POPULARITY
Uzun bir zamandır fasilitasyon konusunda bir bölüm daha kaydetmek istiyordum. En son dört yıl önce Fasilitasyon 101 diye bir bölüm yayınlamıştım, yaptığım bir webinarın kaydını paylaşmıştım. Aradan epey zaman geçti ben de daha çok tecrübe kazandım bu sürede. Geçende kütüphanemi düzenlerken geçen yıl yayınlanan “This is not the way” adlı kitabı hatırladım. Kitabı benim fasilitasyona tutulmama vesile olan (2008 yılında tanıştığım) Andy Reid yazmıştı. Hatta podcastimin de ikinci konuğuydu Andy, neredeyse bundan 6 yıl önce. Bu bölümde önce onun kitap hakkında verdiği bir söyleşiyi ardından kitabın çok genel bir özetini paylaşacağım. Benim fasiltasyon hikayem yine başka bir bölüme kalıyor, bilmiyorum belki ben de bir kitap yazarım.Support the show
John Lennon:"Hayat;sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir " diyordu.Sen ne kadar plan yaparsan yap hayatın sana hazırladığı planları bozamazsın."Bu bölüm, bir dönüşün hikâyesi.Uzun bir aradan sonra yeniden “merhaba” dediğim, yaşadıklarımı biraz sessizlikle, biraz düşünerek, biraz da yeni keşiflerle geçirdiğim bir sürecin ardından mikrofon başındayım.Hayatın getirdikleriyle durduğum yerde, şimdi yeniden başlıyorum.Bu bölümde hem neden ara verdiğimden, hem de bundan sonra neleri paylaşmak istediğimden bahsediyorum.Hoş geldin. Yeniden.Fikirlerini duymayı çok isterim:me@sercansolmaz.com
Bundan tam otuz yıl önce bugün yine bu gazetenin sayfalarından birinde ‘Otuz yılıncı gün' başlıklı bir yazı yazmıştım. Aradan uzun yıllar geçti ve bugün altmış yılıncı gün… Sizler bu yazıyı okurken ben altmış yaşımdan gün almış olacağım. Bu altmış yılın yarıdan fazlasını burada sizlerle söyleşerek geçirdim. Yazdıklarımı en baştan beri okuyanlar oldu, bir süre takılıp bırakanlar oldu, arada bir göz atanlar oldu. Bu yol arkadaşlığı için bir tek kere dahi olsa yolu bu sütuna düşenlere müteşekkirim, sizlerle söyleşebilmek, dertleşebilmek, bir şeyleri paylaşabilmek hayatımın en büyük ayrıcalığıydı, Allah eksikliğinizi hissettirmesin.
Türk siyasi tarihinin en tartışmalı olaylarından biri olan “Güneş Motel” skandalı, milletvekili transferleriyle iktidarın değiştiği bir dönüm noktasıydı. Aradan geçen onlarca yıla rağmen, bugün CHP kurultayında dönen şaibe iddiaları, akıllara aynı kirli oyunların farklı aktörlerle mi sahnelendiği sorusunu getiriyor. Güneş Motel'den günümüze siyasette ne değişti? Ecevit'le başlayan pazarlık Özgür Özel'le devam mı ediyor? Cevabı bu videoyu izledikten sonra siz verin.
“Amerika Sen Busun” şiirimi yazalı yirmi yıla yakın oluyor. O şiiri yazdığım dönemde iki temel kanayan yarası vardı dünya Müslümanlarının. Biri Afganistan, diğeri de Irak. Aradan geçen yirmi yılda Afganistan ve Irak büyük oranda “bağımsız ve regüle” iki devlet haline geldi. Yine aradan geçen yirmi yılda Suriye'de çok büyük bir iç savaş oldu ve bitti. Libya bir iç savaş atlattı, Yemen'de iç savaş durumu sürüyor, Doğu Türkistan'daki zulüm konusunda değişen hiçbir şey olmadı ve Gazze, iki büyük soykırım girişiminin üstesinden geldi. Türkiye ise tabiri caizse badire üzerine badire atlattı ama şükürler olsun ki bütün badirelerden çıkmayı başardı.
Eski zamanlarda iki oğlu olan bir Han yaşarmış. Bir süre sonra Han'ın karısı ölmüş. Aradan bir zaman geçmiş ki Han başka birisiyle evlenmiş. Ne var ki, yeni Hanım Han'ın küçük oğlu Metin'i hiç sevmezmiş. Ondan kurtulmak için bir plan yapmış. Bir gün Han'ın büyük oğlu Mete avdayken Hanım Han'a gidip küçük oğlan Metin'in kendisini dövdüğünü söylemiş. Han bunun üzerine en güvendiği iki muhafızını çağırıp Metin'i saraydan uzak bir yere götürmelerini ve orada öldürmelerini emretmiş. Fakat onları Metin'e hiçbir şey belli etmemeleri konusunda da tembihlemiş. Ertesi gün Metin ve iki muhafız uzaklara doğru yola çıkmışlar...
Evvel zamanın birinde bir kadı yaşarmış. Kadı Ömer'in Murat adında soylu ve varlıklı bir arkadaşı varmış. Hayat bu ya, Murat'ın tüm mal varlığını kaybettiği ve yoksul düştüğü haberi gelmiş. Aradan aylar, yıllar geçmiş. Bir gün Kadı Ömer yolda Murat'a rastlamış. Murat O'nu evine davet etmiş ve başından geçenleri anlatmış. Babasının ölümünden sonra her şeyini kaybettiğini ve çok yoksulluk çektiğini söylemiş. Ne yapıp ederim diye bir gece düşünüp dururken uykuya dalmış ve bir rüya görmüş. Yaşlı bir adam rüyasından ona Mısır'a gitmeden zenginliğine tekrar kavuşamayacağını söylemiş. O da sabah uyanır uyanmaz Mısır'a doğru yola koyulmuş...
Katrina Kasırgası Kasırgalar en büyük doğal afetlerden biridir. Daha çok okyanusların üzerinde oluşan kasırgalar, hızı saatte 100-150 km'ye kadar çıkabilen şiddetli rüzgârlardır. Döne döne gökyüzüne doğru yükseldiklerinden genellikle hortuma sebep olurlar ve çevrelerine büyük zarar verirler. Kasırgalar dünyanın değişik bölgelerinde farklı isimler verilerek tanınır. Örneğin Büyük Okyanus kıyılarındakilere tayfun; Meksika Körfezi kıyılarındakilere hurikeyn; Latin Amerika kıyılarındakine tornado yani hortum adı verilir. Amerika tarihinin en şiddetli kasırgalarından biri olan Katrina Kasırgası, ülkede büyük bir felakete neden oldu. Mississippi, Louisiana ve Alabama eyaletlerinde binlerce ev rüzgârın ve selin etkisiyle sular altında kaldı. Halk çaresiz şehirleri terk etti. Aradan günler geçmesine rağmen felakette olduğu gibi Katrina Kasırgası'nın da acı bilançosu ortaya çıkmaya başladı. ABD'yi âdeta aciz bırakan kasırganın maddi ve manevi zararları insanı tüyler ürpertecek derecedeydi. 2005 yılında meydana gelen bu kasırga 108 milyar dolarlık maddi kayba sebep oldu. Katrina, 233.000 km²'lik bir bölgeye yani Türkiye'nin üçte biri kadar bir alana felaket getirirken New Orleans şehrinin beşte dördü sular altında kaldı. Saatte 300 km hıza kadar ulaşan rüzgârlar şehre "yıkıcı kız" anlamına gelen Katrina Kasırgası'ndan yaklaşık 1 milyon 800 bin kişi elektriksiz kaldı. Şehirde açık ve salgın hastalıklar başgösterdi. Kasırganın etkisiyle birçok okul ve çok sayıda işyeri kapandı.
It's Tuesday, October 8th, A.D. 2024. This is The Worldview in 5 Minutes heard on 125 radio stations and at www.TheWorldview.com. I'm Adam McManus. (Adam@TheWorldview.com) By Kevin Swanson and Adam McManus Gutsy Australian pastor won't bow knee to Aborigine pagan religion An Australian pastor is facing charges in Queensland State for opposing Australia's “Welcome to Country” ceremonies, based in Aborigine pagan religion. On the basis of biblical law, Dave Pellowe, pastor and founder of Church and State Ministries cited Psalm 24, and claimed that “the Earth is the Lord's and the fulness thereof” in opposition to the claims of the Aboriginal traditional religions and rituals. Pastor Pellowe said, “[Welcome to Country rituals] are religious rituals which Christians in particular should have no part of. And under a democratic, allegedly secular and pluralistic society, it should also be something that the taxpayer doesn't fund and the government doesn't impose. It's the duty of Christians to preach the truth and the Gospel and to not mix Christianity with false religion, such as the Aboriginal traditional religion, which is bearing all the hallmarks of paganism's inherently false beliefs.” Dave is now facing ongoing inquisitions from the Queensland Human Rights Commission. New Russian law bans adoptions to pro-trans countries By a vote of 397 to 1, Russia's parliament voted last week to ban all adoptions to persons living in countries allowing homosexual faux-marriage and or gender reassignment. South China News reports that Russia has 358,000 children in orphanages, or what they call care homes, and only 6 were adopted to foreign citizens last year. China also announced last week they are halting all adoptions to foreign nations. U.S. families have adopted 82,674 children from China over the last few decades. Iranian & North Korean underground nuclear tests causing earthquakes Seismic activity which may have been an underground nuclear test was detected late Saturday night near the city of Aradan, Iran. The U.S. Geological Survey detected an earthquake at 4.6 on the Richter scale, but noted the absence of seismic compression waves, which typically accompany natural earthquakes. A nuclear test is distinguished by a sharp peak in intensity at the very beginning as well as the absence of “aftershocks” and preliminary tremors. North Korean underground tests have produced earthquakes anywhere from 4.2 to 6.3 on the Richter scale. Fools run amuck in England Psalm 14:1 says, “The fool has said in his heart, there is no God.” There are more adherents to the religion of Atheism in England than those who would acknowledge Theism. The study conducted by a research team at Queen's University, Belfast, found that atheists increased from 35.2% to 42.9% of the population between 2008 and 2018. The study found that the influence of parents appears to be the largest factor that contributes to a child adhering to a theist faith. One year anniversary of Hamas attack on Israel Yesterday marked the one-year anniversary since the October 7th Hamas attack on Israel. Palestine's economy has dropped off from $4 billion to $2.57 billion since the war started, reports Reuters. The loss of life has been extensive, although the numbers of war dead are usually debatable. Israel reports 1,200 people killed in the war, including about 800 civilians, 346 Israel Defense Forces soldiers and 66 police officers. 97 Israeli hostages are still held in Gaza, And, the Palestinians claim over 40,000 of their own killed in the war. Amos 3:6 asks the question: “Is a trumpet blown in a city, and the people are not afraid? Does disaster come to a city, unless the LORD has done it?” Hurricane Milton more powerful than Hurricane Helene Hurricane Milton is barreling towards Tampa, Florida and Florida's Gulf Coast — possibly packing a punch of a Level 5 hurricane with wind strength upwards of 180 mph. The storm is expected to make landfall by tomorrow afternoon, reports NBC News. In fact, the forecast for ocean surge in Tampa Bay is up to 15 feet if the peak surge coincides with high tide. Milton arrives just as America is emerging from the devastation of Hurricane Helene which could be the costliest hurricane in recent history. AccuWeather has increased its estimate of the total damage and economic loss of Hurricane Helene to be between $225 billion and $250 billion. It was the deadliest hurricane on American soil since Hurricane Katrina in 2005. Conditions in western North Carolina are still dire. For example, the City of Asheville's water supply system was totally destroyed as water mains and pipes were swept away in the floods. How one Baptist church in North Carolina is helping hurricane victims And finally, the devastation of Hurricane Helene has been matched by the kindness of neighbors. I talked with Scott Brown, President of Church and Family Life and the pastor at Hope Baptist Church in Wake Forest, North Carolina, outside Raleigh. He began getting flooded with calls and texts from pastors at like-minded Evangelical reformed churches affected by Hurricane Helene. BROWN: “There's a church that's near us in Wake Forest that got stranded in a place called Burnsville. They couldn't get out, and they needed some people to come and pick up the women and children. So, the men, you know, would stay with their cars until they could get the cars out. So, we sent several vans up to go pick up these people that were stranded.” He explained what drew them to Spruce Pine, a four-and-a-half-hour drive away from Wake Forest, with a population of 2,175, in Western North Carolina. BROWN: “My fellow pastor, Trent Moody, grew up in Spruce Pine, so he knew people here. We wanted to go try to help people that we knew really had needs. And Trent came up to the place he grew up and started knocking on doors and we're up here.” He described the conditions. BROWN: “You can't imagine how much mud, how many trees, how much destruction is everywhere. I've never seen so many power lines just laying on the roads.” Their crew of eight young men from Hope Baptist Church got busy with four chain saws to clear away the downed trees. They helped one lady yesterday by the name of Mrs. Mace. BROWN: “Today we were at this woman's house that he found whose roof was damaged. There are trees all over the place. Tree hit her house. This old woman living all by herself. Husband died two years ago. “She's kind of like an Appalachian Memaw, you know. Just this very funny, strong woman. But she needed a lot of help. I mean, massive trees all around her house that we spent the day with chainsaws today. We'll be repairing her house tomorrow.” Scott Brown described what the real need is right now. BROWN: “The big need right now is cleanup -- chainsaws, bobcats, cleaning supplies, mold remediation. The mud factor in the lowlands is just unbelievable.” When I asked him if he had seen any personnel from the Federal Emergency Management Agency known as FEMA which appears to be missing in action, he revealed this. BROWN: “We haven't seen FEMA around in these mountain areas at all. It's pretty much people from all over the country bringing supplies, and also people within the community just helping each other. That's really all we've seen. I can't testify to what FEMA is doing anywhere else. We're in the rural areas. We're dealing with mountain people.” He underscored the generosity of the body of Christ. BROWN: “Isaiah 32:8 says, ‘The generous man devises generosity,' and that's what we've really seen with the American people. The overflowing outpouring of resources toward this area is just fantastic. The fire departments, the churches, they don't even know how to store what's been brought up here because of the generosity of the American people.” In the midst of the loss, the mountain people of North Carolina have expressed their gratitude. BROWN: “Extremely thankful people, even in the midst of many of them, have lost everything. It's astounding.” Hope Baptist Church plans to continue to send teams of volunteers into the Noth Carolinian mountains. If you would like to help provide the funds to pay for more chain saws, plywood, dry wall, and shingles, go to ChurchAndFamilyLife.com/donate . Look for the Hurricane Relief pink-shaded box on that website page to make a donation. Close And that's The Worldview on this Tuesday, October 8th, in the year of our Lord 2024, the 48th birthday of my beautiful bride Amy. You can read our love story at AdamsWedding.net. Subscribe by Amazon Music or by iTunes or email to our unique Christian newscast at www.TheWorldview.com. Or get the Generations app through Google Play or The App Store. I'm Adam McManus (Adam@TheWorldview.com). Seize the day for Jesus Christ.
Çok eskilerde bir padişah ile kızı varmış. Padişah'ın kızı çok iyi at biner, çok iyi koşarmış. Prenses bir gün evlenmeye karar vermiş. Lakin bir şartı varmış. Evleneceği kişi çok zengin olacak ama tüm serveti bir mendilin içine de sığacakmış. Bunu haber alan şehzadeler ve prenseler saraya gelmişler ve mendillerini Prenses'in önünde açmışlar. Mendillerin içinden neler mi çıkmış. Tapular, altınlar, mücevherler... Ancak Prenses bunların hiçbirinden etkilenmemiş. Çünkü bu mal mülkün hepsi bir gün bitebilirmiş. Gerçek zenginlik ne yazık ki hiçbir talibinde yokmuş Prenses'i. O da tüm taliplerini geri çevirmiş. Aradan günler, aylar geçmiş. Bir gün saraya bir delikanlı gelmiş. Prenses ile evlenmek istediğini ve çıkınını göstermek istediğini söylemiş delikanlı. Delikanlının pek etkileyici bir görünüşü yokmuş, fakat yine de büyük bir kalabalık saraya toplanmış. Kalabalıktakiler delikanlının görünüşü ve kıyafetleriyle kendi aralarında alay ederken Padişah herkesi susturmuş ve delikanlıya çıkınını açmasını buyurmuş. Delikanlı çıkınını yavaşça açmış. İçinden bir de ne çıksın. Bir makas...
Nasreddin Hoca, soğuk bir kış günü karakaçanı alıp Akşehir'den yola çıkmış. Kar yağmur soğuk dememiş, köyden köye konaklayarak, dere tepe aşarak Ankara'ya doğru ilerlemiş. Günler sonra bir akşam vakti vardığı Mogan Gölü kenarında son molayı vermiş. O gece orada konaklamış. Sabah namazından sonra çorbasını içip karakaçanın istikâmetini Ankara'ya çevirmiş. Mesai başlamak üzereyken şehre ulaşmış. Gidip durduğu yer Türk Dil Kurumu binası önü olmuş. Bina önünde eli kuşağında dikilip oraya çalışmaya gelenlere bakmış. Ankara'nın meşhur ayazına karşı tedbirli olmak için kalın giyinmiş olan çalışanları birer ikişer kapıdan girerken seyretmiş. Paltolarını, kabanlarını giyinen, kaşkollarını kuşanan, şapka veya berelerini, kabanlarının kapüşonlarını başlarına geçiren, personel arasından bazıları Hocayı görünce hem gülüyor hem de yürürken kapıya tosluyormuş. Hocayı gören TDK yöneticileri, büyük bir memnuniyetle içeri buyur etmişlerse de kabul etmemiş. Gülümseyerek yolunun uzun olduğunu söylemiş. Akşehir'e dönmek için otoparka bağladığı karakaçanın yularını çözmüş ve gerisin geri yola koyulmuş. Kararından caydıramamışlar. Bir şaka bile yapmadan, bir öğüt vermeden, tavsiyede bulunmadan geldiği gibi aniden giden Hoca'nın arkasından üzülerek bakakalmışlar. * Aradan altı ay geçince Nasreddin Hoca bir kere daha karakaçanın yönünü Ankara'ya çevirmiş. Aynı yolu bu defa sıcak mı sıcak bir havada katetmiş. Öğle vaktine yakın yine aynı yere varmış. Karakaçanı yine otoparka bağlayıp saman torbasını başına takmış. Öğle arası olunca kapıdan çıkan kurum personelini izlemiş. Yaz sıcağında ince giyinen kurum çalışanlarının çoğunun, güneşin sıcağından korunmak için başlarına yazlık kepler, şapkalar geçirdiklerini görmüş. TDK yöneticileri Hoca'yı yine davet etmişler. Gelmez diye düşünürken, bakmışlar ki Hoca kabullenmiş.
28 Mayıs'tan bu yana CHP hareketli. CHP'de Kemal Kılıçdaroğlu'nun Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesiyle başlayan çalkantı, 31 Mart seçim başarısına rağmen devam ediyor. 1960 darbesi sonrası tarihine baktığımız zaman CHP'de iç mücadeleler hep olmuştur. Normal şartlarda CHP'de yaşananlar geçmişe bakılarak doğal bulunabilir. Ancak son 15 yıldır yaşananlar bildiğimiz CHP iç mücadelesinin dışında bir durum. CHP'de son 15 yılda yaşanan iç çalkantılar, dış müdahaleler yüzünden oluyor. 2010 yılının Ocak ayında çok ünlü, siyasete burnunu sokmayı seven bir işadamı, Deniz Baykal'ı makamında ziyaret edip, “Çok iyi gidiyorsunuz” diyerek, parti içine yönelik bazı düşüncelerini paylaşmış. Rahmetli Deniz Baykal, söz konusu düşüncelerden hiç hazzetmemiş. Ama olayı bir süre kimseyle paylaşmamış. Aradan 4,5-5 ay geçmiş, Fetullahçı Terör Örgütü'nün Baykal'a yönelik kumpası ortaya çıkmış ve Türk siyasetinde eşi, emsali görülmemiş bir dizayn gerçekleşmişti. Deniz Baykal istifa etti. Ankara'da bütün gayretler Baykal'ı istifadan vazgeçirme yönünde seyrederken, Kemal Kılıçdaroğlu da aynı kapsamda Baykal'ı ziyaret etmişti. Zinhar genel başkanlığa aday olmayacağını ilan eden Kılıçdaroğlu, bu açıklamasının üzerinden 12 saat geçmeden adaylığını ilan etti. Ünlü işadamının deyimiyle CHP'de işlerin çok iyi gittiği bir dönemde genel başkan değişikliği oldu. CHP'de beklenmedik siyasi dizayn sonrası Türk siyasetinde yaşanan kutuplaşma, siyasi düşmanlık, nefret söylemi gibi çok ağır tahribatların yanında, başka siyasi partilerde de siyasi dizayn kumpasları kendini göstermeye başladı. 2011 seçimleri öncesinde MHP'nin başkanlık divanı hedef alındı, Devlet Bahçeli'nin 10 kurmayı istifa ettirildi. Belli ki amaç MHP'yi ele geçirme ve seçimlerde baraj atında kalmasını sağlayıp, Meclis dışında bırakmaktı. Zira 2007 seçimlerinde Meclis'e giren MHP, Cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere vesayetçilerin birçok tezgâhını bozmuştu. FETÖ aynı dönemde 120'ye yakın aday adayıyla AK Parti'ye sızmaya çalışmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun dış müdahaleyle CHP'nin başına getirilmesinin ardından Türkiye içeride ve dışarıda büyük badirelerle karşılaştı. 2012'de MİT krizi, 2013'te Gezi olayları ve 17-25 Aralık kumpası, 15 Temmuz 2016'da darbe girişimi, sınır ötesi operasyonlar... Ve maalesef Kemal Bey bütün bu kırılma anlarında hep devletin karşısında yer aldı.
28 Mayıs'tan bu yana CHP hareketli. CHP'de Kemal Kılıçdaroğlu'nun Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesiyle başlayan çalkantı, 31 Mart seçim başarısına rağmen devam ediyor. 1960 darbesi sonrası tarihine baktığımız zaman CHP'de iç mücadeleler hep olmuştur. Normal şartlarda CHP'de yaşananlar geçmişe bakılarak doğal bulunabilir. Ancak son 15 yıldır yaşananlar bildiğimiz CHP iç mücadelesinin dışında bir durum. CHP'de son 15 yılda yaşanan iç çalkantılar, dış müdahaleler yüzünden oluyor. 2010 yılının Ocak ayında çok ünlü, siyasete burnunu sokmayı seven bir işadamı, Deniz Baykal'ı makamında ziyaret edip, “Çok iyi gidiyorsunuz” diyerek, parti içine yönelik bazı düşüncelerini paylaşmış. Rahmetli Deniz Baykal, söz konusu düşüncelerden hiç hazzetmemiş. Ama olayı bir süre kimseyle paylaşmamış. Aradan 4,5-5 ay geçmiş, Fetullahçı Terör Örgütü'nün Baykal'a yönelik kumpası ortaya çıkmış ve Türk siyasetinde eşi, emsali görülmemiş bir dizayn gerçekleşmişti. Deniz Baykal istifa etti. Ankara'da bütün gayretler Baykal'ı istifadan vazgeçirme yönünde seyrederken, Kemal Kılıçdaroğlu da aynı kapsamda Baykal'ı ziyaret etmişti. Zinhar genel başkanlığa aday olmayacağını ilan eden Kılıçdaroğlu, bu açıklamasının üzerinden 12 saat geçmeden adaylığını ilan etti. Ünlü işadamının deyimiyle CHP'de işlerin çok iyi gittiği bir dönemde genel başkan değişikliği oldu. CHP'de beklenmedik siyasi dizayn sonrası Türk siyasetinde yaşanan kutuplaşma, siyasi düşmanlık, nefret söylemi gibi çok ağır tahribatların yanında, başka siyasi partilerde de siyasi dizayn kumpasları kendini göstermeye başladı. 2011 seçimleri öncesinde MHP'nin başkanlık divanı hedef alındı, Devlet Bahçeli'nin 10 kurmayı istifa ettirildi. Belli ki amaç MHP'yi ele geçirme ve seçimlerde baraj atında kalmasını sağlayıp, Meclis dışında bırakmaktı. Zira 2007 seçimlerinde Meclis'e giren MHP, Cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere vesayetçilerin birçok tezgâhını bozmuştu. FETÖ aynı dönemde 120'ye yakın aday adayıyla AK Parti'ye sızmaya çalışmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu'nun dış müdahaleyle CHP'nin başına getirilmesinin ardından Türkiye içeride ve dışarıda büyük badirelerle karşılaştı. 2012'de MİT krizi, 2013'te Gezi olayları ve 17-25 Aralık kumpası, 15 Temmuz 2016'da darbe girişimi, sınır ötesi operasyonlar... Ve maalesef Kemal Bey bütün bu kırılma anlarında hep devletin karşısında yer aldı.
“Bizi bu hale düşüren hep tefrika, hep nifak ve şikaktır. Artık bu kadar zillet, bu kadar meskenet elverir. Bundan sonra millet uyanmalı, okumalı, bu felâketlerin hep tefrika yüzünden geldiğini anlamalı da, ona göre çaresine bakmalı. Zaman artık tefrika zamanı değildir. İttifak zamanıdır, birleşmek zamanıdır.” (Mehmet Akif Ersoy, Tefsir Yazıları ve Vaazları, DİB Yayınları, s. 184). Bu ifadeler, istiklâl şairimize ait. Kasım 1910'da, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Şehzadebaşı kulübünde verdiği bir konferansında söylenmiş. Akif, bu konferansında, Müslümanların tarihte nasıl muazzam devletler kurabildiklerinin sırrını da şöyle açıklamış: “Müslümanlar, bu mertebeye nasıl eriştiler? Hep ittihad sayesinde. Ellerinde Allah kanunu, dillerinde tevhid lafz-ı mübareki, yüreklerinde din aşkı, millet muhabbeti olduğu halde dağları, denizleri, çölleri aştılar.” (age., s. 182). Aradan bir asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına ve İslâm coğrafyasında, tefrikadan mütevellit bunca çileli tecrübeler ve kanlı olaylar yaşanmış olmasına rağmen, Müslümanlar hâlâ ders almış ve akıllanmış görünmüyorlar. İslâm dünyasındaki sorunların nedenlerini konuşurken genelde Batı'nın zalimliğinden dem vuruyoruz; ama kendi hatalarımızı yeterince konuşmuyoruz. Düşman, düşmanlığını yapacaktır. Ona “Niye düşmanlık ediyorsun?” demek abestir ve zafiyet göstergesidir. Düşmanın düşmanlığını engelleyemeyiz. Bizim öncelikli görevimiz, dost olmamız gereken kimselerle dostluğumuzu pekiştirmek ve kendi aramızda mümkün mertebe birliği sağlamaya çalışmaktır. İçimizde birliği ne denli güçlendirebilirsek, düşmanı o denli zayıflatmış oluruz. Zira düşmanın en büyük silahı, bizi tefrikaya düşürmektir. Akif, 6 Şubat 1913'te Bayezid Camii'nin kürsüsünde, yabancı güçlerin İslâm coğrafyasını ele geçirmek için “tefrika”yı bir öncü kuvvet olarak kullandıklarını şöyle anlatmış: “Ecnebîlerin, kendi hesaplarına gayet elverişli kestirme bir siyasetleri var: Hani bir zamanlar bizim akıncılarımız vardı. Fethetmek istediğimiz memleketlere ordumuzdan evvel onları gönderdik. Bu akıncılar o memlekete girer, ahaliyi telâşa sokar, birbirine düşürür, sonra da ordu girer, istila eder, işini bitirirdi. İşte tıpkı bunun gibi, ecnebilerin de bugün akıncıları var ki, o akıncıları tefrikadır. Avrupalılar, zapt etmeyi kararlaştırdıkları memleketin ahalisinin arasına evvelâ tefrika sokarlar, senelerce milleti birbiriyle boğuştururlar. Sersem ahali bu suretle yorgun düştükten sonra gelip çullanırlar. Bugün de işte bize aynı siyaset kullanıldı. Zaten her yerdeki siyasetleri budur. Hindistan'da, daha evvel Endülüs'te, sonraları Cezayir'de, İran'da hep böyle yaptılar. Takip ettikleri siyaset hep aynı siyasettir, hiç değişmez.” (age., s. 190). Yüz binlerce mazlum Gazzeli kardeşimiz, her gün yüzlerce şehit veriyor; en ağır şartlar altında hayatta kalabilme mücadelesi veriyor. Lâkin İslâm ülkelerinden kınama dışında bir icraat çık(a)mıyor. Düşmanın zalimliğinden önce kendi zelilliğimizi konuşmak gerekmiyor mu? Neden bu hallere düştük? Bu hallere düşmemizde sünnî-şiî, sufî-selefî, ihvancı-ılımlı vs. gibi kutuplaşmalarla uğraşmamızın etkisi çok büyük. Ulema kendi arasında birlik sağlayabilmiş değil, fikir adamları kendi fildişi kulelerinde, tekke erbabı bölük pörçük, siyasiler birbirleriyle kanlı bıçaklı. Toplumu yönlendirenler, liderlerdir. Yığınlar, liderlerin sözleri ve eylemleriyle hareket ederler. İslâm dünyasının en büyük sorunu; siyasetten medreseye, üniversiteden tekkeye ümmetin birliğini en büyük mesele ve dava edinen liderlerin yeterli sayıda olmayışıdır. Bu sahalarda öncü konumundakilerin çoğunun, ümmetin meselelerini şahsi meselelerinin üstünde görememeleridir.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kaf Dağı'nın ardında Hint ülkesinin padişahı varmış. Aradan geçen isyan ve savaş dolu yirmi yılın ardından ülkede barış hüküm sürmeye başlamış. Fakat Padişah bundan rahatsızmış. O savaş istiyormuş. Günlerden bir gün emrinde çalışanlardan O'nu meşgul tutacak bir şey icat etmelerini istemiş ve bunu yapan kişiye ne isterse vereceğini söz vermiş. Orada bulunanların arasında bir de yaşlı bir bilge varmış. Saray'ı terk edip evine gitmiş ve tam on beş gün boyunca ara vermeden çalışmış. On beş gün sonra, zamanın en ünlü fil dişi ustasını çağırtmış ve ondan otuz iki adet heykelcik yapmasını istemiş...
Anglosaksonlar, kapitalizmin iç çelişkilerinden neşet eden sorunları rafa kaldırmak için milletler ve medeniyetler arasında yeni bir savaşa mı yol açıyorlar? Yoksa kendilerini yenilemekte acze düştükleri için din savaşını mı körüklüyorlar? Bu minvalde soruları çoğaltabiliriz ve farklı sorular dönemi kavramamız için ufuk açıcı olabilir. Fakat soruların anlamlı olabilmesi için mutlaka gerçekçi bir bağlama oturtulması gerekir. Amerikalılar doksanların hemen başında ideolojilerin sonunu ilan ettiklerinde zafer sarhoşluğu içindeydiler. O dönemde itibarlı dergiler ideolojilerin sonu temalı sayılarla okuyucuların karşısına çıkmıştı. Liberalizmin zaferini ilan ederken tarihin ilerlemesine gerek kalmadığına dair bir rahatlığı da dolaşıma sokmuşlardı. Herhalde o günleri hatırlayabilmek için en azından kırklı yaşlarında olmak gerekir. Zannediyorum yeni kuşaklar o dönemi ayrıntılı bir şekilde bilmiyor. Aradan ciddiye alınacak bir zaman geçti. Hadiselerin unutulması veya bilinmemesi belirgin bir bakış açısından yoksun olanlar için talihsizliktir. Kişisel olarak ideolojilerin insan için önemini hiçbir zaman kaybetmeyeceği inancındaydım. Bu sebeple ideolojilerin sonu ilan edildiğinde çoğunluk için yön tayinin zorlaşacağını düşündüm. İdeolojik bakışı kutsamadığımı özellikle belirtmek isterim. Fakat karmaşanın arttığı ve karar vermenin güçleştiği dönemlerde düzlüğe çıkmak çok daha zorlaşıyor. İnsanın böyle zamanlarda çizgisini kaybetmemesi son derece önemlidir. Doksanlardan sonraki yaklaşık yirmi yıllık dönemde, açık yüreklilikle ifade etmem gerekirse, bir ömür benimsediğim İslamcılık düşüncesi kararlarım üzerinde belirleyici oldu. 28 Şubat'ın tahribatından ideolojiler de etkilendiği için fikrî bütünlüğün fazla bir değeri kalmamıştı. Bunun neticesinde ABD liberalizmi karşısında durabilmek güçtü. Bizim, bir grup İzmirli öğrenci olarak mücadeleye atıldığımız günlerden itibaren FETÖ'cülerle yolumuz hiç kesişmedi. Biz, seksenlerin ortasından itibaren örgüt elebaşına Feto derdik. Bu grup ABD liberalizminin hâkimiyetinde yaşamaktan oldukça memnundu. Hâlbuki ABD liberalizmi etnik temele dayanıyordu ve liberal değerler bu temel bilinmeden anlaşılamazdı. FETÖ'cüler de grup temelli bir bakış açısına göre hareket ettikleri için liberalizme uyum sağladılar. Onlar da Amerikalılar gibi ideolojisiz bir dünyaya övgü düzüyorlardı. Fakat Amerikalılar gibi ideolojisiz dünya övgüsünü itibarlı dergilerle yapamıyorlardı. Bunun yerine “-cılık, -cilik” diyerek tahkir ediyorlardı. İslam mı satıyorsun, diyenler bile vardı. Ne yazık ki zaman içinde bu pespayelik galebe çaldı ve çoğu kimse talak-ı selase ile ideolojisinden boşandı. Yön kaybına uğramaları kaçınılmazdı.
Türkiye, 2 Ağustos Sabahına Instagram'ın kapatılması haberiyle uyandı. Aradan günler geçti ama henüz 50 milyonu aşkın Instagram kullanıcısına tatmin edici bir açıklama yapılmadı. Üstüne bir de Ev Zencisi olduk.------- Podbee Sunar -------Bu podcast, Hiwell hakkında reklam içerir.Hiwell'in klinik psikologlarıyla ücretsiz tanışma görüşmeleri yapmak ve terapi seanslarınızda pod10 koduyla %10 indirimden faydalanmak için linkten Hiwell indirin. Bu podcast, ON Dijital Bankacılık hakkında reklam içerir.ON Dijital Bankacılık ile her zaman avantajlı faiz oranları ve farklı bir çok avantaj seni bekliyor! Hemen tıkla, "ONBEE" kodunu davet kodu alanına girerek ON'lu ol, rahat bankacılığın avantajlarla dolu dünyasıyla tanış!See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zengin mi zengin, güzel mi güzel bir ülkenin Padişah'ı varmış. Padişah'ın bir de güzeller güzeli bir kızı varmış. Hem Padişah hem de kraliçe kızlarının üzerine titrerlermiş. Öyle ki, Prenses'i eğitmesi için ülkenin en bilge insanlarını tutmuşlar. Aradan geçen yıllar içerisinde Prenses büyümüş ve aklı başında, bilgili, kibirden uzak genç bir kız olmuş. Herkes O'nu çok seviyormuş. Fakat Prenses'in başına bir dert dadanmış. Geceleri ne oluyorsa oluyor, Prenses odasında kayboluyormuş ve O'nu kimse bulamıyormuş...
Hamas lideri İsmail Haniye'nin Tahran'ın göbeğinde İsrail tarafından düzenlenen bir terör organizasyonuyla katledilmesi, bölge ve dünya geneli için yeni bir ‘kırılma noktası'dır. Birinci Dünya Savaşı'nı tetiklediği iddia edilen Avusturya Macaristan İmparatorluğu Veliaht Prensi Franz Ferdinand'ın Saraybosna'da öldürülmesine benzetsek yeridir… İş, ilişki ve iletişim dünyası belirsizliği sevmez. Belirsizlik her türlü spekülasyona açık olduğu gibi gelecek tasarımı konusunda da sistemlerin ve kişilerin ellerini, kollarını bağlayabilir. Terör devleti İsrail, nokta atışla Tahran'daki binayı nasıl vurdu? İran istihbaratı uyudu mu; yoksa iş birliği mi yaptı? Bölgedeki ülkelerin istihbarat servislerinden hiç mi bilgi alınmadı? İran savunma sistemi çalışmıyor mu? Havada, yakıt ikmali olmadan, İsrail'in herhangi bir hava aracının bir batında İsrail'den İran'a kadar gelebilmesi mümkün değil. O hâlde havada ikmal mi sağlandı; yoksa hava aracı Tahran yakınlarında bir yerden mi havalandı? Aradan saatler geçmesine rağmen “öldürüldü” bilgisi dışında herhangi bir açıklama yapmayan İran makamları, Devrim Muhafızları nasıl bir reaksiyon verecekler? “Haberimiz yok, biz bu işe karışmadık” diyen ABŞ (Amerika Birleşik Şirketleri) ne kadar samimi? Savunma Bakanları Lloyd Austin'in İsrail'e yönelik bir saldırı olması hâlinde ABD'nin İsrail'i savunmaya yardım edeceğini duyurması zaten niyetlerini ortaya koymuyor mu? Türkiye, Çin, Katar, Rusya, Malezya hadiseye sert tepki koyarken, İslam dünyasının sessiz kalmasını ya da mırıldanmasını neye yormalıyız? Avrupa ülkeleri bu sırada ne işle meşguller ki ağızlarını bıçak açmıyor? Saldırıda Haniye ve koruması dışında zarar gören olup olmadığına dair bilgiler neden bir türlü paylaşılamıyor? İsrail tarafının “Haniye'nin ölümü dünyayı daha güzel hâle getirecek. Artık hayali barış anlaşmaları yok” açıklamasının amacı kimleri tahrik etmektir? (Türkiye'yi olmasın?) Haniye'nin öldürülmesinin, Hizbullah komutanı Fuad Şükür olayı ile bir bağlantısı var mı? Ya da Natenyahu'nun ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmayla?.. İsrail'in Lübnan'a, İran'a saldırıları ABD'nin bölgede ‘savaş ateşi'ni fitillemek için kullandığı bir araç mıdır? Bütün bu soruların yanıtlarını bildiğini iddia eden çok sayıda TV yorumcusu kardeşimiz olabilir. Bu kadar belirsizliğin içinde ‘somut bilgiye sahip olmadan fikir sahibi olmak' en kolayıdır… Her şeye rağmen burada bilimi devreye sokmak, ekonomi alanında Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman'ın belirsizlik ortamında karar verme teknikleri üzerine çalışmakta yarar olabilir… Belirsizlik ortamında bizce izlenecek en doğru yol; sırtını varoluş nedenine (reason of existence / raison d'etre) yaslamak, bir ülke, topluluk ya da kişinin bütün dünyaya bakışını belirleyen ortak ruhi şekillenmenin omuriliği olan kültür ve değerlere tutunmaktır.
Aradan bir ömür geçmiş ama bugün gibi aklımdadır. Üniversiteye yeni başlamıştık. Bir gün arkadaşlarla isimlerin anlamı üzerinde konuşuyorduk. Aramızda adı Namık olan bir arkadaş vardı. Adının anlamını bilmediğini söyleyince, bir fırsat doğdu. “Na, olumsuzluk ifade eder biliyorsun” diye söze başladım “Yok anlamındadır. İki yoktan ne çıkar demiş ya Nabi, imzasını atarken”. “Evet” dedi. “Mık ise ‘akıl' anlamına geliyor.” Bir süre öylece bakıştık. Yüzü düştü, üzüldü. Çok uzatmadık tabii. Hemen ardından sözlerimin şaka olduğunu söyledim. Sözlükte araştırdık ve “Yazıcı, yazar, kâtip” anlamına geldiğini öğrendik. * Ülkemizde o ismi taşıyan 6100 civarındaki kişinin hepsinden peşinen özür dilerim ama biri hariç. Gördük ki benim 45 yıl önce yaptığım o şaka, bazı durumlarda gerçekmiş gibi durabiliyormuş ve çok da yakışıyormuş, cuk diye yerine oturuyormuş. Nitekim o sesi duyduk, oturdu ve çay gelsin diye bekliyor. CHP NE KADAR DEĞİŞTİ? At sahibine göre kişner. Genel Başkan değişince partinin çizgisi de ona göre şekillenir. Bazen de aradan pırtlayanlar olur. Eskinin kalıntıları… Henüz unutmadık, hatırımızdadır; “Suriye'de ne işimiz var, Libya'da ne işimiz var?” nakaratlarını defalarca duyduğumuz eski genel başkanın kalıntılarından biri olan vekil, çıktı ve Meclis kürsüsünde Mavi Vatan için “Masal” dedi. Masal çağından çıkamamış, her gördüğünü ve duyduğunu masal mı sanıyor? Elbette değil. Koca adam olmuş. Bu yaşta ne işi olur masal çağıyla? Her kesimden tepki gördüyse de o söz söylenmiş oldu. Silahtan çıkan kurşun geri döner de ağızdan çıkan söz dönmez. * Vatan sınırlarının sadece karada olduğunu düşünüyor herhalde. Denizlerdeki sınırların varlığını anlayamamış… Mı acaba? Koca adam olmakla kalmamış, Türkiye'nin Büyükelçisi olarak Vaşinton'da senelerce görev yapmış. Bilmez mi ülkelerin denizlerdeki hâkimiyetini? Dil sürçmesi de olamaz. Galiba sürçme kafasının içinde. Karabağ'ın Ermeni işgalinden kurtuluşu için ülkemizin yaptığı SİHA vb yardımlardan da rahatsız olsa gerek. Bu portrenin ayrılmaz bir parçasıdır çünkü o konudaki itiraz. * Seçtiği diğer kelimeler de nefret kokulu, küçümsemeli, eleştirinin ötesinde, hakarete varacak ölçüde. “Sınır ötesi operasyonlarla yetinmedi. Deniz aşırı maceralara yeltendi.” Belli ki sınır ötesi operasyonlardan da fena hâlde rahatsız. Ne biçim lâflar bunlar? Ne demek yeltenmek? Sen neye yeltenmektesin? Maksadın nedir, ana fikrin nedir, baba fikrin ne?
Bir varmış, bir yokmuş... Zamanın birinde, çok uzaklarda, yoksul mu yoksul bir denizci ailesi varmış ve ailenin Metin ile Tekin adında iki oğlu varmış. Denizci baba Hindistan'a, Afrika'ya ve başka uzak diyarlara gidermiş sık sık. Günlerden bir gün baba Hindistan'a gitmiş. Orada Hayırsız Ada olarak bilinen bir adadan hindistan cevizi toplayıp memleketine getirecekmiş, fakat adamdan bir daha haber alınamamış. Babalarını kaybeden aile çok fakirlik çekmeye başlamış. Babanın kaptan bir arkadaşı ailenin durumuna çok üzüyormuş. Bir gün onlara gidip Metin ve Tekin'i alıp denizci yapmak istediğini söylemiş. Anne önce bu durumu hayır dese de başka çareleri olmadığını anlamış ve Metin ve Tekin denizci olmak üzere Kaptan ile birlikte evden ayrılmışlar. Aradan geçen üç yıldan sonra çocuklar cevval birer denizci olmuşlar. Çok çalışkan ve cesurlarmış. Bir gün Kaptan Metin ve Tekin'e gelip yakında bir sefere çıkacaklarını söylemiş. Sefer Hindistan'aymış. Hem de Hayırsız Ada'ya. Metin ve Tekin gözlerini kırpmadan görevi kabul etmişler ve birkaç hafta sonra gemi yola çıkmış...
Bir varmış, bir yokmuş... Zamanın birinde bir Padişah ile üç oğlu varmış. Bir gün Padişah hastalanmış. Durumu gittikçe kötüleşen Padişah, ölümün yakın olduğunu anlamış ve büyük oğlunu tahta geçmesi için hazırlamaya başlamış. Ölümünden çok kısa bir süre önce büyük oğluyla ava çıkmış. Av sırasında O'na bir öğütte bulunmuş. Bir gün oğlunun bir yol ayrımına geleceğini, ya sağ ya da orta yolu seçmesinin hayır olacağını, fakat asla soldaki yolu seçmemesini öğütlemiş. Aradan birkaç gün geçmeden Padişah hayata gözlerini yummuş. Babasının ölümünün üzerine büyük oğlan tahta geçmiş. Bir gün veziriyle birlikte ava çıkmış. Ne şans ki, bir yol ayrımına gelmişler...
Aşağıdaki metni 12 Ağustos 2016 tarihinde yine bu sütunda yazmıştım. Aradan sekiz yıl geçti. FETÖ ile mücadele aynı sıcaklıkta sürüyor ve ona karşı teyakkuzumuz, vatan ve millete sahip çıkma şuurumuz da… Çünkü hakikatin özü değişmiyor, değişen bizim onunla kurduğumuz ilişkiler: “Gezi eşkıya kalkışması ile şekillenmeye başlayıp, 17/25 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasıyla birlikte varlığı daha somut biçimde hissedilmeye başlayan bir tehlikeyi bertaraf etmek, dışımıza düşürmek için çaba göstermek zorundayız. Bu, zihinlerimizin vatanı koruma, milletin istiklaline ve istikbaline sahip çıkma refleksiyle kendisi şartlandırması karşısında, lüks, tali bir durummuş gibi görünerek işlevini içten içer sürdüren bir tehlikedir. Diğer bir söyleyişle bu tehlike, zahiri olanla uğraşmak derdinde iken, batını kuşatan ve bu tabiatı itibariyle kuşatması hemen hissedilmeyen bir tehlike olarak zahiri de kendi etkisi içinde dönüştürebilmektedir. Nedir bu tehlike? Fiili olarak (PKK, PYD, YPG, DAEŞ ortaklığı içinde) maruz kaldığımız FETÖ terörünün, devlette zafiyet yaratarak onu ele geçirme sürecinde, doğrudan doğruya hayatımızı belirlemeye, yönlendirmeye ve onu kendi arzuları çevresinde şekillendirmeye de kalkışmasıdır. Örneğini şimdiki zamandan verelim: 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden bugüne, milletimiz yaşlısından gencine, entelektüelinden esnafına, mühendisinden yatırımcısına, akademisyeninden öğrencisine... (dünya görüşleri, siyasal tutumları ne olursa olsun) birlik ve beraberlik içinde meydanları doldurarak istiklaline ve istikbaline sahip çıktı. Bu milli ve doğal refleks, herkesi olası bir yeni tehlikeye karşı kulağı kirişte, eli tetikte, bakışı ufukta olmak gibi düz bir algıda birleştirdi. Dolayısıyla hayat, kendi dinamiği içinde sürüyormuş gibi görünmesine rağmen, tek yönlü bir istikamette, duyuşta ve idrak edişte akmaya zorlandı. Söz konusu refleksin doğal sonucu gibi görünen bu durum tam da FETÖ terörünün hasıl etmek istediği bir sonuçtu. Şimdi başa dönelim ve Gezi'nin, doğrudan bugüne bağlanacak şekilde ürettiği başka bir sonuca bakalım: Sokak şiddeti olarak meşrulaşan vandallık, kısa bir süre içerisinde dil ve ahlakı da kuşatıvermişti. Sanatçı diyerek yüceltilen isimler sokak züppelerinin diliyle konuşmaya başlamışlar, ötekinin hakkını gözetmekten dem vuran sözüm ona özgürlükçüler kelle avcılarına, kişisel mahremiyetlerin tecavüzcülerine, tipik birer hakaretçiye, kinle parlatılmış küfürbazlara dönüşmüşlerdi. Bu manada dilin ve ahlakın tahribatı geneldi. Diğer bir ifadeyle FETÖ, terörde özeli ama söz konusu tahribatta geneli hedef almış ve bunda da büyük oranda başarılı olmuştu. Öyle ki, FETÖ ile ilişkileri olmayan ancak meşrep benzerliği nedeniyle yaklaşık aynı değerleri, benzer düşünsel kodları paylaşan ilgili kesimler de mezkur genel yönelişten nasiplerini almış ve sosyal medyada, gündelik hayatta potansiyel birer F tipi trollere dönüşmüşlerdi.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde yoksul bir anne ve küçük oğlu yaşarmış. Bir gün oğlan eve dönerken derenin kenarında bir kuş kalabalığı görmüş. Oraya yaklaştığında kuşların yaraladığı küçük bir yılan görmüş. Yılanı alıp eve getirmiş ve bir sepetin altına koymuş. Hayvansever oğlan, başka bir gün de sokakta bulduğu sahipsiz bir kedi ve köpeği de getirmiş eve ve anne - oğul evde bir yılan, kedi ve köpek ile yaşamaya başlamışlar. Aradan yıllar yıllar geçmiş ve küçük oğlan büyüyüp delikanlı olmuş. Evlenme çağına gelen oğlan annesine Padişah'ın kızıyla evlenmek istediğini söylemiş...
Türklerin yoğun olarak yaşadığı Köln'ün Mülheim semtindeki "Keupstrasse" sokağında 9 Haziran 2024 yılında bir bombalı saldırı düzenlendi. Semt sakini, esnaf veya müşteri onlarca insan yaralandı, travma geçirdi. Bununla da kalmadı, ilk başlarda polis tarafından kriminal olmakla suçlandı. Ta ki 2011 yılında olayın ardında NSU terör örgütünün olduğu ortaya çıkıncaya kadar! Podcast WDR Cosmo Türkçe 20. yıldönümünde bu ırkçı saldırının perde arkasına ışık tutuyor. Mağdurların sesine kulak veriyor. Aradan geçen sürede ne değişti? Esnaf temsilcisi Meral Şahin ile konuştuk. Mikrofonda Ceyhun Kara ve Elmas Topcu var. Von Ceyhun Kara.
"Faydalı saat" verilişində psixoloq Leyla Əliyeva ilə birlikdə insanların xarakter dəyişkənliyindən, xarakteri formalaşdıran amillərdən,özünəgüvən probleminə qalib gəlməyin yollarından danışdıq.
Eyüp Sultan Camii avlusunda toplanmıştık. Önümüzde bir tahta at, üstünde yeşil örtü, içinde mütebessim uzanmış bir efsane; kendini Necip Fazıl'ın “azat kabul etmez kölesi” sayan Hilmi Oflaz vardı. Hepimizin Hilmi Amcası. 1998 Mayısının 15'iydi. Hoca sordu “Nasıl bilirdiniz?” Cevap belli. Elbette iyi bilirdik. Hem de çok iyi… Saf hâlindeydik. “Er kişi niyetine” el bağlamıştık. Gözlerim yaş içindeydi. Dokuz gün önce vefat eden babamın cenazesinde tuttuğum pınar gözeleri bu defa durmuyordu. Hem ona ağladım, hem babama, hem kendime. Sonra Hilmi Amcamızı Haliç'e bakan yamaçta üstadının yanına defnettik. Aradan ne çok sene geçmiş. Çeyrek asırdan bir fazlası. Yeni Şafak Pazar Ekinde bu hafta Ayşe Olgun'un Hilmi Oflaz sofra geleneği hakkında yaptığı haber ne güzeldi. Görmeyene tavsiye ederim. (https://www.yenisafak.com/hayat/her-fikre-acik-sofra- 4621811) * Kahvehane, sadece kahve içilen yer değildir. Başka şeyler de içilir. Kıraathane, sadece gazete, kitap, dergi okunan yer değildir. Çok daha fazlasıdır. Sosyal hayatın vazgeçilmez unsurudur o mekânlar. Kahve deyip geçemeyiz. Kültürün merkezidir. Sohbet edilir, çay içilir, tartışılır, kavga bile edilir. Oturulup sessizce düşünülür, efkâra dalınır. Hilmi Oflaz sofrası da kurulur. Zeytin, peynir, domates ekmek ile başlar, pideye ve kebaba kadar çıkar. * Küllük varmış bir zamanlar. Orayı göremedik, kayda geçen hatıralardan ve fotoğraflardan biliriz. Ardından Marmara Kıraathanesi... İlkin, bilmeden, yolumun üstünde olduğu için girmiştim. Sonra birkaç defa daha uğradığım oldu. Ama bizim kuşağın asıl mekânı Erenler adıyla bilinen Çorlulu Ali Paşa Medresesiyle başlar. 80'li yılların ortasında bir gün Selman Cahit ve Haluk Taşkale'yle beraber gitmiştik. Müdavim oluşumuz 90'ların ilk yıllarındadır. Ankara'dan ayrılırken Nihat Genç “Erenler'e uğra, İlhami Atmaca'yı orada bulursun” demişti. * Öyleydi, kimi ararsak, orada bulurduk. Şair, yazar, öğrenci, yayıncı, işsiz, işçi, memur, esnaf fark etmez… Kim bizi ararsa, orada bulacağını bilirdi. Her akşam uğradığımız yerdi. Yazın bahçede, şadırvan etrafında, kışın yüksek kubbenin ve hep aynı sisin altında. İlk uğradığımda İlhami'yi bulamadım ama İbrahim Kiras, Ebubekir Kurban, Şaban Abak, Nusret Özcan ve tek tek saymaya bu sütunun elvermediği pek çok arkadaşı buldum. * Çorlulu zamanla turistik bir kimlik kazandı. Geleni gideni çoğaldı. Şef garson İsmail Abi eskilere rastlayınca akrabasını görmüş gibi davranır oldu. Bir gün Mustafa Kutlu, “Gel bakalım” dedi. Hemen yan taraftaki Sinan Paşa Medresesine girdik. İçeriden yüzlerce kamyon toprak çıkarılıyordu. İlesam lokali olarak açıldı. Bizim ekip, garson Muhittin'le birlikte oraya taşındı. Onu Çorlulu'dan çalmıştık. Medresenin yarısı da Balkan derneklerine aitti. Hilmi Oflaz sofraları oradayken başladı. Birkaç kişiden yardım alarak sofrayı donatır, herkese ikram ederdi. En başta öğrenciler gelirdi elbette. Hatta diyebiliriz ki o sofralar, taşradan gelmiş üniversite öğrencileri için kurulurdu. Barış Abinin dediği gibi, alnı açık, gözü toklar baş köşeye buyururdu. * Gün geldi Sinan Paşa kapandı. Az ilerideki Türk Ocağı'na taşındık. Aynı zamanda Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi olan Kızlar Ağası Medresesi'ni mekân tuttuk. Sanki bir el bizi ileriye doğru sürüyordu. O günlerde Mustafa Kutlu'ya şöyle demiştim: “Ağabey, bu gidişle bizi denize dökecekler.” Yanlış değil, denize döküldük sayılır. Karşı kıyıdan da çıktık, Çamlıca'ya ulaştık. Onun öncesindeyse yıllarca Süleymaniye'deki Antik Kafe'de toplanıldı. Arada Mevlâna İdris'in Eski Kafa'sını da unutamayız tabii. * Akademisyen Ahmet Uysal, İstanbul'daki bu kahvehane geleneğini, uzun süren çalışma sonunda, insan, mekân, tarih perspektifi ve “Ben de Çay Parası Ödüyorum” ismiyle kitaplaştırdı.
Keloğlan pazara vardığında iki tavuğunu satmak için dolaşmaya başlamış. Bir adam Keloğlan'ın iki tavuğuna bir altın vermiş, ancak Keloğlan tavuk başına bir altın istemiş. Neyse... Fiyatta anlaşamamışlar. Aradan biraz zaman geçmiş. Bu sefer Keloğlan'ın yanına yaşlı bir adam yaklaşmış ve O'na ilginç bir takas önermiş. Cebinden bir kağıt parçası çıkarmış ve açmış. Bu bir hazine haritasıymış. Keloğlan'ın iki tavuğuna karşılık ona bu hazine haritasını teklif etmiş. Kendisinin yaşlı olduğunu, hazineyi arayacak gücü kuvveti olmadığını söylemiş. Bu teklif bizim maceracı Keloğlan'a cazip gelmiş ve teklifi kabul etmiş...
"Faydalı saat" verilişində həkim-dietoloq Tutu Zeynalova vitamin defisitlərindən, D vitamini azlığına səbəb olan hallardan, vitamin müalicəsi dövründən danışdı və bir sıra faydalı məlumatlar səsləndirdi.
Aradan altı aydan daha fazla bir zaman geçti, Gazze'de olan hiçbir şey eskisi kadar etkilemiyor artık insanları deniyor. Öyle mi? Keşke değil diyebilsem! İnsan her şeye alışıyor diyoruz ya bazı zamanlar, kasıt bu değil herhalde, olmamalı! Bu olup bitene alışmamalıyız; donmadan önceki uyuşma hali olur bu, Allah muhafaza donup kalır insanlığımız bu sebeple. Gazze, gözümüzü kapadığımızda bile kaybolup gitmemeli bir an zihnimizden, hafızamızdan. Bu yarayı tenimizde değil, içimizde taşımalıyız. İçimizi acıtmalı. Ve biz içimizin o acıyan yerine tutunarak yaşamalıyız. Aksi halde, ilahi suale cevap verebilmekten aciz düşeriz. Belki bu dünyada kaçabiliriz böyle yakıcı suallerden ama malum, kaçılamayacak bir sonu var hayatlarımızın. Altı buçuk ayı geride kalan ama asırlar sürmüş kadar uzun bir kahır tarihi yazılıyor Gazze'de. Gazzeliler içinse acılarla büyüyen bir yiğitlik manzumesi bu. Onların tuttuğu cephe, insanlık cephesidir. Orası kaybedilirse, belki de bizim şu aciz insanlığımız yetmez kaleyi ayakta tutmaya! Aciz deyince gardını almasın hiç kimse! Aczini bilen için acziyet yukarılara doğru çıkan bir merdivenin ilk basamağıdır gerçekte. Kulun aslî halidir. Bugün yakıcı biçimde yüzümüze vurulan acziyet, acizliğinin şuurunda olmayanların büyüklenmelerinin, bu büyüklenmeleri neticesinde hakikatle yaşamaktan uzaklaşmalarının, hakikat bekçiliğinden, hak nöbetinden yan çizmelerinin, insanlık sancağını yüksekte tutmakta ihmal göstermelerinin, bu gaflette onlarca yıl ısrar etmelerinin neticesidir. Bu acziyetin günaha dönüşmesidir. Allah teâlâ, gönülde bir dert olarak taşınan acziyeti tutup oradan kaldırır, samimi kullarına nice fetihler, zaferler bağışlar. Bakalım Gazze'nin yiğitlerine, hatta çocuklarına, yaşlılarına, kadınlarına (ki onlar da yiğit kere yiğittir), acziyetten bir eser var mı kararlı gözlerinde, teslimiyet dolu sözlerinde? Gazze'yi unutmak, gafletin habisleşmesi, bütün vücudu içi ve dışıyla sarması demektir. Bu ölümcül ilerleyişi durdurabilecek şey hakikatini yitirmemiş, safını kaybetmemiş bir şuur olabilir. Şuur, neyin hak neyin batıl, neyin hayır neyin şer olduğunun kaydını sımsıkı tutan bir hafızanın eseri olabilir. Bunu yapamıyorsak hakikatin nezdinde yaşayan bir ölü hükmünde oluruz. Aldığımız nefesler gün gelir bunun hesabını bizden, tek tek hepimizden sorar.
Bu seçimde halk CHP'ye oy verdi fakat yine AK Parti ile konuştu, ona mesaj verdi. Bu seçim bir yerel seçimdi ve büyük oranda CHP'li belediyeler seçimlerde başarılı oldu. Bu başarının rasyonel sebepleri nelerdir diye bir soru soracak olsanız, mercek alıp yollara düşmeniz lazım gelir. CHP'li belediyeler yönettikleri şehirlerde hiçbir şey yapmamaları ile ünlüler. İzmir'de Tunç Soyer belediye başkanı olduğunda, başkanın yakın çalışan arkadaşlarından bir isim “Biz o kadar büyük bir yapı ile karşılaştık ki İzmir'i anlamamız beş yıl sürer” demiş. Gerçekten de İzmir'i anlamadan beş yıl bitmiş oldu. İzmir'e biraz odaklanalım: 2014 yerel seçimlerinden önce bir grup medya temsilcisinin talebi üzerine İzmir'e gitmiştim. Sokaklarda yürürken bir şeyi gözüm ısırıyor fakat anlamlandıramıyorum. Yollar ve kaldırımlar bir garip. Sonra fark ettim ki kaldırım kenarlarına koyulan tretuvarlar 1994 model betondan dökülmüş, kenarları aşınmış bakımsız bir haldeler. Bu zaman zarfında başta İstanbul, Ankara ve AK Parti'nin yönettiği şehirlerde kaldırımlar büyük oranda taş ve granitten yapılıyor. Medyaya verdiğim mülakatta “İzmir'i yorgun gördüm” demiştim. Aradan 10 yıl geçti. Meral Akşener İzmir'e geldiğinde “İzmir yorgun” dedi. Bu seçimde ben Egeliler, emekliler ve ekonomiden etkilenenlerin etkisi olacak demiştim. Egeliler taleplerini bir kez daha ertelediler. İzmirli, Muğlalı, Aydınlı seçmen sadakatle gidip CHP'ye oy verdi. Başkanın kim olduğuna bakmadı. Hizmetin ne olduğuna da bakmadı. Sadakatle gidip oyunu verdi. Karşılığında hizmet görmediği gibi, iradelerine de saygı görmediler. Bu seçimin atmosferini dikkate almadan, yapılacak her değerlendirme eksik kalır. AK Parti seçmeninden yüzde 5 oranında sandığa gitmediğinde, bu durum rakibi için artı 8-10 puan olarak yansıdı. İzmir'de CHP seçmeninin serzenişini herkes biliyordu. Muğla'da durum farklı değildi. İddialı bir cümle kuralım, eğer seçim atmosferi bu şekilde olmasaydı Balıkesir AK Parti'de kalacağı gibi Muğla ve İzmir doğrudan AK Parti'ye geçerdi. İzmir'de bir zerre hizmet olmadığını sağır sultan biliyor. Peki, İstanbul seçimlerini nasıl yorumlayacağız? İstanbul'da İmamoğlu bilinçli bir şekilde hizmet ve yatırım yapmadı. İBB AK Parti Grup Başkanvekili Tevfik Göksu bunu defalarca dile getirdi. Rasyonel bir şekilde verileri toplumun önüne koydu. Herhangi bir haber kanalının eski kayıtlarına girseniz bu bilgilere rahatça ulaşabilirsiniz. Bilinçli bir şekilde yatırım yapmadı: Bu durum gerçektir. Sebebine gelince AK Parti'den alınan bir belediyenin zaten beş yıl yatırıma ihtiyacı olmuyor. Bunun yerine büyük paralar ayırarak reklam karargâhı kurdu. Çok planlı bir şekilde büyük bir kaynak biriktirdi. AK Partili belediyelerin yatırıma ayırdığı kaynakları doğrudan siyaset için kullandı.
ABD Temsilciler Meclisi üyesi Tim Walberg 25 Mart günü katıldığı bir etkinlikte Gazze için “Nagazaki ve Hiroşima gibi olmalı. Çabucak halledilmeli" demişti. İsrail yanlısı Cumhuriyetçi vekillerden Walberg, Biden Yönetimi'nin Gazze'ye sözde insani yardım girişimlerini de eleştirerek ABD'nin tek kuruşunun bile Filistinlilere harcanmaması gerektiğini savunmuştu. Bu sözlerin yer aldığı bir videonun yayılması üzerine Walberg Pazar günü yaptığı açıklamayla kendi kendini yalanladı. Walberg İsrail'in askerlerini tehlikeye atmadan savaşı hızlı şekilde kazanmaları gerektiğini ifade etmek için Hiroşima'yı ‘metafor' olarak kullandığını öne sürdü. ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'nın son yılında( Ağustos 1945'te) zaten teslim olmaya hazırlanan Japonya'nın Nagazaki ve Hiroşima şehirlerine attığı atom bombaları yüzbinlerce sivilin korkunç şekilde hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. İnsanlar üzerinde denenen bu ilk atom bombaları nükleer silahların ne kadar yıkıcı olduğunu gözler önüne serdiği için Hiroşima ve Nagazaki sembolleştirilmişti. Aradan geçen bunca yıla rağmen, nükleer silahlara duyulan onca nefrete rağmen Walberg İsrail'e Gazze'yi Hiroşima'ya çevirmesini tavsiye edebiliyor. “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” diye bizde çokça kullanılan deyim, tam olarak bu Walberg'e uyuyor. Netanyahu'nun kabinesindeki Bakanlardan Amichai Eliyahu da Kasım 2023'te Gazze'de nükleer bomba kullanmalarının bir ‘seçenek' olduğunu söylemişti. Eliyahu, Gazze'de yaşayan Filistinliler'in sivil olarak görülemeyeceğini de ayrıca vurgulamıştı. Tepkiler üzerine Eliyahu da kendi kendini yalanlayarak, nükleer bombayla ilgili ifadelerinin ‘mecazî' olduğunu iddia etmişti. Güney Afrika'nın İsrail'in soykırım suçu işlediği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı'na yaptığı başvuruda Eliyahu'nun sarfettiği bu sözler de yer alıyor. Walberg aynı kafada olduğu Eliyahu'dan adeta ders almış gibi benzer bir savunma yapıyordu. Bu ikilinin kendi kendilerini yalanlamalarının başka bir anlamı da olabilir tabii. Netanyahu, Eliyahu'nun “atom bombası seçeneği” gündeme getirmesine kızarak “Eliyahu'nun sözleri gerçeklikten kopuktur” demişti. Netanyahu'nun kızmasının nedeni Eliyahu'nun gerçeklikten kopuk olması değil, tam aksine gerçeği ifşâ etmesiydi. Asıl mesele, İsrail'de atom bombası olduğunun bir Bakan tarafından itiraf edilmesiydi. İsrail'in atom bombaları, herkesin bildiği bir sır. Ancak İsrail, hukuki sonuç doğurabileceği için “bizim atom bombamız var” demiyor. ABD 1979'daki ilk denemeden itibaren İsrail'de atom bombası olduğunu çok iyi biliyor, ancak İsrail'i korumak için bunu resmen söylemiyor. Zira ABD'de yasal mevzuat atom bombası olduğunun resmen kabul edilmesi durumunda İsrail'e askerî ve finansal yardımların derhal durdurulmasını gerektiriyor. 1977'de “Silah İhracatı Kontrol Yasası”nda yapılan “Glenn Değişikliği” resmen nükleer bomba sahibi beş ülke(Nükleer Beşli) dışında herhangi bir ülkenin nükleer bomba yaptığının tespit edilmesi halinde silah yardımının sona erdirilmesini, yanı sıra ABD'nin yaptırımlarının otomatik olarak uygulanmasını zorunlu kılıyor.
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Depremler, 11 ilin 62 ilçesinde yıkıma neden oldu. En az 50 bin 783 yurttaş yaşamını yitirdi. 10 ilde olağanüstü hâl, yedi gün millî yas ilan edildi. Aradan geçen bir yılda hayatını kaybedenler, kayıplarını arayanlar, barınamayanlar.... Gökçe Çiçek Kösedağı ile deprem bölgesinden canlı bağlantılar ve uzman konuklarla 6 Şubat depremi özel yayını.
Edirne Cezaevi'nde tutuklu bulunan HDP'nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın eşi Başak Demirtaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) aday olacağı iddialarına ilişkin Artı Gerçek'ten İrfan Aktan'a konuştu. Demirtaş, “İstanbul adaylığı için henüz partimiz DEM Parti'den bize bir öneri gelmedi, ama halk ister, partimiz de uygun görürse, demokrasi ve toplumsal barışın önünü açacağına inanırsak, düşünebiliriz” dedi. Başak Demirtaş aday olacak mı? Aday olması İmamoğlu'nu nasıl etkiler? Selahattin Demirtaş'ın Başak Demirtaş'ın açıklamasına etkisi ne? Medyascope Diyarbakır Temsilcisi Ferti Aslan ve gazeteci Murat Sabuncu değerlendiriyor. Sahadan son gelişmeleri, adayların performansını ve açıklamaları, seçmenin nabzını Medyascope muhabirleri Dilhun Gençdal ve Edanur Tanış aktarıyor. Editör: Aliye Altınışık
Hrant Dink 17 yıl önce bugün (19 Ocak) yayın yönetmenliğini yaptığı AGOS Gazetesi önünde katledilmişti. Aradan geçen sürede birçok isim yargılandı, mahkumiyet kararları alındı ancak Hrant'ın dostları gerçek suçluların hiç bir zaman hakim karşısına çıkarılmadığını söylüyor.. Bu nedenle 16 yıldır olduğu gibi bu yıl da AGOS Gazetesi önünde,, Hrant'ın vurulduğu yerde talepler dile getirildi. Kayıttayız'da bu hafta Dink cinayeti davası ve Hrant'ın arkadaşlarının talepleri konuşuldu.. Gazeteci Mete Çubukçu'nun konukları - Avukat Bahri Belen – Dink ailesi avukatı - Yetvart Danzikyan – AGOS Gazetesi GYY
Biliyorum en son bölümü 2021 yılında paylaştım sizinle ve o bölümde sizlere veda ettim... Ama bu ayrılık beni üzdü... Aradan 2 yıldan fazla zaman geçtikten sonra yeniden Kasım 2023 itibariyle de tekrar bu podcast serilerime devam etme kararı aldım. "Türkiye'de Dijital Pazarlama" podcast serilerimize Ulaş Gökhan Gümüş ile birlikte devam edeceğim. Bugün de sizlere tam 55 dakikalık bir bölümü Ulaş Gökhan Gümüş ile birlikte hazırladık. Bölümün içeriği ise Sosyal Medya Reklamlarında Yeniden Pazarlama Stratejileri "remarketing" ve "retargeting" konularını ele aldık. Örnek case çalışması da yaparak keyifli bir bölüm hazırladık. Umarım dinlerken keyif alırsınız. Bu bölüm ile ilgili veya diğer tüm konularla ilgili görüşlerinizi bize aşağıda ki iletişim yollarını kullanarak ulaştırabilirsiniz. Faruk Toprak: faruk@joykek.com - www.faruktoprak.com Ulaş Gökhan Gümüş: gokhan.gumus@inovatif360.com --- Support this podcast: https://podcasters.spotify.com/pod/show/dijital-pazarlama/support
Mehmet Akif Ersoy Türkiye Büyük Millet Meclisi 1920 yılında bir karar aldı. Bu kararla milletin bağımsızlık aşkını ve ruhunu dile getirecek bir istiklal marşı yazılması isteniyordu. Kazanana 500 lira ödül verilecekti. Yarışmaya 724 şiir gönderilmişti. Fakat Türk milletinin istiklal ruhunu tam anlamıyla anlatan bir şiir bulunamamıştı. Ünlü şair Mehmet Akif Ersoy para ödülü verildiği için yarışmaya katılmak istememişti. Çünkü ona göre parayla millî marş yazılamazdı. Milli Eğitim Bakanı'nın ısrarı üzerine Mehmet Akif Ersoy şiirini yazıp gönderdi. Onun şiiri, Meclis'teki oylamada oy birliğiyle İstiklal Marşı olarak kabul edildi. 500 liralık para ödülünü vermeye geldiklerinde Mehmet Akif: “Bu para benim hakkım değildir.” dedi. Fakat ona bu parayı vermek zorunda olduklarını söylediler. O da bu parayı alıp bir hayır kurumuna bağışladı. Mehmet Akif, İstiklal Marşı'nı millete ait gördüğü için “Safahat” adlı şiir kitabına da koymadı. Mehmet Akif Ersoy sadece İstiklal Marşı'nın şairi değildi. O, her yönüyle örnek alınabilecek bir kişiydi. Genç yaşta babasını kaybetmişti. Siyasal bilgiler okuluna kaydolmuştu. Fakat ailesinin geçimini sağlaması gerekiyordu. Bu yüzden çabuk iş bulabileceği veterinerlik okuluna kaydoldu. Mithat Cemal Kuntay, Akif'le ilgili çok düşündürücü bir olayı anlatıyor: Bu okuldayken sınıf arkadaşı Hasan Efendi'yle çok yakın dosttu. Birbirlerine söz verdiler. İleride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Kendi kendime düşünüyordum. Okuldayken insanlar kahramandırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Aradan yıllar geçti. Akif, bir haksızlığa dayanamayıp memurluktan istifa etmişti. Beylerbeyi'ndeki evinde her cuma kitap okuyorduk. Bir cuma günü Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Evin beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelen küçük misafirler olduğunu zannettim. Fakat her cuma sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bir cuma, Akif'e sordum: – Kim bu yavrular? Akif cevap vermedi. Odaya girince bu misafir çocukların hâlini hatırını sordum. Akif'in yüzü değişti. – Misafir çocukları değil benim çocuklarım, dedi. Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu? – Hasan Efendi öldü de... Bu çocuklar, kim önce ölürse hayatta kalanın bakacağı çocuklardı. Akif, bu çocuklardan daha güzeldi: “Okulda verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.” Mehmet Akif'in verdiği söze bağlılığını bir başka örnekle yine Mithat Cemal Kuntay'dan dinleyelim: Meşrutiyet'in ilk yıllarında (1908) bir cuma günü çok kar yağdı. O gün araba, tramvay, tren ve vapur çalışmadı. Çapa'daki evimize sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelemediler. Öğleden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken kapı çalındı... Akif Bey gelmişti. Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim. Beylerbeyi'nden Beşiktaş'a nasılsa bir vapur çalışmıştı. Beşiktaş'tan Çapa'ya yürüyerek gelmişti. Bu kara, bu tipiye ve yolun uzunluğuna şaşırdıkça Akif de benim hayretime şaşırıyordu: – Gelmemem için kar, tipi kâfi değil. Vefat etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim. Derleyen Murat Cuma
“Riyakârın giydiği elbise cicili, ama içi pistir. Yapmak veya yapmamakta serbest olduğu işlere yanaşmaz, kendince sofuluk satar. Mukaddesatını satarak geçinir. Şüpheli şeylerden sakınmaz. Haram yer. Tembeldir, çalışmaz. Açık emirle yasak edilen hiçbir işi yapmaktan çekinmez. Yaptığı iyilik sadece bir gösteriş için olur. Tâatı, görsünler diye eder. Dışı tam, içi harap ve berbattır. Yazıklar olsun, içi bozuk adam sana! Yaptığın, içten gelerek olmuyor. Kalıpla oluyor. Halbuki bizim yaptıklarımız, içten ve gönülden olur. Ruhun ve iç âleminin yapacağı şeylerdir. Bulunduğun bataklıktan çık ki, seni Hakk'a götüreyim. Sana öyle bir elbise giydireyim ki, ondan bir daha soyunmayasın. Hiçbir karışıklık onu kirletmesin. Halkla Hakk'a yaptığın şirki bırak. Halkı bırak, Hakk'a koş. Şehvet kisvesini bir yana at. Tembelliği bırak. Bunları büsbütün bırak ki, o elbise sana giydirilsin. Hakk'ın emirlerine karşı vurdum duymazlığı terk et. İlâhi hukuku koru. Kendini beğenmiş olma. Nifak çıkarma. İçini dışını bir et. Halkın seni törenlerle karşılamasını bekleme. Dünyalık örtüsünü çıkar, âhiret âlemine geç; oranın elbisesini giy. Bütün varlığından soyun. Varlığını terk et, kendini Hakk'ın kuvvet eline bırak. Varlıksız olarak O'nun önünde dur. Bu hâlinde şirk olmasın. Sebepler araya sokulmasın. Kullar araya girmesin. Bunları yapabilirsen O'nun lütuf ve keremini çevrende bulursun. O'nun rahmeti gelir, bozuk düzen işlerini düzenler. Nimeti ve minneti gelir; seni alır, Hakk'ın bolluk âlemine götürür. O'na kaç. O'na kesil, üryan olarak yola koyul. Ne sen ol ne de başkası. Parça parça, ayrı ayrı O'na yürü. O, seni derler ve toparlar. Dış âlemini kuvvetlendirir. İç âlemini zengin eder. Şöyle ki, bütün kâinat sana kapalı olsa, bütün yükler üzerine vurulsa sana zarar vermez. Belki, daha saklanır ve esirgenirsin. O kimse ki, halkı tevhid nuruyla yok etti; zühd eliyle de dünyayı bir yana itti. Aziz ve Celil olandan gayri her ne ki vehmediliyor, onu da istek eliyle perişan etti... İşte felaha o kavuştu. Kurtuluşa o erdi. Selâmet yolunu buldu. Dünyanın ve âhiretin hazzına kavuştu. Nefsinizi yok etmelisiniz. Hevâ diye anılan şahsî, kötü arzuyu perişan hâle getirmelisiniz. Şeytan size yaklaşmamalı. Ölmeden evvel bunu yapın. Ölmeden önce özel ölümle varlığınızı eritin. Umumî ölüm hepinizi götürür. Ey cemaat! Bana koşun; sözümü dinleyin ve uyun. Ben sizi Allah'a çağırıyorum. Sizi O'nun kapısına ve tâatına çağırıyorum. Kendim için sizi haylamıyorum. Münafık, halkı nefsi için haylar, Allah'a çağıramaz. İçi bozuk olan münafık, zevk ve safa arar, dünyayı ister. Ey kendini bilmez. Sözlerimizi dinlemek sana giran geliyor. Hücrene kapanıyor, nefsinle ve kötü isteklerinle kalıyorsun. İlk önce sana, ermiş biri lâzım. O, seni elinden tutup Hakk'a aparacak. Sonra nefsini ve tabiî hevânı yok edeceksin. Daha sonra Hak'tan gayri bilinen ne varsa göremeyecek, onları ölmüş bileceksin. Kurtuluşun bu yoldadır. İlk başta, Hak yolunda saçları ağarmışların kapısına koş. Onlardan alacağını al, yine hücrene dön. Bu kez Mevlâ ile olursun. Bir sen, bir de O olur. Aradan bir zaman geçer, sen de kaybolursun. Sonra kim kalır, her halde anlarsın?.. Bu hâl bitince sen başka olursun. Halk senden gönül derdine derman ister ve istediğini bulur. Doğruyu bulmuş olursun. Kim Hakk'a gitmek isterse sen götürürsün. Allah'ın izni ile Hakk'ı arayanlar sana gelir. İçi düzelmeyen adam, diline sahip ol. Dilinden iyi şeyler çıkıyor, ama için fena. Onu iyi et. Dilden Allah'a hamd ediyorsun; ama kalbin O'na itiraz ediyor. Olur mu böyle?.. Dıştan bakılsa Müslümansın, içe girilince küfre dalmış görünüyorsun. Zahirde tevhid ehlisin, ama Allah'a şirk koşmaktasın. Dinin dışında, iyiliğin yine dışta; içine bakılsa harap olduğu görülür. Su üstündeki beyaz köpükten başka ne denebilir senin hâline? Beyaz köpük iyi, ama bazen insandan çıkan kötü suda da oluyor. Mezbelede, bataklıkta da köpük kabarıyor. Ya senin de hâlin böyle olursa, işlerin buna benzerse, hâlin nice olur?..
İktidar partisi AKP bundan tam 22 yıl önce, 14 Ağustos 2001'de kuruldu. Aradan geçen 20 küsür yılın sonunda gelecek endişeleri çok daha yoğun bir ülkeyiz. AKP umursamadığı için yakın gelecekte büyük toplumsal bunalımlar yaşayacağız.------- Podbee Sunar ------- Bu podcast techcareer.net hakkında reklam içerir. Ücretsiz bootcamplere katılmak, eğitimlerle seviye atlamak veya teknoloji alanında iş bulmak istiyorsan, hemen şimdi buradan techcareer.net'e üye ol, kariyerini yükselt.Bu podcast, Lavita hakkında reklam içerir.Eğer günlük beslenmenizi 70'ten fazla doğal meyve, sebze ve bitki özü içeren mikro besin konsantresi LaVita ile desteklemek istiyorsanız, hemen şimdi buradaki linkten TREND20 kodunu kullanarak %20 indirim fırsatını değerlendirin ve dünya dalış rekortmeni Cenk Devrim Ulusoy'dan online nefes egzersizi eğitimini kaçırmayın!Açıklama: Nefes egzersizi eğitimi 8 Ekim 2023 tarihinde online bir webinar olarak düzenlenecektir. Ürünü indirim koduyla satın alan müşterilere firma tarafından bilgilendirme e-postası gönderilecek ve olası bir tarih değişikliği durumunda da bilgilendirme yapılacaktır.*Neuroendocrinology. 2015 Eyl; 36(4): 337-347. Yönetmen: Prof. Dr. Mosgöller, Viyana Üniversitesi"See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
*Arkadaşlarımız mutlaka bir şeyler okuyacaklar. Kendilerini Ameliyat-ı Fikriye'ye götürecek; ruhta, kafada bir ameliyat yaptırtabilecek şeyler okuyacaklar. Allah kâinat kitabını sayfa sayfa önümüze sermiş. Bunu anlamayız diye nebiler göndermiş, bu Kitab-ı Ahkem-i'yi muhkem olan Kuranı ile bize anlatmış. Aradan zaman geçti, peygamberin sesi soluğu uzaktan duyulmaya başlayınca, bunlar duymaz demiş ve mücedditler göndermiş. Gelen herkes Kuran-ı Kerim'i soluklarıyla soluklamış ve bunu yeniden bize duyurmuş. *Kuran yeni yeni kitaplar haline gelmiş; şerhiyle, tefsiriyle elimize verilmiş. Kainat kitabını okuyarak fikir istikametinde bir fikir operasyonuna gitmek lazım. Düşüncede daima yenilikleri takip etmek lazım. Her gün kalbimizde iman peteğine yeni ballar göndermek lazım. Ballar balı da Yunus'un diliyle böyle bulunur. Onu bulacak ve her şeyden kurtulacağız. Gerilimin kaybolmaması için okumaya çok önem verme mecburiyetindeyiz.
23 Nisan 1920! Milletin Egemenliği anlayışından Tek Adam Rejimi'ne...Mi̇lleti̇n mecli̇si̇ Ankara'da açılmış. Meşruti̇yet fi̇i̇len bi̇ti̇yor, cumhuri̇yet başliyor. Mi̇llet tam olarak anlamasa da 600 yıllık bi̇r reji̇m deği̇şi̇yor.Atatürk mi̇lleti̇ ezen i̇ki̇ faktörden bahsedi̇yor. Bi̇ri̇ saray, di̇ğeri̇ emperyali̇st devletler. Türk mi̇lleti̇ bu i̇ki̇ balyoz arasında kalmış, ezi̇lmi̇ş, suyu çıkmış durumda!Ve en yakın mücadele arkadaşları bi̇le saray konusunda Atatürk'ü yalnız bırakıyorlardı. Cumhuri̇yet fi̇kri̇ni̇ kafasında bi̇r sır olarak uzun zaman taşıyacaktı:Nutuk'ta şöyle di̇yordu: “Ben mi̇lleti̇n vi̇cdanında ve geleceği̇nde hi̇ssetti̇ği̇m büyük geli̇şme yeteneği̇ni̇, mi̇lli̇ bi̇r sır gi̇bi̇ vi̇cdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün bi̇r topluma uygulatmak zorundaydım.”En başından beri̇ sultanların boyunduruğunda bi̇r mi̇lleti̇n haki̇mi̇yeti̇ne el konduğunu düşünüyordu. 23 ni̇san 1920'de mi̇llet mecli̇si̇ni̇ açtı ve mi̇lleti̇n üzeri̇nde hi̇çbi̇r güç ve kuvvet olmadığını kayda geçi̇rdi̇!İlk anayasada da "Egemenli̇k kayıtsız şartsız mi̇lleti̇ndi̇r" sözünü i̇lk maddeye koydu.Aradan bi̇r asır geçti̇ ve sözüm ona bi̇r referandumla mecli̇s kuklalaştı ve tek adam reji̇mi̇ne geçi̇ldi̇!Bugün 23 ni̇sanı kutlamanın tek yolu mi̇lleti̇n mecli̇si̇ni̇ yeni̇den kurmak, mecli̇si̇ parti̇ baronlarının deği̇l mi̇lleti̇n doğrudan seçeceği̇ veki̇llerle doldurmanın yolunu bulmaktır. Aksi̇ halde daha uzun yıllar mi̇lleti̇n egemenli̇ği̇ hayal olarak kalacaktır. 23 Ni̇san Ulusal egemenli̇k Bayramımız kutlu olsun! Çocuk mecli̇si̇mi̇zi̇n kuruluşunu gururla anıyor, çocuklarımıza en güzel yarınları di̇li̇yoruz…Youtube : https://youtu.be/I0X0QrHLgLo
Köroğlu Destanı Bir söylenişe göre, Tokat köylüğünden olan Yusuf, Bolu Beyinin seyislerinden biri idi. Yıllardan bir yıl at cambazları Bolu pazarına geldiklerinde Beye haber saldılar; -Buyursun beğendiği atı alsın, dediler. Bolu Beyi at beğenmeye seyis Yusuf'u yolladı. Yusuf attan iyi anlardı: -Var, bir yağız at beğen getir, dedi. Yusuf, pazara vardı, bir at seçti. Üstüne bindi. Dağın yolunu tuttu. Ne var ki, Sünbülpınar'a geldiklerinde at direndi. Seyis ne ettiyse at dereyi geçmedi. Yusuf geri döndü, başka bir yağız at seçti. O da Sünbülpınar deresini geçemeyince bu kez bir çelimsiz ata bindi. O at bir atlayışta dereyi geçti. Ama konağa geldiğinde atın çelimsizini seçtiği için Bolu Beyi, Yusuf'a çok öfkelendi. Yusuf olup biteni açık açık anlattıysa da kâr etmedi, öfkesi yatışmadı. Bey, cellâtları çağırdı, Yusuf'u gösterdi: -Tez bu adamın gözlerini oyun, dedi. Sonra da getirdiği uyuz ata bindirip koyuverin, gidebildiğince gitsin, dedi. Cellâtlar, Bolu Beyinin emrini yerine getirdiler. Gözlerini oyduktan sonra Yusuf'u çelimsiz ata bindirip yola saldılar. Onu kaderiyle baş başa bıraktılar. Yusuf, yüreğinden: Hey ulu Allah'ım, beni köyüme kavuştur, diye dua eder. Allah, kör Yusuf'un duasını, yakarışını kabul eder. Çelimsiz at günün birinde onu köyüne ulaştırdı. Konu komşusu Yusuf'u tanıdı. Başından geçeni dinleyince ona çok üzüldüler. Yusuf'un delikanlılık çağında bir oğlu vardı. Adına Ruşen Ali derlerdi. Babası, kör olup köye geldikten sonra ona Köroğlu demeye başladılar, asıl adı unutuldu. Köroğlu, babasının kör gözlerinin acı hikâyesini öğrenince Bolu Beyine can düşmanı kesildi. Daha o gün, içinden: -"Bolu Beyi, Bolu Beyi! Ben bunu senin yanına komam"! diye ant içti. Yusuf da öcünü almaya kesin kararlıydı ya, asıl oğluna güveniyordu. Kör Yusuf, bir gün oğlunu yanına çağırdı: -Şu bizim ahırın her yanını keçe ile iyice mıhla. Öyle ki, rüzgâr girecek iğne deliği kalmasın. Kır atı da orada bir yıl güzelce besle, dedi. Oğlu, babasının dediğini yaptı. Aradan tam bir yıl geçti. Yusuf, atı ahırdan çıkarttırdı. Oğlunu üstüne bindirip çamurlu avluda üç kere koşturdu, sonra da ayaklarını yokladı. Baktı ki, çamur yapışmış: -Oğlum, at daha tavını almamış, bir yıl daha besle, dedi. Yusuf, istiyordu ki at çamurun üstünden bir yel gibi uçsun, ayağına zırnık çamur bulaşmasın. İkinci yıl atı yine denedi, bu kez beğendi: -Tamam oğul, şimdi birlikte yola koyulalım, dedi. Kör Yusuf, oğlunu iki yıldır beslediği ata bindirdi. Kendi de başka bir ata bindi. Yola çıktılar, yüzlerini kuzeydoğuya çevirdiler, ta Aras ırmağının kıyısına vardılar. Irmağa vardıklarında Yusuf, oğluna şunları söyledi: -Bak oğlum, Bingöl Dağlarının karları su olup bu ırmağa dökülür. O sularla üç köpük inecek. Köpükleri görünce bana bildir ki, ben o suyu içeyim. Köpüklerden biri benim gözlerimi açacak, öteki gençliğimi geri getirecek, üçüncü köpük de Bolu Beyinden öcümü alabilmem için bana gerekli gücü verecek, dedi. Aras'ın suları bekledikleri köpükleri art arda getirdi. Ama delikanlı babasına duyurmadan köpüklü suları kendisi içti, babasına da "istediğin su, bu sudur." diye köpüksüz su içirdi. Kör Yusuf oğlunun bir oyun ettiğini hemen sezinledi, ama üstelemedi. O köpüklerden biri, yiğitlik, biri ozanlık, biri de ölümsüzlük sağladı Köroğlu'na... Derleyen: K. Zeki GENÇOSMAN
Göç Destanı Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge adında iki ırmak çıkardı. Bir gece bu iki ırmak arasındaki bir ağacın üzerine gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle takip etti. Mukaddes ışık, ağacın gövdesinde aylarca durdu. Geceleri, otuz adım çevresinde bir ışık görünüyordu. Bir gün, ağacın gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı. Bu çocuklar beş ayrı odacıkta idiler. Ağızları üstünde asılı birer emzikten süt emiyorlardı. Halk ve yöneticiler onlara büyük saygı gösterdiler. Bu çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kutup Tigin, üçüncüsünün adı Tükel Tigin, dördüncüsü Ur Tigin, beşincisinin adı Buyu Tigin'di. Bunların, Allah tarafından gönderildiğine inanan Uygurlar, içlerinden birini hakan yapmayı düşündüler. Buyu Tigin, güzellik, zekâ ve yetenekçe öteki kardeşlerinden üstün olduğundan, onu oy birliğiyle hakan seçtiler. Büyük bir şölen yaparak tahta oturttular. Aradan uzun zaman geçti. Bir gün Uygur tahtına yeni bir hükümdar oturdu. Bu hakan, Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğluna, bir Çin prensesi almayı düşündü. Bu prenses, sarayını Hatun Dağı'nda kurdu. O çevrede Tanrı Dağı adında başka bir dağ ve onun batısında da Kutlu Dağ denilen büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla birlikte geldiler. Onlar kendi aralarında dediler ki: “Hatun Dağı'nın saadeti bu kayaya bağlıdır. Bu devleti zayıflatmak için onu yok etmeli.” Bunun üzerine Çinliler, prenseslerine karşılık, bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni hakan, yurt içindeki bu taş parçasını Çinlilere kıskanmaksızın verdi. Hâlbuki bu mukaddes bir taştı. Uygur ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün ve yurtseverliğinin sembolü olan kayanın yurtta kalmasına bağlı idi. O giderse, saadet de giderdi. Fakat bu, kolay götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için Çinliler kayanın etrafına odun yığıp ateş yaktılar. Taşı iyice kızdırdıktan sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar. Parçaları arabaya yükleyip birer birer Çin'e götürdüler. Bu, büyük bir olay oldu: Vatandaki bütün kuşlar, hayvanlar, kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da hakan öldü. Memleket felaketten kurtulamadı. Halk, rahat yüzü görmedi. Irmaklar kurudu. Göllerin suyu tükendi. Toprak çatladı, yiyecek vermez oldu. Nihayet Buyu Han'ın çocuklarından bir başkası yurda hakan seçildi. Onun zamanında memleketteki evcil, yabanî bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların, hatta bütün cansızların “Göç!... Göç!... Göç!...” diye derin üzüntüyle bağırdıkları duyuldu. Uygurlar bu manevî işarete uyarak toplandılar. Yurtlarını bırakıp göçmeye başladılar. Nerede durmak istedilerse bu sesleri duydular. Nihayet, Beş Balık'ın bulunduğu yere geldiler. Orada sesler kesildi. Uygurlar da burada durup beş mahalle (beş şehir) yaptılar. Adını Beş Balık koydular, burada yaşayıp çoğaldılar. Nihat Sami BANARLI Resimli Türk Edebiyatı Tarihi
Bu dəfə yol polisinin tıxacı aradan qaldırmaq cəhdləri və yenə də yol hərəkəti ilə bağlı suallara cavab veririk.
Bu video 29/01/2017 tarihinde yayınlanan "HİZMET'İN ALTI ESASI" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Terk-i ukbâ; yaptığı ibadet u tâati cennet, havuzlar, kevserler, akan ırmaklar gibi uhrevî mükâfata bağlı yapmayı da gönülden terk etmek. Terk edilecek şeyleri terk etmezseniz şayet, elde etmek istediğiniz şeyleri elde edemezsiniz; tutmak istediğiniz şeyleri tutamaz ve tutunmak istediğiniz şeylere tutunamazsınız. Terk-i dünya ve terk-i ukbâ… Nedir esas hedef?!. اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق İhlas, Allah rızası, hâlis aşk u iştiyak. Menkıbe… İbrahim Ethem hazretleri, tacını-tahtını terk etmiş. Efendim, tâçdâr, çullu sultan, çullara bürünmüş. Mücâvir olmuş; Kâbe'yi tavaf etmekle, esasen, orada doygunluk peşinde koşuyor, itminan peşinde koşuyor. O sene nasılsa, evlâdı da hacca gelmiş. Aradan kaç sene geçmişse, hâlâ unutmamış çehresini. Evlâdını görünce, evlâdı ona koşuyor, sarılıyor. (Menkıbe… Olmuş da olabilir, olmamış da olabilir. Fakat ifade ettiği mana önemlidir. Menkıbelerin aslı değil, faslına bakmak lazım.) Çocuğunu bağrına basınca, az kalb kayması yaşıyor, “Evladım!” diye. O anda, kendi duyabileceği şekilde, kendisinin irtibatlı olduğu frekansla hemen bir sinyal alıyor: “Ey İbrahim! Bir kalbde iki sultan olmaz!..” Hemen, “Allahım! Sen'in muhabbetinin yanında kalbime oturanı al!..” diyor. Oğlu, metâfta, dizlerinin dibine yığılıyor. Böyle bir terk-i ukbâ… Terk-i dünya, terk-i ukbâ ve üçüncüsü; “terk-i hestî”: Terk-i hestî”, kendini terk etmek, kendi ile çok meşgul olmamak. Dünya adına belalar ve musibetler sağanak sağanak başından aşağıya yağdığı zaman, sadece çevresine bakacak, “Acaba bir başkasının başına da bir dolu düştü mü?!.” diye bakınacak ve işte o zaman “Oofff!” diyecek kadar… Öyle bir terk-i hestî, kendini terk etmek. Kendi evini yangın almış, cayır cayır yanıyor; bir insan olarak orada bir ihtizaz sergileyebilir. “Ben usanmam gözümün nuru cefadan, amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu!..” (Keçecizade İzzet Molla) Evinin yandığını gören, eşyasının yandığını gören bir insanın, hafif bir sarsıntı geçirmesi, gayet normaldir. Amma, öyle değil!.. O yangını, “Yangın/ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” mülahazasıyla karşılamak fazilettir; bunun, mesleğinizde de bir esas olması lazımdır. “Ateş, düştüğü yeri yakar!” düşüncesi, bencilce bir mülahazadır. “Ateş, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” Falanın evine, filanın devletine, falanın saltanatına… Hepsi benim bağrıma düşmüş gibi beni yakar. Öylesine kendinden sıyrılma!.. Öylesine “başka”laşma, umumileşme!.. Öylesine umumun canı olma, umumun sinir sistemi olma!.. Kime dokunulursa, âdeta kendi sinir sistemine dokunulmuş gibi, içine kan damlayacak şekilde, bir “terk-i hestî”. Üç tane büyük terk; dünya, ukbâ ve kendini terk. Sonra da “terk-i terk”: “Terki terk”, bütün bu terkleri de terk etme, unutma onları. Ona gelip diyorlar ki; “Yahu dünya senin umurunda değil!” “Farkında değilim, onu umurumda zannediyorum.” “Yahu, sen hiç, اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ falan demiyorsun; hep diyorsun ki, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق وَمَعِيَّتَكَ، وَمَعِيَّةَ رَسُولِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı ve maiyetini, Rasûl-i Ekrem'inle beraberliği istiyorum!..” Fakat öyle bir terk-i terk ki, o, “Allah Allah, öyle mi, siz öyle mi görüyorsunuz?!.” falan, diyecek kadar, kendinde değil; o kadar. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi'nin yolu… Kimlere kalmış bu yol, yolu yürüme… Hazreti Pîr'in nasıl ızdırap içinde olduğunu anlayabilirsiniz: “Ben nasıl bir yol bıraktım arkada? Kimlere kaldı o mübarek yol, güzergâh, şehrâh; şimdi kimlerin ümidine metruk?!.” Evet, “terk-i terk”; öyle bir terk edecek ki, ona dünyayı, ukbâyı, aynı zamanda cennet arzusunu terk ettiğini hatırlattıkları zaman, hatırlamayacak onları. Öyle bir şey.
Türkiye'nin Venezuela ve Afrika kıtasından toprak kiralaması gündemde. Bu tarım için ne anlama geliyor? Türkiye'de tarım alanlarını kiralama gündemde üst sırada. Tarım alanları kiralandığında buraya kimler geliyor? Yerel üretici için bu neden tehdit? Türkiye'de tarım üretimi ne durumda? Mühdan Sağlam bu soruları ve Türkiye'nin tarım politikasını Prof. Dr. Bahadır Aydın'a sordu. Aydın, "Türkiye toprak kiralamaya 2013'te Sudan'dan başladı. Aradan 10 yıl geçmesine karşın henüz bir üretim yapılmış değil. Toprak kiraladığınız ülkeyle gümrük anlaşması da yapılıyor" diyor.
Turkish Stories for Learner Turkish RÜYALAR BİZE NE ANLATIYOR? ABRAHAM LİNCOLN'ÜN RÜYASI ABD eski cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, 14 Nisan 1865 tarihinde şu rüyayı görür: “Beyaz Saray'ın hizmetkârları telaşla, oradan oraya koşuşturmakta ve herkese cumhurbaşkanlarının öldürüldüğünü haber vermektedir.” Lincoln, sabah olduğunda gördüğü rüyayı eşine ve yakınlarına anlatır. Bu rüyadan dolayı çok tedirgin olmuştur. Hatta o günkü kabine toplantısında bile bu rüyadan bahsetme lüzumunu hisseder. Abraham Lincoln'ün yakınları bunu hayra yorar ve ona ömrünün uzayacağını söylerler. Aynı günün akşamı Abraham Lincoln ve karısı, dostlarıyla birlikte tiyatroya giderler. Lincoln'ün oturduğu locanın kapısı aralanır. Katil, tabancasındaki bütün mermileri Lincoln'ün üzerine boşaltır. Lincoln, oturduğu koltuğa cansız yığılır. ÖNCE RÜYASINI SONRA FELAKETİNİ GÖRDÜ Hava her zamanki gibi pusluydu. Ali Öztürk etrafına bakındı. Acı ve ıstırapla yüzünü buruşturdu. Ardından büyük bir gürültü koptu. Beşköy'ün sırtını dayadığı dağın yamacında bir hareketlenme başlamıştı. Çığ gibi çoğalarak gelen bir kaya ve toprak kütlesi Beşköy'ün üzerine doğru geliyordu. Ali Öztürk kaçmak istiyor; fakat kaçamıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmasına rağmen sesini duyuramıyordu. Sanki bütün bunları yukarıdan bir yerlerden görüyor gibiydi. Felaketin ne tam içinde, ne de dışındaydı. Üzerine gelen büyük kaya kütleleri onu tam ezecekken birden sıçrayıp kurtuluyordu. Suda sürüklenen insanlara yardım için koşuyor; fakat zemin kaygan olduğu için istediği gibi hareket edemiyordu. Yamaçtan büyük bir gürültüyle kopup gelen kayalar ve toprak kütlesi önce Beşköy'ün çarşısını yerle bir etti. Çığlıklar, yağan yağmurun ve gök gürültüsünün şiddetinden duyulmuyordu bile. İnsanlar oradan oraya kaçmaya çalışıyordu. Kayaların ve selin önüne kattığı araçlar, su üzerinde rüzgârın savurduğu kâğıttan gemiler gibi bir o yana bir bu yana savrulmaya başladı. Selden kaçmaya çalışanlar karşı yamaçtaki camiye sığındılar. Cami sağlam bir zeminde olduğu için diğer binalardan daha güvenliydi. Ancak hızını artıran sel camiyi ve içindekileri de önüne kattı. Geride bir anda kayaların altında kalan Beşköy, enkazlar altından yükselen inleme sesleri ve çığlıklar kalmıştı. Beşköylü Ali Öztürk, terden sırılsıklam bir şekilde uyandı. “Çok şükür, neyse ki rüyaymış!” diye söylendi. Gördüğü rüyadan bir müddet sonra bu felaketin aynen gerçekleşeceğini aklından bile geçirmemişti. Aradan tam dört yıl geçmişti. Sabah 09:00 sularında şiddetli bir yağmur başladı. Aralıksız devam eden yağmurda dereler yükselmeye başladı. Yamaçtan tonlarca ağırlığındaki taşlar ve toprak kütlesi, vadiye kadar indi. Sel, önce dış mahallelerdeki evlerle çarşıyı, ardından da camiyi yuttu. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede gerçekleşti.
Turkish Stories for Learner Turkish Anneler Günü Anne ve anneliğin, eskiden beri, bütün dünyada saygın bir yeri vardır. Hemen her çağda, bütün milletler, anneye duyulan saygıyı, bayramlarla göstermek istemişlerdir. Bugün kutlanan “Anneler Günü” Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşanan bir olaydan sonra ortaya çıkmıştır. Filadelfiya'da, annesiyle birlikte Jarvis adında bir kız yaşıyordu. Jarvis'in annesi, 9 Mayıs 1886'da aniden öldü. Başka kimsesi olmayan kız, bu olaya çok üzüldü. İçinde yaşama isteği kalmadı. Ne yapacağını bilemiyordu. Karamsarlık içindeyken, komşularından biri, Jarvis'e yardımcı olmaya çalıştı. Ona dostça öğütler verdi. Jarvis, bu dostluktan ve öğütlerden etkilendi. Komşusunun özellikle şu sözleri onu çok etkiledi. “İnsanlar doğar, yaşar ve ölür. Bu Allah'ın kanunudur.” Jarvis, karamsarlıktan kurtuldu. Dünyayı daha aydınlık görmeye başladı. Annesini kaybeden yalnız kendisi değildi. Ölmüş olsa bile, annesinin sıcaklığı, ona duyulan derin sevgi, sürekli bir yaşama sevincine dönüşebilirdi. Aynı şey başkaları için de geçerliydi. Aklına şu düşünce geldi: Yılda bir kez, ölen anneleri hatırlamak ve yaşayanları kutlamak. Jarvis, bundan sonra annesini sevgiyle hatırlamaya başladı. Hemen her gün mezarına çiçek götürdü. Arkadaşları ve yakınları, Jarvis'in bu davranışını yıl boyu ilgiyle izlediler. Aradan bir yıl geçti. Arkadaşları, ellerinde beyaz karanfillerle Jarvis'e geldiler. Jarvis, bu ziyaretten çok mutlu oldu. Arkadaşlarına şöyle dedi: “Bir yıl içinde yaşadıklarım bana şunu öğretti: Dünyada anne sevgisinin yerini tutacak hiçbir sevgi yoktur. Yılın bir gününü annelerimize ayıralım. O günü, annelerimizin sıcak anılarıyla dolduralım, onlarla yaşayalım. Böylece annelerimize karşı olan sevgimizi göstermiş oluruz.” Jarvis'in bu düşüncesi, çok beğenildi. Birlikte belediye başkanına gidip bu fikri ona da anlattılar. Başkan da fikri kabul etti. Bu fikir, gazetelere ve yazarlara iletildi. Jarvis ve arkadaşlarının çalışmaları, kısa süre içinde bütün Filadelfiya halkı tarafından duyulup kabul edildi. İlk kutlama orada yapıldı. Ardından öteki eyaletlerde de Anneler Günü kutlanmaya başlandı. 1908 yılı mayıs ayının ikinci pazar günü kutlanan Anneler Günü'yle, bu gelenek bütün Amerika'ya yayılmış oldu. 9 Mayıs 1914'te, ABD Kongresi bu günün “Anneler Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. Bu kararı 43 ülke daha izledi. Sonraki yıllarda, buna öteki devletler de katıldı. Böylece “Anneler Günü” dünyaya yayıldı. Jarvis, bu gelişmeleri mutlulukla izledi. 1948 yılında öldüğünde 84 yaşındaydı. Kendini Test Et. İnteraktif Videoları İzle - Takip et - Düşün - Bilmediğin kelimeleri araştır - sorulara cevap ver - Anneler Günü: https://nilecenter.org/turkce-ogreniyorum-b1-ders-13/
Turkish Stories for Learner Turkish Şişmanlığın Tedavisi Memleketin birinde, Ahmet adında çok zengin bir adam yaşarmış. Fabrikaları, apartmanları, iş merkezleri ve hesabını bilmediği paraları varmış. İştahı da yerindeymiş. Kısa sürede şişmanlamış. Zayıflamak için gitmediği doktor kalmamış. Avrupa ülkelerine ve Amerika'ya gidip binlerce dolar harcadığı hâlde, bir türlü zayıflayamıyormuş. Bu duruma çok üzülüyor, üzüldükçe stresi artıyor, stresi arttıkça iştahı açılıyor ve şişmanlıyormuş. Dolayısıyla hiç mutlu değilmiş. Bir gün bir işçi gelip, “Efendim!” demiş. “Ben size zayıflatabilirim. Ancak bunu yapabilmem için, bir geceliğine benim misafirim olmanız gerekiyor.” “Tamam!” demiş adam. “Eğer beni zayıflatırsan sana istediğini veririm.” O akşam işçinin evine yalnız giden adam, çok zengin bir sofra ile karşılaşmış. Yiyip içtikten sonra da hemen uyuyuvermiş. Çünkü işçi, yemeklerin içine uyku ilacı koymuş. Uyuttuğu zengin adamın elbiselerini çıkaran işçi, önceden hazırladığı madenci elbiselerini ona giydirmiş. Sabah uyanan adam kendini tahta bir barakada bulmuş. İçeri giren birisi: “Haydi bakalım! Neden hâlâ buradasın? Çabuk madene!” demiş. Adam kendini tanıtmak istemiş; ama dinletememiş. Aldığı sert cevaptan sonra, çaresiz madene inmiş. Aşağıda ise bir başka adam bağırmış: “Orada bekleyeceğine, çabuk şu kazmayı alıp çalış!” Bir dağ başında olan bu maden aslında kendisine aitmiş; ancak bunu kimseye anlatamıyor, kimse de onu dinlemiyormuş. Çünkü herkes harıl harıl çalıştığından, kimsenin kimseyi dinleyecek vakti yokmuş. Kendisini buraya getiren işçi de ilgilenmiyormuş onunla. Madenden dışarı çıkması yasakmış. Köleler gibi durmadan çalışıyormuş. Çok yorulduğu için her gün tıka basa yemek yiyormuş. Ama şişmanlamak bir yana, gittikçe zayıflıyormuş. Bu madende tam bir ay çalışan zengin adam, sonunda incecik bir adam olup çıkıvermiş. Aradan bir ay geçtikten sonra kendisini buraya getiren işçi ile karşılaşmış. Akşam olunca beraber yiyip içmişler. Zengin adamın yemeğine bir kez daha uyku ilacı koyan işçi, onu uyuttuktan sonra, üzerindeki madenci elbiselerini çıkarıp önceki elbiselerini giydirmiş. Sabah olunca uyanan adam, kötü bir rüya gördüğünü düşünüyormuş; ama uykuda nasıl zayıfladığını bir türlü anlayamıyormuş.
Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı'nın (Dünya KİV) Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın katkılarıyla düzenlediği Ankara Film Festivali'nde yarışacak filmler belli oldu. CerModern'de başlayacak festival 4-12 Kasım tarihleri arasında Kızılay Büyülü Fener Sineması'nda sinemaseverlerle buluşacak. Bu yıl 32. düzenlenecek festivali Medyascope'a anlatan Dünya KİV Başkanı İrfan Demirkol, “İki yıllık bir Türkiye panoramasını iddialı filmlerle seyircimize sunmuş olacağız. Bu yıl 551 film başvurdu. Sisteminin oturduğu bir festivale doğru gidiyoruz. Bu sene sponsorlarımızdan biri de Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB), 25 yıldan sonra logomuzda Ankara Büyükşehir Belediyesi'ni göreceğiz” dedi.