POPULARITY
Tam iki yıl önce… 17 Nisan 2023 akşamı, Nahda Hareketi lideri Râşid Gannûşî'nin Tunus'un başkenti Tûnis'teki evi yüzlerce polis ve özel tim askeri tarafından kuşatılmıştı. Ramazanın yirmi yedinci gecesine -dolayısıyla Müslümanların geneli tarafından kabul gördüğü üzere “Kadir Gecesi”ne- tesadüf eden o akşam, Gannûşî ailesi iftar sofrasındaydı.
Eğitim sistemi zihnimizden düşman tanımını silmiştir. İnsanların içinde mutlaka insan olmak hasebi ile iyi-kötü ayrımı yapacağı zaman bir düşman tanımı olacaktır. Bizim ise düşman tanımımız komşumuza sirayet etmiştir. Hem de çok ilginç bir durum mevcuttur. Suriye'de bir devlet... Tarihte Suriye'de bir devlet mi vardır? Irak devleti... Tarihte Irak diye bir devlet mi vardır? Ürdün, Cezayir, Tunus... Tarihte böyle devletler mevcut mudur? Bunlar bizim insanımızdır. Bizim topraklarımızdır burası. Sonra bölmek parçalamak için Irak demişler. Ne demek Irak? Suriye demişler, Suriye diye bir halk mı vardır tarihte? Araplar Müslüman millettir ve burası senin topraklarındır. Eğitim sistemimiz de maşallâh (!), baştan sona kadar düşmanları denize döküyoruz ama düşmanın kim olduğu meçhul bırakılmış. Fransızlarla savaşıyoruz ama Arap'a düşmanız. İngilizlerle çarpışıyoruz ama Arap'a düşmanız. Amerikalılarla Avrupalılarla çarpışıyoruz ama Arap'a düşmanız. Bizim topraklarımızı kaybettiren Arap mı? Hataları var mı? Var tabii. Bizim hatamız yok mu? Var. Müslüman millet hata yapabilir fakat bir düşman belleyeceğiniz zaman tarihinize, dininize, kültürünüze, vatanınıza düşman olana düşman olursunuz. İngilizler esir aldığı onbeş bin askerimizi krizol havuzuna sokup kör etmediler mi? Bizim tarihimizde bu böyle başkalarına karşı düşmanlık hissi taşıyan genç arkadaşlar neden İngiliz'in bu hadisesini söylemezler? Anadolu'daki bir insan hangi ırka mensup olursa olsun eğer kafasında düşman deyince derhal İngiliz uyanmıyorsa bu insanın bizimle bir alakası yoktur. Bu insan yönlendirilmiş, bu insan şartlandırılmış insandır. Tarihe bakılır ona göre düşman tanımlanır. Çanakkale'de savaştığımız nasıl da düşman kategorisinde bulunmaz? Onlar değil de orada bizimle omuz omuza birlikte çarpışan düşman (!). Bu nasıl bir anlayıştır?(Doç.Dr.Ahmet Kavlak)
2010 yılının sonunda Tunus'ta başlayıp kısa süre içinde mücavir bölgelerde etkisini hissettiren toplumsal hareketlerin temel motivasyonu, uzun süredir devam eden tek adam rejimlerini devirmekti. Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali ve Mısır'da Hüsnü Mübarek gibi, on yıllardır iktidarı gasp eden ve meşruiyetleri sorunlu olan aktörlerin devre dışı bırakılması, bir bahar havası yaratmış ve direniş devrimlerle sonuçlanmıştır. Benzer bir durumun yaşanması beklenen Suriye'de ise İran ve Rusya gibi aktörlerin müdahalesi, süreci rejim lehine şekillendirmiş ve toplumsal talepler göz ardı edilerek tedhiş dönemine girilmiştir.
Taha Abdurrahman (d. 1944, Fas / Cedide), İslam Düşünce Enstitüsü'nün davetiyle bir konferans vermek üzere İstanbul'a geldi ve nasipse bugün saat 18:00'de TDV İslam Araştırmaları Merkezi'nde (İSAM) dinleyicilerine hitap edecek. İslam Düşünce Enstitüsü'nün kurucusu Mehmet Görmez Hocamızın, Taha Abdurrahman'ın eserlerinin Türkçe çevrilmesi konusundaki yoğun arzusunun, Cevat Özkaya Ağabeyimizin yönetimindeki Pınar Yayınları'nda karşılık bulmasından hareketle, şimdi müellifin mezkur enstitünün daveti ve ev sahipliğiyle İstanbul'a teşrifini o arzu ve karşılığın taçlanması olarak yorumlayabiliriz. Pınar Yayınları, son dört yılda Taha Abdurrahman'ın şu dokuz kitabını yayımladı: Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında; Dini Amel ve Aklın Yenilenmesi; Ahlak Sorunsalı -Batı Modernitesinin Ahlaki Eleştirisine Bir Katkı; Amel Sorunsalı -Bilim ve Düşüncenin Pratik Temelleri Üzerine Bir Araştırma; Dinin Ruhu – Selülarizmin Sığlığından İlahi Sözleşme ve Emanet Paradigmasının Enginliğine; Modernlik Ruhu -İslami Bir Modernlik İnşasına Giriş; Dilsiz Olmaz – Dil ve Mantık Üzerine Bir söyleşi; Seküler Ahlakın Sefaleti – İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi; Hakikat Arayışı – Geleceği İnşa Ufkunda Konuşmalar. Bunlara ilaveten, Wael B. Hallaq imzalı, Modernitenin Reformu – Abdurrahman Taha'nın Felsefesinde Ahlak ve Yeni İnsan adlı kitabı da (Ketebe 2020) zikretmemiz yerinde olacaktır. Zira bu kitap Taha Abdurrahman'ın tefekkürünü topluca ele alma tahtında -yer yer ciddi eleştirileri de ihtiva etmekle- bize göre Hazretin külliyatına dahildir. Taha Abdurrahman'ın -inşallah- bugün vereceği konferansa Özgün Bir İslam Felsefesi Nasıl İnşa Edilir? başlığı uygun görülmüş. Muhtevasına ancak dinlememiz nasip edildiğinde vakıf olabileceğimiz bu başlığın özgünlük, İslam Felsefesi ve inşa terimlerinin ilk kullanılışlarından beri kendileriyle birlikte var olagelen ve çoğu hâlen çözülemeyen problemleri açık etmesi bakımında da önemli olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda Gazzâlî'nin (rahimehullâh) Tehâfütü'l-Felâsife'sine en ciddi itirazlardan birinin Batı'dan İbn Rüşd'ün Tehafütüt-Tehafüt'üyle gelişindeki ironiye işaret ederek, Taha Abdurrahman'ın Batıcılığın değilse de Batının ürettiği refah ve özgürlüğün bir kültürel hat halinde getirildiği Fas'ta Batı felsefesiyle hesaplaşmayı Gazzâlî'nin hareket merkezi olarak seçtiği felsefeden ahlâka taşıması (ki, ilginç bir tevafukla Bü'sü'd- Dehrâniyye: en-Nakdu'l-İ'timani li Fasli'l-Ahlâk ‘ani'd-Din adlı kitabının Türkçe basımına Seküler Ahlakın Sefaleti – İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi adının verilmesine de dikkat çekelim) yukarıda zikrettiğimiz önemi pekiştirmektedir. Öte yandan, mümkündür ki Gazzâlî ile Taha Abdurrahman tefekkürü arasında yaptığımız bu kısmi ayrıma, Gazzâlî'nin her şeyden önce bir ahlâk alimi olması bakımından itiraz edilebilirse de bizim burada Fas, Tunus, Cezayir ve Endülüs Müslümanları arasında modern zamanlarda tartışılmaya başlanan “Batıcı olmadan Batı ile olmak” meselesinde, Taha Abdurrahman'ın görüş beyan eden en ciddi ve en tutarlı isimlerden biri olması da zikrettiğimiz özel öneme dahildir. Zira, Taha Abdurrahman babasının klasik eğitimi sürdüren bir medresede müderris olması hasebiyle ilk eğitiminde ona tabi olmuş, bu sayede Mağrip'te tevarüs edilegelen dinî kültürle yetişmiştir. Orta eğitimini Dâr-ı Beydâ' kentinde yapmış, ardından Rabat'taki V. Muhammed Üniversitesinde felsefe bölümünü kazanarak mantık ilmiyle uğraşmış ve mezun olmuştur (1970). Sonra akademik eğitimini tamamlamak üzere Fransa Oxford ve Sorbonne üniversitelerine gitmiş, 1972 yılında Sorbonne Üniversitesinde Dil Felsefesi alanında Ontoloji Sorunsalının Dilsel Yapısı başlıklı teziyle doktorasını tamamlamış, 1985'te aynı üniversitenin Edebiyat ve İnsanî Bilimler kısmında Doğal ve Argümantatif İstidlalin Mantığı isimli teziyle ikinci doktorasını yapmıştır.
Bu hafta, Türkiye ile Suriye arasında gelişen diyalog sürecine bakınca, insan ister istemez geriye dönük 15 yıla bir göz atmak istiyor. Arap Baharı, fırtına gibi önüne gelen devletleri yıkıp geçmiş, Tunus demokrasiye geçiş yapmış, Mısır çok partili hayata adım atmış, Libya ise Kaddafi'nin devrilmesiyle sarsılmıştı. Mısır ve Tunus'un demokrasi arayışları destansı bir dille dünya medyasında yer bulurken, Kaddafi'nin taşlanarak öldürülmesi ise insanların içini sızlattı. Kaddafi, halkına iyi davranmış ve istikrarlı bir şekilde Libya'yı güçlü bir devlet olarak yönetmişti; Libya sadece Afrika'nın petrol kaynağı değil, zengin ve güçlü bir ülkeydi. Arap Baharı'nın rüzgârıyla herkes etkilenmişti ancak merak edilen bir konu vardı: 200 yıldır bu bölgelerde etkili olan Batılı devletler ne zaman oyunlarını ortaya koyacaklar ve sular nasıl bulanıklaşacak? Bu insanlar, yıllardır sömürülmeye devam ediyorlar; Batı'nın çıkar ve menfaatleri için demokrasi adına vazgeçeceğini kim düşünebilir ki? Sömürgeciler adım adım işgalci ve sömürücü geçmişlerini hatırlatan adımlar atmaya başladılar. Ancak planlarını yaparken endişelendikleri bir mesele vardı: Türkiye. Türkiye, Erdoğan önderliğinde vesayete karşı kazanılan bir mücadele sonrasında zengin ve güçlü bir ülke olarak altyapısını tamamladı. Türkiye, milli politikaları ile Batı çıkarlarına meydan okuyan bir duruş sergilemeye başladı. Arap Baharı'nın hedeflerinden biri olarak Türkiye'nin yıkılması gerektiği, Suriye iç savaşı sırasında anlaşıldı. Bugün Türkiye'nin küresel vizyonu ve dış politika yetkinliği, 2010'lardaki sorunlarla karşılaşsa sonuçların farklı olacağını gösteriyor. Son on yılda Türkiye, olağanüstü bir birikim oluşturdu. Dünya meselelerini en iyi okuyan liderden bahsediyorsak, o da Erdoğan'dır. Bu gerçeği dünya devletleri de fark etti; sadece Ukrayna-Rusya savaşındaki Türkiye'nin tutumu, Türkiye'nin küresel meselelerdeki konumunu açıkça gösteriyor. Türkiye, neden istikrar oluşturan bir güç haline geldi? İngiltere için, ayak bastığı yerde düzen kurma kültürü vardır. ABD içinse yıkıcılık ve kaos üretmek dışında belirgin bir maharet gözlenmez. ABD'nin Afganistan, Irak ve Yemen'deki yıkıcı etkilerine bakıldığında bu açıkça görülebilir. Libya ikiye bölünmüş ve iç savaş halindeyken, BM'nin tanıdığı meşru hükümete rağmen Mısır, BAE, Yunanistan, Rusya, ABD ve İsrail gibi ülkelerin dengeleri belirlediği dikkat çekiyordu. Türkiye, meşru hükümetin yanında duran tek ülke olarak öne çıktı; bugün Libya'da yüzde yüz bir istikrar oluşmamış olsa da Türkiye'nin etkisiyle dengeli bir durum sağlanmış, iç savaş önlendi. Tarihsel bir misyon olan Türkiye'nin imparatorluk geçmişi, devlet tecrübesi ve liderlik misyonu ile istikrar oluşturan bir güce dönüşmesi açıktır.
Taşkent'te, Özbekistan'da 1990'ların başından itibaren yaşayan ve ticaret yapan bir dostumuzla sohbet ediyorduk. Eskiyle yeniyi kıyaslamasını istedim. Sovyetler Birliği şemsiyesi altından yeni çıkmış ve o dönemin kodlarına göre programlanmış bir ülkeyle, bugünün daha modern ve özgür Özbekistan'ını karşılaştırdığında, şu tespitleri yaptı: “Eskiden hürriyet yoktu, doğru. İnsanlar büyük bir baskı altındaydı. Cemaatle namaz kılmak bile problem oluşturuyordu. Ama ekonomik istikrar ve güven vardı. Devlet, gümrükleri ve piyasayı sıkı bir şekilde denetlediği için, bütçe fazla açık vermiyor, enflasyon görülmüyordu. Güvenlik noktasında da, rejimin sınırlarını biliyorduk, neye dikkat etmemiz gerektiği belliydi. Kırmızı çizgileri aşmadığımızda, sakin bir şekilde yaşayıp gideceğimizin garantisi vardı. Şu anda ise, evet, özgürlük geldi. Baskılar kaldırılıyor. Ekonomik ve sosyal alanda liberal diyebileceğimiz reformlar hayata geçiriliyor. Ancak bütün bunların bedeli olarak istikrar sarsılıyor, dünyaya açıldıkça dünyanın bir sürü problemi de gürül gürül içeri akıyor. Ekonomik belirsizlik insanların ahlâkını bozar ve ülkeleri güvensiz hale getirir. Bunun bazı olumsuz neticelerini şimdiden yaşamaya başladık bile…” Aynı konuyu, birkaç ay evvel, Tunus'ta yaşlı bir zata açmıştım. “Siz hem Habib Burgiba dönemini hem de Zeynelâbidin bin Ali dönemini gördünüz. 2011'den sonra yaşananları da dikkate aldığınızda, eski günler hakkında ne söylersiniz?” diye sormuştum. Cevabı oldukça benzerdi: “Eskiye dair özlediğim iki şey var: Ekonomik açıdan belirsizlik ve sürpriz yoktu. Kazandığımız belliydi, harcadığımız belliydi, devlet piyasayı sıkı biçimde kontrol altında tuttuğu için, vatandaşlar olarak bizler önümüzü görebiliyorduk. Sistemin tek bir hâkimi olduğundan, spekülasyonlar ve ani iniş-çıkışlar yoktu. İşsizlik böyle yaygın değildi, herkes kendi küçük hayatında bir şeylerle meşguldü. Özlediğim ikinci şey de, emniyet ve güvenlik. Devletin varlığını her yerde hissediyor ve görüyorduk. Rejimin çizdiği sınırlara riayet ettikçe, başınıza herhangi bir olumsuzluk gelmezdi. Bugün söylendiği anlamda özgürlük yoktu, fakat hırsızlık, gasp, yankesicilik vs. de görülmezdi. Devletin yumruğu tam karşımızda durduğu için, herkes korkar ve çekinirdi. Şimdi tam bir kaos ve başıboşluk var…” Birbirinden binlerce kilometre uzakta, tamamen farklı serüvenler yaşamış iki farklı coğrafyadaki iki ayrı ülkede, maziyle bugünün kıyasının bu kadar benzeşmesi epey dikkat çekici. Demek ki, toplumlara hâkim olan sosyolojik kaideler, zamanlar ve zeminler üstü benzerlikler taşıyor.
En baştan söyleyelim açık açık: Tarih boyunca, İran hep Müslümanlarla savaştı: 12., 13., yüzyıllarda doğudan Moğol sürüleri, batıdan Haçlı sürüleri, İslâm âlemini kasıp kavurarak kan gölüne çevirince, biz ölüm kalım savaşı verirken İranlılar küffarla değil bizimle savaştılar! Salahaddin Eyyûbî ilk iş olarak, El-Ezher'i Sünnîleştirdi, sonra da ta Tunus'a kadar Şia'yı kovaladı! İnanılır gibi değil ama ürpertici gerçek bu! Şimdi de öyle ama bir farkla: Şimdi açıkça küffarla savaştıklarını söylüyorlar ama Müslüman kanı akıtıyorlar Suriye'de, Irak'ta, Yemen'de ve bütün Arabistan Yarımadası'nda! Daha vahim, daha ikiyüzlü bir durum var şimdi! İRAN BATI'NIN DÜŞMANI İSE, NEDEN YERLEŞTİRİLDİ ARABİSTAN YARIMADASI'NA? İran'da sözümona İslâm devrimi oldu, İran bir anda, yarım asırdan da kısa bir süre içinde bütün Arabistan Yarımadası'na yerleşti. Stratejik olarak değil, fiilen, işgal ederek… Güya İran, Batılıların “haydut devlet” dedikleri, sürekli ötekileştirdikleri bir devlet. Türkiye ise Batı ittifakının resmen üyesi, belli başlı küresel Batılı kurumların yükümlülüklerine en sadık üyesi üstelik de. Hâl böyle olmasına rağmen Türkiye Amerika'nın ve Rusya'nın işgal ettikleri ve yerleştikleri Türkiye'nin güneyindeki Irak ve Suriye'ye yerleştirilen ve açıkça Türkiye'yi tehdit eden, belki de esas itibariyle Türkiye'yi vurmak için icat edilen başta PKK ve uzantıları olan terör örgütlerine askerî operasyon yaparken işgalci emperyalist ülkelerden izinsiz bir adım atamazken, Batı ittifakının “haydut devlet” olarak ilan ettiği, bütün dünyaya da Batılıların en büyük düşmanlarından biri olarak lanse ettiği İran, bölgede istediği ülkeyi işgal ediyor, istediği lideri deviriyor, istediği yere, kanlı askerî operasyon çekiyor, inanılmaz katliamlar yapıyor ama İran'ı “düşman” belleyen küresel sistemin emperyalist lordlarının sesi bile çıkmıyor! İran'ın ABD emperyalist olduğu için ABD düşmanı olduğu iddiası tam bir şehir efsanesidir, ayartıcı bir yalandır. İran'ın ABD düşmanlığı, ABD'nin husûmetini üzerine çekerek kendini mazlum konumuna düşürmeyi amaçlayan şeytânî bir stratejiden başka bir şey değildir. İran, ABD düşmanı filan değildir. ABD de İran düşmanı olmamıştır hiçbir zaman. Aksine. ABD, İran'ı hedef göstermiş ve İran'ı mazlum konumuna yükseltmiş, mazlumların hâmisi (!) yapmıştır. Eğer ABD, İran düşmanı olmuş olsaydı, bütün Arabistan Yarımadası'na adım adım yerleştirir miydi İran'ı? Bakın İran bütün Arabistan Yarımadası'nı işgal etti, ABD'nin gözünün içine baka baka hem de! İran, Irak'a yerleşti, Suriye'ye yerleşti,
2010 Aralık ayında Tunus'ta başlayan ve kısa sürede bütün bölgeye yansıyan demokratikleşme talepleri, ilgili coğrafyanın bütününde aynı sonuçları ortaya çıkartmadı. Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali ve Mısır'da Hüsnü Mübarek gibi isimlerin uzun süreli otoriter yönetimleri, geniş katılımlı toplumsal hareketlerin ardından yerini demokrasi şenliğine bırakmış ve haysiyet mücadelesi veren kitlelerin talepleri gerçekleşmiştir. Fakat aynı sonuç Suriye için söz konusu olmamış, rejimin katı ve dışlayıcı pratiklerinin yanı sıra Rusya ve İran gibi bölgesel aktörlerin de müdahalesiyle uzun sürecek bir iç savaş ortamı söz konusu olmuştur. İç savaştan kaynaklı çatışmaların yanı sıra her iki ülke ve ABD'nin de sürece dahil olması, istikrarsızlığın artmasına neden olmuş ve devlet dışı aktörler de varlıklarını tahkim etmiştir. DAEŞ ve PKK'nın türevi YPG'nin varlığı kısa süre içerisinde Türkiye açısından da bir tehdit üretmiş ve Türkiye hem sınır güvenliği hem de ülke içerisinde ciddi güvenlik risklerine maruz kalmıştır. Tam bu ortamda, DAEŞ'in Aynel Arab bölgesine genişlettiği çatışmayı gerekçe gösteren PKK, 6-8 Ekim tarihlerini kapsayan bir çağrı yapmış ve terör örgütü sempatizanları ile militanlarını sokağa dökerek Türkiye'nin güvenliğini hedef almıştır. Sokakları terörize ederek istedikleri sonuca ulaşmaya çalışan PKK'ya ek olarak söz konusu sürece destek veren HDP'li siyasetçiler, bölgedeki terörün yayılmasında etkili olmuş ve uzun süre unutulamayacak sosyal ve politik travmaların yaşanmasına neden olmuşlardır. 6-8 Ekim'in Bilançosu 6-8 Ekim'in hemen öncesinde PKK'nın çağrısı ile terörize edilen sokaklar, sadece siyasal alanda değil sosyolojik boyutlarıyla da önemli dramlara sahne oldu. Yasin Börü ve arkadaşları üzerinden hafızalara kazınan bu süreç, demokratikleşme paketleri ile sosyo- politik sorunları çözmeye yönelik adımları da silikleştirmiş ve siyasetin alanını daraltan sonuçlar üretmiştir. Benzer bir eğilimi 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında da sürdüren HDP'li siyasetçiler, terör örgütü ile aralarına mesafe koyma tercihini paranteze almış ve Suriye'deki kantonlaşma sürecini Türkiye'ye taşımak istemişlerdir. Yüzlerce polis ve askerin şehadetine neden olan bu sürecin uzunca bir süredir inşa edilmeye çalışılan mutabakat zeminini de ortadan kaldırdığı bir gerçek.
Rabbimizin nasip ettiği son Tunus seyahatimde, refikim Albayrak Medya Satış-Pazarlama Genel Müdürü Abdullah Hanönü ile yolumuzun önce Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı'nın (TİKA) Tunus Koordinatörlüğüne uğraması, sefer maksadımızın sanat/mimari esaslı olması bakımından adeta kaçınılmazdı. TİKA Tunus Koordinatörü Ali Fuat Cebeci ve kıymetli ekibine sanat keşfimize mahsus refakatleri ve yönlendirmeleri nedeniyle teşekkür ediyorum. Zikretmeden geçemeyeceğim bir isim daha var: Yunus İçten. Yunus, yurt dışında faaliyet gösteren vakıflarımızdan birinin Tunus şubesini hatırı sayılır bir süre yönettikten sonra, başka bir ülkeye tayin edilmesi üzerine, görevinden istifa ederek Tunus'ta kalma kararı almış ve şehrin modern bölgesinde nezih ve yemekleri son derece leziz bir lokanta açmış. Yunus, esnaflığının ötesinde, gençliğine rağmen Müslüman coğrafya hakkında zengin bir bilgiye sahip. Bu isimleri neden öne çıkardığım, Tunus'ta Osmanlı'ya mahsus mimari eser sayısının 190 adet olduğunu, Tunus Tarihinin ise M.Ö. XII. yüzyılda Fenikelilerle başlatıldığını hatırlattığımda daha iyi anlaşılacaktır. Yine de mimari konusunun, küçücük bir grubun dar ilgisini aşmayacağı malumdur. Sanat esaslı da olsa bizim Müslümanların coğrafyasını salt bu maksatla adımlamayacağımız da… Çünkü medeniyetin temeli “adalet tanımlı siyasettir” ki, bu siyasete dahil olan sanat da onda az ama çok etkili bir yeri işgal eder. Bu sebeple seyahatim öncesinde ve Tunus'ta zihnimde hep Tunuslu Hayreddin Paşa (ö. 1822?-1890) adını taşıyor olmam normaldi. Tunuslu Hayreddin Paşa, Osmanlı ve Tunus başta olmak üzere yıkılış devrinin eşiğinde mülkün ve halkların muhafazasıyla selametleri konusunda zihin yoran “Islahatçı ve reformcu ana akımın” ilk ismidir. Burada “ana akım” ayrımına başvurmamın nedeni çoğu eşzamanlı olarak Kafkasya, Türkistan, Horasan, Hindistan ve Mısır'daki benzer akımlardan kendi “milli arayışımızı” ayırmak içindir. Hayreddin Karaman Hocamın, “İslami Hareket Öncüleri” (İz Yayınları) adlı değerli çalışmasını Hayreddin Paşa ile başlatmasını zikrettiğim bağlamda hep önemli bir işaret olarak görmüşümdür. Hür bir Çerkes olarak doğup, köle olarak başlayan hayatını Tunus'un ve Osmanlı'nın ikinci adamı olarak tamamlayan Paşa'yı “İslamcı” olarak niteleyen Karaman Hocam onu şu kitaplardan hareketle anlatmışlardır: - Akvemü'l-Mesâlik fî Marifeti Ahvâlü'l-Memâlik (Paşa'nın kendi yazdığı eser; Ülkelerin Durumunu Öğrenmek İçin En Doğru Yol adıyla son basımı: Trc.: Kerim Suphi Muhammed, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2017), - Jean Pignon – Muhammed Salah Mzali, Tunuslu Hayreddin Paşa'nın Hatıraları, trc.: Belma Aksun, Nehir Yayınları, İstanbul 1997, - Atilla Çetin, Tunuslu Hayreddin Paşa, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988, -Samîr Ebû Hamdân, Hayruddin et-Tûnisi, Beyrut 1993, -Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2013. Paşa, Akvemü'l-Mesâlik…'inin Mukaddime'sinde ilgili tartışmaları günümüzde de yoğun olarak devam eden ıslahat / reform konusunu eserinin sebebi telifi planında şu iki hususta toplamıştır:
“Batılılar bir bahçeye girdiklerinde oradaki bitkileri sayarlar. Doğulularsa o bahçedeki bitkilerin kokusuyla mest olmayı seçerler” şeklindeki meşhur söyleyiş, Batılıları zevkten, Doğuluları (Müslümanları) ölçüden ve ahenkten “yoksun” sayması nedeniyle problemlidir. Zira, inancı ne olursa olsun insanlığının farkında olan her fert bilgi ve tecrübe düzeyine göre zevk ile ölçü ve ahengin berzahında durur. Kültürel nedenlerle mezkur iki durumdan birine daha fazla bir eğilim söz konusu olsa da, neticede her iki dünyadaki medeni şahikalar zevk ile ölçü ve ahengin birliğini, evrenselliğini ele veririler. Buradaki “eğilim” farkına, Heinrich Wölfflin'in Mimarlık Psikolojisine Öndeyişler'indeki “Mimarlık psikolojisinin görevi, inşa etme sanatının kendi araçlarıyla uyandırabildiği ruhsal etkileri betimlemek ve açıklamaktır.” şeklindeki tanımından baktığımızda, Batı'da aracın (materyalin), Doğu'da ise zamanı ve mekanı da bir ruhsallığın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre konu tam da Wölfflin'in mimari esasında “dışavurumların aktarılmasına” mahsus oluşturduğu “Her ruh halinin, ona düzenli olarak eşlik eden belirli bir dışavurumu vardır; çünkü dışavurum dediğimiz, içeride olup bitenleri göstermek üzere dışarıya asılan bir tür bayrak değildir; yokluğu fark yaratmayan bir şey de değildir. Dışavurum, daha çok zihinde yaşanan olayın bedende kendini göstermesidir. Dışavurum sadece yüzümüzdeki kasların kasılmasından ya da ekstremitelerimizin hareketlerinden ibaret değildir. Dışavurum bedensel organizmanın bütününü kapsar.” şeklindeki ilk önermede somut bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zira Wölfflin, burada araçla ruhsallığı dışavurumda birleştirerek aşmaya çalışırken, zihniyeti gereğince önermesini “bedensel organizma” terkibine hapsettiği için bunu başaramamıştır. Bizim el-Makdisî (ö. 1000 civarı), el-Bîrûnî (ö. 1061?), et-Tancî (ö. 1368-69), Cafer Efendi (ö. ?) ve kendi günümüzden Turgut Cansever vd. büyüklerimizden mülhem olan “bakış terbiyemiz” ise, yukarıdaki berzah zikrimize bağlı olarak, araçla ruhu birleştiren bir bakıştır. Bunu derken Doğu-Batı sentezi gibi meymenetsiz bir terkipten değil, geometri kabiliyetini, Batı dillerinde bulunmayan kalp, gönül, vefa, hatıra… görmelerinden hareket ediyoruz. Mouayed Mnari'nin “Kayrevan Şehrinin Osmanlılaştırılması ve Tarihi Eserleri” adlı çalışmasında (doktor tezi, 2018), Tunus'un Dayılık Devri'nde dayıların Kayrevan'a girerlerken atlarından indip, ayakkabılarını çıkartarak yürüdüklerine dair naklettiği bilgi bile tek başına bizim bakışımızdaki farkı ifade etmeye yeterli gelir. Ziar bu tutum Wölfflin'in “bedensel organizma” terkibine sığması asla mümkün olmayan bir bakış ya da yine onun kullandığı kelimeyle başka zihniyetlerde benzeri olmayan bir dışavurum tarzıdır. Yukarıdan beri zikrettiklerimize bağlı olarak Ukbe b. Nafi camiine, halk arasındaki adıyla Sîdî Ukbe'ye ya da Cuma camii anlamında Ulucami'ye eriştirildiğimizde ziyaretimizin ilk muhatabının da Peygamberimiz Aleyhisselam'ın cihat cehdiye maruf sahabelerinden Hz. Ukbe b. Nafi'nin (ra) olması normaldir. Üstelik kabri burada da değildir Ukbe'nin. Bugünkü adıyla Biskra yakınındaki Tehûde'de şehit düşmüş, bugün kendi adını taşıyan Sîdî Ukbe kasabasına (Cezayir) defnedilmiştir. “Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler' demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” ilahi hükmünce (Bakara 2/154) bizim Ukbe'yi kendi elleriyle kurduğu Kayrevan'ın ve hassaten bu mescidin mukimi olarak bilmemiz de yine çok doğaldır. Onun ailesi üzerinden Peygamber Aleyhisselam'ın kızı Hz. Zeyneb'in üzüntüsüne ve dolayısıyla özellikle yeni Müslüman olmuş kölelerin maruz kaldıkları zulümlere, üzüntülere tıpkı tavaftaki gibi zamanı geriye katlayarak uyanışımız da…
Önceki yazımızda Hz. Ukbe b. Nafi'nin (ra), Tanca'yı da fethederek, serin dalgalarıyla atının ayaklarını ıslatan Atlas Okyanusu'na doğru “Rabbim, şayet önümdeki şu deniz olmasaydı ben bu ülkede senin yolunda cihat etmek üzere devam edip gidecektim” şeklindeki nidasını onun cihat konusundaki cehdine örnek olarak vermiştik. Cihat, İslam'ın en muhteşem eylem biçimlerinden biridir. Çünkü hayatın her cephesini kapsar. Nefis terbiyesini “büyük”, silahla yapılan savaşı “küçük” cihat sayan İslam anlayışının mensupları, ezanı yeryüzüne yaymayı cihat olarak değerlendirdikleri gibi, insanın hayatını kolaylaştırıp güzelleştirmek için yeryüzünün imar etmeyi, hem kendine kem de başkalarına hayır ve iyilikte bulunmak üzere ferdî niyet ve eylemlerini terbiye etmeyi… “de” cihat olarak değerlendirirler. Yine o yazımızda Ukbe'nin Ifrikiyye'de Kayrevan adıyla bir şehir kurup, orada bir cami inşa edişinden de söz ederek, görmemizin Rabbimizce nasip edilmesi halinde Kayrevan'ı kaydi ve ayne'l-yakîn bilgilerle ayrıca anlatmayı vaat etmiştik. Rabbimize şükürler olsun o nasip tahakkuk etti ve şimdi sıra vaadimizi yerine getirmeye geldi. Kayrevan hakkındaki kaydi bilginin, kuşatılmasının zorluğunu da değil imkansızlığını peşinen ifade etmeliyiz. Bunun iki nedeni var. Birincisi Ifrikıyye / Tunus tarihinin aynı zamanda bir Akdeniz, Doğu ve Batı Roma, İslam fetihleri ve devletleri, Osmanlı ve Batı sömürgesi tarihi olmasındandır. Bu nedenle Kayrevan hakkında bizim dünyamızdan Belâzürî'ye (ö. 892-93), el-Makdisî'ye (ö. 1233), Ebü'l-Fidâ'ya (ö. 1331) baş vurulması ne kadar gerekliyse Batı dünyasından Braudel'e (ö. 1985) başvurulması da bir o kadar gereklidir. Bir de İslam sanat ve mimarisiyle ilgili boyutu var Kayrevan'ın. Bu konuda çalışanların en meşhurlarından ikisi, Georges Marçais (ö. 1962) ile Creswell'dir (ö. 1974). En iyisi biz bu bağlamda okurlarımızın kolayca erişebilecekleri Osmanlı Devrinde Tunus (Mehmet Maksudoğlu, İnkılab Yay.); Osmanlı Akdenizi (İdris Bostan, Küre Yay.) ve Tunus'ta Osmanlı Mimari Eserleri (Kadir Pektaş, TTK Yay.) adlı kitapları zikredip, el- Makdisî'den bir nakille sürdürelim sözümüzü. Makdisi, Ahsenü't-Tekâsîm'inde 970'li yılların Kayrevan'ı hakkında şu bilgileri vermiştir: “Kayravan bu iklimin (Mağrib ikliminin) merkezidir. Güzel, büyük, ekmekleri ve eti tatlı, zıtlıkları barındıran bir şehirdir. Meyveleri, ovası, dağı, denizi, nimetleri çok, ilmi olan, ucuz bir yerdir. Eti çok tatlı olup beş menni 1 dirhem, incirin beş menni 10 dirhemdir. Üzümünü, hurmasını, kuru üzümünü sorma! Burası iki Mağrib'in limanı, iki denizin ticaret yeridir. Buranın şehrinden daha kalabalık, daha rahatını göremezsin. Çok ülfet sahibi, gürültücü olmalarına rağmen Hanefi, Maliki mezhebinden başka bir mezhep yoktur. Asla tarafgirlik yapmazlar. Onlar Allah'ın nurudurlar, Kendi işleriyle uğraşırlar, kalpleri temizdir. Burası Mağrib'in medar-i iftiharı, sultanın merkezi, ana rükunlardan biridir. Nişabur'dan daha merhametli, Dımaşk'tan daha büyük, İsfahan'dan daha değerli bir yerdir. Ancak, suları az, edepleri hafiftir. Zarif kimse bulunmaz. Sularını sert toprakta biriktirirler, dükkan sahiplerine vergi koyarlar, geçimleri Sabra'dandır. Şehrin çarşıları işlemez, halkı salıverilmiş sürü gibidir, teravihleri kılmazlar. Halka 3x3 milden az yer kalmıştır. Şehrin suru yoktur. Yerdeki depolardan, sarnıçlardan su içerler. Buralarda yağmur suyu birikir. Halife Muiz onlara dağdan su getirmiştir. Bu su ile depolarını, doldururlar, Sabra'daki sarayına bir kısım su girer. Evleri yapışkan çamur ve tuğladandır.
Yedi risalesinin “Buhranlarımız” adıyla kitaplaştırıldığı yıla (1918/1919) göre, Said Halim Paşa'nın -önceki yazımızda naklettiğimiz şekliyle- İslamlaşma / İslamlaştırmaya yüklediği mana, fert olarak Müslüman kalma ve Müslüman ferdin çevresindekilerin Müslüman olarak kalması konusundaki açık bir “gayrete” işaret ediyor. Bu kelimelerine karşılık olarak Merriam-Webster's (2003), İslamizm (İslamiyet, Müslümanlık; 1747), İslamize / İslamization (Müslümanlaştırma, Müslümanlaşma; 1846) kelimelerine yer verirken, İslamofobya'ya yer vermiyor. Al-Mavrid (2003) ise daha cimri davranarak sadece İslam, İslamic ve İslamizm kelimelerini gösteriyor. İslamofobya onda da henüz yer bulmuyor. Bunlardan “gayret” vurgumuza tekrar dönecek olursak, geçmişte İmam Gazzâlî, İbn Teymiyye, Şah Veliyyullâh Dihlevî, Hasan el-Bennâ ile Mevdûdî'nin ve sonraki birçok müceddidin ilim ve eylemlerinde somutlaşan bu gayretin, ferdî inanç ve eylem esasında kendindenliği aşikardır. Zira kendi istidatları ve imkanlarıyla kayıtlı olarak her Müslüman “Emri bi'l-Ma'rûf nehyi Ani'l-Münker” prensibine tabidir. (Bkz.: Sema Yiğit, Erken Dönem Kaynaklarda Maruf ve Münker, KURAMER Yayınları) Ancak Maruf ve Münker kelimeleriyle çerçevelediğimiz söz konusu gayret yukarıda isimlerini zikrettiğim ve bunların yolunu izleyenden ibaret değil. Aynı gayreti taşımayan Müslümanlar olduğu gibi, zikrettiğimiz şekliyle o gayreti “kırmak” isteyen kafirlerin de bir gayreti var. İşte bu menfi gayret nedeniyledir ki, İslamlaşma gayretini kendi inanç ve şartlarındaki doğallığından koparmaya çalışanların güç, kültür ve imkân bakımından da daha yetkin olmalarıyla, fiili bir savaştan önce kelimelerin savaşına tanık oluyoruz. “Bana ‘İslamcı' dediklerinde, ister Meşrûtiyet dönemindeki manasında İslamcılık ile kendi davam ve konumum arasında bir aynılık ve aidiyet ilişkisi kuramıyorum.” diyen Hayreddin Karaman'ın, günümüzle kayıtlı olarak vardığı şu sonuç, bizzat tanığı olduğumuz “savaş”ın sebebi olarak öne çıkıyor: “Şimdilerde benim ilk işaretlerini almaya başladığım bir değişim ve gelişim var. Bu değişim, İslamcılık anlayış ve uygulaması alanında gerçekleşiyor ve İslâmcılığın yaygın anlamından ‘benim İslâmcılık tanımlamam'a doğru seyrediyor. İslâm ile siyaseti ve ideolojiyi aynılaştıranlar, İslâm'ın siyaset ve ideolojiyi aştığını bilmeyenler bunun hatalı olduğunu anlamaya başladılar. Türkiye'de siyasetin kendi kuralları, kadroları ve söylemi ile; ‘İslâmcılığın, Müslüman kalma ve yaşama mücadelesi'nin de kendi mâhiyetine ve amacına uygun kurallar, söylemler, yöntemler ve kadrolarla yapılması gerektiği anlayışına doğru bir gelişmenin rüzgârını hissediyorum.” (İslami Hareket Öncüleri 1, İz Yayınları) Karaman'ın vardığı bu sonucu Cezayir, Mısır ve Tunus'taki İslami Hareketlerin demokratik mücadele içinde elde ettikleri siyasi kazanımları, Batılı ülkelerin fiili ya da dolaylı müdahaleleriyle kaybetmeleri üzerinden okuduğumuzda, Müslümanların İslamlaşma gayretinde yaşadıkları handikapların düzeyini de görmüş oluruz. Bu bağlamda, Batı'nın İslam düşmanlığının tam adı olarak bugünkü İslamofobya'nın karşısında konumlandırdığı İslamcılığı, Müslüman halklarla topyekûn bir çatışmaya girmeme adına yumuşatmak için “siyaset” ekiyle -Siyasal İslamcılık- yeniden bir ayrıştırmaya tabi tutmasından da görüleceği üzere kelimelerin savaşı fiili savaştan çok daha etkili olarak varlığını sürdürüyor. İlhan Kutluer'in “İslâmcılık hareketi, modern Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası aleyhinde oluşturduğu tehditlere etkili bir karşı koymanın ancak modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşa etmekle ve dinin kılavuzluğunda gerçekleşecek bir modernleşme ile mümkün olacağı fikrine dayanır; bu modernizm anlayışı, İslâmcılığı İslâm dünyasında ortaya çıkan birçok benzeri akımdan farklı kılan önemli bir ayıraçtır. (…) Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü zaaftan kurtarılması ve bekasının temini için ‘İslâmî bir rönesans'ın gerçekleşmesini sağlama düşüncesi aynı yaklaşımın sonucudur.”
Sevgili yoldaşım Ersin Çelik, yayında “bu anlattıklarını mutlaka yazmalısın” deyince “olur” demiştim. Bu, odur. Önce meselemi üç yargı ile belirlemeye çabalayayım. İlki şu: Pakistan'dan Mısır'a, Türkiye'den Tunus'a, hatta Bosna Hersek'ten Cezayir'e bütün renkleri ve isimleriyle İhvan çizgisi “modern dünya ile yaralı Müslümanların siyasetin içinde kalarak varlık göstermeleri için” alınan geniş bir inisiyatifin adıydı. Pakistan'daki adının Cemaat-i İslami, Bosna'daki adının Mladi Müslümani olması ve pek çok “ton ve renk” farkı taşıması İhvan çizgisinin üç temel umdede buluşmasına engel teşkil etmedi. Birincisi ve en önemlisi “şiddet çözümsüzlüktür, legal ve şiddet içermeyen bir alanda var olacağız.” İkincisi “sömürge tecrübesi ile felç edilmiş, modern dünya ile yaralanmış Müslüman topluluğun dert ve taleplerini siyaseten temsil edeceğiz.” Üç “Müslümanlar, kendi haklarındaki kararları kendileri verebilecek ve ortaklaşa hareket edebilecek, izzetli ve şerefli bir insan topluluğudur ve bizim temsiliyet vazifemiz onlaradır.” İkincisi şu: 2000'li yıllar boyunca dünyadan özenle temizlenen İhvan çizgisinin oluşturduğu duruma “boşluk” diyorduk ama artık şunu söylemeye mecburuz. Gazze soykırımı gösterdi ki sayısı 2 milyara yaklaşan Sünni İslam dünyasının “temsiliyet krizi” artık “yönetilemez” bir noktaya ulaşmıştır. Üçüncüsü şu: Siyaseten dertleri ve talepleri temsil edilmeyen geniş kitlelerin yapabileceği şeyler insanlık tarihi boyunca kayıtlıdır ve bunlar, kimisi ilginç, kimisi de hiç de hoş olmayan şeylerdir. Şunun da adını doğru düzgün koyalım. Gazze konusunda “bazı kafir topluluk ve iktidarların ortaya koyduğu şecaat ve kararlılığı” ortaya koyamayan İslam ülkeleri iktidarları, geniş halk kitlelerine “bizden size fayda yok, başınızın çaresine bakın” demiş olmaktadırlar. Yani bir bakıma “arızi - geçici” değil, “kalıcı - değişmeyen” dertleri ve talepleri “siyasi mekanizmalar” tarafından karşılanmayan geniş halk kitleleri temsiliyetsizlik durumuyla karşı karşıyadırlar. Bu temsil krizinin üzerine bir de Gazze'de bitmeyen ve/veya bitirilmeyen soykırımın oluşturduğu travmatik düzenek eklendiğinde; gözümüzün önünde kadınların, çocukların hunharca katledildiği bu zulüm devam ettiği sürece; hastanenin, okulun, yardım sırasının bombalanmasını canlı yayında izlerken olacak olması beklenen üç şey vardır.
Başçarşı'dan yaklaşık 15 dakikalık bir yolculukla, Saraybosna'nın kuzeyindeki Bare Mezarlığı'nın girişine ulaşmıştık. Burada medfun bulunduğunu biliyorduk, ama acaba kabri hangisiydi? Çok geniş bir alana yayılan mezarlıkta, onu nasıl bulacaktık? Kapıdaki çiçekçiye -doğrusu hemen bilebileceğini de hiç ummadan- sorduğumuzda, kendinden gayet emin bir şekilde kabrin parsel numarasını bile söyleyiverdi. Az sonra, yakın tarihimizde Balkanların yetiştirdiği en önemli âlimlerden, Prof. Dr. Muhammed Tayyib Okiç'in (1902-1977) mezarının başındaydık. Muhammed Tayyib Okiç'i, Osmanlı'nın Balkanlara vurduğu İslâm aşısının açtırdığı en güzel çiçeklerden biri olarak görürüm hep. Bosna'dan Anadolu'ya uzanmış bir köprüdür o. Çile, sabır, sebat, ilim, tevazu, disiplin, ahlâk… Hepsi fazlasıyla mevcuttur onun hikâyesinde: Bosna Hersek Reisülulema Vekili Mehmed Tevfik Efendi ile yine bir ulemâ ailesinden gelen Hasibe Hanım'ın oğlu olarak, Tuzla sancağının Graçanitsa kasabasında doğan Okiç Hoca, küçük yaşlardan itibaren tam bir “âlim namzeti” şeklinde yetiştirilmiş. İslâmî ilimler eğitiminin yanı sıra Latince ve hukuk tahsillerini de tamamlamış, Zagreb ve Paris'te bilgisini ve tecrübesini derinleştirmiş. Tunus'taki meşhur Zeytûne Üniversitesi'nde Arap dili ve edebiyatı eğitimini de ikmal ettikten sonra, Saraybosna'ya dönerek talebe yetiştirmeye başlamış. İkinci Dünya Savaşı'na kadar ilmî çalışmalarını sürdüren Tayyib Okiç Hoca, sonrasında Türkiye'ye intikal ederek Ankara, Konya ve Erzurum'daki Yüksek İslâm Enstitülerinde (bilahare İlahiyat Fakülteleri) hocalık yapmış, çok sayıda öğrenciyi ilmî ve akademik hayata kazandırmış. Şu hadise, bilhassa hadis ilminde derinleşen Okiç'in ufkunu ve idealizmini anlatmak için kâfidir: Ankara İlahiyat açıldığında, İslâmî ilimler okutacak yerli hoca bulunamamış. Yapılan araştırmalar sonucunda, Tayyib Okiç Hoca'nın tefsir ve hadis kürsülerini hem kurmak hem de akademisyen yetiştirmek üzere davet edilmesine karar verilmiş. Okiç'in vazifeye başlamasından üç yıl sonra, 1953'te
8 Mart, 1910 yılından bu yana kapitalist küresel sermayedarların kendi lehlerine manipüle ettikleri ilginç bir gün olarak, “Dünya Kadınlar Günü” adıyla kutlanmaktadır. 8 Mart, her yıl giderek daha fazla çelişkiyi, soruyu bünyesinde toplayarak ilerlemektedir. Soru: Kadına yönelik aile içi şiddette erkeğin rolü, Kadınlar Günü bildiri ve açıklamalarının rutin gündemini oluştururken, bu şiddette alkol, uyuşturucu, kumar, ekonomik zorluklar, haz ve şiddet kültürü pompalayan ekran terörü niçin gündem dışı tutulmaktadır? Soru: Erkek şiddeti söyleminin hizmet ettiği küresel, kültürel, ekonomik ve siyasi amaçlar var mıdır? Kadına yönelen şiddetin sadece aile içerisinde olmadığı aşikârdır. Erkek şiddeti söylemini, toplumsal bir nefret söylemi olarak topluma pompalayanlar şiddete uğrayan tüm kadınları gerçekten savunmakta mıdır? Meselâ İsrail'in katil paletleri altında ezilen Rachel Corrie hangi Kadınlar Günü Bildirisi'nde yerini almıştır? Rachel Corrie mi kadın değildir, yoksa İsrail'in işlediği cinayet mi şiddet olarak görülmemiştir? Türkiye'de 28 Şubat mağduru kadınlar kadın örgütlerinin gündeminde ne kadar yer tutmuştur? Tunus'ta örtündüğü için sahra cezaevlerine doldurulan binlerce kadın, Mısır darbesinde darbeciler tarafından öldürülen Esma, neden Kadınlar Günü'nde gündem edilmemiştir? Soru: Güya kadını koruyan kanunların, genç evlenmeleri sebebiyle eşlerine tecavüzcü damgası vurup, kendilerini çocuklarıyla yapayalnız ve birçok zorlukla baş başa bıraktığı kadınların da günü müdür Dünya Kadınlar Günü? Aileyi parçalamayı hedef edinen, kadınla erkeği birbirinin düşmanı olarak gören, kısır cinsiyetçi okumalarla alkol, kumar, ekran terörü gibi türlü etkeni bir kenara bırakıp, erkekliği şiddetin ana kaynağı olarak gösteren bir zihniyet kadına, erkeğe, çocuğa ve insanlığa mutluluk getirebilir mi? (Aile Akademisi Derneği)
Tunus'ta Nahda Hareketi lideri Râşid Gannûşî'nin üç yıl hapis cezasına çarptırıldığı haberini Fas seyahatim sırasında almıştım. Tunus'a da yakın zamanda bir ziyaret yapmış olduğum için, Mağrib coğrafyasının farklı ülkelerindeki siyasî atmosferi sahada değerlendirme ve ülkeleri birbiriyle kıyaslama imkânı buldum. Üstelik Gannûşî'yi daha önceki Tunus seyahatlerimden birinde evinde ziyaret etmiş, kendisiyle mülakat yapmıştım. (O mülakatta, Arap Baharı'nın gidişatına dair sorularıma öylesine ümitvar ve iyimser cevaplar vermişti ki, şaşırmaktan kendimi alamamıştım.) Yıllardır izlediğiniz ve nihayet şahsen de tanıştığınız biri, âhir ömründe tamamen politik ve sübjektif bir davada mahkûm olduğunda, hem onun bütün siyasî serüveni ve hayat çizgisi gözünüzde belirginleşiyor hem de duygularınız -ister istemez- işin içine dâhil oluyor. Rabat sokaklarını adımlarken, 2011'den bugünlere, Râşid Gannûşî'nin Tunus'ta hangi adımları attığını düşündüm: Cumhurbaşkanı Zeynelâbidin Bin Ali'nin devrilmesinin hemen akabinde, Tunus laiklerinin köpürttüğü “İslâmcılar, kimseye hayat hakkı tanımayacak!” tezviratları eşliğinde, yıllardır yaşadığı sürgünden ülkesine dönmüştü. Bütün dünyanın gözü “Arap Baharı'nın beşiği” sayılan Tunus'un üzerindeyken düzenlenen seçimler Nahda Hareketi'ni iktidara taşımış, ancak Gannûşî herhangi bir resmî görev almak yerine, kenarda durarak “âkil adam” pozisyonunu korumuştu. Ekonomik kriz, sosyal bunalım ve rekor boyutlardaki işsizlikle boğuşan Tunus'ta büyük beklentilerle başlayan Nahda iktidarı, kısa süre sonra hoşnutsuzluklara yol açmış; eş zamanlı olarak ülkenin önde gelen solcu liderlerinden ikisi suikasta kurban gitmiş, terör saldırıları da turizmi bitme noktasına getirmişti. Gidişatı derin bir ferasetle okuyan Gannûşî, 2014 genel seçimlerinden sonra partisini “ülkeyi yöneten koalisyon ortaklarından biri” olarak konumlandırmıştı. Nahda'yı “İslâmî hareket” çerçevesinden çıkararak, artık “Müslüman demokrat” olduklarını ilân eden Gannûşî, 2019 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “hukuk adamı” kimliğiyle bilinen Kays Saîd'i desteklemiş, Nahda ve diğer ana akım partilerin teveccühünü kazanan Saîd, yüzde 70'in üstünde oy oranıyla cumhurbaşkanı seçilmişti. Sonrası malum ve trajik: Hukuka riayet edeceği zannıyla desteklenen Saîd'in içinden tam bir otokrat despot çıktı ve Tunus'ta demokratik kuralları tamamen askıya alarak, kendi hâkimiyetini tesis etti. Ülke, Bin Ali devrine geri döndü.
Serengeti'nin Sesi yeni bölümüyle yayında! Fritz Fassbender ve Koray Gök AFCON'un renkli gününü değerlendirdi, menümüz için buyrunuz: (1.00) Dün ne dediysek çıktı kendimizi övdük! (3.00) Cezayir.. Sana kızıyoruz çünkü seni çok sevmiştik, Amoura'ya dikkat! (8.00) Angola-Moritanya, Gelson Dala, Moritanya'ya hakkını verdik, (13.00) Tunus-Mali... Mali salladı yıkamadı, (18.00) Bugün akılda yer eden topçular! (20.00) Gruplara ve fikstüre bakış, kapanış. İlginize teşekkürler, iyi dinlemeler!
İsrail cephesinden, Hamas'ı ortadan kaldırma hedefinin imkânsızlığına dair itiraf ve açıklamalar gelmeye devam ediyor. Son olarak, eski adalet bakanı ve mevcut “savaş kabinesi” üyelerinden Gideon Saar, Hamas'ın “yenilmekten çok uzak” olduğunu söyledi. İsrail Ordu Radyosu'na konuşan Saar, “buna rağmen, hedeflerimize odaklanmaktan başka çaremiz yok” dedi. Bu sözler, Gazze'ye uygulanan soykırımın başlangıcında, eski İsrail başbakanlarından Ehud Barak'ın sarf ettiği cümlelerin de teyidiydi aslında: “Hamas'ı bitirmemiz mümkün değil. Çünkü Hamas, insanların zihinlerinde ve düşünce dünyalarında yaşamaya devam eden bir ideal.” Herhalde, Hamas'ın ne olduğuna dair en gerçekçi tanım da Barak'ınkiydi. Tarihî serüveni bir asra yaklaşan, Filistin topraklarında Siyonist işgale karşı direniş süreci, devamlı biçimde dış faktörlerin müdahalesine maruz kaldı. Bir yandan her Müslüman ülke kendi Filistin projeksiyonunu sahaya yansıtmaya çalışırken, diğer yandan da İsrail ve Batılı ülkeler Filistin siyaset sahnesini manipüle etmek için her yolu denediler. Direnişin ilk döneminde İzzeddîn el-Kassâm, tamamen kendi imkânlarıyla organize ettiği bir cihad faaliyeti çerçevesinde hem İngiliz manda yönetimine hem de Siyonist işgale karşı direniş başlatmıştı. Aynı dönemde, Filistin'de siyasî ve diplomatik sahanın parlayan yıldızı Hacı Emîn el-Hüseynî idi. Kassâm'ın 1935'teki şehadetinden sonra silahlı direniş sahasında ciddi bir dağılma gözlemlense de, Hacı Emîn 1974'te vefat edinceye kadar diplomasi silahını kullanmaktan hiç vazgeçmedi. Ancak o da karşısında sürekli olarak çatışan Arap menfaatlerini buldu ve sıklıkla Müslüman başkentler arasındaki yaylım ateşinde kaldı. 1959'da Yâser Arafat ve arkadaşları, o dönemde İngilizlerin kontrolü altında bulunan Kuveyt'te Fetih'i kurduklarında, bu hamleye cevap Kahire'den geldi: Arap milliyetçiliği bağlamında Filistin davasının hamiliğine soyunan Mısır Cumhurbaşkanı Cemâl Abdunnâsır, 1964'te Filistin Kurtuluş Örgütü'nü kurarak, başına kendisine çok yakın bir ismi, Ahmed Şukayrî'yi getirdi. 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda Mısır hezimete uğrayınca, Arafat ve arkadaşları Filistin Kurtuluş Örgütü'nün denetimini ele geçirdiler ve sonraki süreçte Arafat, dünya nezdinde Filistin davasının “meşru” temsilcisi kabul edildi. Hamas'ın kurulduğu Birinci İntifada'ya (1987) kadar, Filistin davasında sürekli farklı ülkeler devredeydi. Arafat ve arkadaşları, olayların seyriyle Ürdün'den Lübnan'a, oradan Tunus ve Cezayir'e intikal ederken, Arap dünyasının farklı aktörleri de Filistin Kurtuluş Örgütü üzerinde denetim ve hâkimiyet yarışı içindeydi. Zaman geçtikçe, Arafat, tüm bu rekabetleri yönetebilmek ve Filistin meselesinde liderliği kaybetmemek için tam bir ip cambazına dönüştü. Bunun sonucunda da, İsrail işgaline karşı direnme hedefi önceliği yitirilerek, dava tümüyle Filistin siyaset sahnesinin dizaynında ipleri elden kaçırmama kavgasına evrildi. Örgüt içi mücadeleler, dünyanın dört bir yanından gelen yardımların doğurduğu rant ve bu rantın dağıtımında yaşanan gerilimler, zamanla farklı menfaat odaklarının çatışması neticesini doğurdu. Arafat 2004'te öldüğünde, arkasında derinleşmiş bir statüko, işgalle mücadele yerine kazanımlarını korumaya odaklanmış kadrolar ve pörsümüş bir yönetim bırakacaktı.
2023'ün son bölümünde, Ediposis ikinci Tunus seferini anlatıyor. Şehir Hikayeleri, Kadıköy Vapuru ve daha nice podcasti dinlemek için, Boş Yapma Enstitüsü'nün YouTube kanalına abone olabilirsiniz: https://www.youtube.com/@bosyapmaenstitusu
Gazze'de yapılan insanlık dışı vahşet, din, dil ırk demeden merhamet sahibi bütün insanları aynı safta buluşturdu. Yani safların netleştiği yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Peki o zaman soralım; İnsanlık, bütün dünyanın gözü önünde çocukların, kadınların, sivillerin katledilmesinin meşru sayıldığı yere nasıl geldi? Bu sorunun cevabını arayan İstanbul'da Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde açılan Filistin Mücadelesi Sergisi 21 Ocak 2024 tarihine kadar devam edecek. Sergi, “İnsanlığın Evrensel Yıkımı” başlığıyla hazırlanan kronolojik olarak insanlığın günümüzde geldiği bu yok edilişi kavramla, fotoğraflarla, belgelerle ve videoartla altını çizme çalışması olarak anlatılan serginin önemine şu cümlelerle dikkat çekilmiş; “Gazze'deki sivillere soykırım yapan İsrail ve abd aynı zamanda bütün uluslararası örgütlere, ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne imza atan bütün ülke yöneticilerine global bir ‘zihin kırım' uyguluyor. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan 19. Uluslararası Savaş Hukuku Sözleşmesi'nden Uluslararası Savaş Mahkemesi'ne, insanlığın ulaşabildiği bütün bu değerlerin İsrail'in önüne geçilmeyen katliamları ve soykırımı nedeniyle yok oluşunu yaşıyoruz. Sergide Üstat Hasan Aycın'ın şiir derinliğinden el almış olağanüstü çizgilerinden Filistin temalı özel bir seçki yer alıyor. Tasarımlarını Abdüsselam Ferşatoğlu'nun üstlendiği Projenin akademik altyapısı uzmanlığı bu alanda olan Özgür Dikmen, Zahide Tuba Kor ve Aslı Nur Düzgün'le çalışıldı. Arşiv konusunda Prof. Dr. Nuri Güçtekin'in katkıları oldu. Projeye özel hazırlanan vedeoart Doğuş Minsin tarafından yapıldı.” Vakti olan gitsin ve görsün. Soykırımı ve Gazze'yi gündemde tutacak ikinci konu da Esenler Belediyesi tarafından bu yıl 4'üncüsü düzenlenen Esenler Film Festivali. 19 Aralık'a kadar devam eden festivalin açılış programı, çok sayıda sinemaseveri bir araya getirdi. ‘Umut' temalı filmler seçkisiyle dopdolu bir programı sinemaseverlerin ilgisine sunuldu. Filistin Sinema Müdürü Lina Bokhary'e göre 1948- 1967 döneminde Filistin sineması devrimle başladı. Film yapımcılarının birçoğu kadınmış. Filistin'de Lübnan'da Tunus'da filmlerin yüzde 50'si kadınlar tarafından çekiliyormuş. Kadınların farklı bir iç görüşü ve bakışı var. Detaylara odaklanabiliyor, çok farklı yaklaşıyor. İnsan hikâyelerini anlatmakta daha başarılılar. Orta Doğu film endüstrisinin öncü isimleri arasında yer alan Filistinli yönetmen Mai Masri diyor ki; “Dünyada kadın olmak çok zor ama Filistin'de kadın olmak daha zor. Buna rağmen Filistinli kadınlar çok güçlü ve bu yıllardır nesilden nesile aktarılmış bir güç. Kadınlar orada bu gücü birbirleriyle paylaşıyorlar ve mücadeleye destek veriyorlar. Bu gücün ilham kaynağının Filistin davasının haklı bir dava olmasından dolayı doğduğunu düşünüyorum. Filistin'de toplumu bir arada tutanların kadınlar olduğunu söyleyebilirim. Filistinli kadınlar için ortada bir mücadele var, direniş var ve bu direnişin içinde adalete olan inanç var. Orada sinema yapan kadın sayısının çok fazla olması da bundan kaynaklanıyor. Kadınlar ve onların gücü olmasa toplum dağılabilir, Filistinli kadınlar direnişin en büyük parçası olarak tanımlanabilir.”
Gazze işi büyüyor. Üstelik plânlı bir şekilde. İsrâil için mesele artık HAMAS'ın bitirilmesi hedefi ile sınırlı olmaktan çıkmış görünüyor. Filistinlilerin Gazze'den sürülmesi, Gazze'nin topyekûn boşaltılması ve daha sonra gasbedilerek Yahudi yerleşimine açılması niyetinde olduklarını yolunda açıklamalar geliyor. Gazze de nihâi hedef değil. Bunu da büyüterek Batı Şeria'ya da yüklenecekler. Netanyahu'nun yardımcıları olan aşırılıkçıkçı, gözü dönmüş liderler bunu sağlamadan duracak görünmüyor. Bu toptan bir temizlik hareketi. Ne kadar mümkün, şimdiden kestirmek zor ama, bu azgınlaşmanın belli bir merhalede Kudüs'te varlık gösteren Hristiyan topluluklarını da içine alacak bir harekete dönüşme potansiyeli olduğunun emâreleri de yok değil. Birleşik Krallık ve ABD bu azgınlaşmayı kökten destekliyorlar. AB, başta Almanya ve Fransa olarak ekibi tamamlıyor. Kuvvet kümelenmeleri coğrafî ölçekte, Baltık, Doğu Avrupa ve Yunanistan'a uzanan bir hatta demir atmış durumda. Bu hat, güneyde, Doğu Akdeniz'de Girit üzerinden sağa doğru kıvrılarak Güney Kıbrıs, İsrâil üzerinden Levant coğrafyasına kavuşuyor. Bu sûretle İsrâil ile anlaşmış güdümlü Arap coğrafyasını, Körfezi de ele geçirmiş durumda. Diğer bir kol da Mısır bağlantılı olarak, arada sorunlu bir Libya ve arıza veren Cezâyir'i atlayarak Tunus ve Fas'a kadar genişliyor. Gazzecoust fitilin ateşlendiği yer. İsrâil, kendisi için mıntıka temizliği mânâsına gelen işi tamamladıktan sonra duracak değil. Sûriye'nin bir sonraki hedef olacağı âşikâr. Mutantan söylemlerin baskısından zihnimizi arındırarak düşünecek olursak bu plânların işlemesini engelleyecek bir potansiyelin mevcut olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Evet, senaryo ve kurgunun bilhassa Birleşik Krallık'da mesken tutmuş olan finansal güçlerin ve onlarla berâber hareket eden askerî yapıların ve endüstrilerin başının altından çıktığı anlaşılıyor. Buna mukâbil ne Rusya ne de kendisinden daha fazla bekleneceği üzere İran Levant'da yaşanan gelişmelere dâhil olmak istemiyor. Rusya, İsrâil'in Sûriye'yi bombalamasına ses çıkarmıyor. Hava sistemleri İsrâil uçakları karşısında susuyor. Anlaşılıyor ki Rusya, İsrâil'in Ukrayna'ya destek vermemesi mukabilinde İsrâil'e Gazze ve Sûriye'de alan açıyor. İran ise HAMAS'ın Aksa Tufanı hârekâtının kendisi ile bir alâkası olmadığını daha ilk günden açıkladı. Akabinde ise Lübnan'da kendisine müzâhir Hizbullah ve diğer unsurların savaşa muhtemel dahlini engelledi.
1332 Tunus doğumlu İbn-i Haldun, sosyoloji ilminin kurucusudur. O, sosyolojiye; İlm-i tabiat-ı Ümran demiştir. İnsanların cemiyetler halinde birbiriyle yardımlaşarak memleketlerini imar etmelerini ve yaşayışları için gereken geçinme vasıtalarını, sebepleri ve aletleri hazırlamalarını ümran kelimesiyle özetlemiştir. Kendinden önce sosyoloji ilmine temas edenlerden farklı olarak, bu ilmin, siyaset, ahlâk, hitabet ve başka ilim ve fen cümlesinden olmayıp kendi başına bir ilim olduğunu ortaya koymuştur. Tarihe mantıkı getiren İbn-i Haldun, tarihi, hikayecilikten kurtaran ve tarih kanunlarını araştıran ilk alimdir. Tarihe ilim vasfını o kazandırmış, Yunan tarihçilerin te'sirinden tamamen kurtarmıştır. Onun Yunanlılara göre daha geniş sosyal teoriler ortaya atabilmesinin bir sebebi de Akdeniz sahillerinin tarihi zenginliklerine, mukadderatına hakim olan Türk ve İranlıların geçmişlerini incelemesidir. İbn-i Haldun yine, psikolojiyi tarihe uygulayan ilk bilim adamıdır. Günümüze ulaşan tek eseri yedi ciltlik Kitab'ul Ekber'dir. Bir tarih kitabı olan bu eser, üç bölümden meydana gelmiştir. İlk bölüm Mukaddime'dir. İkinci bölümde Arapların ve Türklerin tarihi olmak üzere birçok milletin tarihini, üçüncü bölümde Berberilerin ve Güney Afrika'daki müslüman hânedanlarının tarihi anlatılmaktadır. Eser, inceleme ve araştırma yönünden emsalsizdir. Bütün Avrupa tarihçilerinin bir çok konularda müracat ettikleri ana kaynaktır. Mukaddime, değişik konularda bilgiler içeren özel bir hazinedir. İbn-i Haldun'un eserinde kullandığı araçların antik ve ortaçağ batı tarihçi ve sosyolojistlerine çok farklı gelmesi, bu eseri değerli kılmıştır. Bazı tarihçiler tarafından ortaçağın en önemli eseri olarak görülen bu kitap, tarih metotlarını açıklayan modern bir el kitabıdır. (Müslüman Bilim Adamları 2, s.52-56)
Otuz iki yıl önce Merhum Sezai Karakoç Diriliş dergisinde şu çağrıyı yapmıştı: “İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, krallar, size sesleniyorum. Türkiye'nin, Mısır'ın, İran'ın, Suriye'nin, Ürdün'ün, Pakistan'ın, Tunus'un, Cezayir'in, Fas'ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum. Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan dededen size geçen veraset hakkıyla ister alnınızın teriyle, ister hak ve hukukla, ister kuvvet zoruyla halkınızın yönetimini ele geçirmiş bulunun, size sesleniyorum ve diyorum ki, tarihin en kritik göreviyle, en ağır sorumluluğu ve ödeviyle karşı karşıyasınız. Bu görevi çoktan yerine getirmeniz lazımdı şimdiye kadar. Şimdi, hülûl etmiş vâdenin son deminin son demidir.” BU GÖREV NEDIR? Bu görev, derhal bir araya gelip bir SAVUNMA ANLAŞMASI yapmanız ve bunu harfi harfine uygulamanızdır. Yani herhangi bir İslâm ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı koyma hususunda anlaşmak durumuyla karşı karşıyasınız... Tarihçi İslâmcı âlim Ali Muhammed Sallâbî 17 Ekim tarihinde Cumhurbaşkanımıza bir açık mektup yayınladı. İki paragrafında özetle şunu söylüyor: “Müslüman olan ve olmayan pek çok insan tarafından kabullenilmiş erdemleriniz ki, Allah'a imanınızdan kaynaklanıyor, Efendimizin (s.a.) talîmatından ve ecdadınızın izlediği hayat çizgisinden mülhemdir. O ecdadınız ki, Sultan Alparslan, Ertuğrul, Osman, Yıldırım Bâyezîd, Muhammed Fâtih, 1. Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Abdülhâmîd (Allah cümlesine rahmet eylesin) önde gelenleridir; onlar hakkın ve haklının yanında oldular, hayat, namus, mal ve mukaddesatı korudular, yüksek insanlık değerlerini muhafaza ettiler. Şimdi bir fırsat doğdu, emsali görülmemiş bir zulüm var. Buna karşı, Peygamberimizin (s.a.) peygamberlik gelmeden yaklaşık yirmi yıl kadar önce zalime karşı mazlumun yanında olmaya yemin etmiş erdemlilerin kurdukları onun da amcaları yanında şahit olduğu, ‘İslâm'dan sonra da böyle bir pakta çağrılsam girerim' dediği ‘Erdemliler Paktı' ancak senin liderliğinde ihya edilebilir; bunu ümmetten esirgeme...” Ben de kendimi bildim bileli İslâm birliğine çağrı yapıyorum. Bu büyük hizmetin önünde nice iç ve dış engellerin olduğunu biliyorum. “Büyük insanların himmeti dağları devirir” fehvasınca bu işe bir yerden başlamak gerekiyor. Cumhurbaşkanımızın da böyle bir gayret içinde olduğunu biliyorum. Şimdi bu gayrete destek olacak çok acı bir tecrübe yaşıyoruz; kim bilir belki bu felaketten böyle bir hayır doğar! Bundan önceki yazımda ne demiştim: Koptu tesbih ipimiz bak taneler saçıldı Taneler yok olmadı örselendi ve kaldı Dizilelim Allah'ın ipine gel yeniden Bir liderlik ve birlik her zaman sonuç aldı Allah'ım mazlumların âhı feryâdı için İsimlerinin zikri gönülden yâdı için Kahhâr isminle eyle tecelli yüce Rabbim Yardımına muhtacız zalim ifsâdı için Bizden dua, sorumlulardan gayret, Rabbim inayetini esirmesin!
Ortaya çıkan manzaranın çirkinliği çok ama çok net: İsrail, kendi azgın emellerini hayata geçirebilmek için “dünyanın en şımarık ülkesi” olma performansını sürdürüyor ve zalimlikte, aşağılık operasyonlarda eli artırdıkça modern Batı dünyası, yani Hristiyan kulübü, “devam” diyor İsrail'e. Bu Hristiyan kulübü, “yaptığı herhangi bir şekilde sorgulanamaz, kimi nasıl katlederse etsin hesap sorulamaz” bir ülkeye dönüştürdüğü İsrail'in akıl dışılığını biraz olsun dizginlemek yerine sürekli ve kesintisiz olarak bu akıl dışılığı besleyen ve bu yanıyla “dünyanın sonunun gelmesiyle de, üçüncü dünya savaşının fiziken çıkmasıyla da herhangi bir sorunu olmayan” bir yere dönüştü. Zaten Batı'dan umut hiç olmamıştı da, artık umudun kırıntısının bile kalmadığını da bütün veçheleriyle anlamış bulunmaktayız. Elimizdeki yalın gerçek şu: İsrail durmak, dahası durdurulmak zorunda ve bu terör organizasyonu güçten, tüfekten, mermiden başka hiçbir dilden anlamıyor. İslâm ülkelerinin “bari 1967 sınırlarına dönelim” tekliflerine büyük bir küstahlıkla “hayır” diyen İsrail, nihai hedefi olan “Arz-ı Mev'ûd”u kullanabileceği bütün şiddet enstrümanlarıyla hayata geçirmek dışında bir hedef tanımıyor. Doğrusu bu ya, bugün Filistin'i yok etmek isteyen İsrail, Filistin'i yok etmeyi başarırsa bununla yetinmeyecek. Lübnan'ı, Suriye'yi, Irak ve Türkiye'nin bir kısmını içine alan o “gerizekalı haritayı” hayata geçirmek için elinden gelen her şeyi yapacak. Açık konuşalım: İsrail durdurulacaksa bunun yegâne yöntemi bir “İslâm Ordusu”nun kurulması ve İsrail'in hemen yanı başında, İsrail'in zulmüne engel olacak şekilde konuşlandırılmasıdır. Dün görmüşsünüzdür, gazetemiz Yeni Şafak “Filistin'i koruyacak güç kurulsun” manşeti ile çıktı okurunun karşısına. “Koruyacak güç” önerisinin adını koyuyorum ben de: “İslâm Ordusu.” Dünyadaki 2 milyar insanı temsil edecek bir “İslâm Ordusu”nu, üstelik amacı İsrail'i ya da bir başka ülkeyi yok etmek yerine sadece “mazlumları korumak” olan bir İslâm Ordusu'nu “yok etmek” kolay olmayacaktır, hem de hiç kolay olmayacaktır. Mısır'ın, Pakistan'ın, Fas'ın, Tunus'un, Malezya'nın, Körfez Araplarının ve hatta İran'ın “asker” verdiği bu ordunun bir “barış gücü” olarak konumlandırılıp konuşlandırılması, emin olun buna, hemeninde “fiziki olarak üçüncü dünya savaşının çıkması” ile sonuçlanmaz, sonuçlanamaz.
To enjoy all 130+ episodes, please subscribe on https://anchor.fm/turkish-learners-network/subscribe We publish new episodes weekly! Basit Türkçe ile Haberler / News in Simple Turkish by Turkish Learners Network Basit Türkçe ile Haberler'in yeni bölümüne hoş geldiniz. — Sel: Flood Fırtına: Storm Yağış: Precipitation Baraj: Dam Hastalık: Disease Kurum: Organization — Bugün 15 Eylül 2023 Cuma. Libya'da Sel Felaketi Libya'nın Derne kentinde son günlerde sel felaketi var. Sel felaketi, Daniel Fırtınası adındaki şiddetli yağmur ve rüzgârlarla başladı. Fırtına önce Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan'da ölümlere neden oldu. Ardından Libya'nın doğusuna ulaştı. Bu fırtına nedeniyle Libya'da rekor miktarda yağmur yağdı. Daniel Fırtınası, Libya'nın kuzeydoğu kıyılarına 24 saat içinde 400 milimetre'den fazla yağmur getirdi. Normalde bu bölgede eylül ayı yağış ortalaması sadece 1,5 milimetre. Fırtına ve yağmur sonucu Derne'de iki baraj çöktü ve sel felaketi başladı. Sel suları şehirde büyük yıkıma neden oldu. 11 binden fazla insan hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler yaklaşık 30 bin kişinin evsiz kaldığını tahmin ediyor. Felaket bölgesindeki bir diğer tehlike hastalıklar. Çünkü bölgede yeterince içme suyu yok. Eğer insanlar kirli suları içmeye başlarsa hastalıklar yayılabilir. Uluslararası yardım ekipleri, felaket bölgesine ulaşarak kurtarma çalışmalarına katıldı. Yardım ekipleri Mısır, Türkiye, Tunus, Katar, İtalya ve İspanya'dan geldi. Bölgede arama kurtarma çalışmaları devam ediyor. Ancak Libya'daki siyasi sorunlar yardım faaliyetlerini zorlaştırıyor. Libya, uzun süredir siyasi kaos içinde. Libya'yı uzun süre Muammer Kaddafi yönetti. Kaddafi, 2011'de başlayan olaylar sonucu öldürüldü. Ülkede 2014'ten beri iki rakip hükûmet var. Ülkenin doğusunu Bingazi şehrindeki hükûmet, batısını ise Trablus'taki hükûmet yönetiyor. Doğudaki Ulusal Birlik Hükûmeti, ülke kurumlarını felakete karşı yardıma çağırdı. Libya'nın batısındaki Trablus hükûmeti, bölgeye yardım gönderdi. Ancak uzun süredir devam eden iç savaş nedeniyle ülkede yeterli sayıda kurtarma takımı yok. Uzmanlara göre, Daniel Fırtınası kesin olarak küresel ısınmanın sonucu demek için erken. Ancak iklim değişikliği nedeniyle Akdeniz'de daha fazla fırtına olduğu tahmin ediliyor. — Dinlediğiniz için teşekkürler! Lütfen bu bölümü Türkçe öğrenen diğer kişilerle de paylaşın! Yeni bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın!
Mağrip ülkelerinin yani Fas, Tunus, Cezayir mutfaklarının böreği “brik” kolay ama özen isteyen bir tarif. Kelime olarak bizim börek sözcüğünden gelme. Genellikle içine bir çiğ yumurta konuyor. Maharet o yumurtayı patlatmadan “brik” yapmakta, öyle ki yumurtanın akı tam pişecek, sarısı ise akışkan kalacak. Katlama biçimi de ülkeden ülkeye değişebiliyor. Örneğin Tunus'ta brik üçgen katlanıyor. Cezayir'de ise tıpkı paçanga gibi dikdörtgen veya kare bohça şeklinde katlanıyor. Harcı ise genellikle top balığı konservesi oluyor. Ton balığı üçgen veya kare biçimde ortası çukur kalacak şekilde hamura yerleştiriliyor, ortadaki boşluğa yumurta kırılıyor. Elbette kıymalı harç da yapılıyor ama bol soğanlı bol maydanozlu patates kavurmalı yapmayı seviyorum.
Mağrip ülkelerinin yani Fas, Tunus, Cezayir mutfaklarının böreği “brik” kolay ama özen isteyen bir tarif. Kelime olarak bizim börek sözcüğünden gelme. Genellikle içine bir çiğ yumurta konuyor. Maharet o yumurtayı patlatmadan “brik” yapmakta, öyle ki yumurtanın akı tam pişecek, sarısı ise akışkan kalacak. Katlama biçimi de ülkeden ülkeye değişebiliyor. Örneğin Tunus'ta brik üçgen katlanıyor. Cezayir'de ise tıpkı paçanga gibi dikdörtgen veya kare bohça şeklinde katlanıyor. Harcı ise genellikle top balığı konservesi oluyor. Ton balığı üçgen veya kare biçimde ortası çukur kalacak şekilde hamura yerleştiriliyor, ortadaki boşluğa yumurta kırılıyor. Elbette kıymalı harç da yapılıyor ama bol soğanlı bol maydanozlu patates kavurmalı yapmayı seviyorum.
Paçanga böreği yaz sofralarının vazgeçilmezlerinden. Sözlüklere ilk kez 1983 yılında “pastırma ve peynirli bir tür börek” olarak geçmiş. Bir rivayet odur ki 1960'larda moda olan Küba dansı ve müzik türünden esinlenilmiş, ama bu ispat edilememiş bir bilgi. Paçanga benzeri kızarmış börekler Akdeniz'in dört bir yanında var. Özellikle Tunus, Fas, Cezayir'e bakalım. Ben bir sene Cezayir'de yaşamıştım. Orada yufka bulamazdık ama pazarlarda “warqa” dedikleri krep hamuru gibi ince bir hamur satılırdı. “Warqa” aslında varak yani yaprak demek. Varak sözcüğü daha çok incecik altın yapraklarla mobilya veya çerçeve kaplaması yapmakta kullanılır. Warqa farklı bir teknikle yapılıyor, açma hamur değil, en çok da “brik” denilen bir börek yapmakta kullanılıyor.
Paçanga böreği yaz sofralarının vazgeçilmezlerinden. Sözlüklere ilk kez 1983 yılında “pastırma ve peynirli bir tür börek” olarak geçmiş. Bir rivayet odur ki 1960'larda moda olan Küba dansı ve müzik türünden esinlenilmiş, ama bu ispatı sağlanmamış bir bilgi. Paçanga benzeri kızarmış börekler Akdeniz'in dört bir yanında var. Özellikle Tunus, Fas, Cezayir'e bakalım. Ben bir sene Cezayir'de yaşamıştım. Orada yufka bulamazdık ama pazarlarda “warqa” dedikleri krep hamuru gibi ince bir hamur satılırdı. “Warqa” aslında varak yani yaprak demek. Varak sözcüğü daha çok incecik altın yapraklarla mobilya veya çerçeve kaplaması yapmakta kullanılır. Warqa farklı bir teknikle yapılıyor, açma hamur değil, en çok da “brik” denilen bir börek yapmakta kullanılıyor.
Fransa'da Cezayirli bir gencin polis tarafından dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle öldürülmesi üzerine başlayan ve çığırından çıkan olaylar ister istemez Fransa, sömürgecilik, göçmenler, ırkçılık ve milliyetçilik tartışmalarını tetikledi. Bu olaylarla Türkiye'deki sığınmacıların durumu arasında bazı karşılaştırmalar yapanlar da oldu. Elbette bir olayın farklı boyutları her zaman başka ülkelerdeki bazı yönleri benzer bazı olaylarla karşılaştırmalar yapmaya sevkeder. Ama “sadece bazı yönleri benzer” olaylar. Türkiye'de de artık azımsanmayacak sayıda sığınmacı varlığı var. Bunların Türkiye'ye geliş sebepleri ve geliş şekilleri ile Türkiye devlet ve toplumunun bunlara bakışı ve davranışını karşılaştırmak da elbette mümkün ama bu karşılaştırmalarda sadece Türkiye ile Fransa sömürgeciliğinin bariz farkı ortaya çıkar ve anlaşılır. Buna mukabil Türkiye'nin de tarihten ve kültürel kimliğinden gelen bariz farkı tebarüz eder. Fransa'da bugün protestolarla öne çıkan göçmenler aslında birkaç nesildir Fransa'da, tamamına yakını Fransız vatandaşı. Fransa'ya askerlik yaparak, vergi ödeyerek, çalışma hayatında Fransızların yapamayacağı işleri yaparak her türlü katkıyı yapıyorlar. Hatta kendilerini Fransız da hissediyorlar ve Fransa'ya birçok zeminde sahip çıkıyorlar. Kendi ülkeleri ile Fransa arasında, aslında belki tuhaf gelecek ama, işleyen sömürge kanalları bu nüfus sayesinde canlı kalabiliyor. Çünkü Fransa ile bu insanların köken ülkeleri arasındaki ilişkiler bu göçmen nüfusun Fransa'daki varlığı ve faaliyetleri sayesinde hala canlı kalabiliyor. Fransa Cezayir'i, Tunus'u, Fas'ı, Senegal'i, Mali'yi ve diğer birçok Afrika ülkesini ülkesindeki diasporaları aracılığıyla kontrol etmenin yolunu bulmaya çalışıyor. Zannedildiği gibi Fransa'daki göçmenler Fransa'ya bir yük değil, bilakis Fransa'nın velinimeti. Buna rağmen Fransa toplumunda özellikle siyasilerde göçmenlere karşı ırkçı duyguları bastırma, onları eğitme, Fransa'yla bütünleştirme yönünde ciddi bir program uygulanmamıştır. Aksine toplumun derinliklerine nüfuz etmiş bir ırkçılık polisin ve resmi kurumların tutumuna da olduğu gibi yansımaktadır. Fransa, sonuna kadar sömürdüğü bir topluma asgari bir saygı bile duymamakta, asgari bir bedel ödemekten geri durmaktadır. Karşılığı da belli zamanlarda patlak veren bu öfke oluyor. Fransa'daki göçmenlerin durumu, hareketleri ve belli olaylara karşı tepkilerini Türkiye ile karşılaştırmayı bırakın, diğer Avrupa ülkesi Almanya ile bile karşılaştırmak mümkün değil. Almanya'da Türklerin durumu çok daha farklı. Almanya'ya giden Türk işçileri, gitmeyi kendi istedikleri halde, onların emeğine karşı Almanların bir şükran duygusu bile duyduğu söylenebilir. Bir milyonun üstünde Suriyeliyi genellikle seçerek almış olsa bile toplumda entegre etme yönünde ciddi bir arayış ve politikanın sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Bu arayışların zaman zaman entegrasyon yerine asimilasyon hedeflediği yönündeki tartışmalar bile Almanya'da soğukkanlılıkla yürütülüyor. Bu arada toplumda yabancılara karşı zaman zaman nükseden düşmanlıkla mücadele
paris yanıyor ve benim aklıma Hakan Albayrak geliyor. Sene 96 idi, Yeni Şafak'ta bir dörtlük yazmıştı. “her şey bir rüzgâra bakıyor ağabey / bakma esrar çekip mayıştıklarına / bir gün var ya bu mağribli çocuklar / bir gün yakacaklar paris'i” Şair burada ileriyi görmüş. Rüzgâr sert esiyor bugün. Alevleri görenler kimbilir neler düşünür? Paris'in banliyösünde Mağribli çocuklar nerede bir Fransa bayrağı görürlerse saldırıp yakıyorlar. Kendilerini ülkenin bir ferdi hissetmedikleri çok açık. Yoksa niye saldırsınlar bayrağa? Polis tarafından yakalanıp kelepçeyle götürülenlerin yaş ortalaması 17. Hepsi Fas'tan, Cezayir'den, Tunus'tan gelenlerin torunları. İliklerine kadar sömürdükleri ülkelerden Fransa'ya göç edenlerin üçüncü-dördüncü nesli. Artık, Afrikalılar fark etti ki Afrika Fransa'dan büyüktür. Tek başına Cezayir bile Fransa'dan büyüktür. (Ölçümüz yüzölçümü üzerine değil.) Ve kara çocuklar, dünyanın yüzüne karşı haykırmaya başladı. Fransa'nın tarihi kapkara sayfalarla dolu. Her şeyi bilen amcaya sorun, “Fransa'nın katliam tarihi” yazın, üç beş yere bakın, yüzyıllar içinde ne kadar çok katliam yaptıklarını, milyonlarca insanı nasıl katlettiklerini görürsünüz. Öldürdükleri siyah derililerin kafalarının fotoğrafını posta pulunda
Safevîlere dair... Günümüzde İslâm dünyası içinde kabaca yüzde 20'lik bir azınlığı oluşturan Şiî inancı, tarihte üç kez Müslüman coğrafyanın merkezî noktalarına tesir edecek derecede geniş ve etkili siyasî oluşumlara dönüşmüştü. Bunlardan birincisi Mısır merkezli Fâtımî İmparator-luğu'ydu. 909'da -bugün Tunus sınırları dâhilinde bulunan- Mehdiyye şehrinde kurulan devlet, kısa zaman içinde Mekke ve Medine'yi de içine alacak şekilde genişlemiş, mezhebî faaliyetlerini de uzak beldelere kadar yaygınlaştırmıştı. İkinci Şiî oluşum, 1501'den 1722'ye kadar İran'ı elinde tutan Safevî İmparatorluğu'ydu. Kadîm Selçuklu yurdu İran'ı Şiîleştiren ve bölgeye yeni bir kimlik giydiren Safevîler, Osmanlı İmparatorluğu'yla da sürekli mücadele içinde olmuştu. Ve nihayet Şiîliğin siyasî kisveye bürünerek dünya çapında arz-ı endam ettiği üçüncü dönem, 1979'da İran'da Muhammed Rızâ Pehlevî'nin devrilmesini müteakiben “İslâm Cumhuriyeti”nin kurulmasıyla başlamıştır ve hâlâ devam etmektedir. Sadece dinî ve siyasî bir yorum olmaktan öte millî ve coğrafî bir karakter de taşıyan Şiîliğin anlaşılması, sözü edilen üç ayrı aşamanın detaylı biçimde kavranmasıyla mümkündür. Ki bu kavrayış, İslâm dünyasının her adımında karşımıza çıkan Şiî-Sünnî geriliminin anlaşılmasına, dolayısıyla da Müslüman coğrafyanın iç dengelerine vukuf kesp etmeye yardımcı olacaktır. Geçtiğimiz haftalarda Türk okurun istifadesine sunulan, ABD'li akademisyen Prof. Dr. Andrew J. Newman'ın “Safevî İranı: Pers İmparatorluğu'nun Yeniden Doğuşu” adlı eseri (Vakıfbank Kültür Yayınları, çev: Damla Gürkan Anar), Safevîler konusunda Türkçede yayınlanmış en önemli kaynaklardan biri olarak dikkat çekiyor. Sağlam bir çeviriyle dilimize aktarılan çalışma, -yazarının ifadesiyle- şimdiye kadarki akademik ve popüler kitapların hepsinden farklı olarak, Safevîlerin nasıl bu kadar uzun süre yönetimde kalabildiklerine odaklanıyor. Safevîleri “gerileme” parantezine almayı reddeden Newman, hanedanı tarihî, kültürel, siyasî ve sosyoekonomik bağlamlar içine oturtarak, disiplinler arası bir yaklaşım sergiliyor. İran'a ilk seyahatini 1974'te, New Hampshire'daki Dartmouth Üniversitesi'nden mezun olur olmaz gerçekleştiren Andrew J. Newman, iki yıl boyunca ülkede kalarak hem İngilizce dersleri vermiş hem de Fars diline, kültürüne ve tarihine aşinalık kazanmış. İran'daki atmosferi Pehlevî hanedanı döneminde solumuş olmasının Newman'ın çalışmalarına derinlik ve çok yönlülük kazandırdığı kesin. Zira İran'ın ve İranlıların şuur altına işlemiş olan birçok detayı bu sayede keşfetmiş ve satırlarına yansıtmış olduğunu söylemek gerekiyor. Newman'ın kitabını okurken, ele aldığı ayrıntılar ve bunlardan çıkardığı neticeler, ancak İran'ı derinlemesine tanıyan birinin ulaşabileceği bir kavrama düzeyine işaret ediyor. “Safevî İranı: Pers İmparatorluğu'nun Yeniden Doğuşu”, 8 ana bölümden oluşuyor. Şah İsmail'in devletin temellerini atması ve onun döneminde yaşanan önemli gelişmelerle başlayan anlatım, ikinci bölümde Şah Tahmasb'ı yakın plandan inceliyor. Üçüncü bölüm Safevîler arasındaki iç savaşı merkeze alırken, dördüncü bölümde imparatorluğun en muktedir ismi Şah Abbas ve dönemi gözler önüne seriliyor. Beşinci, altıncı ve yedinci bölümlerde Şah Safî, II. Abbas ve Şah Süleyman'ın iktidar yıllarında yaşanan çeşitli karmaşa ve iç problemlere odaklanan yazar, Şah Sultan Hüseyin'le Safevîlerin serüveninin siyasî cephesine bir virgül koyuyor. Nokta değil virgül, zira Newman, -kendi ifadesiyle- “Safevî projesi”nin bittiğini ve tamamen tarihe karıştığını düşünmüyor. Günümüzde İran eliyle devam ettirilen Şiîlik ve coğrafyanın genelindeki Şiîleştirme faaliyetleri göz önüne alındığında, Newman'a hak vermemek mümkün değil. “Safevî İranı: Pers İmparatorluğu'nun
Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum: Mekke'de dünyaya gelen, Mısır'ın fethine katılan, ardından Kuzey Afrika'yı İslâm topraklarına katan, bugünkü Tunus'u da içine alan İfrikiyye bölgesinin ilk camisini kuran, atını ta Atlas Okyanusu'na kadar sürüp daha öteye ilerleyemeyince parmağını gökyüzüne doğru kaldırarak “Ya Rab, şahit ol! Eğer karşıma bu umman çıkmasaydı, senin adını duyurmak için dünyanın en uzak yerlerine giderdim!” diye yakaran, dönüşte Cezayir içlerinde yoluna devam ederken şehit düşen, kabri zamanla Mağrib'in en önemli ziyaretgâhlarından birine dönüşen, ismi çağların ötesinden bugüne hâlâ parlak bir fener gibi ışıldayan bir kahraman... Ukbe bin Nâfi'nin, 682'de fani ömrünü tamamlayana dek kat ettiği mesafeyi ve bıraktığı izleri tahayyül etmek, insanın havsalasını zorluyor doğrusu. Geçtiğimiz perşembe günü, Tunus'un Kayravân şehrinde, temelleri 670'te atılan ulu camiyi bütün ihtişamıyla seyrederken aklımda bunlar vardı. Ukbe'nin öyküsü, gayretli ve samimi olmak şartıyla, tek bir kişinin tarihte bazen ne büyük çığırlar açabileceğinin işaretiydi. Günümüzde artık 180 bin nüfuslu büyük bir şehre dönüşmüş bulunan Kayravân, İfrikiyye'de kısa bir müddet hüküm süren Ağlebîler döneminde (800-909) en parlak yıllarını yaşamış. Necd kökenli, Hanefî mezhebine mensup Arap bir hanedan olan Ağlebîler, özellikle üç sahada öne çıkmış: 1) Kalelerin, şehir surlarının ve camilerin kapsamlı bir biçimde restorasyonu, 2) Tarım ve sulama seferberliği, 3) Akdeniz adalarında fetihler ve İslâmlaştırma faaliyetleri. Nitekim Kayravân Ulu Camii de, Ağlebîlerin özenli restorasyonuyla günümüze aktarılmış. Kayravân'ın bir açık hava müzesini andıran, labirent biçimli ara sokaklarında dolaşırken önümüze sıklıkla dokuma tezgâhları, desenli kapılar ve tarihî mescitler çıkıyor. Şehir, “turistik” bir belde için oldukça ıssız, ama tarihin soluğunu dinlemek isteyenler için elbette bu durumda şikâyet edilecek hiçbir şey yok. Ve sessiz bir şehir, tefekkür için de birebir: Kuzey Afrika'nın ilk tam tefsirini kaleme alan Yahyâ bin Sellâm'ın (v. 815) da aynı sokaklarda yürüdüğünü düşünmek mesela... 1881'de başlayan Fransız işgali öncesinde, Kayravân'a gayrimüslimlerin girişinin özel izne tabi olduğunu hatırlayıp gülümsemek... Buhara için Sâmânoğulları ne anlam ifade ediyorsa, Kayravân için de Ağlebîlere aynı rolü vermek... Şehrin en eski kabristanının “Kureyş” adını taşıyor olmasının hatırlattıklarına odaklanmak... Burada medfûn bulunan, Hz. Ömer'in torunu Zeyneb binti Abdillah'ın kabrinde Fatiha okumak... Ağlebîlerin kurduğu muazzam sulama sisteminden günümüze kalan dört büyük havuzu yukarıdan izlemek... Berberî asıllı sahabî Ebû Zem'â el-Belevî'nin kabrinde, yüzyıllar öncesine uzanmak... Kayravânlıların yeraltından Zemzem'e bağlandığına inandığı Berrûta kuyusunun suyundan içmek... Endülüs esintili mimarisiyle Kuzey Afrika'yı İspanya'ya bağlayan Üç Kapılı Cami'yi temaşa etmek... Kayravân'dan sonraki duraklarımız Mehdiyye, Sûse ve Munastir'e devam ederken, benim aklım elbette bu muhteşem İslâm şehrinde kalmıştı. Bütün ziyaretlerimde ve her seferinde olduğu gibi. 915'te Fâtımî İmparatorluğu'nun temellerinin atıldığı Mehdiyye, kurucusu Ubeydullah el-Mehdî'nin adını taşıyor. Kayravân için Hristiyanların muhtemel saldırılarından dolayı içeride bir bölge tercih edilirken, Ağlebîlerin sağladığı istikrar sayesinde Fâtımîler sahildeki bir yarımadaya rahatça yerleşmişler. Fâtımîlerden günümüze ulu cami ile liman ve saray kalıntıları ulaşmış.
Uçağımız Kartaca Havaalanı'na doğru alçalırken, son olarak 2019'da ziyaret ettiğim Tunus'u nasıl bulacağımı merak ediyordum doğrusu. O zaman –her şeye rağmen– hâlâ kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir Tunus vardı karşımda. Sonrasında ise cumhurbaşkanlığı seçimlerinden ezici bir üstünlükle çıkan Kays Saîd, önce parlamentoyu feshedip hükümeti görevden almış, ardından da Nahda Hareketi lideri Râşid Gannûşî'nin hapsedilmesine giden süreç yaşanmıştı. Bunun elbette siyasî, sosyal ve ekonomik yansımaları olmalıydı. 31 Mayıs Çarşamba sabahı erkenden, Tunus'un başkenti Tunus'u (Arapçadaki telaffuzuyla: Tûnis) adımlamaya başladık. Mekânlarla ilgili notlarımı aktarmadan önce, Tunus şehrinin tarihindeki bazı önemli dönüm noktalarını hatırlatmak isterim: Tunus, Müslüman fatihlerin Kuzey Afrika'yı fetih hareketleri çerçevesinde, 600'lü yılların sonunda İslâm toprağı haline gelmiş. Bizans İmparatorluğu'yla zorlu bir çekişmeye mal olan bu dönem, 732'de şehrin kalbini teşkil eden Zeytûne Camii'nin inşasıyla resmen sona ermiş. 800-909 arasında bugünkü Tunus'un tamamına hâkim olan Arap Ağlebî hanedanı, şehrin tarihinde bir dönüm noktasına işaret ediyor. Zeytûne başta olmak üzere bütün tarihî eserleri elden geçiren ve sağlam biçimde restore eden Ağlebîler, Hanefî mezhebinin Tunus'taki tohumlarını da atmışlar. Tarih akıp giderken Tunus'tan Fâtımîler (909-972), Zîrîler (972-1062), Horasânîler (1062-1159), Muvahhidler (1160-1228) ve Hafsîler (1228-1574) geçmiş. Nihayet 1574'te Tunus'ta Osmanlı asırları başlamış: Osmanlılar, Akdeniz'deki diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Tunus'ta da yerel unsurlarla iş birliğini öne çıkarmış. Bu çerçevede “dayı” lakabını taşıyan bir askerî yönetici fiilî idareyi elinde tutarken, 1613'ten 1702'ye kadar Tunus'u Murâdî hanedanı, 1705-1957 arasında da Hüseynî hanedanı yönetmiş. 1881'de Fransız “himaye” yönetimi başladıktan sonra Osmanlı Tunus'tan resmen çekildiğinde bile, yerel hanedanlar iktidarlarını korumuşlar. 20 Mart 1956'da Fransa'dan bağımsızlığını kazanan Tunus, 1987'ye kadar Habib Burgiba, 2011'e kadar da Zeynelabidin bin Ali tarafından yönetilmiş. Şehrin ara sokaklarından yürüyerek Zeytûne Camii'nin önüne geldiğimizde, öğle namazının vakti girmek üzereydi, ancak cami kapalıydı. Mağrib bölgesinde camilerin namaz vakitleri dışında kapalı olmasına alışkındım, ama buradaki durum daha dikkat çekiciydi: Zira Zeytûne, 2011'den sonra eski faal durumuna döndürülmüştü. Şimdi yeniden “sosyal hayatın kalbi olma” misyonundan uzaklaştırıldığı görülüyordu. Tunus çarşılarını çok ıssız ve sakin buldum. Türkiye'den geldiğimizi fark edip “Erdoğan'ın yeniden seçilmesi” sebebiyle bizi tebrik eden esnafın sıcakkanlılığı, bu manzarayı bir nebze hafifletse de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin en net göstergelerinden biri ara sokaklardı:
İncecik yufka ekmekler çok geniş bir coğrafyada her ülkede bambaşka isimlerle karşımıza çıkıyor. Genellikle bu isimler, incelik, şekil veya yapılış tekniği ile ilgili adlandırmalar oluyor. Akdeniz etrafında dolanırsak bizim yufka ekmek Mısır'da rekak olarak anılıyor. Osmanlı Türkçesinde bu kullanım var. Yufka gibi olmak, zayıf ve ince olmak anlamında kullanılıyor. Tunus, Fas, Cezayir'e gittiğimizde ise warqa veya warak, yani varak olarak adlandırılan bir yufka var. Varak yaprak demek, yaprak gibi ince anlamında. Ancak bu yufka ekmek olarak değil onların kızartma böreklerinin yapımında kullanılıyor. Tekniği çok farklı, ıslak bir hamur geniş yuvarlak bir tavaya vuruluyor, hamurun yapıştığı kadarı pişip kendisini bırakıyor. Ayln Öney Tan'la bir tutam tarih, biraz da tarif...
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Saîd, yayınladığı özel bir kararnameyle, Tunus Cumhuriyeti Başmüftülüğü'ne Şeyh Hişâm bin Mahmûd'u (81) atadı. 2019'da göreve başladığından bu yana birbirinden tartışmalı kararlara imza atan Saîd, son olarak, 25 Temmuz 2021'de hükümete el çektirerek seçilmiş parlamentoyu feshetmişti. Saîd'in çağrısıyla 17 Aralık 2022'de düzenlenen genel seçimlere ise katılım oranı yüzde 11'de kalmış, böylece ülkede siyaset mekanizması tümüyle kilitlenmişti. Böyle bir atmosferde, Şeyh Hişâm bin Mahmûd'un müftülüğe atanması, elbette birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Ki bunların başında Şeyh Hişâm'ın yaşı ve kendisini atayan iradenin halk nezdindeki meşruiyeti meselesi geliyor. İslâm dünyasında “nev'i şahsına münhasır” bir ülke olarak dikkat çeken Tunus'ta, siyasetle doğrudan bağlantısı sebebiyle, müftülük makamı önemini hep korudu. Uzun Osmanlı asırları boyunca herhangi bir gerilimin konusu olmayan müftülük, 1950'lerden sonra ise bu göreve getirilenler açısından adeta “ateşten gömleğe” dönüştü. 1574'te bugünkü Tunus ve çevresi Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkimiyeti altına girdiğinde, halkın ekseriyeti Mâlikî mezhebine mensuptu. Yönetimi üstlenen Murâdîler hanedanı, Hanefîliği de ülkede yaygınlaştırarak dinî hayata resmî bir düzen getirdi. 1600'lü yılların başından itibaren Tunus'ta biri Hanefî diğeri de Mâlikî olmak üzere iki müftü vazifelendirildi. Müftülük makamını dolduran zat, zaman içinde “müftî-i ekber”, “başmüftü”, “şeyhülislâm” gibi unvanlarla anıldı. 1881'de Tunus'ta başlayan “Fransız himayesi” dönemi, müftüler açısından ilk ciddi sıkıntıların baş gösterdiği bir zaman dilimiydi. Gördükleri siyasî baskıların yanı sıra, halkın “himaye” yönetimi sırasında yaşadığı çok çeşitli problemlerin çözümü yine müftülerin sorumluluğundaydı. Fransız tesirlerine karşı İslâm kültür ve ahlâkının müdafaası da müftülerden beklenen bir görevdi. Tüm bunları aynı anda ve mükemmel bir biçimde yerine getirmenin zorluğu ise malumdu. Keza, siyasî dengeler sebebiyle, süreç içinde Mâlikî müftü sayısının dörde kadar çıkması, dikkat çeken bir ayrıntıydı. Tunus, 1956'da Fransız sömürgesinden kurtulup bağımsız bir cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıktığında, Paris'te eğitim gören ve Fransız tipi jakoben laikliği benimseyen Habib Burgiba, ülkede gerçekleştirdiği “modern” reformlar bağlamında müftülük makamını da kontrolü altına aldı. Müftülükteki çok başlılık ortadan kaldırıldı, “Tunus Cumhuriyeti Başmüftüsü” siyaset tarafından atanan bir memura dönüştürüldü. Muhammed Abdulazîz Cuayt (1886-1970), müftülük makamına getirilen ilk isim oldu. 1957-1960 arasında koltuğunda oturan Cuayt'tan sonraki müftüler sırasıyla şunlardı: Muhammed Fâzıl Bin Âşûr (1909-1970, görev: 1962-1970), Muhammed Hâdî Belkâdî (1905-1979, görev: 1970-1976), Muhammed Habîb Belhûca (1922-2012, görev: 1976-1984), Muhammed Muhtâr Selâmî (1925-2019, görev: 1984-1998), Kemâleddîn Cuayt (1922-2012, görev: 1998-2008), Osman Battîh (1941-2022, görev: 2008-2013 ve 2016-2022), Hamde Saîd (d. 1940, görev: 2013-2016). Bu isimlerden Muhammed Fâzıl Bin Âşûr, Tunuslu meşhur âlim Muhammed Tâhir bin Âşûr'un, Kemâleddîn Cuayt da ilk müftü Muhammed Abdulazîz Cuayt'ın oğluydu. Habib Burgiba'nın İslâm'la kurduğu “Fransız tipi” münasebet sebebiyle, 1956'dan sonraki Tunus müftüleri ciddi sınavlarla karşı karşıya kaldılar. Burgiba, devlet memurlarına orucu yasaklamayı düşünecek kadar uçlarda gezinen bir devlet başkanıydı. “Aşırılıkla mücadele” adı altında İslâmî şiarların tamamına cephe alan ve din adamlarını da bu çizgide yürümeye zorlayan Burgiba'nın 1987'de kendi başbakanı Zeynelâbidîn bin Ali tarafından emekliye sevk edilmesi, müftüleri yine tam anlamıyla rahatlatmadı. Ancak görev yaptıkları sürelerin uzamasından da anlaşılacağı üzere, siyaset kurumuyla dinî müesseseler arasındaki gerilim azaldı.
13 sene önce Tunus'ta başlayan ve bütün Arap dünyasında domino etkisiyle gelişen olaylarda bir olağanüstülük görüntüsü vardı. Bu da bu işlerin ancak dışardan bir müdahale ile olabileceği kanaatini oluşturuyordu. Oysa bu ülkelerin hepsinde birbirinden etkilenerek, esinlenerek hareketlenmeye hazır çok ciddi sosyolojik koşullar vardı. Bunlar Avrupa'da 1968'de bütün Avrupa'yı etkisi altına alan gelişmelere çok benzer özelliklere sergiliyordu. Bütün bu süreçleri her zaman baştan itibaren kontrol eden bir gücün varlığını düşünmek çok ayartıcı çünkü çok kolay bir düşünme biçimi ve zihnimizde kök salmış “süper güç” vehimlerimizden besleniyor. Dünyada gerçekten çok güçlü ve dünyanın bütün gelişmelerini kontrol altına almak isteyen güçlerin olmadığını söylemek elbette safdillik olur. Ancak ne kadar güçlü bir kontrol arzusu olsa da çoğu zaman sosyal hadiseler kontrol dışında gelişir. Bu büyük güçlerin en büyük marifeti olayları başlatıp istedikleri istikamette sürüklemek değil, çoğu kez başka türlü başlamış olayları kendi kontrollerine alma maharetlerinden gelir. Arap Baharı, iddialarıyla ve vaat ettikleriyle bu güçlerin hiçbir şekilde önayak olabilecekleri bir süreç değildi. Bilakis süreç onların baştan beri tezgahlamış oldukları sistemi tehdit edecek potansiyeller içeriyordu. Mevcut dünya düzeni Müslümanların, kendi aralarında Arapların ve Araplarla Türklerin hiçbir şekilde birleşmemelerini temin etmek üzere kurulmuştur. İslam Dünyası'na mevcut düzeni empoze eden şartlar I. Dünya savaşı sonrası oluşmuştur ve halen devam etmektedir. Bugün Ortadoğu'da yaşanan bütün sıkıntılar bu birleşmeye zorlayan doğal sosyolojik gelişmelere karşı uluslararası siyasi düzenin direncinden kaynaklanıyor. Halklar birbirine çekiyor, bütünleşmeyi istiyor, ama arada bu birleşmeye karşı konulmuş gözetleme kuleleri dikkatle çalışıyor. Arap Baharı çok zorlama müdahalelerle durdurulmayıp başladığı gibi devam etmiş olsa bugün çok daha farklı bir Arap Dünyası, Ortadoğu ve Türkiye ilişkileri olurdu. Arap Baharı'nın durdurulması meselesi tabii ki bazı Arap monarşilerinin basitçe yaşadıkları demokrasi korkusundan ibaret değildir. İslam dünyasındaki demokrasi korkusu sadece Arap monarşilerinde veya bazılarının oligarşilerinde yok, daha büyüğü ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerinde var. Çünkü onlar için demokratikleşmiş bir İslam dünyası onların kontrollerinden çıkmış ve Ortadoğu için kendilerince uygun görmüş oldukları düzenin bitmesi demektir. Ortadoğu'da halk-devlet bütünleşmesini sağlamış gerçek bir demokrasi herkesten önce İsrail'in bugünkü varlık şeklini tehdit eder. Çünkü İsrail bugünkü bütün işgalci, yayılmacı ve ihlalci varlığını parçalanmış, halklarıyla kopuk rejimlere borçludur.
Bugünkü Libya'yı oluşturan üç bölgeden biri olan Trablusgarp (diğer bölgeler Bingazi ve Sirenayka idi) Osmanlı Devleti'ne 1559'da bağlandı ve Akdeniz'deki üç Garp Ocağı'ndan ikincisi (birincisi Cezayir'de, üçüncüsü Tunus'ta idi) Trablusgarp'ta oluşturuldu. Bölge uzun süre “Dayı” denen yerel beylerle yönetildi ama bölgedeki aşiretlerin gerektiğinde birbirlerine karşı Avrupalılarla bile işbirliği yaptığı fark edilince, bölgenin idaresi ve güvenliği için merkezden asker gönderildi. Ağırlıklı olarak Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu'dan toplanan çoğu devşirme levendlerin ve yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak bu yasak zamanla delindi ve Osmanlı-Arap-Bedevi karışımı Kuloğulları denen toplumsal kesim ortaya çıktı.
Bugün 25 eylül 2022 #denizanaları
Yeni konseptimiz Dünyadan Bi Haber'in 2 kısmına hepiniz hoşgeldiniz. Bu haftaki dış basın gündemimizde Çin'in BM Daimi Temsilcisinden, Pelosi'nin olası Tayvan ziyaretine olan tepkisi, Sri Lanka'da saray baskını sonrası yaşananlar, İngiltere seçimi ve Tunus'taki referandum var.
Rusya'nın Ukrayna'ya saldırılarının 14. günü. Dış Politikada Kadınlar İnisiyatifi‘nin üyesi, uluslararası ilişkiler alanında çalışan üç kadın, Prof. Dr. Zeynep Alemdar, Dr. Hürcan Aslı Aksoy ve Dr. Serpil Açıkalın, üçüncü haftasına giren Rusya'nın Ukrayna saldırısının şimdiden görülen ve öngörülebilir sonuçlarını değerlendirdi. 09.03.2022 00:00 Giriş 02:30 Prof. Zeynep Alemdar Dış Politikada Kadınlar İnisiyatifini anlatıyor 04:30 BMGK 1325, kadınlar, barış ve güvenlik 11:00 Rusya'nın Ukrayna saldırısı Avrupa'yı nasıl değiştirdi? 12:30 Dr. Hürcan Aslı Aksoy Almanya'nın "yeni" dış politika önceliklerini anlatıyor 14:00 Rusya-Ukrayna savaşı ve Almanya'nın enerji politikaları 15:30 Avrupa'da militarizm 16:30 Avrupa'nın yeşil enerji gündemi 20:20 Rusya'nın Ukrayna saldırısı Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu nasıl etkiledi 21:56 Dr. Serpil Açıkalın savaşın petrol üreten ülkelerin tutumlarını etkisini değerlendiriyor 24:00 Enerji arzı açısından Cezayir ve Libya'nın tutumları 30:50 Prof. Zeynep Alemdar kadınların barış ve ateşkes görüşmelerine katıldıklarında yarattıkları farkı örneklerle anlatıyor 35:30 Kadınların arabuluculuk süreçlerinde yarattıkları farklar 41:00 Dr. Hürcan Aslı Aksoy Türkiye'nin Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin tutumunu değerlendiriyor 41:50 Savaş Türkiye'nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini nasıl etkileyebilir? 43:44 Almanya'da ilk kez "milli güvenlik" kavramı tartışılıyor 51:16 Dr. r. Serpil Açıkalın Tunus'ta geçiş dönemi adaleti sürecini anlatıyor 52:37 Tunus'ta ekonomi ve siyaset 53:50 Rusya-Ukrayna savaşı ve Mısır ekonomisine etkileri 54:30 Bir siyasi sembol olarak ekmek 55:52 Rusya'nın Ukrayna saldırısının Fas'taki yansımaları 58:00 Kapanış
Socrates FC'nin 102. bölümünde Atahan Altınordu, İnan Özdemir ve İlhan Özgen, Fatih Terim'in ayrılığını, Roma-Juventus maçını izlemeyenlerin neler kaçırdığını ve Tunus-Mali maçının son 5 dakikasını derinlemesine inceledi.
Arap baharı olarak da nitelenen protesto dalgasına start veren Tunus'ta otoriter rejimin yıkılması sonrası başlayan demokratikleşme süreci Cumhurbaşkanı Kays Said'in 25 Temmuz'da meclisin yetkilerini askıya almasıyla sekteye uğradı. Stanford Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacısı, siyaset bilimi doktoru Aytuğ Şaşmaz ile Tunus'taki son gelişmeleri konuştuk. Şaşmaz, Tunus'un demokratikleşme yolculuğunun kesintiye uğramasında ise siyasi partilerin örgütsel genişlemeye ve kurumsal gelişime yatırım yapmayışlarının önemli etkisi olduğunu anlatıyor.
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, ülkenin anayasasını değiştirmeye hazırlandığının sinyallerini verdi. Gökçe Çiçek Kösedağı'nın sorularıyla, “Nuray Mert ile Soru-Cevap” programında bu hafta gündem, Tunus'ta yaşanan son gelişmelerdi.
Tunus'ta demokrasinin sonu mu? - Konuk: Nebahat Tanrıverdi
İngiltere'nin, Orta Doğu'da yaşanan ve kendisini de yakından ilgilendiren gelişmelere oldukça cılız tepkiler verdiği veya uyguladığı politikaların tutarsızlıklar içerdiği görülüyor. Suriye, Libya, Yemen, son olarak Tunus derken, şimdi de Afganistan. Yazan: Altay Atlı Seslendiren: Sefa Şengül
Tunus'ta bir gencin gözaltına alındıktan sonra ölümüyle başlayan protestolar bir haftayı geride bırakırken, gösterilerin güvenlik reformu talebiyle sınırlı kalıp kalmayacağı tartışılıyor. Yazan: Ala Hammudi Seslendiren: Sefa Şengül
Kendinizi bir çöl karıncası olarak düşünün. Tunus'un beyaz çöllerinde yuvanızdan yiyecek aramak üzere çıkıyorsunuz. Nereye gideceğinizi bilmiyorsunuz. Yuvanızın etrafında daireler çizerek yiyecek bulana kadar ilerliyorsunuz. O günkü nasibinizi buldunuz diyelim. Peki, yuvanıza nasıl geri döneceksiniz?Bilim insanları gözlemlerinde karıncaların yiyeceklerini bulduktan sonra, yürüdükleri yolu takip etmeden, yuvalarına doğrudan döndüklerini gördü. Bulunduğu yerden yuvasına en yakın yolu bir karınca nasıl bulabilir? Kızıl karıncaların ve orman karıncalarının yollarını bulmak için etrafa kimyevi işaretler bıraktığı bilinmektedir. Bu canlılar, İlahi bir sevkle, bazı izler bırakarak nereden geçtiklerini hatırlayıp yuvalarına dönüş yolunu bulmaktadır. Çölde ise bu tarz işaretlemeler neredeyse imkânsızdır. Çöl kumlarının yapısı ve çöl şartları, bu tür işaretleri taşıyacak kimyevi maddeleri barındırmaya uygun değildir. Bu çeşit işaretler çöle bırakılsaydı, karıncalar için bu durum, Hansel ve Gretel masalındaki çocukların ekmek kırıntılarını daha sonra bulamaması gibi olurdu. Demek ki burada hayatını sürdüren çöl karıncaları başka bir mekanizma ile donatılmıştı.