POPULARITY
Kafile, hacca gideceği zaman veya hac ayları girmiş olup gitme imkânı bulan ve haccın vacip olmasının ve edasının şartlarını bulunduran kişiye hacca gitmesi vacip olur. Kendisi bizzat gitme imkânı bulan kişinin, kendi adına başkasını hacca göndermesi caiz değildir. Bu yüzden derhal hazırlanıp kafile ile birlikte hacca gitmeye çalışmalıdır. Hacca gidemeyecek veya gitmeyecek olup ölümle pençeleşecek durumda kalırsa veya ölene kadar gidemeyeceğini anlarsa, adına birini derhal göndermelidir. Bunu da yapamıyorsa adına hac yaptırılması için varislerine vasiyet etmesi vaciptir.Hac kendisine vacip olduğu yıl, yola çıkıp haccını tamamlayamadan yolda veya hac esnasında ölen kişinin, kendi adına hac yapılmasını vasiyet etmesi vacip değildir. Zira bu kişi kendisine hac vacip olduktan sonra haccı tehir etmemiştir. Belki elinden geleni yapmış ama haccını tamamlamaya ömrü vefa etmemiştir. Kişi zengin ve muktedir olduğu yıllarda hac yapmayıp daha sonraki yıllarda hac yapma imkânı bulamayacak kadar fakir düşecek olursa hac, o kişinin yerine getirmesi farz olan bir borç olarak zimmetine yerleşir. Fakir düşmesi sebebiyle bu borç üzerinden düşmez. Zamanında muktedir iken sonradan sağlığını kaybeden kişinin durumu da böyledir. Böyle bir kimsenin sorumluluğunda hac borç olarak üzerine yerleşmiş olur. Bu yüzden kendi adına başkasını hacca göndermeli buna da gücü yetmezse varislerine adına hac yaptırmalarını vasiyet etmelidir.(Sualli Cevaplı İslam Fıkhı, c.4, s.29-30)
Bugünlerde gazete sütunlarına ve TV ekranlarına yansıyan, “kadınlarla tokalaşma” konusunda Kur'an-ı Kerim'deki “Zinaya yaklaşmayınız” (Isra s. 32) emri gayet açıktır. Bu emirle zinaya giden bütün yollar yasaklanmaktadır. İki cins arasındaki, dokunmak/tutmak gibi fiiller, zinadan önceki hareketler olduğu içindir ki, İslâm dini meşru olmayan bu fiilleri de yasaklamıştır. Bu fiillerin zinaya en yakın olanı dokunmak, yani temastır. Tokalaşma da temas olduğuna göre, bunun dinimize göre hükmünü bilmemiz icap eder. Kur'an-ı Kerim bize, herhangi bir hususta tereddüde düştüğümüz zaman, onu Allah ve Resûlü'ne götürmemizi, yani o konuda ayet ve hadislere bakmamızı emrediyor.Biz de öyle yapalım. Nebi (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben kadınlarla tokalaşmam. Benim yüz kadına söylediğim söz bir kadına söylediğim söz gibidir.” (Ibni Mâce) Ümeyme bint Rakika (r.anhâ): “Allâh Resûlü bizim hiç birimizle musafaha yapmadı, “Gidin artık, sizinle anlaşmış olduk, yüz kadına diyeceğim de, bir kadına dediğimden ibarettir” buyurdu.” (Taberî) Hz. Aişe (r.anhâ): “Vallahi Allâh Resûlü'nün eli aslâ bir kadının eline değmedi. O kadınlarla sözle biatleşti.” demiştir. (Kurtubî) İbn-i Esir (r.âleyh), El-Kâmil fi't-Târih'inde Mekke'nin Fethi bahsinde, Nebi (s.a.v.)'in, yakın olmayan kadınlar hakkında tavrını şöyle anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.), kadınlara el sürmez, hiç bir kadınla tokalaşmaz ve hiç bir kadın da ona el vermezdi.” Bizim en güzel örneğimiz Peygamberimizdir. Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allâh, “Resûlullâh'ta sizin için güzel bir örnek vardır” (Ahzab s. 21) buyuruyor. O halde en güzel örneğe iyi yapışmak lâzım. Bu hadislerle Nebi (s.a.v.) bizlere kadınlarla tokalaşmanın mutlak haram olduğunu göstermişlerdir.(Basından Derleme)
29 Mayıs Salı sabah namazından sonra, Türk ordusunun Orta Çağı kapatan, büyük târihî hareketi başladı. Ordu-yu hümâyûn, kara ve denizde, bütün cebhelerde birden, umûmî harekâta girişti. Toplar, hep birden şehir üzerine çevrilerek ateşlendi; etrafı kesîf bir duman ve barut kokusu kapladı. Tekbîr, tehlîl ve tüfenk sadâlarıyla genel bir hücum yapıldı. İlk hamlede iki bin merdivenle 50 bin yiğit ileri atılmış, harbin en şiddetli ânında, Akşemseddîn ile Molla Gürânî ateş hattına girerek, gazâ yolunda şehâdet derecesine ulaşmayı isteyerek askere örnek olmuşlardır. Fâtih, dahî askeri coşturan sözlerle, elinde kılınç, gâzi ünvanını kuvvetlendirmek için Topkapı gediğine saldırıyordu. Bu sırada Ulubatlı Hasan nâmındaki muazzez nefer, tekbîrlerle Topkapı suruna sancağı dikti. Böylece İslâm dilâverlerinin ve Oğuz kavminin, asırlardan beri hayâl ettiği mukaddes rü'yâ hakîkat olmuştu. Ulubatlı, Peygamber (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olarak, 30 kadar arkadaşıyla şehâdet mertebesine ulaştı. Surlara bayrak dikilip, Bizans'ın başaşağı olan bayrağı sökülüp atılınca, ezanlar okunmaya başlandı.Sultan Mehmed Han surlardaki bu manzarayı görünce, atından yere inerek, Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in senâsına erişmenin, kendisini ve devletini İslâm'ı en mukaddes şerefine mazhar kılan medhiyye-i Resûlullâh (s.a.v.)'e kavuşmanın verdiği heyecanla, şükür secdesine kapanarak; Cenâb-ı Hakk'a hamdetti. Sonra otağ-ı hümâyûnuna çekilerek, devlet erkânının tebriklerini kabûl etti. Türk askerleri artık şehre tamâmen hâkim olmuşlar ve Ayasofya'ya dayanmışlardı. Fâtih askerlere, direnenlerden başkasının öldürülmemesini, ancak esîr edilmelerini emretti. Fetih bütün Müslüman dünyâsına zafernâmelerle tebliğ edilmiş; Muhbir-i Sâdık (s.a.v.)'in hadîsleriyle övülmüş olan Fâtih Mehmed ve ordusu en kudsî bir hürmete lâyık görülmüştür. Mısır'da, Şam'da, Bağdâd'da büyük dînî merâsimler yapılmış; Halîfe'nin emriyle câmilerde Türk şehîdlerinin rûhları ta'ziz edilmiş; İkinci Mehmed ismi hutbelerde zafer dolayısıyla anılmıştır. Bu andan itibâren bütün İslâm dünyâsı, Seyyidü'l Beşer (s.a.v.)'in müjdesine mazhar olan Osmanlı Devleti'ni Müslümanlığın büyük temsilcisi olarak kabûl etmeğe başlamış bulunuyordu.(Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, s.141-142)
Hz. Âişe-i Sıddîka (r.anhâ) vâlidemiz, rivâyet ettikleri hadîste, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle müjde verdiklerini haber veriyorlar: “Zilhicce'nin ilk on gününün gecelerinden birini ihyâ etmesi, o kimsenin bir seneyi hacc ve umre ibâdetiyle ihyâ etmesi gibidir. Bu (dokuz) günlerden bir gün oruç tutması, senenin öbür vakitlerinde ibâdetle meşgûl olması gibidir; o kadar sevâb alır.” Hz. Alî (k.v.) Efendimiz'den de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şu müjdeli Hadîs-i Şerîfleri rivâyet edilmiştir: “Zilhicce'nin ilk on günü gelince, siz tâat ve ibâdete gayret ediniz; zîrâ Allâhü Te'âlâ o günleri, öbür günlerden üstün; gecesine hürmeti de gündüzüne hürmet gibi kılmıştır. Biriniz Zilhicce'nin ilk on gecesinden birinde, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra dört rek'at namâz kılıp, her rek'atta Fâtiha'dan sonra üçer kere Âyetü'l-kürsî, üçer kere Ihlâs-ı şerîf ve birer kere de Felak ve Nâs sûrelerini okusa ve namâzı bitirince, ellerini kaldırıp “Sübhâne zî'l-'izzeti ve'l-ceberût. Sübhâne zi'l-kâ'ideti ve'lmelekût. Sübhâne'l-hayyü'llezî lâ-yemût. Lâ-ilâhe illâ hüve yuhyî ve yumît ve hüve hayyun lâ-yemût. Sübhâna'llâhi rabbi'l-'ibâdi ve'l-bilâdi ve'l-hamdü li'llâhi kesîran tayyîben mübâraken ‘alâ küllî hâlin. Allâhu ekber kebîran. Rabbenâ celle celâluhu ve kudrete bi-külli mekânin” dese ve sonra da dilediği gibi duâ eylese, Beytullâh'ı haccetmiş, Resûlullâh (s.a.v.)'i ziyâret etmiş ve Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmiş gibi ecir ve sevâb kazanır. Allâhü Te'âlâ o kimseye, o kimsenin, dilediği şeyi verir. Sizden biriniz, Zilhicce'nin ilk on gecesinin her gecesinde bu namâzı kılsa, bu duâyı okusa ve diledigi gibi duâ etse, Allâhü Te'âlâ, ona Firdevsü'l a'lâyı helâl kılar; günâhlarını ondan siler. O kimse Arefe günü oruç tutsa gecesinde de bu namâzı kılsa ve haber verildiği üzere duâ etse, Allâhü Te'âlâ'ya yalvarsa; Allâhü Te'âlâ: “Ey benim meleklerim, şâhid olunuz ki ben o kulumu bağışladım. Beytullâh'ı haccedenlere, onu ortak eyledim.” der. Bu hâlde melekler, Allâhü Te'âlâ'nın o mü'min kulunun kıldığı namâzı ve ettiği duâsı sebebiyle ihsân buyurduğu ecir ve sevâblardan ötürü sevinirler ve neş'elenirler.”(Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunyetu't-Tâlibîn, s.320)
Allâh (c.c.) katında günlerin en faziletlisi, Zilhicce ayının ilk on günüdür. Sâlih amellerin, hiçbir vakitte, bu günler kadar makbul olmaz. Bu on günün büyüklüğündendir ki, Allâhü Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîmi'nde: “Velfecri ve leyâlinaşrin…” diye yeminle buyuruyor. Enes bin Mâlik'in (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Bu günlerin her biri, fazilette bin güne, Arife günü ise on bin güne eşittir.” Abdülâzim Münzirî Kudsî'nin (r.a.) kitabında.Müfessirlerin şahı Abdullâh bin Abbâs (r.a.)'in Resûlullâh (s.a.v.)'den bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Zilhicce ayının ilk on gününden faziletli ve ondaki amellerden sevgili günler yoktur. O halde bu günlerde tehlîli, tekbîri ve Allâhü Teâlâ'nın zikrini çok yapınız. Muhakkak ki, bu on gün içinde tutulan bir oruç, bir senelik oruçla beraberdir (oruca eşittir). Onda bir amele, birden yedi yüz kata kadar amel yazılır” buyurdu. Bu on gün içinde yapılacak en güzel ve faziletli zikir: “Sübhâ-nellâhi velhamdülillâhi ve lâ ilahe illâllâhü vallâhü ekber”dir. İkincisi: “Lâ İlahe İllâllâhü Vahdehu Lâ Şerike Leh Lehül Mülkü Ve Lehül Hamdü Ve Hüve Alâ Külli Şey'in Kadir”dir. Üçüncüsü: tekbîr, yanî; “Allâhü Ekber Allâhü Ekber Lâ İlahe İllâllâhü Vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve Lillâhil Hamd” dir. Ebû Hureyre ve Abdullâh İbn Ömer (r.a.e.), Zilhicce'nin ilk on günü dışarı çıkar, çarşılarda dolaşırlar ve yüksek sesle tekbîr söylerlerdi. İnsanlar da onlarla beraber tekbîr söylerlerdi. Zilhiccenin on gününe (günahlardan sakınmak ve sâlih ameller işlemek suretiyle) ikrâm ve hürmet edenin ömrüne Allâh (c.c.) bereket verir. Malını artırır. Çoluk çocuğunu korur. Günâhını affeder. Sevâbını kat kat eder. Ölüm hastalığını kolay kalbini nurlu, terazisini ağır eder.(Muhammed Rebhâmi, Riyâd'ün-Nâsihîn, s.270-271)
İslam dini, akrâbalar arasındaki ilişkilerin sağlam, sıcak ve devamlı olmasını, akrâbaların birbirine hem maddi hem manevi her konuda destek olmayı ve birbirlerinin haklarını gözetmeyi emreder. Kim ki yakınları ile ilgisini keser, kendilerine üstünlük taslar, iyilik ve zengin olduğu halde yardım etmez ise, Cennete girmekten mahrum kalır. Resûlullâh (s.a.v.) Allâhü Teâlâ'nın kudsî bir hadiste şöyle buyurduğunu bildirir: “Ben Rahman'ım, Rahman da hısımlıktır. Her kim ki ona (sıla-i rahme) bağlı bulunursa ben de onu (rahmetime) erdiririm. Kim ki ondan alakasını keserse ben de ona rahmetimi keserim.”Bir hadîste Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Her hangi bir ferdin zayıf yakınları bulunur da onlara yardım etmez ve sadakalarını başkalarına verirse Allâh sadakasını kâbul etmez, kıyâmet günü de kendisine iltifat buyurmaz.” Şayet fakir iseler kendilerini ziyaret etmek ve durumlarını araştırmakla haklarına riayet edilmelidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.): “Yakınlarınızla, selâm göndermekle de olsa ilgileniniz” buyurmuştur. Resûlullâh (s.a.v.): “Kim ki Allâh'a ve âhiret gününe I etti ise sılâ-i rahimde bulunsun” Peygamber (s.a.v.)'e bir bedevî ya Resûlullâh (s.a.v.): “Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak şeyi, bana bildir.” Peygamber (s.a.v.): “Allâh'a ibâdet edersin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılarsın, zekâtı verirsin, akrâbaya iyilik edersin.” buyurdu. Resûlullâh (s.a.v.): “Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını severse, sıla-i rahim yapsın” buyurdular. Bir başka hadisinde ise “Sıla-i rahmi terk etme ile azgınlık günâhını işleyenin -âhirette ona hazırlanan azabla berâber- dünyada Allâh'ın acele olarak cezasını vermeye bunlardan daha lâyık bir günâh yoktur.”(Imâm Şemsüddin ez-Zehebî,İslâm Şeriatinde Büyük Günâhlar, s.48-50)
Rivayetlere göre Peygamberimiz (s.a.v.)'in rengi nûrânî beyazdı. Bazı rivayetlerde “yüzünün, kireç rengi gibi duru beyaz olmadığı” belirtilmiştir. Gözleri iri ve siyah olup gözlerinin akı kırmızıya çalardı. Kirpikleri sık ve uzundu. Kaşları ince, uzun ve kavisliydi. Diğer bir ifâdeyle “Keman kaşlıydı.” Burnunun üst tarafı biraz yüksekçeydi. Mübarek dişleri beyaz ve araları biraz açıktı. Yüzü hafifçe yuvarlaktı. Alnı açıktı. Sakalı sık ve gür olup sakalının eni ve boyu göğsünü geçmezdi. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçeydi. İri kemikliydi. Pazuları, kolları ve bacakları güçlüydü. El ayaları ile ayaklarının altı genişti. El ve ayak parmakları uzunca idi. Vücûdunun açık yerleri gayet nûrlu idi. Göğsünden göbeğine kadar olan kısımdaki tüyler ince bir şerit gibi uzanırdı. Orta boyluydu; boyu ne aşırı derecede uzun ne de göze batacak kadar kısaydı. Ama uzun boylu biriyle yürüyecek olsa, ondan daha uzun görünürdü. Saçları ne kıvırcık ne de dümdüzdü. Tebessüm etmek üzere mübarek ağzını açtığında, dişleri tıpkı bir şimşek parıltısı gibi, dolu tanesi gibi göz alırdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nûr akıyormuş gibi görünürdü. İnsanların en güzel boyunlusu o idi. Tombul yüzlü ve yumru yanaklı değildi. Eti sıkı, vücûdu derli toplu idi.(Kâdı Iyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.167-168)KADIN MAHREMİ OLMADAN HACCA GİDECEK OLURSA, HACCI KABUL OLUR MU?Allâhü Teâlâ katında makbul olup olmayacağı ayrı bir konu olmakla berâber, böyle bir kadının yapmış olacağı hac sahihtir. Fakat bu şekildeki yolculuğu günâhtır ve tahrimen mekruhtur. Bu yüzden alacağı sevaptan çok, kaçınması gereken günâhı düşünmeli ve bu şekilde hacca gitmemelidir. Müslüman kişi, yapacağı işte Allâhü Teâlâ'nın rızasını gözetmeli, eğer O (c.c.)razı olmayacaksa; kişi, ibadeti sırf riya veya kendini motive etme amaçlı yapmış olur. Bu ise bir müslümanın haline yakışık bir durum olmadığı gibi, akıllı bir hareket de sayılmaz.(Sualli Cevaplı İslâm Fıkhı, c.4, s.29-30)
Abdullah bin Mürre'den, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allâh (c.c.)'a sanki onu görüyormuşsunuz gibi ibadet edin. Kendinizi de ölü telâkki edin. Bilin ki, size yeten az bir şey, sizi azdıran çoktan daha hayırlıdır ve yine bilin ki, iyilik asla yok olmaz, günâh ise asla unutulmaz.” Cübeyr bin Nüfeyr, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in “Allâh (c.c.)'un zikri ile dilleri yaşlanan (devamlı zikredenler)den her biri, cennete gülümseyerek gireceklerdir.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in: “Üç şey olmasaydı, insanlar sâlih olurlardı. Bunlar: Kendisine boyun eğilen cimrilik, tâbî olunan hevâ, ve herkesin kendi görüşünü beğenmesidir.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'e Ebû Sa'd b. Münebbih (r.a.)'in yüz köle azad ettiği söylenince, onun: “Evet, bir insanın malından yüz köle azad etmesi büyük bir olaydır.Fakat istersen ben sana daha üstününü haber vereyim. Gece ve gündüz gereğine yapışıp, yerine getirilen bir imân ve sürekli Allâh (c.c.)'u zikirdir.”Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Râbbim Tebâreke ve Teâlâ ile karşılaştığımda en çok korktuğum şey, O (c.c.)'un şöyle demesidir: “Evet biliyordun. Fakat bildiğinle ne kadar amel ettin.” Muâviye bin Kurre, Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Bütün namazlarımı mescidde kılmak kaydı ile, mescidin kapısı önünde durup alışverişte bulunarak her gün üç yüz dinar kazanmam beni o kadar sevindirmez. Böyle demekle, Allâh (c.c.)'un ticareti helâl, fâizi haram kılmadığını söylemek istemiyorum. Fakat benim esas hoşuma giden, ne ticaretin ne de alışverişin kendilerini Allâh (c.c.)'un zikrinden alıkoymadığı bir insan olmamdır.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in şöyle dediğini bildirmiştir: “Nefsî insanların elinde gördüğü her şeyi isteyenin hüznü uzun olur, gazabı dinmez.” Ebû'd-Derdâ (r.a.)'in, “Üç şey Ademoğlunun iktidarındadır: Musibete şikayet etmemek, ağrı sızısını söylememek ve diliyle nefsini tezkiye etmemek” dediği rivayet edilmiştir.(Ahmed b. Hanbel, Kitabü'z-Zühd, s.127)
Şer-i Şerifin veya insanlığın gereği olarak harcanması gereken bir şeyi harcamamak cimriliktir. Böyle bir cimrilikten hiç kimseye fayda gelmediği için din bunu yasaklamıştır. Aslında mal sevgisinin bir diğer ismi cimriliktir. Mal sevgisi kalbe yerleştiğinde bu “dünya sevgisi” olur. Çünkü bunlar olduğunda Allâh ile kul arasındaki bağ zayıflar. Ancak mal sevgisi kalpte değil de insanın elinde/cebinde bulunursa bu insana yardımcı olan bir nimet olur. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) ne güzel söylemiştir: Geminin içine giren su helak sebebidir, geminin altındaki su ise bir yardımcıdır. Yani su, geminin hareket etmesine yardımcı olduğu gibi helak sebebi de olabilir. Aynı şekilde mal sadece cepte, elde olduğu sürece insana yardımcı olur, ne zaman ki onun sevgisi kalbe girerse işte o zaman insanı helak eder. Mal bizâtihî kötü bir şey değildir.Dünya ahiretin tarlası olduğuna göre mal mutlak olarak nasıl kötü olabilir! Kötü olan, mal sevgisidir. Cimrilik insanın kalbinden sökülüp atılmaz, ancak onu kullanma yeri değiştirilebilir. Yine cimrilik silinip yerine cömertlik yerleştirilmez, çünkü cimrilik olmasaydı iyi insanların elinde hiç mal kalmazken kötü insanların elinde sınırsız para olurdu. Cimrilik sayesinde hak etmeyenler para elde edememektedir. Üstelik böyle bir cimrilik, cömertliğin de aslıdır. Gerçek cömertlik bu tür cimriliğe muhtaçtır. Kısacası, cimriliğin yönünü değiştirmek asıl maksattır. Önceden Allâh'ın emrettiği yerlerde harcama konusunda cimrilik yapıyorken yavaş yavaş bu cimrilik huyunu, haram kılınan yerlerde uygulamaya başlar. Bu cimrilik huyu olmasaydı kişi hangi güç sayesinde haramlara para harcamaktan uzak dururdu?(Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk, s.112)
XII. yüzyılda astronomi alanında öne çıkan Bitrûcî, Kurtuba'nın kuzeyinde bulunan Bîtrûc (Pedroche) şehrinde doğmuştur. Avrupa edebiyatında ise “Alpetragius” adıyla tanınmaktadır. Bitrûcî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 13. yüzyılın hemen başlarında vefât ettiği görüşü ağır basmaktadır. Bitrûcî, Klasik Dönem'den başlayarak XIII. yüzyıla kadar tartışmasız bir biçimde egemen olan Batlamyûs astronomisini eleştirmiş, bu doğrultuda hocası İbn-i Tufeyl'in de telkinleriyle “Kitâbü'l-Hey'e (Astronomi Kitâbı)” adlı meşhur eserini kaleme almış ve kendisi de bir sistem kurmuştur. Bitrûcî, İbn-i Bâcce ile başlayan ezZerkâlî, Câbir b. Eflâh ve İbn-i Tufeyl ile devam eden Batlamyûs astronomisinin eleştirilmesi konusunda Endülüs'ün en olgun ismi olmuştur.Batlamyûs, yer merkezli âlem modelini savunmaktaydı. Ona göre yedi gezegen (Ay, Güneş, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn), sabit durumda olan yerin çevresinde düzgün ve dairevi bir biçimde hareket ediyordu. Bitrûcî ise gök küreyi dokuz tane kâbul ederek, göğün iç içe duran bütün kürelerinin en üstteki dokuzuncu kürenin etkisiyle hareket ettiğini savunmuştur. Bitrûci'nin bu Aristoteles fiziğine uygun sistemi özellikle İslâm astronomları tarafından kâbul görmüştür. Eseri, 1217'de Michael Scott tarafından Latince'ye çevrilmiştir ve böylece Endülüs dışı Avrupa'ya ulaşma imkânı bulmuştur. Bitrûcî'nin astronomi sistemi 13. Yüzyıl Avrupası'nda büyük yakınlar uyandırmıştır. Bununla birlikte Grosseteste, Albetus Magnus, Roger Bacon ve Nikolas Kopernik gibi isimler de Bitrûcî'nin eserinden ve kullandığı sisteminden faydalanmışlardır.(Erol Çetindal, Endülüs'te YetişenMüslüman Bilim Adamları ve Bilim Dünyasına Katkıları, s.34-36)
May Is masturbation month and this week the Dildo Whisperer and Ajay are joined by spiritual guide and author Kae Ecstatic. Kae is competeing in the Great BateWorld BateOff! Which is a masturbation competition that is taking place every Thursday on BateWorld.com. So make sure to check it out and cheer Kae on! Together Kae, Ajay and Romaine have a deep discussion about the connection between mind and body as it relates to our sexuality. Prepare to hear a deeply moving conversation about masculinity expecations and whole soul orgasms. Send the us your sex and relationship questions and maybe you will inspire the next episode of The Dildo Whisperer. We have two ways to reach the show. You can call into our show at 844-695-2766 or you can email us at Askthedw@gmail.com. Follow us on social media @dildowhisperer The Dildo Whisperer is produced by DNR Studios. To subscribe to this show and the rest of the DNR Network of shows including the Cookie Jar Podcast visit: www.dnrstudios.com
Mü'minlere merhameti elden bırakma. Nerede olursan ol hakkı söyle. Doğru söylüyor da olsan çok yemin etme. Beliğ konuşan birisi de olsan, sözü genişletmemeye/lâfı uzatmamaya dikkat et. Alim de olsan, dinde külfetli/zahmetli iş görmekten (tekellüften) sakın. İlmi her sözün önüne geçir. İçtihâdından sonra endîşeyi tedirginliği elden bırakma. Dînin selâmette olduktan (dînine halel gelmedikten) sonra insanları idâre et. Dalkavukluktan yağcılıktan ise kesinlikle kaçın. İn-sanlarla olan geçimin güzel ahlâk ile olsun. Bilmediğin bir konu hakkında “Allâh (c.c.) bilir” demekten utanma. Anlatacaklarını dinlemeye istekli olmayanların yanında söz söyleme. Sana buğz edecek olanların yanında dînini anlatma.Güç yetiremeyeceğin bir belâya karışma müdâhale etme. Nefsine, onu hor gören şeylerden ikrâm et. Himmetini kötü ahlâktan uzak tut. Emîn olandan başkasını dost kardeş edinme. Sırrını her insana açma.İnsanların hâlini (dikkate alarak davran, kapasitelerini) zorlama. (İnsanlara) aklının almayacağı tahammül edemeyeceği ilimden bahsetme (veya; ilmî bir lisânla söz söyleme.) Çağrılmadığın işe gidip hemen dâhil olma. Ulemâ meclislerinde saygılı ciddi ol. Hükemânın kadrini bil. Zanaatkârı Sanatkârı mükâfâtlandırmadan bırakma. Câhillerden yüz çevir.Sefihlere karşı hilm ile davran.Dünyân için dînini yıpratma tüketme veya; dînini istismâr ederek dünyâlıkları kazanma.Uzletten nasibini al. Helâlden başkasını alma. İsrâftan uzak dur.Dünyâlıktan yeteri kadarına kanâat et.(Haris el-Muhasibî, Ahlak ve Arınma)
Enes'den şöyle rivayet olunmuştur: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bize bir hutbe irad etti. Hutbesinde faizi anlattı, ehemmiyetinden bahsetti ve şöyle buyurdu: “Adama faizden isabet eden bir dirhem, Islâm nazarında otuz altı zinadan daha çirkindir.” Bir hadîs-i şerifte: “Faiz yetmiş türlü büyük fenalığa denktir. Bunların en hafifi kişinin anası ile zina etmesi ne ise o kadardır.” buyrulmuştur. Bir rivayette de Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Yedinci kat göğe çıkarıldığımda başımın üstünde şimşeklerin çaktığını, göklerin gürlediğini duydum. Bir takım adamlar gördüm. Mideleri evler gibi kocamandı. Içlerinde yılan ve akrepler vardı, dışlarından içleri görünüyordu. Cebrail'e bunların kimler olduğunu sordum, “faiz yiyenler” cevabını verdi.” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “Faiz alan da veren de ateştedir” diyor. İbn Mes'ud (r.a.): “Birisinde alacağın varsa verdiği hediyeyi kâbul etme, çünkü faizdir” diyor. Hasan Basrî (r.a.): “Sana borcu olan bir adamın evinde yediğin yemek haramdır.” der. Hasan Basrî (r.a.)'in bu sözü Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şu hadîsinden mülhemdir: “Menfaat sağlayan her borcun sağladığı fayda bir cins faizdir.” İbn Mes'ud (r.a.) şöyle diyor: “Her kim birine şefaatta bulunup şefaat ettiği kimse de kendisine bir hediye verirse bu hediye haramdır.” İbn Mes'ud (r.a.)'in bu ifadesini Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şu hadîsi tasdik ediyor: “Her kim bir adama aracı olsa, şefaatta bulunsa, şefaat edilen zat da kendisine hediye verse, o da bu hediyeyi kâbul etse faiz kapılarından bir kapıya yanaşmış olur.” (Imâm Zehebî, Büyük Günâhlar,s.64-65)
(Videoda adı geçen hiçbir ürün ile Disket Kutusu arasında ticari bir anlaşma bulunmamaktadır.)Geç Olsun Güç Olmasın diyerek bugün Indiana Jones and The Great Circle konuştuk. Hatta tam da bugün konuşmadık, birkaç gün önce konuştuk. Ama siz bugün dinliyorsunuz. Peki bugün ne var? 19 MAYIS! Hepimizin Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!00:00 Başlangıç11:16 Spoiler başlangıcı12:47 Spoiler bitişi19:17 Kapanış
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“Emir budur, Allâh'ın yasaklarına kimsaygı gösterirse, bu, kendisi için Râbbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlarhelal kılınmıştır. O halde o pis putlardankaçının ve yalan sözden sakının.” (Hac s.30)“Beşinci defa da eğer yalan söyleyenlerden ise, Allâh'ın lanetinin kendiüzerine olmasını dilemesidir.” (Nûr s. 7)Allâh Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak doğru konuşmak kişiyiiyiliğe götürür ve iyilik de kişiyi cennetegötürür. Yalan ise günahtır ve günahlarkişiyi cehenneme götürür.” (Buhârî)1. Bir sözü söylemeden önce kendine şusoruyu sor: “Benim bu konuşmam her şeyiişiten ve gören Râbbimi hoşnut eder mi?”Bunu yapabilirsen Allâh'ın izniyle hiçbir yalan ağzından çıkmayacaktır.2. Yalan söylemeye alışmış olsan bileseni bu durumdan kurtaracak bir yol vardır.O da nerede bir yalan söylersen peşindenherkesin huzurunda bunun yalan olduğunuitiraf etmendir. Yukarıdaki tedbirlerle yavaşyavaş yalandan kurtulabilirsin. Biraz zamanalsa da faydasını mutlaka göreceksin.3. Uzun zaman yukarıdaki tedbirleri uyguladığın halde bir fayda elde edemediysen yalan söyleme durumunda kendine birceza uygula. Bu ceza çok ağır da olmasınçok hafif de. Mesela bir öğün yemek yememek veya sadaka olarak bir miktar paravermek gibi cezalar uygundur.(Eşref Ali et-Tehanevi, Tehzîbu'l-Ahlâk, s.64-67)
Hadîs ricâlini tenkîd noktasında büyük bir otorite olan (ehlü'l-istikrâ) Zehebî'nin söylemiş olduğu en doğru sözlerden birisi, Siyer-u A'lamî'n-nübelâ isimli eserinde Irak'ın fakihi Allâme İmâm Hammad b. Ebû Süleyman (r.âleyh)'in hayat hikâyesini aktarırken kullanmış olduğu şu ifâdelerdir: “Kûfelilerin en fakihi Hz. Alî (r.a.) ve İbn Mes'ûd (r.a.)'dir. Bu iki sahâbenin en fakih öğrencileri Alkâme, Alkâme'nin en fakih öğrencisi İbrâhîm en-Nehaî, Nehâî'nin en fakih öğrencisi Hammad, Hammad'ın en fakih öğrencisi ise Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Ebû Hanîfe (r.a.)'in en fakih öğrencisi Ebû Yusuf'tur. Ebû Yusuf'un öğrencileri dünyanın dört bir tarafına yayılmışlardır. Bunların en fakihi Muhammed b. el-Hasen'dir. İmâm Muhammed'in en fakih öğrencisi ise Ebû Abdullah eş-Şâfiî'dir.Allâh (c.c.) tamâmına rahmet eylesin.” Zehebî aynı eserinin bir başka yerinde İmâm Ebû Hanîfe (r.a.)'in hayatını anlatırken şu ifâdeleri kullanmaktadır: “İmâm, dînin fakihi ve Irak'ın âlimi Ebû Hanîfe (r.a.)… Hadîs ilmine önem verdi. Bu uğurda yolculuklar yaptı. Fıkıh, rey ve reyin kapalı noktalarını tetkik etmede zirvedir. Bu konuda bütün insanlar ona minnet borçludur.” Zehebî aynı eserinin bir başka yerinde Ebû Hanîfe (r.a.) hakkında “Fıkıhta ve fıkhın inceliklerinde önde gelen bir âlim olduğu herkesçe kabûl edilen bir gerçektir. Bu noktada hiçbir kuşkuya yer yoktur” demektedir.(Muhammed Abdurreşid En-Nûmanî, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)'in Hadis İlmindeki Yeri, s. 44-45)BIR FIKIH KAIDESI ÖĞRENELIM!Bir kimse iki veya daha fazla secde ayetini aynı mecliste okusa veya secde ayetini okusa ve akabinde aynı yerde başka işle meşgul olsa, mesela birçok şey yese veya yatarak uyusa yahut da kadın ise bebeğini emzirse, sonra da yine aynı yerde aynı ayeti okusa iki kere secde etmesi gerekir.(Misvâk Neşriyat, Eşref Ali Et-Tehanevi, Hanefi İlmihali, s.211)
Bir âyet-i kerimede, mealen şöyle buyrulmuştur: “De ki: Ey nefislerinde israfa giren, haddi aşarak günâh işlemekle nefislerine zulmeden kullarım. Allâh'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, Allâh bütün günâhları bağışlar. O Gafur ve Rahîm'dir.” (Zümer s. 53) Âyette geçen “nefis” kelimesi, “zât” mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır. Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aletleri ve duyguları, yanlış yolda kullanan insanlar “nefislerinde israfa girmiş” kullardırlar. Bu âyet-i kerime ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bîr hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, Allâh (c. c.)'un mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir. Her ikisi de “affedicilik” mânâsını ifade eden Gaffar ismiyle Gafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî (r.âleyh) şöyle açıklar: “Gaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Gafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir.” Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir: İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günâh işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için Allâh (c.c.)'un Gafur olduğunu hatırlamalıdır. Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü'minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır. İnsan, kendi cüz'î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan Allâh (c.c.)'a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin. (Mustafa Necati Bursalı, Esmaü'l Hüsna Şerhi,s.1426)
Hz. Ebubekir es-Sıddik (r.a.), “Benim için yeryüzünde Hz. Ömer (r.a.)'den daha çok muhabbet duyduğum bir adam yoktur” demiştir. Hz. Ebubekir (r.a.) hasta olduğu vakit, “Ömer'i halife tayin ettiğinize göre Allâh (c.c.)'a ne diyeceksiniz?” diye soruldu. Hz. Ebubekir (r.a.) de, “Onlara içlerinden en hayırlı olanını tayin ettim diyeceğim” cevabını vermiştir. İbn Ömer (r.a.): “Resûlullâh (s.a.v.) vefat ettiğinden bu yana Hz. Ömer (r.a.)'den daha hiddetli ve daha cömert olan kimse görmedim” demiştir. İbn Mesud (r.a.): “Eğer Hz. Ömer (r.a.)'in hikmeti terazinin bir kefesine ve yeryüzünde yaşayanların hepsinin hikmeti de diğer kefesine konulacak olursa, Hz. Ömer (r.a.)'in bilgeliği ve ilmi hepsininkinden ağır basardı. Zira onlar, Hz. Ömer (r.a.)'in ilmin onda dokuzunu çektiğini bilirlerdi.” Huzeyfe (r.a.): “Beşeriyetin tüm hikmeti ve ilmi adeta Ömer'in bağrına gizlenmiş gibidir” demiştir. Yine Huzeyfe, “Andolsun ki, Ömer hariç Allâh (c.c.) yoluna hizmette kusur bulanların kınamalarının ilişmeyeceği başka kimseyi bilmem” demiştir. Hz. Aişe (r.anhâ) Hz. Ömer (r.a.)'i kastederek, “Andolsun ki, tek başına işleri üstlenirdi ve pek atılgandı” demiştir. Hz. Cabir (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: “Hz. Ali (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'in yanına gitti, bu sırada da Hz. Ömer (r.a.) namazdaydı. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) ona, “Allâh (c.c.) size rahmet bahşetsin! Peygamber (s.a.v.)'in muhabbeti hariç bu namazını kılandan başka, Allâh (c.c.) ile buluşmak için yaptığı amellerin benim indimde daha sevgili olduğu kimse yoktur” demiştir. İbn Mesud (r.a.) şöyle söylemiştir: “Salih olanlardan bahsedildiğinde tez olunuz ve Hz. Ömer (r.a.)'den bahsediniz. Şüphesiz ki o, içimizde Kitabullâh'ı en iyi bilenimiz ve en alim olanımızdır.” (Celaleddin Es-Suyuti, Halifeler Tarihi,s.132)
Kur'ân'da mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyânı sadedinde gelen hadisler bulunmaktadır. Bu beyân, ya âmelin nasıl yapılacağının belirlenmesi ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının açıklanması şeklinde olur. Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranların, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyân edilmesi sünnetle olmuştur. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular, alışveriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler, Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyânı olmaktadır. “Insanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik.” (Nahl s. 44) ayet-i kerîmesinde ifade edilen husus da budur. Rivayete göre İmrân b. Husayn (r.âleyh) bir adama şöyle demiştir: “Sen ahmak birisin! Sen Allâh (c.c.)'un kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?” Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: “Bütün bunları Allâh (c.c.)'un kitabında açıklanmış buluyor musun? Allâh (c.c.)'un kitabı bunları mübhem bırakmıştır, sünnet ise onları açıklamaktadır.” Evzâî (r.âleyh) ise: “Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur” derdi. İbn Abdilberr (r.âleyh): “O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir” demiştir. Ahmed b. Hanbel (r.âleyh)'e: “Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumdadır” şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: “Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar.” demiştir. (Şatıbi, el-Muvâfakât; İslâmi İlimler Metodolojisi,c.4,s.23-24)
Hacamatın mühim olan şartlarından bir tanesi, hacamat olacak kişinin istirahatli, yani vücudunun dinlenmiş olması gerekir. Hacamatın aç karnına olması gerekir, yahut yemekle hacamat arası en az 2-3 saat olması lazımdır. Hacamattan bir gün evvel ve bir gün sonra cinsel ilişkide tavsiye olunmaz. Hacamat olduktan sonra, bir yemek kaşığı doğal üzüm sirkesi ve üzerine bir bardak bal şerbeti içmek tavsiye olunur. Hacamat sonrası yağlı ve ağır gıdalar alınmamalıdır. Hacamattan sonra, ciğer et tavsiye olunmadığı gibi, süt yoğurt peynir gibi gıdalar da tavsiye olunmaz. Hacamattan sonra uyumak gerekmez. Eğer insan hacamattan sonra hemen uyursa hacamatın faydası kesilir. Onun için hacamattan en az 3-4 saat sonra uyunabilir. Tansiyonu çok düşük kişilerde eğer hacamat yapılmaya karar verilmiş ise, hacamattan yarım saat önce şekerli çay veya kahve içilmesi ve daha sonra hacamatın yapılması tavsiye olunur. Şeker hastalığında ve kanı çok ince ve akıcı olan hastalarda hacamat çizgileri mümkün olduğu kadar çok kısa yani nokta şeklinde yapılması tavsiye olunur. Ayrıca hassas bölgelere, ense çukuruna, kuyruk sokumunun alt kısmına, göz, göbek, genital kısım, beyne giden damarların üzeri gibi tehlike arz eden yerlere hacamat yapılmaz. Kalp pili takılı ve kalp yetmezliği olanlara, adet görenlere böbrek yetmezliği olanlara, hemofili rahatsızlığı olanlara, hamilelere, aşırı kansız kişilere ve tansiyonu çok düşük olanlara hacamat yapılmaz. (Ömer Muhammed Öztürk, Misvâk ve Hacamat,s.77)
Namaz kılacak kimsenin, namaza başlamadan evvel bilmesi icap eden bir takım şartlar (farzlar) vardır ve bunlardan birini kasten veya unutarak yerine getirmemesi hâlinde namaz sahih olmaz. Altısı içinden altısı da dışından olmak üzere bu farzlar şunlardır: Namazın dışındaki farzları: 1. Hadesten taharet: Küçük ve büyük hadesten (cünüb ise gusül, değilse abdest almak) temiz olmak. 2. Necasetten taharet: Bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması. (Görünür pisliklerden temizlenmek) 3. Setri avret: Avret yerinin örtülmesi. (Erkeğin avret yeri göbekten diz kapağının bitimi yerine kadardır, buna göre göbek, avrete dahil değil, diz kapağı ise dahildir. Kadının avret yeri ise yüz, eller ve ayakların haricinde bedenin tamamıdır) 4. İstikbal-i kıble: Namaza başlamadan kıble yönüne (Kâbe-i Mükerreme'ye) dönmek. 5. Niyet: Kalbin Namaz kılmayı kesin olarak irade etmesi. 6. Vakit: Namazı vaktinin girmesinden sonra kılmak. Namazın içindeki farzları: 1. Tahrime: Namaza “Allâhu ekber” lâfzıyla başlamak. 2. Kıyam: Farz Namazda güç yetiyorsa ayakta durmak. 3. Kıraat: Kıyamda Kur'an okumak. (Uzun bir ayet veya üç kısa ayet okusa farz sakıt yani farzı yerine getirmiş olur. Ancak Fâtiha suresi okumak vacip olduğu için sehven bunu terk ederse sehiv secdesi yapar. İmama uyan kimsenin kıraat yapması gerekmez) 4. Rükû: Kıyamdan sonra eller dizlere dokunacak derecede eğilmek. 5. Secde: Rükûdan sonra alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayakları yere değdirmek. 6. Ka'de-i ahire: Namazın sonunda teşehhüd miktarı kadar oturmak. (Eşref Ali et-Tehânevî, El Muhtasar fi'l Fıkhi'l Hanefi,s.148-157)
Katâde şöyle demiştir: “Nuh (a.s.) bir adadan gönderilmiş ve onlara gitmiştir. O, çoğunluğun görüşüne göre azim sahibi (ulül-azm) peygamberlerin birincisidir. Şirke karşı ilk korkutucu da odur. Kavmi ise putlara tapardı. O, Şeyhu'l-Murselîn'dir. Kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilmiş, halkı arasında 950 sene kalmıştır. Tufandan sonra da doksan sene yaşamıştır.” Bilginlerden birisi âyetteki “kavmine gönderdik” ifadesinin, Hz. Nuh (a.s.)'ın tüm insanlığa değil, sadece kendi milletine gönderildiğini söylemiştir. Eğer tüm insanlığa gönderilseydi Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e, “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe s. 28) denildiği gibi, “insanlara” veya benzeri bir şey denilirdi. Peygamber (s.a.v)'in şu sözü de buna işaret etmektedir: “Peygamberler sadece kendi halkına gönderilirdi. Ben ise tüm insanlara gönderildim.” Eğer denilirse ki: “Madem ki sadece kendi halkına gönderildi. O halde diğer insanların suçu neydi ki duâsını tüm insanlığa teşmil ederek “Ey Râbbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiç kimse bırakma” (Nûh s. 26) dedi. Biz de şu cevâbı veririz: O zaman yeryüzünde yaşayanlar azdı. Nûh (a.s.) hepsine gönderilmişti. Ona sadece kendisiyle birlikte olanların, ki onlar kendisiyle gemiye binenler olup sayıları da kırk erkek, kırk kadın olmak üzere seksen kişidir, imân edecekleri haber verilince, kâfirlerin tümünün kökünün kazınması için duâ etti. Bunun üzerine de iman edenlerin dışında tüm yeryüzü halkının helâk olduğu tufan meydana geldi. Eğer hepsine gönderilmiş olmasaydı, putlara tapmak suretiyle kendisine muhalefet etmeleri sebebiyle onlara bedduâ etmezdi. Çünkü bir âyette “...Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.” (Isrâ s. 15) buyurulmaktadır. (Ismail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan Tefsiri,C.9 ,S.297-299)
Allah (c.c.), şeytânın, Âdem (a.s.)'a, onun neslinden kadın ve erkek herkese apaçık düşman olduğunu Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde bildirmiştir. Özellikle Adem (a.s.) ve Havva validemize şeytânın yaptıklarını Araf Sûresi'nin onuncu âyetinden başlayarak bizlere ibret verecek bir öğüt olmak üzere hikâye buyuruyor. Şeytânın kimlere (kâfirlere) dost ve kimlere (hususiyle müminlere) düşman olduğunu bize duyuruyor. Bilhassa Fâtır Sûresi'nin 5-6'ıncı âyetlerinde buyuruyor ki: “Ey insanlar, Allâh'ın vaadi elbet olacaktır. Sakın, sizi dünya dirliği aldatmasın, aldatıcı kuruntular sizi mağrur etmesin. Çünkü şeytân düşmanınızdır; onu düşman bilin. O, ancak kendi taraftarlarını cehennemlik olsunlar diye hevesata uymağa davet eder.” İşte böyle mübarek âyet-i kerimelerle şeytânın düşman tanınması emir buyuruluyor. “And olsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Nihayet meleklere: “Âdem'e secde edin” dedik. Iblis'ten başkası secde ettiler. O, secde edenler içinde bulunmadı. Allâh, “Ben sana secde etmeyi emir buyurmuşken seni ondan ne alıkoydu?” buyurdu. O ise, “Ben ondan hayırlıyım. Sen, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (Ârâf s. 10-11) (Kemaleddin Üstün, 54 Farz Şerhi, s.147) CIMÂ DUÂSI Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Dikkat edin. Bir kimse ailesiyle cinsel birleşimde bulunduğunda, “Bismillâh, Allâhümme cennibni'ş-şeytâne ve cennibi'ş-şeytâne mâ razaktenâ. (Allâh'ım şeytânı benden (bizden) ve vereceğin çocuktan uzaklaştır) desin. Böyle der ve bu birleşmeden çocuk takdir ve kazâ edilirse, o çocuğa ebediyyen şeytân zarar veremez, musallat olamaz.”(Buhari)
1917'de bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye'nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.” Romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, Yeni Turan'da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika icat ettim.” İstatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Kadınlar, Halide Edip'in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından' çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kâbul ediliyor. Peki kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Kim bilir, belki de “güçlü kadın” aslında, “kendi ayakları üzerinde duran” ya da “Çocuk da yaparım kariyer de!” diyerek çocuklarını bakıcıya ya da kreşlere terk eden değil; Eski Dünya'da olduğu gibi, evinde çocuklarını kendisi yetiştiren, terbiye eden ve erkeğine destek olan kadındır.(BasındanDerleme)
Kur'ân nazmının ve üslûbunun mevcut Arap edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarının fevkinde oluşu; kelime, cümle ve ayetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu, Kur'an'ın bir mucize olduğunu göstermektedir. Kur'ân; gerek fesâhat ve belâgatı, sözünün üstün, güzel ve son derece tesirli oluşu, gerek telifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesâhat ve belâgatının üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri, Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır. İbn-i Hacer (r.âleyh) diyor ki: “Yüce Allâh Resûlullâh (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamını Allâh (c.c.)'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir suresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap edebiyatının bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar. Bu durum, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kâbul eder. Çünkü küçük bir sure veya birkaç ayet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamber (s.a.v.)'i müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına gerek kalmayacaktı.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.207)
Beyaz elbise giymek müstehabtır. Siyah giymek de müstehabtır. Çünkü siyah giymek Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'in, siyah bir sarığı vardı. Bayramlarda onu giyer ucunu da iki omuzu arasından arkaya sarkıtır (taylasan yapar)dı. Mekke'nin fethinde başında o sarık olduğu halde Mekke'ye girmişti. Erkekler için giyimde uygun olan, çok pahalı da çok âdî de olmayan ve kendisiyle maddî bakımdan aynı seviyede olan kimselerin giydiği gibi giyinmektir. Aşırı lüks elbise giymek dînen yasaklanmıştır. Çok düşük kaliteli elbise giymekle de insanların gıybet etmesine sebep olunur. Peygamberimiz (s.a.v.), giyimde iki şekilde tanınmayı yasaklamıştır: Aşırı pahalı ve çok kalitesiz elbise giymek. Buna dikkat edilirse, düşüncesiz ve haddini bilmeyen kimselerce de aklı başında kimselerce de ayıplanmaz. Şemsül Eimme İmam Serahsî (r.âleyh) şöyle buyuruyor: “İnsan, çoğu zaman günlük fakat yıkanmış temiz elbise giymelidir. Bazen de Allâh (c.c.)'un verdiği nimeti ortaya koymak için en güzel elbisesini giymelidir. Böyle yapmak mendubtur.” Çünkü, hadis-i şerifte “Allâhü Teâlâ verdiği nimeti kulunun üzerinde görmek ister” buyuruluyor. Kişi en güzel elbisesini her zaman giymemelidir. Çünkü, bunu görenler kendileri öyle elbise giyemedikleri için üzülür ve sıkıntı duyarlar. Şir'a Şerhi, Mişkât isimli eserden şunu naklediyor: “Eski ve yamalı elbise giymek İslâm'ın sünnetlerindendir. Rivayet olunuyor ki, Peygamberimiz, (s.a.v.) Hz. Fâtıma (r.anhâ)'yı Hz. Ali (r.a.) ile evlendirdiğinde, Fâtıma (r.anhâ) Validemiz'in üzerinde yünden 12 yamalı bir örtü, pelerin vardı. Hz. Fâtıma (r. anhâ) el değirmeniyle arpa öğütürken, diliyle Kur'an okur, kalbiyle mânâsını düşünür, ayağıyla beşik sallardı.” (Allame Şeyh Alaüddin Abidin, Üç Boyutuyla İslam,S.736)
Kâmil şeyhlerin sohbeti kötü ahlâktan sakınmak ve güzel ahlakı kazânmak için bir yoldur. Çünkü insan tabiatı gördüğü şeyi taklit etmeye meyillidir. Kötü ahlâkı görse onu kanıksar ve giderek benimser, güzel ahlâkı görse onu sever ve sahip olmaya çalışır. Şeyhin teşviki ve uyarısı da kişide onun kendi iradesinin oluşturamadığı etkiyi hâsıl eder. Ve kendisi, kendi iradesine kalsa uzun süre kurtulamayacağı kötü huyların batağından şeyhin teşvik ve uyarısıyla kısa süre içinde kurtulur. Onun güzel şeylere meyletmesi, Allâhü Teâlâ'yı sevmesi, O (c.c.)'u tanıması ve O (c.c.)'a ibâdet etmesi ise kendi fıtratının iktizâsıdır. Bunlar onun için yemek yemek ve su içmek gibidir. Bunlar kalbin gıdası ve ruhun lezzetidir. Çünkü ruh ilâhî bir emirdir ve ancak bu şeylerle beslenir. Onun şehvetin gereklerine meyletmesi ise fıtrata aykırıdır ve ârizî bir haldir. Onun gıdası Allâh (c.c.) sevgisi, marifeti ve ibâdeti iken bu şeylere meyletmesi ise hastalık halidir. Fakat Allâh (c.c.) dışındaki şeyler, kişinin Allâh (c.c.)'u sevmesine ve O (c.c.)'a kulluk etmesine yardımcı olursa, onları bu açıdan sevmek ve ilgi duymak hastalık değildir. Ancak hangi şeylerin buna yardımcı olduklarını ancak tecrübeli ve gözü açık olanlar, yani kâmil şeyhler bilirler. Kişinin kendi görüşüyle bunları tespit etmesi mümkün değildir. Çoğu zaman şeytân ve nefis el birliğiyle onu aldatarak kendisini işlediği günâhların ve yaptığı yanlışların ona dininde ve Allâh (c.c.) sevgisinde yardımcı olduğuna iknâ ederler. Hakikâtte ise o şeyleri sadece hevâ ve hevesi için sever ve onlara ilgi duyar. Onun için neyin ne olduğunun şeyhin tasdikinden geçmesi lazımdır. (Eşref Ali et-Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı,C.20,S.302-303)
Îmânın korunması ve devam ettirilmesi, kazanılmasından ve elde edilmesinden daha zor bir iştir. Dinî zaruretlerden sayılan bir şeyde şüphe edip de âlimlere müracaat ederek bu şüpheyi gidermek için çalışmamak, kişinin din ve imân inancını yok edeceği gibi, küfrü gerektirecek bir fiili ileride işlemeye veya öyle bir sözü söylemeye niyet eden kimse de derhal kâfir olur. Dinen kesin olarak bâtıl bir şeyi yücelterek anmak ve böyle bir şeye hürmet göstermek kişiyi küfre sokar. Kur'ân-ı Kerim'e, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve sünnetlerinden bir şeye saygısızlık etmek, dinî kitaplara ve dinin esaslarına herhangi bir ayrım yapmaksızın İslâm dinine ait bir şeyle alay edip eğlenmek de küfürdür. Dinde haram olan bir şeyin helal olmasını, farzlardan birinin farz olmamasını temenni etmek; bilerek abdestsiz veya murdar elbise ile veyahut kıblenin dışında bir yöne dönerek namaz kılmak, Ramazan-ı Şerif'te mazereti olmaksızın, bilerek alenen oruç yemek gibi davranışlar da dini hafife almak, değersizleştirmek anlamını taşıdığı için küfürdür. Ayrıca imânının kalıcı olmasını isteyen mü'min Cenâb-ı Hakk'a karşı sürekli korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Bu durumda, yukarıda anlatılan esas ve şartları kendisinde bulunduran mü'min gerçek mü'mindir. Böyle olan kimse imânından şüphe etmeyerek ben “gerçek mü'minim” diye hükmetmelidir. Fakat imânına zarar verecek veya tamamen yok olmasını gerektirecek şeylerden kurtulabilmek, Allâh (c.c.)'un yardım ve lütfuyla imân selâmetiyle güzel bir ölüme nail olmak, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine bağlı bulunduğu için; “İnşâallâhu Teâlâ, âhiret yurduna da imân ile giderim.” demelidir. (Manastırlı Ismail Hakkı, Telhîsu'l-Kelâm fî Berâhîni Akâidi'l-İslam,S.68)
“Allâh'ın mescidlerini, ancak Allâh'a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allâh'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. Işte onların, doğru yola ulaşmış olmaları umulur.” (Tevbe s. 8) Buradaki “mescidler” ifadesi, hem Mescid-i Haram'ı, hem de diğer mescidleri kapsar. Bir tek olan Allâh (c.c.)'a imanın içerisinde, peygambere iman da yer almaktadır. Ahiret gününün kapsamında; öldükten sonra diriltilmek, hesap vermek ve ceza görmek ya da mükâfat elde etmek de vardır. Namazı da cemaatle kılmak gerekir. Çünkü hadiste: “Bir kimsenin cemaatle kılmış olduğu namazın sevabı, çarşıda ya da evinde kılmış olduğu namazdan yirmi beş kat daha fazladır” buyurulmuştur. Teravih namazında cemaat olmak, daha faziletlidir. Cemaat yapılması gerekenlerin, mescitte yapılması ise, en faziletli olanıdır. Farz olan zekâtı da, gönül rızasıyla vermek gerekir. Âyette zekât, namazla birlikte anlatılmıştır. Çünkü, bunların biri olmadan, diğeri kâbul edilmez. İşte, bütün bu ilmî ve amelî özellikleri kendisinde toplayan kimse, mescidleri de tamir edebilir. Ayrıca bu kimse, Yüce Allâh'tan başka hiçbir şeyden de korkmaz. Kınayanın kınamasından ve zalimin zulmünden çekinmez. İşte bu niteliklere sahip kimseler, cennetteki isteklerine ve oradaki yüceliklere ulaşırlar. Bu güzel sıfatlara ulaşmalarının anlatılmış olması, kâfirlerin amellerinin fayda vermeyeceğini belirtmek ve inkarcıları azarlayarak, kendilerinin doğruluğa erişmediklerini anlatmak içindir. Çünkü kâfirler, kendilerinin güzel şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Mü'minler bile, kendilerinde bu güzel vasıfların bulunmasına rağmen, “belki, umulur ki” gibi ümit belirten kelimeler kullanılmak suretiyle ifade edilmişlerdir. Mü'minlerin durumu böyle olursa, bozgunculuk yapan kâfirlerin durumu ne olacaktır acaba? (Ismail Hakkı Bursevi, Ruh'ul Beyân Tefsiri,C.2,S.400-401)
İnsânlarla güzel geçinmek istersen, ister dostun ister düşmânın olsun, hepsini güler yüzle karşıla. Herkese karşı zillete düşmeyen bir tevâzû ve kibre varmayan vekâr içinde bulun. Her şeyde ifrât mesmûm olduğu için dâima orta yolu tercih et. Omuz başlarına bakma, sağa sola iltifât etme, halk arasında bulun fakat onlan tarassut etme, meclisde tevâzû ile otur. Parmak çıtlatma, yüzüğünle oynama; sakalını, bıyığını, dişlerini ve burnunu kanştırma, sineklerle oynama. Öksürme, balgam atma, sümkürme, gerek namâzda, gerekse namâz dışında gerinme ve esneme. Sözlerin düzgün, sohbetin irşâd edici olsun. Güzel sözleri dinle, fakat hayranlık gösterme, tekrârını isteme, hikâye ve gülünç yerlerinden sakınmasını bil. Çocuklarından, hizmetçilerinden, şiir ve eserlerinden ve diğer sana âit olan şeylerden bahsetme, süslenmekte kadınlar gibi ifrâta varma, hizmetkârlar gibi pejmürde de olma. Her nevi süste isrâfa varma, dileklerinde isrâr etme, kimseyi zulme teşvik etme, varlığını değil başkalarına âile efrâdına bile bildirme; çünkü az ise onlar seni tahkir eder, çok ise ihtiyâçları tükenmez, almakla başa çıkamazsın. Şiddete varmayacak şekilde onları korkut, zaafa düşmeyecek şekilde onlara yumuşak davran. Hizmetkârların ile şakalaşma, vakârın kaybolur. Mücâdele esnâsında diline sâhip ol, sürçmelerden sakın, acele etme. Getirdiğin delilleri düşün. Ellerin ile işâret edip durma. Sağına soluna ve ardına bakma. Konuşurken diz üstü çökme, daha doğrusu hiddetin teskin olduktan sonra konuş. Genişlik zamânındakl dostlarına kıymet verme, darlık zamânında onlar en büyük düşmânın olur.(www.mevlanatakvimi.com)
Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Hatice (r.anhâ) ile birlikte Hira'da bir ay itikâfta bulunmaya karar vermişti. Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, “Ey Allâh'ın elçisi, selâm sana!” diye bir ses duydu. O (s.a.v.), bu hususta buyurdu ki: “Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim. Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: “Müjde sana ey Muhammed! Bilesin ki selâm hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur.” Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrail ile karşılaştım, kanadının birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm. Eve geldiğimde kapının önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de kendisini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, Mîkâil ile birlikte karşımda durmakta. Ufku tamamen kaplamış vaziyetteydiler. Cebrail aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allâh'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersime çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra bana: “Oku ey Muhammed! Râbbinin adıyla oku!” diye emretti ve beş ayetin sonuna kadar okudu. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; “Es-selâmü aleyke yâ Resûlallâh” diyerek selam veriyordu.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.167)
Kadını erkek ile aynı seviyeye getirme propagandası yapanların İslâm toplumunu bozmaya çalışmaktan başka gayeleri yok. Onlara göre kadın evde hiçbir iş yapmayacak, süslenip püslenip sokağa çıkarak kendini sokakta takdim edecek. Halbuki Allâh (c.c.) tam tersine kadının ziynetlerini gizlemesini emretmektedir. Kadının en büyük ziyneti kendi güzelliğidir ve ilk önce bunu gizlemesi gerekmektedir. Eğer tesettür denilen giyinme tarzı, kadını dışarıdakilere güzel gösteriyorsa o giyinme tarzı tesettür olmaktan çıkar. Cenâb-ı Hâkk, Kur'ân-ı Kerîm'de: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini, cilbablarını giysinler.” Cilbab, kadını baştan ayak topuğuna kadar yekpare olarak örten, sadece göz kısmında incelik olan bir örtüdür. Dışarıdan kadının gözünü de görmüyorsunuz; o, kendisi içeriden yürüyecek kadar görüyor. Yani kadın sadece önünü görebiliyor, yabancı erkekler de sadece giden bir karaltı görüyor. Cilbabın renginin siyah olması gerektiğine dair bir emir yok. Ama Ashab-ı Kiram (r.a.e.), kadının tesettürünü en güzel siyah renk ile sağlanacağını düşünerek genel itibariyle kadınlara siyah cilbab giydirmişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hâkk'ın kitabında beyân buyurduğu cilbab, bir kadının giyebileceği en iyi kıyafettir. O kıyafeti giydiği zaman kadının herhangi bir rahatsızlığa uğraması mümkün değil. O yolun yolcusu olanlara bir sözümüz yok ama diğer insanlar, giden bir karaltının neyini görüp neyine bakacaklar? O siyah karartının nesine gözü takılacak, baksan ne göreceksin? İşte böylece Allâh (c.c.) kadının seks kölesi, ticaret metâı vesaire olmasını engellemiş, ortadan kaldırmıştır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler 5,s.88)
Atilla ÖZDAL MixParty 2025 MART1:14:53 waveform preloader imageAtilla ÖZDAL MixParty 2025 MART by Atilla ÖzdalLike it Add a comment Add a comment on 15.03.2025 7.182 5 1 0 Atilla Özdal Atilla Özdal Social hearthis.at/tdsmix/set/atilla-ozdal/ hearthis.at/atillaozdal Itunes Podcast itunes.apple.com/us/podcast/atill…d1306627233?mt=2 Atilla Özdal Sosyal Medya Hesapları : facebook.com/DjAtillaOzdal twitter.com/atillaozdal instagram.com/atillaozdal
Allâhü Teâlâ şöyle buyuruyor. “Allâh'ın, bir kısmınızı bir kısmınıza onunla faziletli kıldığı şeyi temenni etmeyin...” (Nisa s. 32) Allâhü Teâlâ, herkesin Allâh (c.c.)'un kısmetine, taksimine râzı olmasını emrediyor; aksi hâlde kişi, hasede düşmüş olur. Bu âyetin iniş sebebi olarak zikredilenlerden biri şudur: Allâh (c.c.), mîrasta kadının hissesini erkeğinkinin yarısı kılınca kadınlar, “Biz daha muhtacız, çünkü zayıfız; hâlbuki erkekler, hayatını kazanmaya bizden daha fazla kudret sahibidirler.” dediler. İkinci olarak zikredilen de şudur: Ümmü Seleme (r.anhâ) dedi ki: “Ey Allâh'ın Resûlü! Erkekler cihada gidiyor, biz gitmiyoruz. Hâl böyle iken mirasta, onlara bizim iki katımız veriliyor.” Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Daha sonra da şu âyet nazil oldu: “Erkekler, kadınlar üzerinde kavvamdırlar (kadınların işlerini mübalağa ile görenlerdir). Bu da, Allâh'ın, bir kısmınızı bir kısmınız üzerinde fazîletli kılması ve erkeklerin mallarından infâk etmeleri sebebiyledir. Artık sâliha kadınlar da, Allâh'a itaatkâr olanlar (Allâh'ın hükümlerine cân-ı gönülden razı olanlardır ki miras hukuku da bunlardan biridir.) kadınların, kocalar üzerindeki haklarını korumasına mukabil (karşılık), kocalarının haklarını gıyabında da (arkalarından) koruyanlardır...” (Nisa s. 34) Miras âyetinden sonra şu ayetin gelmesi dikkat çekicidir: “İşte bunlar hudûdullahdır (Allâh'ın çizdiği sınırlardır). Kim ki Allâh ve Resûlü'ne itaat ederse; onları, altlarından nehirler akan cennetlere koyar. Onlar orada ebedîdirler, işte bu büyük bir saadettir (kazançtır). Kim de Allâh ve Resûlü'ne âsî olur (koyduğu bu hükümlere muhalefet ederse) ve O'nun hududuna tecavüz ederse, onu orada ebedî olduğu hâlde cehenneme koyar ve onun için çok büyük (azîm) bir azâb vardır.” (Nisâ s. 13-14) (Misvâk Neşriyât, Hâkk Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, s.277)
Müslüman bir kimsenin sahip olabileceği ana-babalar çeşit çeşittir. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere uygun yaşar ve evlâdına herhangi bir sorun çıkarmaz. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere kısmen uygun yaşar ve evlâdına çeşitli sorunlar ortaya çıkarır. Bir kısmı İslâmi kural ve kâidelere uymaz ama evlâdına sorun da çıkarmaz. Bir kısmı ise hem İslâmi kural ve kâidelere uymaz hem de evlâdına sorun çıkarır. Bu çeşitleri artırmak mümündür. Bunlara karşı takınılacak tutumlar da bu çeşitli durumlara göre değişiklik arzetmektedir. Resûlullâh (s.a.v.) ana babanın helâl dairesi içerisinde istediği her şeyin yerine getirilmesini bizlere emir buyurmuşlardır. Ana babanın istekleri yerine getirilirken Nebi (s.a.v.)'in “Allâh (c.c.)'a isyanda hiçbir mahlûka itaat yoktur.” (İmâm Ahmed) genel kâidesine uygun olarak hareket edilmesi gerekir. Yani İslâm ana-babaya itaati teşvik ederken itaatin sınırını da bu hadis-i şerif ile belirlemiştir. Bu şekilde Cenâb-ı Hâkk'a isyan içeren işler istendiği takdirde ana-babaya itaat gerekmez ve insan bundan mesul olmaz. İslâm'da ana babaya itaatin inceliklerinin kapsamını gösteren bir misâl verilecek olursa şu misâl verilebilir. Müslüman bir kişinin ana-babası başka bir dine mensup olsa ve o kişiden kendisini ibâdethanesine götürmesini istese, kişinin götürme mecburiyeti yoktur. Ama eğer ana babası o ibâdethanede ise ve o kişiden kendisini oradan almasını istiyorsa, onu oradan alma mecburiyeti vardır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.99-100)
29 Mayıs'da Sultan Menmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rek'at namaz kılarak kılıcını kuşanıp ata bindi ve askerlerine; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere itaat ediniz. Yâni tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri eksiksiz icra edip, yaptırınız, îmânınızın verdiği galeyan ile muhârebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz. Zillet geride, şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat tâkib edeceğim” deyip, hücum emrini verdi. Allâhü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan Osmanlı askeri; “Ya cennet! Ya İstanbul!” diyor ve iki yerden başka bir makama gitmek istemiyordu. İslâm mücâhidleri arkadaşlarının yaralanmasına, şehîd olmasına aldırmadan; “Allâh Allâh” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Fethin bir süre gecikmesi üzerine yerinde duramayan Fâtih, Akşemseddîn'i davet etti. Fakat o, taarruz başlamadan önce çadırına girerek rahatsız edilmemesini söylediğinden, kimse çadıra giremedi. Bunun üzerine Sultan kendisi gitti. Çadırın bir kenarından baktığında, Akşemseddîn kuru toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allâhü teâlâya yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdada göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Han da elini açıp; “Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı. Sultan Mehmed Han oradan ayrılıp otağına doğru gelirken, Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli, yeşil sarıklı başka bir ordunun daha hücum ettiğini gördü. Çok geçmeden Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ve oracıkta şehîd edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul'a girmeye başlamışlardı. (Tâc-üt-Tevârih, c.2 s.268)
Türk-İslâm târihinde çok önemli bir yer tutan İstanbul'un fethi, İslâmiyet'le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Arablar, sonra da Türkler İstanbul surları önünde seve seve can verdiler. İstanbul, 1453 senesine kadar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından birçok defa muhasara edildi. Peygamber (s.a.v.)'in; “Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecek tir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir.” hadîs-i şerîfi, bütün Müslümân sultan ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayret lerini harekete geçirdi. Müslümânlar, feth-i mübîni gerçekleştir mek için pek çok teşebbüste bulundular. İslâm âleminde dört halîfe, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İstanbul'un fethine ilk teşebbüs, üçüncü halîfe hazret-i Osman devrinde yapıldı. Emevîler devrinde yapılan muhasarada büyük sahabelerden Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, fetholunamadı. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) bu kuşatma sırasında şehîd olup, İstanbul surları yakınına defnedildi. Onuncu asırda, İslâmiyet'i kabul eden Türkler, büyük şevk ve îmân ile İstanbul'un fethini ulvî bir gâye olarak benimsediler. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'ya yerleşen Türkler, iki sene gibi kısa zamanda Marmara Denizi ve Boğaziçi sahillerini ele geçirerek İstanbul'u tehdîde başladılar. On birinci asrın sonlarında Papa'nın öncülüğünde hıristiyanların mukaddes beldelerini Müslümânlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu'dan atmak için düzenlenen haçlı seferleri İstanbul'un fethini geciktirdi. 1299'da Osman Gâzi'nin kurduğu Osmanlı Devleti pâdişâhları ve askerleri hadîs-i şerîfde müjdelenen ulvî gâyeye ulaşmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gâzi'ye; “İstanbul'u al, gülzâr et.” diyerek vasiyette bulunmuştu, İstanbul'un fethinin ilâhî bir vâd olduğunu bilen Osmanlı sultanları ısrarla bunun üzerinde durdular. (Osmanlı Târihi Kronolojisi, c.1, s.232)
Hz. Osman (r.a.)'in hayatını inceleyen kimse görecektir ki, onun yönetimdeki siyaseti yumuşaklık ve öğüt vermek istikâmetindeydi. Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.e.) döneminde olduğu gibi keskinlik, kesin tavır ve korkutma siyaseti gütmüyordu. Onun bu siyasetinin belirtilerini halife seçildikten sonra yaptığı şu konuşmada görmek mümkündür: “Sizler yok olacak bir dünyadasınız. Ebedîlik ifade eden bir dünyada değilsiniz. Ömrünüzden bir kısmını geçirmiş bulunuyorsunuz. Kalan ömrünüzde gücünüzün yettiği kadar hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Dünya aldanma üzerine kurulmuştur. Şu dünyaya aldanmayınız. Sizden önce geçenlerden ibret alınız. Dünyayı imar edenler ve dünyadan bir takım şeyler elde edenler nerede? Onlar dünya hayatının sonuna gelmediler mi? Yapmanız gerekli olan şeylerden gafil olmayınız. Yoksa o yapmanız gereken şey sizden gafil olmaz. Dünyayı bir kenara atıp âhireti isteyiniz.” Hz. Osman (r.a.) valilerine birer yazı gönderdi. Valilere gönderdiği yazıda şöyle diyordu: “Hz. Allâh (c.c.) yarattıklarını hak üzere yarattı. O, haktan başkasını kabul etmez. Aman ha! Emânete dikkat ediniz. Emâneti koruyanlardan olunuz. Emâneti ortadan kaldıran ilk siz olmayınız. Siz bu yolu tutunuz ki sizden sonra gelip bu yolu tutanlarla ortak olasınız. Aman ha! Vefâlı olunuz. Yetime ve İslâm devleti ile antlaşması olana zulmetmeyiniz. Çünkü Hz. Allâh (c.c.) bunlara zulmedenlerin hasmıdır. Hz. Allâh (c.c.) yöneticilere yönettiklerini gütmekte ve onlardan vergi almakta hırslı olmamakla emretmiştir. Tutulacak en adaletli yol, müslümanların işlerini dikkatle yerine getirip onlara haklarını vererek, görevlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Sonra zimmet ehli olanların işlerine de dikkat edip onlara da hakları olanı vermek, görevleri olan şeyleri yapmalarını sağlamaktır.” (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.89-90)
Güvenilir râvilerin birbirinden nakledegeldikleri Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in sohbetleri, konuşmaları, hitâbeleri, duâları, kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları, yaptığı antlaşmalarda kullandığı ifâdeleri bir başkasıyla kıyaslanamayacak kadar mükemmeldir. Allâh'ın Elçisi (s.a.v.) düzgün konuşup, etkili ve yerinde söz söyleme hususunda erişilemez bir konuma sahiptir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in seviyesine erişilemez, ayarına ulaşılamaz bazı altın sözlerinden birisi şudur: “Mü'min, bir yılan deliğinden iki defa sokulmaz.” Hadisin sebeb-i vürûdu şöyledir: Mekkeli müşrik şâir Ebû Azze, Bedir Gazvesi'nde esir alınınca, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e: “Sen de bilirsin ki, benim fidye verecek malım yok, çocuklarım ise pek çok. Şâyet beni serbest bırakırsan, söz veriyorum, artık aleyhinde bulunmayacağım.” diye yalvardı. Resûlullah (s.a.v.) de kendisini serbest bıraktı. Fakat Ebû Azze sözünde durmadı ve ertesi yıl Uhud Gazvesi'ne katıldı; müşrikleri müslümanlarla savaşmaya teşvik eden şiirler söyledi. Müslümanlara yine esir düşünce, bağışlanması için dil dökmeye başladı, Ama Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ona bu hikmetli hadisi söyleyerek boynunu vurdurdu. Peygamberimiz (s.a.v.)'in insanlığın ilerlemesi için tek başına kafi gelecek muhtevada olan “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisi gibi daha nice hadîs-i şerîfi vardır ki, onlara dikkatle bakanlar, ince hikmetler ihtivâ etmediği sanılan bazı sözleri üzerinde düşünenler derin bir hayranlık duyar. Peygamberler Sultanı (s.a.v.)'e arkadaşları: “Bu kadar edip arasında biz senden daha düzgün konuşan birini görmedik.” dedikleri zaman onlara şöyle buyurmuştu: “Kur'an, açık ve anlaşılır bir Arapça olan benim dilimde inmişken, niçin düzgün konuşmayacakmışım?” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.194-195)
Modern yaşam bizden ne aldı ne götürdü dersek buna cevabın en somut haliyle hayatımızın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Modernizm müslüman yaşamında ikili bir dünya oluşturdu. Dînî hayat bireysel kabullere indirgendi, cemiyet hayatı ise zinhar dini her türlü argümandan soyutlanarak seküler bir dile itildi. Bu kabulün müslüman algısı ile uzaktan ya da yakından bir irtibatı olamaz. Çünkü bir müslüman için hem din hem de cemiyet hayatı vazgeçilmez, girift, birbirinden bağımsız olmayan bir hukuka sahiptir. Mahir İz merhum da bu gerçekten hareketle, cemiyet hayatında rolü pasifize edilmeye çalışılan din algısına karşı müslüman duruşunu sergilemeye çalışmıştır. Bir gün Mahir İz'e sorulmuş kuvvetli hafızanın formülü. Demiş ki: “Evlâdım, biz Osmanlı mektebindeydik. Bize ilk gün yolda yürüme kaidesini öğrettiler.” Yolda yürüme kaidesi de “pabuç ucu” kaidesi imiş: “Nazar ber kadem” Gözünü, zihnini gereksiz şeylerle meşgul etmemek adına pabuçlarının ucuna bakarak yürüyen ve adımlarını, gözlerini, gönüllerini güzel kılan insanların hafızası da elbette güzel olacaktı. Talebelerinin hafızasının zaaflığını “nazar bertaraf” olarak tarif eden Mahir İz, gözün mâlâyâni işlerle meşgul olmasını, hafıza zafiyetinin sebebi sayardı. Mezar taşları okumayı iyi görmemek de bu derdin ürünü esasında, gözü mâlâyâni işlerle meşgul etmemek... O dönemde mezar taşları okumak mâlâyâni iş görülürmüş. Bizim şu dönemimizde ne kadar mâlâyâni işle iştigâl ettiğimiz gerçeğini lütfen sorgulayalım. İMAM-I AZAM (R.A.)'İN HIFZ-EZBER DUÂSI İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) hazretlerinin hıfz-ezber yapmak ve hafızayı kuvvetlendirmek için okumaya devam ettiği duâ: “Allâhümme'r-züknî fehme'n-nebiyyin ve hıfze'lmürselin ve ilhâme'l-melâiketi'l-mukarrebin, ya Ekreme'lekremin ve ya Erhâme'r-rahimin” (www.dunyabizim.com)
İslâm biliminin altın çağının en büyük beyinlerinden biri matematikçi, astronom, hekim, fizikçi ve “Optiğin Babası” İbnü'l-Heysem'dir. Tam adı Ebû Ali el-Hasan İbnü'l Hasan'dir. Orta çağ Avrupa'sında al-Hazen ya da al-Hacen olarak bilinir. 965'te Basra'da doğmuştur. 1039 ya da 1040 tarihinde Kahire'de ölmüştür. Arap bilim adamı İbnü'l-Heysem'in çalışmaları, optikte yavaş yavaş orta çağ Avrupa'sına yayılacak bir devrimi temsil ediyordu. Ancak daha da önemlisi, o zamandan beri bilim adamları tarafından uygulanan deneysel yöntemin doğuşunu temsil ediyorlardı. Onun çalışmaları en çok optik, matematik ve astronomi alanlarına katkı sağlamıştır. Mükemmel bir astronom, matematikçi ve doktor olmasının yanı sıra Galen ve Aristoteles'in çalışmaları üzerine en iyi yorumculardan biri olarak anılmaktadır. Öklid ve Batlamyus'un “matematiksel” yaklaşımını ve doğa bilimcilerin fiziksel doktrinini birleştirmesi gerektiğine inanıyordu. Birkaç yüzyıl sonra İbnü'l-Heysem'in “Kitab elMenazır” öncülüğünde geometrik optiğe ilgi dalgası, gökkuşağının temel problemi için gerçek ve nihai başarıya götürdü. Bu alanda zamanın birçok otoritesinden biri olmasına rağmen, İbnü'l-Heysem en büyük etkiye sahipti. Bacon sürekli olarak onun isminden bahsetti, Pecham ve Witelo bilinçli olarak ana optik çalışmalarını İbnü'lHeysem'in perspektifinden sonra modelledi ve genişletti. İbnü'l-Heysem'in vizyon teorisinin ana şemalarının yanı sıra yansıma ve kırılma yoluyla daha soyut görüntü oluşum geometrisinin ve birçok küçük detayın bu konuda Bacon, Pecham ve Witelo optiğiyle hemfikir olduğu gerçektir. İbnü'l Heysem'in teorisi kapsamlı ve sistematikti. (Melek Ademi, İbnü'l-Heysem'in Gökkuşağı ve Hâle Risalesinin Eılhard Wıedemann'ın Tercümesi Üzerinden İncelenmesi, s.18-25)
Ey hakikati arayan kişi! Bilmelisin ki İslâm dininin iki yönü vardır: 1.Yasaklardan, kalb, beden ve şehvetle ilgili günâhlardan kaçınmak. 2.İyilikleri, sevap, iyi, güzel işleri yapmak... Günâhlardan kaçınmak iyilikleri yapmaktan daha zordur. Zor olduğu için de haramlardan kaçınmanın sevâbı iyilikleri yapmaktan daha çoktur. İyilikleri herkes yapabilir. Ama yasaklardan sadece Allâh (c.c.)'un sâlih kulları korunabilir. Kalbe gelen kötü düşüncelerden, beslenmekte yani yeyip-içmekte harama düşmekten ve cinsî konularda günâha düşmekten korunabilenler ancak sâlihlerdir. Onun için sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: “Gerçek muhacir kötülüklerden hicret eden, onları terk edendir. Gerçek mücâhid ise nefsinin hevâsıyla cihat eden, kötü isteklerini yapmamak için nefsiyle mücadele edendir.” Bu kimseler şehvet, yeyipiçmek ve harama bakmakla ilgili günâhlardan kendilerini koruyup sevâplara koşanlardır. Bir hadis-i şerif'te: “Gerçek mücâhit, nefsiyle (nefs-i emmâresiyle) cihat edendir.” (Tirmizî) buyrulmuştur. Bütün cihatların başı, kişinin bütün kötülükleri emreden kendi nefsiyle cihat etmesi, onun kötü isteklerini reddedip tâatı, Allâh (c.c.)'a ibâdeti tercih edebilmesidir. Bunu beceremeyenlerin maddî düşmanla cihat etmeleri de mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Haccı'nda şöyle buyurmuşlardır: “Size mü'minin kim olduğunu haber vereyim mi? Mü'min, canlarına ve mallarına zarar vermeyeceğinden insanların emin olduğu kimsedir. Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir. Mücâhit, tâat ve ibâdet yolunda nefsini zorlayan, o yolda gayret gösteren kimsedir. Muhacir, hata ve günâhları terk eden kimsedir.” (Huccetül İslâm İmâm Gazâlî (r.âleyh), Nasıl İyi Bir Kul Olunur?, s.276-278)
Yavuz Sultan Selim Hân'ın zamanında Anadolu ve Rumeli kazâskeri olan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi'nin şiîler hakkında verdiği fetvâ şöyledir: “Hüvelmu'în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allâhü Teâlâ'ya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed (s.a.v.) ve O (s.a.v.)'in âl'ine ve Ashâbı (r.a.e.)'e salât ü selâm olsun. Ey müslümânlar! Biliniz ve anlayınız ki, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) düşmanı râfızîlerin reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail'dir. Onlar, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yolunu ve sünnet-i seniyyesini beğenmezler. Kur'ân-ı Kerîm ile alay ederler. Allâhü Teâlâ'nın haramdır buyurduğuna helâldir derler. Kur'ân-ı Kerîm'i ve diğer dîn kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerine ve sâlih müslümânlara ihânet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail'i ilâh yerine koyup secde ederler. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)'e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in hanımı Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet'i yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm'a aykırı daha pek çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetvâ verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dînlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunların boğazladıkları ve avladıkları; okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır. Netice olarak, Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.) düşmanı olan bu râfızîler; hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd ehlidirler. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, müslümânlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn.” (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi)
11. Hayızlı veya lohusa bir kadın farz, vacip, sünnet, nafile hiçbir namaz kılamaz, tilâvet veya şükür secdesi yapamaz. Bunların edâlarını yapması gerekmediği gibi, daha sonra kazâlarını da yapması gerekmez. Buna rağmen vakit girdiği zaman abdest alıp namazını edâ edebileceği kadar oturup tesbih ve duâ ile meşgul olması müstehâptır. 12. Farz veya nafile hiçbir oruç tutamaz. Farz olan orucu daha sonra kazâ etmesi gerekir. Gündüz vaktinde bir an dahi kan görecek olsa, velev ki akşam vakti girmeden az önce görmüş olsun, tutmuş olduğu oruç fasit olacaktır. Tutmuş olduğu bu oruç nafile olsa bile daha sonra onu kazâ etmesi gerekir. Çünkü nafile oruca başlamasıyla birlikte onu tamamlamak üzerine vacip olmuştur. Sünnet veya nafile namaz hakkında da hüküm böyledir. Farz namaza başladığı anda hayız olsa daha sonra onu kazâ etmez. Zira farz namaz başlamakla değil, Allâhü Teâlâ'nın farz kılmasıyla gerekli olmuştur. 13. Belirli bir günü oruç tutmayı ya da o günde iki rekât namaz kılmayı nezreden (adayan) bir kadın, o gün hayız olacak olsa daha sonra kazâ etmesi gerekir. 14. Kabirleri ziyaret etmesi caizdir. 15. Kâbe'yi tavâf edemez. 16. Günümüzde sa'y yapılan alana (Safâ-Merve arasına) giremez. Zira önceki fakihler, mescit dışında olduğu için bu alana girebileceğini söylemişlerdir. Fakat günümüzde bu yer mescide ilhâk olmuştur. 17. Hayız veya nifas kanı kesildikten sonra gusül alması vaciptir. Gusül alma imkânı yoksa teyemmüm alması vaciptir. Anlatılan bu hükümlerde hayız gören kadınla lohusa olan kadın arasında herhangi bir fark yoktur. (Suâlli-Cevâplı İslâm Fıkhı, c.1, s.350-351)
1. Kur'an okuma niyetiyle bir âyetten daha az olsa da tilâvet yapamaz. Fakat Kur'an okumayı kastetmediği durumlarda, duâ niyetiyle kısa âyetleri veya şükretmek içi “elhâmdülillâh” bir işe bereketle başlamak için “bismillâh” diyebilir. Bu şekilde bir âyetten daha az miktarda Kur'an lafızlarını söylemek mekruh değildir. Uzun âyet okumak ise caiz değildir. 2. Kur'an öğreten hayızlı kadın, Kur'an-ı Kerim'i her iki kelime arasını ayırarak, kelime kelime okuyabilir. Bitiştirerek okuyamaz. 3. Kunut duâlarını ve sair duâları okuması, Kur'an-ı Kerim'e bakması mekruh değildir. 4. Zaruret halinin dışında mescide giremez. Mescit dışında cenaze namazı kılınan yerlere girmesinde bir beis yoktur. 5. Üzerine tam bir âyet yazılı olan herhangi bir şeye tutamaz. Yine tefsir, fıkıh, hadis kitaplarını tutamaz. Çünkü onların içinde muhakkâk âyet bulunur. 6. Kur'an-ı Kerim'in bitişik olan cildine veya sayfalarının kenarındaki boş yerlerine tutamaz. Zira Kur'an denildiğinde tümü anlaşılır ve Kur'an-ı Kerim'e daha saygılı olmanın da gereğidir. 7. İçerisinde Kur'an olan, çanta, kılıf gibi Mushaf'a bitişik olmayan şeylere tutabilir, taşıyabilir. 8. Elbisesinin yeni yani kol ağzı ile Kur'an'a tutabileceğini söyleyenler olmuşsa da, kol ağzı kişiye bitişik olduğu için onunla Mushaf'a dokunamaz diyenlerin görüşü daha evlâ ve Kur'an-ı Kerim'e karşı daha bir hürmettir. 9. Kur'an-ı Kerim âyetlerini yazmasında ihtilâf vardır. İbnu'l-Hümam (r.âleyh) “bir beis yoktur” demiştir. Çünkü kalem munfasıl bir vasıtadır. Fakat el-Birgivî, Tuhfetu'l-Fukaha sahibi Alâuddin es-Semerkandî (r.âleyh) ve birçoklarının tercihine göre yazamaz. 10. Kocasıyla cinsi münasebette bulunamaz. (Suâlli-Cevâplı İslâm Fıkhı, c.1, s.351-352)
İmam Şafii (r.âleyh) şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.)'in, hadislerini dinlemeye, ezberlemeye ve başkalarına anlatmaya teşvik etmesi, sünnetin dinde delil oluşturmasını vurgulamaktan başka bir şey değildir. Zira hadisler; tutulması gereken helâlleri, kaçınılması gereken haramları, tatbik edilecek hadlerin (cezaların) kimlere uygulanacağını, alınacak veya verilecek bir malın düzenlenmesini içermekte ve ahiret ile dünya için öğütler vermektedir.” İmâm Beyhakî (r.âleyh), Ebu Rafi (r.a.)'dan nakletti ki; Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizden herhangi birisine, koltuğuna yaslanmış bir şekilde iken benim emretmiş olduğum veya nehyetmiş olduğum bir hadisim getirildiğinde: “Bilmiyorum. Biz onu Allâh (c.c.)'un kitabında bulamadık ki tabi olalım'' der bir vaziyette rastlamayayım.” İmâm Beyhaki (r.âleyh), nakletti: Mikdam dedi ki: “Resûlullâh (s.a.v.) Hayber günü bazı şeyleri haram kıldı. Onlar ehli eşek ve diğer bazı şeylerdir.” Sonra Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Korkarım ki koltuğuna yaslanmış rahat bir şekilde oturan bir adama benim bir hadisim nakledilir de o kişinin “Benimle sizin aranızda Allâh (c.c.)'ın kitabı vardır. Biz ancak O'ndan helal bulduğumuzu helal kabul ederiz” diyeceği zaman yaklaşmıştır. Dikkat edin! Resûlullâh (s.a.v.)'in haram kılması da Allâhü Teâlâ'nın haram kılması gibidir.” Beyhaki dedi ki: “Bu hadis, Resûlullâh (s.a.v.)'den sonra hadisleri kabul etmeyen, inkâr eden kişilerin olacağını haber vermektedir. Bu haberin doğruluğu şu zamanda gerçekleşmiştir.” (İmâm Suyutî, Akidede Sünnetin Yeri, s.14-16)
Talha b. Ubeydullah, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in kabilesi olan Temimoğulları kabilesindendir. Talha kelimesinin sözlük anlamı kerem sahibi olmaktır. Talha b. Ubeydullah (r.a.) o kadar ikrâm etmekle meşhur olmuştu ki ikrâm etmek mânâsına olan “Talha” kendisine ad ve lakap olmuştur. Kubeysa b. Câbir (r.a.) onun keremi hakkında şöyle diyor: “Talha b. Ubeydullah ile bir süre beraber oldum. Kendisinden istekte bulunulmadığı halde Talha'dan başka bol bol veren bir başkasını görmedim.” Fakir bir adam, Hz. Talha (r.a.)'e gelerek akrabası olduğunu söyledi. Talha (r.a.) ona şöyle dedi: “Senden önce böyle bir akrabalıktan söz eden olmadı. Ben böyle bir akrabalık bilmiyorum. Bununla beraber bir arazim var. Hz. Osman (r.a.) bu araziye fiyat olarak 300.000 dirhem verdi. Dilersen araziyi al; dilersen Hz. Osman (r.a.)'a git parasını al.” Bir keresinde Hz. Talha çok değerli bir pelerin giymişti. Talha (r.a.) bir an için pelerinini çıkararak yanı başına koymuştu. Bir adam yerinden fırlayarak pelerini kaptığı gibi gitti. Bazı kimseler adamın peşine düşerek pelerini getirdiler. Fakat Talha (r.a.) adama pelerini hediye ederek şöyle dedi: “Bir kimse benden bir şey umar da ben o adamın ümidini boşa çıkarırsam Râbbimin huzurunda utanırım.” Hz. Talha, Temimoğulları'ndan kim varsa, hepsinin ihtiyacını karşılardı. Bu kabilenin dullarını evlendirir, borçlarını öder, ihtiyaçlarını giderirdi. Talha (r.a.) bir keresinde ihtiyaç duymadığı bir arazisini satmıştı. Arazi karşılığında aldığı para gerçekten çok bir para idi. Bunun üzerine: “Bir adam yanında bu para dururken geceler, lâkin başına Allâh (c.c.)'dan ne geleceğini bilmez. Böyle bir adam, ahmaktır” diyerek muhtaçlara bu parayı dağıtmaya başladı. Gece yarısı olduğu zaman Hz. Talha (r.a.)'in elinde bu paradan bir şey kalmadı. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Cennetle Müjdelenen On Sahâbî, s.138-139)
We learn about the Native communities who lived, and still live along Maryland's Eastern Shore. Drew Shuptar-Rayvis a citizen and ambassador of the Pocomoke Indian Nation, paints a picture of their traditions and ways of life, drawing on collected oral histories. Links: Mayaisuwàk (They Speak in One Voice): The Oral History and History of Place of Maryland's Eastern Shore Tribal Communities and Remnant Descendants virtual lunch and learn, Maryland Archives Mayis Indigenous Records Guide.Do you have a question or comment about a show or a story idea to pitch? Contact On the Record at: Senior Supervising Producer, Maureen Harvie she/her/hers mharvie@wypr.org 410-235-1903 Senior Producer, Melissa Gerr she/her/hers mgerr@wypr.org 410-235-1157 Producer Sam Bermas-Dawes he/him/his sbdawes@wypr.org 410-235-1472
Ingrid sits down with Zenia to vent, rant and sip some tea. Her mans has an only fans? May Is mental health awareness month, discussing shitty friendships and catching the ick. Enjoy!
Pandemiyle geçen iki yılın ardından 1 Mayıs İşçi Bayramı alanlarda kutlandı. Alanlarda adalet çağrıları yapıldı, Gezi davasında tutuklanan hak savunucularının mesajları okundu. Ekonomide kötü haberler devam ediyor. İstanbul'un enflasyonu yüzde 80'e dayandı. Elma ve salatalıkta üretici ile market arasındaki fiyat farkı yüzde 400'ün üzerine çıktı. Biraya da zam geliyor. Dünya iklim krizinin yol açacağı pandemileri konuşuyor.