POPULARITY
Herkes bizim unutacağımızı düşünüyor. Boykotun birlikte gerektirdiğini ve bizim bu birliğe sahip olmadığımızı düşünüyorlar. Sesini çıkarmayan Infuencer'dan sanatçılara, gazetecilerden markalara ve şirket sahiplerine herkes 3 güne unutulacağına inanıyor. Oysa öyle olacak mı?Patreon'dan destek olmak için: https://www.patreon.com/c/meraklistesi(0:20) Bir inceleme bile şirket batırabiliyor(1:30) Unutacağımızı sanıyorlar, buna güveniyorlar(3:50) Patiswiss i hatırlar mısın?(4:30) Influencer ve ünlülerin sessizliği(6:10) Boykot'a uğradığımızın farkında mısın?(7:20) Vicdanı sızlamayanlar(8:30) Markalar ses çıkardı diye çalışmayacak mı, paylaşsın o markayı!(10:40) Niyans'a kulak verelim(12:30) Daha kötü olabiliriz, yalnız bırakırsak!(14:30) Kendisinden olmayandan alışveriş yapmıyorlar(15:40) Her markanın, kişinin alternatifi var(17:20) Sevgili seçerken de vicdan önemli
Günümüzde boykot, İsrail'in Filistin'de sürdürdüğü işgal politikalarıyla özdeşleşen, sonrasında küresel sisteme karşı insanlığın adalet arayışının en güçlü ahlaki ifadelerinden birine dönüştü. Boykot hareketleri, bireysel bir tüketim tercihi olmanın ötesine geçerek, küresel ekonomiyi etkileyen stratejik bir yaptırım gücü haline geldi. Böylesi önemli ve stratejik boyutları olan boykotun, etki ve sonuçlarıyla ilgili kamuoyunu aydınlatan, politika yapıcılara yardımcı olacak bilgi ve bakış açıları sunan çalışmalar oldukça sınırlı. Bu alanda yapılacak her çalışmanın büyük bir ihtiyaç ve çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Erguvan Yayınları Yalçın Yılmazer'in vefatından sonra uzun yıllar üstünde çalıştığı diyalektik eseri Vicdan'ı neşrettiğinde Mekki Yassıkaya Ağabey'in katılımıyla TYB İstanbul Şubesinde bir güzel toplantı tertip edilmişti. Tren vicdan istasyonunda böylece durunca Erguvan'ın kavram üzerine herkes için bir düşünce bahçesi ikram ettiğini gördüm. Eserinde Yılmazer, vicdanı bir mahkeme salonundaki serzenişten çekip getiriyordu. Mahkeme ile vicdan bağının varlığını sorguluyor. Vicdan temalı bir eser bulunmayışına ve vicdanın genel kapsamdan çıkarılmasına sadece şaşırmıyor içerliyordu. Vicdanın, mealen, sivil ve müstakil ve evrensel bir anayasa olduğunu ifade etmesiyse çarpıcıydı. Çünkü vicdan ve yasa bir araya gelmez iki kavramdır.
Çok okuyan, çok düşünen, gürül gürül konuşan ve muhatabını daima ikna eden, yazdığı zaman bir iki cümle ile yetinen, bir dava ve aksiyon adamı: Mehmed Selahaddin Şimşek.
*Bu video Hiwell reklamları içermektedir.Hiwell'i indirin ve ücretsiz tanışma görüşmelerini deneyin!Terapi deneyimini herkes için ulaşılabilir kılan online terapi platformu Hiwell'i "kutsal10" koduyla indirimli deneyebilirsiniz: https://hiwell.app/-e-kutsalmotorMuz Kabuğu'nun bu bölümünde Vicdanlarımızı konuşuyoruz.
Kısa Dalga'dan herkese merhaba… Demet Bilge Erkasap'ın gündemin öne çıkan gelişmelerinden derleyerek hazırlayıp sunduğu Kısa Dalga Bülten'e başlıyoruz... Kısa Dalga Daily'yi her akşam e-postadan okumak için tıklayın
Kilis'te görev yapan doktor arkadaşım, Kayseri'de Suriyelilere linç girişimi olduğu gece hastanede nöbetçi olduğunu, çok sayıda Suriyelinin dövülmüş, yara bere içinde acile geldiğini, korku ya da ümitsizlikle hiçbirinin şikâyetçi olmadığını, “düştüm” diyerek olayı geçiştirdiğini söyledi. Kilis'teki gibi, Türkiye'nin başka il ve ilçelerinde o gece ve sonrasında Suriyelilere neler yapıldığını bilmiyoruz. Bildiğimiz şu: Toplum, Suriyeli misafirlere karşı kışkırtılmaya çok müsait bir noktaya geldi. Kayseri kıvılcımının sebep olduğu yangındaki hasarı bilmiyoruz ama yeni bir kıvılcımın gözlerini kan bürümüş caniler eliyle büyük bir cadı avına, korkunç bir katliama dönüştürülmesi an meselesi. Suriyeli misafirlerimizle ilgili hakikatin tersyüz edildiği bir algı cehenneminde yaşıyoruz. Ulusalcılar, Türk ve Kürt ırkçıları, mezhep taassubuyla Esed ve rejimini savunanlar, İrancılar, Esed ve İran'ınkiler başta olmak üzere ajan- provokatörler Suriyeli misafirlere kategorik olarak karşılar ve en başından beri aleyhte yoğun propaganda yapıyorlar. Toplumun geniş kesimleri de bu propagandanın etkisinde kalarak bir kıvılcımı yangına dönüştürecek öfke ve nefret biriktiriyorlar. Defalarca yazdım ve söyledim, tekrar edeyim: Suriyeli misafirler Türkiye'ye yük değil, tam tersine yük alıyorlar. Suriyeli misafirler, örneğin, Türkiye ekonomisine eşsiz katkı sağlıyorlar. Suriyelileri bugün toptan gönderseniz, sanayi, küçük ölçekli işletmeler, tarım ve hayvancılık ciddi işgücü krizine girer. Suriyeli misafirler asıl demografik yapımızda denge unsuru oluyorlar. Bakmayın Türk gibi, Türkçü gibi görünüp toplumu kışkırtanlara. Türklüğün; terörle desteklenen Kürt ırkçılığına, İran'ın Şii yayılmacılığına, Batılılaşma adı altındaki asimilasyona karşı muhafazasında Suriyeli misafirler yanımızda duruyorlar. Her Müslüman Türk değildir ama Türk, Müslümansa Türk'tür. Türk olduğunu iddia eden bir ateist, Şamanist, Tengrici vs karşısında, Müslüman bir Suriyeli, tıpkı Müslüman bir Kürt gibi bize daha yakındır, çok daha fazla bize benzer, çok daha fazla bizdendir. Vicdanınıza sorun: Türk olduğunu iddia eden, ateist, Şamanist ya da Tengrici, kalbi kararmış, kötülük hücrelerine işlemiş, zır cahil biriyle, dürüst ve Müslüman bir Suriyeliyi yan yana koysanız ve tercih yapmak zorunda olsanız hangisini seçerdiniz? Tercihte zorlanmayacağınıza eminim ama yine de zorlanan varsa, Selçuklu'ya, Osmanlı'ya bakabilir, ya da Cumhuriyet dönemi mübadele tercihlerini inceleyebilir.
Türkiye'nin de içinde bulunduğu ‘gri liste' şöyle idi: “Arnavutluk, Barbados, Burkina Faso, Kamboçya, Cayman Adaları, Cebelitarık, Haiti, Jamaika, Ürdün, Mali, Fas, Myanmar (Burma), Nikaragua, Pakistan, Panama, Filipinler, Senegal, Güney Sudan, Suriye, Uganda, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen.” Türkiye, yerine getirmesi gereken 40 kriterden 39'unu halletmiş, sözüm ona geriye sadece kripto dünyasıyla ilgili yasal düzenlemenin çıkarılacağı bir madde kalmışmış… “Sözüm ona” diyoruz, çünkü gri listeye alınma kararının somut konulardan çok, siyasi tercihlerden kaynaklandığını Mısır'daki sağır sultan bile duymuştu… Bir de Türkiye'ye ‘kara para' aklama ve ‘terörün finansal desteği' gibi konularda zaaf içinde olduğu suçlaması yöneltiliyordu. Terör finansmanı için kripto dünyası önemli bir platformdu… Çarşamba akşamı Meclis'ten hızla geçirilen, kripto varlıklara ilişkin düzenlemeler içeren Sermaye Piyasası Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi imdada yetişmiş olmalı ki Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Singapur'dan yüzünün akıyla dönüyor. Allah rızası için yukarıdaki ülkeler listesine bir daha göz atın… Vicdan ve izan sahibi her kişi, “Türkiye'nin bunlar arasında işi ne” diye sormaz mı?! Ülkemizi o listeye sokan da ‘kamu diplomasisi' uygulamalarıdır, çıkaran da… Yoksa 1991'den bu yana üyesi olduğumuz ve her türlü denetimini kabullendiğimiz FATF'ın (The Financial Action Task Force - Mali Eylem Görev Gücü), sadece bilimsel(!) kriterleriyle uyum değildir belirleyici olan… İdama götürülen adama sormuşlar, son arzun nedir diye… O da cevap vermiş: “Ha bu bana ders olsun!” Esas tartışmamız geren konu, fıkradaki ortamın ve Türkiye'nin gri liste serüveninin yaratılmasına nasıl engel olunacağıdır. İslam düşmanlığının simgesi hâline getirilmeye, otokrat, diktatör olarak konumlandırılmaya çalışılan Sayın Cumhurbaşkanı, iletişim boyutunda, millet adına nasıl korunacak ve tüm bu kara propaganda nasıl engellenecekse; işte tıpkı onun gibi… Türkiye'nin o listeden çekilip çıkarılması bir başarı mıdır? Evet, tabii ki başarıdır. Ancak esas başarı; ülkemizin marka değeri ve itibarını birinci seviyeden tehdit eden bu tür mesnetsiz değerlendirmelere düçar olmanın engellenmesidir.
CANLI YAYIN 67 / Acındırma ve Vicdan Yaptırma - | (L067) | Dr.TOA
Hayat bazen Podcast serimizin 3. sezon 21. bölümüne hoş geldiniz. Geldik V harfine. Bu harfte duygumuz vicdan azabı. Uykular kaçıran, insanı içerden yiyip bitiren bu duyguyu sanat eserlerinde sıkça görüyoruz. Acaba vicdanımız eyleme geçemediğinde sanatla mı rahatlıyor? Görsel: Alice Aedy, Portrait of My Brother, 2017
“Türk vatandaşı” demeye ve Siyonistleri Türklük ile anmaya dilim varmıyor. Lakin memlekette çok fazla Siyonizm destekçisi var. Bunlardan biri de dünden beri tepkilerimizin odağında olan yazar Azra Kohen. Soyadına bakarak Yahudi olduğunu düşünmüştük ancak kendisi, Müslüman bir aileden geldiğini söyledi. Dini bizi ilgilendirmez. Vicdanı ve Gazze'deki soykırıma karşı duruşu ise ilgilendiriyor. Azra Kohen'in eşi Yahudi ve ‘Kohen'liği de buradan geliyor. Konuyu dağıtmak istemem lakin “Kohen” soyadı, Yahudilikte çok önemli bir statüye sahip. Tevrat'ta da Kohenlere önemli ayrıcalıklar tanınıyor. Üç yıl önce hayatını kaybeden Yahudi gazeteci Sami Kohen, Türk basınında gazetecilik yapma hikâyesini anlattığı bir söyleşide soyadlarının gücüne şöyle değinmiş: “Dini açıdan çok önemli. Kohen olmak ‘eşitler arasında birinci' olmak demek. Baştasınız. Kohen'ler takdis ediyor. Toplumu takdis ederken, herkes boynu bükük durur ve bize bakmaz.” Yazı için araştırırken, Kohenlerin Yahudilikte sahip oldukları statüyü yıllar önce yitirdiği; din adamı olma ve erkeklerin Kohen olmayan bir kadınla evlenememesi gibi mecburiyetlerin esnetildiğini öğrendim. Türk ve Müslüman bir aileden geldiğini söyleyen ‘Azra Sarızeybek'in, bilişimci Sadok Kohen ile evlenmesinin önünü de bu esneklik açmış anlaşılan. Aslında Azra Kohen'i gündem yapan ne soyadı ne yazarlığı ne de uygulamalı psikoloji eğitimi almasına rağmen televizyon kanallarında (Milli Eğitim Bakanlığı'nın uzaktan eğitim platformu EBA'da bile) “psikolog” unvanıyla konuşması… Gazze'deki soykırım 8 ayı geride bırakıyor, İsrail durmuyor ve yerlerinden ettiği sivillerin Refah'ta sığındıkları kampları da bombalıyor artık. Barakaları havadan ateşe verdi, çocukları diri diri yaktı. Saldırılarda bebeklerin başları koptu. Dünya ayağa kalktı. Daha düne kadar İsrail'i destekleyen ya da İsrail'den korktukları için Gazze'deki soykırımı görmeyenler bile şahit oldukları son vahşete sessiz kalamadılar. Görülüyor ki İsrail'in etrafında azılı Siyonistlerden başka kimseler kalmadı. İsrail'i desteklemeyen Yahudiler de yaşadıkları ülkeler ve bölgelerde utançlarından sokağa çıkamayacak hâle geldiler. Tam da kahrolası şu günlerde, Türk vatandaşı Azra Kohen Instagram'da yaptığı bir yorumda, soykırım suçlarının her türlüsünü işleyen İsrail'i temize çekercesine, sığındıkları barakalarda yanarak can veren bebeklerin anne-babalarına iftiralar attı. Şu sözler kendisine ait: “Kendi yavrusunu, bombanın atılacağı megafon ile üç saat önceden duyurulan ve bas bas çağırılan yere götürüp bombanın atılacağı yere oturtup köşeye geçip video çekebilecek içerikte olan herkesin yok olmasını diliyorum.”
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Fransa'nın "gerekli reformları yapması" halinde Filistin'i tanıyabileceğini ifade etti. Macron'un açıklamasını değerlendiren Ali Çağatay, "Bence Avrupa'nın vicdanı ayağa kalktı. Avrupa'daki siyasetçiler seçmen tabanındaki hassasiyetleri görerek Filistin'i tanımaya başladılar" dedi.
Kısa Dalga'dan herkese merhaba… Demet Bilge Erkasap'ın gündemin öne çıkan gelişmelerinden derleyerek hazırlayıp sunduğu Kısa Dalga Bülten'e başlıyoruz... Kısa Dalga Daily'yi her akşam e-postadan okumak için tıklayın
Yine sordum ChatGPT'ye : Yapay zekanın hatalardan üzülmesi, insanları manipüle etme ihtimali, bilinci ve acı çekmesi, ona tanınması gereken haklar ve karar verirken insandan etkilenmesi üzerine bir podcast kaydettik. Malum konu seninle ilgili. Sence bunu hangi başlıkla duyurmalıyız? İki öneri verir misin? ChatGPT: Elbette! İşte iki öneri: Yapay Zeka ve Etik Sorunlar Dijital Vicdan: AI'nin İnsan Yüzü Sibel: Hangisini daha çok sevdin? ChatGPT: "Dijital Vicdan: AI'nin İnsan Yüzü" başlığını daha çok sevdim. Bu başlık, podcast'inizin derinlemesine ele aldığı etik ve duygusal konuları çarpıcı bir şekilde yansıtıyor ve merak uyandırıcı bir etki yaratıyor.
Türkiye'de Filistin meselesi, adalet ve vicdan sermayemizin tartıldığı hassas bir kuyumcu terazisine dönüştü. Konuşanların üslubuna ve yaklaşımına dikkatle bakıldığında, kim gerçekten Gazze'deki mazlumların derdine düşmüş, kim meseleyi kendi siyasî duruşu için istismar ediyor, kim masumların acısına gözyaşı döküyor, kim sadece kendi öfkesini ve kinini tatmin derdinde, çok net biçimde anlaşılıyor. Sözde zalimi kınayıp mazlumu kollar gibi göründüğü halde, sadece kendi şöhretini ve tuttuğu tarafın kalabalığını artırma derdine düşen veya ideolojik saplantılarını tatmin peşinde koşan pek çok kişi var. Gazze, Filistin, Kudüs, Mescid-i Aksâ, sadece kullanışlı ve bol kâr getiren birer malzeme onlar için. Sadece o kadar. Bu bir kalp okuma veya suizan değil. Doğrudan doğruya, kullanmayı seçtikleri üslup niyetlerini apaçık ele veriyor. Sizi bilmem, ama ben bir samimiyet ölçüsü olarak, Gazze ve Filistin için sesini yükselten birinin Suriye'de 2011'den bu yana can veren 500 binden fazla Müslüman hakkında ne yorum yaptığına bakıyorum. Yanlış anlaşılmasın: “Acı yarıştırmak” derdinde değilim. Yalnızca ahlâkî bir tutarlılık, erdemli bir çizgi ve kalplerde bir samimiyet arıyorum. Bir coğrafyada katledilen Müslümanlara ağıt yakarken, onun hemen yanı başında katledilen başka Müslümanlara gözlerinizi ve kulaklarınızı tamamen kapatıyorsanız… Bir coğrafyadaki Müslüman katillerini lanetlerken, onun hemen yanı başındaki başka Müslüman katillerini coşkulu bir şekilde destekliyorsanız… Bir bölgedeki Müslüman mazlumları sosyal medyada sürekli paylaşırken, hemen yan bölgedeki başka Müslümanları “emperyalistlerin kuklaları” olarak zemmedip yerin dibine batırıyorsanız… Kusura bakmayınız, derdinizin Filistin, Gazze ve Kudüs olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Suriye dosyası, her açıdan tartışılabilir. Baas rejimiyle mücadelenin yöntemleri, zamanlaması, insanların yaşadıkları acılara gösterdikleri reaksiyonun boyutu tamamen tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Türkiye ve diğer bölge ülkelerinin gidişata müdahil olma biçimine dair de şerhleriniz olabilir. Tüm bunların hepsi anlaşılır. Zaten tarih de bu konularda epey sözler söyleyecektir; hatta şimdiden söylemeye başladı bile. Ama bütün bu analizler, Suriye topraklarında dünyanın gözleri önünde yaşanan mezalimi, insan hakkı ihlallerini, tecavüzleri, katliamları ve soykırım boyutuna varan kıyımı görmezden gelmeyi meşru kılmaz. Aynı anda hem İsrail'e sövüp hem Beşşar Esed'i övemezsiniz. Aynı anda hem Gazzelilere üzülüp hem Suriyeli garibanların başına gelenleri alkışlayamazsınız. İsrail'i “emperyalizm” parantezine alırken, Suriye'yi “emperyalizme karşı mücadele” eksenine yerleştiremezsiniz. Emperyalizm derken sadece ABD ve müttefiklerini kastedip, Suriye'yi kendi bölgesel emelleri için talan eden başka emperyalist odakları gözden kaçıramazsınız. Sıklıkla çok çeşitli örneklerine şahit olduğumuz bu ikiyüzlülüğün en yeni versiyonu, Türkiye'den Suriye'ye giden bir müzik grubunun Halep, Lazkiye ve Şam'da verdiği konserler sırasında sergilendi. “Kahrolsun ABD emperyalizmi ve Siyonist İsrail! Yaşasın Filistin Halkının Mücadelesi!” sloganıyla, Suriye rejiminin himayesinde sahneye çıkan grup, yukarıda bahsettiğim tutumun en canlı misaliydi. İronik ve trajik biçimde, konserler, 2 Mayıs 2013 günü Lazkiye yakınlarındaki Baniyas şehrinde Suriye rejim güçleri ve İran destekli Şiî milislerin Sünnî halka karşı gerçekleştirdiği ve en az 300 sivilin feci biçimde öldürüldüğü katliamın yıldönümüne denk düştü. Fotoğraflarla, videolarla ve şahitliklerle kesin biçimde kayıt altına alınan Baniyas katliamı, Suriye'de işlenen nice benzeri gibi, tamamen unutulmaya terk edildi ve hafızalardan silindi. Üstelik hatırlatmaya çalışanlara bugün “NATO'cu” bile deniyor.
Düşünüyorum, “34 bin 151” sayısını zihinler nasıl kodlamalı? Hafta sonu oynanan bir maçı stadyumda izleyen seyirci sayısı olabilir mi 34 bin 151? Olabilir. Çünkü Almanya Ligi Bundesliga maç başına 40 bin 232 seyirci ortalamasını yakalamış. İngiltere Premier Lig'de 38 bin 331, İtalya Serie A'da ise 30 bin 934 rakamına ulaşılmış. Futbolun gücü. “Doksan dakikalık şölen” deniliyor. Seyri yüksek, çekişmeli, iddialı bir maç kısa süreliğine de olsa hayatı durduruyor. Ekran başında izleyen milyonları da katarsak, hayat birileri için 90 dakikalığına duruyor gerçekten. Goller, fauller, kornerler, kartlar, paslar, kaleyi bulan şutlar, uzatmalar ve son düdük. 34 bin 151 kişi evine dönüyor, maç istatistikleri konuşulurken hayat normalleşiyor. Sonraki maçlara bakılıyor. Planlar yapılıyor. Bu böyle sürüyor. Liglerin, maçların ve takımların kalitesi ise maçları stadyumda izleyen seyirci sayısından ölçülebiliyor. “34 bin 151” sayısı bir kültürü de simgeliyor o halde. Her açıdan büyük sayı yani. Neyse… Konumuz futbol değil. İnsana dair sayı ve rakamları anlamlandırmaya, karşılık bulmaya çalışırken bir stadyum dolusu insan çağrıştı zihnimde. Böylesi bir girişi de o nedenle yazdım. İsrail, Gazze'de geride kalan 200 günde bir stadyum dolusu insanı dünyanın gözleri önünde katletti. Hayat durmadı, İsrail durdurulamadı, istatistikler paylaşılmadı, bu sayının büyüklüğü hiçbir şeyle ölçülemedi… Bugün 200'üncü günü geride bırakıyoruz. “7 Ekim'den bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlenen saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı 34 bin 151'e yükseldi.” bu cümleyi bir haberci olarak yazabiliyorum. Yazmak zorundayım. Ama insan olarak cümleye dökmek, bu acıyla yüzleşmek çok zor. Saniyeler, dakikalar, saatler ve günler geçti gitti. Vicdanı, idraki, bilinci, derdi, acısı, sancısı olan herkesin bir muhasebesi var elbette geçen günlere dair. Lakin şahitlik ettiğimiz soykırım karşısında bizler de çaresizliğe mahkûm olduk.
Bir insan kendinden ne kadar nefret ettirebilir? Ne yapar da en üst seviyede iğrendirebilir? Son günlerde bunun cevabını gündemi meşgul eden yazar Eylem Tok sayesinde alıyoruz. Türkiye'nin başka sorunu yokmuş gibi sabah akşam onu konuşuyoruz. Çünkü kendisi suç işlemiş oğlunu kanundan kaçırarak ülkenin büyük bölümünün nefretini kazandı. İnsanlar onun yaptığı kötülükleri gördüler ve buna tahammül edemiyorlar. Haklılar da. En çok da annelik sıfatının arkasına saklanarak suça ortak olması koydu hepimize. Bir insan öldü ve cezasını çekmesi gerekenler şu an çoook uzaklarda. Ateş düştüğü yeri yakıyor da, en azından biraz olsun acıları hafiflesin istiyorlar. Ancak ellerinden bir şey gelmiyor. Vicdan ve empatiden yoksun bir kadın hepsinin kabusu oldu maalesef. Bugün son birkaç haftadır ülkeyi sarsan meşhur kazayı ve sonrasında yaşananları konuşuyoruz. En çok da annelik sıfatını kirlettiğini düşündüğüm Eylem Tok'u. İyi dinlemeler...Burada dinlediğiniz vakalar üzerine hazırladığım belgeselleri izlemek için YouTube'a gelin.Cem'den Dinle YouTube: https://www.youtube.com/c/CemdenDinleInstagram: cemdendinleİletişim & İşbirliği: cemdendinle@gmail.comFon Müziği / Music:Music from https://filmmusic.io "Undaunted & Black Vortex" by Kevin MacLeod (https://incompetech.com) License: CC BY (http://creativecommons.org/licenses/by/4.0/)
.
sinemanın hikaye anlatıcı olma hüviyeti sinemacılara ciddi bir sorumluluk yüklüyor. İnsanlığın yaşadığı, unutmaması gereken meselelerini diri tutmak için seçici ve hassas olunması gerekiyor. Kah ağlanacak halimize güleriz, kah oturup gerçeklere ağlarız. Sinema, her şekilde ağlatma ve bu sayede geleceğe gülümsetme sanatıdır. Mesuliyetini yerine getirenin ferahlığı ile unutmaması gerekeni hatırında tutanın umudu... Gazze, istatistiksel olarak büyüyen acıları ile sinemanın başlıca sorumlulukları arasına girdi. Dünden tezi yok (sinema alanında hep geç kaldığımızın emaresi olarak) sinema eserlerinin Gazze'deki hikayeleri anlatması gerekiyor. Dedesinin öpüp kokladığı Reem'in cansız bedeninin anlatamadıklarını insanlığa ulaştıracak bir hikaye... Kendisi görevinin başındayken ailesinden neredeyse herkesi şehit veren muhabir Vail el-Dahduh'un vakur duruşunu ölümsüzleştirecek bir hikaye... “Gökten ölüm yağdığı zaman nereye saklanabilirsin ki” diyerek insanlığın vicdanına seslenen Gazze'deki çaresizlerin, çaresiz ama gururlu yüz binlerin mahpusluğundan utanan bir hikaye... Modern dünyanın ikiyüzlülüğünü bir tokat gibi fekat nahif şekilde şarkısına aktaran Mısırlı Cariokee grubunun sahnesini ve dokunaklı notalarını anlatan bir hikaye... Akdeniz'den Marmara'ya, Karadeniz'den Gazze sahiline yüzen ve bunu ısrarla yapan, aslında olmayan balıkların kutlu yürüyüşünü yüzdüren bir hikaye... Güney Amerika'yı insanlığın yeni adasına çeviren ve sokakların dolduran milyonların ayak izini sezdiren bir hikaye... Vicdanın ırkının ve inancının olmadığını göstermek için adaletin sağlanması adına mahkeme orduları kuran Güney Afrika'nın cübbesindeki tozu silkeleyen bir hikaye... Ve elbette maskelerle tünellerde yaşayan, ruhumuzdaki tünellere hava aldıran, direniş kavramının sözlüklerde yeniden tanımlanmasını sağlayan babayiğitlerin adanmışlığını topraktan gökyüzüne, nehirden denize ulaştıran bir hikaye... Bir hikaye... Çok hikaye... Nesillerin dilden dile aktaracağı hikayeler... Birileri anlatacak... Birçokları anlatmalı...
Bu ülkede bir köpek ölse, hele göz göre göre öldürülse kısmet kopartacak insanlar, nedense Gazzeli bebeklerin ve çocukların ölümü karşısında tek laf etmiyorlar. Dilleri lâl, gözleri kör, gönülleri çöl! Ödül alan bir kadın sanatçının köpeği Loli için dedikleri her anlamda utanç vericidir. İnsanlık adına. Vicdan adına. Konuşmasında bir tek kelimeyle o barbarca öldürülen Gazzeli bebekler ve çocuklar için siyonazilere laf edemeyenlerin insanlığı ne yana düşer ki! Evinde kendisini sabırsızlıkla bekleyen bir köpeği varmış! Çok mesut ve mutluymuş! Bu mudur böylesi bir günde söylenecek söz? Gazzeli bebeklerin ve çocukların gözlerimizin önünde her gün öldürüldüğü ve Gazze diye bir şehrin içindekilerle beraber yerle yeksan edildiği bir zaman dilinde ödül alan bir sanatçının yapacağı konuşma böyle mi olmalıydı? Meğer sureten insan ama sireten insan olmayan ne çok yaratık varmış bu ülkede! Gazzelilerin başlarını sokacakları bir evleri yok. Her an başlarına inen bombalarla ölüyorlar. Hastaneler bombalanıyor. Siviller katlediliyor. Bebekler ve çocuklar öldürülüyor. Gazzeliler ekmek bulamıyor, su bulamıyor. Açlıkla ve yoklukla cebelleşiyor. Gazze'nin bebekleri doğdukları anda öldürülüyor. Gazze'nin çocukları büyüyemeden öldürülüyor. Büyüyenler de öksüz ve yetim... Sırtlarını dayayacakları bir dağları yok Gazzelilerin. Dağ gibi arkalarını dayayabilecekleri bir devletleri yok. Kendilerine ait bir ülkeleri yok. Kendi ülkelerinde kendilerine ait bir devletleri yok. Kendi topraklarında köle gibi yaşıyorlar. Topraklarını işgal edenler tarafından her gün her an öldürülüyorlar. Dünyanın egemenleri o işgalci zalim güce destek sunmaya devam ediyorlar. Yeryüzünün vicdanlı halkları sokaklarda. Ama bu ülkenin sanatçılarının tamamına yakını suskun. Suskunluklarıyla o işgalci rejime arka çıkıyorlar. Konuşanlar da “Ama Hamas” diyorlar. “Hamas terörist!” diyorlar. Kendi köpeklerine methiyeler diziyorlar. Tabii ki köpekler de ölmesin. Öldürülmesin. Onlar da can taşıyorlar.
Otobüs kötüydü, çok kötü. Ne demek o, bir otobüs kötü olabilir mi? Yahu anlasanıza, yani delik deşik, her yanı vuruk, mermi yarası ve rengi atmış. Dışarda bir ayaz, bir ayaz, parmak kesiyor. Otobüs buz tutmuş yolda ilerliyor. Çocuk en arka camı hohlayarak açıyor, yola bir pencere açıyor yanında annesi. Çocuğun korku dolu gözleri, nereye gidiyoruz? Köpeği otobüsün ardından koşuyor. Çocuk sanki köpekle konuşuyor. Annesi yanında, gencecik kadın, genç yaşta çökmüş. Kim bilir neler neler görmüş. Evi, ailesi arkada kalıyor. Bahçe kapısı önünde bir ihtiyar kadın ile bir ihtiyar adam. Arkalarından su döküyorlar ve okuyorlar. Kadının gözünde yaş kalmamış. Kocası cephede savaşıyor, nedense haber yok. Kadın sadece dişlerini sıkıyor ve kanatıyor. O iki ihtiyarla otobüsün arası açılıyor. Açılıyor ve sonra ikisi de kayboluyor. Uzaklardan top sesleri geliyor. Orada değildim diyorsun. Yalan söylüyorsun. Elin ayağın, her yanın kan kokuyor. Biliyor musun bu koku çıkmaz. Keşke ölsem dersin, toprağa gömülüp çürüsem. Hıh! Yine kaybolmaz koku, toprağı dahi kokutur. Kanlı topraklar lafı buradan geliyor işte. Orada değildim diyorsun, yalan söylüyorsun. Geceydi, karanlıktı, bütün bunlar bahane. Yüzüne kan sıçramış, kan sıçramış gömleğe. Gömlek beyaz, kan kırmızı. Hani şahit deme. Uzaklarda bir mitralyöz işliyor. Genç gölgeler birer birer toprağa düşüyor. Düşerken kelime-i şehadet getiriyorlar. İşte şahit. Böyle şahit olmaz diyorsun. O zaman vicdanı çağırsınlar. Ormanı, yaprakları, geceyi çağırsınlar. Vicdan nedir, sen onu biliyor musun? Vicdan, Cenab-ı Hak'ın kalbimizdeki sesidir, bunu biliyor musun? Ama sende kalp var mı, ondan şüpheliyim işte. Herkes kalbi bir et parçası sanır, büyük yanılgı. Yine bahar geldi, her yanda gelincikler. Her yan çimen çiçek, bir de mezar taşları. Uzayıp giden beyaz mezar taşları. Bir kadın elinden tuttuğu çocuğu ile, bir o taşa, bir bu taşa gidiyor. Mezarlığı baştan ayağa dolaşıyor. Sonunda çöküp kalıyor. Oğlanın elinde bir gelincik. Bir yaşlı kadın gelip kaldırıyor kadını. Mezarlık yine sessiz, yine rüzgârın ilâhîsi. Mustafa Kutlu, Fırtınayı Kucaklamak, Dergâh Yayınları, 2019.
Filistin-İsrail Savaşı başladığında konvansiyonel güç unsurları üzerinden yorumlar yapılıyordu. İsrail'in silah gücü, mühimmat kapasitesi, MOSSAD'ın dünyanın en önemli istihbarat örgütü olduğu, Amerika Birleşik Devletleri'nin Doğu Akdeniz'e konuşlandırdığı savaş gemileri üzerinden çatışmaya dahil olma potansiyeli ve bu açıdan ortaya koyduğu tehdit gücü üzerinden değerlendirmeler yapılıyordu. Bu değerlendirmelerde Hamas'ın ortaya koyacağı dirence pek bir şans tanınmıyordu. İsrail, kanlı operasyonlarına başladığında bölge ülkelerine yönelik savaş çıkarma tehdidi içeren bir siyasi söylem benimsediğinden bölgedeki Müslüman ülkeleri derin bir sessizliğe gömüldü. Yahuda'nın Müslüman komşularının liderlerine yönelik mesajı netti: “Koltuklarınızı kaybetmek istemiyorsanız susun!” Meselenin acı olan tarafı şuydu: İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun mesajında sanki Mısır, Ürdün, Suriye veya Suudi Arabistan'daki kamuoyunun ne düşündüğünün bir önemi yokmuş ve bu ülkelerdeki yöneticiler halk desteğinden ziyade İsrail'in rızasıyla iktidardalarmış gibi bir resim ortaya çıktı. Bu aşağılayıcı tutum karşısında ilgili devlet yöneticilerinden henüz esaslı bir tepki gelmedi. Filistin halkının yanında duran insanların sayısı küresel ölçekte muazzam boyutlara ulaşırken Müslüman ülke yöneticilerinin bundan sonra İsrail'e karşı nasıl bir söylem benimseyecekleri merak konusu olmaya devam ediyor. Bu bağlamda Mısır ve Ürdün hükümetleri, Gazze'deki nüfusun kendi topraklarına sürülmesine yönelik ABD ile İsrail'in taleplerini geri çevirdi. Bu oldukça önemli bir gelişmedir. Savaşın başlangıcından bugüne 50 gün geçti. Hamas direnişçileri, Filistin topraklarını işgalci İsrail'e karşı savunmakta olağanüstü bir iman ve kararlık gösterdi. İsrail ise savaştaki başarısızlığının üstünü örtmek amacıyla sivilleri katletti, kelimenin tam anlamıyla bir terör devletine dönüştü. İşte tam da bu dönemde dünyada olağanüstü değişiklikler oldu. 1970'lerde dünya sağ-sol çatışması ve Soğuk Savaş dinamikleri üzerinden belirlenirken Filistin meselesi, üniversite öğrencilerinin ve akademisyenlerin de dahil olduğu siyasi tartışmaların merkezindeydi.
Ogün Samast'ın Hrant Dink cinayetinde aldığı ceza kamu vicdanını neden tatmin etmiyor. Çetelerin devletteki ve toplumdaki karşılıklarını tartışan Aybike Boyacıoğlu ve İlkan Dalkuç, bu haftaki podcastte Almanya'nın İsrail karşısındaki tavrını da sorguladı.
İsrail'in Gazze'deki soykırımcı saldırısında ölü sayısı 10 bini aştı. Siyonist terörün kurbanlarının yüzde 65'i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Vicdanı olan her insan yaşananları görüyor ve zulme karşı Filistin halkının yanında duruyor. Ancak bu yetmez. Harekete geçmek ve somut eylemlerle Filistin'i desteklemek gerekiyor. Bunu sadece Filistinli çocuklar için değil, kendi çocuklarımız ve geleceğimiz için de yapmalıyız. Çünkü Filistin halkının düşmanı bizim de düşmanımızdır. Yanı başımızda Gazze'de göz göre göre bir halk soykırıma uğruyorsa Türküyle Kürdüyle hiçbir halk güvende olamaz. Emperyalizm, her gün bizi sömüren kapitalizmin en ileri halidir. Bugün Filistin halkına saldırıyorsa, o halkla aynı saftayız demektir. Elimizden bir şey gelmiyor diyenlere kulak asmayın. Elimizden çok şey gelir. Gerçek en büyük silahımızdır. İsrail teröre karşı savaştığını söylüyor. Batı emperyalizmi aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. Yalan söylüyorlar. İftira atıyorlar. Gerçek ise başkadır. Filistin halkının işgale karşı direnişi meşrudur ve haklıdır. Gazze'de terörist olan İsrail'dir! Teröristin en büyüğü ise İsrail'in arkasındaki esas güç olan ABD ve NATO'dur! NATO'nun bir güvenlik şemsiyesi olduğu yalandır. Gerçek 15 Temmuz'da İncirlik'ten yakıt alan uçakların TBMM'yi bombalamış olmasıdır! En büyük terör örgütünü içimizde besliyoruz. Bu zillete son verilmelidir! Siyonist İsrail ise ev, hastane, cami, kilise demeden, fosfor bombası gibi yasaklanmış mühimmat türleri kullanarak, hiçbir hava savunma sistemi olmayan, 45 kilometre karelik bir yere 2,3 milyon insanın hapsedildiği bir alanda katliam yapıyor. Gazze'yi savunan tek güç yerin altını tünellerle ören ve fedakârca savaşan direnişçiler. Ne onlar teslim oluyor ne Filistin halkı diz çöküyor. Onlar üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Bizim üzerimize düşen emperyalist ve Siyonist saldırganlığı cephe gerisinde zayıflatmaktır. Dedik ya gerçek en önemli silahımızdır. Türkiye'de iktidar ve hâkim sınıflar, sözleriyle Filistin'in yanındaymış gibi yapıp eylemleriyle emperyalizme ve Siyonizme destek vermektedir. İsrail elçisi hâlâ kovulmadı. Siyonistler adamlarını kendileri çekti. Erdoğan bu basit tepkiyi bile göstermedi. Erdoğan “one minute” dedikten sonra bile, Mavi Marmara katliamından sonra bile İsrail'le ticaret rekorları kırdı Türkiye! Siyonist katil bu ticaretle semirdi. Bugün İsrail'in çelik pazarının yüzde 65'ine Türk şirketleri sahip! Her gün Türk limanlarından İsrail'in Hayfa limanına şilepler mal taşımaya devam ediyor. İsrail'e boykot! Boykot, katili güçten düşürmek demektir. Emekçi halkımız İsrail'e destek olan markaları boykot etmeli. Ama esas, iktidarı İsrail ile yapılan ticareti durdurması için zorlamalı, diplomatik ilişkileri tamamen kesmesini sağlamak için bastırmalı. Zira Türkiye'yi yönetenler sadece ekonomik olarak değil askeri olarak da Siyonizme hizmet ediyor. Malatya'da konuşlu NATO'ya bağlı Kürecik radar üssü İsrail'in bölge çapındaki en büyük istihbarat kaynağıdır. Gazze'ye ölüm yağdıran pilotlar geçmişte Konya'daki hava üssünde eğitim gördüler. ABD iki uçak gemisinin yanı sıra İncirlik'teki askeri üsse indirdiği bombardıman uçaklarıyla bölge çapında terör estiriyor. Tüm bunlara İngiliz emperyalizminin Ağrotur ve Dikelya üsleri ile Kıbrıs'ı batmaz bir uçak gemisi olarak kullanmasını da eklemeliyiz. Türkiye Kürecik üssünü kapatırsa katilin bir gözünü kör eder. İncirlik üssünü kapatırsa katilin havaya kaldırdığı bir yumruğunu tutmuş olur. Türkiye'nin NATO'dan çıkması ise dengeyi tamamen değiştirecektir. İşçiler emekçiler köylüler! Yüreğimiz Filistin'de atıyor. Eylemimizle de Filistin'in yanında olalım! İsrail'i boykot edelim! İsrail'le tüm ekonomik, diplomatik, askeri, kültürel, akademik ilişkilerin kesilmesi talebini yükseltelim! Emperyalist üslerin kapatılması, Türkiye'nin NATO'dan çıkması için mücadele edelim! Filistin halkının bir kez daha kendi topraklarından sürülmesini engelleyelim! Soykırımı durduralım!
HAMAS'ın, ABD-İşgalci İsrail'in Gazze'deki kuşatmasını yarmak için 7 Ekim 2023 tarihinde başlattığı harekatın otuz altıncı günündeyiz. İşgalci İsrail, ABD ve dostlarının savaş gemileriyle, yine ABD'nin Arap krallıklarına yerleştirdiği hava savunma sistemleriyle emniyeti(!) azami surette sağlanmış olarak ve yine ABD'den aldığı en gelişmiş silahlarla Filistin'e yıkım ve ölüm yağdırmayı sürdürüyor. Sadece Gazze'de yaklaşık beş bini çocuk olmak üzere on iki binden fazla sivil katledildi. Yaralı insan sayısı otuz beş bini aştı. Kaybolanların, enkazlar altında kalanların sayısı ise hâlâ belli değil. Binaların yüzde ellisi yıkıldı. Yaklaşık bir milyon Filistinli güvenli olduğu söylenen ama kendilerini ABD bombalarından başka bir şeyin beklemediği güney Gazze'ye doğru savruluyor. İşgalci İsrail dünya medyasını sıkı sıkıya kontrol ediyor ediyor ama yine de bu soykırım, bu vahşet, bu sürgün büyük oranda medyadan bizzat görülebiliyor. Vicdan sahipleri bu görüntüler karşısında şaşkın şaşkın beklerken, bu beklemeyi tahkim ederek olumlu ya da olumsuz manada belli yönlere kanalize etmek isteyen güvenlik uzmanlarının, emekli askerlerin, istihbarat elemanlarının, savaş stratejistlerinin... tahminleri, komplo teorileri, çözüm önerileri eşliğinde savaşan tarafları savunmaları ve suçlamaları havada uçuşuyor. Bu yoğun laf kalabalığı içinde, yukarıda zikrettiğimiz elim tablonun hesabını ABD-İsrail'den sorma cesaretine sahip olmayanların HAMAS'ı sorularının, sorgularının, komplo teorilerinin merkezine yerleştirmeleri ise normal hâle geliveriyor. Bu manada üretilen ilk soru şudur: HAMAS'ın, ABD–İsrail'e karşı Gazze kuşatmasını yarma harekâtı kime yaradı? Bu soru öncelikle istihbarat örgütlerinin vahşi kapitalizmin de etkisiyle insan, toplum ve devlet ilişiklerini sadece fayda- zarar cihetinden ele almaları neticesinde oluşan -kafiri de Müslümanı da içine çeken- seküler bir paradigmanın hasılasıdır ve bu soruya verilecek cevap da -görünen köy kılavuz istemediği için- elde hazır tutulmaktadır: Onlara göre HAMAS'ın mezkûr harekatı ABD–İsrail ile İran'a yaramıştır. Siyonistler sanki Filistin'i işgal etmemişler, milyonlarca Filistinliyi ölümle korkutarak, mallarını gasp ederek vatanlarından sürmemişler ve bu yolla başkasının vatanında Batılı dostlarının desteğiyle bir muz devleti kurmamışlar gibi, işgale uğramaktan, güvenliklerinin tehdit edilmesinden dem vurarak yeni vahşetleri işleme hakkı(!) kolayca elde ettiler. Aynı zamanda Siyonistlerin güvenliğinin garantisi olan ABD, HAMAS'ın son harekatı sayesinde Arap krallıklarındaki vesayetini de pekiştirerek bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü sağlama almakla kalmamış, İngiltere, Fransa ve Almanya donanmasının desteğinde kendi ölüm gemilerini Doğu Akdeniz'e yerleştirerek, Orta Doğu'nun haritasını yeniden belirleme arzusunu açık bir tehdit formuyla Türkiye'nin de dahil olduğu bölge ülkelerine dayatma imkanı elde etmiştir. İran'a gelince:
Vicdanı olan, insanlığını yitirmemiş birisi, ‘Gazze için neler yapabilirim' sorusuna bugün itibariyle çok sayıda yanıt bulabilir. Çünkü yapacak, yapılabilecek çok fazla iş var. Ancak ‘Gazze için neler yapamazsınız?' sorusunun yanıtı bugün itibariyle tek bir kelimedir: Susamazsınız! Evet susamazsınız. Çünkü susarsanız, bu sessizlik, bu vurdumduymazlık, bu yutkunma İsrail'i desteklediğiniz anlamına gelir. İsrail'in artık 1 aya dayanan Gazze soykırımı karşısında gri alan kalmadı. Herkes şahit olduğu vahşet karşısında tarafını belli etmek zorunda. Gazze'de vurulan konvoylardaki bebeklerin kopan uzuvları yollara saçılırken ‘fakat' diyen, söze ‘ama Hamas' diye başlayan her kim olursa olsun doğrudan İsrail destekçisidir. Belki Siyonist değildir, Evanjelist değildir, Yahudi değildir, hatta Müslüman'dır ama eğer tavrı net değilse İsrail'den yanadır. Artık adını koymalıyız. Çünkü ahlaken çöken, tüm değerleri, inançları, kutsalları ve insanlığı ayaklar altına alan Batı'da bile vicdanlar patlamak üzere. Şunun da altını çizelim: Batı Gazze'de battı. İkinci Dünya Savaşı'ndaki akıl almaz vahşetlerin üzerine inşa edilen Avrupa Birliği'nin diktiği medeniyet elbisesi arkalı önlü, sağlı sollu yırtıldı. Hümanizm ambalajı patladı. Ancak asıl önemlisi şu ki; Gazze yok edilmeye direnirken, insanlığını yitirmeyenleri de kendine getiriyor. Gazze'de katledilen bebekler üç günlük hayatlarıyla, Müslümanlara çok ağır dersler veriyor. Gazze halkı İslam devletlerine, milletlere tokat üstüne tokat atıyor. Sadece Müslümanlara değil. Hristiyanlar, Siyonist olmayan Yahudiler ve Harediler de İsrail ile arkasındaki Batı'ya net tavır, hatta cephe alıyor. Batı'nın içinden dindirilmesi çok mümkün olmayan öfke seli akıyor. Son birkaç günden sayısız örnek sayabilirim. El Cezire dün bir haber geçti. Kaliforniya'dan İsrail'e gitmek üzere hazırlanan ABD askeri kargo gemisini engellemeye çalışan insanlar geminin merdivenlerine tırmanıyorlardı. Protestocuların röportajlarını izledim. Hiçbiri Müslüman veya Arap değildi. Hristiyan olduğunu söyleyen bir Amerikalı, İsrail'i mağdur gösteren Amerikan medyasında yazılanların doğruluğunu kontrol etmek için Instragram'daki konum etiketlerine tıklayarak İsrail'in farklı şehirlerinde yaşayanların son paylaşımlarına göz attı ve yaşadığı şok üzerine şöyle bir video çekti: “Siz mağdur değilsiniz, sahillerde, barlarda, partilerde keyif yaparken yanı başınızda soykırım yapılıyor.” Videosunu Yeni Şafak'ta da haber yaptığımız bir Yahudi kadın şöyle diyordu: “Yahudi'yim ve Siyonist bir ailede büyüdüm. Büyükbabam Holokost'tan sağ kurtulanlardandı. İsrail ulusunun iyiliğini düşünmek benim kanımda var. Ancak ben yine de Siyonist devletin zalim, şiddetli ve kötü olduğunu görebiliyorum. Siyonist bir aile tarafından yetiştirilen ben bile İsrail'le ilgili önyargılarımı aşabiliyorsam siz de yapabilirsiniz. İsrail'in şu an yaptığı şey bir soykırımdır.” Ülkemizdeki milyonlarca takipçisi olan ünlüler, fenomenler susarken, Romanyalı içerik üreticisi Nicole Jenes'in mizah videosundaki şu tespiti çok önemliydi mesela: “Romanya'yı işgale mi geldiniz? Unutmayın pasaport damgası size toprak vermiyor.”
Allah gani gani rahmet eylesin... Osman Saffet Arolat sadece meslek büyüğüm ve mesleki rol modellerimden biri değildi... O aynı zamanda insani değerleriyle de karşısındakinde güven, anlayış ve yakınlık uyandıran, mütekâmil bir ruhtu... Gazeteciliğin, basın-yayın mensubu olmanın onurlu, şerefli bir iş olduğu; dezenfor-masyonun, yalan haberciliğinin, karalama kampanyalarının, itibar suikastlarının çok nadir olarak, tek tük görülebildiği; “Gazete yazıyorsa, TV söylüyorsa doğrudur” algısının yaygın olduğu dönemin ‘star' gazetecilerinden biriydi Arolat. Bizim kuşağın yakından tanıdığı ‘Abdi İpekçi ekolü' diye adlandırılan bir gazeteci karakteri vardı. Bu ekolün daha iyi anlaşılması için başımızdan geçen bir olayı paylaşmak yararlı olabilir... 1970'lerin sonunda, haberi iki kaynaktan edindiğimiz görüşle ele aldığımız hâlde “Neden 3'üncü bir taraftan görüş almadınız?!” diye Abdi İpekçi'den fırça yediğimiz olurdu. Bir keresinde Abdi Bey, Alman şansölyesi Willy Brandt'tan bir röportaj almıştı. Söyleşiyi iki ayrı kişiye çevirttirdikten sonra bir de bana yollatmıştı. Ben yazıyı çevirip ilettim. On dakika sonra dış haberler servisinden Zerrin Hanım aradı; “Sizi rica ediyor” dedi... Bir heyecan ve bol endişe ile Abdi Bey'in odasının yolunu tuttum... Bana diğer tercümeleri gösterdi. Brandt'ın kullandığı bir kavram iki tercümede de aynıydı ama benimki farklıydı... Açıklamamı istedi, ben de dilim döndüğünce izah etmeye çalıştım. Teşekkür etti, “Çıkabilirsin” dedi... O gece sabaha kadar uyku tutmadı... Acaba hangi Türkçe karşılığı tercih edecekti? İlk iş gazeteyi alıp onun röportajını okudum. Benim sözcüğü kullanmıştı... Yaşadığım en büyük mesleki tatminlerden biriydi, desem yalan olmaz... Bu ekolün Osman Arolat gibi mensuplarını buradan hayırla yâd etmek, yaşayanlara uzun ömürler, kaybettiklerimize rahmet dilemek boynumuzun borcudur. Unuttuklarımız bağışlasın lütfen; Leyla Umar, Rauf Tamer, Hakkı Devrim, Hıfzı Topuz, Cüneyt Arcayürek, Uğur Mumcu, Mehmet Ali Birand, Halit Kıvanç, Ali Gevgilili, Hasan Pulur, Sami Kohen, Tarık Buğra, Sadun Tanju, Savaş Ay, Nezih Alkış, Oktay Ekşi, Doğan Hızlan, Taha Akyol, Zeki Sözer toplumun tüm kesimlerince saygı duyulan, benimsenen, güvenilen, en önemlisi de “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” gazetecilerin bazıları... Bugün, aynı çizgide olan yazılı basın ve TV gazetecileri yok mu? Elbette var... Ancak, sağdan say iki; soldan say belki üç kişi... Ne yazık; öyle değil mi?.. Günün sözü “Yalnızca gerçek sevginin nesnesi geliştirir ve insanın gerçek özünü ortaya çıkarır.” Ludwig Feuerbach Gözümüze takılanlar...
ABD medyasına yansıyan bilgilere göre “7 Ekim” öncesinde İsrail'de tahminen altı yüz bin Amerikan vatandaşı bulunuyordu. Bu ABD vatandaşlarının kısmı azamisi aynı zamanda İsrail vatandaşı. İşgal altındaki Batı Şeria'da kırk beş bin ile altmış bin arasında Filistin kökenli ABD vatandaşı yaşıyor imiş. Gazze'deyse yüzlerce Filistin kökenli ABD vatandaşının misafir olarak bulunduğu belirtiliyor. ABD, İsrail'deki vatandaşları için ilave uçak seferleri düzenliyor. Gazze için böyle bir girişim söz konusu bile değil. Hamas'ın rehineleri dışında ABD, Gazze'deki diğer vatandaşlarıyla ilgilenmiyor. Kapana kısılan bu aileler de İsrail'in bombalarının hedefindeler. Biden Yönetimi Batı Şeria ve Gazze'deki Filistin kökenli ABD vatandaşlarının güvenliklerini önemsemiyor. Yahudi Amerikalılar'ın hayatları Filistinli Amerikalılar'ın hayatlarından değerli. Biden, “benim için rehin tutulan Amerikalıların güvenliğinden daha yüksek bir öncelik yoktur” dememiş miydi? Antony Blinken ise Gazze kasabı Netanyahu ile görüşmesinde, 7 Ekim'de hayatını kaybedenlerin aileleriyle yas tuttuklarını söylemişti. Blinken “Karşınıza sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, aynı zamanda bir Yahudi olarak çıkıyorum” demişti. Blinken “Karşınıza küçük çocukları olan bir eş ve baba olarak çıkıyorum. Öldürülen ailelerin fotoğraflarına bakıp çocuklarımı düşünmemek benim için imkansız” diye eklemişti. “Ne vicdanlı adam, ne insancıl adam” diyebilirsiniz. Tabii aynı cümleleri Gazze'li bebekler, çocuklar ve aileleri için de sarf etmiş olsaydı. Blinken'ın vicdanının sızlaması için, katledilen Gazzeliler'in ABD vatandaşı olmaları da gerekmiyor. Vicdanı olan her insan, öldürülen her çocuk için, her masum insan için elbette üzülür. Vicdanın dini, ırkı, milliyeti, mezhebi yoktur. Diğer bir yandan “Adalet”in gözü, kişinin kimliğine kör değil midir? Ne ki ABD yönetimlerinin adalet anlayışı, hak- hukuk anlayışı, insan anlayışı, vicdan anlayışı genel kabul gören evrensel kuralların dışında kalıyor. ABD ve Avrupalı şeriklerinin Ukrayna ve Gazze'ye bakış açıları bile bu kuralları silikleştirerek buharlaştırıyor. Ukrayna'da suç olan, Gazze'de değildir. İsrail vatandaşları için dökülen gözyaşları sıra Gazzeliler'e geldiğinde kaskatı kesilerek donuyor. Gazze şeridi, ne içine girilebiliyor, ne dışına çıkılabiliyor. İsrail ordusundan bir yetkili Gazze'ye atılan bombaların nereye isabet ettiklerini değil yıkımının şiddetini önemsediklerini söylemiş. Öyle ya, dar alanlara atılan bombalar boşa gider mi hiç! Kuzeyinde ya da güneyinde olmak, farketmiyor, İsrail'in hedefi bütün Gazze'dir. “BBC Arapça”nın muhabirlerinden Adnan El-Bursh “Bir ölümden diğerine kaçıyoruz gibi hissediyorum. Gazze'de güvenli tek bir santimetre yok” diye aktarıyordu. “El Cezire”nin Gazze'deki Baş Muhabiri Vail el-Dahduh ise daha güvenli olduğunu umduğu için Güney'e gönderdiği eşini, oğlunu, kızını ve torunu kaybetti. Dahduh, “Bu çocukların günahı ne? Onlar da mı hedef listesindeydi? diyordu.
Suriye iç savaşında akşam yatıp sabah kalktığımızda İŞİD adında bir örgütle karşılaştık. Bu örgütün İslam dininin hiçbir değerine uymayan bir yapısı vardı. Zaman içerisinde bu örgütün CIA üretimi bir örgüt olduğu anlaşıldı. İsrail ve Siyonistleri, “Yahudilerin İŞİD'i” olarak algılayabiliriz. Sosyal medyada viral olan bir görüntü var. Netanyahu bir hahamı ziyaret ediyor, ona maharetlerinden bahsediyor. Aşırılık yanlısı haham “Fakat henüz Mesih gelmedi, günün bitmesine birkaç saat var. Mesih'in gelmesini kolaylaştır'' diyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan bugüne, İslam aleyhine ardı arkası gelmeyen karalama kampanyaları yapıldığı için İslam ile “terör” sözünü bir araya getirip küresel Siyonist medya elliyle yaygınlaştırmak kolaydı. İŞİD'den daha tehlikeli fikirlere sahip olan sapık dini ideolojiye bağlı Siyonistler hakkında din terörü ya da “Yahudi din terörü” ifadesini kullandığınızda terbiye edilmiş birçok Müslüman dâhil herkes meseleye şüpheyle yaklaşır. Filistin'de olan bitene bakın: Ortada bir savaş yok, resmen soykırım var. Müslüman olsun Hristiyan olsun ateist olsun normal insani özelliklerini devam ettiren her bir yaratılmış, bir çocuğun bombalarla paramparça edilmesinden, hastanelerin bombalanmasından, kadın-çocuk demeden herkesin öldürülmesinden zerre kadar da olsa vicdanı sızlar. Vicdanı yoksa savaş hukukuna uygun davranır. Bir gün ahirette hesabını verir fakat dünyada da bunun bir hesap meselesi olduğunun farkında olur. İngiliz medeniyetinin bütün unsurlarının, sapık Yahudi dini örgütü tarafından ele geçirildiğini gün gibi açık bir şekilde görmüş olduk. Biden “Kara harekâtı yapmayın” demesinin hemen sonrasında Hristiyanların kurduğu hastane bombalandı, arkasından bir kilise... Biden koşar adım Tel Aviv'e gitti. AB ülkelerinim tamamı İsrail'in arkasında saf tuttu. Dünya kamuoyu: Devletlerin bu sapık din terörü etkisinde olduğunu fark eden halklar, bütün dünyada sokaklara döküldü. Devletlerin haktan, adaletten ve vicdandan yoksun olduğunu gören vicdanlı insanlar Latin Amerika, ABD, bütün Avrupa ve Müslüman ülkelerin bütün sokakları Filistin davasının arkasında duruyor. Sadece İsrail değil ABD de bu öfkenin maliyetini ödemekte zorlanır. Küresel medyanın tiyatrolarına kargalar dahi gülmeye başladı. Bu namussuzluk ve ahlaksızlığın sürdürülebilir olma imkânı yoktur çünkü sosyal medya çağındayız. Soğuk savaş öncesi günler yaşıyoruz, tek kutuplu dünya son günlerini yaşıyor. Uzun zamandır bir çatışma ile ilgili ABD, Çin ve Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelmemişti. Putin hipersonik füzelerin Akdeniz'e ulaşma kapasi-tesinden bahsetti. Çin Akdeniz'e uçak gemileri gönderdi. Müslü-man ülkeler ne yapabilir: Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Müslüman toprakların dizaynı bugünler için yapılmıştır. Paramparça olan coğrafya mümkünse birbiri ile savaşsın, bir öbürüne düşman olsun, sömürge imparatorluğu ustaca Müslümanları sömürmeye devam etsin. Arap Baharı'nda Arap sokağını oluşturan gençlerin, daha iyi bir yaşam ve özgür bir devlet içerisinde yaşama arzusu, küresel çete eliyle Suriye ve Libya'nın istikrarsızlaştırması sonucunu doğurdu. Türkiye'nin Libya hükümetine destek vermesi bugün için Libya'yı dağılmaktan korumuştur.
Birinci Dünya Savaşı hâlâ bitmedi. Batı'nın sömürgeci medeniyeti, insanlığın başına gelmiş en büyük felakettir. Batılı sömürgeci güçler, iki yüzyıldır kendi refahlarını ve geleceklerini güvence altına alırken dünyanın geri kalanını savaşlara ve sefalete mahkûm etti. Bugün Batı'nın sömürgeci medeniyetinin düzen kurma kabiliyeti kalmamıştır, çünkü evrensel diye addettikleri tüm haklar ve değerler fiiliyatta yalnızca kendileri için geçerlidir. Osmanlı Devleti'nin Ortadoğu'da kurduğu bir barış düzeni vardı. Bu düzen yıkıldıktan yüz yıl sonra bölgede onlarca devlet kuruldu. Bu devletlerin her biri dolaylı olarak müstemleke ruhlu yöneticiler eliyle Batılı sömürgeci devletlere bağlandı. Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgeler, sancılı bir sürecin sonunda zımni bir bağımsızlık statüsü kazandı. Bu sırada Filistin halkı tam 70 yıldır İsrail Devleti'nin soykırım eylemlerine ve gaddarlığına terk edildi. Aslında Yahudilik, Hristiyanların sorunudur. Hristiyanlar, iki ilahi din olan İslâmiyet'i ve Yahudiliği doğal hâlleri ile kabul etmedi. İslâmiyet'i putperestlik olarak reddederken Yahudileri kendi peygamberlerini öldüren kimseler olarak aşağıladılar. Müslümanları Avrupa topraklarına kabul etmedikleri için savaşlar dışında Müslümanlarla iç içe yaşamıyorlardı. Yahudiler ise Batı şehirlerinde yarı göçebe, yarı sığınmacı gibi yaşıyorlardı. Gündüz şehir merkezine dağılıyor, gece gettolara kapatılıyorlardı. Orta Çağ'ın Batı kentlerinde Yahudiler cüzzamlı hastalar gibi görülüyor, her türlü kötülüğün, hatta manevi lanetlilerin Yahudilerden geldiğine inanılıyordu. Örneğin İspanya'da komşuları kendilerini Hristiyan zannetsin diye Yahudilerin evlerinde domuz eti bulundurulurmuş. Zannedilmesin ki Hristiyanların Yahudi düşmanlığı Nazilerin yaptıkları ile sınırlıdır. Hristiyan sosyolojisindeki Yahudi düşmanlığı, Yahudilere yönelik kin ve nefret 15. yüzyılın sonundaki İspanya sürgününden sonra Almanya'da ve diğer Avrupa ülkelerinde nüksetmiştir ki bugün bu nefret toplumsal dip dalgada hâlâ mevcuttur. Sonuç olarak Yahudiler kin, nefret, ötekileştirme, gettoya kapatılma, Orta Çağ İngiltere'sinde yarı hayvan, yarı yaratık olarak algılanma, sürgün, katliam gibi her türden zulümleri Hristiyanlardan görmüştür. Fakat bu kötülükler karşısında bugün Hristiyanlardan gördüklerinin aynısını Müslümanlara uyguluyorlar. Diğer bir ifadeyle dünün mazlumu bugünün zalimi hâline geliyor. Yahudilik bir Avrupa problemi idi. Siyonistler, Yahudilerin rotasını Vadedilmiş Topraklar'a çevirdiler. Batılı devletler de Yahudilerden kurtulmak için onların Filistin topraklarına göç edip yerleşmesini teşvik ettiler. Bir TV yayınında Fetullahçı Terör Örgütü'nün gedikli haini Cemal Uşak, Siyonizm'i doğru bulduğunu savunmuştu. Bunların o dönemde hainlikleri henüz tescilli değildi. Sureti haktan görünmeye devam ediyorlardı. Kendisine dedim ki bütün milletlerin toprak edinme hakkı vardır, fakat işgal, gasp ve zulüm ile elde edilmiş bir hakkı kabul etmiyorum. Bu cümleyi ancak emperyalistler sizin kadar rahat kurabilir diye tepkimi gösterdiğimde kendisi sessizce geri çekilip susmuştu. İsrail'in belirlenmiş, meşru sınırları yoktur. Siyonistler, Vadedilmiş Topraklar'ı milenyum çağında yeniden elde etmek istiyor. Kendi hesabıma ben Yahudiler adına ümitsizim. Yahudilerin Ortadoğu'da yaşayabildiklerine şükretmesi gerekir, zira yarınları bugünlerinden daha güvenli olmayacak. İsrail, kurulduğundan bugüne dek hiç hız kesmeden Filistinlileri katletmeye, sürgün etmeye, topraklarını işgal edip şiddet yanlısı katil yerleşimcileri bu topraklara yerleştirmeye devam etti. Âdeta Filistinlilere diyorlar ki biz sizi yavaş yavaş yok edeceğiz, lütfen ölürken gürültü çıkarmayın. Son İsrail-Filistin Savaşı şunu göstermiştir ki İsrail bir terör devletidir. Din, hukuk, ahlak, insan hakları veya uluslararası hiçbir anlaşma İsrail'i sınırlandırmıyor. Bir terör örgütü ile bir devleti birbirinden ayıran en önemli fark, devletlerin terör örgütlerinin aksine hukuka bağlı olma zorunluluğudur.
Laura Tillman'ın beş yıllık araştırmaları ve gözlemleri sonucu sosyal vicdanı güçlü, Lalo olarak bilinen ikonik Meksikalı şef Eduardo García hakkında bir kitap yazdı. Şefin çiftliklerde çocuk işçi olarak büyümesi ve 30 yaşında Meksika'ya sınır dışı edilmesi de dahil olmak üzere hayat hikayesini anlatıyor. Kitap, García'nın çocuk göçmen işçiden, süperstar şefe kadar olan yolculuğunu anlattığı kadar, göçmen işçilerin Amerikan gıda sistemlerinin omurgasını nasıl oluşturduğunu da inceliyor.
Kısa Dalga Podcast'te Azmi Karaveli'ye konuştu.. Sırrı Süreyya Önder: Sol vicdanı bir araya getirebilecek bir hamle yapmamız şart TBMM Başkanvekili ve YSP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, "Önceki çözüm sürecinde mesele o kadar zehirlenmişti ki bu ön yargılarla boğuşmamız, keskin bir çatışma sürecini bir anda barış sürecine evirebilmemiz için bu barış talebini toplumsallaştırmakta yetersiz kaldık. En büyük özeleştirimiz budur" açıklamasında bulundu.
Bu video 07/02/2016 tarihinde yayınlanan “RUHÂNÎ LEZZET ve ENGİN ŞEFKAT” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Marifet, nazarî bilgi değildir; o, bir vicdan kültürüdür. Vicdan marifetle lebrîz olunca (taşacak kadar dolunca) muhabbet sınırına ulaşılmış demektir. Artık muhabbet insan mahiyetinde bir dinamo haline gelir ve o sayede insan, Allah'ı, Rasûlü'nü ve Sahabeyi her şeyden artık sever. Zamanla o kulu likâullah iştiyakı bütün bütün sarıverir. *Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri, Allah'a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk'ın vuslatına ermek ve Cennet'te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl'in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Likâullah iştiyakına (Mahbûb'a karşı arzu ve isteklerle dolup taşmaya) giden yol, imandan, imana bağlı mârifetten, mârifet kaynaklı muhabbetten ve muhabbetten hâsıl olan aşk u şevkten geçer. Cenâb-ı Hakk'ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Bize de lütfet cemâlini ya Rabbenâ!.. *İştiyak likâullah, zirvedekilerin mülahazasıdır. En büyük sabır da likâullaha aşk u iştiyak ile yanıp tutuşan ama henüz “gelebilirsin” davetini almadığından dünya zindanına katlanan hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma sabrıdır. Bunların kendilerini dünyada kalma adına frenlemeleri sadece, emre itaatteki inceliği kavramalarından kaynaklanır. “Burası bir talimgâhtır; biz de birer askeriz. Bizi buraya O gönderdi. O'nun aşk u iştiyakıyla ocaklar gibi yanıp tutuşsam da yine de gam izhar eylemeyeceğim. Emir verip ‘gel' diyeceği âna kadar rızayla sabredeceğim.” Zirvedekilerin solukları bunlar. *Aliyyu'l-Kârî hazretlerinin ifadesiyle “Mü'minler keyfiyetsiz, idraksiz, ihatasız ve misalsiz olarak, her türlü tarifin üstünde ‘bî kem u keyf' O'nu müşahede edeceklerdir. O'nu görünce, artık Cennet'te olduklarını ve Cennet nimetlerini de unutacaklardır. Yazık o inanmayanlara, onlar öyle büyük hüsran içindedirler ki, mü'minler Cenâb-ı Hakk'ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken, onlar pişmanlık ve hasretle vurunup dövüneceklerdir.” Evet, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira Hazreti Bediüzzaman'ın ifadeleri içinde, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet'in bir saatine mukabil gelmez. Cennet'in de binlerce sene mesûdâne hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini bir dakika görmeye karşılık olamaz. Hele bir de, O'nun bizzat “Ben sizden hoşnudum!” demesi vardır ki, o hiçbir nimetle kıyas edilemez. Hakiki saadet, hâlis sürur, en şirin nimet ve safi lezzet marifetullah ve muhabbetullahtadır. *İman ve sâlih amel dairesi, insanın marifetten muhabbete, muhabbetten de lezzet-i ruhaniyeye kadar pek çok güzelliği duyup hissetmesini sağlar. Öyle ki, ibadet iştiyakı onun ruhunu bütün bütün sarar ve kulluk onun için ruhanî bir zevke dönüşür; artık o, bal-kaymak yiyor gibi ibadet eder ve ibadete bir türlü doymaz. *Gerçi, insan lezzet-i ruhâniyenin ve manevî zevklerin talibi olmamalıdır; fakat o peşine düşmese de bunlar kulluğun bir semeresi olarak ziyade bir lütuf şeklinde esip gelebilir. Nitekim Nur Müellifi, “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir.” derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir.
Bu video 07/02/2016 tarihinde yayınlanan “RUHÂNÎ LEZZET ve ENGİN ŞEFKAT” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... İnkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında ayakta kalabilmenin vesilesi amelî ve tahkikî imandır. *Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, amelî ve tahkikî iman hedeflenmelidir. Bu sayede imanın marifete ulaşması, marifetin muhabbetle taçlandırılması ve muhabbetin cinnete varacak şekilde bir aşk u iştiyaka inkılap etmesi mümkün olacaktır. Cenâb-ı Hakk'a kavuşma, cemâl-i bâkemâlini müşahede etme ve “Ben sizden razıyım” hitab-ı celîl-i sübhaniyesini duyma iştiyakıyla yanıp tutuşma, o meselenin zirvesidir. Şayet “iman ettim” diyenler, meseleyi amelle de derinleştirmemişlerse, namazdan şeker-şerbet yudumluyor gibi zevk almıyorlarsa, kaçırdıkları bir teheccüdden dolayı bile yirmi dört saat yemekten iştahları kaçmıyorsa, onlar hala nazarîde emekleyen insanlar demektir. *Bergson, hakikatin ancak vicdanî duyuş ve sezişle bulunabileceğini ifade ederken; Kant da, Allah'ın amelî akılla bilinebileceği üzerinde durmuştur. Batı kültürü içinde yetişmiş bu filozofların hakikate ne kadar aşina olduğunun ve bizi ne ölçüde hakikate aşina kılacağının münakaşası her zaman yapılabilir. Bu, ayrı bir meseledir. Fakat şurası bir gerçek ki, Allah'ın bilinmesi mevzuunda çoğu zaman sizin ortaya döktüğünüz deliller sadece nazarî bilgi olarak kaldığında iman ve İslâm'a ait esasların koruma altına alınmasında bu durum yeterli olmayabilir. Evet, nazariyatta kalmış her türlü bilgiyi ve delili bir muhalif rüzgâr alıp götürebilir. Bu açıdan nazarî bilgilerin mutlaka amel blokajı üzerine oturtulması gerekir. *Usûlüddin uleması, taklitle kazanılan inancın bile insanı kurtaracağını söylemiş ve bunu ıstılahî ifadesiyle, “Taklidî iman makbuldür.” şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat her ne kadar böyle denmiş olsa da, inkâr ve dalâlet fırtınaları karşısında imanın ayakta kalabilmesi için taklitle benimsenen bu mülâhazaların, daha sonra altlarının doldurularak sağlam bir temele oturtulması ve içte hazmedilip sindirilmesi gerekir. Zira taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla elde edilenlerin kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür. Engin deniz, uzun yol ve sarp yokuşlar ancak iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyak azıklı gemiyle aşılabilir. *Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed'e şöyle buyurmuştur: جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.” *Marifet, nazarî bilgi değildir; o, bir vicdan kültürüdür. Vicdan marifetle lebrîz olunca (taşacak kadar dolunca) muhabbet sınırına ulaşılmış demektir. Artık muhabbet insan mahiyetinde bir dinamo haline gelir ve o sayede insan, Allah'ı, Rasûlü'nü ve Sahabeyi her şeyden artık sever. Zamanla o kulu likâullah iştiyakı bütün bütün sarıverir. *Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri, Allah'a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk'ın vuslatına ermek ve Cennet'te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl'in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Likâullah iştiyakına (Mahbûb'a karşı arzu ve isteklerle dolup taşmaya) giden yol, imandan, imana bağlı mârifetten, mârifet kaynaklı muhabbetten ve muhabbetten hâsıl olan aşk u şevkten geçer.
Türkiye'yi sarsan Maraş merkezli depremlerle ilgili öne çıkan gelişmeler Demet Bilge Erkasap'ın sunduğu bültende...
Bu video 13/03/2016 tarihinde yayınlanan “Kıvam Kahramanları” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kalbler yıkılmış, uhuvvet duygusu yıkılmış, Müslümanlığa saygı yıkılmış; din-i mübin-i İslam'ın değerlerini dünyanın dört bir yanına götürme duygusuna karşı terbiyesizlik harekete geçmiş, onu yok etme firavunluk duygusu harekete geçmiş, haince seferberlik duygusu harekete geçmiş. Böyle bir dönemde, kıyametler kopsa, İsrafiller surlara üflese ve gökteki gezegenler başımızdan aşağıya meteorlar gibi yağsa, yine de dönüp onlara bakmadan hak yolda yürümemize vesile olacak bir kıvama ihtiyaç var. Belki bazılarımız yolda döküleceğiz. Fakat Kur'an'ın ve Sünnet'in elmas düsturlarını düstur-u hayat yaparak, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf etmek suretiyle gönüllerin Allah'la buluşmasını sağlamaya koşmaktan asla dûr olmamalıyız. Problemler ancak bu sayede çözülecektir, Allah'ın izni ve inayetiyle. “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.” *Olması gereken kıvamın esası, İslam'ın üç önemli hakikatine irca edilebilir. 1. Kalbî ve ruhî hayat ufku 2. Tekvinî emirlerin mütalaası, tedrisi, tezekkürü, tedebbürü, teemmülü. 3. Ulûm-u diniye-i İslamiye. *Bu üç esas bir döneme kadar beraber yürüdü. Hazreti Pîr'in ifadesiyle, beşinci asra kadar minvechin, İstanbul'un fethinde de bir yönüyle fluleşme oldu. “Cihanı fethettik, âlemi zabt u rabt altına aldık!” düşüncesi bir yönüyle ağır bastı. O mevzuda sağda-soldaki çalışmalar, araştırmalar, münferit bir kısım gayretler istisna edilecek olursa, topyekûn bir toplumun o istikamette heyecanını görmek, göstermek mümkün değildir. Beşinci asra kadar olan şey çoktan ölmüştür. *Oysaki Hazreti Üstad şöyle diyor, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Hepimiz talebeyiz; talebenin himmeti ancak o iki cenah ile pervaz eder. İftirak ettikleri zaman birinden taassup doğar; ikincisinden de belki gevşeklik, belki şüphe, belki tereddüt, belki oynaklık, belki septizm, belki sofizm doğar.
Dinini Kaybeden Devlet Vicdanını Kaybeden Halk [Ahmet Kurucan] by Tr724
Ahmet Karabay | Vicdanın değil cüzdanın sesi: Ersan Şen | 18.12.2022 by Tr724
Bu video 01/05/2016 tarihinde yayınlanan “RAHMÂN'IN KULLARI” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Dövene elsiz, sövene dilsiz, Hizmet ehli gönülsüz gerek!.. *Bugün kinle köpüren, gayzla yalan atan, şiddet, hiddet ve nefretle iftirada bulunan insanlara karşı şayet siz aynı tavırla mukabelede bulunmazsanız, zamanla öyle yumuşayacaklar ki, bir gün bakacaksınız, onlar da candan, sımsıcak dostlar haline gelmişler. Birilerinin, yaptıkları canavarlık içinde öyle yuvarlanıp gitmelerini mi istersiniz, yoksa canavarlık yapsalar bile, bir gün insanlıklarını hatırlayarak, ahsen-i takvime mazhariyetlerini hatırlayarak, Hazreti Ruh u Seyyidi'l-Enâm'ın arkasında bulunduklarını hatırlayarak dönüp yanınıza gelmelerini mi istersiniz? Vicdan en doğru söyleyendir, vicdan yalan söylemez. Dolayısıyla, zannediyorum vicdanlarınıza müracaat ettiğiniz zaman siz de diyeceksiniz ki: Her şeye rağmen, mülayemeti bir çağrı olarak kullanmak ve onların birer sadîk-i hamîm halinde yanımıza gelmelerini sağlamak bizim de ilk tercihimizdir. *Evet, haysiyetle oynadıkları ve insana dokundurdukları zaman aynıyla mukabele etmemek engin bir vicdan gerektirir. Nâilî-i Kadîm'in dediği gibi “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun / Benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun!” diyebilmek; “Allah'ım, şad olmayan şu gönlümü yıkanlar şad olsunlar; benim için ‘Murada ermesin!' diyenler muratlarına ersinler!..” dileğinde bulunmak zorlardan zordur. Fakat size düşen, o yüksek karakterinizin icabı olarak, sövseler de yakışıksız söz etmemek, döverlerse de el kaldırmamak, kırsalar da kırılmamaktır. Yunus'un ifadesini az değiştireyim: Dövene elsiz, sövene dilsiz, Hizmet ehli gönülsüz gerek!..
Asıl dildâra gönül verenler bütün diş göstermeleri, nümâyişleri, şovları Ramazan davulcusunun sesi gibi görürler!.. Evet, yine hatırlayın; “Sen Mevlâ'yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?” Sen O'na doğru bir adım atarsan…” -Kudsî hadisin ifadesiyle, müteşâbih, mukabeleyi ifade ediyor- “O, yürüyerek gelir; sen O'na yürüyerek gidersen, O, koşarak gelir… Sonra bir ân olur ki, O, senin gören gözün olur, görülmesi gerekli olan şeyi, görmen gerektiği gibi gördürür; duyulması gerekli olan şeyi, duyman gerektiği gibi duyurur.” Hem gördüğün, hem duyduğun şeyler, eski Usûlüddin ulemasının beyanıyla “hem mesmûat, hem mübserât” bir yönüyle, birer marifet çağlayanı halinde içine akmaya başlar. Kalbin, birden bire hâristan iken, bâğistan olur, bostan olur, gülistan olur, Firdevs olur. Daha öbür tarafa gitmeden evvel, işte o kalbindeki cennet çekirdeğini nemalandırmış olursun. “İman, bir manevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor” O biri, Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetinin tecellisine bakıyor; beriki de kulun ihmaline göre, Cenâb-ı Hakk'ın muamele ve mukabelesini ifade ediyor. O zakkum-u cehennem, insan içinde madem saklanıyor, onun inkişaf etmesine meydan vermeden, manevî o tubâ-i cennet çekirdeğini ise nemalandırmak suretiyle, ser çekmesini sağlamak suretiyle, bir çınar gibi, bir ar'ar gibi, bir selvi gibi boy atıp gelişmesini sağlamak için gayret gösterilmeli. Böyle olunca, insan, daha dünyadayken, bir yönüyle cenneti yaşıyor gibi olur. Hayalinde, imanında, bazen miracın gölgesinde, manevî bir şuhûd ile, basar'ın değil de basiret'in görmesiyle, Firdevs bahçelerinde dolaşıyor gibi olur. Öyle bir inşirah duyar ki insan orada, ayağında zincir olsa, boynunda bir pranga olsa, başına balyozlar inse kalksa, bunları duymuyor gibi olur. Çünkü o, Cennet Firdevslerinde dolaşıyor, burcu burcu, lâhutî tecelliler kokusuyla kendinden geçmiş, mest-mahmûr. Evet, her ânı, Gedâî'nin dediği gibi duyar: “Ey sâkî, aşkın oduna / Yandıkça yandım, bir su ver / Düşeli dilber derdine, (mecaz; düşeli dilber derdine) / Yandıkça yandım, bir su ver. // Ol suyu kim içse heman, (“hel min mezid”, ol suyu kim içse heman) / Kalbe doğar nur-u cihan / Verir hayat-ı câvidân / Yandıkça yandım, bir su ver.” O noktaya gelince, Nesimî gibi sızlanırsın; “Bana Hak'tan nidâ geldi: / Gel ey âşık ki, mahremsin / Bura mahrem makamıdır / Seni ehl-i vefâ gördüm!” Vicdanında duyuyor gibi olursun. Duymazsın âlâmı, ızdırapları, kederleri, salya atmaları, diş göstermeleri, nümâyişleri, şovları… Kalmazsın onların tesirinde. Kaldığın şeyin tesirindesin sen; kaldığın şeyin tesirinde kaldığın kadarın onda biri kadar, kalmazsın onların şovlarının tesirinde; çünkü öyle bir “dilber”e gönül vermişsin ki, öyle bir “dildâr”a gönül vermişsin ki, artık her şey gözünden gönlünden silinip gitmiş. Şovlar, sana bir yönüyle, Ramazan davulcusunun sesi gibi gelir; zaten sen, saatini kurmuşsun, kalb saatini, uyanmışsın sahura, hazırsın oruç tutmaya ve bekliyorsun iftarı, Cenâb-ı Hakk'ın “evet” dediği ânı; bekliyorsun.. onun dışındaki her şeyi -nezâket ve nezahet-i lisaniyem müsaade etse, denecek şey şudur- “dırdır” sayarsın, dırdır sayarsın bütün şovları, bütün hırıltıları ve kulak asmazsın onlara. “Allah Allah, bunlar da ne ki böyle, bu şerareler, filan.. bu mis gibi gelen kokuları, bunlar bir yönüyle bulandırıyorlar.. bana gelen bu tatlı musiki gibi, Cennetten kopup gelen sesleri, şerare yapıyor ve bozuyorlar. Benim frekansıma giriyor ve bir yönüyle benim almam gerekli olan sinyalleri bunlar bozuyorlar…” falan dersin.. yaklaşmazsın onlara. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Yaratılış gayesi istikametinde kullanılmayan göz kör, kulak sağır ve kalb ölüdür. Eskilerin ifadesiyle her şeyi (مَا خُلِقَ لَهُ) “mâ hulike leh”inde kullanmak lazımdır. Göz, doğruyu görmek için; kulak, doğruyu işitmek için; kalb, doğrunun heyecanını yaşamak veya “tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür” için yaratılmıştır. Beynin nöronları mı o “latife-i Rabbaniye”nin emrinde, yoksa bir fonksiyonu müşterek mi edâ ediyorlar? Bunlar, fizik ötesi mülahazalar. O mevzuda kestirip atmak hata olur. İşi gerçek bilenine havale etmek gerekir. وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Allah bilir, siz bilmezsiniz!” (Bakara, 2/216). Ama bilinen bir şey var ki, bu göz, görmek için yaratılmıştır. “Mubsarât” derlerdi eskiler, görülecek şeyler, görünen varlıklar, görülmesi lüzumlu, “görülmezse olmaz!”, “görülmesi olmazsa olmaz!” şeyler. Göz onları görmek için verilmiştir. Kulak, “mesmû'ât” denilen, işitilmesi gerekli olan şeyler için yaratılmıştır. O kalbin kılıflık yaptığı “latife-i Rabbâniye”.. o “his”.. o “şuur”.. o Cenâb-ı Hakk'ın iradesinin bir tecellisi olan meyelân/meyelândaki tasarruf, meşîet/meşîetteki tasarruf, dileme, dileme türünden bir şey; O'nun dilemesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi olan “dileme”… Bütün bunlar belli fonksiyonları edâ etmek için verilmiştir. Şayet bunlar, misyonlarını edâ etmiyorlarsa, insan, kör, sağır ve kalbsiz yaşıyor demektir. Asıl körlük, “vicdan” körlüğüdür; “latife-i Rabbâniye” körlüğüdür; “his” körlüğüdür; bakarken bir şeyi olduğu gibi, “mâhiyet-i nefsü'l-emriye”sine uygun görememe körlüğüdür: Arka planıyla görememe körlüğü.. ifade ettiği mana itibariyle görememe körlüğü.. eşya ve hadiseleri, enfüsten âfâka kadar görülmesi gerekenleri görememe körlüğü… Kendi anatominizi, fizyolojinizi görmeden alın da milyarlarca sistem içinde, milyarca gezegeni mülahazaya almaya, bir kitap gibi mütalaaya tâbi tutmaya kadar hepsi görmenin alanı içindedir. “Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim!..”
Bu video 08/01/2017 tarihinde yayınlanan " TÜRKİYE PERSPEKTİFİNDEN İÇTİMÂÎ RUH" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”
Editör: Egemen Gök CHP Merkez Yönetim Kurulu (MYK), Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan'ı, “kesin ihraç” istemiyle Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk etti. Bilecik Belediye Başkanı Semih Şahin de partiden ihraç edildi. Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun siyasi parti üyeliği düşürüldü. Firdevs Diba Akkaya 2011'den bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) üyesiydi. Milletvekili aday adayı oldu, parti teşkilatlarında pek çok görevde bulundu. Son görevi ise AKP İzmir Kadın Kolları Başkan Yardımcılığı'ydı. Geçtiğimiz hafta “Vicdanımın sesini dinledim” diyerek AKP'den istifa etti, İYİ Parti'ye geçmeye karar verdiğini duyurdu. Akkaya kendisini bu karara iten sebepleri ve yaşadıklarını Medyascope‘a anlattı. Gökçe Çiçek Kösedağı'nın sunduğu “Güne Bakış”ta, Medyascope muhabiri Edanur Tanış ile Özcan'ın ihraç kararının ardından Bolu'daki son durumu, Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile CHP'de yaşananları konuştuk. Yayını izleyebilirsiniz: bit.ly/3b1Klyw
SBS Türkçe için Gezi Davası sonucunda alınan kararları değerlendiren gazeteci Yavuz Oğhan, Türkiye'nin vicdanının yaralandığını söyledi.
Bu video 16/04/2017 tarihinde yayınlanan "ÖTELERE İŞTİYÂK VE PEYGAMBERÂNE ÎSÂR" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Sâdî-i Şirâzî diyor ki: “Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmadığın sürece, câhilsin demektir!” Bilginin tabiata mal edilmesi.. bilginin Allah'ın rızasını kazanma istikametinde bir dinamik haline getirilmesi.. bilginin insanı sürekli şarj etmesi ve aldığı bu enerji ile insanın hep “Hû” deyip O'na (celle celâluhu) doğru koşması… Bilgi, bunu yapmıyorsa, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, “… (Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer…” (Cuma, 62/5) Kur'an-ı Kerim ifade ettiği için, diyorum: Öyle biri, sayfaları, dosyaları, kitapları sırtında taşıyan bir merkûp gibidir!.. Bilginin, “marifet”e dönüşmesi… “Vicdan kültürü” haline gelmesi de diyebilirsiniz. Sonra onun orada kaynaya kaynaya kaymaklaşıp “muhabbet” haline gelmesi.. muhabbetin insanı çıldırtacak bir “aşk” haline gelmesi, insanın “aşk” deyip inlemesi.. sonra kaynaya kaynaya aşkın “iştiyâkullah/iştiyâk-ı likâullah” halini alması. Bu kaymak üstü kaymak, “akrebü'l-mukarrebîn”in işi. Hedef, o olmalı; insan, dünyevî işlerinde koşarken de hedefi o olmalı; uhrevî işlerde koşarken de hedefi o olmalı: “İştiyâk-ı likâullah”, Cenâb-ı Hakk'a mülâkî olma iştiyakı. İnsan, iradesiyle frenlemeli o arzuyu. Yani insan, “Keşke bir an evvel ‘şeb-i arûs' (vuslat günü/düğün gecesi) olsa; bir an evvel O'na (celle celâluhu) mülâkî olsam; bir an evvel bana ‘Kulum!' dediğini duysam, bir an evvel!.. O eşref-i mahluk olan, ekmel-i mahluk olan İnsanlığın Medâr-ı İftiharı Hazreti Seyyidü'l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bir an evvel diz dize gelebilsem.. lâl ü gûher gibi dudaklarından dökülen inci-mercanı dersem.. kulak yoluyla kalbime indirsem.. ve onun zevki ile mest ve sermest olsam!..” demeli ama iradesiyle, “Hele dur biraz!.. Bu duyguyu, bu düşünceyi başkalarına duyurma gibi kutsal bir vazife de var!” düşüncesiyle o arzuyu frenlemeli. Senin o kavuşma arzusuyla yanıp tutuştuğun Efendimiz, Allah'a mülâkî olduktan sonra, O'nun cemâl-i bâ-kemâlini müşâhede ettikten sonra dünyaya döndü. Büyük çoğunluğun kanaati bu istikamettedir: Gördü!.. Süleyman Çelebi de Mevlîd'inin Miraç bahsinde “gördü”ye bağlar meseleyi. Gördü!.. Cennetin binlerce sene mesûdâne hayatı bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâlini gördü. “Ben Sen'den hoşnudum!” iltifat-ı sübhâniyesini duydu. Ama döndü, geriye geldi; elinizden/elimizden tutmak için, o ufuklara bizi de ulaştırmak için. İşte dünyada kalınacaksa, bunun için kalınır. Yoksa… Kutsal bir vazifedir İstanbul'un fethi de. Nasıl olmaz ki?!. Efendimiz buyuruyor: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Fakat böyle bir vuslat arzusu.. iştiyâk-ı likâullah tutkusu.. “cinneti” de diyebilirsiniz.. o işin mecnunu olmak, mec-nu-nu… Mecnun, Ferhat, Vâmık gibi işin mecnunu olmak; esasen, onu şiddetle arzu etmek. “Burada kalma ne kadar zor yahu! Bir an evvel bir şeb-i arûs için kalbim hep çarpıyor, nabzımı tuttuğum zaman ‘Şeb-i arûs, şeb-i arûs, şeb-i arûs!..' diyor. Ama burada kalıp da bu duyguyu başkalarına duyurma gibi kutsal bir vazife var!” Evet, bu, “îsâr”ın zirvesidir.
Yunanistan'ın Midilli adasında mültecilere yardım eden, hayat kurtaran 24 sivil toplum çalışanı ve gönüllüsü aleyhine açılan dava görülmeye başlandı. Bu yayında, haklarında dava açılmış bulunan bu kişilerden ikisinin, altı yıl önce Suriye'den Avrupa'ya mülteci göçünün en sıcak günlerinde İzmir Dikili'den bindiği plastik botla Midilli'ye geçen, yani kendisi de mülteci olan 26 yaşındaki Sarah Mardini ile lisanslı bir kurtarma dalgıcı ve sivil toplum gönüllüsü olan Alman vatandaşı Sean Binder‘in hikayesini anlatıyorum. Mültecilerle dayanışmayı, hayat kurtarmayı kriminalize etmeye doğru atılmış tehlikeli bir adım olarak nitelenen Yunanistan'daki bu dava ve başka Avrupa ülkelerinde de açılmış benzer davalar, Avrupa Birliği'nin yasadışı göçle mücadele adına hak temelli yaklaşımdan uzaklaşmaya başladığı eleştirilerini haklı çıkarır nitelikte ve göç politikalarını bir kez daha tartışmaya açması bakımından önemli.
Vicdan nədir? İçimizdəki səsi nə zaman eşidirik? Vicdan emosionaldır, yoxsa rasional? Fəlsəfədə bunun cavabı varmı? Bütün bu suallar ətrafındakı müzakirədə siz də iştirak edin. Düşüncələrinizi şərhlərdə bildirin, yazın. Sizin üçün vicdan nədir?