POPULARITY
Donald Trump Nisan sonunda ABD başkanı olarak 100 gününü doldurdu. Bütün dünya bu 100 günü tartışıyor. Ama hiçbir şey anlayamadan. Tam körlerin fili tarifi öyküsündeki gibi: Herkes hangi nokta kendi dikkatini çekerse onu öne çıkarıyor. Trump ekonomiyi batırıyor, devlet adabını bozuyor, ABD'yi dünyadan koparıyor, demokrasiyi çiğniyor, Amerikan üniversite sistemini mahvedecek, göçmenlerin haklarını çiğniyor falan filan. Şu soruya cevap arayan yok: Neden?Bizim, Türkiye'de Trump'a karşı nasıl bir politika izlenmesi gerektiğini tartışabilmemiz için önce bunu anlamamız lazım. Trump neden bu kadar Amerika'nın da çıkarlarına aykırı olduğu iddia edilen bir politik program uyguluyor?Trump kaprisli ya da deli mi?Biz bu soruya Trump daha ilk dönemine başlarken cevap verdik. O yüzden şimdiki deli dolu politikaların her birini yerine oturtabiliyoruz. Trump'ın sapık politikaları dünya kapitalizminin ta 1970'li yılların ortalarından beri uygulamaya giriştiği neoliberal stratejinin, hem de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra uygulamaya konulan “küreselleşme” olarak anılan politikalarla de güçlendirilmesine rağmen 2008'de yeniden çok derin bir ekonomik krize düşmesine bir yanıttır. Trump diyor ki, kapitalizmin sorunlarına dünya ölçeğinde bir cevap bulunamıyor. Ben Amerika'nın çıkarına bakarım. Amerika için iyi olan dünya için de iyidir.Altın kimdeyse…Trump savaşa sadece silahla gidilmeyeceğini biliyor. Ekonomik gücün savaşan ülkelerin en önemli kozu olduğunu, o olmadan silahların ve orduların gücünün ancak geçici olacağını anlıyor. Bunun son işaretini kendi kurduğu sosyal medya ortamı olan Truth Social'da son günlerdeki bir paylaşımı ile verdi. Yazdığı şu: “Altın kimdeyse kuralları o koyar.” (İngilizcesiyle “He who has the gold makes the rules.”) Bir bakıma “parayı veren düdüğü çalar” anlamına gelen bir söz. Amerikan popüler kültürünün çok içinden söylüyor bunu. Amerika'da savaş sonrası kapitalizmin en pürüzsüz gelişmekte olduğu 1960'lı yıllarda bir gazetede neşredilmeye başlanan, çok popüler olmuş “Wizard of Id” (yani “İd Büyücüsü”) başlıklı mizahi çizgi roman türü karikatür dizisinde “İd” ülkesinin kralının tebaasını toplayıp beyan ettiği bir “Altın Kural”a dayanıyor. Karikatürün orijinalini bu yazının başındaki fotoğrafta görüyorsunuz. Kral “Altın Kural'ı hatırlayın!” buyuruyor. Halktan biri “neymiş o?” diye soruyor. Bir başkası “Altın kimdeyse kuralları o koyar” diyor. Bu, Amerikan kültüründe yarım yüzyıl önce çok yayılmış ve hâlâ yaygın olarak konuşulan bir laf. Hani bizde diyelim Porof Zihni Sinir ya da Avanak Avni ya da Muhlis Bey hâlâ bilinir ya, öyle işte. Trump halkla iletişim kurmayı bilen bir milyarder. Popüler kültürden bir sayfa açmış. Zaten başka bir kültürü de yok.Trump karşıtı burjuva ve sözde sol cepheden sefalet manzaralarıABD'de güya sola yatkın Demokrat Parti nakavt durumda. Daha parmaklarını bile kıpırdatamadılar. Aralarında bir tek Bernie Sanders hayat emaresi gösteriyor: Bu beyefendi 2016 ve 2020'de bu partinin ön seçimlerine katılmış ve yenilse de epeyce başarılı olmuştu. ama sonunda Hillary Clinton ve Joseph R. Biden gibi Wall Street hizmetkârlarına biat etmiş, seçimlerde onları desteklemişti. Sınıf sorunlarını öne çıkaran ve kendine “demokratik sosyalist” sıfatı takan biri. Yanına aynı zamanda Democratic Socialists of America (Amerikan Demokrat Sosyalistleri) olarak anılan, ABD'nin en büyük sözde “sosyalist” örgütünün üyesi olan, Temsilciler Meclisi üyesi, Alexandra Ocasio-Cortez'i alarak Amerika'yı turluyor. On binlerce insanın katıldığı çok büyük toplantılar düzenliyor. Turun adı “Oligarşiyle Mücadele”. Dolar milyarderlerini (Elon Musk'ı, Jeff Bezos'u, Mark Zuckerberg'i ve benzerlerini) püskürtecek Sanders.“Komşuda pişer bize de düşer” mi?Filistin meselesi bizi Türkiye'ye getiriyor. Şimdi Trump, Esad'ı devirip yerine kravatlı tekfircileri geçirdiği için Erdoğan'ı övdü ya, AKP-MHP blokunun aklı evvelleri ellerini ovuşturuyor, “komşuda pişer, bize de düşer” hesapları yapıyorlar.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dönem itibarıyla, Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Mussolini'nin Ulusal Faşist Partisi, Franco'nun İspanyol Falanjı Partisi ve Stalin'in Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile çağdaştır.
Donald Trump, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlık koltuğuna oturduğu 20 Ocak günü pek çok kararnameye imza attı. Kararnamelerden biri ABD'nin, Dünya Sağlık Örgütü'nden (DSÖ) ayrılmasını öngörüyordu. Trump'ın DSÖ'den ayrılma kararı, DSÖ'yü finansal açıdan zayıflatacağı ve böylece küresel sağlık göstergelerini olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle pek çok örgüt ve yorumcu tarafından eleştirildi. Oysa ABD, sağlık alanında da dünya halklarına en büyük tehdit konumunda. Dolayısıyla Trump'ın bu hamlesini dünya halkları fırsata çevirmelidir.Sovyetler Birliği ve diğer işçi devletleri dağıldıktan sonra ABD, DSÖ'ye yön veren esas aktör haline gelmiştir. 2024-2025 bütçesinde ABD, yaklaşık 1 milyar dolar katkıyla en yakın rakibi ülke olan Almanya'yı üçe, sonraki ülke olan Çin'i ise beşe katlamaktadır. ABD'nin DSÖ içinde finansal liderliği ortadadır. Ama mesele bununla kalmaz. ABD sermayesinin sağlık alanında ana yönlendiricisi olan Gates Vakfı'nın (aşıda patent haklarının yılmaz savunucusu Gates Vakfı'nın kuruluşu GAVI ile birlikte) bağış miktarı ise 1,2 milyar dolardır. Buna Dünya Bankası, Rotary Vakfı gibi ABD politikasına destekçi kuruluşları da eklersek toplamın DSÖ'nün bütçesinin neredeyse yarısına tekabül ettiğini görürüz. Bu kuruluşların hiçbiri DSÖ'ye hayrına bağış yapmıyor. Amerikan sermayesinin, sağlığı kendine temel almış temsilcilerinin kârlarını arttırmak ve bu döngüyü sürdürmek için yapıyorlar.Çok geçmişe gitmeye gerek yok. Covid-19 pandemisi tüm gerçekliği bir kez daha gözler önüne serdi. Covid-19'a karşı olabildiğince hızlı, etkili ve patent hakları olmayan bir aşı geliştirmek için oluşturulan bilgi havuzuna ABD ve yandaşları tek bir bilgi aktarmadı. Aşı bulunduktan sonra da zengin ülkeler aşıları depoladığı ve aşılar çok pahalı olduğu için zengin olmayan ülkeler aşıya zamanında ve yeterince ulaşamadı. Tahminlere göre eğer aşıda patent olmasa ve dünyaya eşit şekilde dağıtılabilseydi Covid-19'dan ölen insanların en az 500 bini -muhtemelen çok daha fazlası- kurtarılabilecekti. İlaç şirketleri milyarlarca dolar kazanırken dünya kaybetti.Ancak Trump'ın DSÖ'den ayrılma hamlesini, yürüttüğü genel politikasından ayrı düşünmemeliyiz. Bunu, Çin'i dünyadan yalıtma politikasının sağlıktaki izdüşümü olarak görmek gerekir. Trump gerçekten DSÖ'den ayrılır mı bilinmez ama ABD, sağlığı piyasacı yönde yönlendirmekten geri duramaz. ABD burjuvazisi, Gatesgiller buna müsaade edemez. O nedenle yüksek ihtimalle Trump'ın bu hamlesi, DSÖ yönetimini ve DSÖ'nün yardımına şimdilik muhtaç ülkeleri Çin'in nüfuzundan uzaklaştırıp tehditle yanına çekme hamlesidir.ABD'nin yürüttüğü politikalardan hiçbir çıkarı olmayan dünya halkları Trump'ın DSÖ'den çıkma kararını fırsata çevirip patent anlaşmalarını yırtıp atarak, yüksek teknolojiye sahip Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin başı çektiği, diğer yoksul ülkelerin destek vereceği bir dayanışma ağı/kuruluşu kurup aşı, ilaç vb. tıbbi malzemeleri üretmek için gerekli bilgi ve teknolojiyi en kısa zamanda elde edecekleri süreci başlatıp, ABD'den bağımsız olarak kendi kaderlerini çizmelidir. Elbette, zengin ülkelerin dışında kalan dünyanın kendi başına burjuvazinin iktidarı altında emperyalizmden kurtulma atılımı yapamayacağı açıktır. Yapılması gereken, işçi devletleri kurulması ve bunların dayanışma içinde kurtuluşa doğru yürümeleridir.
Cemal Abdunnâsır'ın liderliğindeki Mısır, Kahire'ye neredeyse 2 bin 500 kilometre mesafedeki Yemen'e asker çıkarmaya başladığında, tarihler 1962'yi gösteriyordu. Bu çılgınca maceraya girişirken, Abdunnâsır'ın başlıca hedefleri şunlardı: Yemen'de Mısır'a bağlı uydu bir devlet oluşturmak, ABD'ye karşı Sovyetler Birliği etki alanını genişletmek, Kızıldeniz'in Hint Okyanusu çıkışında hâkimiyet kurmak, güney sınırını istikrarsızlaştırarak Suudi Arabistan'ın can damarlarından birini kesmek… Yemen, sonraki birkaç yıl boyunca, Kahire ve Riyad'ın rakip grupları silahlandırmasıyla kanlı bir iç savaşa sürüklendi.
Send us a textder ya Sinema Kulübü'nün 14üncü buluşmasında başrolünde Taron Egerton'ın oynadığı Jon Baird'in yönettiği 2023 yılı yapımı Tetris adlı filmi konuştuk.Film video oyunu tasarımcısı Henk Rogers'ın, 1984 yılında Tetris'in küresel haklarını güvence altına almaya çalışmasını anlatıyor. İşin sıradışı tarafı oyunu Sovyetler Birliği'nde bir programcının yapmış olması ve Rogers'ın Moskova'da entrikalarla dolu bir maceraya atılması.Buluşmamızda oyunlar hakkında epey konuştuk. Ben Game &Watch'ımı hatırladım Donkey Kong, 1982'de elimizden düşürmezdik. Bugün çocuklarımıza söyleniyoruz ama aradaki ilerleme farkını düşününce onların bağımlılık seviyesine veya direnme zayıflığına şaşırmamak lazım.Oyun çok önemli bir olgu insanın hayatının her anında. 37inci bölümde Yeşim Kunter ile Oyun Oynamanın Gücü'nü ve 144üncü bölümde Ulaş Karademir ile Oyun Girişimciliği'ni konuşmuştuk, hararetle tavsiye ediyorum dinlemenizi.Tetris'in büyük başarısı basitliğinde, daha doğrusu mantığının basitliğinde. Oyun tek planda oynanıyor. Son birkaç yılda ise aynı tarzda yeni bir oyun yaklaşımıyla tanıştık. Günde bir oyun. NewYork Times'ın satın aldığı Wordle gibi, veya Linkedin'in bir süre önce sunduğu Queens gibi.Bunların ortak özelliği olarak farklı beceri seviyesindeki oyuncuları kendisine çekebilmesini, bir sohbete yol açmasını ve günde bir oyun gibi makul bir dozda uzun dönemli değer sunmasını sayabiliriz. Açıkçası insan doğasına daha yatkın buluyorum bu oyunları, umarım endüstri de kullanıcılar da buna uyanır, hatta sosyal medya da böyle bir şeye evrilir, sonsuzluk havuzları denen uyuşturucudan elbirliği ile kurtuluruz.Ben filmle 2001-2003 yıllarında Moskova'da yaşamış biri olarak da ayrı bir bağ kurdum, filmi o gözle de izledim, bölüm içindeki yorumlarımda bulabilirsiniz. Biraz kısa bir bölüm olacak zira çok fazla film dışına da çıktı sohbetimiz.Bu bölümde sözlerine yer verdiğim arkadaşlarım (02:31) Meral Kuzu, (05:01) Mete Yurtsever, (08:38) Seda Diril Boyraz ve (11:25) Mürsel Çavuş.Support the show
İşçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Nasıl ülkemizde mücadelenin her milletten memleketten insanı kapsaması gerektiğini söylüyorsak, Türkiye dışında başka ülkelerde işçilerin verdiği mücadeleleri de kendi mücadelelerimiz gibi görüp kazandıklarında sınıfımızın kazandığını, kaybettiklerinde bunun bizim de zararımıza olduğunu bilmemiz gerekir. Hal böyle olunca, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist dünyayı kasıp kavuran büyük ekonomik buhranın orta yerinde yoksul bir ülkede cumhurbaşkanı seçimini bir Marksist adayın kazandığı haberine bütün sınıf bilinçli işçilerin kulak kabartması gerektiği açık. Marksist demek proletaryanın, yani işçi ve ücretli emekçi bütün kitlelerin iktidarı için mücadele eden demek. O zaman demek ki, bu yoksul ülkede işçi sınıfı iktidarı için mücadele eden bir hareketin, bir cephenin adayı seçim kazanmış demek. O ülkeden öğrenecek ne çok şeyimiz olabilir. Bu ülkenin adı Sri Lanka. Hindistan'ın güneyinde, Japonya gibi, İngiltere gibi bir ada ülkesi. Haydi bakalım Sri Lanka'dan bize Türkiye işçi sınıfına ne ders var? Sri Lanka'ya bakın, devrimlerin, ayaklanmaların, halkın isyanının kudretine güvenin! Eksik olan halkta değil. Eksik varsa, kusur varsa, işçi sınıfı partisini inşa etmeyenlerde. Biz ediyoruz. Devrimci İşçi Partisi halk ayağa kalktığında gür bir sesle “buradayız” diye haykıracak! Yeni bir Syriza vak'ası İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar. Karşılarında bulunan partiler arasında düzenle barışık olmadığını söyleyen, kapitalist sınıfın ayrıcalıklarını sorgulayan, İMF programının sert koşullarıyla mücadele edeceğini iddia eden, emekçi halkın yaralarını sarmayı vadeden bir sosyalist partiyi ve onun kurduğu cepheyi desteklediler. Onu yüzde 3'ten yüzde 42'ye, hatta yüzde 58'e taşıdılar. Şimdi başka bir düzene doğru yürüyüş başlayacağı umudu içindeler. İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar ama bu daha işin başlangıcı. Ve çok küçük bir başlangıç. Sri Lanka Marksist hareketinin tarihinde JVP'nin yeri Sri Lanka solunun tarihinin ilk büyük evresi, ülkenin henüz “Seylan” adını taşıyan bir İngiliz sömürgesi olduğu 1930'lu yıllardan bağımsızlığın elde edildiği 1948 sonrasında da devam ederek 1960'lı yılların ortasına kadar süren bir dönemdir. Bu dönemde ülkede dünyanın o sıralarda en güçlü devrimci Marksist partilerinden biri solda başı çekiyordu. Lanka Sama Samaja Party (LSSP - Sri Lanka Sosyalist Partisi) IV. Enternasyonal üyesi, Trotskist programa sahip bir parti idi. Bu partinin içinden çıkan Sri Lanka Komünist Partisi ise Sovyetler Birliği'nin uluslararası yönelişine tâbi bir parti idi. 1960'lı yıllarda Komünist Partisi'nin içinden Maocu eğilimde bir başka parti yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı. Bu evreye damgasını vuran Trotskist LSSP, 1960'lı yıllarda bazı bakımlardan kısmen solda bir program önermekte olan bir burjuva partisi ile sınıf işbirliğine yönelince bu evrenin sonuna gelindiği ortaya çıktı. Bu öyküyü 2022 devrimi üzerine yazdığımız yazılardan birinde etraflı olarak anlattık. Okurumuzun bu aşamada durup o yazıya dönmesini ve bu yazının gerisini o bilginin ışığında okumaya devam etmesini tavsiye ederiz. Aragalaya'da sol Üstelik seçim sadece seçim kampanyasında kazanılmamış gibi görünüyor. NNP ittifakının (Ulusal Halk İktidarı) en önde gelen iki sol partisi olan JVP ve Frontline Socialist Party (Cephe Hattı Sosyalist Partisi), elimizdeki (sosyalizme tamamen mesafeli duran) bir kaynağın aktardığına göre başından sonuna kadar “100 günlük” aragayala'nın (“mücadele”nin) içinde yer alıyorlar. Bu partilerin yanı sıra solcu öğrenci hareketinin birleşik örgütü olan ve Anthare adını taşıyan Üniversite Öğrencileri Federasyonu da çeşitli yürüyüş ve gösterilerde önemli bir rol oynuyor. Ne yapmalı?
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktıktan hemen sonra Havza'ya geçmiş, burada 22 gün kalmıştı. Paşa'nın Havza'daki görüşmeleri ve faaliyetleri büyük oranda sır perdesi altında. Teşkilatı Mahsusa Başkanlığı da yapmış Hüsamettin Ertürk'e ait olduğu iddia edilen hatıratta, Mustafa Kemal'in Havza'da SSCB temsilcileriyle sıkı sıkıya pazarlık yaptığı anlatılıyor. Paşa'nın, Anadolu'da kurulacak yeni rejimin bir “devlet sosyalizmi” olacağı yönünde söz verdiği, “Sovyetlerin Şuralar Cumhuriyeti benzeri bir hükumet tarzı” ifadelerini kullandığı iddia ediliyor. Sovyetler Birliği, belki de bu görüşmeye binaen, önce Ermeni tehdidini ortadan kaldırmış, ardından da İstiklal Savaşı'na en büyük finansal ve lojistik desteği sağlamıştı.
Batı'nın siyâsal gündemindeki yedekler listesinde dâima bir Türkiye- İran gerilimini tırmandırmak; hattâ bu gerilimi savaşa tahvil etmek maddesinin yer aldığını düşünüyorum. 1980'lerden beri zaman zaman ısıtılan bir madde bu. Hatırlayalım; 1980'lere girildiğinde İran'da İslâm Devrimi olarak bilinen bir süreç yaşanmıştı. Diğer bir gelişme ise, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgâl etmesiydi. Batı buna, Türkiye ve Pâkistan üzerinden derhâl tepki verdi. Bu tepki güdümlü askerî darbelerdi.
Yakın veyâ Ortadoğu olarak bilinen coğrafyada, geçen asrın başlarından beri kesin bir Batı hâkimiyetinin devâm etmekte olduğu âşikârdır. I.Umûmî Harp sonrasında Birleşik Krallık, II.Umûmî Harp sonrasında ise Birleşik Krallık ve ABD berâber, coğrafyanın şekillenmesinde başat rol oynamışlardır. Her iki safhada da ,eğer Fransa'nın çok mahdut olarak dâhil olmasını ihmâl edecek olursak Anglo amerikan ittifak tarafından Kıt'a Avrupası devre dışı bırakılmıştır. II.Umûmî Harp sonrasında kurulan BAAS rejimleri ise ilk defâ olarak Sovyetler Birliği'ni bu kervâna dâhil ettiğini de biliyoruz. Bilhassa yeni kurulan İsrâil ile çatışan Arap dünyâsı ,desteği Sovyetler'den alıyorlardı. Ama Sovyetler'in bu coğrafyadaki varlığı ve tesiri son derecede sınırlıydı. Arapların İsrâil karşısında ağır mağlûbiyetler almasından sonra gevşedi. Camp David anlaşması ise bu varlığı sona erdiren süreçlerin başında yer aldı. Soğuk Savaş sonrasında Angloamerikan blok , Irak'ın işgâlinden Arap Baharı'na kadar devâm eden bir zaman aralığında, İsrâil'in yaşatılması adına direnen Arap rejimlerini tasfiye etti. Araplar İsrâil ile uzlaşmaya zorlandı. Bunda da hayli mesâfe kat edildi. Artık İsrâil için yeni bir düşman ortaya çıktı: İran. Makro ölçekte, Şii-Sünnî ihtilafını merkeze alarak Arap-Fars gerilimi ve çatışmaları teşkilatlandırıldı. Bu sûretle, yâni Fars-Şii tehlikesi korkusuyla Sünnî/Vahâbî Araplar İsrâil ile anlaşmaya icbâr edildi. Bunu taçlandıran gelişmenin o mâhut Abraham anlaşmaları olduğunu biliyoruz. Lâkin Araplar arasında ,son derecede yaygın bir coğrafyada Şiî Arap topluluklarının yaşamakta olduğu gerçeği de vardı. İran, Irak'tan Yemen'e, Sûriye'den Lübnan'a bu nüfusları askerî olarak teşkilatlandırarak cevap verdi. Angloamerikan blok açısından bu bir ihmâl miydi ; değilse İsrâil'in teopolitik ihtirasla güttüğü yayılmacılığına zemin oluşturacak olan danışıklı bir kurgu muydu? Cevap tercihe bağlıdır. Ama ben doğrusu ikinci seçeneğin vârit olduğunu düşünüyorum.
Siyasî kaderini Gazze'deki soykırıma bağlayan Netanyahu savaşı bölgeye de yaymanın peşinde. Biden Yönetimiyse Netanyahu ateşkes ve rehine anlaşması yapmak istiyormuş gibi davranıyor. ABD'nin politikası bu “yalan” etrafında dönüyor, bu arada binlerce Filistinli ölüyor. Biden Yönetimi son Filistinliye kadar soykırımı tamamlamak isteyen İsrail'e mühimmat akıtmaya hâlâ devam ediyor. “Gazze”, ABD'deki Başkanlık seçimlerinin tek konusu değil tabii. Netanyahu'nun marifetiyle müzakerelerin çıkmaza girmesi ve Biden Yönetimi'nin İsrail'in peşinden sürüklenmeye devam etmesi Gazze'yi seçimlerin ana konusu haline getirebilir. Böyle bir durum, “Ukrayna'da, Gazze'de savaşı ancak ben bitiririm” havası veren Cumhuriyetçiler'in Başkan adayı olan Donald Trump'ın elini güçlendirir. Bu arada Netanyahu da Kasım ayına kadar zaman kazanmış olacak. Benzer bir durum “Vietnam Savaşı” sebebiyle 1968'deki Başkanlık seçimlerinde de yaşanmıştı. Demokrat Partili ABD Başkanı Lyndon Johnson savaş karşıtı protestoların hedefi haline gelmişti. Nihayetinde Johnson 5 Kasım'da yapılacak seçimlerde aday olmayacağını açıklamıştı. ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey ise Başkan adayı olarak sahaya çıkmıştı. Demokratlar'ın seçimi kazanması önce “ateşkes” ve ardından” barış anlaşması” için müzakerelerin başlatılmasına bağlıydı. Cumhuriyetçiler'in Başkan Adayı Richard Nixon'ın seçimleri kazanmasıysa müzakerelerin akamete uğratılmasına bağlıydı. Önceki yazımda değindiğim gibi Nixon, ABD yanlısı Güney Vietnam(Saygon) ile Çin ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenen Kuzey Vietnam(Hanoi) arasındaki ateşkes ve barış müzakerelerini baltalamak için gizlice girişimlerde bulunmuştu. ABD yasalarına aykırı olarak gerçekleşen girişimlerin odağında “Ejderha Kadın” veya “Küçük Çiçek” olarak anılan, Anna Chennault isimli, Çin asıllı zengin bir kadın yer alıyordu. Asıl adı Chan Sheng Mai olan kadın İkinci Dünya Savaşı'nda Çin'deki ABD Hava kuvvetlerinin komutanlığını yapan Claire Chennault'un dul eşiydi. Genç bir gazeteciyken kendisinden 32 yaş büyük olan General Claire ile evlenen “Ejderha Kadın” hem Washington sosyetesinin gözde isimleri arasına girmiş ve hem de başkentteki Çin karşıtı şahin lobinin öncüsü haline gelmişti.
1968'i nasıl bilirsiniz? Bu soruya insanların çoğunluğu “dünya çapında gençliğin ayağa kalkışı” olarak cevap verecektir. Oysa 1968 bunu da içermekle birlikte ondan ibaret değildir, çok daha fazlasıdır. 1968, Vietnam'da emperyalizme karşı “Tet Taarruzu” adını taşıyan bir askerî operasyondur. ABD'de emperyalizmin Vietnam savaşını sona erdirme mücadelesidir. Afrika ülkeleri Angola ve Mozambik'te Portekiz sömürgeciliğine karşı gerilla savaşıdır. Portekiz'de bir askerî darbe ile başlayan, sonra bir halk devrimine doğru büyüyen bir büyük tarihî olaydır. Arjantin'de “Cordobazo” adını taşıyan kitlesel bir işçi ayaklanmasıdır. Çekoslovakya'da Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa'nın sosyalist ülkelerine “ağabeylik” yapmasına karşı bir isyandır. Güney Afrika'da salt siyahilerin yaşadığı Soweto kentinde lise ve ortaokul öğrencilerinin apartheid'e (ırk ayrımına) karşı başkaldırısıdır. Fransa'da hem öğrenci isyanı hem 10 milyon işçinin bir ayı aşkın süren işgalli genel grevidir. Türkiye'de evet üniversite işgalleridir, ama aynı zamanda 15-16 Haziran 1970 proleter ayaklanmasıdır. Daha neler, daha neler! İnsanın başı dönüyor bu yoğunluk, çeşitlilik ve kitlesellik karşısında. Ama “Sorsak ne derdiniz?” sorusuna verilen cevap da yanlış değildir. İnsanlar 1968'i neden “öğrencilerin başkaldırısı” diye hatırlar? Çünkü ötekilerin her biri daha önce de olmuştur daha sonra da: işçi sınıfının devrimci ayaklanması, sömürge yönetimine karşı halk savaşı, ırkçılığa karşı isyan, hatta sosyalist ülkelerin “ağabey yönetimini” reddetmesi, bunlar ve başkaları tarihte (sonuncusu elbette sadece 20. yüzyıl tarihinde) sık sık görülmüştür. Ama üniversite öğrencilerinin dünyanın her yerinde hep birden ve dev kitleler olarak ayağa kalkması modern tarihte ilktir. Önce Afrika ülkesi Kenya'yı ele alalım. Bundan yaklaşık bir ay önce bu eski İngiliz sömürgesinde devletin kasası boşaldığı için aynen bizde olduğu gibi meclis yoksul halkı inletecek kadar ağır vergiler getiren bir yasa kabul etti. Buna yanıt gençliğin ayaklanması, parlamentoyu basması ve küçük ölçekli bir yangın çıkarması, polisi günlerce uğraştırması oldu. Devlet başkanı işi “vatana ihanet” diyecek kadar ileri götürdü, ama bir yandan da gençlik isyanının taleplerine cevap vererek yasayı geri gönderdi. Yani gençlik mezara, talepleri iktidara! Sonra son bir-iki haftada Hindistan'ın doğusunda yer alan Asya ülkesi Bangladeş'te olanlara bakalım. Bu konu Gerçek'in bu sayısında bir başka yazıda da ele alınıyor. Bu ülkede de devasa (kelimeyi çok tartarak kullanıyoruz) bir gençlik isyanı oldu. Konu ilk anda farklı görünüyor: Memuriyete girişte uygulanan kotalar sorunu. Ülkenin yüksek mahkemesi zaten var olan kotaların miktarını arttırdı. Kotaların çok büyük bölümü, bundan yarım yüzyıl önce Pakistan'a karşı verilen savaşta bugün “vatan” olarak kabul edilen Bangladeş'in bağımsızlığı için çarpışmış olan şehit ve gazilerin torunlarına ayrılmış durumda. Ülkenin 15 yıldır başında olan kadın başbakan Şeyh Hasina da bu bağımsızlığın önderi Mucibur Rahman'ın kızı olması hasebiyle bu şehit ve gazileri kendi tabanı görüyor. Yani bizde memuriyete girerken uygulanan “mülakat sistemi” orada “kota sistemi” olmuş! İşte işsizliğin gittikçe yükseldiği bu yoksulun yoksulu toplumda, gençlik istihdam uğruna ölüyor! En az 200 ölünün olduğu söyleniyor. Taktik yine aynı: İsyancı gençliği öldür ama ortalık yatışsın diye talebini kabul et. Şeyh Hasina'nın “benim yargıçlarım” kotayı yüzde 35-40'tan yüzde 5'e geri çekti! İşçi sınıfının öncüsü bütün bu gençliği, üniversitelisini de diplomalı işsizini de meslek okul mezununu da yoksul varoş çocuğunu da örgütleme göreviyle karşı karşıyadır. Fantezileri bırakın! Leninist parti her ülkede ve en çok Türkiye'de vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Sıvayın kolları! Gelin saflara!
İlişkilerimizin 101. yılında Macaristan Büyükelçisi Viktor Mátis ile Yeni Şafak okurları için özel bir mülakat yaptım. 101. yıl derken ilişkilerimizin Cumhuriyetin yaşına denk olduğuna dikkat çekmek isterim. Cumhuriyetin ilk uluslararası anlaşmasının (18 Aralık 1923) tarafı Macaristan ve ilişkilerin kıstası olarak bu anlaşmanın tarihi seçiliyor. Mohaç (1526) ile Sovyetler Birliğinin dağılmasına (1989) kadarki kurulan yapı gereği ve geçen süre Macarların sahnenin geri planında kaldığı bir dönem olarak ele alınıyor. Zaten Macarların kendilerini son yıllarda daha iyi ifade edebildiği dikkate alınırsa da bu durum analiz edilebilir. Şimdi artık Macarlar sahnede… Macaristan 1999 yılında NATO üyesi olurken Türkiye'nin desteği önemli olmuş. 2004 yılında AB üyeliği ile beraber ülke, doğrudan yatırımlar bakımından ilk sıraya yerleşmiş. Mesela daha büyük ve kalabalık bir ekonomi olan Polonya'dan daha fazla miktarda yatırım Macaristan'a yönlenmiş. Vergi politikalarının bu anlamda önemli olduğunu vurguluyor Sn Mátis. Macaristan'da doğrudan yabancı yatırımlar için kurumlar vergisi %9 olarak uygulanıyor ve çeşitli kriterler sağlanabilirse ödenen verginin %80'i geri alınabiliyor. Viktor Mátis'e göre; Macaristan, Sovyetler sonrası yüzünü tamamen Batı'ya dönmüş. Sonra menfaatlerini ön plana alarak Batı'nın bir parçası olmayı esas kabul ederek Doğu ile ilişkilerini daha dengeli bir yapıya kavuşturmayı benimsemiş. Sanırım Türkiye'nin ve Arnavutluk'un Doğu-Batı dengesi politikasını çok benzer ifade ettiğini anımsarsınız. Coğrafyanın bir nimeti ve gereği. Bugüne kadar Türkiye hep Batı'nın bakış açısını anlamaya çalıştı. Sanırım artık Batı'nın da Türkiye'nin bakış açısını anlamak durumunda olacağı bir dönem yaklaşıyor. Macaristan'ın Avrupa Birliği dönem başkanlığı programında Türkiye'nin üyelik sürecinin yeniden canlandırılması önemli bir hedef olarak ele alınıyor. Doğrusu Macaristan bunu başarmanın AB'ye önemli bir katkı olacağının farkında. Dahası geliştirdiği diğer ilişkilerin de AB için bir kaldıraç olabileceği düşünülebilir. Macaristan'ın, Türkiye'nin Batı ile ilişkilerine vermek istediği katkıya asıl enerjinin ise Trump'ın seçilmesi halinde sağlanacağını düşünüyorum. Bu düşünceye ulaşmamda aynı Ankara ziyaretim kapsamında AK Partili Milletvekili Sn Oğuz Üçüncü ile görüşmemin katkısı olduğunu söylemeliyim. (Sanırım doğru planlanmış bir ziyaret programı yaptım.)
NATO'nun kuruluşunun 75.sene-i devriyesi münasebetiyle bir zirve düzenlendi. NATO'nun güney kanadının en mühim parçasını oluşturan Türkiye de bu zirveye katılıyor. Artan üye sayısı , genişleyen yapısı ile NATO bildiğimiz NATO mu acaba? Bence kritik soru budur. Bu kuruluşun Sovyetler Birliği'nin merkezde olduğu veri bir tehlikeye karşı savunma amaçlı kurulmuş olduğu herkesin mâlumudur. Tez ve antitez ilişkisidir bu. Varşova Paktı, NATO'nun, NATO da Varşova Paktı'nın antitezi olarak tezâhür etmiştir. Doğrusu ben NATO'yu , çok basitçi bulduğum kutuplu dünyâ analizlerinin tersine, Anglo Amerikan çekirdek güçlerinin Kıt'a Avrupa'sına çökme projesi olarak değerlendiririm. Daha sert bir ifâdeyle bu kuruluş, Denizaşırı Batı'nın Kıt'asal Batı'yı kontrol etmesini sağlayan bir cihazdır. Komünist Sovyetler Birliği'nin varlığı, senaryonun olsa olsa tamamlayıcı tarafını meydana getirmiştir. Anglosakson dünyâ, Euro Dolar'ın hâkimiyeti temelinde kıt'asal Batı'yı teşkil eden Avrupa'yı elinde tutabilmesi , üzerindeki kontrolün devamlılığını temin için bir korku kaynağı bulmaya mecburdu. Komünist tehlike tam da buna hizmet eden bir güç kaynağıydı. Bu jenaratörü işletebilmek için Doğu Avrupa tekmil, Orta Avrupa'dan bir kısım devlet, bu arada Doğu Almanya Sovyetler'e bir bedel olarak verildi. (Tabiî ki bu fotografın tersi, Doğu Bloku'nda, kapitalist- emperyalist tehlike olarak vâritti). Anglosakson dünyâ ile Kıt'a Avrupası arasındaki ilişkilerin eşitsiz olduğu son derecede âşikârdı. Bu iki dünyâ arasındaki ekonomik ilişkiler genel ticâretin neredeyse %80'ine yaklaşan bir hacim kazanmıştı. Ama Dolar üzerinden artığı çeken taraf Anglosaksonlardı. Bu sebeple, Soğuk Savaş esnâsında dâimî olarak , bilhassa Fransa üzerinden Kıt'a Avrupası- NATO gerilimi yaşanmıştır. Fransa gerilimi, siyâsal, hattâ askerî olarak tırmandırıyordu. Sesi soluğu kesilmiş işgâl altındaki Almanya ise, 1960'lardan sonra başlayan Yumuşama'nın avantajlarını kullanarak Sovyetler Birliği Doğu Bloku'na yakınlaşarak ekonomik gücünü arttırrmak sûretiyle bu eşitsiz ilişkilere meydan okumaya çalışıyordu. Fransa'nın şikâyetleri, bir ara fevrî olarak NATO'nun askerî kanadından çıkması hikâyesinde olduğu gibi çok fazla iş görmedi. Almanya ise ,bilhassa otomotiv ve makine-kimyâ alanlarında ciddi bir güç olarak ABD pazarına girmeye muvaffak oldu.
Son derecede kritik bir coğrafî konumda bulunan Türkiye'nin bölgesel/küresel siyâsetleri ne zaman daralır; ne zaman rahatlar? Kanaatimce güncel gelişmeleri bu soruyu dikkate almadan değerlendirmek çok defâ yanılgılı neticeler doğurur. Siyâsal târih bilgileri, modern dünyâda, Tanzimat'tan başlayarak Türkiye'nin siyâsetlerinin hep bir denge kollamaya dayandığını öğretiyor. Kabaca bakıldığında, Osmanlı için Avusturya ile Rusya en yakın tehlikeyi oluşturuyordu. İngiltere ile rekâbet hâlinde olan Fransa'nın savaşarak, 19.Asrın sonlarından başlayarak yine İngiltere'nin dünyâ hâkimiyetini eline geçirmek isteyen Almanya'nın ise nüfuz gücünü arttırarak Osmanlı coğrafyasındaki yayılma arzusu bunlara eklemlendi. Osmanlı diplomasisi buna mukâbil, mevzubahis güçler arasındaki rekâbeti kullanarak ayakta kalmaya, bek'a meselesini çözmeye çalıştı. Tabiî ki bu siyâsetlerin hâmisi ,Osmanlı'yı ne oldurarak ne de öldürerek ayakta tutmayı, onu bir tampon olarak görmeyi kendisine prensip edinmiş olan İngiltere'ydi. Petrol meselesinin ortaya çıkması İngiltere'yi Osmanlı'yı himâye etmek olarak özetlenebilecek olan yerleşik siyâsetinden vazgeçirdi ve doğrudan bir paylaşım karârı almasına sebep oldu. Osmanlı bürokrasisi ise can havliyle Almanya ‘ya sarılmak zorunda kaldı. Trajik neticeyi biliyoruz. Almanya yenildi. Osmanlı mülkü ise tarumar edildi. Bu hâdisat bize bir şeyi gösteriyor. Denge siyâseti yürütmek için , dolaylı olarak da olsa güçlerden birisiyle anlaşmış olmak gerekiyor. Yâni denge siyâseti boşlukta yapılamıyor. Bunun esâsı, belki de formülü ise şu: Yakın tehlikelere karşı, görece uzaktan bir güç devşirmek. Bu çerçevede II.Umûmî Harp sonrası ortaya çıkan bölünmede Türkiye'nin kendisine yakın tehlike olarak gördüğü Sovyetler Birliği'ne karşı , onunla rekâbet hâlindeki ABD ve NATO'yu seçmiş olması târihsel bir devâmlılık olarak anlaşılabilir. 1990'lara kadar bu durum iyi kötü işlemiştir. 1990'lardan , yâni Dünyâ Sistemi'ni var eden eden sütunlardan birisinin çöküşüne tanık olduk. Bu târihten itibâren ABD ve NATO , Yakın ve Ortadoğu coğrafyasına başka türlü bakmaya başladı. Tıpkı İngilte'nin I.Umûmî Harp arifesinde Osmanlı'dan vazgeçmiş olması gibi, ABD ve NATO da adım adım Türkiye'yi gözden çıkardı. İlk evrelerde,yâni 1980'lerden 1990'lara Fransa, daha sonra Almanya'nın hâmiliğini yaptığı ayrılıkçı Kürt Hareketi'ni ,Irak işgâlinden başlayarak bizzat ABD üstlendi.
Sovyetler Birliği 1979'da Afganistan'ı işgale başladığında, Ortadoğu'da ABD'nin müttefiki olan bazı ülkeler kendi içlerindeki “radikal” unsurlardan kurtulmak için bir plan hazırladılar. “Afgan cihadı”na katılmak isteyenlerin bölgeye intikali kolaylaştırılacak ve kendilerine her türlü -maddî, ideolojik ve lojistik- destek sunulacaktı. Nitekim sadece Ortadoğu'dan değil, İslâm coğrafyasının dört bir yanından sayısız Müslüman, 1989'a kadar Afganistan'a akın etti. O dönem, hadiselerin sıcaklığı içinde her şeyi net biçimde okumak mümkün değildi elbette. Belki süreci yakından izleyenler, Afgan mücahitlerden bir grubu 2 Şubat 1983 günü Beyaz Saray'da kabul eden ABD Başkanı Ronald Reagan'ın “Bu beyler, Amerika'nın kurucu babalarıyla aynı ahlâkî değerlere sahiptir” sözünden biraz işkillenebilirdi, ama savaşın heyecanıyla bu türden detaylara odaklanan da pek yok gibiydi. Nihayetinde, “radikal unsurlardan kurtulma” planı tutmadı. Sovyetler'e diz çöktüren savaşçılar, ülkelerine “bir dünya imparatorluğuna karşı zafer kazanmış kahramanlar” olarak döndüler, insanların gözünde birer rol modele dönüştüler. El-Kaide ve diğer bazı yapılanmalar, bu atmosferin içinden doğdu. “Radikal”liği yok edelim derlerken, dünya çapına yaymış ve dağıtmış oldular. * * * Mısır'da Hüsnü Mübarek döneminin kudretli istihbarat şefi Ömer Süleyman, 1991- 2011 arasında devam eden görevi boyunca, rutin istihbarat faaliyetleri yanında, CIA ile de özellikle yakın çalışmıştı. CIA, 2001'de Afganistan'ın ve ardından 2003'te Irak'ın işgalinin ardından, tamamen kanun dışı biçimde kaçırdığı “suçlular”ı dünyanın farklı ülkelerindeki gizli sorgulama ve işkence merkezlerine transfer ederken, Ömer Süleyman oldukça kritik bir mevkideydi. Asya'da Afganistan'ın başkenti Kabil bu işin merkeziyken, Ortadoğu'da Kahire'ydi. CIA ile eşgüdüm içerisinde bu trafiği idare eden Ömer Süleyman, çok sayıda “suçlu”nun sorgulanması, işkenceden geçirilmesi ve hatta infaz edilmesi süreçlerini bizzat idare etmişti. İslâm'ı ve Müslümanların işgale karşı direniş ruhunu ortadan kaldıramayan ABD, direniş ve cihat mefhumlarını kendi amaçları çerçevesinde manipüle edip yönlendirmeye çabalarken, her yanlış ve düşmanca adım “radikal” olarak tarif edilen insanların sayısını artırıyordu. Böylece sözde “radikalliğe” karşı açılan savaş, onu daha da güçlendirip kökleştirmekten başka bir işe yaramıyordu. * * * Tacikistan'da “radikallikle mücadele” adına İslâmî tesettürün, gençlerin camiye gitmesinin ve birtakım İslâmî uygulamaların yasaklandığına dair haberleri okuyunca, “İşte yine yenilgiyle sonuçlanacak bir süreç” dedim kendi kendime. Tesettürü “yabancı kültür unsuru” olarak kabul eden Tacikistan yönetimi, onun yerine “yerel kültür” ü yerleştirmeyi hedeflerken, yasakları delenlere para ve hapis cezası öngörülüyor. Çocukların bayramlarda kapı kapı dolaşıp şeker ve harçlık toplamasını bile “yabancı kültür” olarak algılayan ilginç bir anlayışın hâkim olduğu ülkede, 10 milyonluk nüfusun yaklaşık yüzde 98'i Müslüman üstelik. Yöneticilerin de neredeyse hepsinin ismi ve soy ismi Arapça.
Taşkent'te, Özbekistan'da 1990'ların başından itibaren yaşayan ve ticaret yapan bir dostumuzla sohbet ediyorduk. Eskiyle yeniyi kıyaslamasını istedim. Sovyetler Birliği şemsiyesi altından yeni çıkmış ve o dönemin kodlarına göre programlanmış bir ülkeyle, bugünün daha modern ve özgür Özbekistan'ını karşılaştırdığında, şu tespitleri yaptı: “Eskiden hürriyet yoktu, doğru. İnsanlar büyük bir baskı altındaydı. Cemaatle namaz kılmak bile problem oluşturuyordu. Ama ekonomik istikrar ve güven vardı. Devlet, gümrükleri ve piyasayı sıkı bir şekilde denetlediği için, bütçe fazla açık vermiyor, enflasyon görülmüyordu. Güvenlik noktasında da, rejimin sınırlarını biliyorduk, neye dikkat etmemiz gerektiği belliydi. Kırmızı çizgileri aşmadığımızda, sakin bir şekilde yaşayıp gideceğimizin garantisi vardı. Şu anda ise, evet, özgürlük geldi. Baskılar kaldırılıyor. Ekonomik ve sosyal alanda liberal diyebileceğimiz reformlar hayata geçiriliyor. Ancak bütün bunların bedeli olarak istikrar sarsılıyor, dünyaya açıldıkça dünyanın bir sürü problemi de gürül gürül içeri akıyor. Ekonomik belirsizlik insanların ahlâkını bozar ve ülkeleri güvensiz hale getirir. Bunun bazı olumsuz neticelerini şimdiden yaşamaya başladık bile…” Aynı konuyu, birkaç ay evvel, Tunus'ta yaşlı bir zata açmıştım. “Siz hem Habib Burgiba dönemini hem de Zeynelâbidin bin Ali dönemini gördünüz. 2011'den sonra yaşananları da dikkate aldığınızda, eski günler hakkında ne söylersiniz?” diye sormuştum. Cevabı oldukça benzerdi: “Eskiye dair özlediğim iki şey var: Ekonomik açıdan belirsizlik ve sürpriz yoktu. Kazandığımız belliydi, harcadığımız belliydi, devlet piyasayı sıkı biçimde kontrol altında tuttuğu için, vatandaşlar olarak bizler önümüzü görebiliyorduk. Sistemin tek bir hâkimi olduğundan, spekülasyonlar ve ani iniş-çıkışlar yoktu. İşsizlik böyle yaygın değildi, herkes kendi küçük hayatında bir şeylerle meşguldü. Özlediğim ikinci şey de, emniyet ve güvenlik. Devletin varlığını her yerde hissediyor ve görüyorduk. Rejimin çizdiği sınırlara riayet ettikçe, başınıza herhangi bir olumsuzluk gelmezdi. Bugün söylendiği anlamda özgürlük yoktu, fakat hırsızlık, gasp, yankesicilik vs. de görülmezdi. Devletin yumruğu tam karşımızda durduğu için, herkes korkar ve çekinirdi. Şimdi tam bir kaos ve başıboşluk var…” Birbirinden binlerce kilometre uzakta, tamamen farklı serüvenler yaşamış iki farklı coğrafyadaki iki ayrı ülkede, maziyle bugünün kıyasının bu kadar benzeşmesi epey dikkat çekici. Demek ki, toplumlara hâkim olan sosyolojik kaideler, zamanlar ve zeminler üstü benzerlikler taşıyor.
Milliyetçilikler çok çeşitlidir. Bu çeşitlilik, milliyetçiliklere karşı milliyetçilikler olarak da anlaşılabilir. Eğer millet saf bir siyâsal-hukûkî varlık olarak tanınıyorsa buna etnik temelli başka milliyetçiliklerden itirazlar gelecektir. Burada siyâsal kıstaslarla kültürel kıstaslar çatışacaktır. I.Umûmî Harp evvelinde, Wilson prensipleri olarak hatırlanan ve çok dikkât çekici bir şekilde Lenin'den de destek bulan, milletlerin kendi kaderini belirleme hakkı tam da bu itirazları ihtiva etmektedir. II.Umûmî Harb'in akabinde inşâ edilen Yeni Dünyâ Düzeninde bu ilkeler reddedilmese de geriletilmiştir. Yeni düzende, temel olarak mevcut siyâsal sınırların korunması ilkesi kabûl edilmiştir. Ama etnik milliyetçiliklere de kapı kapatılmış değildir. Sanki melez bir anlayıştır bu. Merkezde siyâsî bir gövde korunmakta; ama etnik temelli milliyetçiliklere bu gövde içinde kompartımanlar açılmakta, federasyon tarzı çözümler teşvik edilmektedir. Bahsi geçen anlayış en başta Batı ile; yâni hem kuvvetli feodal köklere sâhip Avrupa siyâsal kültürü ve geleneğiyle olduğu kadar ABD'deki târihsel tecrübelerle de uyumludur. Sovyetler Birliği de benzer bir yapılanma olarak tezâhür etmişti. Bu bakış, sistemik olduğu kadar kaotik sâhalar oluşturmakta işlev görmüştür. Bilhassa Ortadoğu'nun Arap Baharı üzerinden istikrarsızlaştırılmasında ikinci işlevin hayâta geçirilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün Libya, Sûriye ve Irak'da ortaya çıkan manzaralar tam da buna işâret etmektedir. Artık kimse kolay kolay bu devletlerin yeniden siyâsal coğrâfî bir birlik sağlayacağını iddia edecek durumda olamaz. Bu kaotik durum iki şekilde aşılabilir. Bunlardan ilki tam bir ayrışmadır. Meselâ Libya'dan Batı ve Doğu Libya devletleri çıkar. Irak düşünüyorsa; buradan da en az üç devletin neşet edeceğini öngörebiliriz. Irak, kuzeyde, eğer aralarında anlaşabilirlerse Barzânî ve Talabânî kuvvetlerini içine alan bir Kürt Devleti, orta mıntıkalarda bir Sünnî Arap Devleti, güneyde ise Şiî devleti olarak üçe taksim edilebilecek olabilir. Sûriye'ye gelince de manzara farklı durmuyor. Kıyı şeridinde bir Esad rejimin hükmettiği bir Sûriye, kuzeyde ise belki de Irak'takine eklemlenerek büyütülmek istenecek bir PKK Devleti, aşağılarda ise kukla olmasına ihtimam gösterilecek bir Sünnî Arap Devleti kurulabilir. Tabiî bunlar sâdece birer taslaktır.
Birkaç gün arayla, İslâm coğrafyasının iki yiğit ve çilekeş evladı rahmete kavuştu. Onlardan biri, uzaya çıkan ilk Suriyeli astronot olarak bilinen Muhammed Fâris, diğeri de Yemenli âlim, mücadele ve dava adamı Şeyh Abdülmecîd Zindânî idi. 1951'de Suriye'nin Halep şehrinde dünyaya gelen Muhammed Fâris, Hava Harp Okulu'ndan mezuniyetinin ardından, Suriye ordusunda albaylığa kadar yükselmişti. 1985'te Sovyetler Birliği ile Suriye arasında yürürlükte olan bilimsel mutabakatlar çerçevesinde uzay çalışmaları misyonu için seçilen Fâris, 1987'nin temmuzunda çıktığı feza seyahati sırasında 7 gün 23 saat uzayda kaldı. Dünyaya döndükten sonra Sovyetler Birliği hükümeti tarafından Lenin Nişanı'yla taltif edilen Fâris, Suriye Hava Kuvvetleri bünyesindeki askerlik vazifesine devam etti, tümgeneral rütbesine yükseldi. 2011'de başlayan barışçıl protesto gösterilerinin Baas rejimi tarafından terörize edilmesi, hapishanelerdeki suçluların salıverilerek sokaklarda insan avının önünün açılması ve akabinde ülkenin silahlı çatışma atmosferine sürüklenmesiyle birlikte, Muhammed Fâris de ordudan ayrılarak muhaliflere desteğini açıkladı. Daha önce “Suriyeli ilk astronot” olarak Suriye yönetiminin el üstünde tuttuğu, liselerde ve üniversitelerde dersler verdirdiği ve Suriyeli gençlere örnek olarak takdim ettiği bir ismin muhaliflere katılması, rejim için büyük bir şoktu. Muhammed Fâris, benzer birçok örnekte olduğu gibi, kendisinin nokta atışı bir suikastla ortadan kaldırılacağını sezmişti. Bunun üzerine, hiç vakit geçirmeden ailesiyle birlikte Türkiye'ye yerleşti. Yaklaşık 12 yıl Türkiye'de yaşayan ve Ramazan ayında geçirdiği kalp krizinin ardından Gaziantep'teki bir hastanede tedavi altındayken vefat eden Muhammed Fâris'ten yeterince istifade edebildik mi? Maalesef bu sorunun cevabı pek müspet değil. Hem de dünyanın herhangi bir ülkesine rahatlıkla yerleşebileceği halde -sırf bu toprakları çok sevdiği için- ülkemizde kalmaya devam etmişken…
Vaktiyle sıra sıra deve kervanlarının birkaç haftada ancak geçebildiği Kızılkum Çölü'nü otobüsle altı saatte kat ederek, Hîve'den Buhara'ya vasıl olduk. Klâsik dönemde “İslâm'ın Kubbesi” (Kubbetu'l-İslâm) adıyla anılan Buhara, bugün Özbekistan'ın Buhara vilayetinin merkezi ve 300 bine yaklaşan nüfusuyla ülkenin yedinci büyük şehri. Göz alabildiğince dümdüz ve geniş bir alana yayılan Buhara'yı eski zamanlardaki ihtişamıyla tasavvur edebilmek için epey tarih okuması yapmak gerekiyor, biraz da hayal gücüne sahip olmak. Birkaç yıl evvel, Buhara'ya ilk seyahatim sırasında, Özbek dostlarımız şehre ayak basma âdâbını dikkatle ve hürmetli bir üslupla açıklamıştı. Önce Nakşî erkânındaki “Altın Silsile” içinde birbiri ardına gelen Yedi Pirler sırayla ziyaret edilecek, hepsine Fâtiha okunacaktı. Diğer mekânlara, onlardan sonra geçilecekti. Biz de öyle yapmıştık: Gucduvân'da Hâce Abdulhâlik Gucduvânî'nin (v. 1179) kabri ve etrafında zaman içinde oluşan külliyeyle başladık. Uluğ Bey'in de kabrin hemen yanı başında bir medrese inşa ettirdiği düşünüldüğünde, yüzyıllardır burasının manevî bir çekim merkezi olduğu anlaşılıyordu. İkinci durağımız Ârif Rivgerî'nin (v. 1237) mezarı oldu. Onun ardından sırasıyla Mahmud İncirfagnevî (v. 1315), Alî Râmîtenî (v. 1321), Muhammed Baba Semmâsî (v. 1336) ve Emir Külâl'in (v. 1370) makamlarına uğrayıp Hâce Muhammed Bahâuddîn Nakşibend'in (v. 1389) medfun bulunduğu Kasr-ı Ârifân'a ulaştık. Orada da -usul gereği- önce Hâce Muhammed Bahâuddîn'in annesi Ârife Hanım'ın kabrini ziyaret ettik, ardından külliyeye geçtik. Kasr-ı Ârifân, insanı yüzyıllar öncesine götüren çok etkileyici bir atmosfere sahipti. Buhara'ya sonraki seyahatlerimde, vakit ne kadar dar olursa olsun, Kasr-ı Ârifân'a mutlaka yolumu düşürdüm. Diğer kabir ve makamları da yine vakit ölçüsünce ziyaret etmeye çalıştım. Ve her seferinde, mekânların her anlamda imarına ne kadar büyük emeklerin sarf edildiğini bizzat gözlemledim. Özbekistan idaresi, bir devlet politikası halinde, elindeki bütün imkânları bunun için seferber etmişti. Her bir kabrin etrafı birer külliyeyle donatılmış, buralarda ahşap, çini ve tuğla işçiliğinin en seçkin örnekleri cömertçe sergilenmişti. Tasavvuf kültürüne dışarıdan bakanlar ve eleştirel yaklaşanlar, Özbekistan'ın her karışında gözlemlenen tasavvufî tezahürlere çeşitli şerhler düşebilirler. Ancak Orta Asya'nın kalbinde bugün hâlâ güçlü bir İslâmî nabız atıyorsa, bunda baş etken kesinlikle tasavvuf kültürüdür. O kültürün meydana getirdiği insan modeli ve ufku, yüzyıllar içinde Anadolu'yu da mayalamış, koskoca bir Osmanlı medeniyeti buradan doğmuştur. Dolayısıyla, tasavvufa eleştiriler getirirken, tarihte ve günümüzde mutasavvıfların toplumları dönüştürmede oynadığı kritik rolü ıskalamaktan kaçınmak gerekiyor. Sovyetler Birliği, çıldırmış bir buldozer gibi on yıllar boyunca dinî hayatı ezip geçerken, Özbekistan ve bütün Orta Asya, İslâmî kimliğini hâlâ yitirmemişse ve İslâm her ülkede gittikçe daha fazla dal-budak salıyorsa, bu, tasavvufun çok net bir başarısıdır. Soğukkanlılıkla meseleye bakan herkes, bunu görecek ve hakkı teslim edecektir. Bugün bilhassa Orta Asya ve Balkanlar için “tehlike” boyutunda olduğunun altı çizilen Selefî yayılmacılık, tasavvufun bu dönüştürücü gücü karşısında tutunma ve kök salma şansına sahip görünmüyor.
Dünyanın jandarmalığına soyunan Amerika Birleşik Devletleri, Uzakdoğu ülkesi Vietnam'da başlattığı savaşın dramatik hikayesi. Amerika hangi saiklerle kendisini dünyanın jandarması olarak görüyor? İki dünya savaşında da Avrupa kıtasına asker göndererek savaşların kaderini değiştiren Amerika'da savaş stratejileri nasıl değişti? ABD neden Kore'ye müdahale etti? Sovyetler Birliği'ni karşısına alma pahasına neden Vietnam'da bir savaşa girdi? ABD Vietnam'da neden yenildi? Dünya psikoloji tarihine giren “Vietnam Sendromu” nasıl oluştu? Bu ve bunun gibi pek çok ilginç detayları ile “ABD'nin Vietnam Kaosu” hakkında bilinmeyenler içeriğimizde. #gdhtv #tersköşe #gdhtarih #abd #vietnam #amerika
Almanya'nın başkenti Berlin, Avrupa'nın da kültür başkenti olma yolunda hızla ilerliyor. Kimilerine göre zaten öyle. Geçtiğimiz günlerde artık Berlin'le özdeşleşen “tekno” müziği Unesco Somut Olmayan Kültürel Miras Listesine ekledi. Detroit'te çıkan müzik bugün artık Berlin'le özdeşleşmiş durumda. Amerikalı sanatçılar bile Berlin'e gelerek burada çalışıyorlar. Bunun arkasında hiç şüphesiz çokça farklı neden vardır. Belki en önemlisi Almanya'da sanata ve sanatçılara yapılan hibeler. Ama Berlin'in özellikle duvarın yıkılmasından itibaren tekno müzik Berlin'in gündelik hayatının bir parçası haline gelmiş durumda. Almanya'da verilen hibeler aynı zamanda bir çok konuda sanatçı ve sanat kurumlarını hizaya çekmek için kullanılan çok önemli bir enstrüman. Almanya'da ifade özgürlüğü çok gelişmiştir, her konuda yorumda bulunabilirsiniz, yanlış olduğunu düşündüğünüz devlet politikalarını eleştirebilirsiniz lakin bunun en büyük istisnası belki de Avrupa'daki en büyük Filistin diasporasını barındırmasına rağmen Filistin konusudur. Almanya'da Filistin'i desteklemek veya İsrail'i eleştirmek büyük sonuçları göze almak demektir. Peki neden? Hepimizin bildiği gibi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ikiye bölündü. Batı ABD ve diğer batı ülkelerine müttefikti, Doğu ise Sovyetler Birliği'ne müttefikti. Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlamasının ardından Almanya yeniden birleşme sürecine başladı ve 1991'de bu süreç nihayete erdi. Devletler birleşti ama halkında birleşebilmesi için yeni bir ulusal kimlik gerekiyordu: Erinnerungskultur yani hatırlama kültürü. Wikipedia'ya göre “Almanya, Avusturya ve birçok diğer ülkede, Hatırlama Kültürü esas olarak Holokost'u ve Nazizm döneminde yapılan fedakarlıkları hatırlamak için kullanılan bir terimdir.” Yani Almanya birleşirken Holokost tarihini sürekli sorgulamaya ve hatırlamaya yönelik bir taahhütte bulundu. Bu sebepten dolayı Merkel rahatlıkla “İsrail'in güvenliği Almanya'nın nedeninin bir parçasıdır” diyebildi.
Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye'den sürgün edilmesinden sonra Suriye'ye yerleşen Sultan Abdülhamid Han'ın torunu Şehzade Mehmed Abdülkerim Efendi'nin sıra dışı yaşam öyküsü. Şehzade'nin yolu Suriye'de nasıl Japonlarla kesişti? Japonlar neden Orta Asya'da bulunan Türk unsurlarla ilgileniyordu? Şehzadeyi neden Doğu Türkistan'da kurulması planlanan yeni devletin başına geçirmek istediler? Japonlar Şehzade'nin Halife ünvanını da taşımasını neden istiyordu? Japonların kurduğu bu emperyal plana Türkiye nasıl müdahale etti? Şehzade Japonya'da hangi faaliyetlerde bulundu? Sovyetler Birliği ve Türkiye'nin baskısıyla neden Amerika'ya kaçmak zorunda kaldı? Şehzade New York'ta nerede yaşadı? Şehzade'nin trajik ölümünün acı hikayesi. Şehzade'nin New York'taki bilinmeyen bağlantıları. Bu ve bunun gibi pek çok ilginç detayları ile “Şehzade Mehmed Abdülkerim Efendi”nin bilinmeyen hikayesi içeriğimizde. #osmanlı #abdulhamidhan #sultanabdulhamid #abdulhamithan #payitahtabdülhamid #gdhtarih #gdhtv #şehzade #padişah
Derya Acemoğlu ile bu hafta, Sovyetler Birliği'nin dağılma süreci ile birlikte Moldova'ya dahil olmayarak tek taraflı bağımsızlığını ilan eden “defacto” bir ülkeye gidiyoruz. Transdinyester. Dinyester Nehri'nin doğu kıyısı ile Moldova'nın Ukrayna sınırı arasında yer alan ince bir toprak şeridi. İsmi Dinyester Nehrinin Ötesi demek. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana fiilen Rus destekli yönetimler tarafından kontrol ediliyor.. Ancak hukuken ve ekonomik olarak Moldova'ya bağlı. Bölge uluslararası alanda Moldova'nın bir parçası olarak tanınıyor.
Derya Acemoğlu ile bu hafta, Sovyetler Birliği'nin dağılma süreci ile birlikte Moldova'ya dahil olmayarak tek taraflı bağımsızlığını ilan eden “defacto” bir ülkeye gidiyoruz. Transdinyester. Dinyester Nehri'nin doğu kıyısı ile Moldova'nın Ukrayna sınırı arasında yer alan ince bir toprak şeridi. İsmi Dinyester Nehrinin Ötesi demek. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana fiilen Rus destekli yönetimler tarafından kontrol ediliyor.. Ancak hukuken ve ekonomik olarak Moldova'ya bağlı. Bölge uluslararası alanda Moldova'nın bir parçası olarak tanınıyor.
Konuklarımızın hikayesini de ülkemizin hikayesini de konuşuyoruz. Türkiye'nin seçkin isimleri Türk Kahvesi'nde ağırlanıyor, samimi ve sıcak bir atmosfer evlerinize taşınıyor. Ayşe Böhürler Pazar sabahlarını, Türk Kahvesi ile tatlandırıyor. Sanat ve entelektüel hayat üzerine değerlendirmeler, nostalji, mimari, tarih ve eski uygarlıklar üzerine birçok konunun konuşulduğu programda aradığınız her şeyi bulacaksınız. Türk Kahvesi'nde bu hafta konuğumuz Prof. Dr. İdil Tunçer Kılavuz 00:00 Giriş 3:00 Rus milliyetçiliğinin kökenleri 5:30 Rus tarihine olan ilgisi nasıl ortaya çıktı? 8:30 Rus milliyetçiliği nasıl başladı? 17:17 1917 öncesi Rus milliyetçiliği 30:15 Bolşevik Devrimi ile değişen ne oldu? 41:30 Sovyetler Birliği nasıl dağıldı? 46:00 Putin'in Rus milliyetçiliğine bakışı 51:00 Putin'in izlediği siyaset çizgisi ne? 58:00 Rusya Ortadoğu'da nasıl bir siyaset izliyor? 1:00:00 Günümüzde Rus milliyetçiliği ne durumda? 1:08:00 Günümüz Rusya'sına bakış nasıl? #Rusya #Putin #sovyetlerbirliği
ABD ve Rusya arasındaki “uzay silahları” iddialarıyla ilgili tartışmalar bana Peter Ustinov'un 1961'de gösterime giren “romantik komedi” türündeki “Romanoff ve Juliet” filminden bir sahneyi hatırlattı. Ustinov'un kendisi de filmde Avrupa'da kurgusal bir ülke olan “Concordia Cumhuriyeti”nin general başkanı rolündeydi. ABD ve Sovyetler Birliği büyükelçileri çok önemli bir konuda bu küçük ülkenin desteğini alabilmek için yarış halindeydiler. General ise iki büyükelçilik arasında mekik dokuyarak ülkesi için en uygun pozisyonu araştırmaktaydı. Bu gelip gitmeler sırasında Sovyet Büyükelçisi, Amerikalılara ait çok gizli bir operasyonun şifrelerini çözdüklerini ağzından kaçırır. General, bu bilgiyi hemen ABD Büyükelçisine aktarır. Büyükelçi gayet kendinden emin şekilde “Bildiklerini biliyoruz. Onlara sadece bilmelerini istediğimiz şeyleri veriyoruz” diye karşılık veriyor. General tekrar Sovyet Büyükelçisine giderek “Şifreleri çözdüklerini bildiğinizi biliyorlar” diyordu. Sovyet Büyükelçisi de “Bildiğimizi bildiklerini biliyoruz. Biz de, kandırılmış gibi yaparak buna göre hareket ettik” diyordu. General bu kez ABD Büyükelçisine giderek, “Bildiğinizi bildiklerini bildiğinizi biliyorlar” der. “Bildiğimizi bildiklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz” diyerek karşılık veren Büyükelçi parmak hesabı yaptığı sırada panikleyerek “Kahretsin, biliyorlar!” diye konuşur. “Soğuk Savaş” döneminin iki karşıt büyük gücü, ABD ve Sovyetler Birliği'nin birbirilerine karşı avantaj sağlayacağını düşündükleri birçok gizli programları olmuştur. Konu askerî teknoloji olunca, bu gizlilik çok daha fazla önemliydi. Büyük güç rekabetinde rakiplerin birbirilerinin avantajlarının bilinmemesi için bir “kandırmaca” oyunu da oynanır. Peter Ustinov “Romanoff ve Juliet” filminde bu kandırmaca oyununu bir güldürüye dönüştürerek hicvediyordu. ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı Mike Turner yaptığı bir açıklamada ABD için ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi içeren “İstikrarsızlaştırıcı yabancı bir askeri kapasite”ye dikkat çekmişti. ABD medyası ise yabancı askeri kapasitenin “Rusya” olduğuna dair iddialara yer vermişti. İddialar Rusya'nın ABD'nin uzaydaki uydu sistemlerini felç edecek nitelikte bir silah geliştirdikleri şeklindeydi. Rusya ise iddiaların Ukrayna'ya askerî yardım içeren yasa tasarılarının ABD Kongresi'nden geçmesini sağlamak için ortaya atıldığını savunuyordu.
eklendiği gibi 13 Ocak'taki Tayvan'da Başkanlık seçimlerini iktidardaki “Demokratik İlerleme Partisi”nin(DPP) adayı Lai Ching-te kazandı. Bu sonuçtan Çin mutsuz, ABD ise mutlu oldu. Ne ki “DPP” Tayvan Meclisindeki çoğunluğunu kaybetti. 113 üyeli Mecliste 52 vekil kazanan “Kuomin-tang(KMT)” ise “DPP”nin önüne geçti. “KMT”ye yakın iki bağımsız aday da Meclis'e girdi. “DPP 51” vekille ikinci, “Tayvan Halk Partisi” ise 8 vekille üçüncü parti oldu. Diğer yandan Tayvanlı seçmenlerin yüzde 60'ının Lai'ye oy vermediğini belirtmek gerekiyor. Meclis'te değişen dengeler sebebiyle Lai'nin istediği yasaları çıkarması için her iki partiyle uzlaşması gerekiyor. Böylece “Tayvan Halk Partisi” Mecliste “anahtar parti” rolü kazandı. Pekin'in Başkanlık seçimlerini kazanmasını umduğu “Kuomintang” seçim kampanyasını “Barış istiyorsan KMT'yi, savaş istiyorsan DPP'yi seç” söylemiyle sürdürmüştü. Ancak Lai'nin Başkan Tsai Ing-Wen'in “Çin ile gerilimi yönetme, ABD ile bağları sıkılaştırma” politikasını devam ettirmesi bekleniyor. Mevcut durumda bile Tayvan-Pekin ilişkisi ziyadesiyle gergin. 13 Ocak seçimlerinden sonra bir gelişme daha yaşandı. Pasifik'teki ada ülkelerinden “Nauru” Tayvan ile diplomatik ilişkisini kestiğini açıkladı. Bu karar Pekin'in Tayvan'ı diplomatik olarak tecrit etme girişimlerinin yeni bir halkasıydı. Nauru hariç, 2016'dan bu yana 9 ülke Tayvan ile ilişkisini kesti. Halihazırda Vatikan dahil, sadece 12 ülke Tayvan'ı tanımaya devam ediyor. Çin ile rekabetinde Tayvan'ı sıçrama tahtası olarak gören ABD bile Tayvan'ı diplomatik olarak tanımıyor. “Soğuk Savaş” döneminde “Sovyetler Birliği”nin etrafındaki çemberi daraltmak için Pekin'le yakınlaşan ABD, 1971'de BM'den çıkarılan Tayvan'ı resmen ortada bırakmış idi. ABD'de Çin'in en erken 2027'de, en geç 2030'da Tayvan'ı işgal edeceğine dair bir kampanya yürütülüyor. Amerika'daki Çin karşıtı şahinler, Pekin'in Tayvan adasını işgal etmek için askerî gücünü ABD ile baş edebilecek düzeye getirmeye odaklandığını savunuyorlar. Şahinlere göre mevcut durumda bile Çin donanması ABD donanmasıyla savaşacak güce ulaşmış bulunuyor. Trump döneminde “Ulusal Güvenlik Danışmanı” olarak görev yapan Robert O'Brien 14 Aralık 2023'te “National Review”da yayınlanan bir yazısında “Amerikan Kongresi”ndeki iki partinin yeni donanma gemilerinin inşası için mutabakata varmalarını şiddetle tavsiye ediyordu. Çin'e kıyasla ABD donanmasının çok vahim durumda olduğuna dikkat çeken O'Brien şöyle diyordu: “Deniz gücü ve deniz güvenliği için kritik öneme sahip bir sektörde Çin'in dünya lideri olmasına izin verdik. ABD derhal kamu ve özel gemi inşa kapasitesini yeniden canlandırmalıdır. Eğer bunu yapmazsak, Çin hiç şüphesiz Tayvan'ı işgal etme tehdidini gerçekleştirecek, Çin Donanması Güney Çin Denizi'ni kontrol edecek, birinci ada zincirindeki sulara hakim olacak, ABD ve müttefiklerine meydan okuyacaktır.” ABD için mesele Tayvan değil. Tayvan, ABD'nin Çin ile “Büyük Güç Rekabeti”nde jeo-politik ve jeo-ekonomik unsurlardan sadece birisi. Asıl mesele, Çin'in ekonomik-askerî yükselişini durdurmak. ABD'nin temel politikası, küresel hegemonik konumunu tehlikeye atabilecek bir rakibin ortaya çıkmasını engellemek. Bu bağlamda Çin, ABD için ‘seçilmiş düşman' rolünde.
ABD'nin New York şehrindeki “Chabad-Lubavitch sinagogu”nun altında kaçak tüneller inşa edildiği gerekçesiyle başlatılan denetim sırasında polisle Hasidik Yahudiler arasında şiddetli olaylar yaşanmıştı. Tünellerle ilgili olarak pek çok iddia var tabii ama bunlara girmeyeceğim. Chabad-Lubavitch, Amerikan Yahudileri arasında Mesihçi Yahudiliğin en aşırı kesimini temsil ediyor. ABD ve İsrail başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde kolları bulunan bu Yahudi tarikatının kuruluşunun tarihi 18. yüzyıla kadar uzanıyor. Temelleri Beyaz Rusya'da atılan tarikat adını Rusya'nın Smolensk bölgesinde küçük bir kasaba olan Lubavitch'den alıyor. Yahudi tarihçilerin verdiği bilgilere göre Chabad, ‘bilgelik', ‘anlayış' ve ‘bilgi' için kullanılan İbranice kelimelerin ilk harflerinden oluşan bir kısaltma imiş. “Chabad”ın, tarikatin kurucusu olarak bilinen Haham Shneur Zalman'ın “Tanya” isimli kitabından esinlendiği söyleniyor. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden 20. Yüzyılın başlarına kadar liderleri Lubavitch'de ikamet ettiği için tarikat bu adla anılıyor. 1927'de yeraltı Yahudi eğitimini organize ettiği için Sovyetler Birliği'nden kovularak Varşova'ya yerleşen tarikatin liderlerinden Joseph Yitzchak 1940'da Nazilerin şehri işgal etmeleri sebebiyle ABD'ye kaçmış. Yahudi tarihçilere göre Haham Joseph Yitzchak'ın Avrupa'dan ayrılması Lubavitch Mesihçi hareketinin doruk noktasını oluşturuyor. Tarikat Amerika'da Yoseph Yitzchak Schneersohn ve damadı Haham Menachem Mendel Schneerson tarafından yönetilmiş. Tarikatın önceki liderlikleri de yine haleflik yoluyla aile içinde oğullar veya damatlar tarafından yürütülmüş. Mendel Schneerson'ın 1994'te yerine bir halef tayin etmeden ölmesiyle birlikte tarikat tümüyle Mesihçi bir karakter kazanmış. Tarikat zamanla geleneksel Yahudi Mesihçiliğinin sınırlarının dışına çıkmış. Zira, New York'ta polis tarafından basılan sinagogda faaliyetlerini sürdürürken ölen Mendel Schneerson'ın takipçileri onun ‘beklenen Mesih' olduğuna inanıyorlar. Bu inanış, diğer Yahudilerce kabul edilmiyor. Bazı Ortodoks hahamlar, bu tarikati 17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Selanik şehrinde zuhur eden ve etkisini Avrupa'daki Yahudiler üzerinde de gösteren Sabatay Sevi hareketine benzetiyorlar. Kendisini ‘beklenen Mesih' olarak ilân eden Sabatay Sevi ana akım Yahudilerce sapkın olarak nitelenerek Osmanlı Sarayı'na şikâyet edilerek yargılanmıştı. Chabad-Lubavitch Mesihçiliği'ni takip edenlerin bir kısmı Mendel Schneerson'ın ölmediğini, zamanı geldiğince ortaya çıkacağına inanıyorlar. Schneerson'ın, yaşadığı dönemde Mesih olduğuna ilişkin görüşleri bazen reddettiği, bazen de sessiz kalarak kabullendiği söylenir. Karşıt Yahudilere göre Chabad Hasidikleri'nin tamamı Schneerson'ı ‘mesih' olarak kabul ediyorlar ve bu görüşlerini de kamuoyu önünde ifade etmekten artık çekinmiyorlar.
Vakit, 2024 oldu: Ayaklı Mumya Joe Biden, 2023'ün son günü aynen şöyle dedi: “Rusya, Ukrayna'da hastaneleri, alışveriş merkezlerini ve sivil yerleşim yerlerini vurdu. Masumların ölümüne ve onlarca kişinin yaralanmasına neden olan Putin derhal durdurulmalı!” Bunları söyleyen riyakârlık abidesi Biden, Siyonist biraderi Netanyahu'ya “Hiç durma, vur! Arkandayım!” diyen bir iblis... İşgalci İsrail'in Gazze'de katlettiği ekseriyeti çocuk ve kadın olan 22 bin masumun kanları, onun da ellerinde! ÇARKIFELEK Biden, Temmuz 1979'da dönemin ABD Başkanı Carter için “Bu adamın siyasi açıdan başı dertte!” demişti. Nitekim... Carter, Kasım 1980'deki başkanlık seçimini Cumhuriyetçi Reagan'a karşı kaybetti. Şimdilerde, Joe Biden Carter ile aynı gemide pardon aynı Titanik'te! İblis Joe'nun kamuoyundaki destek oranı, en düşük seviyede... Bu gidişle, Kasım ayındaki seçimde siyasi buzdağına çarpması mukadder! 2020'de olduğu gibi, bir tür “Posta Arabası Soygunu” ile Biden'a bir defa daha seçim kazandırırlar mı? Şayet, bu gerçekleşirse... Beyaz Saray'daki ikinci ikametinde zihinsel melekeleri yerinde olur mu? -Başkan olduğunu hatırlayabilir mi, mesela? ÖZELEŞTİRİ Putin, Rus gazeteci Pavel Zarubin'e verdiği röportajda... “KGB'de sağlam bir geçmişe sahip olmasına rağmen, siyasi kariyerinin başlarında naif bir lider olduğunu” söyledi. (17 Aralık 2023) Rusya lideri, vaktiyle Batı hakkında hatalı düşündüğünü şu sözlerle anlattı: “Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, Batı'nın Rusya ile verimli ilişkiler kuracağını düşünüyordum... Yirmi sene önce Batı'nın Rusya'da terörizmi ve ayrılıkçılığı destekleme çabalarını gördüğümde bile bunun bir düşünce ataleti olduğunu sanmıştım. Böyle düşünmekle hata etmişim... Batı, kasıtlı olarak Rusya'nın altını oymaya çalışıyor... Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra bir müddet daha beklemeleri gerektiğini, ardından Rusya'yı da parçalayabileceklerini hesapladılar!”
Dünyanın değişen güç dengeleri küresel sistemde köklü reformları zorunlu kılıyor. Ancak ABD küresel sistem üzerindeki hegemonyasından vazgeçmek istemiyor. Dünya 2024'e “Büyük Güç Rekabeti”nin yeni bir soğuk savaş eşliğinde şekillenmesiyle birlikte giriyor. ABD ve Batı'nın dünya ekonomisi içindeki payları giderek azalırken, Çin'in ve orta güçlerin paylarıysa giderek artıyor. Halihazırda ABD dünyanın birinci ekonomisi, ancak Çin bir adım gerisinde. Hatta satın alma gücü bakımından Çin ABD'yi geçmiş bulunuyor. ABD ve Batı'nın “finansal” tabanlı ekonomik modeliyse küresel sınırlarına dayanmış durumda ve gidecek yeri kalmadı. Oysa 30 yıl kadar önce, Sovyetler Birliği'nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Batılı elitler, “tarihin sonu”nu ilan etmiştiler. Bu görüşe göre bir model olarak “BATI” insanlığın ulaştığı son noktaydı. ABD'nin tek baskın güç olduğu ara dönemin bir yanılmasa olduğu çıktı. Sovyetler'in tasfiyesinden sonra Batı'nın kusurları da ortaya çıktı. Uluslararası şirketlerin üretimlerini Çin başta olmak üzere Asya ülkelerine kaydırmaları kapitalizmin merkez ülkelerinde çok ciddi ekonomik ve sosyal sorunlara yol açtı. ABD'de Trump'ın siyasi bir figür olarak yükselişi, İngiltere'nin “AB”den çıkışı bu sorunların derinleştiğinin göstergesiydi. Yanı sıra Avrupa'da aşırı Sağ yükselişe geçti ve ana akım partileri bile dönüştürmeye başladı. Bütün bu emareler ABD ve Batı'nın ekonomiden kaynaklanan güçlerinin azalmasıyla ilgili. Gelinen noktada, ABD'de “finansal tabanlı stratejik plânlama”dan “ulusal teknoloji tabanlı strateji plânlama”ya geçiş konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. Liberal ekonominin küreselleşmesinden ABD'nin artık zarar gördüğüne ilişkin tartışmalar Amerikan iç siyasetinin başlıca konusu oldu. Nitekim liberal küreselleşmenin savunucusu olan Biden Yönetimi bile Trump'ın Çin'e karşı, hatta Avrupa Birliği'ne karşı çıkardığı gümrük tarifelerini iptal etmek bir yana devam ettirmek zorunda kaldı. Trump döneminde ABD çok taraflı “Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması”ndan (TPP) çekilmişti. Biden Yönetimi bu anlaşmaya da geri dönemedi. 2020'de Başkan seçilen Joe Biden, Obama'nın “Hint-Pasifik” odaklı politikasını ilerletmek istedi. ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi, keza İsrail'in Arap ülkeleriyle sözde ‘İbrahimî Anlaşmalar' yapmasını sağlayarak Ortadoğu'da işleri yoluna koymak bununla ilgiliydi. Trump'ın başlattığı İbrahimî Anlaşmalar süreci, ABD'nin sözde taahhüt ettiği “iki devletli çözüm”ün daha derin bir uykuya yatırılmasını içeriyordu. Biden'ın Hindistan-Körfez-İsrail merkezli Avrupa'ya açılan bir koridor inşa etme girişimi de Hint-Pasifik politikasının ürünü. Hamas'ın 7 Ekim'de gerçekleştirdiği operasyonlar hem İbrahimî Anlaşmaları bağlamında ‘Filistin devleti'nin ölüm uykusuna yatırılmasını, hem “Avrupa koridoru” girişimini akamete uğrattı. Gazze'de İsrail'in yürüttüğü soykırım savaşıysa, ABD'nin jandarmalığını yaptığı sözde kurallara dayalı liberal uluslararası sistemin ne kadar çürük temellere dayandığını ifşa etti
Türkiye İş Bankası'nın katkılarıyla hazırlanan Olimpik Hafıza'nın sekizinci bölümde Caner Eler'in konuğu Mustafa Taha. Olimpiyat için gün sayan atletlerimizin son durumuyla başlayan sohbette, 1956 Melbourne'de Macaristan ile Sovyetler Birliği arasında oynanan kanlı sutopu maçı, ilk Afrikalı olimpiyat şampiyonu Abebe Bikila'nın yaptığı devrim ve 1996 Atlanta'da sergilediği performansla nesillere ilham olan Kerri Strug'ın hikâyesine kadar uzanıyoruz.
Dünyanın en büyük silah harcaması yapan ülkesi ABD. Kişi başına düşen silah sayısında da ABD yine dünya birincisi. “Soğuk Savaş” döneminin 1990'ların başında son bulmasından itibaren en fazla konuşulan konular arasında “silahsızlanma” geliyordu. Dünya barışına giden yolun silahsızlanmadan geçtiğinden söz edilirdi. Kısa sürdü, devamı gelmedi verilen sözlerin. 1961 yılında Başkanlığa veda konuşmasında ABD Başkanı Dwight Eisenhower dallanıp budaklanmaya başlayan Amerikan savunma sanayisinin özel çıkarlara dayalı nüfuz kazanma hırsının gelecekte büyük bir tehlike olabileceği uyarısında bulunmuştu. Meşhur “Amerikan Askerî-Endüstriyel Kompleksi” kavramı Eisenhower'ın bu veda konuşmasından türetilmişti. ABD'de en güçlü lobi “silah lobisi”. Nüfuz gücü sıralamasında bu lobiyi “İsrail Lobisi” takip ediyor. “Neoconlar”, “Hıristiyan-Siyonistler” ve “liberal enternasyonalistler” bu iki lobinin çıkarlarının çakışma noktasında çok önemli rol oynuyorlar. “Amerikan Askerî-Endüstriyel Kompleksi” hiç şüphesiz çatışmalardan, savaşlardan, “sonsuz savaşlar”dan besleniyor. ABD Başkanı Biden neredeyse 900 milyar Dolar'ı bulan 2024 yılı Savunma Bütçesi'ni Cuma günü imzaladı. Her yıl savunma harcamaları artırılıyor. “Soğuk Savaş” döneminde savunma harcamaları “Sovyetler Birliği” gerekçe gösterilerek yapılır idi. ABD'nin Yeni Soğuk Savaş'ında Sovyetler Birliği'nin yerini “Çin” aldı. Artık her harcamanın içinde “Çin” bir şekilde yer alıyor. 12 Aralık günü ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesinin bir alt komitesinde gerçekleşen oturumun konusuysa “F-35 Uçağı Programının Güncellenmesi” hakkındaydı. Oturumda, Pentagon'da bu programın yürütülmesinden sorumlu generallerden 4 ana başlıkta bilgi isteniyordu. Başlıklardan ikisi, “Teknik Yenileme-3 donanımı ve Blok 4 yazılım geliştirme, test, üretim ve sahaya sürme” ile “Küresel F-35 kuruluşundaki tüm uçak müşterileri için uçak kullanılabilirliğini ve tam görev kabiliyet oranlarını artırmak” idi Amerikan savunma yayınlarına yansıyan bilgilere göre Komite üyeleri İsrail'in F-35'lerinin Gazze'de nasıl bir performans sergilediğini de öğrenmek istemişler. General Michael Schmidt, ABD'nin, 7 Ekim'den sonra İsrail'in kullandığı F-35'lere yeni uygulamalarla ilgili donanım desteğini hızlıca tedarik ettiklerini belirterek, “İsrailli kullanıcılar olağanüstü görev kabiliyeti oranlarına ulaşıyor ve uçak dayanıklılığını kanıtlıyor. Çok şey öğreniyoruz ve öğrendiklerimizi dünya genelinde filo hazırlığını arttırmak için uygulayacağız” demiş.
Liderler serisinin bu bölümünde, Joseph Stalin'in hayatının önemli dönüm noktalarını ve etkilerini ele alıyoruz. Stalin, Sovyetler Birliği'nin lideri olarak 1924'ten 1953'e kadar görev yaptı ve bu süre zarfında ülke üzerinde büyük bir etkiye sahip oldu. Ömer Gemalmaz Stalin'i anlattı. Stalin'in erken kariyerine, Vladimir Lenin ile ilişkisine ve Komünist Parti'deki yükselişine odaklanıyoruz. Ayrıca, Stalin'in iktidara gelmesinden sonra uyguladığı politikaları ve bunların Sovyet toplumu üzerindeki etkilerini tartışıyoruz. Bu politikalar arasında, kolektivizasyon, sanayileşme ve Büyük Temizlik yer alıyor. Kolektivistasyon, köylülerin mülklerinin devlet tarafından el konulması ve kolektif çiftliklerde birleştirilmesi anlamına geliyordu. Sanayileşme, Sovyet ekonomisini güçlendirmek için ağır sanayinin geliştirilmesine odaklanan bir programdı. Büyük Temizlik ise, Stalin'in muhaliflerini ortadan kaldırmak için yürüttüğü bir siyasi baskı kampanyasıydı. Stalin'in II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet liderliği rolü nasıldı? Stalin, Kızıl Ordu'nun Alman işgalini püskürtmesinde ve Sovyetler Birliği'nin savaştan galip çıkmasında nasıl bir rol oynadı? Stalin, Sovyetler Birliği'nin ekonomik ve askeri gücünü nasıl dönüştürdü? Nasıl milyonlarca insanın ölümüne neden oldu?
Marx'ın entelektüel mirâsının farklı işçiliklere konu olduğu bilinir. Kendi aralarında da ihtilâflı olan İki büyük akım hemen göze çarpar. Bunlardan ilki Althusser ve tâkipçilerinin temsil ettiği; marksizmi, yapısalcılık olarak bilinen anaakım Fransız geleneği ile eşlendiren yaklaşımlar setidir. Diğeri ise daha çok Alman ekolünü esas alan ve Frankfurt Okulu olarak bilinen, hümanistik Marksizm olarak da tesmiye edilen entelektüel çevrelerdir. Adorno, Horkheimer, Benjamin, Reich gibi mütefekkirler bu entelektüel vasatın baskın isimleridir. Aslında mesele, Marx'ın kendi kariyerinde zaman içinde artan ve neredeyse katıksızlaşan Aydınlanma bağlılığıdır. Marx'ın gençlik eserlerinde bu pek görülmez. 1844 Yazıları tam da buna misâl verilebilir. Kritik olan Marx'ın Proudhon'dan kopması ve kendisi de tam bir Aydınlanma mümini olan Engels ile çalışmalarını yoğunlaştırmasıdır. “Olgun Marx” olarak anılan çalışmalarda Marx artık, Proudhon ile yakın olduğu devirlerinden sıyrılmış Aydınlanmacılığın yörüngesine oturmuş durumdadır. Entelektüel çapını Marx'ın yarısı kadar bile bulmadığım Engels'in AntiDühring'de çöpe attığı romantik sosyalistlerden -bizim Nureddin Topçu onları pek sever- “arındılmış”, “olgun”, Aydınlanmacı, bilimci Marksizm- Sosyalizm denklemi kurulmuştur. Bu ilkelerin Lenin ve daha sonraları Stalin'de zirve yapacak Sovyetler Birliği'nin resmî sosyalizmin pratiklerinde de devâmlılığı olduğu söylenebilir. Gerek I. gerekse II.Umûmî Harp, Aydınlanmacılığın ideallerini boşa çıkaran iki büyük şok olarak yaşanmıştır. Bilim, ilerleme, insanın akıl üzerinden yüceleştirilmesi ideallerinin büyük bir yıkıma sürüklendiği, tam bir sukut-u hayâle, hattâ kâbusa dönüşen ve nihâyet birilerinin çıkıp, neden böyle oldu, nerede hatâ yaptık sorularını ayağa kaldırmasını icâp ettiren bir süreçti bu. Bu süreç sâdece orijinal olarak Aydınlanmacıları değil, onunla iltisaklı tekmil akımların sorusuydu. Buna Marksizm de dâhildi. İşte Frankfurt Okulu'nu da parlatan hâdise bu sorgulamayı derinlemesine yapmalarıydı. Adorno ve Horkheimer'in berâber kaleme aldıkları, Türkçeye de iki cilt olarak tercüme edilen Aydınlanmanın Diyalektiği başlıklı eser, Marksistlerin, başta ustaları olmak üzere Aydınlanma imânındaki teorik bir sakatlığı sorguluyordu. Başka dillere çevrilmesi ve anlaşılması olağanüstü müşkil bir metindir bu. Doğrusu her teşebbüsümde çok sınırlı anlayabildiğim, dört dörtlük anladığımı söyleyemeyeceğim bir kitap bu. Bu iki düşünür Almancanın zengin ve incelikli kelime ve kavram dağarcığını kullanıyorlar. Ancak yan okumalarla meramlarını çözebildiğimi itiraf etmeliyim. Meramları kabaca şu: Kant'ın kendi kabahatimiz olarak târif ettiği, bizi olgunlaşmadan alıkoyduğunu düşündüğü insanlığın mitik-dini hikâyelerini reddeden ve onun yerine özerk olarak işleyen aklı koyan Aydınlanma, diyalektik olarak aklı mitik bir hâle getirmiştir. Kapitalist ilişkileri içinde evrilen akıl, burjuva dilekleri boşa çıkaracak şekilde, kamusallaşacağı yerde araçsallaşmış ve baskı, kıyım ve yıkım doğuran barbarca neticeler doğurmuştur. Mesele Aydınlanmanın başat metinlerinden birisini yazmış olan Kant'ın kavramlarıyla söyleyecek olursak Aydınlanmacı akılcılık Ebedi Barış'a değil, düpedüz barbarlığa evrilmiştir. Yüksek teknoloji ile mücehhez olmuş, son derecede akılcı bir örgütlenmeye sâhip olan, biyoloji biliminin bulgularını ırkçılık üzerinden yorumlayan Nazizm, Aydınlanmanın anti tezi değil, bizâtihi neticesidir. Yâni barbarlık Aydınlanmacı akılcılığın diyalektik fonksiyonudur, bu iki düşünüre göre. Marx, her ne kadar mantığında diyalektiğe yer vermiş olsa da Aydınlanmanın diyalektiğini lâyıkı veçhile kavrayamamıştır.
Çin'i “varoluşsal tehdit” olarak gören Washington, Pekin'in ABD'yi küresel sahnedeki ayrıcalıklı yerinden etmek istediğini de savunuyor. Pekin ise ABD'nin Çin'in ekonomik yükselişini durdurmaya odaklandığını düşünüyor. Dünyanın en büyük iki ekonomisi arasında yaşanan rekabet, “Yeni Soğuk Savaş” olarak tanımlanıyor. “Yeni Soğuk Savaş” nitelemesini kabul etmeyen ABD'nin, “eski Soğuk Savaş”ın oyun kitabını Çin ile “Büyük güç rekabeti”ne uyarlamaya çalıştığıysa gözden kaçmıyor. ABD'nin şimdi “Hint-Pasifik” olarak etiketlediği “Asya-Pasifik”te Çin'i askerî olarak çevrelemeye yönelik ittifak girişimleri, eski Soğuk Savaş döneminde uygulanan “Sovyetler Birliği'ni çevreleme stratejisi”yle benzeştiriliyor. Bir süredir ABD Başkanı Joe Biden ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasında bir iletişim kopukluğu yaşanıyor. İki ülkenin Savunma Bakanlarını da kapsayan kopukluğun en önemli sebeplerinden birisiyse, ABD'nin Tayvan'ı silahlandırma girişimleri. Tayvan, ABD'nin Çin ile Yeni Soğuk Savaşı'nın en kritik bağlantısı ve kaldıraç unsuru haline geldi. ABD Tayvan'ın Çin'in parçası olduğunu resmen kabul ediyor. Çin'in ikinci en büyük ekonomi olmasıyla birlikte ABD'nin Tayvan politikası değişmeye başladı. ABD “Tek Çin” politikasına bağlı olduğunu taahhüt etmesine rağmen, Tayvan'a ilişkin girişimleri Pekin'i rahatsız edecek düzeylere ulaştı. Biden Yönetimi Çin ile “Başkan'dan Başkana” iletişim ve diyalog kurmak için bir süredir girişimlerde bulunuyor. Pekin ise Biden Yönetimi'nin söylemleriyle eylemleri arasındaki bariz çelişkiler sebebiyle bu girişimleri geri çeviriyor. Halihazırda ABD ve Çin arasında giderek derinleşen bir “güvensizlik krizi” yaşanıyor. Krizin kısa sürede çözülmesiyse zor görünüyor. “The Atlantic” dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Jeffrey Goldberg geçtiğimiz Perşembe günü ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Goldberg Blinken'a “Şu anda ABD ve Batı'nın demokratik çıkarları için Rusya mı daha büyük bir tehdit yoksa Çin mi?” sorusunu yöneltiyordu. Soruya verdiği cevapta Blinken, Çin'in askerî, ekonomik ve diplomatik kapasitesinin yanı sıra dünyanın dört bir yanındaki varlığıyla uluslararası sistemi şekillendirmeye çalışmak konusunda Rusya'dan çok daha büyük bir kabiliyete sahip olduğunu vurguluyordu. Blinken'ın cevabı medyada “Çin ABD için en büyük tehdit” olarak yer buldu. Çin'in askerî, ekonomik ve diplomatik olarak dünyada “hakim güç” olmak istediğini öne süren Blinken, “Bu amaca ulaşmak için ne yaptığına bağlı olarak da işler bir yöne, ya da başka bir yöne kayabilir. Ama bence temelde Çin'in, Şi Cinping'in peşinde olduğu şey bu” diyordu. Çin'in liberal olmayan bir dünya düzeni istediğini belirten Blinken, ABD'nin şekillendirmeyi umduğu dünyanın Çin'in tercih edebileceği dünyadan çok farklı göründüğünü söylüyordu. Blinken, ABD'nin Asya-Pasifik'teki müttefik ağını genişletme ve pekiştirme çabalarında başarılı olduğunu savunuyor. Yeni Delhi'deki “G-20 Zirvesi”nden hemen sonra ABD ile Komünist Parti yönetimi altındaki Vietnam arasında “Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması” imzalanmıştı. Blinken'a göre anlaşma pek çok açıdan olağanüstü ve yakın tarihin en sıra dışı hikâyelerinden biriydi. Blinken anlaşmanın kısmen Çin ile ilgili endişelerden kaynaklandığını itiraf ediyordu. Blinken “Stratejik Ortaklık Anlaşması”nın Vietnamlıların ABD ile güçlü ve daha kapsamlı bir ortaklığa sahip olma arzusunu yansıttığını belirterek, “Vietnam'da olağanüstü bir enerji, olağanüstü bir girişimci genç sınıfı, inanılmaz derecede genç bir nüfus görüyorsunuz ve bunlar ABD'ye ilgi duyuyorlar. Bu da tarihin olağanüstü, fevkalade bir değişimi” diyordu. Çin'in Tayvan'la ilgili statükoyu değiştirmek için ortalığı karıştırmaya çalıştığını, ABD'ninse müttefikleriyle birlikte ‘statüko'yu korumak istediğini öne süren Blinken şöyle diyordu:
İlk bölümde Pakrat Estukyan ile Karabağ'da ateşkes sonrası yaşanan gelişmeleri ele alırken, ikinci bölümde yazar ve yayıncı Masis Kürkçügil ile Dağlık Karabağ'ın Sovyetler Birliği dönemindeki konumunu ve dönemin koşullarını tartışmalarını konuşuyoruz. Son bölümde ise Gezi davası avukatlarından Hürrem Sönmez ile Yargıtay'ın Gezi kararını ve bundan sonraki hukuki süreci ele alıyoruz.
İlk bölümde Pakrat Estukyan ile Karabağ'da ateşkes sonrası yaşanan gelişmeleri ele alırken, ikinci bölümde yazar ve yayıncı Masis Kürkçügil ile Dağlık Karabağ'ın Sovyetler Birliği dönemindeki konumunu ve dönemin koşullarını tartışmalarını konuşuyoruz. Son bölümde ise Gezi davası avukatlarından Hürrem Sönmez ile Yargıtay'ın Gezi kararını ve bundan sonraki hukuki süreci ele alıyoruz.
Geri Dönüyoruz'un 49. bölümünde reel sosyalizm deneyiminin Sovyetler ayağını ele alıyoruz. Sovyetler Birliği tarihi nerede başlıyor? Sosyalist hareketin kökleri nereye dayanıyor? Sovyetler dünyaya ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Avrupa'da başarıya ulaşamayan sosyalizm Rusya'da nasıl başarılı oldu? Sovyetler neden yıkıldı? Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu bu bölümde, Sovyet kültürünün dünyaya ve kendi coğrafyasına bıraktığı izleri konuşurken, konuya dair birçok soruya açıklık getiriyor.
Geri Dönüyoruz'un 49. bölümünde reel sosyalizm deneyiminin Sovyetler ayağını ele alıyoruz. Sovyetler Birliği tarihi nerede başlıyor? Sosyalist hareketin kökleri nereye dayanıyor? Sovyetler dünyaya ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Avrupa'da başarıya ulaşamayan sosyalizm Rusya'da nasıl başarılı oldu? Sovyetler neden yıkıldı? Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu bu bölümde, Sovyet kültürünün dünyaya ve kendi coğrafyasına bıraktığı izleri konuşurken, konuya dair birçok soruya açıklık getiriyor.
To enjoy all 120+ episodes, please subscribe on https://anchor.fm/turkish-learners-network/subscribe We publish new episodes weekly! Basit Türkçe ile Haberler / News in Simple Turkish Basit Türkçe ile Haberler'in yeni bölümüne hoş geldiniz. Zafer: Victory Yıl dönümü: Anniversary Geçit Töreni: Parade Ticari: Commercial Kıtalar Arası: Intercontinental Füze: Missile --- Bugün 28 Temmuz 2023 Cuma. Please support us by subscribing to our podcast. Our first-ever and the three most recent episodes are open to everyone. By subscribing, you can access our entire archive on your preferred podcast app. Doing so costs only 3 dollars a month; and gives us the energy we need for this podcast. If you don't want to subscribe just yet, you can still help us by rating or reviewing us on Apple Podcasts. Kuzey Kore Yeni Silahlarını Rusya'ya Tanıttı Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu Kuzey Kore'nin başkenti Pyongyang'ı ziyaret etti. Çünkü Kuzey Kore'de Zafer Günü kutlamaları vardı. Kuzey Kore Zafer Günü'nde, Kore Savaşı'nın ateşkesinin 70. (yetmişinci) yıl dönümü kutlanıyor. Kuzey ile Güney Kore 1953'te ateşkes ilan ettiler. Ancak savaştan sonra bir barış anlaşması imzalanmadı. Bu nedenle iki ülke teknik olarak hâlâ savaşta. Rusya ve Çin uzun süredir Kuzey Kore'nin müttefiki. Çin, 1950'de Kore Savaşı'nda Kuzey Kore'yi desteklemek için asker gönderdi. Sovyetler Birliği de savaşta Kuzey Kore'yi destekledi. Sovyetler Birliği 1991'de çöktükten sonra Rusya ile Kuzey Kore müttefik olarak kaldı. Rusya ile birlikte Çinli yetkililer de bu hafta Pyongyang'da. Kim Jong-un, pandemiden beri ilk kez yabancı misafirler davet etti. Pyongyang en son Şubat 2018'de yabancı ülke delegelerini bir askerî geçit törenine davet etti. Bu nedenle, Kuzey Kore'de Covid-19 yasaklarının azaldığı tahmin ediliyor. Kuzey Kore 2020'nin başından beri tüm ticari ve diplomatik ilişkilerden uzaktaydı. Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ziyaretçilerine Kuzey Kore'nin yeni silahlarını gösterdi. Sergilenen silahlar arasında Hwasong kıtalar arası balistik füze de var. Pyongyang yönetimi bu füzeyi nisan ayında başarıyla test etti. Hwasong, yeni bir füze türü. Çünkü sıvı yakıtla değil, katı yakıtla çalışıyor. Bu şekilde fırlatma için daha çabuk hazır oluyor. Şoygu'nun Kuzey Kore ziyareti Ukrayna savaşıyla ilgili mi bilinmiyor. Pyongyang ve Moskova'ya göre, Kuzey Kore Rusya'ya Ukrayna savaşı için silah satmıyor. Kuzey Koreli haber ajansına göre, Kim Jong-un ve Sergey Şoygu ortak güvenlik endişelerini konuştular. --- Dinlediğiniz için teşekkürler! Lütfen bu bölümü Türkçe öğrenen diğer kişilerle de paylaşın! Yeni bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!
ABD Başkanı Joe Biden Ukrayna'ya “misket bombaları” göndermelerinin gerekçesini cephane stoklarının erimesine dayandırmıştı. Tabii bu erimeler sıcak ekmeklerine daha fazla tereyağı sürmek isteyen “Amerikan Askerî-Endüstriyel Kompleksi” için yeni fırsatlar demek. “Sovyetler Birliği” dağıldıktan sonra Avrupa'da NATO'ya duyulan ihtiyaç ziyadesiyle azalmıştı. Ancak ABD, Avrupa'yı zapturapt altında tutmak için NATO'yu Doğu'ya doğru genişletmeye başladı. Ukrayna'nın işgali ABD'nin elini daha güçlendirdi. İsveç'in katılma süreci tamamlanır ise NATO üyelerinin sayısı 32'ye yükselecek. Beyaz Rusya ve Ukrayna dışında Rusya'nın batısında NATO üyesi olmayan ülke kalmadı. Yani NATO, Rusya'yı “çevrelemiş” durumda. “NATO meselesi”, Amerika'daki ana akım dış politika elitleri dışında kalan aydınlar tarafından da eleştiriliyor. Gazeteci-Yazar Chris Hedges “Salon” dergisinde 8 Temmuz'da yayınlanan “Afganistan hakkında yalan söylediler. Irak hakkında yalan söylediler. Şimdi de Ukrayna hakkında yalan söylüyorlar”
Kırk yıl önce kimsenin aklına böyle bir şey gelmezdi. Bu yıl “NATO Zirvesi”, 1990'ların başına kadar “Sovyetler Birliği” içerisinde yer alan Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta gerçekleşiyor. Zirve”nin gündeminde yine “NATO'nun genişlemesi” ve “Ukrayna-Rusya Savaşı” var. 25 yıldır devam eden genişleme sürecinde son gelişme Finlandiya'nın NATO üyesi olmasıydı. İsveç'in üyeliğiyse Türkiye'nin taleplerinin karşılanmasına bağlı. Ukrayna NATO'ya üyelik için bastırıyor, NATO üyelerinin çoğunluğuysa bunun için ‘doğru zaman'ın gelmediğini düşünüyor. ABD Başkanı Joe Biden savaş devam ettiği müddetçe Ukrayna'nın NATO üyeliğinin mümkün olmadığını defalarca vurguladı. Öte yandan ABD, savaşın olabildiğince uzamasını içeren bir strateji izliyor. ABD'nin Ukrayna'da “vekalet savaşı” verdiğine dikkat çeken yorumcularsa bu stratejiyi “Son Ukrayna askeri ayakta kalana kadar savaşa devam” olarak formüle ediyorlar. Ukrayna'nın gelecekte NATO üyeliğini kolaylaştırmak amacıyla “NATO-Ukrayna Konseyi”nin kurulmasının da Vilnius Zirvesi'nde ele alınması bekleniyor. 2002'de benzer bir mekanizma olarak “NATO-Rusya Konseyi” kurulmuştu. Bu Konsey, “ismi var, cismi yok” kabilinden işlevsiz kaldı. Bazı NATO üyeleriyse, Ukrayna'nın aday ülkeler için öne sürülen koşullardan muaf tutulmasını istiyorlar. Bu üyelere göre Ukrayna'nın üyeliğiyle ilgili süreç hızlandırılmalı. Avrupa güvenlik mimarisi bağlamında NATO, “Sovyetler Birliği”ne karşı kurulmuştu. Sovyetler Birliği ve “Varşova Paktı” ortadan kalktığı halde NATO varlığını sürdürüyor. “NATO” ABD'nin Avrupa politikasının en güçlü aracı. NATO'nun genişlemesi ABD'nin Avrupa'da askerî olarak kalmaya devam etmesiyle ilgili. ABD'nin politikası Rusya'yı Avrupa dışında tutmayı içeriyor. Rusya'nın Avrupa güvenlik mimarisinde yer almaya yönelik girişimleriyse geri püskürtüldü. “Soğuk Savaş”ı sona erdiren Sovyetler Birliği'ydi. ABD ise Rusya'ya savaş kaybetmiş hasım muamelesi yaptı. Avrupa'da Rusya'ya bir yer olmamasıysa Rus politik sisteminin “Putinizm” biçiminde sertleşmesinde rol oynadı. NATO'nun genişlemesi, bugün yaşananların döl yatağıdır. ABD Kiev'e verdiği silahların niteliğiniyse aşama aşama artırıyor. Biden Yönetimi şimdi de Kiev'e “misket bombaları” verecek. Biden'a göre, ABD “155 mm'lik” top mermisi üretimini artırana kadar bu bombalar ‘kalıcı” olmamak kaydıyla gönderilecek. “Süre” konusu muğlak bırakıldı. Pratikte bu yaklaşım “Kiev ihtiyaç duyduğu sürece gönderilecek” anlamına geliyor.
Ağrılarına çare arayan bir İç Savaş Gazisi'nden Eisenhower'a, kola yarışlarından Sovyetler Birliği'ne, Noel Baba'dan şişe tasarımına, önce ABD'ye sonra dünyanın her yerine yayılan meşrubat hakkında konuştuk.
Bildiğimiz adıyla Leon/Lev Troçki 7 Kasım 1879'da Ukrayna'nın Yanovka kentinde Lev Davidovich Bronshteyn adıyla doğdu. 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ne üyelikle başlayan politik yaşamı Çarlık rejimini devirmek için mücadele, sürgünler, 1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra yeni rejimin örgütlenmesine katkı, Kızıl Ordu'nun kuruluşuna ön ayak olmakla şekillenmişti. Lenin'in 1924'te ölümünden sonra tek ülkede sosyalizm anlayışına ve bunun politik sonuçlarına karşı uzlaşmaz bir kavga yürüterek, tüm gücüyle enternasyonalizm ve dünya devrimi bayrağını Lenin'in bıraktığı yerden daha ileri taşıma iddiasıyla Stalinle girdiği politik kavgayı kaybeden Troçki 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyetler Birliği'nden kovuldu ve 50. yaşına sürgünde girdi. Hayatı ise Stalin'in bir ajanı tarafından kafasına aldığı buz baltası darbeleri sonucu, 21 Ağustos 1940'da ülkesinden çok uzaklarda Meksika'da sonlanacaktı.
Bir zamanlar siyasetin ana gündemi olan ideolojik kavgalar artık eskide kalmış addediliyor. Sadece gençler değil toplumun büyük bir kesimi apolitik olmayı doğru bulurken kendisini herhangi bir ideolojiye yakın hissetmiyor. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasıyla birlikte entelektüeller de ideolojiler çağının sona ermiş olabileceğine inanmışlardı. Peki gerçekten de ideolojilerin devri bitti mi? Yoksa ideolojiler artık yeni bir şekil mi kazandı? İbrahim Karaaslan sordu, Abdulvahit Gezer anlattı.
Basit Türkçe ile Haberler / News in Simple Turkish by skypeturkish.com Bugün 6 Nisan 2022 Çarşamba. Basit Türkçe ile Haberler'in yeni bölümüne hoş geldiniz. Ukrayna'nın İşgalindeki Son Gelişmeler -Hindistan, Buça'da sivillerin öldürülmesini kınadı ve konu hakkında bağımsız bir soruşturma talep etti. Bu kınama Hindistan'ın işgal hakkında yaptığı en sert açıklama. -Amerika Birleşik Devletleri Ukrayna'ya yeni bir destek paketi olarak 100 milyon dolar değerinde Javelin füzesi gönderecek. Javelin bir anti-tank silahı. Ukrayna bu silahı Rus tanklarına ve zırhlı araçlarına karşı yaygın bir şekilde kullanıyor. -Çekya, Rus işgali nedeniyle Ukrayna'ya tank gönderen ilk Avrupa Birliği ülkesi oldu. Çek yetkililer, Sovyetler Birliği üretimi T-72 tanklarını Ukrayna'ya gönderdiklerini açıkladı. -Türkiye'nin Ukrayna'daki büyükelçiliği 5 Nisan'da Kiev'e geri döndü. Elçilik, Rus ordusunun Kiev'e yaklaşması nedeniyle 11 Mart'ta Ukrayna'nın Çernivtsi kentine taşınmıştı. -Ukrayna ordusunun açıklamasına göre Rusya, Donetsk ve Luhansk bölgelerinde agresif bir operasyona başladı. Açıklamaya göre Ukrayna'nın doğusunda yoğun bombardıman devam ediyor fakat Rus güçleri ilerleyemiyor. -Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü, Ukrayna'daki savaş nedeniyle 7.1 milyon kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığını açıkladı. Bu sayı, 16 Mart'taki ilk rapora kıyasla yüzde 10'luk bir artış anlamına geliyor. Please remember to share our episodes with other Turkish learners and follow our show on your podcast platform. For the best private Turkish lessons out there that you can take literally anywhere in the world on Skype or Zoom, please visit skypeturkish.com. Türkiye'de Enflasyon Son 20 Yılın Zirvesinde Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), mart ayı enflasyon oranlarını açıkladı. TÜİK'e göre enflasyon yıllık bazda yüzde 61'e yükseldi. Enflasyon bundan önce en yüksek düzeyine Mart 2002'de çıkmıştı. O dönemde enflasyon yüzde 65'ti. Mart ayında fiyatı en çok artan ürünler motorin, benzin ve kömür oldu. Gıda fiyatları içinde en çok artış soğanda oldu. Soğan fiyatları aylık bazda %21 yükseldi. AB, Macaristan'a Yaptırım Uygulamaya Hazırlanıyor Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'e göre, Avrupa Birliği (AB) Macaristan'a yaptırım uygulamaya hazırlanıyor. Von der Leyen'in açıklaması üzerine Macaristan'ın para birimi forint %5 değer kaybetti. AB, Macaristan'ı yolsuzluk ve hukuk devleti kurallarının ihlali konularında suçluyor. İddialara göre Macar hükûmeti, AB fonlarını şüpheli şekilde dağıtıyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün araştırmasına göre Macaristan, AB içinde yolsuzlukların en fazla olduğu ikinci ülke. Avrupa Birliği iddiaların daha iyi soruşturulmasını istiyor. Macaristan'da pazar günkü seçimlerde Viktor Orban yeniden başbakan seçildi. Dinlediğiniz için teşekkürler! Lütfen bu bölümü Türkçe öğrenen diğer kişilerle de paylaşın! Yeni bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!
Rusya'nın Ukrayna işgali dolayısıyla sıklıkla andığımız Soğuk Savaş, 5 Mart 1946'da İngiliz siyasetçi ve devlet adamı Winston Churchill'in ABD, Missouri'deki Fulton kasabasındaki Westminister Koleji'nde yaptığı ve için Demir Perde teriminin geçtiği uzun konuşma ile başlatılır, 1989-1991'de SSCB'nin ve Doğu Bloku'nun dağılmasıyla sonlandırılır. Soğuk Savaş özetle ABD ile Sovyetler Birliği ve onların müttefikleri arasındaki çatışma, gerilim ve rekabet dönemiydi. Bu dönem boyunca, iki süper güç arasındaki mücadele sıcak çatışmayla sonuçlanmadı ama rekabet birden fazla arenada ortaya çıktı: Yüksek maliyetli savunma harcamaları; muazzam bir konvansiyonel ve nükleer silahlanma yarışı, ideolojik, psikolojik ve casusluk savaşları; spor rekabeti, uzay yarışı başta olmak üzere askeri, endüstriyel ve teknolojik gelişmelerde yarış, askeri koalisyonlar ve vekâlet savaşları.... Bunlar arasında en ilginci de radyo savaşları idi...
Yıllardır durmadan yanan bir krater! Söylentiye göre Sovyetler Birliği zamanında açılmış olan bir kuyunun çökmesi ile meydana gelmiş ancak günümüze kadar yanmayı sürdürüp artık bir turistik ilgi odağı haline de gelen Darvaza Gaz Kraterini anlatmak için bu bölüm sizleri Türkmenistan'a götürüyoruz!HKBUPODCAST.COMSupport the show (https://www.patreon.com/hkbupodcast)
Bakış'ta bu hafta TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a soruları soL TV Genel Yayın Yönetmeni Gökhan Kazbek soruyor. TKP Olağanüstü Konferansı'nda ne oldu? HDP'nin toplantı çağrısını TKP nasıl değerlendirdi? Diğer sol partilerle ilgili TKP ne düşünüyor? Sovyetler Birliği ve Stalin konusu TKP için bir tabu mu?