POPULARITY
En este día, amigos oyentes, tenemos ante nosotros obras de dos personas que en el Foro de Laura Gallego se hacía llamar Karina y Elissare. Las obras en cuestión son "El Fénix de Hielo" y El Espíritu del Fénix". Junto a ello se hablaran algunas cosas, se darán noticias, habrá algunas recomendaciones de diversas editoriales como SM, Edebé o Yellos tal vez algo de cómic. Recordaremos en todo momento el Foro incluyendo un fragmento de uno de los relatos u otras de los que hablaremos "El Sabor de la Sangre" de edward_cullen. Todo ello después de una dura lucha y navegación por el ancho espacio, los escollos y arrecifes de Internet. Después de todo ello como siempre la despedida. LOCUTOR: Miguel A. Mateos Carreira GUION Y DIRECCIÓN: Miguel A. Mateos Carreira MUSICA: GarageBand
Santiago González comenta comentarios de tonnntos patrios como Isabel Rodríguez o el autor de un libro de texto que podría haber sido Urtasun. En este episodio de La República de los Tonnntos, se comenta un tuit que ha destapado un error en un libro de Lengua y Literatura Castellana de la editorial EDEBÉ para cuarto de la ESO. En una línea de tiempo, el libro afirma que en 1923 "José Antonio Primo de Rivera dio un golpe de Estado", confundiendo así al fundador de la Falange con su padre, Miguel Primo de Rivera, que fue quien realmente protagonizó el golpe e instauró una dictadura. Libro de 4º de la ESO de Lengua y Literatura Castellana de la editorial EDEBÉ. Los pegotes que enseñan hoy en el colegio pic.twitter.com/BlsbPvUQDH — GM (@Unosolosoy) March 3, 2025 head.load({"twitter":"https://platform.twitter.com/widgets.js"}); Aunque el error no tiene nada que ver con el ministro de Cultura, Ernest Urtasun, en el programa se "bromea" con la idea de que bien podría haber sido suyo. Y es que Urtasun vuelve a estar en el centro de la polémica, esta vez por la tauromaquia.Roca Rey desafía a Urtasun en la entrega del Premio Nacional de Tauromaquia: "Aquí estamos, no necesitamos su permiso"Javier Romero Jordano En 2024, el ministro eliminó el Premio Nacional de Tauromaquia en un intento de marginar esta tradición. Sin embargo, el galardón fue recuperado por el Senado, nueve comunidades autónomas y la Fundación Toro de Lidia, asegurando su continuidad. Este año, el premio ha sido otorgado al cineasta Albert Serra por su película Tardes de soledad y a la Real Unión de Criadores de Toros de Lidia por su labor en la defensa del toro bravo.'Tardes de soledad', la película sobre la tauromaquia que podría ganar San Sebastián pese al boicot de PacmaSergio Pérez (San Sebastián) El acto de entrega estuvo marcado por el discurso del torero Roca Rey, quien, al entregar el premio a Serra, lanzó un mensaje directo a Urtasun: "La tauromaquia no necesita su permiso porque sigue adelante con la fuerza de quienes la defienden y quienes llenan las plazas". Sus palabras fueron recibidas con una ovación, dejando claro que, pese a los intentos de arrinconarla, la tauromaquia sigue ocupando su lugar.
Wir tauchen immer tiefer in die Offseason ein, aber die NFL macht ja eh keine Pause. Unser Blick geht immer mehr in Richtung Draft, der ab dem 24.4.2025 in Green Bay im Lambeau Field stattfinden wird. Davor geht es für alle NFL-Talente aber erstmal nach Indianapolis zum Combine. Und genau dieser "NFL Combine" soll unser heutiges Thema sein. Wir reden mit zwei ehemaligen deutschen NFL-Profis, die selbst schon daran teilgenommen haben: Kasim Edebali, der 2014 dabei war, und Mark Nzeocha, der sich dann ein Jahr später den Scouts präsentieren durfte (oder auch nicht; Auflösung folgt). Und es gibt so ja viele Fragen, die es zu beantworten gilt: Was ist der Combine überhaupt? Wer darf teilnehmen und was müssen die Talente den 32 NFL-Teams zeigen? Was wollten die Texans alles von Mark Nzeocha wissen? Und wie hat sich Kasim "Vollmaschine" Edebali darauf vorbereitet? Keine Sorge, wir klären in dieser Episode natürlich auch die eigentlich einzig wichtige Frage, die euch und uns unter den Nägeln brennt: Wer war besser beim Bankdrücken - Kasim oder Mark?
“Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Şüphesiz, Allah'ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.” (A'raf 56)“Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19)“Allah'ın yüz rahmeti vardır; bunlardan bir rahmeti yeryüzü halkı arasında paylaşmış ki, onların ecelleri gelene kadar (hayatları boyunca) onlara kâfi gelir. Rahmetin doksan dokuz kısmını ise kıyamet günü evliyaları, dostları için saklamıştır.” (Buharî, Rikak,19; Müslim, Tevbe, 18-21)“Eğer kâfir, Allah'ın katındaki rahmeti kavrayabilse, asla cennetten ümidini kesmez” (Buhari, Rikak 19)"Yeryüzünde, o iyi hale getirildikten sonra da, bozukluk çıkarmayın" buyruğunun manası, "Yeryüzünde hiçbir surette fesatçılık etmeyin" şeklindedir ki, buna öldürmek veya uzuvları kesip koparmak suretiyle nefisleri, canları; gasb, hırsızlık ve çok çeşitli hilelerle malları; küfür ve bid´at ile dinleri; zina ve livataya yönelme ve iftirada bulunma sebebiyle nesebleri ve sarhoş edici şeyler sebebiyle de akılları bozup ifsat etmekten men etmek girer. Bu böyledir, çünkü dünyada muteber olan menfaatler beş tanedir: Can, mal, neseb, din ve akıl. Buna göre Cenâb-ı Hakk´ın, "bozukluk çıkarmayın" yasağı fesatçılık etmenin mahiyetini varlık âlemine sokmaktan mendir. Kötülük çıkarmanın mahiyetini varlık âlemine sokmaktan men etmek ise, onun her çeşidini yasaklamayı gerektirir. Öyleyse buradaki men, bu beş kısımda da bozukluk çıkarmaktan men etmeyi de içine alır.Allah Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, peygamberler göndermek, kitaplar indirmek ve hükümleri açıklamak suretiyle yeryüzünü iyi hale getirdiğimde, sizler bu hükümlere boyun eğin, peygamberleri yalanlamaya, kitapları inkâr etmeye ve hükümleri kabulden yüz çevirmeye yeltenmeyin! Çünkü bu, yeryüzünde fitne ve karışıklıkların vuku bulmasına, böylece de, ıslâh etmeden sonra bozukluğun ortaya çıkmasına yol açar.Bu duanın kabul edilmesi için, muteber olan bazı şartlar içinde bir kusur ve hataya düşme korkusu ile, Allah´a dua edin. Bu şartların tamamıyla yerine getirilebilmesi İçin de, O´na umarak dua edin.Kulun, kat´î ve kesin olarak, duanın kabul edilebilmesi için, gerekli ve muteber olan şartların tamamını yerine getirmiş olması mümkün değildir. İşte bundan ötürü kulun kalbinde bir korku (endişe) bulunur. Yine kul, bu şartların tam bulunmamış olduğunu da kesin olarak bilemez, işte bundan dolayı da onun, duasının mutlaka kabul edileceğini umması gerekir. Yine deriz ki: Dua eden kimse, ancak böyle olduğu zaman, gerçek manada dua etmiş olur. Buna göre Ayetteki "O´na korkarak ve umarak dua edin" buyruğu "Nefsinizde (gönlünüzde), bütün amellerinizde korku ile ümidi birleştirmiş olarak dua ediniz ve bütün gayretinizle çaba sarfetmiş olsanız bile, Rabbinizin hakkını yerine getirmiş olduğunuzu da katî olarak söylemeyiniz" demektir. Bu "Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri korku ile çarparak, (zekatlarını) verenler..." (Mü´min, 60) âyeti ile te´kid edilir.Allah´a iman eden ve tevhid ile nübüvveti ikrar eden (kabul eden) herkes, "muhsin"dir. Bunun delili şudur: Çocuk bir kuşluk vakti buluğa erdiğinde Allah´a, peygamberine ve ahiret gününe iman etse, ama öğle (namazı) vaktine ulaşamadan ölse, ümmet-i Muhammed, onun, "İyi iş, güzel amel yapanlara (muhsin olanlara), daha güzel iyilik vardır" {Yunus, 26) âyetinin hükmüne girdiği hususunda itifak etmişlerdir. Malumdur ki, bu şahıs marifet ve ikrarın dışında, başka bir tâat işlememiştir. Çünkü o, sabah vaktinden sonra buluğa erdiği için, ona sabah namazı farz olmamıştır. Öğlen vaktinden önce de öldüğü için, ona öğle namazı da farz olmamıştır. Görünen odur ki, diğer ibadetler de ona vacib olmamıştır.
Osman Gazi 1258'de dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gazi, annesi Halime Sultan'dır. 1281'de aşiret reisi olmuşsa da adını alacak olan devletin başına 1299 yılında geçmiştir. 1324 yılında vefat etmiş olup, türbesi Bursa'da, sur içinde Tophane semtindedir. İlk dönem Osmanlı tarihçileri onun orta boylu, esmer tenli, yuvarlak çehreli, kara kaşlı, kara gözlü olduğunu, bu yüzden de kendisine Kara Osman diye isim takıldığını, iyi ata bindiğini aynı zamanda iyi bir silahşör olduğunu kaydederler. Osman Gazi gayet sâlih, dindar, cesur ve yiğitti, devlet işlerinde azimli ve kararlıydı. Şahsi hayatında ise mütevazı ve yumuşak huylu idi. Geçimini kendi koyunlarıyla sağlardı. Belirtildiğine göre iaşesi için beytülmalden (devlet hazinesinden) bir şey almazdı. Edeb ve hayâ sahibi idi. Kerem ve atâ sahibi idi, fukarayı güldürür, yetimleri giydirirdi. Cömertliğinden öldüğünde ne altın ne gümüş kaldı. Yönetimi altındakileri adalet ve insafla mamur etti. Herkesle doğruluk ederdi, adalete çok önem verirdi. Osman Gazi bir yandan Marmara'ya, bir yandan da Karadeniz'e ulaşmayı planlıyordu; önünde duran Rum tekfurlarını etkisiz hâle getirerek çatırdayan Bizans'ı sıkıştırmak istiyordu. 1254-1325 yılları arasında 18'den fazla kale fethedilişi, askerî açıdan önem taşıyan Bursa'nın ise iki yandan havale hisarları ile kuşatılmış olması bu planın başarılı bir biçimde yürütüldüğünü göstermektedir. Nitekim Osman Gazi, babasından aldığı toprak mirasını dört katına çıkararak ülkenin yüzölçümünü 16.000 km2'ye ulaştırmıştır. (Hüseyin Algül, Uludağ İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.8, s.61-64)
Ebû Hüreyre (r.a.) Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “Çok gülmeyin! Zirâ çok gülmek kalbi öldürür.” Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) gülerek sohbet eden bazı sahâbîlerinin yanına geldi ve onlara: “Canım elinde olan Allâh'a yemin ederim ki, şâyet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyurdu.” Müslüman ölçülü insandır. Gülerken de ölçülü olmalıdır. Ölçüyü kaçırdığı, kahkaha ile gülmeye başladığı ve bunu devam ettirdiği zaman, ilâhî denetim altında bulunduğunu unutur, Allâh (c.c.)'u zikretmeyi ihmâl eder; işte o zaman kalbi de duyarlığını kaybetmeye, katılaşmaya başlar. Allâhü Teâlâ, “Kalpleri Zât-ı Kibriyâsını zikretmeye karşı katılaşmış olanların vay hâline!” buyurmuştur. Efendimiz (s.a.v.) aşırı derecede gülmenin kalbi öldüreceğini haber vermiştir. Kalbi katılaşıp ölen kimsenin gerçekten bir ölüden farkı yoktur. Kalbimiz, Râbbimizle ilgimizi sağlayan tek organımızdır. Onu öldürmemeliyiz. Fahr-i Cihân (s.a.v.) Efendimiz, çok gülen ve kalbini öldüren kimsenin âhirette düşeceği perişan hâli hatırlatarak Ashâbı (r.a.e.)'i ve bizi uyarmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyuruyorlar ki: “Fazla gülmeyi terk edene, heybet verilir. Fazla konuşmayı terk edene, hikmet verilir. Fazla yemeği terk edene, ibâdetin lezzeti verilir. Mizâhı terk edene, zarâfet verilir. Dünya sevgisini terk edene, âhiret sevgisi verilir.” (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.278-279)
Yaz aylarını genellikle kısa seyahatler, uzun ev zamanı olarak geçiriyorum. Edebî kalemim güneş enerjisi ile çalışan bir panel gibi. İkindi güneşini, bildiğim bir mekânda idrak etmeyi seviyorum. Sonbahar biterken ister istemez düşüncenin, dolayısıyla yazının pusulası, gündelik hayatın distopik maceraya doğru sürüklenen yapısına teslim oluyor.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Ebü't-Tufeyl Âmir ibni Vâsile el-Leysî (r.a.) şöyle dedi: “Bir kişi Hz. Ali (k.v.)'ye: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in diğer insanlara söylemeyip sadece size söylediği bir şey var mı?” diye sordu. O da şu cevabı verdi: “Resûlullah (s.a.v.)'in diğer insanlara söylemeyip sadece bize söylediği hiçbir şey yoktur. Ancak kılıcımın kınında sakladığım şu hadisler var.” Hz. Ali (k.v.) bunları söyledikten sonra, kılıcının kınında sakladığı bir sahife çıkardı. Orada şunlar yazılıydı: “Kestiği hayvanı Allâh (c.c.)'dan başkası adına kesene Allâh (c.c.) lânet etsin. Arâzideki sınır taşlarının yerlerini değiştirip de sınırları bozanlara Allâh (c.c.) lânet etsin. Ana babasına lânet edene Allâh (c.c.) da lânet etsin. Bir bid'atçıyı himâye edip barındırana da Allâh (c.c.) lânet etsin.” Kötü niyetli kimseler, her devirde, müslümanların kafasını karıştırmak için birtakım yalanlar uydurmuşlardır. Bu yalanlardan biri de Şiîlere aittir. Onlara göre, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz , Hz. Ali (k.v.)'ye bazı özel sırlar söylemiştir. Hadis-i şerifte görüldüğü üzere, Hz. Ali (r.a.) bu iddiayı kesinlikle reddetmiştir. Bu sahîfede yazdığı üzere Peygamber (s.a.v.) Efendimiz “Ana babasına lânet edene Allâh (c.c.) da lânet etsin” buyurmuştur. Birine lânet etmek, o kimseye Allâh (c.c.) merhamet etmesin demektir. Bir kimse, kendi annesine ve babasına lânet edebiliyorsa, o terbiyesizin, vefâsızın, kadir kıymet bilmezin tekidir. Anna babaya lânet etmenin bir başka şekli daha vardır. Bunu Sultân-ı Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz şöyle dile getirmiştir: “Bir kimse birinin babasına sövüp lânet eder, o da onun babasına söver. Birinin anasına söver, o da onun anasına söver.” (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.36-38)
Enes ibni Mâlik (r.a.) şöyle dedi: “Bir Yahudi kadın, üzerine zehir sürülmüş bir koyunu kebap yaptı, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e getirdi. Peygamber (s.a.v.) de ondan yedi. Bu Yahudi kadın yakalanıp Peygamber (s.a.v.)'in huzûruna getirildi. Sahâbeden biri: “Yâ Resûlallâh! Bu kadını öldürelim mi?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Hayır, öldürmeyin.” buyurdu.” Enes (r.a.) sözüne şöyle devam etti: “Ben, o bir lokma zehirli etin, Resûlullah (s.a.v.)'in küçük dili üzerindeki etkisini zaman zaman hissederdim.” Tâbiîn muhaddislerinden Vehb ibni Keysân (r.a.) şöyle dedi: Abdullah ibni'z-Zübeyr (r.a.)'in minberde “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, kendini bilmez câhillere aldırma!” (A'râf s. 199) âyet-i kerimesini okuduğunu duydum. Abdullah ibni'z-Zübeyr (r.a.) sonra şöyle dedi: “Yemin ederim ki, Allâhü Teâlâ bu âyette Peygamberi (s.a.v.)'e halka nasıl davranması gerektiğini emretti. Vallahi ben de halkın arasında olduğum sürece, onlara bu âyette emredildiği şekilde davranacağım.” Abdullâh ibni Abbâs (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “İnsanlara bilmeleri gereken bilgileri öğretin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Biriniz bir şeye kızdığı vakit sussun!” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, şahsına karşı yapılan haksızlıkları, kabalıkları bağışlardı. Hayber fethinde yakınlarını kaybeden bir Yahudi kadın, Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizden intikam almak istemişti. Zehirlediği bir koyunu kebap yaparak ona hediye etmişti. Fakat sevgili Efendimiz, ağzına attığı ilk lokmayı yutmadan önce, Allâhü Teâlâ ona etin zehirli olduğunu bildirmişti. Kâinâtın Efendisi (s.a.v.), canına kasteden bu kadından intikam almayıp onu bağışlamış, ne yazık ki, vefât edeceği güne kadar bu zehrin etkisini hissetmişti. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.270-271)
Ebû Hüreyre (r.a.) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “Mü'min, kardeşinin aynasıdır. Mü'min, mü'minin kardeşidir. Onun zarar görmesini önler; onu arkasından koruyup kollar.” Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Mü'min, mü'min kardeşinin aynasıdır. Onda bir eksik, kusur görünce düzeltir.” Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Müstevrid ibni Şeddâd (r.a.), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “Kim bir müslümanın aleyhinde bulunarak birinden bir lokma menfaat elde ederse, Allâhü Teâlâ ona, yediğinin bir mislini cehennemde yedirir. Bir kimse müslüman kardeşinin aleyhinde bulunarak birinden bir giyecek elde etse, Allâhü Teâlâ buna karşılık ona cehennem elbisesi giydirir. Kim bir menfaat karşılığında, birine şöhret ve itibâr kazandırmak için onu lâyık olmadığı şekilde överse, Allâhü Teâlâ bu yağcıyı, kıyâmet gününde herkesin huzûrunda rezil eder.” Ayna yüzdeki kusurları gösterir. İnsan başkalarına o hâliyle görünmemek için kendine çeki düzen verdiği gibi, mü'min kardeşine de ayna olmalıdır. Onun göremediği, ama kendisinin fark ettiği maddî ve mânevî kusurlarını ona söylemelidir; hatalarını ve yanlışlarını hatırlatmalı, onları gidermesini istemelidir. Ayna nasıl pırıl pırılsa, mü'min de öyle olmalı. Kardeşi onun mânevî güzelliğini fark edip Allâh (c.c.)'u hatırlamalı ve kendine çekidüzen vermelidir. Bir insan, biriyle dost olur, sonra onun düşmanına giderek dostunun aleyhinde konuşur, onu çekiştirir, böylece bir menfaat elde ederse, Allâhü Teâlâ o insanın cezâsını âhirette mutlaka verir. Bir kimse, bir çıkar elde etmek için birini sen şöyle iyi adamsın, böyle mükemmelsin diye överse, Allâhü Teâlâ onu bu yalancılığı, ikiyüzlülüğü dolayısıyla kıyâmet gününde ağır şekilde cezâlandırır ve âleme rezil eder. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.265-267)
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Harmele bin Abdullâh (r.a.)'in anlattığına göre, o bir gün kendi kafilesinden ayrılıp Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in yanına geldi. Daha önce de kendisinin yanına gelip gittiği için Allâh'ın Elçisi (s.a.v.) onu tanıdı. Bundan sonrasını Harmele (r.a.) şöyle anlattı: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz kalkıp gidince kendi kendime: “Vallahi” dedim. “Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'den ilim öğrenmek için onun yanına geleceğim.” Öyle de yaptım. Yürüyerek Peygamber (s.a.v.)'in huzûruna geldim ve kendisine: “Yâ Resûlallâh! Bana ne yapmamı emredersin?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Ey Harmele! İyilik yap, kötülük yapmaktan sakın!” Sonra oradan ayrılıp kafilemin yanına döndüm. Daha sonra tekrar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in yanına geldim; ona daha yakın bir yere oturdum. Yine kendisine: “Yâ Resûlallâh! Bana ne yapmamı emredersin?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Ey Harmele! İyilik yap, kötülük yapmaktan sakın! İnsanların yanından ayrılıp gittiğin zaman, onların senin hakkında ne söylemelerini duymaktan memnun olacaksan, onu yap! İnsanların yanından ayrılıp gittiğin zaman, onların senin hakkında ne söylemelerini istemezsen, onu da yapmaktan sakın!” Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in yanından ayrılıp kafilemin yanına dönünce düşündüm. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu tavsiyesi, her şeyi içine alan son derece kapsamlı bir sözdü.” Bu hadîs-i şerîf, onu bize nakleden Harmele (r.a.)'in dediği gibi, her şeyi içine alan çok hikmetli bir sözdür. Buna göre biz, insanların yanından ayrılıp gidince, onların bizim hakkımızda ne söylemelerini duymak istersek, onu yapmalıyız. İnsanların bizim arkamızdan, hakkımızda ne söylemelerini duymak istemezsek, onu yapmaktan da kaçınmalıyız. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.251-252)
Tâbiîn neslinden olan Küleyb ibni Menfa'a (r.a.) şöyle dedi: “Anlattığına göre dedem bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in huzûruna çıkmış ve: “Yâ Resûlallâh! Kime iyilik edeyim?” diye sormuş, Allâh'ın Elçisi (s.a.v.) de ona şöyle cevap vermiştir: “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve diğer yakınlarına iyilik et! Onlara iyilik etmen, senin vazifendir. Bunlar, kendileriyle aslâ ilgini kesmemen gereken akrabandır.” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, İslâmiyet'in ilk günlerinde, “En yakınlarını uyar!” ilâhî emrini alınca, amcalarını, halalarını ve diğer yakınlarını evinde topladı. Onun en büyük düşmanlarından biri amcası Ebû Leheb'ti. O, Peygamber-i Zîşân (s.a.v.) Efendimiz'in konuşmasına bile fırsat vermedi, hep kendi konuştu. Bu birinci toplantıydı. Bu defa Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), akrabalarıyla Safâ Tepesi'nde daha geniş çaplı bir toplantı yaptı, onları İslâm'a dâvet etti ve uyardı. Putlara tapınmamalarını, sadece Allâhü Teâlâ'ya iman ve ibâdet etmelerini istedi. Bu toplantının da fazla bir etkisi olmadı. Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz bu toplantının sonunda onlara “Aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle ilgimi kesmeyeceğim.” buyurdu. Yani siz beni dinlemeseniz, dâvetimi kabul etmeseniz bile, ben akrabalık bağını hep gözeteceğim buyurdu. İşte bu sebeple akrabalarla ilgiyi hiçbir zaman kesmemeli, onları ziyâret etmeli, telefonla da olsa hatırlarını sormalı, yardıma ihtiyaçları varsa, yardım etmelidir. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.77-78)
Abdullah ibni Ömer (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hepiniz bir tür çobansınız; hepiniz hangi görevi üstlenmişseniz, ondan sorumlusunuz. Devlet reisi de bir tür çobandır ve yönettiklerinden sorumludur. Erkek ailesinin çobanı sayılır ve onlardan sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanı durumundadır; o da koruması gereken maldan sorumludur. Netice itibâriyle hepiniz bir tür çobansınız ve hepiniz üstlendiğiniz görevden sorumlusunuz.” Ashâb-ı Kirâm (r.a.)'den Ebû Süleyman Mâlik İbni Huveyris (r.a.) şöyle dedi: “Biz aynı yaşlardaki birkaç genç, Resûlullâh (s.a.v.)'e gelmiştik. Yirmi gün boyunca onun yanında kaldık. Bizim yakınlarımızı özlediğimizi anlayınca, geride ailemizden kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine söyledik. Allâh'ın Resûlü (s.a.v.) çok merhametli ve şefkât dolu bir insandı. O zaman şöyle buyurdu: “Haydi ailenizin yanına dönün, öğrendiklerinizi onlara öğretin, yapmaları gerekenleri kendilerine bildirin. Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılın. Namaz vakti girince içinizden biri ezân okusun, en yaşlınız da size imam olsun.” Birilerini yönetenler, onlarla yakından ilgilenmeli, ihtiyaçlarını öğrenmeli ve onlara yardımcı olmalıdır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Ashâbı (r.a.e.)'in imamıydı. Bu sebeple onlarla yakından ilgilenir, ibâdet başta olmak üzere, bilmeleri ve yapmaları gereken her şeyi kendilerine öğretirdi. Etrafındakilere derin bir şefkat beslediği için, onlar da Allâh'ın Resûlü (s.a.v.)'i çok severdi. Bir müslüman namazı önemsemeli ve onu Peygamber (s.a.v.)'in Efendimiz kıldığı ve Ashâbı (r.a.e.)'e öğrettiği gibi kılmaya gayret etmeli ve bunu diğer insanlara da öğretmelidir. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.236-237)
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Mürre el-Fihrî (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben ve yetimi himâye eden kimse, şu iki parmağın birbirine yakınlığı gibi cennette yan yana olacağız.” Tâbiînden Ebû Bekir ibni Hafs (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre, Abdullah ibni Ömer (r.a.), sofrasında bir yetim olmadan yemek yemezdi. Tâbiîn âlimi Hasan-ı Basrî (r.a.) şöyle demiştir: “Bir yetim, Abdullah ibni Ömer (r.a.) yemek yerken hep sofrasında bulunurdu. Bir gün kendisine yemek getirmelerini, yetimi de çağırmalarını söyledi, fakat onu bulamadılar. Yetim, İbni Ömer (r.a.) yemeğini yiyip bitirdikten sonra geldi. İbni Ömer (r.a.) ona da yemek getirmelerini söyledi, fakat evde yemek kalmamıştı. Bunun üzerine ona kavut ile bal getirdiler. Abdullah ibni Ömer (r.a.)o yetime: “Haydi başla, vallahi aldanmış sayılmazsın.” dedi. Hasan-ı Basrî (r.a.) bu olayı anlattıktan sonra: “Vallahi İbni Ömer de aldanmamıştır” dedi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz yetimlere, özellikle de hem anasını hem babasını kaybeden yavrulara sahip çıkmamızı istiyor. Onları bağrımıza basmamızı tavsiye ediyor. Ve kendisinin, yetim hâmisi merhametli kimselerle cennette yan yana bulunacağını müjdeliyor. Yetimi himâye etmek, onu yedirip içirmek, malını koruyup gözetmek, güzel bir eğitim almasını sağlamak demektir. Yetime sahip çıkanlar, âhirette Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e komşu olacaklardır. İslâm büyükleri, evlerinde yetimleri barındırır, onları incitmemeye çalışırlardı. Abdullah ibni Ömer (r.a.) Peygamber (s.a.v.) Efendimiz gibi yaşamaya çalışır, onun gibi yetimleri koruyup kollar, himâye ettiği yetimle beraber yemek yerdi. Yemek yendikten sonra gelen yetime kahvaltılık gibi bir şey verildi. İbni Ömer (r.a.) onun gönlünü almak için, yemeği kaçırmış olsa bile, yemekten geri kalmayacak güzel şeyler yediğini söyledi. Olayı anlatan Hasan-ı Basrî (r.a.) hazretleri yetime ikrâm etmek sûretiyle İbni Ömer (r.a.)'in de kârlı, kazançlı çıktığını ifâde etti. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.175-177
Enerji yoksulluğu son dönemde hem Türkiye'de hem de dünyada çok konuşulan gündemlerden biri haline geldi. Tarifelerin yükselmesine dair öngörülerin de artmasıyla birlikte enerji yoksulluğu kavramı yurttaşların gündelik kaygıları arasına girdi. Bu bağlamda konuyla ilgili farkındalık ve görünürlüğü artırmak için Mekanda Adalet Derneği olarak Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği işbirliğiyle yürüttüğümüz Türkiye'de enerji yoksulluğuna odaklanan projemiz kapsamında uzmanların görüşlerini merkeze alan 3 podcast ürettik.“Yeşil Enerji Dönüşümü Enerji Yoksulluğuna Hitap Edebilir Mi?” başlıklı son bölümümüzde uzman konuğumuz SEFİA'dan (Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği) Taylan Kurt oldu. Bu bölümde Uluslararası Enerji Ajansı'nın Mayıs 2024'te yayınladığı “Uygun Fiyatlı ve Adil Temiz Enerji Geçişleri için Stratejiler” raporu etrafında iklim krizi karşısında gerçekleştirilmesi zorunlu hâle gelen enerji dönüşümünün enerji yoksulluğuna ne ölçüde hitap edebileceği hakkında konuştuk.Enerji yoksulluğu odağında yürüttüğümüz çalışmalarımızı yakından incelemek için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir, web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.MAD Web: mekandaadalet.orgMAD Instagram: @mekandaadaletMAD Twitter (X): @mekandaadalet
Tâbiînden Ebû Amr eş-Şeybânî (r.a.), Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.)'ın evini eliyle gösterdi, ardından da onun şöyle dediğini söyledi: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'e: “Allâhü Teâlâ'nın en sevdiği amel nedir?” diye sordum. “Vaktinde kılınan namaz.” buyurdu. “Sonra hangisidir?” diye sordum. “Ana babaya iyilik ve itaat etmek.” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” diye sordum. “Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmek.” buyurdu. Abdullah ibni Mes'ûd (r.a.) daha sonra şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bana bunları söyledi; şâyet kendisine sormaya devam etseydim, herhalde daha başka şeyler de söylerdi.” Allâhü Teâlâ'nın en çok hoşnut olduğu üç ibâdetten biri, vaktinde kılınan namazdır. Namaz en önemli ibâdet ve dinin direğidir. Bu sebeple namazı vaktinde kılmalıdır. Allâhü Teâlâ'nın en çok sevdiği ikinci ibâdet, ana babaya iyilik ve itaat etmektir. Bir evlât, onların isteklerini yerine getirmeye ve onları kendisinden râzı etmeye çalışmalıdır. Çünkü onlar, insanın dünyaya gelmesine, Allâüh Teâlâ'yı tanımasına ve cennette ebedî bir hayatı kazanmasına aracı olmuşlardır. Allâhü Teâlâ'nın sevip beğendiği üçüncü ibâdet, Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmektir. Çünkü insan, azîz dinini ve vatanını kâfirlerden ancak cihâd ile koruyabilir ve dünyaya yayabilir. Hattâ gün gelir, Allâh (c.c.) yolunda cihâd etmek en önemli ibâdet olur. İslâm'ın öğrenilmesi ve yaşanması için gayret etmek de bir cihattır. Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz, Allâh (c.c.)'un rızâsının nasıl kazanılıp nasıl kaybedileceğini bizlere şöyle bildirmiştir: “İnsan Allâh (c.c.)'un rızâsını ana babasını hoşnut ederek kazanır. Allâh(c.c.)'un gazâbını da onları öfkelendirerek üzerine çeker.” (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.16-18)
Biz günü anlamak için uğraşırken; “Bu kadar da olmaz ama!” diye şaşkınlığın harap bahçelerinde eğleşirken; hafızanın kıvrımlarında yer edinmiş, saklandığını bilmediğimiz, ancak gün yüzüne çıkınca haberdar olduğumuz sahneler, tespitler, sanki müphem ve solgun olana biraz ışık düşürmek için çıkıp gelirler. Saklananların en kıymetlisi, çocukluğun aldığı kayıt ile edebî bir metnin sayfalarından kopup gelenlerdir. Dün güne daima sanat ürünü ile eklenir. Edebî bir metin, bir şarkı ya da bir film ile... Güncel olan, gün sona erince hükmünü tamamlar genellikle. Ama güncel olan “o gün” olarak sanat eserine dönüşünce, zamanın izini üzerine ala ala hakikatin başka bir açıdan idrak edilmesine vesile olur. O halde dünü güne ekleme bahsinde, Alman siyasetçilerin mazlumdan yana değil de zalimden yana tavır koyan hallerine dikkat kesilelim. Beş ay önce, 17 Kasım 2023'te Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya seyahatinde, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz'un İsrail'in Filistin halkını katletmesini müdafaa edişini tüylerimiz diken diken dinlerken; Almanya'nın 2. Dünya Savaşı'nda gerçekleştirdiği Yahudi soykırımı suçunu örtmek için daima yeni suçlara tevessül edeceğini, eski suçunu yeni suçlarla örtmeye devam edeceğini idrak etmiştik. Almanların siyasetçisinden gazetecisine, mazlumdan yana değil de zalimden yana tavır almaları, bir kez daha bana Almanlar neden böyle sorusunu sordurtmuştu beş ay önce. Soruyu günlerce zihnimde taşıdıktan sonra cevap Tolstoy'un devasa ve muhteşem romanı Savaş ve Barış'ın sayfalarından geldi. O Savaş ve Barış ki sosyoloji, psikoloji, antropoloji bölümlerinde muhakkak yardımcı ders kitabı olarak okutulmalı. Şöyle diyordu Tolstoy'un kahramanlarından biri: “Almanlar girdikleri hiçbir savaşı kazanmamışlardır.” Almanlar galiba ya saldırgan olmayı seçiyorlar ya da saldırganın yanında durmayı. 2. Dünya Savaşı'nda imha ettikleri, fırınlarda yaktıkları, yurtlarından yuvalarından ettikleri Yahudilerin hatırasını zihinlerinden silmek için günün zalimi olarak yakıp yıkan, katleden İsrail'den yana tavır koymaları başka nasıl izah edilebilir. Tarihin mağdur kavmi olmayı kimselere bırakmayan, mağduriyeti türlü sanatsal ürüne, en çok da sinemaya, edebiyata aktarmış olan Yahudilerin Almanları kendileri ile yüzleştirdiğini düşünmeyi isterdim elbet. Ancak Filistin halkının uğradığı soy kırıma Siyonist emelleri destekleyerek arka çıkan Alman siyaseti, kanlı geçmişini mağdurun yanında durarak temizlemek yerine, kan dökücünün yanında durarak şiddetten yana görev alan duruşu üzerinden güncelliyor. 7 Ekim'den bu yana Filistin halkının karşısında duran ilk ülke Almanya oldu. Filistinli sanatçıların programlarını iptal etti. YETMEDİ! Filistin'e destek veren her türlü dayanışma toplantısını “terörist eylem” olarak kabul etti.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.)'den Ukbe bin Âmir (r.a.) şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.v.)'i şöyle buyururken dinledim: “Kimin üç kızı bulunur da, onların yetişmesindeki zorluklara sabreder, elindeki imkânlarla onları giydirip kuşatırsa, bu çocuklar onunla cehennem ateşi arasına perde olurlar.” Câbir ibni Abdillâh (r.a.), kendisini dinleyenlere, Resûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: “Üç kızı olan, onları koruyup gözeten, ihtiyaçlarını temin eden ve onlara şefkâtli davranan kimse mutlaka cennete girer.” Câbir ibni Abdillâh (r.a.) sözlerine şöyle devam etti: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in meclisinde bulunan bir adam: “Yâ Resûlallâh! İki kızı olup, onları aynı şekilde yetiştiren kimse de cennete girer mi?” diye sordu. Allâh'ın Resûlü (s.a.v.) ona: “Evet, iki kızını aynı şekilde yetiştiren de cennete girer.” buyurdu. Kızlar, erkeklere göre daha nârindir. Hayatın zorluklarına ve kendilerini bekleyen tehlikelere karşı korunmaları gerekir. Onların maddî ihtiyaçlarını gidermek elbette önemli, ama yeterli değildir. Onları, her sıkıntıya katlanarak İslâm terbiyesiyle eğitmek daha da önemlidir. İşte bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz iki veya üç kızını kimseye muhtaç etmeden büyüten babayı veya anneyi Allâhü Teâlâ'nın cehennem ateşinden koruyacağını müjdelemektedir. Allâh'ın Resûlü (s.a.v.), kız çocuklarını güzelce yetiştirdikten sonra, onların iyi bir evlilik yapmalarını sağlamayı, hattâ daha sonra da kendilerine yardımcı olmayı tavsiye buyurmuştur. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.110-112)
Konuğumuz Ömer Faruk Şerifoğlu ile çok yönlü bir sanatçı olarak Cihat Burak'ın edebî eserleri ve ilk kez yayımlanan metinleri üzerine konuşuyoruz.
Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Muâviye bin Hayde (r.a.) şöyle dedi: Ben Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e: “Yâ Resûlallah! “Kendisine iyi davranmam gereken kimdir?” diye sordum. “Annen” buyurdu. “Ondan sonra kim gelir?” diye sordum. “Annen” buyurdu. Ben tekrar: “Daha sonra kendisine iyi davranmam gereken kimdir?” diye bir daha sordum. Bana yine: “Annen” buyurdu. Ardından bir kere daha: “Ondan sonra kime iyi davranayım?” diye sorunca şöyle buyurdu: “Babana, ondan sonra da sırasıyla sana en yakın akrabana.” Peygamber (s.a.v.) Efendimiz , “Yâ Resûlallah! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahâbîye üç defa “annene” diye cevap vermiştir. Çünkü annemiz bizim canımızdır. Bizi canıyla beslemiştir. Yavrum uyusun diye uyumamıştır. Bizi aylarca karnında taşımış, yetiştirmek için yıllarca çırpınmıştır. Allâhü Teâlâ annenin bu fedâkârlığını şöyle dile getirmiştir: “Annesi onu nice zahmetlerle taşıdı, nice zahmetlerle doğurdu. Annenin hamileliği ve çocuğun sütten kesilmesi de otuz ay sürer.” (Lokman s. 14) Allâh (c.c.)'a imandan sonra en değerli amel, anneye iyilik etmektir. Anneye yapılan iyilik, tövbe etmek şartıyla, büyük günâhların bile affına sebep olabilir. İnsan annesiyle birlikte babasına da güzel davranmalı ve her ikisinin rızâsını kazanmaya çalışmalıdır. Fahr-i Cihân (s.a.v.) Efendimiz, anne ve babadan sonra “sırasıyla sana en yakın akrabana iyi davran” buyurdu. İnsanın “en yakını” kendi çocukları, dede ve nineleri, erkek ve kız kardeşleri, amcaları, halaları, dayıları, teyzeleri, sonra bunların çocukları, eşinin yakınları, daha sonra da yakından uzağa doğru komşularıdır. Akraba her zaman gözetilmeli, yakınlık sırasına göre onlara yardım eli uzatılmalıdır. (İmâm Buhârî, Edebü'l-Müfred, c.1, s.19-21)
Ey Müslümân! Acizlik gelip yaşlanmadan önce kusurlarını düzelt! Gaflet uykusundan uyan! Yoksa ölüm kamçısı ile uyandırılacaksın. Hadîs-i şerîfde: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyuruldu. Ama o uyanıklık fayda vermez. Sağlığı ni'met bil! Fırsatı elden kaçırma! Yoksa çok üzülürsün. Rubâî: Ömür sona erişti, bırakmadın dünyâyı, Ve yaptığın işlere, bir an pişman olmayı, Kur'ân O'nun kelâmı, hem okur, hem dinlersin. Ne fayda, düşünmezsin, O'na tâbi' olmayı. Dünyâ işlerin çabuk, âhiret işlerin gevşek olunca böyle kulluktan utan! Sonunda, “Dünyâ işleri beni âhiretle meşgul olmaya bırakmadı.” demekten kurtulamazsın. Dünyâ işlerini bitiremedin, âhiret işlerine başlayamadın. Ne kötü bir sevgiye tutuldun. Ömür sona yaklaştı. Bir makâma ulaşamadın. Huzûru, rahatı bir yerde göremedin. Dünyâ işlerinde, ihmâl edilecek hiçbir incelik bırakmadın. Dîn işlerine gelince, bu kadarı çoktur dedin. Hayır, hayır! Sen kulsun. Tepeden tırnağa kadar emir altında olmalısın. Kul hep kuldur. Kulluktan kurtulamaz. İlimsiz kulluk yapmak ise olamaz. İbâdetleri yerine getirecek kadar ilim sahibi olmak lâzımdır. Farz, vâcib, sünnet, nafile ve edeblerde tam bir tertîb ile ihtiyât üzere ol! Böylece namazın dünyâda nûr versin, âhirette nârdan kurtarsın. İmâm-ı Şafiî (rh.a): “Edeb, tertîbin koruyucu duvarı, tertîb sünnetin koruyucu duvarı, sünnet vacibin koruyucusu, vâcib farzın koruyucusu, farz da îmânın koruyucusu, kalesidir. Hepsini yapanın îmânı tehlikelerden korunmuş olur. Terk edenin îmânı tehlikede olur.” buyurmuştur. Ey ömrünü zâyi etmiş kimseler! Ömrünüzde beğenilen bir namazınız olmayacak mı? Fâtiha'yı doğru okuyamayacak, farz ve vâcibleri öğrenmeyecek, İslâmî kurallara riâyet etmeyecek misiniz? Hayâ etmeli o kimse ki, İslâm memleketinde bulunur, müslümânlar arasında ömrünü tüketir de, hâli böyle olur. Ya Râbbi sen, bizleri gafletten uyandır; iyi hâl, iyi ahlâk ve iyi bir son nefes nasib et! Amin. (Muhammed Rebhâmi, Riyâdün Nâsihîn, s.165)
İnsanın geceleyin, gündüz yaptığı işlerini gözden geçirmesi gerekir. Çünkü gece dinlenip istirahât ettiği için akıl ve zekânın daha çok çalışacağı, düşüncenin daha çok yoğunlaşacağı zamandır. Eğer yaptığı işler doğru ve övgüye değerse devam eder, benzerlerini de yaparak onu izler. Yanlış ve kınanacak durumda ve düzeltmesi de mümkünse telâfi eder ve ilerde benzerini yapmaktan vazgeçer. Binaenâleyh insan bu şekilde düşünürse yapmış olduğu fiillerini dört hâlin dışında görmez: Ya fiilleriyle hedeflemiş olduğu gayeye isâbet etmiştir. Ya yanlış yapmış ve o fiilleri yapması gereken yerde yapmamış olur. Yahut da o fiiller konusunda ihmâli söz konusu olup sınırlarına varamamış olur. Veya ileri gitmiş ve sınırı aşmış olur. İşte bu gözden geçirme meselesi yapacağı işi yapmadan önce düşünmeyi öne çıkararak bir nevi yardım sağlamaktır ki böylece isâbet noktalarını bilsin ve hatayı telâfi ederek fırsatı ganimet saysın. Şöyle denilmiştir: “Kim geçen olaylardan çokça ibret alırsa ayak sürçmesi az olur.” İnsanın kendi nefsinin hâllerini gözden geçirdiği gibi başkalarının hâllerini de gözden geçirmesi gerekir. Olabilir ki başkalarının tavırlarından hareket ederek doğruyu bulmak daha kolay olur. Çünkü başkasının hadd-ü harekâtını değerlendirirken nefis hevâ-heves şüphesinden kurtulduğu gibi kendi yaptığı işlerde gösterdiği hüsn-i zannı başkalarının yaptıklarında göstermekten uzaktır. Başkasından gördüğü bir doğruyu yakalar veya onun güzel bir fiili hoşuna giderse kendi nefsini de o güzel fiili işleyerek ziynetlendirir. Çünkü asıl mutlu ve bahtiyar, başkasının fiillerini gözden geçirip en güzeline uyan ve kötüsünden de vazgeçendir. Zeyd ibni Hâlid el-Cühenî (r.a.)'in Resûlullâh (s.a.v.)'den rivâyet ettiğine göre Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Asıl mutlu insan başkalarının hâl ve tavırlarından öğüt alan kişidir.” (Abdürrezzâk) (İmâm Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn, s.763-765)
Dört günlük geçici ateşkes süreci elbette ki Gazze'ye nefes aldırdı. Şehre yardım malzemeleri giriyor. Yaralılar tahliye ediliyor. Gazze'de yaşayan 10 yaşlarındaki bir delikanlı ateşkesten sonra kendisini sokaklara atıp, arkadaşlarına göndermek için video çekmiş. Yeni Şafak'ın Instagram hesabında yayınladık. Yüzünde güller açarak yürüyen çocuk şunları söylüyor: “Arkadaşlar bakın gökyüzüne. Semada uçaklar yok, uçmuyor. Bomba sesi yok.” Gazze halkı 50 gün sonra ilk defa güne ağır bombardıman altında uyanmadı. Süreci gün gün, saat saat izledik. Kahrolduk. “Birileri İsrail'i durdursun” diye çırpındık. Açıkça ifade edeyim, İsrail'i kimse durdurmadı. Dünya, böyle bir iradeyi ortaya koyamadı. Aksine süper devletler soykırımı desteklediler. İsrail'in önüne, canını şehrine siper eden Gazze halkı geçti. Hamas'ın destansı direnişi ve hem diplomatik hem de stratejik hamleleri İsrail'i dize getirdi. İşte İsrail'i tam olarak burada tebrik etmemiz gerekiyor. Hamas, Batı'nın “terör örgütü” kıskacına sokulma taarruzuna direnirken, dünyaya da savaş, strateji, siyaset ve diplomasi dersi verdi. Bunda elbette İsrail'in büyük payı var. Küçümsediği Hamas karşısında rezil oldu, aciz kaldı ve süper devletliği adeta paspas oldu. Süper ordusu, müthiş istihbaratı, Demir Kubbesi bile rezil oldu. Tüm bunlar olurken İslam dünyası da yeni bir lider kazandı. 7 Ekim'e kadar kimsenin adını bilmediği Ebu Ubeyde'yi tüm dünya öğrendi. Ubeyde sadece lider değil, yeni nesil Müslüman gençlerin kahramanı hatta fenomeni aynı zamanda. Fenomen diyorum, çünkü gözlerinden ve şehadet parmağından başka uzvu görülmeyen, ancak her açıklaması dakikalar içinde farklı dillere çevrilerek sosyal medyayı etkisi altına alan biri oldu Ebu Ubeyde. Dünya liderlerinin açıklamaları hiçbir karşılık bulmazken onun açıklama yapması dakika dakika beklendi. Diğer yandan bölünen, tefrikaya uğrayan Filistin halkı da Hamas'da birleşti. İsrail'in tutsak ettiği kadınların açıklamalarını izliyoruz. Aralarında El Fetih üyeleri var. Ancak hepsi Hamas'ın asil ve onurlu duruşunu ifade ettiler. Batı Şerialı Hanan Bergusi, “Direnişçiler olmasaydı özgürlüğü göremezdik” dedi. İslam ülkelerinde bile söze “ama Hamas...” diye başlayanlar İsrail'in kendilerine verdiği suflelerle karalamaya çalışsalar da Filistin'deki her çocuğun artık Hamas'ın doğal üyesi, her gencin de gönüllüsü olduğu gözlemleniyor.
Şu bilinmeli ki yeme ve içmeye olan ihtiyaç daha çekici ise de giyinmeye olan ihtiyaç dahi zarûrîdir. Çünkü giyinmekte bedeni korumak, hariçten gelebilecek olan ezâyı def etmek olduğu gibi edep yerlerini örtme, ziynet ve süsü sağlama vardır. Allâhü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey Âdemoğulları! Size hem edep yerlerinizi örtecek hem de vücudunuzu süsleyecek elbise indirdik. Ama takvâ elbisesi daha hayırlıdır...” (A'râf s. 26) Allâhü Teâlâ'nın, sözünün anlamı şudur: Sizin için giyecek ve edep yerlerinizi örtecek elbiseler yarattık. Âyette avret mahâlli (edep yeri, insanı rahatsız eden anlamında) diye isimlendirildi. Çünkü bedeninde avret yerinin (edep mahallinin) açılması insanı üzer. Tesettürde üç özellik vardır: 1. Dışarıdan gelecek ezâ ve cefâyı def etmek. 2. Avret mahâllini örtmek. 3. Güzellik ve ziynet. Elbise ile ezâ ve cefâyı def etmeye gelince, bu zaten aklen de gereklidir. Çünkü akıl zararlı şeyleri bertaraf etmeyi, faydalı olanları da kendine çekmeyi gerektirir. İnsan giyimine özen göstermekte aşırı giderse kendini kendi nefsine, izzet ve şerefine bakmaktan alıkoyar. Giyimi artık onun yanında her şeyden daha değerli hâle gelir, ona dikkat etmeye daha düşkün olur. Şâirlerden biri de şöyle demiştir: “Kavmin akılsızını görürsün ki beyinsizliği yüzünden ırz ve namusu lekelenirken o kalkmış ayakkabısını silmekle ve bağcığı ile meşgul oluyor!” Mensûr-i Hikem'de şöyle denilmiştir: “Sen sana hizmet eden elbiseleri giyin. Senin hizmet ettiğin elbiseleri değil!” (İmâm Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn, s.754-755)
Nos encendemos con Kiti Manver en 'Mamacruz', la película de Patricia Ortega sobre el deseo y seguir los fuegos internos. Hablamos con Alberto Conejero que dejará de ser el director del Festival de Otoño a partir de la próxima edición y nos paseamos por los 'Reversos' de las grandes obras del Museo del Prado. También los visita Inés Martín Rodrigo con sus libros, siempre, bajo el brazo. LOS LIBROS DE HOY: Jennifer Egan - ‘La casa de caramelo’ y ‘El tiempo es un canalla’. Lizzy Stewart - ‘Alison’ - (Errata Naturae). Kathryn Schulz - ‘Una estela salvaje’ (Gatopardo) LUIS LÓPEZ CARRASCO - 'EL DESIERTO BLANCO' PEQUETECA: Mi mamá mi manager - Alfredo Gómez Cerdá (EDEBÉ) Escuchar audio
MANEVİ EĞİTİM: BÖLÜM 4 GÖRDÜĞÜMÜZ RENKLİ IŞIKLAR NE ANLAMA GELİYOR? 1- Bulunduğumuz ortamda bizle birlikte enerji bedenli başka varlıklar da var. Eğer biz ışıklar görüyorsak gelen varlıklar bize çok yakındır. İzdüşümleri bize çok yakın ama bedenleri çok uzakta olabilir 2- Maneviyat eğitim verirken cinni ifrit gibi varlıkların çevresine götürdüklerinde ruhunuz maddenin onlara göre daha önceki haline gelir. Bu durumda aynı mekânda gibi olsak da onlar bizi hissedebilir ama göremez. 3- Renklerinden hangi boyutta olduğu anlaşılabilir. Her boyuttakinin bizim bulunduğumuz yere olan izdüşümü farklıdır. İfritler ile cinniler farklıdır. Sıfır noktası biz isek bir sonraki boyut cinniler bir sonraki ifritler ve ötesi olarak devam eder. 4- Parlak beyaz görebilirsiniz. Nurdan yaratılanlar veya Allah dostları böyle görünebilir ama kalpten fark edersiniz. Siyah olanlar ifritlerdir. Kırık beyaz müslüman cinniler Sarı ve yakın renkler Hristiyan cinniler, Mavi mor renkler Yahudi cinnilerdir. #synergykendiyas #manevieğitim #ifrit #cinni Facebook : https://www.facebook.com/SynergyKendiyas İnstagram: https://instagram.com/synergykendiyas Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC_xe-4OhrGjeQkX9dWA96fQ TikTok: https://www.tiktok.com/@synergykendys Yaay: https://yaay.com.tr/SynergyKendiyas Twitter: https://twitter.com/SynergyKendiyas?t=rF3t1yDh7eLgUg_Djh5khQ&s=0
Inicio de temporada marcado por el cine que viene, como 'Verano en rojo', la película basada en un libro de Berna González Harbour. Pero también por lo nuevo de Víctor Erice, Woody Allen, Fernando Trueba y Javier Mariscal. Además: nuestro hombre de ciencia, Miguel Ángel Delgado, nos trae 'La guía completa de absolutamente todo', de la matemática Hannah Fry y el genetista Adam Rutherford (Paidós). Viajaremos hasta Berlín, al Museo Humbodlt que nos enfrenta a la muerte en una exposición por la que nos conduce Beatriz Domínguez y desde La pequeteca, Leticia Audibert nos recomienda 'Lilí, la justiciera enmascarada' (Edebé); obra de Santiago García Clairac que acerca a los lectores más pequeños al universo del lejano oeste. Siguenos en Twitter (@ElOjoCriticoRNE) e Instagram (@ojocritico_rne) Escuchar audio
Deniz Aktan Küçük ile 19. yüzyıl Türk edebiyatının öncü isimlerinden Tevfik Fikret, Fikret'in edebî dünyası ve modern Osmanlı şiiri üzerine konuşuyoruz.
Su nueva saga de aventuras editada por Edebé y ambientada en el viejo oeste tiene como primera entrega: 'Sola ante el peligro'. Santiago García- Clairac nos presenta a este personaje ficticio fruto de los sueños de una niña real: Liliana. Escuchar audio
“Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara zerre miktarı bir şey vermezlerdi.” (Nisâ 53) “Bu âyette de Yahudileri, cimrilik ve haset etmekle vasfetmiştir. Cimrilik, bir kimsenin, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerden hiç kimseye hiçbir şey vermemesidir. Hased ise, insanın, Allah'ın başka kimselere hiçbir nimet vermemesini temenni etmesidir. Binaenaleyh, cimrilik ile hased kendisinde bulunduğu kimselerde, Allah'ın başkalarına nimet vermemesini isteme hususunda müşterektirler. Buna göre cimri olan kimse, kendinde olan nimeti başkalarına vermez; hased eden kimse de, Allah'ın, başka kullarına hiçbir nimet vermemesini ister. Cenâb-ı Hak o âyeti bu âyetten önce getirmiştir; çünkü insanın, "kuwet-i âlime" (bilme kuvveti) ve "kuwet-i âmile" (yapma kuvveti) diye iki kuvveti vardır. Kuvvet-i âlime'nin kemâli, ilim; noksanlığı ise, cehalettir. Kuvvet-i âmile'nin kemâli, güzel ahlâk; noksanlığı ise, kötü ahlâktır. Noksanlık itibariyle kötü ahlâkın en şiddetlisi de, cimrilik ile haseddir. Çünkü bunlar, Allah'ın kullarına birçok zararın dönüp gelmesinin menseldirler. Cimriliğin ve hasedin sebebi, cehalettir. Sebep, müsebbebten (neticeden) önce olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, cimrilik ve hasedden önce cehaleti zikretmiştir. Cimriliğe gelince, bu şundan dolayı böyledir: Malı harcamak, nefsin tezkiyesinin (temizlenmesinin) ve âhirette mutluluğu elde etmenin sebebidir. Malı harcamamak ise, dünya malının insanın elinde birikmesinin sebebidir. Binaenaleyh cimrilik, seni dünyaya bağlayıp, âhiretten alıkor. Cömertlik ise, seni âhirete davet edip, dünyadan alıkor. Dünyayı âhlrete tercih etmek ise, sırf cehaletten dolayı olur. Hasede gelince, bu şundan dolayı böyledir: Hanlık, nimet ve lütuîları kullara ulaştırıp, onlara ihsanda bulunmaktan ibarettir. Binaenaleyh bunu hoş görmeyen, sanki Allah'ı, hanlıktan azletmek istemiştir. Bu ise, sırf cehaletten neş'et eder. Binaenaleyh cimrilik ve hasedin asıl sebebinin, cehalet olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-t Hak önce cehaleti zikredince, peşinden müsebbeb (netice) de sebebin peşine zikredilmiş olsun diye, cimrilik ve hasedi zikretmiştir. Allah Teâlâ, o mel'un yâhudilerin, Kureyş müşriklerine "sizler, mü'minlerden daha doğru yoldasınız" dediklerini nakledince, bu ifâde üzerine, "Yoksa onların mülkten bir hissesi mi var?" ifâdesini atfetmiştir. Yahudiler, "Biz, mülke (hükmetmeye) ve nübüvvete daha lâyıkız. Binaenaleyh biz, Araplara nasıl tâbi oluruz?" diyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu âyetle, onların bu görüşlerini iptal etmiştir. Ayrıca, mülk üç kısımdır: a) Sadece, zahire malik ve hükümran olmak. Bu, meliklerin (padişahların) mülküdür. b) Sadece bâtına mâlik ve hükümran olmak. Bu da, âlimlerin mülküdür. c) Hem zahire, hem de bâtına hükümran olmak. Bu ise, peygamberler (a.s)'in mülküdür. Cömertlik, mülkün ayrılmaz bir parçası olunca, şu huyların herbirinin, insanların kendilerine uymalarının ve emirlerine sımsıkı sarılabilmelerinin sebebi olması için peygamberlerin son derece cömert, keremli, merhametli ve şefkatli olmaları gerekir. Bütün bu sıfatların en mükemmeli, Hz. Muhammed (s.a.s)'de bulunmaktadır.” Razi “Birinizin ayağı takılıp yere düşerse şeytana lanet okumasın, çünkü şeytan, kendisinin ciddiye alındığını düşünür ve sevinir. Bu durumda Bismillah deyin ki şeytan küçüle küçüle kayıp olup gitsin.” (Müsned, 5/59) "İki haslet vardır ki müminde bir arada bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlak." (Tirmizi, Birr, 41; Buhari, Edebü'l Müfred, 282) "...Cimri kişi Allah'a uzak, Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır" (Tirmizî, Birr, 40). İnanç dediğimiz şey bazı fikir ve düşüncelere olan bağımlılıktır. Onları kesin doğrularımız olarak görürüz. Annemiz bize geçmişte bir şey söylemiştir; "sobayı elleme, elin yanar" denemiş veya denememiş ama deneyen birisini gözlemlemişizdir ve gerçekten de eli yanmıştır. Biz onu çok sağlam bir şekilde kodlarız, artık sobayı ellemeyiz.
Autor referente del género fantástico y de terror en nuestro país, Jesús Cañadas tiene nueva novela 'Noviembre'. Publicada por Edebé, esta historia que nació de uno de sus sueños. Escuchar audio
Den har många namn men vi känner den bäst som Klarälven. Vi möter den där den är som friast. Men kraftverk och vattenregleringar lämnar ingen oberörd varken lax, daggvide eller strandsandjägare. Det nästan femtio mil långa vattendrag som står i centrum för lördagens sändning föds som Brändstötsbäcken djupt inne i Härjedalsfjällen. Efter en rejäl sväng genom Norge och flera namnbyten på vägen passerar det åter riksgränsen och får namnet Klarälven.Den friaste delen av den värmländska älven är en drygt tio mil lång sträcka mellan Höljes i norr och Edebäck i söder. Här planar skogarnas forsar efter hand ut i ett mäktigt serpentinlopp som vindlar genom dalgången på sin väg mot Vänern och sedan havet. Men ovanför Höljes och nedanför Edebäck finns kraftverken, och deras närvaro påverkar allt liv i älven. Det blir tydligt när vi sänder hela Naturmorgon från Klarälven i närheten av Stöllet och Sysslebäck.Reporter Lena Näslund gör sällskap med Olle Calles från Karlstads universitet och Pär Gustafsson från Länsstyrelsen Värmland vid Strängsforsen i den övre delen av älven som restaurerats.. Det ska bland annat handla om Klarälvslaxens märkliga "vandring" med lastbil för att ta sig upp förbi kraftverken till sina lekplatser, och om de insatser som görs för att återställa älvfåran som den tedde sig innan den rensades för timmerflottningens skull.Och uppe på torra land möter vi några av de arter som är beroende av att älven fortsätter bygga upp och riva ner sandbankar längs stränderna: allt från blixtsnabba skalbaggar till grävande fåglar. Detta tillsammans Sven-Åke Berglind och Dan Mangsbo från Länsstyrelsen Värmland och Åsa Röstell som är lärare i Naturvård på Klarälvdalens folkhögskola.Programledare är Mats Ottosson.
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelene depremler sonrasında ortaya çıkan hukuksal sorunları ve çözüm önerilerini Avukat Cansen Erdoğan anlattı. 01:05 -Depremzede hak sahipliği nedir? 04:41 -Kimler afetzede hak sahipliği alabilir? 06:25 -Afetzede hak sahipliği başvurusu nereden yapılır? 10:19 -Hak sahiplerine hangi yöntemlerle konut yapılır? 14:20 -Depremzedelerin dava açma hakları ve gördükleri zararın tazminini isteme hakları nelerdir? 17:02 -Umumi hayata müessir ne demek? 18:59 -4123 ve 5902 sayılı kanunların içeriği nedir? 21:07 -Kimler hak sahibi olamaz, hak sahipliği şartları nelerdir? 25:26 -Evine DASK sigortası yaptıranlar, oluşan zarara göre kimden ne kadar para alabilir? Bunun için nasıl bir başvuru yolunu izlemesi gerekir? 26:34-Barınma desteği yardımının tamamı afetzedelere hemen verilmekte midir? 29:10-Depremzedelerin maddi zararları nasıl karşılanır? 30:09 -Depremzedeler ceza davalarına nasıl müdahil olabilir? 31:37 -Depremde evi yıkılanlar ve yakınlarını kaybedenler ceza davası yönünden kimler hakkında suç duyurusunda bulunabilir?
Aslında hepimiz kendi kendimizin doktoru olabiliriz. Bu ses kendinizi nasıl tedavi edebileceğinizi öğrenebileceksiniz. Eğer bir sıkıntımız varsa ve bu sıkıntısının kaynağı metafizik boyuttaysa yapacağımız şeyler belli. Bu ses kaydını dikkatli dinleyin, kendinizi nasıl tedavi edeceğinizi adım adım öğreneceksiniz. Üzerimizdeki musallatın temizlenmesi için ruhsatın iptal olması, düşmesi, temizlenmemiz için ne yapmamız lazım? Üzerimizdeki musallat gitmiyorsa yani ruhsatı varsa yapmamız gereken ruhsatın kaynağı olan günahı nokta atışı tespit edip Rabbimizden af dilemektir. Bütün ayrıntıları ses kaydımızın sonuna kadar dinleyerek öğrenebilirsiniz. #synergykendiyas #sihir #kesfet #reels #keşfetbeniöneçıkar Facebook : https://www.facebook.com/SynergyKendiyas İnstagram: https://instagram.com/synergykendiyas Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC_xe-4OhrGjeQkX9dWA96fQ TikTok: https://www.tiktok.com/@synergykendys Yaay: https://yaay.com.tr/SynergyKendiyas Twitter: https://twitter.com/SynergyKendiyas?t=rF3t1yDh7eLgUg_Djh5khQ&s=0
Giyim kuşama haddinden fazla özen göstermek uygun olmadığı gibi tamamen ihmâl etmek de uygunsuzdur. “Zâhirî şahsiyet ve kişilik temiz elbiselerdedir” denilmiştir. Âişe (r.anhâ)'dan hikâye edildiğine göre adamın biri Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e geldi. Efendimiz (s.a.v.) adamın perişan hâline bakarak: “Malın var mı? (ya da ne kadar malın var?)” diye sordu. Adam da Peygamberimiz (s.a.v.)'in bu sorusunu “Allâh bana her türlü maldan verdi” diye cevâpladı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâhü Teâlâ bir kimseye ihsân ve ikrâmda bulunduğu zaman o nimetin izini onun üzerinde görmek ister.” (Tirmizî) Ömer ibni Hattâb (r.a.) şöyle demiştir: “İki tip giysiden sakının: Biri çok şöhretli giysi, diğeri de küçümsenen giysidir.” Zengin kendi durumuna göre giyinmeyip de fakir gibi giyinirse bu cimrilik ve pintilik anlamına gelir. Yüksek mevkide olan kimse kalkıp aşağı mevkideki insan gibi giyinirse bu zillet ve aşağılık demektir. Fakir kimse de kendi durumunu dikkate almaksızın zengin gibi giyinirse israf ve saçıp savurma olur. Giyim kuşam konusunda bilinen örf ve âdete bağlı kalmak ve belirli sınıra itibar etmek insanın aklının en büyük delili ve kınanmaya en çok engel olan husustur. Şu da bilinmelidir ki ifrât ve tefrite kaçmadan, giydiği elbiseye dikkat etme konusunda insanın dengeli bir hâlde bulunması kişilik şartlarındandır. Çünkü giyside dengeli hâle riâyetsizlik ve kontrolsüzlük aşağılık ve zillettir. Çokça riâyet edip bütün gayreti elbise özenine sarf etmek de düşüklük ve eksikliktir. (İmâm Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn, s.757-760)
Yüce Allâh, Habîbi (s.a.v.)'e gösterilmesi gereken saygıyı anlatırken detaya kadar inerek şöyle buyurur: “Ey imân edenler! Seslerinizi, Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Allâh'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar ise öyle kimselerdir ki, Allâh onların kalplerini, takvâ için imtihân etmiş, onların takvâya ehil olduklarını anlamıştır. Onlar için mağfiret ve büyük mükâfât vardır. Ey Peygamber! Odalarının arkasından sana bağıranların çokları, düşüncesiz kimselerdir. Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi kendileri için elbette daha iyi olurdu. Allâh çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucûrat s. 2-5) Görüldüğü gibi Yüce Allâh bu âyetlerde de onun huzurunda onun ses tonundan daha yüksek bir sesle konuşulmaması gerektiğini bildirmiş; aksi takdirde yapılan bütün amellerin farkında olunmadan bir anda boşa gideceğini haber vermiştir. Bu âyetlerin inmesinden sonra Ashâb (r.a.e.)'in ikinci âyette sözü edilen imtihândan başarı ile geçmek için bu hususa çok dikkat ettikleri ve bu emirleri hassasiyetle uyguladıkları bir gerçektir. Meselâ tefsîrlerde bu âyetin inmesinden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.e.)'in Resûlullâh (s.a.v.)'in huzurunda çok alçak sesle konuştukları belirtilmiş; yaratılıştan yüksek bir ses tonuna sahip olan Sabit b. Kays (r.a.) ise bu âyetin inmesinden sonra “Ben cehennem ehlindenim.” deyip evinden çıkmamış; bunu duyan Resûlullâh (s.a.v.), ses tonunun yaratılıştan yüksek olması sebebi ile kendisinin bu hükmün kapsamına girmediğini belirterek onu teselli etmişlerdir. Yukarıda âyetlerde de Yüce Allâh, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i yüksek sesle çağırmanın yanlış olduğunu beyân etmektedir. Türbe-i Saâdet'lerinde de sesimizi yükseltmekten ve edebe aykırı her türlü davranıştan kaçınmalıyız! (Diyânet İlmî Dergi, Hz. Peygamber (s.a.v.) Özel Sayısı, 2003, s.477)
Mensûr-i Hikem'de şöyle denilmiştir: “Kim devamlı uyursa muradına nâil olmaktan mahrum olur.” İnsan, nefsine hak ettiği uykuyu ve istirahâti verir, çalışma ve uyanık kalma hakkını ondan tam alırsa istirahât etmek sûretiyle âcizlik ve yorgunluktan kurtulmuş, hareket ederek de nefsin uyuşukluk ve bozulmasından selâmette kalmış olur. Şu bilinmelidir ki insanın iki hâli vardır: Birincisi istirahât hâlidir. Kişi kendini istirahâtten mahrum ederse yorulur ve âcizlenir. İkincisi de çalışıp çabalama hâlidir. Çalışıp çabalaması gerekirken kişi devamlı istirahâte çekilirse bu durumda nefis boş gezmeye ve tembelliğe alışır. O hâlde insana lâyık olan en iyi davranış iki hâlini de yani uyku ve istirahât hâliyle çalışma ve uyanıklık hâlini programlamasıdır. Çünkü her iki hâlin de sınırlı bir miktarı, özel bir zamanı vardır. Sınırlarını geçmek ve zamanlarının değişmesi insana zarar verir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Sabah uykusu (fecrin doğuşundan kuşluk vaktine kadar olan zamanda uyumak) insanın âcizlenmesine, içini gaz bürüyerek şişmesine, tembelleşmesine, yüz güzelliğinin yok olmasına, başarısızlığa ve ihtiyacını unutmasına sebep olur.” (Mervân ibni Muhammed ed-Dîneverî) Abdullah ibni Abbâs (r.a.) da şöyle demiştir: “Uyku üçtür: Birincisi akılsızlık uykusudur ki bu sabah vakti uyumaktır. İkincisi, insanın yaratılışına uygun olan uykudur ki öğle vakti kaylûle yapmaktır. Üçüncüsü de ahmâklık uykusudur ki tam akşam namazı ile yatsı namazı arasında uyumaktır.” (Buhârî) (İmâm Maverdî, Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn, s.762-763)
Los dinosaurios no leían.Hoy han desaparecido.Cuando conocimos que a Luis Leante le habían dado, de nuevo, el premio Edebé de literatura juvenil, aquí en el programa lo primero que hicimos fue dar un salto de alegría. A Luis lo llevamos leyendo toda la vida. Alcanzó la cima con Mira si yo te querré, que le dio el premio Alfaguara, y lo llevó, no solo a ganar los 121.000 dólares del galardón, sino también a ganar miles y miles de lectores en todo el mundo. Territorio desconocido es la nueva novela del autor nacido en Caravaca. También está con nosotros Pep Coll, que nos presenta La larga siesta de Dios. Francia, mayo de 1940. Samuel Silverstein, un transportista de origen judío, se encuentra atrapado dentro del éxodo de fugitivos que las tropas nazis empujan hacia el Midi. A resultas de un bombardeo de la Luftwaffe, Silverstein lo pierde todo y comienza una nueva vida como agente de una organización clandestina que trabaja para salvar a niños judíos, escondiéndolos en las zonas rurales. La novela ha sido publicada por Planeta.En la sección de Audiolibros, nos zambullimos en las páginas de Los testamentos, de Margaret Atwood.Y en Rarezas de Escritores, Walt Whitman.
Nos acompaña el escritor y guionista chileno José Ignacio Valenzuela, autor de novelas juveniles, libros infantiles y obras para el público adulto, que publica ahora en España Mona Carmona y el enigma de la Sagrada Familia (Edebé). Está protagonizada por una adolescente mexicana de13 años, apasionada de los misterios, que tendrá que descubrir el que esconde la Sagrada Familia a través de las pistas que le dejó su abuelo.Visitamos la exposición Materia vibrante, del artista chileno Álvaro Oyarzún y el venezolano Christian Vinck, en la galería Lucía Mendoza de Madrid; y el belén napolitano que alberga el Museo Nacional de Escultura de Valladolid.Escuchar audio
Mustafa Avcı'yla İstanbul'un Edebî Sesleri'ni konuşuyoruz.
Sibel Öz ile edebî kamuda dijitalleşme ve yeni cemaatçilik üzerine konuşuyoruz.
Nuştox û cigêrayox Şahab Laçîn xeylê wexto ke qezaya Dîyarbekirî Gêl û der û dormeleyê ci de estanik û deyîranê Zazakî ser o cigêrayîşan keno. Eyê ke wazenê edebîyatê fekkî yê zazakî ra hayîdar bê eşkenê nê qiseykerdişê Şahab Laçînî ra îstîfade bikê.
Segundo día desde la Feria del Libro de Frankfurt, la más importante del mundo. Por nuestro estudio ha pasado el ministro de cultura, Miquel Iceta, para comprobar de qué manera estamos acercándonos al mercado alemán. Sobre esto también nos habla Palmira Márquez, agente literaria de Dospassos y el escritor Fernando Aramburu. Reina Duarte, directora de publicaciones de EDEBÉ se centra en Literatura Infantil y Juvenil para terminar con Isabel Izquierdo, directora de programación de Acción Cultural. Síguenos en redes: Twitter (@ElOjoCriticoRNE) e Instagram (@ojocritino_rne) Escuchar audio
Según Reina Duarte, directora de publicaciones generales de EDEBÉ "El hecho de ser país invitado ayuda, da visibilidad sobre todo" y completa Isabel Izquierdo, directora de programación de Acción Cultural que "La idea es que esto nos suponga vincularnos con entidades alemanas", "así las exposiciones van a estar hasta el año que viene". Escuchar audio
Nuştox û cigêrayox Murat Başaran qalê edebîyatê dînî yê Sêwregi keno û malumatanê hîrayan dano. Cigêrayîşê Murat Başaranî ra zî bewlî beno ke tarîxê ziwanê ma yê nuştekî de cayê Sêwregi berz o û berhemê ercayê ameyê nuştiş.
Dinde aşırı gidenler! مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَى “Biz bu Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.” (Tâhâ 2) يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُ الْعُسْرَۘ “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” Bakara 185 Allah'ın kulları için kolaylaştırdığı dini, kulların Allah adına zorlaştırma yetkisi yoktur. Peygamber Efendimiz dini tebliğde daima kolaylık yolunu tutmuş ve ashâbına da bunu sıkça tavsiye etmiştir. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” (Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihâd 5) emri onun ana prensibi idi. Dine davet için gönderdiği görevlilere bunu daima hatırlatırdı. “Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi” (Müslim, Talak 29) Bu âyet, yeryüzünde İslâm'ı tebliğ görevi yapanlara da Allah katından bir tesellidir. Hz. Ömer'in müslüman oluşunun hemen öncesinde indirilmişti. Ömer'in müslüman olması, bu sûrenin ilk âyetlerini okumasıyla gerçekleşti. Hz. Peygamber (s.a.s) teheccüd namazlarında bir ayağı üzerinde duruyordu. Cenâb-ı Hak ona, iki ayağı üzerinde durmasını emretti. Hz. Peygamber (s.a.s), ayakları şişinceye kadar gece namazı kılmıştı. Bunun üzerine Cebrail (a.s) ona, "{Biraz da) nefsine (zaman) bırak. Çünkü onun da, senin üzerinde bir hakkı var" dedi. Buna göre ayetin manası, "Biz, Kur´ân´ı sana, hep ibadet ede ede nefsini helak etmen ve ona büyük bir meşakkat vermen için indirmedik. Sen ancak dosdoğru, lekesiz ve hoşgörülü bir din ile gönderildin" şeklinde olur. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu ayetten muradın, "Kendine eziyet etme ve nefsine, şu kâfirlerin küfrüne üzülerek, azâb etme. Şüphesiz ki Biz, Kur´ân´ı sana, ancak onunla öğüt veresin (uyarasın) diye indirdik. Binâenaleyh kim iman eder ve kendisini düzeltirse, kendisi içindir. Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni hüzünlendirmesin. Sana düşen ancak tebliğ etmektir" manası olması muhtemeldir. Bu, "Onlar mümin olmayacaklar diye neredeyse kendine kıyacaksın" (Şuara, 3) ve "Onların sözleri seni hüzünİendirmesin" (Yûnus. 76) ayetlerinde anlatıldığı gibidir. Ayet, "Şüphesiz ki sen, kavminin küfründen ötürü kınanacak değilsin" manasınadır. Bu, "Onların üzerine musallat (bir adam) değilsin"(Gâşiye,22) ve "Sen onlar üzerine (görevli) bir vekil değilsin"{En´am, ıo?) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani, "Sen onlara tebliğ ettikten sonra, onları küfürlerinden sorumlu değilsin, günahlarından dolayı sorgulanmazsın" demektir. Kurtuluşun Yolu, Şu 5 Farza Uymakladır: Farz-ı evvel: İlim Farz-ı sânî: İ'tikâd Farz-ı sâlis: Amel Farz-ı râbi': İhlâs Farz-ı hâmis: Beyne'l-havf ve'r-recâ (ümit ile korku arasında) olmak Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e benim "Hayatta kaldığım müddetçe vallahi gündüzleri oruç tutacağım geceleri de namaz kılacağım" dediğim haber verilmiş. Beni çağırtarak: "Sen böyle böyle söylemişsin doğru mu?" dedi. "Annem babam sana feda olsun, evet böyle söyledim ey Allah'ın Resûlü" dedim. "İyi ama, dedi, sen buna güç yetiremezsin, bazan oruç tut, bazan ye; gece kalk, uyu da. Ayda üç gün tut (bu yeter), zira hayırlı işleri Allah on misliyle kabul ederek ücret veriyor. Bu üç gün, aynen yıl orucu yerine geçer" buyurdu. Ben: "Söylediğinizden daha fazlasına güç yetiririm" dedim. "Öyleyse, dedi, bir gün oruç tut, iki gün ye" Ben tekrar "Bundan başkasına da güç yetiririm" dedim. "Öyleyse, dedi, bir gün tut, bir gün ye. Bu Hz. Dâvud aleyhisselam'ın orucudur. Bu en kıymetli oruçtur -veya en efdal oruçtur." Ben yine: "Ben bundan daha fazlasına güç yetiririm" dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Bundan efdali yoktur" buyurdu. (Buhârî, Savm 54, 55, 56, 57, 58,59, Teheccük 7, 19, Enbiya 37, Fedâilu'l-kur'ân 34, Nikâh 89, Edeb 84, İsti'zan 38; Müslim, Sıyâm 181-194, (1159); Ebu Dâvud, Sıyâm 53, (2425); Nesâî, Sıyâm 76, (4, 209-210); Tirmizî, Savm 57, (770)
Esin Hamamcı, konuğu Yağmur Yıldırımay Bayrakçı ile Türk edebiyatına birçok türde eser kazandırmış Mübeccel İzmirli'nin edebî faaliyetlerinin mercek altına alıyor.