POPULARITY
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“Emir budur, Allâh'ın yasaklarına kimsaygı gösterirse, bu, kendisi için Râbbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirilegelenden başka bütün hayvanlarhelal kılınmıştır. O halde o pis putlardankaçının ve yalan sözden sakının.” (Hac s.30)“Beşinci defa da eğer yalan söyleyenlerden ise, Allâh'ın lanetinin kendiüzerine olmasını dilemesidir.” (Nûr s. 7)Allâh Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak doğru konuşmak kişiyiiyiliğe götürür ve iyilik de kişiyi cennetegötürür. Yalan ise günahtır ve günahlarkişiyi cehenneme götürür.” (Buhârî)1. Bir sözü söylemeden önce kendine şusoruyu sor: “Benim bu konuşmam her şeyiişiten ve gören Râbbimi hoşnut eder mi?”Bunu yapabilirsen Allâh'ın izniyle hiçbir yalan ağzından çıkmayacaktır.2. Yalan söylemeye alışmış olsan bileseni bu durumdan kurtaracak bir yol vardır.O da nerede bir yalan söylersen peşindenherkesin huzurunda bunun yalan olduğunuitiraf etmendir. Yukarıdaki tedbirlerle yavaşyavaş yalandan kurtulabilirsin. Biraz zamanalsa da faydasını mutlaka göreceksin.3. Uzun zaman yukarıdaki tedbirleri uyguladığın halde bir fayda elde edemediysen yalan söyleme durumunda kendine birceza uygula. Bu ceza çok ağır da olmasınçok hafif de. Mesela bir öğün yemek yememek veya sadaka olarak bir miktar paravermek gibi cezalar uygundur.(Eşref Ali et-Tehanevi, Tehzîbu'l-Ahlâk, s.64-67)
Birbirine yakın aynı isimli iki köy varsa birine “yukarı filanca” derler. Diğerinin ismi de kendiliğinden belirlenmiş olur. Kırşehir'in Çiçekdağı ilçesindeki Hacıahmetli Köyü ahalisi işi biraz abartmış. Üç yere birden yerleşmişler. Dolayısıyla “Yukarı, Aşağı” demek yetmemiş, ister istemez bir de Ortahacıahmetli doğmuş.
In questo episodio di Japan Wildlife, esploriamo il cuore pulsante del popolo Ainu, guidati da Valentina Piermartiri e le traduzioni degli ainu yukar, i canti tradizionali che la giovanissima Yukie Chiri raccolse in forma scritta per aiutare il linguista Kyōsuke Kindaichi nei suoi studi. La figura di questa giovanissima Ainu fu fondamentale per la comprensione e la conservazione di una cultura che ha rischiato di scomparire completamente e scopriremo molto di lei grazie al contributo appassionato di Valentina.Alla fine dell'episodio, inoltre, Alessia leggerà le traduzioni di due yukar tratti dalla raccolta.Segui Valentina su InstagramAcquista Ainu Yukar di Yukie Chiri su Amazon o dal sito di CafoscarinaJapan Wildlife è su Substack! Iscriviti alla newsletter per non perderti i prossimi episodi e aggiornamenti.Se vuoi sostenere Japan Wildlife, puoi anche lasciare una donazione su Ko-FiI nostri sponsor:Dirim: https://www.dirim.it/Granduomo: https://www.granduomocatania.it/Sinfonia del Gusto: https://www.sinfoniadelgustoroma.it/ This is a public episode. If you would like to discuss this with other subscribers or get access to bonus episodes, visit japanwildlife.substack.com
Dünyada tüm paralar ve değerli madenler herkese eşit olarak dağıtılsa ne olur? Gelir dağılımı düzelir mi? Refah seviyesi herkes için adil olur mu? Sosyal adalet sağlanır mı? Yukarıdaki ilk soruyu soranlar cevabı da araştırmışlar. Çıkan sonuç sürpriz değil: Bir süre sonra eski düzene dönülür.
Trump konusunda ilk başkanlık döneminde solun yaşadığı şaşkınlıkların listesi say say bitmez. Bunlardan biri de sırf Trump küreselciliğe karşı Amerika'nın çıkarlarını savunan bir politika izliyor, “America First” (“Önce Amerika”) sloganıyla açık milliyetçilik yapıyor, NATO'yu bile Amerika'nın başına bela gibi sunuyor olduğu için bir “içe kapanma” politikası izleyeceğine dair bir kanaatin gelişmesi idi. Trump, ilk döneminde, Danimarka'ya ait olan Grönland adasını satın alma fikrini ortaya atmıştı. Şimdi adanın “sahipliği ve kontrolü”nün Amerikan çıkarları için gerekli olduğunu açıkladı. Bununla yetinmedi, bir de Panama Kanalı Amerikan gemilerini “kazıkladığı” için kanalın kontrolünü Panama'ya veren 1970'li yılların sonundan kalan antlaşmayı feshederek kanalı eline alacağını söyledi. Sanki bütün bunlara biraz mizah katmak için de Kanada'nın aslında ABD'nin 51. eyaleti olması gerektiğini belirtip sosyal medyada bu ülkenin başbakanından ABD eyaletlerinin en üst düzey yöneticileri için kullanılan unvana uygun olarak “Vali Justin Trudeau” olarak söz etti! Bu salvoların gürültüsü Amerika'nın liberallerinin ve “solcu”larının mışıl mışıl uyur iken uykularından bir sıçramayla uyanmalarına yol açtı. “Aaa” dediler, “milliyetçilik içe kapanma değilmiş!” İnsan bu kadar budalalığın nereden kaynaklandığına şaşıyor. 2025 İkinci Dünya Savaşı'nın bitişinin 80. yıldönümü. O savaşın en önemli müsebbibi Hitler adında meczup bir milliyetçi idi. Ve nihai programı bütün dünyanın fatihi olmaktı. Hiç mi tarih bilmezsiniz? Trump ilk döneminde Kuzey Kore'yi yerle bir etmekle tehdit etti. Şimdi İran'ın nükleer tesislerini kendisinin bombalayacağına ya da İsrail'e bombalatacağına ilişkin öngörüler dolaşıyor. Bu adamın “içe kapanmacı” olduğunu hangi yüksek zekâ düşündü acaba? Emperyalizm 2008 finansal çöküntüsünden ve onu izleyen Üçüncü Büyük Depresyon'dan hareketle geleceğini hep birlikte, el ele kurtaramayacağını anladı. Şimdi her ülkenin emperyalist burjuvazisi “her koyun kendi bacağından asılır” politikasına döndü, “önce ben” demeye başladı. Trump bunların en deli dolusu. Çin Trump için bir saplantı haline gelmiş durumda. Rusya ile dalaşmayı bunun için bir sapma olarak görüyor. Ortadoğu'ya (Batı Asya'ya) saplanmayı bunun için yanlış buluyor. Varsa yoksa Çin! Pek az insanın ufkuna girmiş olan Arktik Bölgesi'nin önemini Ukrayna savaşı dolayısıyla gündeme getirmiştik. Fosil yakıtlardan nadir toprak elementlerine, oradan buzulların çözülmesi dolayısıyla dünya ticaretini kendine çekecek olan Kuzey Buz Denizi yoluna kadar çok büyük ekonomik çıkarların konusu olan Arktik bölgesi, İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya katılması amacına hizmet ettiği ölçüde Ukrayna savaşının da dinamiklerinden biri. Grönland, yukarıdaki haritaya bakarsanız göreceksiniz ki Arktik Okyanusu'na kıyısı olan dev bir ada. Üstelik elektrikli taşıtlardan rüzgâr türbinlerine kadar yeni teknolojilerde çok önemli bir girdi olarak kullanılan 50 tür nadir toprak elementinin 43'ünde çok zengin olan bir el değmemiş coğrafya. Şimdilik Çin, Afrika'nın bazı ülkeleri ve Güney Amerika bu elementler bakımından en zengin bölgeler. Grönland ve daha genel olarak “Yüksek Kuzey” bu durumu değiştirebilecek zenginlikte. Trump jeostratejik öneminin yanı sıra bu nedenle de “Amerika için Grönland üzerinde kontrol ve sahiplik mutlak bir gerekliliktir” yazıyor sosyal medyada (vurgu bizim). Ha, Kanada konusunda şaka mı yapıyor zannediyorsunuz? Yukarıdaki haritaya yeniden bakın. Bir de bunlar gerçekçi değil demeden önce ABD'nin 19. yüzyıl sonlarına doğru Alaska'yı nasıl olup da sahiplendiğini, 20. yüzyıl başında, bütünüyle kendi sınırları dışında olan Panama'da uluslararası ticaretin yolunu belirleyen Panama Kanalı'nı nasıl inşa edebildiğini ve Kanal'a 1999'a kadar nasıl hâkim olabildiğini sorun. Aman, siz siz olun, uykularında dönüp sonra yeniden horlamaya başlayan liberallerle birlikte uyumaya devam eden Amerikan “ilericileri” gibi rehavete kapılmayın.
“Son on yılda IŞİD'e karşı birlikte yürütülen savaş nedeniyle, Washington'ın Suriye Kürtlerine karşı yükümlülüğü var… Kürt halkına ihanet ederlerse, kimse ABD ile müttefik olmayacak… Bir ortağınız varsa, bu gerçekten değerlidir ve onu daha güçlü tutmalısınız!”
Yukarıdaki başlığı bana attıran, 2024 yılı içinde iki farklı kesimden araştırma grubunun değerlere ve kimliklere odaklanan araştırması oldu. İki araştırma da siyasetin yeniden okumasını gerektiren bulgular içeriyor.
IPI Medyada İnovasyon podcast serisinin 4. bölümü yayında! Medyada İnovasyon serisinin bu bölümünde Uraz Kaspar'ın konuğu gazeteci, Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarımı Bölümü Öğretim Görevlisi Doç.Dr. Özen Baş. Gazetecilik eğitimi ile yeni medya bölümü arasındaki ilişki ve bunun sektöre yansımalarının konuşulduğu bölümde, iletişim akademisyenlerinin sektörün hızı ve inovatif yapısına adapte olup olamadıkları da ele alındı. Bölümde değinilen konu başlıklarından bazılarını şöyle özetleyebiliriz: Yeni medya kavramı, bu sektördeki iş gücü ve akademideki karşılığı Yeni medya ve gazetecilik bölümleri birbirlerine rakip mi? Haber ve içerik kavramları birbirlerinden farklı mı? Genç kuşak iletişimcilerin gazetecilik mesleğine ilgisi neden azalıyor? Anlık ilgi gösterilen ve yükselişe geçen platformlar (podcast, TikTok vs.) akademik müfredatın şekillenmesini etkiliyor mu? Yayında bahsedilen Journo haberi: https://journo.com.tr/gazetecilik-bolumler-2024 Düzeltme: Yukarıdaki haber bölümde değinildiği gibi Emre Kızılkaya'ya değil; Burak Altınok ve Songül Karadeniz'e aittir.
Şraddha, “güvenmek, inanmak” demektir. Peki güven nedir? . Bir ilaç aldığınızda orada śraddhā vardır, çünkü aslında ilacın ne yapacağını önceden bilemezsiniz. Ancak size bir vaat verilmiştir. Birçok insan bu ilacı sizden daha önce almıştır ve onlarda işe yaramıştır. Eğer onlarda işe yaradıysa o zaman sizde de yaramaması adına bir sebep yoktur. . Buradaki śraddhā, inanç bir pramāṇa, "bilgi" aracıdır. Sadece denenerek ispatlanacak bir şey olmanın ötesinde bunu deneyecek tek kişi sizsinizdir. Çünkü bilginin içeriği “sizin” kendinizdir. Dolayısıyla bu pramāṇa bilgi aracına aslında teslimiyet beklenir. İşte o zaman bir araç olarak yöntem işe yarayabilir, kendisini bu şekilde gösterir. . Zekice yaşamak ne demektir? Çaresiz olduğunda çare arayan bir yaşamdır. Yukarıdaki durum çaresiz ve yardıma muhtaç bir andır, o zaman zekice davranış birisinden yardım istemektir. Kendinize yardım edebiliyorsanız, o zaman buyurabilirsiniz. Ancak kendinize yardım edemediğinizi gördüğünüzde o zaman yardıma başvurun. (Tattvabodha: Hakikatin Bilgisi, sf. 57-62)
Ünlü filozof Sokrates'e sormuşlar: En çok kimi seversiniz? “Terzimi severim” demiş. Neden terzi demişler. “Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır.” demiş Evren adını verdiğimiz canlılar dünyasında yalnızca değişen ve güncellenenler canlı kalabilirken, değişime direnenler ve ayak uyduramayanlar çürüyerek yok oluyor.
ICRYPEX Yönetim Kurulu Başkanı Gökalp İçer ve Ekonomist Ali Perşembe küresel piyasalardaki önemli makroekonomik verileri ve kripto piyasalarındaki gelişmeleri ICRYPEX Podcast kanalında değerlendiriyor.
İki hafta önce kıymetli bir dostumuzun nişanı için Saraybosna'daydım. Ilıca taraflarında, çok hoş bir bahçe içinde açık havada icra edilen merasimin ardından şehir merkezine dönerken, akşam namazımızı kılmak üzere Kral Fahd Camii'ne uğradık. Daha önceki Saraybosna ziyaretlerimde gitmek istediğim ancak bir türlü yolumu düşüremediğim bir yerdi burası. Kral Fahd Camii, Bosna Savaşı'nın bitişinden hemen sonra, 1998-2000 yılları arasında dönemin Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz adına inşa edilmiş. Geniş ve ferah namaz mekânının yanı sıra konferans salonu, kütüphanesi ve kültür merkeziyle büyük bir külliye halinde hizmet veren cami, bugün bilhassa Bosna'yı ziyaret eden Arap turistleri ağırlıyor. Namazda da onların yoğunluğu zaten göze çarpıyordu. Caminin kültür merkezinde verilen ücretsiz Arapça ve Boşnakça dersler de, keza hem yerli hem de yabancılar için güzel bir imkân. Kral Fahd Camii, Suudi Arabistan'ın ta 1950'lerden itibaren dünyanın çok farklı yerlerinde inşa ve finanse ettiği külliyelerden biri. Ülkenin kurucusu Kral Abdülaziz ve onun oğulları Kral Suûd, Kral Faysal, Kral Hâlid, Kral Fahd ve Kral Abdullah dönemlerinde, çeşitli ülkelerde sayısız dinî okul, medrese, cami, kütüphane ve kültür merkezi açıldı. Ülkenin bu siyaseti hem “resmî ideoloji” konumundaki Selefiliğin yayılmasına hizmet ediyor hem de yönetici aileye halk nezdinde itibar kazandırıyordu. Yukarıdaki isimlerden, Selefîliğin dışına taşıp Müslümanların tamamına seslenmeyi başaran ve resmî ideolojinin kalıplarının ötesinde, ümmet çapında işlere imza atan tek isim, rahmetli Kral Faysal'dı. Onun 1964-1975 arasındaki hükümdarlığı, İslâm dünyasının çeşitli ülkelerinden çok sayıda ismin özgür bir şekilde Suudi Arabistan'a yerleştiği, tebliğ ve irşat faaliyetlerinin yanı sıra, siyasî açıdan da güvenli sığınak bulabildiği bir zaman dilimiydi. 1966'da Seyyid Kutub idam edildiğinde, Suudi Arabistan'ın bütün cami ve mescitlerinde gıyabî cenaze namazlarının kılınmasını emreden Faysal, Hasan el-Bennâ'nın cihatla alakalı yazılarının derlendiği “İslâm'da Cihad” adlı bir kitapçığı Suudi Arabistan Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlatmış, sonrasında ülkenin resmî eğitim müfredatına ekletmişti. Madrid Hz. Ömer Camii ve Kültür Merkezi'nden Pakistan'ın başkenti İslâmâbâd'daki Şah Faysal Camii'ne, hemen her ülkede bugün hâlâ Kral Faysal'ın parmak izlerine rastlamak mümkündür.
Savaşların, küresel veya yerel çatışma koşullarının oluşturduğu belirsizlik ortamları, iletişim konusunda da kaosu, bir başka deyişle ‘düzensizliğin düzeni'ni tetikler... Bilindiği üzere devletin ahlakı değil, adabı (etik) olur... Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız koşullar çerçevesinde bu adap, çok ciddi esnemelere maruz kalır... Bu durumda devlet, millet adına ortaya koyduğu çıkarları için Makyavelist bir anlayışla, hedeflere yönelen her yolu mubah kabul eder. Instagram'a erişimin ülkemizden engellenmesini biraz da bu bakış açısıyla ele almak yanlış olmaz... Sürecin nasıl ilerlediğini, 4 Ağustos Pazar günkü yazısında refikimiz Ersin Çelik ayrıntısıyla dile getirmiş. Ne olmuşu, nasıl olmuşu anlamak için mutlaka göz atmakta yarar var. Biz ise çatışma ortamlarında iletişimin her türlü melanet (kötülük) için kullanılması, devletlerin, çıkar çevrelerinin, başta sosyal medya olmak üzere iletişim kanallarını tezvirat (karalama) ve dezenformasyon (yanıltıcı, yanlış bilgilendirme) için devreye alması karşısında ne yapılması gerektiğini vurgulamaya çalışalım... Önce, nelerin işe yaramadığına bakalım: 1. Kınama mesajları. (Muhataplarının bir kulağından girer, öteki kulağından çıkar) 2. Her türden yasak ve engel. (VPN teknolojisiyle bunları aşmak çocuk oyuncağı) 3. Yeni yasal düzenlemeler, cezaların artırılması (Cezaların caydırıcılığa pek hizmet etmediği insanlık tarihi boyunca bilinir) Peki, neler işe yarayabilir? 1. Önce ‘anlayış' değişikliği: PKK ile mücadelede başarıyı getiren nasıl ki asimetrik savaşa karşı düzenli ordu sisteminin yerine, ‘asimetriğe karşı asimetrik' yaklaşımı olduysa; sosyal medya platformları hususundaki temel fikriyatı benzer şekilde, yani asimetrik bir saldırıya göre pozisyon alarak yenilemek yerinde bir tavırdır. 2. İstihbarat çalışmalarında olduğu gibi, casuslukla mücadelede nasıl ki ‘karşı casusluk' sistemleri kurmak, ekipleri yetiştirmek, birimleri hazırlamak, uygun bütçeyi tahsis etmek gerekiyorsa ve ülkemiz bunu başarıyla uyguluyorsa; benzer bir sistemin her türden iletişim kanalı için ‘asimetrik' anlayışla tesis edilmesi şarttır.
15 Temmuz hain darbe girişiminin Çengelköy şehitlerindendi Mustafa Cambaz. O bir fotoğrafçıydı. Fotoğrafçı, ünsiyet kurduğu mekanlarda elinde makinasıyla keşif ve hayret üzere, daha baştan seçtiği mekanlarda mukim olandır. Cambaz bu manada camileri mekân tutan bir mesleğin de ehliydi. Albayrak Medya, kendi elemanlarından olan şehidinin adını tam da onun seçtiği meslekte yaşatıyor: Mustafa Cambaz Fotoğraf Yarışması! Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Likoğlu'nun geçtiğimiz perşembe günü Demokrasi ve Özgürlükler Adası'nda bilgisini basınla paylaştığı söz konusu yarışmaya mahsus yeni ödül töreninin programı, nasipse bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla, yine Demokrasi ve Özgürlükler Adası'nda gerçekleştirilecek. Şehitlerin yaşaması Allah'ın vaadiyle ve Peygamber Aleyhisselamın müjdeleriyledir. Bu sebeple, şehitlerin adlarının yaşatılması, Mehmet Akif'in “Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber / Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber” söyleyişinde hıfzettiği acziyete tabi olarak, ancak kulların mezkûr ilahi vaat ve nebevi müjdelerden pay alma garetlerine yorulabilir. Proje aşamasından beri yakından takip ettiğim Mustafa Cambaz Fotoğraf Yarışması'nı tertip eden ve sürdüren Albayrak Medya'nın sahiplerini, yöneticilerini ve ilgili elemanlarını söz konu gayret esasında tebrik ediyorum. Hepsine ecirde bereket niyaz ediyorum. Fotoğrafçılıkta camilerle ünsiyet kurmuş bir şehidin adını sevdiği iş ile yaşatmaktan daha isabetli ve daha güzel ne olabilir? Nitekim Likoğlu da zikrettiğimiz bilgilendirme toplantısında, Cambaz'ın fotoğrafçı olduğunu özellikle vurgulayıp, onun tarihi, sanatsal ve Türk milletinin bu topraklardaki tapusu niteliğinde, çoğunluğu tarihi ve selatin camilerle, kaybolmaya yüz tutmuş çeşmelere ait on binden fazla fotoğrafının olduğunu belirterek, Cambaz adına bu fotoğraf yarışmasının düzenlemesini, “Mesleğine ve fotoğrafçılığa olan tutkusunu anmak, onu unutturmamak” kaydıyla bir hak teslimine konu etmiş. Yarışmanın mahiyetiyle ilgili bilgilere gelince: Kategoriler bu yıla mahsus olarak şöyle belirlenmiş: 2023'e Damgasını Vuran Haber Fotoğrafları; Kültürel ve Tarihi Fotoğraflar; Yeni Nesil Fotoğraflar / Cep Telefonu Çekimi – Serbest Haber; Yeni Nesil Fotoğraflar / Drone Çekimi – Serbest Haber tanımlı dört temel kategori ile Hikâyeyi Tamamla Demokrasi ve Özgürlükler Adası ve Gazze adlı iki özel ödül. Mustafa Cambaz Fotoğraf Yarışması'nın bu üçüncü etabı, sekiz bin fotoğrafın katılımıyla büyük bir yoğunluğa muhatap olmuş ve bu fotoğraflar, Anadolu Ajansı Görsel Haberler Yayın Yönetmeni Fırat Yurdakul, Türkiye Foto Muhabirleri Derneği Temsilcisi Ümit Bektaş, fotoğraf sanatçısı Süleyman Gündüz ve Yeni Şafak Gazetesi foto muhabiri Sedat Özkömeç'ten oluşan jüri tarafından özenle değerlendirilmiş. Yukarıda zikrettiğim dört ana, iki ek kategoride dağıtılacak ödül ise, toplam sekiz yüz bin liradır. Türkiye'de manevi ve maddi değeri bu kadar yüksek başka bir fotoğraf yarışması daha yoktur. Mustafa Cambaz Fotoğraf Yarışması'nda dereceye giren geçen yılın fotoğrafları “Gözden Kalbe Akıldan Ruha” adlı bir albümde herkesin görüşüne sunulduğuna göre, şimdikinin fotoğrafları da mutlaka bir albüm haline yayımlanacaktır. Fakat hangi albüm ortaya çıkarsa çıksın onların zemininde mutlaka Cambaz'ın el emeği göz nuru fotoğraflarından oluşan Türkiye Ulucamileri Albümü yer alacaktır (Başbakanlık, Ankara 2016). Mimari eserler sabit durdukları ve vasıfları tamir, tadilat vb. zorunlu müdahalelerle
Geçtiğimiz günlerde ekranlara, belki de gazete sayfalarına düşen bir haber: “Dünyanın en zengin % 1'i dünya gelirinin % 45 'ini alıyormuş. Dünyanın % 99 ise kalan % 55 'i alıyor.” Çok özgün, kimsenin bilmediği bir bilgi vermeyen haberlerden, yani bir tür malumu ilam haberlerden. O yüzden kaynağını vermeyi gerekli görmüyorum. Bu tür haberler sıkça başka rakamlarla, başka çarpıcı örneklerle yaşadığımız dünyanın adaletsizliği üzerine bir gerçeği her zaman yüzümüze vurur. Bu durumu en çarpıcı biçimde Necip Fazıl'ın isyankâr şiiri ifade etmiştir belki de: “Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa”. Yaşadığımız dünyanın gelir adaletsizliği konusundaki bu çarpıcı durumu her türlü muhalefeti, hatta isyanları da hak ediyor. Tabi sistemi bu denge üzerine kuranlar, parayı ellerinde tutanlar sistemin bu şekilde yürümesi için gerekli tedbirleri almakta da o ölçüde mahirler. Gelirden düşük payları alan daha büyük kalabalıklar birleşse dersiniz, isyan etse ve haklarını alsa… Bu fikir de her zaman cazip ve oldukça uyarıcı bir fikir olmuştur. Ama bütün mesele tabi bu kalabalıkları birleştirmekte, bilinçlendirmekte, payın büyüğünü alan küçük azınlığa karşı harekete geçirmekte. 19. Yüzyılda bu adaletsizlik belki daha çarpıcı bir hal almış olmalı ki bu durumu düzeltmeyi misyon edinen bir sosyal bilim literatürü oluşmuş, sosyal bilim yapmakla kalmamış, yani dünyayı yorumlamakla kalmamış bir de önüne geçip yönlendirmeye, değiştirmeye kalkışmış. Marx bu eşitsizlikleri düzeltme misyonuna soyunmuş ve bütün dünya işçilerini birleşmeye ve insanları iliklerine kadar sömüren kapitalizme karşı ayaklanmaya ve bilahare eşitliğe dayalı bir sistem kurmaya davet etmiştir. Ancak bu davetine ilk icabet eden kitlelerinin Bonapartizme gelip takılmasının trajikomik tarihsel anlatımını yapmak da ona nasip olmuştur. Tarihsel şartlar yeterince olgunlaşmamıştır, o yüzden zamanından erken bu ayaklanmaların bu tür sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Bunun doğru zamanı neydi? Bu adaletsizlikler ne zaman tam olarak giderilecekti? Giderilinceye kadar yaşanacak olan zulümler, sömürüler, haksızlıkların hesabı ne olacaktı? Bu sorular tabii ki Marx'ı fazlasıyla aşacak metafizik sularda gezinmesini gerektirecekti. Yukarıda zikrettiğim bu rutin sayılacak haberin paylaşıldığı bir whatsapp grubunda çok değerli bir entelektüel-akademisyen dostumuz yine bu tür bahislerin rutin sayılabilecek bir sorusunu veya uyarısını tekrarladı: “Aslında bu tablo, alternatif bir medeniyet iddiasındaki Müslümanların gelir dağılımı adaletsizliklerine odaklanmaları gerektiğine işaret ediyor. Ama ne yazık ki gelir dağılımı adaletsizliğinin en yüksek olduğu yerler Müslüman coğrafyalar ve Müslüman münevverin hiç dikkatini çekmiyor bu konu.” Müslümanların medeniyet iddiasında olmaları oldum olası mesafeli olduğum bir söylem biçimi. Aslında bir medeniyet Müslümanların tarihsel mücadeleleri, vizyonları, pratikleri ve imkanlarıyla orantılı bir sonuç olarak ortaya çıkar. Tarihte Müslümanlar medeniyet(ler) de kurmuşlardır nitekim. Ama bir medeniyet kurmak için yola çıkmak, bir medeniyet iddiasında bulunmak bambaşka bir şey ve bunun bir İslami hareketin söyleminin merkezinde olmasını tasavvur edemiyorum. Peygamberler kula kulluğa ve onun ürettiği bütün haksızlıklara, zulümlere karşı çıkmışlardır, ilk etapta yıkıcı bir misyondur bu ve bütün yıkıcı misyonlar gibi şiddetli bir dirençle, cezalandırmayla karşılaşıp çoğu sadece uyarılarını yapıp gitmişlerdir. Medeniyet belki ancak muhtemel bir sonuçtur, hedef değil. Gelir adaletsizliğine odaklanmak ise elbette Müslümanların en önemli misyonlarından biri.
Özgür Bey ilk zaman erken seçime karşı olduğunu açıklamıştı. Kısa süre sonra fikir değiştirdi. Şimdi, bir buçuk yıl sonraya tarih veriyor. İmkânsızlığını bilmesine rağmen “Bana kalsa hemen olsun, bu hafta olsun…” bile dedi. Demek kolay. Dil, kastan ibaret; kemiği yok. Bir de o kararı alacak vekillerine sorsun bakalım, özlük haklarını elde etmeden Meclis'te kabul oyu verecek üç kişi çıkar mı? * Hem adı Devlet, soyadı Bahçeli değilken, ne zaman erken seçim olacağına karar vermek kimseye düşmez. Aklı başında bir siyasetçinin, bu konuda soru geldiği zaman “Ben bilmem, Bahçeli bilir” demesi gerekir. Bu memlekette erken seçimin ne zaman yapılacağına kimin karar verdiği, vereceği bellidir. * Yerel seçimle genel seçim arasında büyük fark var. 1950'den bu yana yapılan yerel ve genel seçimlere bakınca, her açıdan görülür. Sadece son iki seçime baksak bile anlarız. Vatandaşın söylediği özetle şudur: “Siz hükümeti kurun, ülkeyi yönetin; siz de belediyeleri alın.” Biraz daha ayrıntı isteyenler için şu şekilde anlatabiliriz: İsmail ha burada / Hasan geçsin çördeğe / Uşaklar ben dümende / Coştum arkadaş coştum / Biraz çalam kemençe… Çekin uşaklar çekin / Hemen aldık ırgatı / Geliyor bir sert poyraz / Vuralım iki katı… * Bu arada bilmeyen olabilir, çördek nedir, birkaç kelimeyle söyleyelim. Çördek: Yukarı çekmekte kullanılan ip, halat. Irgat da burada işçi anlamında değil, gemilerde ve yapılarda kullanılan, yatay kolları olan ve birkaç kişi tarafından çevrilen bocurgat. Bir nevi çıkrık. Bocurgat sözlükte şöyle yer alır: Ağır yükleri yukarı kaldırmakta kullanılan, manivela ile döndürülen ve döndürüldükçe, kaldırdığı şeyin bağlı bulunduğu urganı kendi üzerine saran dolap. * Siyasette de bunların karşılığı olsa gerek. Kimi ırgattan, bocurgattan sorumludur, çördekle ilgilenir. Kimi de dümendedir. Yeri geldiğinde coşmak ise herkesin hakkı. İsteyen kemençe çalar, isteyen horon teper veya halay çeker. İstemeyen bir köşede burnunu çeker. FATURASI ÇOK AĞIR OLUR Dedelerimiz Birinci Dünya Savaşı'nı gördü. Görmek ne kelime, savaşta bizzat görev aldılar. Ateşin ortasında kimi şehit oldu… Kimi kolunu yahut bacağını cephede bırakarak evine döndü. Çoğu, evini bıraktığı gibi bulamadı. * Babalarımız İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşadı. Sıkıntılı yıllardı. Yokluk, fakirlik, imkânsızlıkla mücadele ettiler. Ekmeği karneyle aldılar. Bir avuç bulgur bulunca mutlu oldular. * Biz üçüncü nesil… Bolluk içinde bir hayata kavuştuk ama endişeyle bekliyoruz. Atalarımıza kıyasla büyük bir konfor içinde olsak da ciddiye alınması gereken bir risk altındayız. Üçüncü savaş çıkarsa, onlardan çok daha fazla zarar görebiliriz. Kol-bacak vermek yetmez, can ile canandan geçme faslı başlar o savaşla birlikte. Dördüncü nesil?
Vakit gece yarısını geçmişti, gün ağarmaya duracak birazdan. Nur Dağı'nı tırmanacağız, 600 metre. Hava gündüze göre serin, şehre göre çok yumuşak ve Cebeli Nur'un zirvesinden eteklerine doğru esinti var. Derinden gelen bir iç ses eşliğinde yürüyoruz. İmana, Kitab'a ve nübüvvete dair ilk bilgilerin, İslam'ın yeşerdiği ilk noktaya ulaşacağız. Rehberimiz, Hocamız ve artık Hac arkadaşımız İrfan Açık anlatıyor: - Hira'dan gelen temiz ve sağlıklı havaya gönül pencerelerimizi ardına kadar açmalıyız. Hira arayış yeri demektir. Dilimizde, İslam dinini ve Efendimiz'in peygamberliğini bulunduğumuz dağdan ilan eden ilk ayetler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir” (Alak, 1-5). Cebeli Nur'un silüetiyle hemhâliz artık. İslam'ın insanlığın zirvesi olduğunun vücut bulmuş hâli adeta. Toprak yol bitiyor. Kayalık merdivenlerin başlangıcı. Zifiri olmasa da karanlık. Yukarıdan inen bir Türk, “Dikleşiyor. Telefonunuzla ışık yapın ve kesintisiz çıkmayın, dinlenin” diyor. Kayaların uçlarında ve basamaklarda oturanlar var. Selamlaşıyoruz. Bir teyze, o da Türk: - Evladım az dinleneyim, devam edeceğim inşallah. Çıkabildiğim yere kadar. Biraz sonra ellerinde fırçalarla kayaları süpüren, çöpleri toplayan dilencilerle karşılaşmaya başlıyoruz. - Hacım Allah kabul etsin, sadaka. Neredeyse 10 basamakta bir süpürgeli dilenciler. Türkçe konuşuyor ve ısrarla, “söz” istiyorlar. - Hacı abim, o zaman dönüşte inşallah. Türkçe cümleleri kalıp kalıp ezberlemişler. Demek ki Hira Mağarası'nı daha çok Türkler ziyaret ediyorlar. Zirveye yaklaştıkça ziyaretçilerin sayısı artıyor. Sağda solda bulduğu düzlükte, kayaların üzerinde namaz kılanlar var. Saate bakıyorum 03.15 olmuş. En tepeden önceki son duraktayız. Balkon gibi. Mekke şehri ve Harem-i Şerif bölgesi tüm ihtişamıyla karşımızda. Seyre dalıyor, nefesleniyoruz.
“Geleneğin, tasavvuf âeminin tümüyle tarihe karıştığının, evliyaların, tarikatların masaldan ibaret sanıldığı bir çağda, çağdaş materyalizmin ve modern tüketim zihniyetinin doruğunu temsil eden bir toplumda, akıllara durgunluk veren inanılmaz bir güzelliktir zuhur eden. Gelenek tüm ihtişamıyla -pirleri, tekkeleri, şeyhleri, dervişleri, zikir meclisleriyle- gelir, yetişir ve mana âleminden bütünüyle kopmuş modern insana, olanca kapsayıcılığıyla el koyar. Gelenek, ezelden ebede değişmez cevheriyle, tüm hakikatiyle burada bizimledir. Burada ve her yerde, her yerde ve her zamandadır” Yukarıya iktibas ettiğim satırlar rahmetli Ayşe Şasa'nın, Muhyiddin Şekûr'un ‘Su Üstüne Yazı Yazmak' kitabına yazdığı sunuş yazısından. Bildiğim kadarıyla Ayşe Hanım'ın yaptığı birçok hayırlı iş arasında bu kitabın Türkçeye çevrilmesini teşvik etmek de vardı. Allah ondan razı olsun; fakir gibi pek çok susamış kimse de bu çeşmeden kana kana içti de ferahladı. Muhyiddin Şekûr'un hikmetler ve inceliklerle dolu kişisel yolculuğunu bir günlük kıvamında anlattığı bu eser ve sonrasında kaleme aldığı serinin ikinci kitabı ‘Gölgeler Koridoru' modern zamanların dağdağası içinde öz istikametini arayan, manevi tutamaklarını yitirmiş pek çok insana yol gösterdi. Ayşe Hanım'ın da vurguladığı gibi kadim geleneğin, modern zamanlar içinde kendini nasıl yenilediğini, arayanlar için aslında ne kadar yakında, hayatın ne kadar içinde olduğunu, nasıl nefes almaya ve vermeye devam ettiğini Şekûr'un satırlarında bulduk. Onun ayak izlerine basarak onun manevi yolculuğunun yoldaşı olduk adeta. Bu iki kitaba doyamamışlar olarak uzun zamandır serinin üçüncü kitabını, yani Muhyiddin Şekûr'un iç yolculuğunun sonraki adımlarını bekliyor, merak ediyorduk. Nihayet kavuştuk, Sufi Kitap geçen ay ‘Mercan Resiflerinin Ötesi'ni yayınladı. Yayınevindeki dostlar nezaket gösterip kitabı bendenize de ulaştırdılar, hem de üstadın imzasıyla… Hemen okumaya başladım tabii ama kıyamadığım için hızlı gitmemeye özen gösteriyorum. Her zamanki yumuşacık Muhyiddin Şekûr ifadeleri, içtenlikli bir anlatım… Derin bir maneviyatsızlık ağrısı çekmekte olan çağa hikmetle bakan dervişçe gözler…
Ekonomist Haluk Bürümcekçi, hızlanan yabancı girişlerinin etkilerini ve dikkat edilmesi gerekenleri anlattı. Mehmet Şimşek'in "‘fazla likiditeyi çekmek için borçlanabiliriz" sözlerini de değerlendiren Bürümcekçi, büyümenin ilk çeyrekte güçlü seyrettiğini, bunun biraz yavaşlayacağını ama resesyon gibi bir ihtimali görmediğini söyledi.İyi dinlemeler...
İbn Haldun Üniversitesi'nin İBER Yayınları, Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın desteğiyle Fütüvvet Gençlik Klâsikleri projesi kapsamında hazırladığı tarz-ı kadim fütüvvet klâsiklerinden 20 eseri, Nisan 2023 – Şubat 2024 tarihleri arasında okurlara sundu. Proje Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Harakânî (2), Kuşeyrî, Hâce Abdullah Herevî, İmam Gazzâlî, İzzî ve Attâr, Şehâbeddin es-Sühreverdî (2), İbnü'l-Arabî, İbn Mi‘mâr, Abdürrezzâk el-Kâşânî, İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin el-Âmülî, Emîr-i Kebîr Hemedânî, Ca‘fer es-Sâdık, Eşrefoğlu Rûmî, Yahyâ el-Burgâzî, Ahmed el-Harpûtî ve Razavî'nin 10. ila 16. yüzyılları arasındaki telif, derleme / seçme ya da özet eserlerinden oluşuyor. Aslında çoğu kitaplıklarımızda farklı ad, tercüme ve basımıyla yer alan Fütüvvet- nâmelerin, gerek sûfîliğe / tarikatlara gerekse Fütüvvet / Akî / Ahî teşkilâtına mahsus metinlerin, Fütüvvet ve gençlik kelimelerinin anlamdaşlığı arasında incelikle düşünülmüş genel bir başlık altında sunulması çok güzel olmuş. Bu sayede ilgi tek temada toplanacak ve okumanın bereketi inşallah daha da artacaktır. Ben de bu mülahazayla, 80 ila 192 sayfa arasında değişen Fütüvvetnâmelerin “Her güne bir kitap” planıyla şu ana kadar – yazım ya da yayım sırası gözetmeksizin- beşini okudum. Bunlar Herevî; Harakânî (Fakrnâme); Sühreverdî (Fütüvvetnâme-i Digerî); Kâşânî ve Ca‘fer es-Sâdık'ın fütüvvetnâmeleri. Bu kitaplarla -nasipse okuduğumda ve gerekli gördüğümde diğerleriyle de- ilgili kimi notlarımı paylaşmak istiyorum: Öncelikle belirtmeliyim, Fütüvvet Kitaplığı'na dahil eserler tek tip ama çok özenli bir kapağa sahipler; iç grafik düzenleri ve mizanpajları itibariyle de güzeller. Her kitap, particilik siyasetine akademiden daha fazla mesai harcamış olmasına rağmen mezkur temada ehliyeti tartışma götürmeyen İrfan Gündüz Hocamızın takdim yazısıyla başlıyor. Bu Takdim, sufî ile meslekî fütüvvet ayrımını gözeten, her ikisine mahsus ilk kaynakların zikredildiği, ıstılahların belirtildiği ve açıklandığı, müessese olarak Fütüvvet'ten Ahiliğe geçişte neden ve süreçlerin… ana hatlarıyla işlendiği efradını câmi ağyarını mani bir metin… Fütüvvet Gençlik Klâsikleri projesinin maksadı da yine bu yazıda şöyle veriliyor: “İlk elde amacımız, Türk ve İslâm dünyasında fütüvvet düşüncesi alanında ortaya konulan verimleri okuyucuya sistemli, nitelikli ve çok yönlü bir okur kitaplığı kapsamında sunmaktır. (…) Bu eserler vasıtasıyla; özellikle şahıs, mefhum, mesele, müessese, dönem, literatür ve bölge ayrımlarını dikkate alarak okuyucuya, güçlü bir hazineyi, tek kitaplıkta bir araya gelecek şekilde sunmayı hedefliyoruz. Burada esas gayemiz ise fütüvvet düşüncesi çerçevesinde İslâm'ın yüzyıllar boyunca mümbit tartışmalara konu ve birçok görüşün neşvünema bulmasına vesile olmuş meselelerini bugün yeniden gündemimize taşımaktır. Böylelikle, günümüz ilim ve fikir dünyasında hissedilen eksikliği gidermeyi ve bu sahada karşılaşılan sorunların hallinde başvurulabilecek sahih bir kaynak oluşturmayı hedefliyoruz. Bu bağlamda, hâlihazırda ‘gençliğin odağında olduğu' sorunların tespit, tahlil, tenkit ve hallinde geçmiş birikimden azami ölçüde istifade edebilmemize imkân tanıyacak ve özellikle gençler tarafından rahatlıkla nüfuz edilebilecek bir mevzi inşa etme maksadını taşıyoruz.” Yukarıda zikrettiğim isimlerin sırasınca, Sezai Küçük, Mustafa Çiçekler, Tahir Uluç (2) ve Saffet Sarıkaya tarafından tercüme edilen beş kitaptan Tahir Uluç'un tercümeleri dışındakiler mütercim ya da editör notları bakımından fazla bir eksiği görünmüyor. Ancak Tahir Uluç'un tercümelerinde ve hassaten Ca‘fer es-Sâdık kitabında gerekli notlar, tahriçler ve esbabı-nüzul kayıtları açısından ciddi bir eksiklik var.
Dünya tarihinde “şiddetle” kınandığı için durdurulan herhangi bir katliam veya soykırım yoktur. Keza “Bir daha asla!” denen nice acı hadise de sürekli ve sürekli tekrarlanmıştır. “Suçlular mutlaka cezasını çekecek!” şeklindeki hamasî vaatlerin ne derecede gerçekçi olduğunu anlamak isteyenler ise, yakın ve uzak tarihteki nice trajedinin mimarına nasıl muamele edildiğine bakabilirler. Yukarıdaki cümleler, geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda düzenlenen “Srebrenitsa Soykırımı'nı (1995) Uluslararası Anma Günü Olarak İlân Etme” konulu oylamayı izlerken zihnimde dönüp durdu. 84 ülkenin “evet” oyuyla kabul edilen tasarıya 19 ülke “hayır” derken, tam 68 ülke de “çekimser” kaldı. Sırbistan'la birlikte Rusya'nın “hayır” demesi elbette şaşırtıcı değildi. Çin ve Suriye de -akla gelebilecek sebeplerle- aynı kervana katıldı. Ancak çekimser kalan ülkeler arasında Cezayir, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Lübnan, Umman ve Sudan'ı görmek, söz konusu ülkelerin dış bağlantıları hakkında önemli noktalara işaret ediyordu. Orta Asya'da Kazakistan ve Tacikistan “çekimser” kalırken Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan temsilcileri oylamaya katılmadı. Bu tablo da Rusya'nın bölgedeki etkisini ve etkinliğini göstermesi bakımından oldukça çarpıcıydı. Avrupa'nın göbeğinde ve sözde “barış gücü” askerlerinin gözetimi altında binlerce Müslümanın katledilmesini boş gözlerle izleyen “modern” dünya, aradan neredeyse 30 yıl geçtikten sonra “Srebrenitsa Soykırımı'nı Anma Günü” adlı bir merasimi kucağımıza bırakıp geri çekildi. Üstelik çeşitli ülkelerin menfaat haritalarını da gözlerimizin önüne sererek… Srebrenitsa'ya bakarken, Gazze'den bir başka katliamın haberi geldi. İsrail işgal güçleri, devam eden soykırımda yeni bir perde açarak, Refah'a sığınan masum sivillerin yaşadığı bir çadır kenti gece yarısı bombaladı. Çok sayıda insanın yanarak can verdiği feci saldırı, gündemi kısacık meşgul etti, sonrasında insanlar yeniden rutin programlarına döndüler. Soykırım uzadıkça ve zamana yayıldıkça alışıldı, normalleşti ve “haber değeri” düştü çünkü.
Bir zamanlar liselerde okutulmak üzere ahlâk kitapları hazırlatılmıştı. Bunları kıymetli ve ehil akademisyenlerimizden bazıları ortaklaşa kaleme almışlardı. Bir gün, bir lise öğrencisi bu kitabı satın almak için kitapçıya gidiyor. Selam melam vermeden “Sizde ahlâk var mı?” diye soruyor. Kitapçı da dalgınlığa gelmiş olmalı ki “yok” cevabını veriyor. Bilmiyorum, eskiden böyle miydi, bugünün gençleri cümleleri epeyce kısaltarak yarım yamalak kelimelerle hatta birtakım işaretlerle konuşuyorlar yahut konuşamıyorlar. Defalarca şahit oldum. Delikanlımız ve hanım kızımız kitap sormak için bir dükkâna girer girmez hemen elindeki cep telefonunu adamın gözünün içine sokarcasına yüzüne tutuyor. Böylece aradığı kitabın adını söylemeye bile yüksünüyor. Söyleyenler de işte böyle söyledikleri için tuhaf ve garip manzaralar ortaya çıkıyor. Ne dersiniz, buna benzer bir kitap soruş şeklinden daha bahsedeyim mi? Eski Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel, yine liselerde okutulmak üzere bir mantık kitabı hazırlamıştı. Bu ünlü bakan ne zaman İstanbul'a gelse muhakkak Sahaflar Çarşısına uğrar, oradaki dostlarından Nizameddin Bey'in dükkânında bir süre sohbet ederek dinlenirmiş. Yine bir gün aynı kitapçı dükkânında bulunduğu sırada içeri bir öğrenci giriyor ve kitapçıya “Hasan Âli Yücel'in mantığı var mı?” diye soruyor. Aynı zamanda nüktedan biri olan Nizameddin Bey, yanında oturan Bakan Bey'i göstererek işte kendisi, burada, sor bakalım mantığı var mıymış diyerek karşılık veriyor. Böyle sakat cümlelerle ve tuhaf ifadelerle kitap sorma işine daha birçok örnek verebilirim ama asıl konumuz olan ahlâk ve ahlâk kitapları üzerinde biraz durmak istiyorum. Hani bir söz vardır. Sık sık işin başı sağlık cümlesini kullanma ihtiyacını duyarız. Buna bir nazire olmak üzere, işin başı ahlâk desek yine önemli, belki de en önemli bir gerçeği dile getirmiş oluruz herhalde. Hiç, ahlâk en önemli bir husus olmasaydı Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyururlar mıydı? İşte güzel ahlâkın manevi mevkii bu kadar yüksek olduğu için hakkında ciltler dolusu kitaplar yazıldı. İslâm âlimleri, kitaplarının konusu ne olursa olsun, ahlâk bahsine de yer vermeyi ihmal etmediler. Hatta bu mevzuda müstakil olarak yazılan birçok ahlâk kitabı vardır ki, bunların en meşhurlarından biri de “Ahlâk-ı Âlai” isimli muazzam eserdir. Bursalı Mehmet Tahir Bey'in “Ahlâk Kitaplarımız”, Ahmet Rıfat Bey'in “Tasvir-i Ahlâk”; Ömer Ferid Kam'ın, Emile Boirac'ın “Felsefenin İlkeleri” kitabından tercüme ettiği “İlm-i Ahlâk” isimli çalışmaları da bu vadide kaleme alınan kitaplardan sadece bir kaçıdır. Yukarıda da belirttiğim üzere, bu listeyi daha bir hayli uzatabiliriz.
İlahi yasaların bu ilki diğer yedi yasayı içinde barındırır. Bu anlamda dikey bir yasadır ve başta anlaması en karışık gibi görünen yasadır. İdrak edildikten sonra ise olaylara durumlara bakarken büyük resmi kolayca fark etmeye ve hayatı okumaya katkı sağlar. Support the Show.arkafonhikayeleri.podcast@gmail.com https://instagram.com/arkafonhikayeleri?utm_source=qrYouTube: https://www.youtube.com/channel/UC11V-FdnYq0_yqCP5BUayrg
Üçlü takvim kurmuştuk; Perşembe başlayan Rusya (Putin)-Çin (Xi) zirvesi, Kazan'da yapılacak BRICS zirvesi ve ABD Başkanlık seçimleri… Dünyada her gün sürüyle olay yaşanıyor. Bir kısmı stratejik bir kısmı konvansiyonel etkilerle gerçekleşiyor. Örneğin, Fransız Kolonisi Yeni Kaledonya'da yaşanan dalgalanmalar bir sebep-sonuç ilişkisi içerdiğinden, Afrika'da Fransa'nın varlığının rendelendiği dönemle senkron gösterdiğinden, yüzölçümü küçük olsa da jeopolitiği büyük olaydır. (Öyle ki, Paris basını içinde gelişmeleri Türk ve Azerbaycan istihbaratına bağlayanlar var!) Keza, Nijerya'da ABD ve Rus askerlerinin bir askeri üste ‘yüz-yüze' kalmaları da öyle. Yapı-bozum dönemlerinde şaşırtıcı olayların tekdüze sayılmaları olağan. Ancak önemlerini azaltmıyor… Yukarıdaki üçlünün sonuçları, önümüzdeki en az dört-altı yılın nasıl bir küresel form şekillendireceğinin işaretlerini verecek. Hatta bir ‘kılavuz' bile ortaya çıkarabilir… FİNAL YOK, ÇOK VE UZUN SAVAŞLAR VAR… Benzer şekilde, Ukrayna'da Rusya için avantajlı saha pozisyonu gelişirken Savunma Bakanı'nın yerine askeri değil ekonomik alanda temayüz etmiş bir siyasinin getirilmesi de öyle. (Ukrayna savaş stratejisi bundan sonra Rus Genelkurmayı/Gerasimov tarafından yönetilecek demektir ve ülkenin rol dağılımı hakkında da fikir verir.) Yanılmıyorsam şimdiye kadar sadece iki ülke, Rusya ve İngiltere “savaş ekonomisine” geçtiklerini duyurdu. Çoğu yorumcuya/analizciye göre anlamı, ‘daha büyük bir savaş'ın yaklaşmakta olduğu…
“Batılılar bir bahçeye girdiklerinde oradaki bitkileri sayarlar. Doğulularsa o bahçedeki bitkilerin kokusuyla mest olmayı seçerler” şeklindeki meşhur söyleyiş, Batılıları zevkten, Doğuluları (Müslümanları) ölçüden ve ahenkten “yoksun” sayması nedeniyle problemlidir. Zira, inancı ne olursa olsun insanlığının farkında olan her fert bilgi ve tecrübe düzeyine göre zevk ile ölçü ve ahengin berzahında durur. Kültürel nedenlerle mezkur iki durumdan birine daha fazla bir eğilim söz konusu olsa da, neticede her iki dünyadaki medeni şahikalar zevk ile ölçü ve ahengin birliğini, evrenselliğini ele veririler. Buradaki “eğilim” farkına, Heinrich Wölfflin'in Mimarlık Psikolojisine Öndeyişler'indeki “Mimarlık psikolojisinin görevi, inşa etme sanatının kendi araçlarıyla uyandırabildiği ruhsal etkileri betimlemek ve açıklamaktır.” şeklindeki tanımından baktığımızda, Batı'da aracın (materyalin), Doğu'da ise zamanı ve mekanı da bir ruhsallığın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre konu tam da Wölfflin'in mimari esasında “dışavurumların aktarılmasına” mahsus oluşturduğu “Her ruh halinin, ona düzenli olarak eşlik eden belirli bir dışavurumu vardır; çünkü dışavurum dediğimiz, içeride olup bitenleri göstermek üzere dışarıya asılan bir tür bayrak değildir; yokluğu fark yaratmayan bir şey de değildir. Dışavurum, daha çok zihinde yaşanan olayın bedende kendini göstermesidir. Dışavurum sadece yüzümüzdeki kasların kasılmasından ya da ekstremitelerimizin hareketlerinden ibaret değildir. Dışavurum bedensel organizmanın bütününü kapsar.” şeklindeki ilk önermede somut bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zira Wölfflin, burada araçla ruhsallığı dışavurumda birleştirerek aşmaya çalışırken, zihniyeti gereğince önermesini “bedensel organizma” terkibine hapsettiği için bunu başaramamıştır. Bizim el-Makdisî (ö. 1000 civarı), el-Bîrûnî (ö. 1061?), et-Tancî (ö. 1368-69), Cafer Efendi (ö. ?) ve kendi günümüzden Turgut Cansever vd. büyüklerimizden mülhem olan “bakış terbiyemiz” ise, yukarıdaki berzah zikrimize bağlı olarak, araçla ruhu birleştiren bir bakıştır. Bunu derken Doğu-Batı sentezi gibi meymenetsiz bir terkipten değil, geometri kabiliyetini, Batı dillerinde bulunmayan kalp, gönül, vefa, hatıra… görmelerinden hareket ediyoruz. Mouayed Mnari'nin “Kayrevan Şehrinin Osmanlılaştırılması ve Tarihi Eserleri” adlı çalışmasında (doktor tezi, 2018), Tunus'un Dayılık Devri'nde dayıların Kayrevan'a girerlerken atlarından indip, ayakkabılarını çıkartarak yürüdüklerine dair naklettiği bilgi bile tek başına bizim bakışımızdaki farkı ifade etmeye yeterli gelir. Ziar bu tutum Wölfflin'in “bedensel organizma” terkibine sığması asla mümkün olmayan bir bakış ya da yine onun kullandığı kelimeyle başka zihniyetlerde benzeri olmayan bir dışavurum tarzıdır. Yukarıdan beri zikrettiklerimize bağlı olarak Ukbe b. Nafi camiine, halk arasındaki adıyla Sîdî Ukbe'ye ya da Cuma camii anlamında Ulucami'ye eriştirildiğimizde ziyaretimizin ilk muhatabının da Peygamberimiz Aleyhisselam'ın cihat cehdiye maruf sahabelerinden Hz. Ukbe b. Nafi'nin (ra) olması normaldir. Üstelik kabri burada da değildir Ukbe'nin. Bugünkü adıyla Biskra yakınındaki Tehûde'de şehit düşmüş, bugün kendi adını taşıyan Sîdî Ukbe kasabasına (Cezayir) defnedilmiştir. “Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler' demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” ilahi hükmünce (Bakara 2/154) bizim Ukbe'yi kendi elleriyle kurduğu Kayrevan'ın ve hassaten bu mescidin mukimi olarak bilmemiz de yine çok doğaldır. Onun ailesi üzerinden Peygamber Aleyhisselam'ın kızı Hz. Zeyneb'in üzüntüsüne ve dolayısıyla özellikle yeni Müslüman olmuş kölelerin maruz kaldıkları zulümlere, üzüntülere tıpkı tavaftaki gibi zamanı geriye katlayarak uyanışımız da…
Sadece Türkiye'de değil, dünyanın pek çok ülkesinde son günlerde pek çok tekâmül derecesinde ele alınarak üzerine konuşulan bir film ve yönetmeninden söz etmek istiyoruz bugün… Dünyanın gündemi tabii ki sinema, sanat değil. Tam tersine melanetin her türlüsü… Soykırım, siber saldırılar, savaşlar, çocuk ve kadılara karşı şiddet, iktidar mücadeleleri, dezenformasyon, islamofobi, faşizm, popülizm, serbest evlilik, poliamori, LGBTQIA2S+, çekirdek ailenin yok edilmeye çalışılması, kamu diplomasisi ile ülkelerin kaderleriyle oynanması, iklim değişikliği, canlılığın sürdürülebilirliği ve daha niceleri… Ne kadar çok konu var yazacak… “Mükemmel Günler” (Perfect Days) ve yönetmeni Wim Wenders ne iş?.. Amacımız, tam da bunu, yani “Ne iş?” olduğunu anlatmak … Bertolt Brecht'in bizce en önemli tespitidir: “Tüm sanatlar, (tiyatro da dahil) sanatların en yücesine katkı sağlar; Yaşama Sanatına…” (Alle Künste (also auch das Theater) tragen bei zur größten aller Künste, der Lebenskunst)… Dünyayı tanımak, anlamak, anlamlandırmak ve değiştirmek için en çok ihtiyacımız olan şeydir yaşama sanatı… Belki de bilgeliğin, irfanın yaşam içindeki tek kanıtı… Yukarıda sözünü etiğimiz tüm çelişkileri doğru okuyup çözümleme yolunun sanatların en yücesinden geçtiğini yakalarsak belki pek çok dünyevi sorunda melanetten daha kolay kurtuluruz… Peki neden sinema? Yanıt çok basit… Çünkü sinema 7'nci sanat dalıdır ve kendisinden önceki 6 sanat dalını da mündemiçtir (içkin)… Müzik, Dans, Resim, Şiir, Heykel, Mimarî… Görüleceği gibi Edebiyat, ‘Sanat'ın dışında ayrı bir alan olarak tanımlanır… Marx ve Engels'in devasa eserlerinin adı boşuna “Über Kunst und Literatur” (Sanar ve Edebiyat üzerine) değildir… Sinema tabii ki edebiyatı da içerir (Senaryo)… Time ve Life dergilerine de yazmış olan ABD'li ünlü sinema eleştirmeni Bruce Wiliamson filmlerin 4 parametre üzerinden değerlendirilmeleri gerektiğini tespit etmişti: Kötü film / İyi Film / Kötü yapılmış film / İyi yapılmış film… Bizce de bir filmin iyi mi kötü mü olduğunu onun yaşama sanatımıza ne ölçüde hizmet ettiği ile ilgilidir… Duyguların en yücesine mi yükseltiyor bizi, yoksa en kötüsüne, şeytani olana mı?... İyi mi kötü mü yapılmış olması da, 6 sanat dalını ve edebiyatı ne yetkinlikte yüksek estetik boyutunda kullandığı ile ilgilidir… En zararlısı olduğunu düşündüğümüz iyi yapılmış kötü filmler olduğu gibi (Rambo, Fauda vb.); iyi duygular taşıyan ancak sonuna kadar izlemeye tahammül edemeyeceğiniz kötü yapılmış iyi filmler de vardır…
Ali Çağatay, Radyo Sputnik dinleyicilerine kakao fiyatlarıyla ilgili uyarıda bulundu. Çağatay, "Bütün şartlar aynı kaldığı taktirde kakao fiyatlarının artık daha yukarı gitmesine imkan ve ihtimal yok.” dedi.
Dünyâ târihinde büyük değişimlerin olduğu iddiasına soğuk bakanlardanım. İlk Çağ, Orta Çağ, Modern Çağ(lar) vb. ayırımları hep sorunlu buldum. Soğukkanlı ve maddî yapıları dikkate alan bir yaklaşımla bakacak olursak üç ana örüntüden (pattern) bahsedebiliriz. İlki, târihin kâhir ekseriyetini oluşturan zirâî tarihlerdir. Zırâî târihler devletli (prebendal) ve devletsiz (feodal) iki alt yapılarla örgütlendi. Bunu son iki, bilemediniz iki buçuk asırda sanâyi kapitalizmi tâkip etti. Târımın sanâyileşmesi ile başladı ve makinelerin başat olduğu ileri formuna kavuştu. Nihâyet bugün idrâk ettiğimiz ve henüz yapılanmasını tamamlamayan tekno bir târihten bahsedebiliriz. Yukarıda ana başlıklarını vermeye gayret ettiğim ilk iki, yâni zırâî ve sınâî târihsel örüntü arasındaki geçişler ve bu yapıların sürdürülmesi adına yürütülen faaliyetler savaşsız olmamıştır. Elyevm idrak ettiğimiz geçiş süreci; yâni sınâî evreden tekno evreye geçiş sürecinin de bundan nasibini almakta olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Trajik duygularla da olsa, içine tekno gelişmeleri de alarak savaşcıllaşan sanâyîlerin insanlığı son büyük hesaplaşmaya doğru taşıdığını tâkip etmekteyiz. Anlaşılıyor ki, yeni bir dünyâ şekillenecekse, bu büyük yıkım olmadan yaşanmayacak. Gerek zırâî gerek sınâî yapılar hukuk, siyâset, kültür, din gibi çok sayıda hegemonik pek çok başka yapıyla tahkim edilirler. Geleneksel mânâda zırâî yapıların çöküşü, diğer yapıların çöküşü ile de eşlenir. Meselâ zırâî dünyâ çökerken diğer yapılardan; yâni siyâsal veyâ kültürel yapılardan medet ummak beyhûdedir. Onlar da kaçınılmaz olarak çökecektir. Bu çöküşleri topyekûn bir yok oluş olarak görmek son derecede basitçi ve yanıltıcı bir değerlendirmedir. Yapılar târihin kodlarıdır. Bütün mesele bunların yeni dünyâda yeniden nasıl kodlanacağı ile alâkalıdır. Meselâ ziraatın bir yapı olarak sınâî gelişmelerle yok olmadığını, olsa olsa kapitalist bir işletmecilik temelinde yeniden örgütlendiğini, sınâî bir zıraata evrildiğini görüyoruz. Modern dünyânın diğer yapıları, siyâset, hukuk ve din vb. yapıların da sınâî karakterde yeniden üretildiğini rahatlıkla ifâde edebiliriz. Hâsılı, hep işâret ettiğim gibi târihin çöp tenekesi değil, esaslı birikimleri vardır ve bu birikimler târihin yeniden yapılanmasında başka başka sûretler ve muhteviyatlar kazanırlar. Coğrafî noktadan bakacak olursak sınâî dünyâların kültürel yapılanmasını, Avrupa ve Amerika üzerinden Atlantik eksenli olarak gerçekleştirdiğini biliyoruz. Kabaca Batı olarak altı çizilen bir yapıdır bu. Yapının son derecede eşitliksiz olduğu da çok âşikârdır. Bu anlatısına da yansır. Atlantik kendi Batılılığını, ancak zıddının, yâni Doğululuğun inşâsında idrâk eder. Burada bir illüzyon vardır. En azından söylemde Doğu'nun kendisini Batılılaşmasına açar. Bu Doğu'ya verilmiş târihsel bir fırsat olarak tanıtılır. Bu yanılsamanın sihri ile sihirlenen Doğu, entelektüel sermâyesini bunun başarılması gayretlerine hasreder. Aslında bu mütemâdiyen bir dâirede, tıpkı deney fâreleri gibi yol almaya benzer. Basamaklar kat edilmekte; lâkin çark döndüğü için her gayret neticede boşa çıkmaktadır. Doğulu toplulukların sırtına bindirilmiş bu ev ödevinin başarılması imkânsızdır. Nihayetinde, gayretleri notlayacak olan Batı'dır. Batı burada iki yol tâkip eder. İlki, sunumlardaki başarısızlıkları-illâki bulurlar-
En eski dönemlerden günümüze kadar, gerek koruyucu hekimlikte gerekse bazı hastalıkların tedavisinde hacamat usulü geçerliliğini sürdürmüştür. Hacamatın en faydalı olduğu mevsimi sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bize; kiraz yemeden evvel yani yaz başlangıcı, olarak bildirmiştir. Gün olarak da arabî ayların 15-17-19-21-23'den itibaren ay sonuna kadar olan günleri tavsiye etmişlerdir. Hacamat için en uygun gün Pazartesi günüdür. Vakit olarak sabah erken hacamat yapılabildiği gibi, öğlen veya daha sonra da hacamat yapılabilir. Hacamatta vücudun dinlenmiş olması, uykusuz ve yorgun olmaması esas şarttır. Kan aldırma işini, kamerî ayların ilk ve son günlerinde değil, dolunay veya dolunaydan sonraki günlerde yaptırmak en uygunudur. Çünkü bu günler, vücuttaki kanın en hareketli ve en çok olduğu günlerdir. Bu; sağlıklı kimselerin, sünnete uymak için yaptırdıkları ve sıhhat üzere devam etmeye vesile olan kan aldırmaları ile ilgilidir. Hasta kimseler ise durumlarına göre, gece-gündüz ve ihtiyaç duyulduğu her zaman kan aldırabilirler. Çünkü bunda zaruret vardır. Kan aldırmanın en uygun olduğu zamanlarla ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): “Ayın onbeş, onyedi, ondokuz ve yirmibirinci günleri kan aldırınız! Zira bu günlerde kan hücuma geçerek sizden birinizi öldürmesin!” (Tirmizi) “Sıcakların arttığı zaman, kan aldırmakla sıcağın etkisini gidermeye çalışınız! Zira sıcakta sizden birinizin kanı hücuma geçerek, onu öldürmesin!” (Hâkim) buyurmuştur. İbn-i Milhan el-Kaysî (r.a.) demiştir ki: “Peygamber (s.a.v.) bize, her ayın on üç, on dört ve on beşinci (eyyamı biyz) günlerinde oruç tutmamızı tavsiye ederdi.” Yukarıdaki hadîs-i şerîflerde arabî ayların 13,14 ve 15. günlerinde oruç tutulması ve kan aldırma işleminin de arabî ayların 15,17,19 ve 21'inde yapılması tavsiye edilmiştir. (Ömer Muhammed Öztürk, Misvâk ve Hacamat)
30 yaşında bir hasta kabuklu deniz ürünleri yedikten sonra anafilaksi belirtileri ile acil servise gelir. Muayenede ürtikeryal bir döküntü fark ediyorsunuz ancak mukozal şişlik veya solunum sıkıntısı belirtileri yok. Vitaller stabil. Hastaya anafilaksi tanısı nedeniyle 0,5 mg intramüsküler (IM) epinefrin uygulandı. Tedaviden sonra semptomları tamamen düzelen hasta, artık kendini daha iyi hissettiğini evde çocuğunun beklediğini eve gidip gidemeyeceğini sorar. Acil servis hekimleri olarak birçok klinik durumu belirli düzeyde biliriz; ancak bazı klinik durumları, anafilaksi bunlardan biri, onları adımızdan daha iyi bilmeli ve yönetebilmeliyiz. Yukarıdaki vaka örneğinde de eminim bir çoğunuz bulguların oturmasını beklemeden klinikte durumdan şüphelenip aynı tedaviyi uygulardınız. Peki tedaviyi uyguladık hastayı hemen gönderelim mi? Ya da ne kadar süre takip edelim? Hadi gelin biraz yayınlara bakıp işimize yarayacak birşeyler var mı bakalım.. Giriş Anafilaksi hızlı tanı ve tedavi gerektiren ciddi bir durumken, hasta gözlem süresi çeşitli faktörlere bağlı olarak değişebilir. Bifazik reaksiyonların olasılığı genel olarak düşük olmakla birlikte, tedavide gecikme yaşayan, yetersiz tedavi almış veya birden fazla epinefrin uygulaması yapılmış hastalar için ikinci bir reaksiyon riski bulunmaktadır. Bu tür durumlar, gözlem süresinin uzmasına neden olabilir. IM epinefrin ile uygun tedavi edildikten sonra bile, anafilaksinin tekrarlanma riskine bifazik reaksiyon denir. Bifazik reaksiyonlar genellikle ilk anafilaktik reaksiyondan sonra birkaç saat içinde meydana gelebilir; ancak bazı durumlarda birkaç gün sonra bile ortaya çıkabilirler. Çoğu klinik kılavuz, semptomların tamamen düzelmesi durumunda sabit bir gözlem süresi önermemektedir. Bununla birlikte, hastaların taburcu edilmeden önce bifazik reaksiyonlar hakkında bilgilendirilmesi ve acil durumlar için epinefrin ile taburcu edilmeleri önerilmektedir. Literatür Anafilaksi semptomlarının gerilemesinden sonra tekrarlaması, akla ilk bifazik bir reaksiyonu getirir. Ancak bu, geçici bir şekilde adrenalin yanıtı veren uzamış bir anafilaktik durum ya da gıda kaynaklı reaksiyonlarda gastrointestinal sistemden alerjenin daha fazla emilmesine ya da daha geç atılmasına bağlı durum sonucunda da olabilir. Bu iki durumu birbirinden ayırt etmek zor olabilir. Geçmiş kılavuzlar bifazik reaksiyon oranının %20'ye yakın olduğunu belirtse de, yakın tarihli meta-analizler ve Avrupa Anafilaksi Kayıtları bu oranın %4,6'ya kadar düştüğünü belirtmektedir.1–3 Literatürde, bifazik anafilaksi reaksiyonlarının başlama süreleri hakkında çeşitli raporlar bulunmaktadır. World Allergy Organization (WAO) 2011 kılavuzlarına göre, bifazik semptomlar genellikle 1 ila 72 saat içinde tekrarlayabilir ve çoğunlukla 8-10 saat içinde görülür.4 Ancak, literatürdeki medyan sürelere göre, bifazik reaksiyonların yarısı ilk semptomların başlamasından 11 saat sonra ortaya çıkmaktadır. Avrupa Anafilaksi Kaydına göre ise, bifazik reaksiyonların üçte biri ilk semptomlardan 12 saat sonra meydana gelmektedir.1 Bu veriler, anafilaksi yönetiminde hastaların gözlem sürelerinin belirlenmesinde dikkate alınması gereken önemli farklılıkları ortaya koymaktadır. Bifazik reaksiyonların zamanlaması, hasta güvenliği açısından önemli olup, gözlem sürelerinin kişiye özgü risk değerlendirmeleriyle belirlenmesini gerektirir.Birleşik Krallık Resüsitasyon Konseyi Anafilaksi Çalışma Grubu (RCUK), 2000 yılına kadar rapor edilen vakalarda, anafilaksi tetikleyicisiyle temas edildikten sonra meydana gelen ölümlerin hiçbirinin 6 saatten sonra gerçekleşmediğini belirlemiştir. Bu verilere dayanarak RCUK, hastaların en az 6 saat gözlem altında tutulmasını önermiştir.5 Ancak, 2014 yılında yapılan bir güncelleme, ölümlerin %2,5'inin tetikleyiciye maruziyetten 6 saat sonra gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bunun üzerine 2011 yılında NICE, anafilaktik reaksiyondan sonra gözlem süresinin etkinliği konusunda net bir kanıt olmadığını belirtmiş...
Bu bayram; eş, dost, akraba ve aile sohbetlerinin ana gündemi haliyle geride kalan yerel seçimlerdi. Akrabalarım ve sosyal çevrem büyük oranda AK Parti seçmeni. Şaşkınlıkları, üzüntüleri, kızgınlıkları, kırgınlıkları her hallerinden belliydi. Bol bol sohbet ettik, çok makul, mantıklı yorumlar dinledim. Bir amcamız, ‘bak yaz bunları' dedi: “Teravihlerden önce-sonra uzun uzun konuştuk. Anladım ki bizim emsallerin çoğu oy kullanmaya gitmemiş. Kimse kimseyle de sözleşmedi. Erdoğan deyince akan suları durduran adamlar dahi küsmüşler. Neden? Son ana kadar bekledi insanlar. Bir düzeltme yapılmamasına içerlediler. ‘İyi oldu' diyenler de var, seçimleri kaybetmesine üzülenler var. ‘Ne bileyim herkesin gitmeyeceğini' diyorlar. Yine Erdoğancılar ama birikmiş hayıflarını belediye başkanlarından çıkardılar.” Yukarıdaki analizin neredeyse aynısını, seçim sonuçları üzerine yaptığı araştırmadan veriler paylaşan Hakan Bayrakçı da katıldığı bir yayında yaptı: “Sandığa gitmeyen yüzde 8'in ağırlığı 55 yaş ve üzeri. Yüzde 90'ı da AK Parti seçmeni. Çoğunluğu emekli. Resmen sandığa gitmemişler.” Bu veri bundan sonrası için çok önemli. Emeklilerin birbirleri ile sözleşmeden sandığı protesto etmesi, sonraki seçimlerde bir örgütlenmeye dönebilir. Dahası anket şirketleri ve seçim analistleri, kararsız seçmenin gönlündeki partiyi doğru tahmin edemeyebilirler. Kararsız seçmen kararını verse de son ana kadar sandığa gitme ya da gitmeme ihtimali olan yüzde 8'lik bir kitle var artık. Bütün dengeleri altüst edebilecek bir oran ve günümüz sonuçlarına göre üçüncü parti konumunda.
Ali Çağatay, Seyir Hali programında petrolün artış göstermesini değerlendirdi. Çağatay, "OPEC+ ülkeleri petrol üretimindeki kısıtlamayı sürdürdükleri için şu anda petrol fiyatları yukarı doğru gidiyor. Bu böyle devam ederse global bir enflasyon dalgasıyla yeniden karşılaşacağız ve bizi çok fazla etkileyecek.” dedi.
Sınırları aşanlar, yeni bölümüyle yayında! Sınırları Aşanlar serimizin yeni bölümünde @dotiryaki ile Bitcoin'in güncel görünümünü ve geleceğini konuştuk. İyi dinlemeler. Midas uygulamasını indir: https://app.getmidas.com/gmih/mie6gpeu Midas'ın Kulakları: https://www.getmidas.com/midasin-kulaklari Twitter: https://twitter.com/getmidas Instagram: https://www.instagram.com/get_midas/ Not: Bu içerik, içeriğin yayınlandığı günkü veriler ve haberler baz alınarak hazırlanmıştır. Eğer varsa içerikte geçen hedef fiyat tahminleri, uzman ve analist yorumları bu içeriğin yayınlandığı tarihte geçerlidir. Bu tahmin ve yorumlar zaman içinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bu podcast'te yer alan haberler ve haberlerin içerdiği şirketler hakkındaki bilgiler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Bahsi geçen hisselerdeki; hisse adı, fiyatı ve grafikleri de dahil temsilidir, yatırım tavsiyesi değildir.
Ali Çağatay kakao ve çikolata krizine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Çağatay, "Şimdi kakao fabrikalarındaki bu tohum krizi nedeniyle biraz daha yukarı doğru gidecek diye düşünüyorum.” dedi.
Fusûsü'l-hikem, Şeyh Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin (ö. 1240) en önemli eserlerinden biridir. Nakşu'l-Fusûs, Şeyh'in Fusûsü'l-hikem'inden belli başlı konularda bizzat yaptığı özettir. Nakdü'n-nusûs fî şerhi Nakşi'l-Fusûs, Abdurrahman Câmî'nin (ö. 1492) Şeyhin Fusûsü'l- hikem'inden yaptığı ihtisarın (ve devamında şerhin) adıdır. William Chittick, “İbnü'l Arabi'nin Nakşu'l-Fusûs'unu, Câmi'nin - bütün eserin tahmini olarak yüzde on beşini temsil eden - şerhinin özetiyle birlikte” ve yine Câmi'nin risalesini “…ana konular üzerine yapılmış başka metinlerden yaptığı ayrıntılı seçmelerden derlenmiş bazı alıntılarla birlikte, metnin daha iyi anlaşılması için gerekli bazı yorumlarda” bulunarak İngilizceye çevirmiştir. Turan Koç ise, Chittick'in bu metnini, onun imzası altında “Nakşu'l-Fusûs, İbnü'l-Arabî'nin Kendi Fusûsu'l-Hıkem Özeti” adıyla dilimize aktarmıştır. (İz Yayınları, İstanbul 2023) Bu kitabın İbnü'l-Arabî ile başlayıp, şarihleri ya da mütercimleri olarak Abdurrahman Câmî'den Chittick'e ondan Koç'a ulaşan değerli hikayesi, kitabın ilk sayfalarında verildiği için ayrıca üzerinde durmamıza gerek yoktur. Ancak bu isimlerden ve onların Fusûs ile olan hikayelerinden hareketle, şu “şahsi” kanaatimizi paylaşmak isteriz: Yukarıda zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz onlarca ilgili isim dahil, bunların hepsi bizim için İbnü'l-Arabî tefekkürünün birer şarihi ya da mütercimi olmaktan çok daha fazlası, daha açık bir ifadeyle Şeyh'teki mana serüveninin uğranması zorunlu olan birer menzilidir. Zira Şeyh'in sözleri şerh ya da tercüme olarak yeniden nakledilirken, konu edindiğimiz kitaptaki örneğiyle Câmî ona bir eklemede bulunmuş, Chittick onun metnine, Koç da onunkine -açıklama ya da yorum tahtında- bir eklemede bulunmuştur. Dolayısıyla ilk söz şarihleri ve mütercimleri vasıtasıyla çeşitlenerek, renklenerek açılmıştır. Bu bağlamda mezkur kanaatimizi kendi zamanımızdaki isimler üzerinden somutlaştırarak söyleyecek olursak Ahmet Avni Konuk, Ali Selahaddin Yiğitoğlu, Hüseyin Şemsi Ergüneş, Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, Mahmut Kanık, Turan Koç, Ekrem Demirli, Mehmet Bayrakdar, Mahmut Erol Kılıç… İbnü'l-Arabî'nin mana dünyasında birer rehber hükmündedir. Kitaba gelince: Koç'un da ifade ettiği üzere, mezkur risalenin “cirmi küçük, cürmü büyüktür.” Bu durum, ilgililerini onlarda ele alınan hususları “bilen birinin yardımıyla” okumaya mecbur eder. Bu esasta okurlara bölümlerin (fass) başlığında yer alan “kelime” kelimesinin lügat manasının farklı olduğu bildirilerek, Şeyh'in tefekküründeki özel terminolojiye öncelikle dikkat çekilir. Bu bağlamda Koç da, “İbnü'l-Arabî'nin kullanımında ‘kelime' ile kastedilen, ayırt edici özellikleri bakımından söz konusu peygamberin bizzat kendi özü (ayn) ya da hakikati ile ona ve ümmetine Allah tarafından bahşedilen şeydir. Kısaca, Kur'anî kökleri de olan bu ‘kelime'nin İbnü'l-Arabî'nin dil ve söyleminde çok derin ve ötelere uzanan anlam katları vardır. Nitekim Batı dillerinde, belli bazı yazarlar ve mütercimler, bu kelimenin içerdiği metafiziksel anlam boyutlarını göz önünde bulundurarak, onu ‘logos' sözcüğüyle karşılamaktadırlar.” kaydını düşmüştür. Şeyh'in Fusûsü'l-hikem'inden Nakşu'l-Fusûs'una değiştirmeden aktardığı bölümleri ve başlıkları Camî, Chittick ile Koç da takip etmiş; örneğin Hz. İsmail fassında “İsmail Aleyhisselam Zat İsimlerinden biri olan İlahî ‘Aliyy' (Yüceler Yücesi) İsminin mazharı, yani tezahür mahalli olduğundan, Şeyh (r.a.) bu İsmin sahip olduğu iki düzeyi, yani Zat'ın
Saz çalana “saz sanatçısı” deriz. Metro çalana ne demeli? “Metro sanatçısı” uygun mudur? Ekrem Bey bazı metro hatlarıyla ilgili yanlış bilgi verdi. 2017'de başlayan metro inşaatlarını sahiplendi. 21 Ağustos 2017'de başlatılan Mahmutbey-Esenyurt hattı ile 28 Nisan 2017'de başlayan Göztepe-Ataşehir ve aynı gün başlayan Çekmeköy-Sancaktepe hatlarıyla ilgili söyledikleri hemen yalanlandı. Mani olması gerekir takrire hicabı ama nerde! Göreve gelmesinden iki sene önce… Nasıl üstün bir başarı, düşünelim ve takdir edelim! Bu hatları “sıfırdan” başlattığını iddia ediyor. Galata Köprüsünü satan Sülün Osman'ı hatırlamamız yersiz mi kaçar? * Metro inşaatlarının temel atılışıyla ilgili soru soran gençlere karşı hücuma geçti. “Sen metro inşaatının temeli nasıl atılır, biliyor musun?” Gençler nereden bilsin Sayın Başkan? Onu sen bileceksin. Kürekle mi olur, düğmeye basmakla mı olur, devasa makinelerin marşına basmakla mı, artık her nasılsa izah edeceksin. Böyle diyoruz ama Ekrem Bey de o konuda gençlerden farksız görünüyor. Kendileri “temel atmama töreni” yapmakla meşhur olduğu için, metro inşaatının temelinin nasıl atıldığıyla ilgili bilgiye sahip olmayabilir. O sırada ağaçların yaprakları da şakır şakır alkışlıyordu iddiasına göre. Bir tek kendi duymuştu. * Yukarıda adı geçen metro hatlarıyla ilgili İBB Meclisinde oylama yapılırken Ekrem Bey “Hayır” oyu vermiş üstelik. Muhalefettekilerin karşı çıkmasına rağmen projeler kabul edilmiş. “Hayır” dedikten sonra “Lı olsun” diye ekleseydi bari… Şimdi rakipleri ona yalancı dese olmaz. Gücenir. “Söyledikleri doğru değil” veya “Doğru konuşmuyor” daha münasip duruyor. TUTTUĞU ELİ KALDIRIYOR Özgür Bey bir kere daha yanlış kişinin elini kaldırmaya çalıştı. Kütahya meydanında adayını tanıtacaktı. Aday olan kişi öbür tarafta dururken, o başka birinin elini tutup kaldırmak için hamle yaptı. “İşte adayımız” diyerek yakınında kim varsa tutup gösterme çabası komikliğin ötesine geçti. Kimi başkan adayı yaptığını bilmiyor, daha gösterdiği adayı bile tanımıyor yorumları haksız mı? İkide bir yanlış adamın elini kaldırmak genel başkana yakışmıyor. Halkın karşısına çıkmadan miting öncesinde prova yapsa, adayın yüzünü aklında tutsa yeter. İl teşkilatları doğru kişi budur diye göstersin. Karışıklık önlensin. ERDOĞAN'A OY VAR MI?
Başlık, uzun yıllar boyunca uzun yürüyüşler yaptığımız, çoğunluğun sadece sinemacı olarak tanıdığı, ancak benim ‘düşünce insanı' yönüyle çokça haşır neşir olduğum rahmetli Halit Refiğ'e bir selam… Bugün, Halit Bey'in 90. doğum günü… Hayatı ele alışı, dünyayı ve Türkiye'yi okuyuşu ile onurlu bir aydındı Halit Bey, ülkemizin ‘varoluş nedeni' hakkındaki fikirleri de bu doğrultudaydı… Yukarıdaki başlığı onun düşüncesinden süzerek bir kez daha kullanmıştım. Bugünümüzü anlamak için değerli bir kaynak olduğuna inandığım “Tek Umut Türkiye” kitabı yeniden basılacağı zaman Prof. Gülper Refiğ'in ricasıyla hazırladığımız önsözdeydi… Akıl Fikir Yayınları tarafından yayınlanan eserin bu bölümüne hem Halit Bey'i anmak hem de onun düşüncesini sizlerle paylaşmak için yer veriyoruz: “Bundan sonra Türk ve İslam dünyasının kalkınması için daha çok koşturan, mazlum ve mağdurlara daha fazla sahip çıkan bir Türkiye göreceğiz.” 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında mazbatasını alan Cumhurbaşkanı'nın, Beştepe'nin 4 bin kişilik salonunda, ulusumuza ve tüm dünyaya seslendiği konuşmasında dile getirdiği bu sözler, beni birden 16 yıl öncesine götürdü… Halit Refiğ, 2007 yılının Eylül ayında “Tek Umut Türkiye”sinde tam da bunu anlatıyor, ülkemiz için, büyük Anadolu irfanının ne demek olduğunun bütün dünyaya gösterildiği bir gelecekten bahsediyordu. Bu gelecek, ‘gelişmemiş ülkeler' denilerek belli bir çerçeveye sığdırılmak, daha vahimi ‘sürekli muhtaç' konumda tutulmak istenen ülkelerin, başka bir deyişle ‘Anadolu tipi' himayesini kapsıyordu. Yani, Batı'nın yaklaşımının aksine hiyerarşik üstünlük üzerine kurulmamış, beşerî değerlerle ilerleyen bir kardeşliği, bir yoldaşlığı… “Bu seçimlerde aynı zamanda dünyanın dört bir yanında umutlarını ülkemize bağlamış yüz milyonlarca mazlum ve mahzun gönlün de duasını aldık” dedi Sayın Cumhurbaşkanı… Refiğ'in dünyaya gösterdiği kurtuluş yolunun ilk adımları atılmış, Beştepe'deki resepsiyon, bu umuda gönül vermiş ülkelerin temsilcilerinin katılımıyla bir tür işaret fişeğine dönüşmüştü. Halit Bey'le tanıştığım 1980'li yılların başında pek çok konuda arayış içindeydim… Dünya görüşümde oluşan boşluları doldurmak için çaba harcadığım günlerdi… Aslında buradan baktığımda açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki; benim şahsen henüz fikrî belkemiğim de yerine oturmamıştı. Savrulup durmuştum 68 kuşağının sol dehlizlerinde.
Kapitalizm ne zaman sıkışsa bir çıkış yolu bulur kendine. Köleci toplum düzeninden beri böyledir… Köleci toplum sıkışınca köylüleri ‘mülklendirip' serfler hâline getirildi, feodal düzene geçildi. Böylece toplumun en alt sınıfları, özgürlüğe kavuştuklarına inandırıldılar. Feodalitede serfler prenslere, krallara karşı ayaklanmaya başlayınca, bu sefer örneğin İngiltere'de serfler/köylüler mülksüzleştirilip manifaktür dönemi atölyelerinde çalıştırılmaya başlandı, böylece işçi sınıfının oluşumuna dair ilk adımlar atılmıştı. Manifaktür dönemi, buharın ve elektriğin bulunmasıyla sıkışmaya başlamıştı ki fabrikalar devreye girdi ve bu kez işçi sınıfı; kölelerden, serflerden, manifaktür elemanlarından çok daha özgür olduklarına inandırıldılar. İşçi sınıfı için özünde pek bir şey değişmemişti. Değişen sadece biçimdi. Haklar kapitalizm tarafından afiyetle yenilirken işçileri sakinleştirmek için sendikalar gündeme getirildi ki bunların hemen hemen hepsi sistemin kontrolü altındaydı. Kapitalist sistemin yaratıcı çalışmaları peş peşe devreye alınıyordu… ‘Oyun Kuramı' tam da bu sırada ortaya çıktı. Teorinin en önemli cümlesi şuydu: “Oyunu kaybedeceğinizi hisseder ya da anlarsanız kuralı değiştirin.” Yukarıda sıraladığımız ‘sistem' adımları işte bu cümleyi doğrulamaktadır. Sendikalizmin rahatsızlık yaratması sonucu sistem hemen; önce İSO'yu, kısa bir süre sonra da TQM'i (Toplam Kalite Yönetimi) sürdü piyasaya… Peşinden yine pek çok kavram atıldı ortaya, art arda… Çalışan memnuniyeti, çalışan markası, işveren markası, müşteri deneyimi, inovasyon, disruption, algılama yönetimi, insan kaynakları, sürdürülebilirlik… Son dönemde de bunlara “Sosyal medya”, “Haftada 4 gün çalışma”, “Hibrit ya da uzaktan çalışma”, “Yapay zekâ” eklendi ve sınırsız sorumsuz özgürlükler… Oyun Kuramı politikada da karşılığını buldu: Geçmişteki oluşumlar bir yana şu içinde bulunduğumuz seçim ekosisteminde de ‘Oyun Kuramı'nın uygulamalarını tespit etmek mümkün… Yeter ki sadece bakmayalım, biraz da okumaya çalışalım…
Günümüzde, astroloji hala insanları etkileyen ve rehberlik eden bir araç olarak varlığını sürdürüyor. Doğduğumuz andaki gökyüzü konumumuz, içsel kimliğimizi bulmamıza ve hayatımızı daha bilinçli yaşamamıza yardımcı oluyor. Astroloji, bize "Yukarıda ne varsa aşağıda da o vardır" ilkesini hatırlatıyor, yeryüzü ile gökyüzünün muazzam bir uyum içinde olduğunu gösteriyor. Bölüm yazarı, ve Astrolog: Ayça Nur Partal'a Tarot ve Astroloji öğretileri için teşekkür ederiz.
Ali Emiri Efendi'nin bânisi olduğu Millet Kütüphanesi tam bir yazma eserler hazinesidir. Merhumun vefatından sonra kaleme alınan hemen hemen bütün yazılarda onun ne büyük bir kitap âşığı olduğu dile getirilmektedir. Nitekim kendisi de bir şiirinde bu aşkını şöyle ifade ediyor: Âşıkân ma'şûk-ı günâgûna rapt-ı kalb eder Ehl-i aşkım ben de ma'şuk-i güzînimdir kitab Dilber-i nevhatta bakmam, var iken hatt-ı sutûr Yâr-ı cânımdır habib-i nâzenînimdir kitab Millet Kütüphanesi'ndeki birbirinden değerli yazmaların - yanlış hatırlamıyorsam- 721 tanesi bizzat Ali Emiri tarafından istinsah ettirilmiş kitaplardır. Mecanin-i kütübün en ön sıralarında yer alan bu kitabiyat bilgini parası yetmediği zaman başka yöntemlere müracaat ediyordu. Mesela, yazısı güzel ve okunaklı birine cüz'î bir ücret vermek suretiyle onları istinsah ettiriyordu, yani kopya yoluyla onları da elde ediyordu. İstinsah işini yapanlara da, erbabının bildiği üzere “müstensih” deniliyordu. Matbaadan önce müstensihlerin sayısı bir hayli kalabalıktı. Sadede gelecek olursak, Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesi'nin raflarını süsleyen hazine değerindeki eserleri binbir müşkilata katlanmak, bütün maaşını bu yolda harcamak suretiyle kültür dünyamıza kazandırdı. Himmeti var olsun deyip bir kere daha dua edelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi onun kitap macerası, filmlere ve romanlara konu olacak kadar büyük bir önem arzetmektedir. Sadece Divanu Lügati't-Türk'ü keşfedip, ilim dünyasına sunması bile onun nasıl bir kitap avcısı olduğunu göstermektedir. Bir ayrıntı vermek gerekirse, birinci cildi kendisinde olan bir kitabın ikinci cildini de elde etmek için tâ Yemen'e kadar gitmeyi göze almaktadır.
“Eşhur-u hurum (hürmetli aylar)” denilen dört ay da oruç tutulması fazîletli olan aylardandır. Bunlardan üçü peşpeşe gelen Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem ayları, dördüncüsü de tek olan Receb ayıdır. İşte bunlar sene içinde nafile oruç tutmanın çok sevap olduğu fazîletli ay ve günlerdir. Her ayda sevâbı en çok olan oruçlar, ayın başında, ortasında ve sonunda tutulan oruçlarla yine her ayın eyyâm-ı bıyz (beyaz günler) denilen on üç, on dört ve on beşinci günlerinde tutulan oruçlardır. Ayın başında, ortasında ve sonunda tutulan oruçlar ile eyyâm-ı bıyzda tutulan oruçlar, o ayda işlenen günâhlara keffârettir. Yukarıda, sene içinde oruç tutmanın çok sevap olduğunu söylediğimiz zamanlarda tutulan oruçlar ise sene içinde işlenen günâhlara keffârettir. Hafta içinde oruç tutmanın fazîletli olduğu günler ise Pazartesi ve Perşembe günleridir. Haftanın bu günlerinde tutulan oruçlar o hafta içinde işlenen günâhlara keffârettir, affına sebeptir. Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç tutmak müstehâbdır. Kazanılan sevâblann kat kat olması için bu günlerde çok çok hayır da yapmalıdır. Allâh (c.c.) her şeyi bildiği ve hiçbir şey ona gizli olmadığı halde, Peygamberimiz (s.a.v.) bir haftalık amellerin Allâh (c.c.)'a arz edildiği Pazartesi ve Perşembe günlerini takip eder ve o günlerde oruç tutardı. Bu hususta buyurdular ki: “Bu iki gün (Pazartesi ve Perşembe günleri) amellerin Allâh (c.c.)'a arz olunduğu günlerdir. Amelimin oruçluyken arz olunması benim hoşuma gider.” Berat ve Kadir gecelerinde, dünyada yapılan bütün ameller liste halinde Allâh (c.c.)'a arz edilir. Melekler Allâh (c.c.)'a bütün amelleri inceden inceye bir defa gündüz bir defa gece arzederler. (Huccetül İslâm İmâm Gazâlî (r.âleyh), Nasıl İyi Bir Kul Olunur?, s.265-269)
Meltem Suat, influencer Merve Özkaynak ile sosyal medyada kadın fenomen olmayı ve güzellik endüstrisi kavramını pişiriyor.
Allah gaybı bilmez mi? – Mektubât, 100. Mektup Bu mektûb, yine molla Hasen-i Kişmîrîye yazılmışdır. Şeyh Abdülkebîr-i Yemenînin, Allahü teâlâ gaybı bilmez sözüne cevâb vermekdedir: “Okşayıcı, kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. İhsân ederek yazdıklarınızı anladık. Şeyh Abdülkebîr-i Yemenî, Hak teâlâ gaybı bilmez demiş. Bunu soruyorsunuz. Efendim! Bu fakîr, bu gibi sözleri dinlemeğe dayanamıyorum. Elimde olmıyarak, Fârûkî damarım kabarıyor. Bunlardan, islâmiyyete uygun bilgiler çıkarmağa vakt bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebîr-i Yemenî olsun, ister şeyh Ekber-i Şâmî olsun, hiçbirini duymak istemiyorum. Bize Muhammed-i Arabînin buyurduğu sözler lâzımdır “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Muhyiddîn-i Arabînin ve Sadreddîni Konevînin ve Abdürrezzâk-ı Kâşînin sözleri lâzım değildir.[1] Bize (Nass) lâzımdır. (Fuss) [ya'nî Füsûs kitâbı] lâzım değildir. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbına bakmayız. Hak teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, gaybı bildiğini söyliyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğunu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir sözdür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamakdır. Gayb kelimesi, başka şeyi de göstermekdedir demek, insanı bu alçaklıkdan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslâmiyyete uymıyan böyle sözlerle ne demek istediklerini keşki bilseydim. Hallâc-ı Mensûr (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhânî) dedi ise “rahime-hümallah” suçlu olmakdan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zemân, şü'ûrları, aklları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fekat, bunların sözleri, hâl bildirmiyor. Bir ilm, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin te'vîl edilmesini istemişdim) demeleri, onları suçlu olmakdan kurtarmaz. Böyle kelimelerin te'vîli makbûl değildir. Çünki, yalnız sekr hâlinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, başka şey anlamağa çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şeyler anlamağa çalışılmaz. Böyle şeyler söyliyen kimse, eğer (Melâmet) yolunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak birşey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmağa yaklaşmağa ne lüzûm vardır? Bu sözün ne demek olabileceğini soruyorsunuz. Her süâle cevâb vermek lâzım olduğundan, burada birkaç şey bildireceğim: Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Gayb, yok demek olursa, yok olan şeyler bilinmez demişlerdir. Gayb, her bakımdan yok demek olunca, onu bilmek düşünülemez. Eğer, bilineceğini düşünürsek, her bakımdan yok olmakdan ve hiçbir şey olmamakdan kurtulmuş olur. Bunun gibi, Hak teâlâ, kendi şerîkini, ortağını bilicidir denilemez. Çünki, Allahü teâlânın şerîki hiç yokdur. Böyle birşey hiç olamaz. Evet, gayb kelimesinin ve şerîk kelimesinin bildirdikleri şeyler düşünülebilir. Fekat biz bu şeylerin kendilerini söylüyoruz. Bu kelimelerin ne bildirdiklerini söylemiyoruz. Var olamıyacak şeylerin hepsi de böyledir. Bunların neler oldukları düşünülebilir. Fekat var olmaları düşünülemez. Çünki, varlıkları bilinirse, bunlara var olamıyacak denilemez. Hiç olmazsa, zihnde var olmaları lâzım gelir. Mevlânâ Muhammed Rûhînin yukarıdaki sözden anladığını beğenmemekde haklısınız. Yalnız bir varlık olan o mertebede ilmin bağlılığı yokdur demek, ilm yok demekdir. Yalnız gaybın ilmi yokdur demek, değersizdir. Mevlânânın o sözden anladığının doğru olmadığını şu da gösteriyor ki, o (Ehâdiyyet-i mücerrede mertebesi)nde ilmin bağlantısı yok ise de, Hak teâlânın âlim olması değişmez. Çünki, o mertebede kendisi âlimdir. İlm sıfatı ile âlim olmaz. Çünki, o mertebede, ilm sıfatı yokdur. Sıfatlara inanmayan kimseler de, Allahü teâlânın âlim olduğunu bildirmekdedir. İlm sıfatının var olduğuna inanmadıkları hâlde, bu sıfatda olan bilmenin, zâtda bulunduğunu bildirmekdedirler. Yukarıdaki sözden sizin anladığınıza gelince, gayb kelimesinden zât-i ilâhîyi anlıyorsunuz.
CEVHERİ GÜVEN Ali Yeşildağ 7. videosunda doğrudan Tayyip Erdoğan'a sesleniyor. Erdoğan'ın Atatürk havalimanı ve yeni havalimanındaki yolsuzluklarını ortaya döken Ali Yeşildağ, tüm video boyunca doğrudan Tayyip Erdoğan'a sesleniyor. Erdoğan'ın birkaç yüz milyar dolarlık servetinden sözeden Yeşildağ, depremin bile bir fırsat olarak görüldüğünü belirtiyor. Yeşildağ, "Türkiye'de petrol bulunsa, doğalgaz çıksa, 100 milyar dolarlık keşifler yapılsa, halk olarak size yansıyacak birşey yok. Yukarıda tezgahı kurarlar ve paylaşımı yaparlar. Sizin için biçilen rol düşük maaşlarla başınızı yukarı kaldıramadan ay sonunu nasıl getireceğinizi düşünmeniz. Başınızı kaldırırsanız, yukarıdaki hırsızlıkları göreceksiniz çünkü" diyor.
Aşılar neden vazgeçilmez öneme sahiptir, biliyor musunuz? Yukarıdaki ve aşağıdaki iki fotoğraf nedeniyle... Burada gördüğünüz, çiçek hastalığı nedeniyle, sadece 20. yüzyıl içerisinde hayatını kaybetmiş ortalama bir tahminle 300 milyon, muhtemelen 500 milyon insandan sadece 2 tanesi... Hastalık,…
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur derler ya, işte tam da böyle bir konu uzay kirliliği. Yukarılarda bir yerlerde uydular, başı boş parçacıklar dolanıyorlar ve hatta bazen kafa kafaya çarpışıyorlar. Yörüngemizi bu hızla kirletmeye devam edersek, insanlık olarak bizi nasıl bir gelecek bekliyor olabilir? Bunun önüne geçmek için ne gibi tedbirler alınabilir?Farklı bir çevre kirliliğini ele aldığımız bölümümüzü keyifle dinlemeniz dileği ile! Support the showBize ulaşmak için: Twitter @hkbu_podcast İnstagram @hkbu.podcast Facebook hkbupodcast.com hkbu.podcast@gmail.com Bizimle yolculuğa devam ettiğin için teşekkürler!
Fransız işgali, Alman işgali, İtalyan işgali ve Yunan işgalini anlatıyor. Kailar bir dönem Manastıra, bir dönem Serfiçeye, bir dönem de Selanike bağlı Kayılar kazası muhacirlerinden Fatime Yukarıkayalar'ın aksansız konuşması. Balkanlarda İstanbul Türkçesiyle konuşan tek bölge ahalisindendir.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Ne yapmış olursak kendimizi gerçekleştirmiş sayılırız? Bir insanın potansiyeline erişmesinde çevresel faktörlerin etkisi ne? Bu bölümde ‘kendini gerçekleştirmek' kavramını tartışıyoruz. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Transcript Intro Müzik Haftanın Konusu Emin: [0:20] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Evet, nasılsın Cihat? Cihat: [0:27] İyiyim Emin, teşekkür ederim. Sen nasılsın? Emin: [0:30] Ben de iyiyim. Bugünkü bölümümüzün konusu "Bu hayatta ne yapmış olursak, neyi gerçekleştirmiş olursak kendimizi tamamlamış olarak görürüz?". Başlamak ister misin? Cihat: [0:43] Çok zor bir soru, evet. Ama bu konu hakkında düşünce üretmek isterim. Buna 'kendini gerçekleştirmek' deniyor diye düşünüyorum. Böyle bir konsept var çünkü. Bu sorunun bu kadar zor olmasının sebebini düşüneyim önce. Biraz şöyle düşündüm şu an: Maslow'un ihtiyaç piramidi var ya... Meşhur böyle bir konsept var. En altta barınma, güvenlik gibi çok insani, temel ihtiyaçlar. Yukarıya doğru gittikçe daha detay ihtiyaçlar diyeyim... Aslında hani... Onlar var olmadan yaşayamadığın değil de, 'olsa güzel olur' ihtiyaçlar oluyor. En üstte de kendini gerçekleştirmek var. Görüşmek üzere.) Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Ekonomist Murat Sağman, bu hafta piyasaların yakından takip ettiği ABD enflasyonunu, Türkiye'de açıklanacak önemli verileri, dolarda artan hafif ateşi ve yurt dışı borsalarındaki sert düşüşü yorumladı. ABD borsalarındaki düşüşün Borsa İstanbul'a çok yansımayacağını söyleyen Sağman, yabancı yatırımcının azalması nedeniyle korelasyonun kalmadığını belirtti. Dolarda yön yukarı diyen Sağman'a göre "çok zor bir kış geliyor."
Gazeteci Yavuz Oğhan, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun 'adaylığa hazırım' sözlerinin 6'lı masadaki liderler ve kamuoyu tarafından nasıl karşılandığı, AKP'nin son MYK toplantısında Sedat Pekerin rüşvet iddialarının gündeme gelmesi, Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) tutuklu eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş'ın, Abdullah Öcalan ile devletin görüşmesi gerektiğ yönünde servis edilen sözleri gerçekte sarf etmediğinin ortaya çıkması ve gazeteci Hande Fırat'ın, '15 Temmuz darbe girişimi öncesi dönemin MİT Basın Dairesi Sorumlu Nuh Yılmaz'la görüştüğü iddalarını SBS Türkçe'ye değerlendirdi.