla Özdal Sosyal Medya Hesapları : facebook.com/DjAtillaOzdal twitter.com/atillaozdal instagram.com/atillaozdal
Allâhü Teâlâ şöyle buyuruyor. “Allâh'ın, bir kısmınızı bir kısmınıza onunla faziletli kıldığı şeyi temenni etmeyin...” (Nisa s. 32) Allâhü Teâlâ, herkesin Allâh (c.c.)'un kısmetine, taksimine râzı olmasını emrediyor; aksi hâlde kişi, hasede düşmüş olur. Bu âyetin iniş sebebi olarak zikredilenlerden biri şudur: Allâh (c.c.), mîrasta kadının hissesini erkeğinkinin yarısı kılınca kadınlar, “Biz daha muhtacız, çünkü zayıfız; hâlbuki erkekler, hayatını kazanmaya bizden daha fazla kudret sahibidirler.” dediler. İkinci olarak zikredilen de şudur: Ümmü Seleme (r.anhâ) dedi ki: “Ey Allâh'ın Resûlü! Erkekler cihada gidiyor, biz gitmiyoruz. Hâl böyle iken mirasta, onlara bizim iki katımız veriliyor.” Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Daha sonra da şu âyet nazil oldu: “Erkekler, kadınlar üzerinde kavvamdırlar (kadınların işlerini mübalağa ile görenlerdir). Bu da, Allâh'ın, bir kısmınızı bir kısmınız üzerinde fazîletli kılması ve erkeklerin mallarından infâk etmeleri sebebiyledir. Artık sâliha kadınlar da, Allâh'a itaatkâr olanlar (Allâh'ın hükümlerine cân-ı gönülden razı olanlardır ki miras hukuku da bunlardan biridir.) kadınların, kocalar üzerindeki haklarını korumasına mukabil (karşılık), kocalarının haklarını gıyabında da (arkalarından) koruyanlardır...” (Nisa s. 34) Miras âyetinden sonra şu ayetin gelmesi dikkat çekicidir: “İşte bunlar hudûdullahdır (Allâh'ın çizdiği sınırlardır). Kim ki Allâh ve Resûlü'ne itaat ederse; onları, altlarından nehirler akan cennetlere koyar. Onlar orada ebedîdirler, işte bu büyük bir saadettir (kazançtır). Kim de Allâh ve Resûlü'ne âsî olur (koyduğu bu hükümlere muhalefet ederse) ve O'nun hududuna tecavüz ederse, onu orada ebedî olduğu hâlde cehenneme koyar ve onun için çok büyük (azîm) bir azâb vardır.” (Nisâ s. 13-14) (Misvâk Neşriyât, Hâkk Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, s.277)
Müslüman bir kimsenin sahip olabileceği ana-babalar çeşit çeşittir. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere uygun yaşar ve evlâdına herhangi bir sorun çıkarmaz. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere kısmen uygun yaşar ve evlâdına çeşitli sorunlar ortaya çıkarır. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere uymaz ama evlâdına sorun da çıkarmaz. Bir kısmı ise hem İslâmi kural ve kâidelere uymaz hem de evlâdına sorun çıkarır. Bu çeşitleri artırmak mümündür. Bunlara karşı takınılacak tutumlar da bu çeşitli durumlara göre değişiklik arzetmektedir. Resûlullâh (s.a.v.) ana babanın helâl dairesi içerisinde istediği her şeyin yerine getirilmesini bizlere emir buyurmuşlardır. Ana babanın istekleri yerine getirilirken Nebi (s.a.v.)'in “Allâh (c.c.)'a isyanda hiçbir mahlûka itaat yoktur.” (İmâm Ahmed) genel kâidesine uygun olarak hareket edilmesi gerekir. Yani İslâm ana-babaya itaati teşvik ederken itaatin sınırını da bu hadis-i şerif ile belirlemiştir. Bu şekilde Cenâb-ı Hâkk'a isyan içeren işler istendiği takdirde ana-babaya itaat gerekmez ve insan bundan mesul olmaz. İslâm'da ana babaya itaatin inceliklerinin kapsamını gösteren bir misâl verilecek olursa şu misâl verilebilir. Müslüman bir kişinin ana-babası başka bir dine mensup olsa ve o kişiden kendisini ibâdethanesine götürmesini istese, kişinin götürme mecburiyeti yoktur. Ama eğer ana babası o ibâdethanede ise ve o kişiden kendisini oradan almasını istiyorsa, onu oradan alma mecburiyeti vardır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.99-100)
29 Mayıs'da Sultan Menmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rek'at namaz kılarak kılıcını kuşanıp ata bindi ve askerlerine; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere itaat ediniz. Yâni tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri eksiksiz icra edip, yaptırınız, îmânınızın verdiği galeyan ile muhârebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz. Zillet geride, şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat tâkib edeceğim” deyip, hücum emrini verdi. Allâhü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan Osmanlı askeri; “Ya cennet! Ya İstanbul!” diyor ve iki yerden başka bir makama gitmek istemiyordu. İslâm mücâhidleri arkadaşlarının yaralanmasına, şehîd olmasına aldırmadan; “Allâh Allâh” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Fethin bir süre gecikmesi üzerine yerinde duramayan Fâtih, Akşemseddîn'i davet etti. Fakat o, taarruz başlamadan önce çadırına girerek rahatsız edilmemesini söylediğinden, kimse çadıra giremedi. Bunun üzerine Sultan kendisi gitti. Çadırın bir kenarından baktığında, Akşemseddîn kuru toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allâhü teâlâya yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdada göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Han da elini açıp; “Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı. Sultan Mehmed Han oradan ayrılıp otağına doğru gelirken, Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli, yeşil sarıklı başka bir ordunun daha hücum ettiğini gördü. Çok geçmeden Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ve oracıkta şehîd edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul'a girmeye başlamışlardı. (Tâc-üt-Tevârih, c.2 s.268)
Türk-İslâm târihinde çok önemli bir yer tutan İstanbul'un fethi, İslâmiyet'le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Arablar, sonra da Türkler İstanbul surları önünde seve seve can verdiler. İstanbul, 1453 senesine kadar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından birçok defa muhasara edildi. Peygamber (s.a.v.)'in; “Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecek tir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir.” hadîs-i şerîfi, bütün Müslümân sultan ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayret lerini harekete geçirdi. Müslümânlar, feth-i mübîni gerçekleştir mek için pek çok teşebbüste bulundular. İslâm âleminde dört halîfe, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İstanbul'un fethine ilk teşebbüs, üçüncü halîfe hazret-i Osman devrinde yapıldı. Emevîler devrinde yapılan muhasarada büyük sahabelerden Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, fetholunamadı. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) bu kuşatma sırasında şehîd olup, İstanbul surları yakınına defnedildi. Onuncu asırda, İslâmiyet'i kabul eden Türkler, büyük şevk ve îmân ile İstanbul'un fethini ulvî bir gâye olarak benimsediler. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'ya yerleşen Türkler, iki sene gibi kısa zamanda Marmara Denizi ve Boğaziçi sahillerini ele geçirerek İstanbul'u tehdîde başladılar. On birinci asrın sonlarında Papa'nın öncülüğünde hıristiyanların mukaddes beldelerini Müslümânlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu'dan atmak için düzenlenen haçlı seferleri İstanbul'un fethini geciktirdi. 1299'da Osman Gâzi'nin kurduğu Osmanlı Devleti pâdişâhları ve askerleri hadîs-i şerîfde müjdelenen ulvî gâyeye ulaşmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gâzi'ye; “İstanbul'u al, gülzâr et.” diyerek vasiyette bulunmuştu, İstanbul'un fethinin ilâhî bir vâd olduğunu bilen Osmanlı sultanları ısrarla bunun üzerinde durdular. (Osmanlı Târihi Kronolojisi, c.1, s.232)
Hz. Osman (r.a.)'in hayatını inceleyen kimse görecektir ki, onun yönetimdeki siyaseti yumuşaklık ve öğüt vermek istikâmetindeydi. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.e.) döneminde olduğu gibi keskinlik, kesin tavır ve korkutma siyaseti gütmüyordu. Onun bu siyasetinin belirtilerini halife seçildikten sonra yaptığı şu konuşmada görmek mümkündür: “Sizler yok olacak bir dünyadasınız. Ebedîlik ifade eden bir dünyada değilsiniz. Ömrünüzden bir kısmını geçirmiş bulunuyorsunuz. Kalan ömrünüzde gücünüzün yettiği kadar hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Dünya aldanma üzerine kurulmuştur. Şu dünyaya aldanmayınız. Sizden önce geçenlerden ibret alınız. Dünyayı imar edenler ve dünyadan bir takım şeyler elde edenler nerede? Onlar dünya hayatının sonuna gelmediler mi? Yapmanız gerekli olan şeylerden gafil olmayınız. Yoksa o yapmanız gereken şey sizden gafil olmaz. Dünyayı bir kenara atıp âhireti isteyiniz.” Hz. Osman (r.a.) valilerine birer yazı gönderdi. Valilere gönderdiği yazıda şöyle diyordu: “Hz. Allâh (c.c.) yarattıklarını hak üzere yarattı. O, haktan başkasını kabul etmez. Aman ha! Emânete dikkat ediniz. Emâneti koruyanlardan olunuz. Emâneti ortadan kaldıran ilk siz olmayınız. Siz bu yolu tutunuz ki sizden sonra gelip bu yolu tutanlarla ortak olasınız. Aman ha! Vefâlı olunuz. Yetime ve İslâm devleti ile antlaşması olana zulmetmeyiniz. Çünkü Hz. Allâh (c.c.) bunlara zulmedenlerin hasmıdır. Hz. Allâh (c.c.) yöneticilere yönettiklerini gütmekte ve onlardan vergi almakta hırslı olmamakla emretmiştir. Tutulacak en adaletli yol, müslümanların işlerini dikkatle yerine getirip onlara haklarını vererek, görevlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Sonra zimmet ehli olanların işlerine de dikkat edip onlara da hakları olanı vermek, görevleri olan şeyleri yapmalarını sağlamaktır.” (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.89-90)
Güvenilir râvilerin birbirinden nakledegeldikleri Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in sohbetleri, konuşmaları, hitâbeleri, duâları, kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları, yaptığı antlaşmalarda kullandığı ifâdeleri bir başkasıyla kıyaslanamayacak kadar mükemmeldir. Allâh'ın Elçisi (s.a.v.) düzgün konuşup, etkili ve yerinde söz söyleme hususunda erişilemez bir konuma sahiptir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in seviyesine erişilemez, ayarına ulaşılamaz bazı altın sözlerinden birisi şudur: “Mü'min, bir yılan deliğinden iki defa sokulmaz.” Hadisin sebeb-i vürûdu şöyledir: Mekkeli müşrik şâir Ebû Azze, Bedir Gazvesi'nde esir alınınca, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e: “Sen de bilirsin ki, benim fidye verecek malım yok, çocuklarım ise pek çok. Şâyet beni serbest bırakırsan, söz veriyorum, artık aleyhinde bulunmayacağım.” diye yalvardı. Resûlullah (s.a.v.) de kendisini serbest bıraktı. Fakat Ebû Azze sözünde durmadı ve ertesi yıl Uhud Gazvesi'ne katıldı; müşrikleri müslümanlarla savaşmaya teşvik eden şiirler söyledi. Müslümanlara yine esir düşünce, bağışlanması için dil dökmeye başladı, Ama Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ona bu hikmetli hadisi söyleyerek boynunu vurdurdu. Peygamberimiz (s.a.v.)'in insanlığın ilerlemesi için tek başına kafi gelecek muhtevada olan “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisi gibi daha nice hadîs-i şerîfi vardır ki, onlara dikkatle bakanlar, ince hikmetler ihtivâ etmediği sanılan bazı sözleri üzerinde düşünenler derin bir hayranlık duyar. Peygamberler Sultanı (s.a.v.)'e arkadaşları: “Bu kadar edip arasında biz senden daha düzgün konuşan birini görmedik.” dedikleri zaman onlara şöyle buyurmuştu: “Kur'an, açık ve anlaşılır bir Arapça olan benim dilimde inmişken, niçin düzgün konuşmayacakmışım?” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.194-195)
Modern yaşam bizden ne aldı ne götürdü dersek buna cevabın en somut haliyle hayatımızın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Modernizm müslüman yaşamında ikili bir dünya oluşturdu. Dînî hayat bireysel kabullere indirgendi, cemiyet hayatı ise zinhar dini her türlü argümandan soyutlanarak seküler bir dile itildi. Bu kabulün müslüman algısı ile uzaktan ya da yakından bir irtibatı olamaz. Çünkü bir müslüman için hem din hem de cemiyet hayatı vazgeçilmez, girift, birbirinden bağımsız olmayan bir hukuka sahiptir. Mahir İz merhum da bu gerçekten hareketle, cemiyet hayatında rolü pasifize edilmeye çalışılan din algısına karşı müslüman duruşunu sergilemeye çalışmıştır. Bir gün Mahir İz'e sorulmuş kuvvetli hafızanın formülü. Demiş ki: “Evlâdım, biz Osmanlı mektebindeydik. Bize ilk gün yolda yürüme kaidesini öğrettiler.” Yolda yürüme kaidesi de “pabuç ucu” kaidesi imiş: “Nazar ber kadem” Gözünü, zihnini gereksiz şeylerle meşgul etmemek adına pabuçlarının ucuna bakarak yürüyen ve adımlarını, gözlerini, gönüllerini güzel kılan insanların hafızası da elbette güzel olacaktı. Talebelerinin hafızasının zaaflığını “nazar bertaraf” olarak tarif eden Mahir İz, gözün mâlâyâni işlerle meşgul olmasını, hafıza zafiyetinin sebebi sayardı. Mezar taşları okumayı iyi görmemek de bu derdin ürünü esasında, gözü mâlâyâni işlerle meşgul etmemek... O dönemde mezar taşları okumak mâlâyâni iş görülürmüş. Bizim şu dönemimizde ne kadar mâlâyâni işle iştigâl ettiğimiz gerçeğini lütfen sorgulayalım. İMAM-I AZAM (R.A.)'İN HIFZ-EZBER DUÂSI İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) hazretlerinin hıfz-ezber yapmak ve hafızayı kuvvetlendirmek için okumaya devam ettiği duâ: “Allâhümme'r-züknî fehme'n-nebiyyin ve hıfze'lmürselin ve ilhâme'l-melâiketi'l-mukarrebin, ya Ekreme'lekremin ve ya Erhâme'r-rahimin” (www.dunyabizim.com)
İslâm biliminin altın çağının en büyük beyinlerinden biri matematikçi, astronom, hekim, fizikçi ve “Optiğin Babası” İbnü'l-Heysem'dir. Tam adı Ebû Ali el-Hasan İbnü'l Hasan'dir. Orta çağ Avrupa'sında al-Hazen ya da al-Hacen olarak bilinir. 965'te Basra'da doğmuştur. 1039 ya da 1040 tarihinde Kahire'de ölmüştür. Arap bilim adamı İbnü'l-Heysem'in çalışmaları, optikte yavaş yavaş orta çağ Avrupa'sına yayılacak bir devrimi temsil ediyordu. Ancak daha da önemlisi, o zamandan beri bilim adamları tarafından uygulanan deneysel yöntemin doğuşunu temsil ediyorlardı. Onun çalışmaları en çok optik, matematik ve astronomi alanlarına katkı sağlamıştır. Mükemmel bir astronom, matematikçi ve doktor olmasının yanı sıra Galen ve Aristoteles'in çalışmaları üzerine en iyi yorumculardan biri olarak anılmaktadır. Öklid ve Batlamyus'un “matematiksel” yaklaşımını ve doğa bilimcilerin fiziksel doktrinini birleştirmesi gerektiğine inanıyordu. Birkaç yüzyıl sonra İbnü'l-Heysem'in “Kitab elMenazır” öncülüğünde geometrik optiğe ilgi dalgası, gökkuşağının temel problemi için gerçek ve nihai başarıya götürdü. Bu alanda zamanın birçok otoritesinden biri olmasına rağmen, İbnü'l-Heysem en büyük etkiye sahipti. Bacon sürekli olarak onun isminden bahsetti, Pecham ve Witelo bilinçli olarak ana optik çalışmalarını İbnü'lHeysem'in perspektifinden sonra modelledi ve genişletti. İbnü'l-Heysem'in vizyon teorisinin ana şemalarının yanı sıra yansıma ve kırılma yoluyla daha soyut görüntü oluşum geometrisinin ve birçok küçük detayın bu konuda Bacon, Pecham ve Witelo optiğiyle hemfikir olduğu gerçektir. İbnü'l Heysem'in teorisi kapsamlı ve sistematikti. (Melek Ademi, İbnü'l-Heysem'in Gökkuşağı ve Hâle Risalesinin Eılhard Wıedemann'ın Tercümesi Üzerinden İncelenmesi, s.18-25)
Ey hakikati arayan kişi! Bilmelisin ki İslâm dininin iki yönü vardır: 1.Yasaklardan, kalb, beden ve şehvetle ilgili günâhlardan kaçınmak. 2.İyilikleri, sevap, iyi, güzel işleri yapmak... Günâhlardan kaçınmak iyilikleri yapmaktan daha zordur. Zor olduğu için de haramlardan kaçınmanın sevâbı iyilikleri yapmaktan daha çoktur. İyilikleri herkes yapabilir. Ama yasaklardan sadece Allâh (c.c.)'un sâlih kulları korunabilir. Kalbe gelen kötü düşüncelerden, beslenmekte yani yeyip-içmekte harama düşmekten ve cinsî konularda günâha düşmekten korunabilenler ancak sâlihlerdir. Onun için sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: “Gerçek muhacir kötülüklerden hicret eden, onları terk edendir. Gerçek mücâhid ise nefsinin hevâsıyla cihat eden, kötü isteklerini yapmamak için nefsiyle mücadele edendir.” Bu kimseler şehvet, yeyipiçmek ve harama bakmakla ilgili günâhlardan kendilerini koruyup sevâplara koşanlardır. Bir hadis-i şerif'te: “Gerçek mücâhit, nefsiyle (nefs-i emmâresiyle) cihat edendir.” (Tirmizî) buyrulmuştur. Bütün cihatların başı, kişinin bütün kötülükleri emreden kendi nefsiyle cihat etmesi, onun kötü isteklerini reddedip tâatı, Allâh (c.c.)'a ibâdeti tercih edebilmesidir. Bunu beceremeyenlerin maddî düşmanla cihat etmeleri de mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Haccı'nda şöyle buyurmuşlardır: “Size mü'minin kim olduğunu haber vereyim mi? Mü'min, canlarına ve mallarına zarar vermeyeceğinden insanların emin olduğu kimsedir. Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir. Mücâhit, tâat ve ibâdet yolunda nefsini zorlayan, o yolda gayret gösteren kimsedir. Muhacir, hata ve günâhları terk eden kimsedir.” (Huccetül İslâm İmâm Gazâlî (r.âleyh), Nasıl İyi Bir Kul Olunur?, s.276-278)
Yavuz Sultan Selim Hân'ın zamanında Anadolu ve Rumeli kazâskeri olan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi'nin şiîler hakkında verdiği fetvâ şöyledir: “Hüvelmu'în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allâhü Teâlâ'ya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed (s.a.v.) ve O (s.a.v.)'in âl'ine ve Ashâbı (r.a.e.)'e salât ü selâm olsun. Ey müslümânlar! Biliniz ve anlayınız ki, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) düşmanı râfızîlerin reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail'dir. Onlar, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yolunu ve sünnet-i seniyyesini beğenmezler. Kur'ân-ı Kerîm ile alay ederler. Allâhü Teâlâ'nın haramdır buyurduğuna helâldir derler. Kur'ân-ı Kerîm'i ve diğer dîn kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerine ve sâlih müslümânlara ihânet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail'i ilâh yerine koyup secde ederler. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)'e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet'i yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm'a aykırı daha pek çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetvâ verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dînlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunların boğazladıkları ve avladıkları; okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır. Netice olarak, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) düşmanı olan bu râfızîler; hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd ehlidirler. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, müslümânlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn.” (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi)
11. Hayızlı veya lohusa bir kadın farz, vacip, sünnet, nafile hiçbir namaz kılamaz, tilâvet veya şükür secdesi yapamaz. Bunların edâlarını yapması gerekmediği gibi, daha sonra kazâlarını da yapması gerekmez. Buna rağmen vakit girdiği zaman abdest alıp namazını edâ edebileceği kadar oturup tesbih ve duâ ile meşgul olması müstehâptır. 12. Farz veya nafile hiçbir oruç tutamaz. Farz olan orucu daha sonra kazâ etmesi gerekir. Gündüz vaktinde bir an dahi kan görecek olsa, velev ki akşam vakti girmeden az önce görmüş olsun, tutmuş olduğu oruç fasit olacaktır. Tutmuş olduğu bu oruç nafile olsa bile daha sonra onu kazâ etmesi gerekir. Çünkü nafile oruca başlamasıyla birlikte onu tamamlamak üzerine vacip olmuştur. Sünnet veya nafile namaz hakkında da hüküm böyledir. Farz namaza başladığı anda hayız olsa daha sonra onu kazâ etmez. Zira farz namaz başlamakla değil, Allâhü Teâlâ'nın farz kılmasıyla gerekli olmuştur. 13. Belirli bir günü oruç tutmayı ya da o günde iki rekât namaz kılmayı nezreden (adayan) bir kadın, o gün hayız olacak olsa daha sonra kazâ etmesi gerekir. 14. Kabirleri ziyaret etmesi caizdir. 15. Kâbe'yi tavâf edemez. 16. Günümüzde sa'y yapılan alana (Safâ-Merve arasına) giremez. Zira önceki fakihler, mescit dışında olduğu için bu alana girebileceğini söylemişlerdir. Fakat günümüzde bu yer mescide ilhâk olmuştur. 17. Hayız veya nifas kanı kesildikten sonra gusül alması vaciptir. Gusül alma imkânı yoksa teyemmüm alması vaciptir. Anlatılan bu hükümlerde hayız gören kadınla lohusa olan kadın arasında herhangi bir fark yoktur. (Suâlli-Cevâplı İslâm Fıkhı, c.1, s.350-351)
1. Kur'an okuma niyetiyle bir âyetten daha az olsa da tilâvet yapamaz. Fakat Kur'an okumayı kastetmediği durumlarda, duâ niyetiyle kısa âyetleri veya şükretmek içi “elhâmdülillâh” bir işe bereketle başlamak için “bismillâh” diyebilir. Bu şekilde bir âyetten daha az miktarda Kur'an lafızlarını söylemek mekruh değildir. Uzun âyet okumak ise caiz değildir. 2. Kur'an öğreten hayızlı kadın, Kur'an-ı Kerim'i her iki kelime arasını ayırarak, kelime kelime okuyabilir. Bitiştirerek okuyamaz. 3. Kunut duâlarını ve sair duâları okuması, Kur'an-ı Kerim'e bakması mekruh değildir. 4. Zaruret halinin dışında mescide giremez. Mescit dışında cenaze namazı kılınan yerlere girmesinde bir beis yoktur. 5. Üzerine tam bir âyet yazılı olan herhangi bir şeye tutamaz. Yine tefsir, fıkıh, hadis kitaplarını tutamaz. Çünkü onların içinde muhakkâk âyet bulunur. 6. Kur'an-ı Kerim'in bitişik olan cildine veya sayfalarının kenarındaki boş yerlerine tutamaz. Zira Kur'an denildiğinde tümü anlaşılır ve Kur'an-ı Kerim'e daha saygılı olmanın da gereğidir. 7. İçerisinde Kur'an olan, çanta, kılıf gibi Mushaf'a bitişik olmayan şeylere tutabilir, taşıyabilir. 8. Elbisesinin yeni yani kol ağzı ile Kur'an'a tutabileceğini söyleyenler olmuşsa da, kol ağzı kişiye bitişik olduğu için onunla Mushaf'a dokunamaz diyenlerin görüşü daha evlâ ve Kur'an-ı Kerim'e karşı daha bir hürmettir. 9. Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazmasında ihtilâf vardır. İbnu'l-Hümam (r.âleyh) “bir beis yoktur” demiştir. Çünkü kalem munfasıl bir vasıtadır. Fakat el-Birgivî, Tuhfetu'l-Fukaha sahibi Alâuddin es-Semerkandî (r.âleyh) ve birçoklarının tercihine göre yazamaz. 10. Kocasıyla cinsi münasebette bulunamaz. (Suâlli-Cevâplı İslâm Fıkhı, c.1, s.351-352)
İmam Şafii (r.âleyh) şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.)'in, hadislerini dinlemeye, ezberlemeye ve başkalarına anlatmaya teşvik etmesi, sünnetin dinde delil oluşturmasını vurgulamaktan başka bir şey değildir. Zira hadisler; tutulması gereken helâlleri, kaçınılması gereken haramları, tatbik edilecek hadlerin (cezaların) kimlere uygulanacağını, alınacak veya verilecek bir malın düzenlenmesini içermekte ve ahiret ile dünya için öğütler vermektedir.” İmâm Beyhakî (r.âleyh), Ebu Rafi (r.a.)'dan nakletti ki; Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizden herhangi birisine, koltuğuna yaslanmış bir şekilde iken benim emretmiş olduğum veya nehyetmiş olduğum bir hadisim getirildiğinde: “Bilmiyorum. Biz onu Allâh (c.c.)'un kitabında bulamadık ki tabi olalım'' der bir vaziyette rastlamayayım.” İmâm Beyhaki (r.âleyh), nakletti: Mikdam dedi ki: “Resûlullâh (s.a.v.) Hayber günü bazı şeyleri haram kıldı. Onlar ehli eşek ve diğer bazı şeylerdir.” Sonra Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Korkarım ki koltuğuna yaslanmış rahat bir şekilde oturan bir adama benim bir hadisim nakledilir de o kişinin “Benimle sizin aranızda Allâh (c.c.)'ın kitabı vardır. Biz ancak O'ndan helal bulduğumuzu helal kabul ederiz” diyeceği zaman yaklaşmıştır. Dikkat edin! Resûlullâh (s.a.v.)'in haram kılması da Allâhü Teâlâ'nın haram kılması gibidir.” Beyhaki dedi ki: “Bu hadis, Resûlullâh (s.a.v.)'den sonra hadisleri kabul etmeyen, inkâr eden kişilerin olacağını haber vermektedir. Bu haberin doğruluğu şu zamanda gerçekleşmiştir.” (İmâm Suyutî, Akidede Sünnetin Yeri, s.14-16)
Talha b. Ubeydullah, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in kabilesi olan Temimoğulları kabilesindendir. Talha kelimesinin sözlük anlamı kerem sahibi olmaktır. Talha b. Ubeydullah (r.a.) o kadar ikrâm etmekle meşhur olmuştu ki ikrâm etmek mânâsına olan “Talha” kendisine ad ve lakap olmuştur. Kubeysa b. Câbir (r.a.) onun keremi hakkında şöyle diyor: “Talha b. Ubeydullah ile bir süre beraber oldum. Kendisinden istekte bulunulmadığı halde Talha'dan başka bol bol veren bir başkasını görmedim.” Fakir bir adam, Hz. Talha (r.a.)'e gelerek akrabası olduğunu söyledi. Talha (r.a.) ona şöyle dedi: “Senden önce böyle bir akrabalıktan söz eden olmadı. Ben böyle bir akrabalık bilmiyorum. Bununla beraber bir arazim var. Hz. Osman (r.a.) bu araziye fiyat olarak 300.000 dirhem verdi. Dilersen araziyi al; dilersen Hz. Osman (r.a.)'a git parasını al.” Bir keresinde Hz. Talha çok değerli bir pelerin giymişti. Talha (r.a.) bir an için pelerinini çıkararak yanı başına koymuştu. Bir adam yerinden fırlayarak pelerini kaptığı gibi gitti. Bazı kimseler adamın peşine düşerek pelerini getirdiler. Fakat Talha (r.a.) adama pelerini hediye ederek şöyle dedi: “Bir kimse benden bir şey umar da ben o adamın ümidini boşa çıkarırsam Râbbimin huzurunda utanırım.” Hz. Talha, Temimoğulları'ndan kim varsa, hepsinin ihtiyacını karşılardı. Bu kabilenin dullarını evlendirir, borçlarını öder, ihtiyaçlarını giderirdi. Talha (r.a.) bir keresinde ihtiyaç duymadığı bir arazisini satmıştı. Arazi karşılığında aldığı para gerçekten çok bir para idi. Bunun üzerine: “Bir adam yanında bu para dururken geceler, lâkin başına Allâh (c.c.)'dan ne geleceğini bilmez. Böyle bir adam, ahmaktır” diyerek muhtaçlara bu parayı dağıtmaya başladı. Gece yarısı olduğu zaman Hz. Talha (r.a.)'in elinde bu paradan bir şey kalmadı. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.138-139)
Vehb b. Münebbih (r.a.) şöyle anlattı. “Benî İsrail'de bir âbit vardı. Şeytân onu ne kadar kandırmak istediyse de gücü yetmedi. Bir gün, bir iş için dışarı çıktı. Şeytân da onunla beraberdi. Onun bir fırsatını yakalamak istiyordu. Şehvet tarafından girdi, öfke tarafından geçti, yine güç yetiremedi. Hiçbir şey yapamadı. Bu defa da onu korkutmak istedi. Dağdan bir kaya parçasını üzerine yuvarladı. Âbit, kaya parçasını görünce Allâh (c.c)'u andı, kurtuldu. Şeytân bu kez de aslan kılığına girdi. Âbit bütün bunlara karşı Allâh (c.c)'un adını andı. Bundan sonra yılan kılığına girdi. Âbit namaz kılarken geldi, ayak ucundan başladı, yukarı doğru çıktı. Bütün vücudunu dolandı ve abide yine güç yetiremedi. Namazını bitirdikten sonra Şeytân ona açıktan geldi. “Sana güç yetiremedim. Bu günden itibaren sana dost olacağım.” Âbit şu cevabı verdi. “Senin dostluğuna ihtiyacım yok.” Şeytân şöyle dedi. “Niçin sormuyorsun, ehline senden sonra neler olacak?” Âbit şu cevabı verdi. “Ben onlardan önce öleceğim.” Şeytân şöyle dedi. “Âdemoğlunu nelerle şaşırtırım; sormayacak mısın?” Âbit şu cevabı verdi.”Evet soruyorum.” Şeytân şöyle dedi. “Üç şeyle aldatırım: Cimrilik, öfke ve sarhoşluk. Bir insan cimri olursa, malını onun gözüne az gösteririm. Onun hakkını vermez. Halkın elindeki mallara göz diker. Bir kimse, öfkeli olursa, çocukların aralarında top oynadığı gibi onu evirip çeviririz. Öfkeli kimse, duâsı ile ölüleri diriltse, yine ondan ümidimizi kesmeyiz. O yapar; biz bir kelime ile bütün yaptıklarını yıkarız. Bir kimse, sarhoş olunca, onu istediğimiz yana süreriz. Tıpkı bir koyunun, kulağından tutulup istenilen yere götürüldüğü gibi.” (Ebu'l-Leys Semerkandî, Tenbihü'l-Gâfilin, s. 231-232)
Bu zamanda dinden çıkanlar ve dîni yanlış anlayan hafif akıllı kimseler, kadınların tesettürü aleyhindedirler. Bunlardan kimileri bile bile, kimileri de akıllarının hafifliğinden dolayı, kadınların bilinen tesettürünün dîne muhalif olduğunu söylerler ve derler ki: “Şeriat kadınların yüz ve ellerini yabancılara açmalarını mubâh kılmıştır. Yabancı erkeklerin de onlara bakmalarına izin vermiştir. Durum bu iken, kadınları evlerde hapsetmek onlara zulümdür. Bilhassa ki, bu hal onların sağlığına zarar verip helâk olmalarına sebep olursa. Halbuki kadınlar Allâh Resûlü (s.a.v.) zamanında namazlarda, savaşlarda ve bayramlarda ve gerekli gördükleri başka zamanlarda dışarı çıkarlardı. Buna karşı Allâh Resûlü (s.a.v.), eve kapanmayı onlara emretmemiş, aksine Allâh (c.c.)'un kadın kullarını camilerden menetmemelerini erkeklere emretmiş, kadınların bayramlarda hazır olmalarını istemiştir.” Bütün bu ve benzeri sözleri, dîni gerekçeden böyle olduğu ve bunu dînin emrettiği için değil, hıristiyanları taklit etmek isteğiyle, onların âdetlerinden etkilendiklerinden dolayı ve onların yaşama tarzını müslümanların yaşama tarzına tercih etmeleri sebebiyle söylerler. Söylediklerinin dîne uymadığını da bilirler. Fakat cahil halkı kandırmak ve şüpheye düşürmek için dîni dillerine dolandırırlar. Bunlara verilecek cevâb şudur: Yüzünü açmanın ve bakmanın câiz olmasıyla tesettürün vâcib olması arasında çelişki yoktur. Çünkü yüzünü açmanın ve bakmanın câiz olması ihtiyaç ve zarûret üzerine mebnîdir ve zorluğu, sıkıntıyı gidermek içindir. Tesettür ise, fitne korkusu üzerine mebnîdir ve günâh kapısını kapatmak içindir. Alanları ayrı ve mülâhaza açıları farklı olduğu zaman da iki hüküm arasında çelişki yoktur. (Eşref Ali et-Tehanevî, Hadislerle Hanefî Fıkhı, c.19, s.64-65)
Rivayet olunur ki, ilk yılda namaz vakitleri olunca Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) kendiliklerinden gelip toplanırlardı. Namaz için davet yoktu. Sonradan Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, ulu sahabelerle meşveret edip: “Halkı namaza ne şekilde dâvet edelim?” dediler. Bazıları, “Biz de Hıristıyanlar gibi çan kullanalım. Namaz vakitlerinde çanlar çalınsın” dediler. Bazıları, “Yahudilerin adeti üzere boru çalınsın” dediler. Kimisi de “Namaz vaktinde ateş yakıp yukarı kaldıralım. Halk görüp mescide gelsinler” dediler. Ondan sonra Abdullah bin Zeyd bin Sa'lebe (r.a.)'e, birisi rüyasında ezân ve kâmeti öğretti. Abdullah (r.a.), sabah olur olmaz Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hizmetine geldi ve “Ya Resûlâllah, bu gece gördüm. Bir kimse geldi. Altına ve üstüne yeşil elbiseler giymişti. Bana şöyle şöyle öğretti. Ben öyle bir haldeydim ki, uyumuyordum desem gerçek söylerim” dedi. Ezânı ve kâmeti rü'yasında öğrendiği gibi Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e okuyuverdi. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz dedi ki: “İnşâallâhü Teâlâ hak rü'ya görmüşsün. Kalk Bilâl'e de telkin eyle. Onun sesi seninkinden yüksektir. Senden işittiği gibi ezânı okusun.” Abdullah bin Zeyd (r.a.) der ki: “Şerefli emirleri üzere ben de kalkıp Bilâl'e telkin ettim, o da ezanı okudu.” Hz. Ömer bin Hattâb (r.a.) evindeydi; ezanı işitmiş, acele ile Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'e geldi: “Ya Resûlâllah, seni hak peygamber gönderen Allâh (c.c.) hakkı için ben rü'yada nasıl gördümse Bilâl de ezanı öyle okudu” dedi. Meğer Hz. Ömer (r.a.) de rü'yasında Abdullah (r.a.)'in gördüğünü ayniyle görmüş imiş. (İmâm Kastalâni, Mevahib-ü Ledünniye, s.109-110)
Kulun abdest veya teyemmüm alarak yatması müstehâptır.Selef ulemâsı, yatmadan önce misvâk kullanmayı müstehâp görüyordu. Çünkü Resûlullâh (s.a.v) bunu yapıyordu. Onun için selef, misvâklarını ve abdest sularını yanlarında bulundurarak yatarlardı. Gece uyandıklarında hemen misvâk kullanır ve abdest alırlardı. Ayrıca onlar, tilâvet ve tesbihle Allâh (c.c.)'u zikrederler ve bunu, gece kalkmaya denk bir ibâdet sayarlardı. Resûlullâh (s.a.v.)'in her gece birçok defa kalktığını ve her kalktığında da misvâk kullandığını görmekteyiz. Kul, abdest suyunu ve misvağını başının ucunda bulundurur, yattığında gece kalkmaya niyet eder, uyandığında abdest alır. Daha sonra Kur'an okur, duâ eder. Cenâb-ı Hâkk'a istiğfarda bulunur veya O (c.c.)'un azâmetini ve nimetlerini tefekkür eder, yüce kudretinin her şeyi kuşattığını düşünürse, işte bunlardan herbiri onun için bir zikir olur ve bu sayede Allâh (c.c.)'u çokça zikredenlerden yazılır. Bir kulun vasiyet etmesi gerekli olduğu halde, vasiyetini yazmadan yatması uygun değildir. Çünkü o gece ruhunun kabzolunmayacağına dair bir güvencesi yoktur. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v) bunu teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bir kul için gerekli olduğu halde, vasiyetini yazmadan iki gece geçirmesi uygun değildir. Ona gereken vasiyetini yazıp yanında bulundurmasıdır. (Müslim) Kulun tevbe etmeden yatması uygun değildir. O bütün günâhlarından tevbe etmelidir. Kalbini temiz bir hale getirmelidir. Tüm müslümanlar hakkında iyi düşünceler içinde bulunmalı ve onlar hakkında kötü bir düşünce taşımamalıdır. Böyle yaparsa uyandığında hiç kimseye karşı kalbinde bir kötülük düşüncesi bulunmaz. Haberde şöyle varid olmuştur: “Kim kimseye karşı zulüm ve kötülük düşünmeden, kalbinde kin ve düşmanlık beslemeden uyursa, işlediği günâhları affedilir.” (Hatib) (Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu'l Kulûb, c.1, s.175-176)
Batı kültür ve medeniyeti kodları göz önüne alınarak tanımlanmış pek çok kavram, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa, 4721 sayılı yasa ve 5237 sayılı yasa üzerinden hukuk sistemimize ithal edilmiştir. Dolayısıyla sadece İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesi yetmez, onu referans alan tüm yasalar feshedilmeli; kendi kültür ve medeniyet kodlarımıza göre; insanı, aileyi ve toplumu koruyan yeni yasal düzenlemeler yapılmalıdır. İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan tüm yasalar, Türkiye'de bir zülüm sistemi inşa etmekte; çok ciddi şekilde ahlâkı çürümeye ve tefessühe sebep olmakta, boşanmaları hızlandırmaktadır. TUİK verilerine göre Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, İstanbul Sözleşmesi ve bunlar referans alınarak hazırlanan yasalar uygulamaya sokulduktan sonra aile yapısında iyileşme değil kötüleşme olmuştur. Sorunlar azalmamış bilakis artmıştır. Babalar delilsiz, belgesiz evlerinden uzaklaştırılmış, 18 yaşın altında evlenip çoluk çocuk sahibi olan babalar hapsedilmiştir. İki milyon civarında baba evinden uzaklaştırılmış, pek çok baba ömür boyu nafakaya mahkûm edilmiştir. Karşılıklı güven üzerine kurulu olması gereken aile yapısının yasalar üzerinden güvensizliğe doğru çekilmesi, evliliğe karşı olan ilgiyi azaltmakta, gençleri evlilikten soğutmakta ve de uzaklaştırmaktadır. Gençler evlenmekten korkmaktadır. Bu gelecek açısından çok ciddi bir sorundur. 2011 İstanbul Sözleşmesi ve onu referans alan iç yasaların tüm mağdurlarının mağduriyetleri giderilmeli; özellikle 18 yaşın altında evlendiğinden dolayı hapse atılan tüm mağdurlar, serbest bırakılmalıdır STK'ların, cemaatlerin, hareketlerin, teşkilatların, aydınların, akademisyenlerin, kanaat önderlerinin, siyasilerin; genelde toplumun tümünün gelinen noktada sorumluluk üstlenmesi, üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları, “En Güzel Tarzda Mücadele” kanuniyetine uygun bir şekilde, hep birlikte, kardeşçe, dostça yapması tarihi bir sorumluluktur. HENÜZ VAKİT VARKEN, YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR! (Umran Dergisi, Nisan 2021)
Fukahanın bir kısmına göre, seferde meşakkât olduğundan dört rek'atli farzlar iki rek'at olarak kılınır, sünnet namazlar da terkedilir. Ancak bu hususta muhtar olan kavil şudur: Yolculukta korku, endişe ve fazla sıkıntı varsa, sünnetler terkedilir; bu durumlar olmadığında kılınması evlâdır, daha iyi olur. Yani sefer hâlinde müsait durum varsa, sünnetler terk edilmez, kılınır. Yoksa kılınmaz, terkedilir. Hanefîlere göre, eğer seferî kişi, emniyet içinde bir yerde konaklayıp yerleşmişse, namaz vakitlerine bağlı bulunan sünnetleri de kılar. Ama eğer korku ve kaçma durumunda ise, yani işi acele ve yolculuğuna devam etmek zorunda ise, sünnetleri kılmaz. Muhtar olan görüş de budur. Fukahanın bu hükümleri Edille-i Şer'iyye-i Asliyye'den Sünnet'e istinat etmektedir. Nitekim Buharî ile Müslim'de İbn Ömer (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Nebî (s.a.v.) ile beraber bulundum. Seferde nâfile namaz kıldığını görmedim.” Başka bir rivayette de şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) ile beraber bulundum. O seferde iki rek'atten fazla namaz kılmazdı. Ebû Bekir ile Ömer ve Osman (r.a.e.)'in de böyle yaptıklarını gördüm.” İmâm Nevevî (r.âleyh) demiştir ki: “Resûlullâh (s.a.v.) vakit sünnetlerini bineğinin yanında kılmış, İbn-i Ömer (r.a.) de onu görmemiş olabilir… Belki Nebî (s.a.v.), bazı vakitlerde terk etmenin caiz olabileceği hususunda insanları uyarmak için de bunu yapmış olabilir.” Maamafih Resûl-i Zîşân (s.a.v.) Mekke-i Mükerreme'nin fethedildiği gün kuşluk namazını kılmıştır. Ayrıca sabah namazının iki rek'atını da, seferde uyuyakaldıkları ve üzerlerine güneş doğduğu zaman kılmıştır. Sünen sahiplerinin zikrettikleri daha başka hadisler de vardır. Fukaha, mutlak nâfilelere kıyâs ederek, seferde sıkıntılı haller müstesna, vaziyetin müsait olduğu zamanlarda sünnet namazların aynen kılınmasının müstehap olduğu hükmüne varmışlardır. (www.mevlanatakvimi.com)
İbn-i Abbâs (r.a.) rivâyetiyle Resûlullâh (s.a.v.): “İstiğfarı kendisine lâzım bilen kimseyi, Allâhü Teâlâ, darlıktan kurtarır, üzüntüsünü giderir, ummadığı yerden onu rızıklandınr” buyurmuştur. İstiğfar eden kimsenin malı hattâ evlâdı da artar. Keşşaf Tefsiri'nde şöyle açıklanmıştır: “Dedim ki Râbbinize istiğfar edin. Çünki o çok mağfiret edicidir. Size gökden yağmur indirir. Size çok mal ve evlâd ile yardım eder. Size bağlar, bostanlar verir, ırmaklar akıtır” (Nûh s. 10-12) Buradan, istiğfar edince mal ve evlâdın çoğalacağı anlaşılmaktadır. Hasan-ı Basrî (r.âleyh) kendisine kıtlıktan şikâyet eden birisine, istiğfar etmesini tavsiye etti. Başka birisi fakirlikten şikâyet etti. Ona da istiğfar etmesini tavsiye etti. Neslinin azlığından, toprağının verimsizliğinden şikâyet eden kimselere de aynı şekilde istiğfar etmesini emretti. Nihayet Rebî' bin Sabîh (r.âleyh), Hasan-ı Basrî (r.âleyh) hazretlerine, “Sana çeşidli konularda birçok kimseler gelip suâl ettiler. Hepsine istiğfar etmelerini emrettin. Bunun hikmeti nedir?” diye suâl etti. Hasan-ı Basrî (r.âleyh) yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okudu. Bir kimse Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)'den birine: “Benim malım çok, fakat çocuğum olmuyor. Bana bir şey öğret. Umulur ki Allâhü Teâlâ bana bir evlâd ihsan eder” dedi. Ashâb-ı Kiram (r.a.e.)'den olan zât istiğfara devam etmesini söyledi. Suâl soran istiğfarı çoğalttı. Hattâ günde yedi yüz kere istiğfar ederdi. Sonra bu şahsın on çocuğu oldu. Resûlullâh (s.a.v.) gündüz ve gecede yüz kere istiğfar ederdi. Huzeyfe (r.a.) anlatıyor: “Çoluk çocuğuma karşı dilim rahat durmaz, hakaret eder, söylenirdim. Resûlullâh (s.a.v.)'den sordum. “Nerdesin? Neden istiğfar etmiyorsun Ey Huzeyfe! Ben günde yüz kere istiğfar ederim. Ümmetimin seçilmişleri, iyi bir şeyle karşılaştıklarında sevinirler, kötülükle karşılaştıklarında hemen istiğfarda bulunurlar” buyurdular.” (Muhammed b. Ebû Bekir İmamzade, Şir'atü'l-İslâm, s.162-163)
6-12 Mayıs 2024 haftası hangi burçlar için olumlu geçecek? Bu hafta çok önemli bir hafta. Boğa burcunda etkili bir yeni ay gerçekleşecek. Bu yeni ayın etkileri burçlar için neler olacak, tüm burçlar bu ay tutulmasından nasıl etkilenecek? Uzman Astrolog Filiz Özkol 12 burcu sizler için yorumladı. İşte Astrolog Filiz Özkol ile haftalık burç yorumları... Koç: 00:05 Boğa: 04:05 İkizler: 07:53 Yengeç: 11:47 Aslan: 16:13 Başak: 20:12 Terazi: 23:29 Akrep: 27:01 Yay: 30:28 Oğlak: 33:59 Kova: 38:07 Balık: 41:43
Allah (c.c.), şeytânın, Âdem (a.s.)'a, onun neslinden kadın ve erkek herkese apaçık düşman olduğunu Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde bildirmiştir. Özellikle Adem (a.s.) ve Havva validemize şeytânın yaptıklarını Araf Sûresi'nin onuncu âyetinden başlayarak bizlere ibret verecek bir öğüt olmak üzere hikâye buyuruyor. Şeytânın kimlere (kâfirlere) dost ve kimlere (hususiyle müminlere) düşman olduğunu bize duyuruyor. Bilhassa Fâtır Sûresi'nin 5-6'ıncı âyetlerinde buyuruyor ki: “Ey insanlar, Allâh'ın vaadi elbet olacaktır. Sakın, sizi dünya dirliği aldatmasın, aldatıcı kuruntular sizi mağrur etmesin. Çünkü şeytân düşmanınızdır; onu düşman bilin. O, ancak kendi taraftarlarını cehennemlik olsunlar diye hevesata uymağa davet eder.” İşte böyle mübarek âyet-i kerimelerle şeytânın düşman tanınması emir buyuruluyor. “And olsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Nihayet meleklere: “Âdem'e secde edin” dedik. İblis'ten başkası secde ettiler. O, secde edenler içinde bulunmadı. Allâh, “Ben sana secde etmeyi emir buyurmuşken seni ondan ne alıkoydu?” buyurdu. O ise, “Ben ondan hayırlıyım. Sen, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (Ârâf s. 10-11) (Kemaleddin Üstün, 54 Farz Şerhi, s.147) CİMÂ DUÂSI Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat edin. Bir kimse ailesiyle cinsel birleşimde bulunduğunda, “Bismillâh, Allâhümme cennibni'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ (Allâh'ım şeytânı benden (bizden) ve vereceğin çocuktan uzaklaştır) desin. Böyle der ve bu birleşmeden çocuk takdir ve kazâ edilirse, o çocuğa ebediyyen şeytân zarar veremez, musallat olamaz.” (Buhari)
İnsanın ilmi sınırlı olduğu için gücü de sınırlıdır. İnsan geleceği bilemez. Bundan dolayı ortaya çıkan problemlerin çözümü için yasalar çıkarır. Göremediği ve kendisine gizli olan problemlere dikkat etmez. Daha sonra zaman geçer ve göremediği, kendisine gizli olan bu problemlerle karşı karşıya kalır. İşte bu yüzden beşeri kanunlar daima yeniden düzenlenmeye ihtiyaç duyar. Böylece toplumda ortaya çıkan sosyal hastalıklara karşı önlem almak için yapılan yasalar tekrar tekrar düzenlenir. Hâlbuki insanın yapması gereken bütün bu acı tecrübeleri yaşayarak kendini mutsuzluğa sürüklenmektense, kendisini yaratan Râbbinin çizmiş olduğu metoda ve programa uyarak dünya ve ahiret saadetini yakalamasıdır. Çünkü Allâh (c.c.) ezeli ilmi ile yarattığı mahlûkatı için en güzel kanunları koymuş, insanların birbirlerine muhtaç olmalarının aksine kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını bizlere bildirmiştir. Onun eşi, arkadaşı ve çocuğu yoktur. Bütün mahlûkatı da O (c.c.) yarattığı için hepsi onun katında eşittir. O (c.c.) hiç kimseye ihtiyaç duymaksızın kemâl sıfatıyla bu âlemi yaratmıştır. Yasa yapmaya hakkı olan yalnız ve yalnız Allâh (c.c.)'dur. O, âlimdir. Hiçbir şey onun ilminden gizli kalamaz. Şu anımızı ve geleceğimizi ezeli ilmi ile kuşatarak mutlak adalete dayalı yasalar koyabilecek olan O'dur. O'nun koyduğu yasalar hiçbir zaman eskimez. Garip olan ise, insanın Allâh (c.c.)'un kendisi için koyduğu bu yasaları uygulamaktan imtina etmesidir. Oysa evrendeki her şeyi yaratan Allâh (c.c.) olduğuna göre kanun koyması gereken de odur. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri, s.24-25)
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in babası olup babası Abdülmuttalib (Şeybe)'dir. Annesi Fatıma binti Amr'dır. Babası Abdülmuttalib o devirde Mekke hakimiydi. Zemzem kuyusunu yeniden ortaya çıkarıp, tamiri esnasında, on erkek çocuğa sahib olduğunda birini kurban etmeyi adamıştı. Arzusu gerçekleştikten sonra, gördüğü bir rüya üzerine adağını hatırladı. Kurban edilecek oğlunu belirlemek maksadıyla oğulları arasında kura çekti. Kura Abdullah'a çıktı. Abdülmuttalib, Medineli bir arraf (kâhin) tarafından teklif edildiği üzere, o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve getirtti. Abdullah ile develer arasında kura çekti. Kura Abdullah'a çıkınca, deve sayısını on adet arttırdı. Develerin sayısı yüze ulaşınca, kura develere çıktı. Bunun üzerine yüz deveyi kurban ederek çok sevdiği oğlu Abdullah'ı kurtardı. Efendimiz (s.a.v.) Hz. İsmail (a.s.)'ı ve babası Abdullah'ı kastederek; “Ben iki kurbanlığın oğluyum.” buyurmuştur. Abdullah bin Abdülmuttalib akranları arasında çok sevilen ve yakışıklı bir gençti. Onun alnında bir nur parlardı. Bu nur, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nuruydu. Hz. Adem (a.s.)'dan beri bütün dedelerinden ve babalarından intikâl ederek gelen bu nur en son Abdullah'a erişmişti. O nura sahib olabilmek için zamanın nice zengin ve namuslu kızları ona evlenme teklif etmişlerdi. Bu nur, Zühreoğullarının efendisi Vehb'in kızı Amine'ye nasib oldu. Abdullah bin Abdülmuttalib evliliğinden kısa bir müddet sonra ticaret maksadıyla yaptığı Şam seyahati dönüşünde Medine'de bir ay hasta yattıktan sonra Efendimiz (s.a.v.)'in doğumundan yedi ay kadar önce vefat etti. Orada defnedildi. Hz. Abdullah ve Amine, İbrahim (a.s.)'ın dinine göre ibadet ederlerdi. İslâm alimlerinin ekserisinin bildirdiğine göre Allâhü Teâlâ Efendimiz (s.a.v.)'e lütûf ve ihsan olarak veda haccında anne ve babasını diriltti. Zaten mü'min olan anne ve babası, Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)'e imân ederek O (s.a.v.)'e ümmet oldular. (Rehber Ansiklopedisi, c.1)
Tâbiînden Ebû Amr eş-Şeybânî (r.a.), Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.)'ın evini eliyle gösterdi, ardından da onun şöyle dediğini söyledi: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'e: “Allâhü Teâlâ'nın en sevdiği amel nedir?” diye sordum. “Vaktinde kılınan namaz.” buyurdu. “Sonra hangisidir?” diye sordum. “Ana babaya iyilik ve itaat etmek.” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” diye sordum. “Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmek.” buyurdu. Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.) daha sonra şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bana bunları söyledi; şâyet kendisine sormaya devam etseydim, herhalde daha başka şeyler de söylerdi.” Allâhü Teâlâ'nın en çok hoşnut olduğu üç ibâdetten biri, vaktinde kılınan namazdır. Namaz en önemli ibâdet ve dinin direğidir. Bu sebeple namazı vaktinde kılmalıdır. Allâhü Teâlâ'nın en çok sevdiği ikinci ibâdet, ana babaya iyilik ve itaat etmektir. Bir evlât, onların isteklerini yerine getirmeye ve onları kendisinden râzı etmeye çalışmalıdır. Çünkü onlar, insanın dünyaya gelmesine, Allâüh Teâlâ'yı tanımasına ve cennette ebedî bir hayatı kazanmasına aracı olmuşlardır. Allâhü Teâlâ'nın sevip beğendiği üçüncü ibâdet, Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmektir. Çünkü insan, azîz dinini ve vatanını kâfirlerden ancak cihâd ile koruyabilir ve dünyaya yayabilir. Hattâ gün gelir, Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmek en önemli ibâdet olur. İslâm'ın öğrenilmesi ve yaşanması için gayret etmek de bir cihattır. Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz, Allâh (c.c.)'un rızâsının nasıl kazanılıp nasıl kaybedileceğini bizlere şöyle bildirmiştir: “İnsan Allâh (c.c.)'un rızâsını ana babasını hoşnut ederek kazanır. Allâh(c.c.)'un gazâbını da onları öfkelendirerek üzerine çeker.” (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.16-18)
Hâkk Teâla hazretleri; “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” (Mutaffifîn s. 1-3) buyurmaktadır. Dolayısıyla ölçü ve tartının tam olmasına özen gösterilmelidir. Hatta herhangi bir hak gaspına mahâl verilmemesi için satıcının alıcı lehine fazla tartmasını tavsiye eden âlimler de bulunmaktadır. Dürüstlüğü, insanın öncelikle kendine karşı uygulaması gerekir. Yani bir insanın dürüst tâcir olabilmesi için öncelikle kendini kandırmaması gerekir. Ticarette dürüst olmak ve ne kendini ne de müşteriyi aldatmamak İslâm'da ticaret ahlâkının en temel taşlarından biridir. Dürüstlük konusunda İmâm-ı Buhâri (r.âleyh) hazretlerinin yaşadığı bir hadiseyi aktarmakta fayda var. Kendisi o zaman Buhara'da yaşayan İmâm-ı Buhâri (r.âleyh) hazretleri Mısır'da bir kişinin sahih bir hadis bildiğini öğreniyor ve o hadis-i şerifi öğrenmek için o zamanın imkânlarıyla Buhâra'dan ta Mısır'a kadar gidiyor. Adamı bulduğu esnada adamın bir yem torbası ile atını çağırdığını görüyor. O yem torbasına yönelerek kendisine gelen atı yakalayınca da o yem torbasının boş olduğunu, adamın atı yakalamak için yem torbasını doluymuş gibi göstererek atı kandırdığını fark ediyor. “Atı boş torbayla kandıran kişide yalan söylemeye meyil vardır. Bu adam yalan söyleyebilir. Bunun rivayet edeceği hadisin sahihliği şüphelidir.” diyerek adamdan o hadis-i şerifi almadan geri Buhâra'ya dönüyor. İşte dürüstlüğün önemini en iyi bilen hakiki mânâda İslâm âlimleri bu konuya bu kadar önem vermişlerdir. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.84-85)
Yahya Kemal diyor ki; Türkler yalnız mekânı değil, zamanı da fethetmesini bilen bir millettir. Nitekim Rumeli'yi alıyorlar, biz burada yedi asır oturacağız diyorlar ve oturuyorlar. Mısır'da dört yüz sene kalacağız diyorlar ve kalıyorlar. Halbuki zamanı fethedemeyenler, gittikleri yerde pâyidâr olamıyorlar. İskender'in cihangirliği ancak yaşadığı sürece devam etti, sonra yıkıldı. O halde bunun sebebi nedir? Sebebi şudur: Türkler gittikleri yere kendi medeniyetlerinin ve kültürlerinin en başında adaleti götürüyorlardı. Bunun sırrı âdil olabilmektir. Adaletimiz pâyidâr olduğu müddetçe bu böyle devam etmiştir. Bir Rum müellifi diyor ki; Birinci Murad Hüdâvendigâr Edirne'yi kuşattığında mevsim yazdır ve üzümler de olmuştur. Şehirden ve civardaki bağlardan herkes Türkler geldi diye korkup kaçmıştır. Fakat Edirne'yi almışız. Herkese emniyet gelmiş ve halk da geri dönmüştür. Tabii ki bağları olanlar da bağlarına koşmuştur. Bakmışlar ki, kütüklerde üzüm kalmamış. Türkler hepsini koparıp yemişler. Lâkin ne görsünler? Her kütüğün dibinde paraları duruyor. Elbette bizden emin olarak sahipleri gelince paralarını alsınlar, hakları kalmasın, demişler. Bu ne yüksek bir adalet duygusudur! Esasen bir memlekette adaletin baş şartı, herkesin birbirine karşı âdil olmasıdır. Fatih Sultan Mehmet Hân, İstanbul'u fethedince yine aynı adalet en öne geçiyor. Her şeyden önce İstanbul'a o yerleşiyor. İnsan hakları koruma altına alınıyor. Bunun en büyük misâli, Hıristiyan reâyâya (şer'î sınırlar içinde) dini muhtariyet verilmesidir. Halbuki Batılılar, o devire ve en büyük şahsiyetlerine hücum ediyorlar, türlü yobazlıklar içinde yüzüyorlar, halklarına türlü zulümler ve adaletsizlikler yapıyorlardı. Bizde ise on beşinci asırda bambaşka bir tablo vardı. (Süheyl Ünver, 29.05.1953-Yeni Sabah Gazetesi. Nakil: Dursun Gürlek)
Âlimlerden biri (r.âleyh) şöyle demiştir: Sekiz şeyi yapmaktan âciz olan, diğer sekiz şeyi yaparak yapamadıklarının sevâbına kavuşsun. 1. Gece namazı sevâbına kavuşmak isteyip de uyanamayan, gündüz Allâhü Teâlâ'ya isyân etmesin. 2. Nafile oruç sevâbına kavuşmak isteyip de tutamayan, dilini boş sözden muhâfaza etsin. 3. Âlimlerin fazîletine erişmek isteyen tefekkür etsin. 4. Mücâhid ve gazilerin üstünlüğünü irâde eden, evinde oturup şeytân ile mücâhede etsin. 5. Hac etmek isteyip de yapamayan, Cuma'ya devam etsin. 6. Allâh (c.c.) için mal, para vermek isteyip veremeyen, elini göğsünün üzerine koyup kendisi için beğendiği şeyi, din kardeşi için de beğensin. 7. Sadakanın fazîletini isteyip de âciz olan, ilimden işittiklerini insanlara öğretsin. 8. Âbidlerin fazîletine kavuşmak isteyen, insanların arasını ıslâh etsin ve aralarına düşmanlık sokmasın. (Ravdatü'n-Nâsıhîn) (Muhammed b. Ebû Bekir İmamzade, Şir'atü'l-İslâm, s.185) SABAH-AKŞAM OKUNACAK DU Bir kimse şu duâyı sabah üç def‘a okursa akşama kadar, akşam üç def'a okursa; sabaha kadar okuyan kimseye ânî bir belâ isâbet etmez: “Bismillâhi'llezî lâ yedurru me‘a'smihî şey'ün fi'l ardı ve lâ fi's-semâi vehüve's-semî‘u'l alîm.” Türkçe Anlamı: Allâh (c.c.)'nun İsm-i Celîli sayesinde ne semâda, ne de yeryüzünde hiçbir şey zarar veremez. O (c.c.) her şeyi işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ebû Davûd) (www.ibadettakvimi.org)
We learn about the Native communities who lived, and still live along Maryland's Eastern Shore. Drew Shuptar-Rayvis a citizen and ambassador of the Pocomoke Indian Nation, paints a picture of their traditions and ways of life, drawing on collected oral histories. Links: Mayaisuwàk (They Speak in One Voice): The Oral History and History of Place of Maryland's Eastern Shore Tribal Communities and Remnant Descendants virtual lunch and learn, Maryland Archives Mayis Indigenous Records Guide.Do you have a question or comment about a show or a story idea to pitch? Contact On the Record at: Senior Supervising Producer, Maureen Harvie she/her/hers mharvie@wypr.org 410-235-1903 Senior Producer, Melissa Gerr she/her/hers mgerr@wypr.org 410-235-1157 Producer Sam Bermas-Dawes he/him/his sbdawes@wypr.org 410-235-1472
Ingrid sits down with Zenia to vent, rant and sip some tea. Her mans has an only fans? May Is mental health awareness month, discussing shitty friendships and catching the ick. Enjoy!
Pandemiyle geçen iki yılın ardından 1 Mayıs İşçi Bayramı alanlarda kutlandı. Alanlarda adalet çağrıları yapıldı, Gezi davasında tutuklanan hak savunucularının mesajları okundu. Ekonomide kötü haberler devam ediyor. İstanbul'un enflasyonu yüzde 80'e dayandı. Elma ve salatalıkta üretici ile market arasındaki fiyat farkı yüzde 400'ün üzerine çıktı. Biraya da zam geliyor. Dünya iklim krizinin yol açacağı pandemileri konuşuyor.