POPULARITY
Zaman akıp gidiyor. Eskiler geçip giden zamana çok değer vermişler, çokça uyarmışlar, pişmanlıklarını özlü sözlere bu günlere taşımışlar. Zamanın akıp gitmesi ile akıp giden zamanı yaşamak ve bu seyrin farkında olmak ise günümüzde çok zor. Çünkü teknoloji zamanın önüne geçen bir hızla bizleri sürüklüyor. Çok değil 30 yıl öncesine kadar sımsıkı bağlı olunan binlerce yıllık gelenek ve görenekler bir anda unutulur oldu. Adeta üzerinden yeni bir bin yıl geçmiş gibi. Peki ne oldu? İnsan nasıl bu kadar değişti ve bu gidiş nereye? Dijital dünya geçmişi yok eden ve geleceği de belirsiz bir yaşam inşa ediyor. Bu dönüşümü şahitlik eden bizler ne yapabiliriz ve bizden sonraki nesle ne olacak?
Zamana göre değişen, yenilenen ve yok olan meslekler olsa da ekonominin değişmeyen 3 ana alanı var; Ticaret, sanat ve ziraat. Eskiler meslek sahibi olma işine “Altın bilezik” derlerdi. Şimdi meslek sahibi olanlara nitelikli, mesleği olmayana vasıfsız eleman diyorlar. Meslek sahibi olmak aynı zamanda toplumda itibar sahibi olmak anlamına gelirdi hala da öyledir.
Bugün 22 Aralık 2024 #doğatakvimi
Bugün 13 Mayıs 2024 #doğatakvimi #kurbağa Ağaç kurbağası görürseniz aklınızda olsun: Ağaçta yaşar, sesi çok güçlüdür, duygu durumuna göre renk değiştirir. Eskiler yaklaşan yağmura vıraklayarak tepki verdiği için onu barometre olarak görürmüş.
İslâm coğrafyasını tanımak ve anlamak… Cümleyi bu şekilde yazınca kolay, ama aslında böyle bir hedefe odaklanmak, bütün bir ömrü kaplayacak uzun, devamlı ve yorucu bir çabaya katlanmaya razı olmak demek. Çünkü karşımızda çok katmanlı, çok boyutlu, çok bilinmezli ve çok renkli bir coğrafya var. Üstelik sınırları sürekli genişleyen, devamlı gündemde olduğu için de dünyanın her yerinden herkesin ilgilendiği, bu sayede hakkında yapılan çalışmaların her geçen gün çeşitlendiği bir coğrafya… Geçen yazıda, İslâm coğrafyasına dair güncel okumaları hiç bırakmamak gerektiğinin altını çizerken kastettiğim de buydu zaten. Şimdi, bu muazzam birikime dair aşinalığımızın artması adına birkaç noktaya daha değinmek istiyorum: Sosyal medyadaki tuzak Sosyal medyayı “yegâne bilgi kaynağı” görmek, günümüzde her yaştan insanın düştüğü en büyük tuzaklardan biri. Evet, oradaki bilgi akışı mühim, ama bilginin malumat olmaktan çıkıp marifete dönüşmesi ve tefekküre kapı açması için, okumanın bereketinden kopmamak gerekiyor. Sosyal medyada birkaç hesap takip ederek İslâm coğrafyası öğrenilmez ve anlaşılmaz. Temeli oturtmak için, ekranlardan satırlara dönmek şart. Üstelik ekranların dikkat dağınıklığı, odaklanma problemleri ve hafıza zayıflığını beraberinde getirdiği artık herkesin kabul ettiği dezavantajlar. Asılsız ve yanıltıcı içeriklerle manipülâsyonlar da cabası. Çizilmiş haritaları çizebiliyor muyuz? Genç arkadaşlarla sürdürdüğümüz İslâm dünyası çalışmalarında, sözü mutlaka haritalara getiririm, hatta zaman zaman harita çizme atölyeleri de yaparız. Harita çizmek ve coğrafyamızın hudutlarını zihinlerde canlandırabilmek, olmazsa olmazlarımızdandır zira. Ancak şunu esefle müşahede etmişimdir: Batılıların çizdiğinden -haklı biçimde- şikâyet ettiğimiz haritalarımızı, o haliyle bile kâğıda aktarmaktan aciziz. Çizilmiş haritayı bile çizemezken, yeni haritaları nasıl çizebileceğiz? Hafızalarımıza yerleştiremediğimiz bir coğrafyanın hudutlarına nasıl sahip çıkacağız? (Teknolojinin insan hafızasına ve düşünme potansiyeline verdiği hasarı, henüz yeterince konuşmaya başlamadık. Mesela, yönümüzü kaybetmemizde -bunu her anlamıyla söylüyorum-, sözde bize istikamet kazandırmak için icat edilen navigasyon cihazlarının rolü nedir? Eskiler bulundukları konumu güneşe, aya ve yıldızlara bakarak kusursuz biçimde tayin ederken, bizler mesela navigasyon veya kıble “aplikasyon”larımız bozulsa, yönümüzü / kıblemizi bulabilecek durumda mıyız? Tüm bunlar, üzerinde düşünmeye değer meseleler…) Genelden özele doğru Coğrafyayı bölgelere ayırmak, her bir bölgeyi belli bir zaman içinde yoğunlaşarak incelemek, ardından daha özele doğru inerek bakışları derinleştirmek gerekiyor. Bir tanıdığım, Kur'ân'ı okurken böyle bir disiplin tutturmuştu: “Bu yıl Bakara yılı, tamamen bu sureye yoğunlaşacağım” diyordu, sonrasında surenin detaylarını aylara bölüp çalışmasına devam ediyordu. İslâm dünyası için de böyle bir usul muvafık görülebilir. Genelden özele ilerlerken ülke okumalarına, biyografilere, hatıratlara, siyasî ve dinî hareketlerin tarihlerine vs. sıra gelir. Uzun soluklu, ama kalıcı bir bilgilenme serüveni ortaya çıkar.
Beni yaşanan meselelerin kör derinliği kadar ona insanlığın verdiği tepkiler de çok alâkadar ediyor. İlk bakışta sanki bir hareketlilik var gibi görünüyor. Yaşananlara kızıyor, onu bunu suçluyor,bağırıyor çağırıyor; en fazla hakâret ediyoruz. Yeni haberleşme teknolojisi tekmil tepkileri kendi kara deliğine çekerek yutuyor ve meçhûle püskürtüyor. Sanal kamusallıklar, artık yerini aldığı ve sönümlendirdiği hakikî kamusallıklardan çok farklı. Katılım açısından çok daha yüklü ve boyutlu. Bunu demokratikleşme olarak gören ve hayırlı bulanlar da hafife alınmayacak kadar çok.Hâlbuki, katılıma hakikî kamusallıklardan daha fazla alan ve imkân sağlayan sanal kamusallıklar sâdece boşalma işlevi görüyor. Sanal kamusallıklardan tesirli bir kamuoyu çok nâdir olarak türüyor. Bunun çeşitli sebepleri var. Bir defâ, hemen hemen eli şöyle böyle kalem tutan, ağzı iyi kötü lâf yapan herkesin yazar(auther) ve kamusal aydın rolüne bürünebildiği, herkesin kendi kanalını açabildiği sanal mecrâlardaki yığılma, kontrolsüz ayrışmalar ve çoğalmalar bir odaklanma ve yoğunlaşma boşluğu doğuruyor. Çok sesli bir dünyâ bu. Ama niteliği son derecede kakofonik. Varoufakis'in kavramlaştırmasıyla teknofeodalizm bu. İrili ufaklı, çok nitelikli olanlardan en sefil olanlarına kadar dükalıklardan oluşuyor. (Sosyal medyaya hiç dâhil olmadım. Facebook veyâ twitter hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum-. Ama YouTube izleyicisi olarak orada nasıl bir yapılanmanın hüküm sürdüğünü görebiliyorum). Evet, teknoloji ile mücehhez tam bir feodal zihniyet hüküm sürüyor . Telelordlar , kendi mecrâlarında, tâkipçileri ile başbaşa hükümranlıklarının tadını çıkarıyorlar. Burada biz takipçiler orijinal feodalitedeki yanaşmaların yerini almış gibiyiz. Tabii ki telelordlar, orijinal lordlar gibi bizleri ezmiyor; hattâ zamânında piyanist şantörlerin yaptığı gibi olabildiğince adlarımızı zikrederek, hâlimizi ve hatırımızı sorarak, sorularımıza cevap vererek ihyâ ediyorlar. Yanaşmalar, adam yerine konulduğumuz, ismimiz zikredildiği, sorularımız karşılık bulduğu için pek memnun oluyoruz. Telelordlar, teb'alarına çok müşfik davranmayı esas alıyorlar. Tabii ki teb'a bu; arada kaçak giren, sabotajcılar da çıkıyor. Onlar bu yeni feodal dünyâların başıbozukları , haydutları. Onlara tabiî ki eskiden olduğu gibi haydut denmiyor. Yeni adları troller. (Hackerlar ise onların en can acıtanları). Eskiler yol keserdi. Bunlar telelordların meclis bozanları. Fake hesaplar üzerinden yapıyorlar bozgunculuklarını. Tabiî ki o zaman telelordların hışmına uğruyorlar.. Telelordluk , geleneksel aristokrasilerde olduğu gibi mutlaka bir nesep kütüğü göstermeyi gerektirmiyor. İki satır yazısı olmayan, damdan düşer gibi bu mecrâlarda kendilerine yer kapmış olan köksüz telelordlardan geçilmiyor. Ama kalem erbâblığından gelen ,yâni entelektüel soykütüğüne sâhip lordlar da var. Bu geçişler beni hayli düşündürüyor. Meselâ yazar(auther) ile okurun kesin olarak ayrıştığı daha eski devirlerde, yazar, yazdıklarıyla bir kamuoyu oluşturmayı esas alıyordu. Meselâ Sartre ve onun gibiler, yazdıkları zaman dünyâyı sarsacaklarını hissediyordu. Belki hiçbir zaman yazarların beklediği derecede, târihin gidişâtını esastan değiştirecek mikyasta ve evsafta olmuyordu; ama yazılanlar üzerinden fikirler dünyâyı şöyle böyle sallıyordu. Bu irili ufaklı sismik hareketlilikler yazarların, fikir ve sanat adamlarının özgüvenini ayakta tutmaya ve iddialarında sâbitkadem olmalarını; “bu defâ olmadı ; ama denemeye devâm” demelerine temin etmeye yetiyordu.
Konunun ekseni iletişim boyutunda pek değişmez aslında: Hakikat ve gerçeklik hiçbir zaman üst üste gelmez, özdeş olmaz... Ortada Doğu'da sahnelenen trajedide de durum değişmemektedir... Hakikat; binlerce yıldır bölgenin gerçek sahibi olan Filistinlilerin içine Batı tarafında Orta Doğu'nun kalbine bir kama gibi saplandırılan yayılmacı, agresif İsrail devletinin, topraklarını sürekli genişletmek ve başta ABD olmak üzere Batı'nın bölgedeki egemenliği sağlamak adına bir savaş suçlusu gibi davrandığıdır... Gerçeklik ise bunun tam tersidir... ABD ve Avrupa basını, yıllarca Gazze'de ve Batı Şeria'da Filistin halkına zulmetmiş, Hitler rejiminin kendi milletine uyguladığı kıyımın süre bazında çok daha fazlasını, tam 70 yıldır topraklarını genişletmek adına Müslüman halka yaşatmış olan İsrail değilmiş gibi; Gazze katliamı haberlerini “Önce terör kuruluşu Hamas saldırdı” diye vermektedir... Hemen durumu “Savaş nedeni” (Casus Belli) ilan edip Gazze'yi yok etme operasyonu başlatan ve hemen ardından, yine bir gerekçe yaratarak Suriye'deki hava alanlarını bombalayan ‘terör devleti İsrail' ve bölgedeki çıkarları nedeniyle onun arkasında duran Hristiyan batı, yine iletişimi yönetmede ve algıyı dilediği yöne çekmede, çarpıtılmış gerçeklik resmini amaçlarına göre çizmekte hayli başarılı bir yol izliyor... Sadece son birkaç haftadır mı? Tabii ki hayır... Eskiler 1960 yapımı, Otto Preminger'in yönettiği Exodus adlı filmi hatırlarlar... Yahudilerin İsrail adını verdikleri topraklara bir devlet kurmak üzere göç etmelerinin hikâyesi anlatılır filmde... Exodus, Yahudi mültecileri taşıyan ve 1947'de Filistin'e girmesine izin verilmemiş göçmenleri taşıyan geminin adıdır... Aslında Yahudilerin sözüm ona onlara vadedilmiş topraklara ulaşmak üzere Mısır'dan kaçışlarına verilen addır... Daha öncesi de vardır mutlaka, ancak benim hatırladığım, Hollywood'u ele geçiren Yahudi sermayesinin de girişimiyle binlerce filmde Yahudilerin bu toprakları nasıl hak ettikleri, başta Mossad olmak üzere Yahudi devletinin tezlerini tüm dünyaya kabul ettirmek için nasıl bir iletişim savaşı verdikleri ortadadır... Peki, onca yıldır İsrail'in saldırgan politikalarını ‘izleyen' Arap Ligi, ya da Orta Doğu'da Filistinlilerin haklı mücadelesini desteklediğini söyleyen ülkeler, gerçekliği hakikate yaklaştırmak, iletişimi usulü veçhile yönetmek için hangi stratejik ve taktik politikaları hayata geçirmektedir... Batılı entel dantellerin kimsenin izlemediği festivallerde ödüllendirdiği bir entelektüel Filistin yanlısı film dışında etkili olabilen herhangi bir strateji gözlemlemiş olanınız var mı?... Yani olay, Hamas'ın bir Cumartesi günü 5 bin füze atarak başlattığı, dünyanın başına hangi çorapları öreceği önceden hesaplanmamış, İran destekli saldırısı değildir... Hesabın kapsamı çok daha büyüktür... Sadece Hamas operasyonun başlayacağının birkaç gün önce İsrail devletine bildirilmiş olmasına rağmen Mossad ve İsrail askerî güçlerinin harekete geçmeyerek tarihi fırsatı değerlendirmek istemeleri de değildir... ABD'nin hedefi, Orta Doğu'nun tamamına kendi çıkarları doğrultusunda yeni baştan çeki düzen vermektir... İsrail de üstüne düşen rolü oynamaktadır... Bu oyunu bozma olanağına sahip tek ülke Türkiye'dir. Sayın Cumhurbaşkanı'nın yönetip yönlendirdiği ve aklı başında herkesin desteklediği dış politika hamleleri, Türkiye'nin rolünün altını bir kez daha çizmiştir... Halit Refiğ üstadın kitabının adından burada sık sık söz ederiz. Bir kez daha analım: “Tek Umut Türkiye...” Gözümüze takılanlar...
Türkçe yazılan mevlid manzumelerinin arasında özel bir yere sahip olan, Süleyman Çelebi'nin aşkla kaleme aldığı Vesîlet'ün Necât (Mevlid-i Şerif) eserini Prof. Dr. Sadeddin Ökten'le birlikte "Süleyman Aşk Dilin Bilir Dediler" programında hem okuyup hem de şerh ediyoruz… Süleyman Aşk Dilin Bilir Dediler'in yeni bölümünde başlıca şunlar konuşuldu: Serdar Tuncer: Efendim merhabalar. Süleyman Çelebi Hazretleri'nin Vesîlet'ün Necât'ını şerh etmeye gayret ettiğimiz programın maalesef son bölümüyle huzurlarınızdayız. Sadeddin Ökten Bey hocamla on iki bölümlük bir seri boyunca hem Vesîlet'ün Necât'ı hem Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.v)'ı hem ona nasıl muhabbet etmemiz gerektiğini hem Vesîlet'ün Necât'ı nasıl okumamız gerektiğini hülâsa etmeye gayret ettik. Bütün bu programlar boyunca bendenizin fark ettiği ve merak ettiği bir şey oldu onu sorarak başlayacağım programa. Efendim söz aynı söz ama o sözü hangi dudağın söylediği hem tesirini fark ettiriyor hem o sözün sizdeki kalıcılığını değiştiyor. Bizim yeni sözlere mi ihtiyacımız var, pak dudaklara mı ihtiyacımız var? Sadeddin Ökten: Yoksa her ikisine mi? Bu vesileyle tekrar ifade edelim Elhamdulillah bu yaşımızda Vesîlet'ün Necât'ı tekrar yâd etmek nasip oldu. Cenab-ı Allah vesileler lütfeder, inâyet buyurur kullarına. Bizim büyüklerimiz buyurmuşlardır ki: "Âkil adam vesileyi kaçırmaz, ârif vesile icat eder." O çok mühim bir şeydir. Âkil ile akıllıyla ârifin farkı, irfan sahibinin farkı orada ortaya çıkar. Tabi gafil zaten vesileyi fark etmez. Onu hiç bahs mevzu etmezlerdi eskiler ama akıllı adam vesileyi kaçırmaz. Vesile üzerinde ısrar eder ama ârif vesile icat eder. İşte bir vesile icat oldu, fakir de burada konuştu. Pak dudaklar dediniz, tekrar dediniz, irfan dediniz. Şöyle söyleyeyim, ben kendimi lu noktada görüyorum: Bir imkan olmuş, bir lütuf olmuş, bir inâyet olmuş kudemâyla tanışmışız. Kudemâyı dinlemişiz ve dinlemekten de zevk-i manevi sahibi olmuşuz. Kudemâ derken eskiliği methetmiyorum. Bana bu soruyu çok soruyorlar. Eskiler diyorsunuz, büyükler diyorsunuz, kudemâ diyorsunuz, kadîm diyorsunuz nedir? Çok net ifade edeyim görebildiğim kadarıyla... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Çeşit çeşit masalar bilirdik. Yemek masası... Çalışma masası... Çizim masası... Ameliyat masası... Piknik masası... Bilardo masası... Satranç masası... Tenis masası... Nikâh masası da var tabii. İlginç bir şekilde kumar masasına da benzetilir bazen. İkisinde de kazanmak ve kaybetmek ihtimalleri bulunduğundan. Hemen Ümit Besen geliyor tabii hatırımıza. “Nikâhına beni çağır sevgilim / İstersen şahidin olurum senin / Bu adam kim diye soran olursa / Eski bir tanıdık dersin, sevgilim...” « Ümit Besen'in bir de “Tahta masa” şarkısı vardı. Eskiler hatırlar. “Gidince anladım aşkın yalanmış / Bu yalan kalbimi
En başında kendi yoluna çıkmak isteyen ve bir işaret arayanlara al sana bir monopoly parası demiştim. Bugün de bu yolda olup adımlarından emin olamayanlara ve bir işaret arayanlara o işareti kese kağıtları ile göstermeye çalışıyorum. Eskiler ne demişti: Milletin ağzı torba değil ki büzesin! Biz büzmek istemiyoruz o torbalaerı artık kurtulduk o torbalardan. Bu nedenle de elimizde bambaşka bir nesne var! Birinci sezonun bu son bölümü yolda kalabilmen için bir işaret... Merak etme koca bir ara yok, haftaya yine birlikteyiz. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/kendi-yoluna-giden-adam/message
En son ne zaman bülbül dinlediniz, diye sorsam; “Bırak yav, her rengi bitirdik tek fıstıkî yeşil mi kaldı” cevabını alacağımı biliyorum. Kimsenin umrunda değil, kuş sesi, bülbül sesi. Adam “Dinle abi, şu sese bak, şu sese” diyerek son aldığı arabanın motor sesini tercih ediyor. Gaza hafif hafif dokunup “Ben de işte buna hastayım abi” diye ilave ediyor. Peki ne olacak binlerce cilt tutan Gül-Bülbül külliyatımız? Toptan çöpe mi atacağız? İşte devir-i gül denilen bahar geldi, erişti. Bülbül'ün gülşende gül ile söyleşmesinin vaktidir. Eski edebiyatımızda bülbülün “aslî yurdundan uzak düşen âdemoğlunun” remzi olarak kullanıldığını biliyoruz. Ve tabii bu tasavvufî mânanın ötesinde yaygın olarak âşığın sembolüdür. Sevgilinin yüzü güle, ağzı goncaya benzetilir. Bülbül güle kavuşamamanın ızdırabı ile sabahlara kadar kalbini kanatarak âh çeker. Vücudu yanıp kül olsa da içindeki aşk ateşinin kıvılcımı bir türlü sönmez. Garip ve sahipsiz bilindiği için “gömleksiz” rengi dolayısıyla “kül öksüzü” diye tavsif edilir. Mutasavvıf şairlerde ilahî aşkla yanan can veya ruhun timsalidir. Bülbül bu dünya ve ten kafesi içinde, uzağına düştüğü gül bahçesinin hasreti ile feryat etmektedir. Şeyh Galip; Yokmuş bir âha ey gül-i ra'nâ tahammülün/Bağrın ne yaktın âteş-i hasretle bülbülün derken; Enderunlu Vâsıf: Bülbül-i gülşen-i aşkım ki gamınla o gülün/Ne kafes ü ne heves-i lâne gelir hatırıma demektedir. Eskiler sadece gazellerde değil müstakil eserlerle bülbülü yâd ederler. Bu gibi şiirlere Bülbüliye veya Bülbülnâme denir (çokça yazılmış Gül-Bülbül mesnevilerini zikretmek ayrı). Bu bülbül faslını uzatmak istemiyorum. İsterseniz konuyu iğrenç bir espri ile kapatalım: Geçmişe mazi, hızlı koşan ite tazı denir. Bir geçmişin üzerine ne kadar sünger çeksek de, onu yok sayıp inkar etsek de geçmiş bizi terk etmiyor. Bülbül'ü bir yana bırakın leylek dahi bir yerlerden çıkıp gündemi işgal ediyor. Gazetelerin yazdığına göre Ula ilçesine bağlı Akkaya beldesindeki Akçapınar köyü “Leylek Köyü” ilan edilmiş. Gökova-Akkaya'yı Sevenler Derneği'nce üç yıl önce hazırlanan ve UNESCO bünyesindeki Doğayı Koruma Fonu'nca desteklenen Biyo-Gökova ana projesine “Akçapınar Leylek Köyü” projesi de dahil edilmiş. Nasıl edilmesin? Yıllardır barınma, yumurtlama ve kuluçka dönemi için beldeye giden 400 civarındaki leylek sayısı artık 60'lara düşmüş.
Bu video 01/01/2017 tarihinde yayınlanan " CEBR-İ LÜTFÎ VE HASANÎ RUH" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâki isterim!..” İşte böyle bir dönemde, dünyanın şatafatı, debdebesi, ihtişamı, göz kamaştırıcılığı karşısında başı dönmeyen, bakışı bulanmayan Hizmet erlerinde.. dünyanın yüz yetmiş küsur, yüz seksen ülkesinde bin dört yüz tane -yirmi küsur senede- okul açmak suretiyle, kültür lokalleri açmak suretiyle, İslam'ı ve bizim geleneklerimizi teşhir etme adına meşherler açmak suretiyle, milletimizin güzel yanlarını anlatan o insanlarda… Ne kadarı vardı o îsâr ruhunun? Ne kadarı vardı o başkasını kendine tercih ahlakının; o Hasanî ruhun, ne kadarı vardı?!. Aidiyet mülahazası ile iddialara girmeyelim fakat bu meseleye “Yalan!” demek de -bence- yalan ile doğruyu bilmemenin ifadesi olur. Yalan olsaydı, yirmi küsur senede o insanlar anlarlardı ve kapı dışarı ederlerdi. Hele bir kısım münafıkların “Bunları kapı dışarı edin!” demelerine rağmen, o insanlar hâlâ direniyorlarsa, demek ki tartmışlar, biçmişler, ölçmüşler, “Hayır, vallahi bunlarda yalan yok!” demişler. Meşherlerde sergiledikleri o temsîl ve hâl, o hâl meşheri hakikaten onların ruhlarına öyle işlemiş ve tabiatlarının öyle bir derinliği haline gelmiş ki, -Allah'ın izni ve inayetiyle- kendilerini tanıyanlara “Bunlar, çağın problemlerini bile halledebilirler.” dedirtmişler. İnşaallah bir gün, kendi ülkelerini dahi problem sarmalı olmaktan çıkarırlar.. ama gözleri asla yukarılarda olmaz. Değil şöyle-böyle bir şey olmak, bir köye muhtar olmayı bile düşünmezler. Onları bir köye muhtar veya bir nahiyeye müdür yapmak için, dünyanın en akıllı, en iknâ edici insanlarının bütününü üzerlerine salsanız, yine de kandıramazsınız. Çünkü onları öyle bir şey kındırmış ki!.. Eskiler “kındırma” derlerdi “hâs” kelimesine; “el-hâs” sözcüğüne bu manayı verirler, “teşvik eden, kındıran” derlerdi; doğru istikamete ve kazandıran yola teşvik eden manasına “el-hâss ala sebîli's-sevab” gibi tabirleri kullanırlardı. “Kandırma” da oradan geliyor. İşte onlar, اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاق demişler, bayılmışlar buna. “Allah'ım, iman.. İslam.. ve bunların ihlas eksenli olması.. ihlasın rıza hedefli olması.. rızanın, Sana aşk u iştiyak hedefli olması!..” Öyle bir şeyi peylemeye kalkmışlar ki, boylarını aşkın… Dönüp de böyle, muhtarlıkmış, müdürlükmüş, milletvekilliğiymiş, valilikmiş, kaymakamlıkmış… Onlara bakabilecek halleri yok. Ha o makamları tutanları da hafife aldığım zannedilmesin; yerinde, namuslu, iffetli, misyonunu kılı kırk yararcasına hakikate riayet ederek yerine getiren insanları, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali'ler gibi alkışlar, başımıza taç yaparız.
Bu video 22/01/2017 tarihinde yayınlanan "İTİRAFÇI KILIKLI MÜFTERÎLER VE MEDRESE-İ YÛSUFİYE" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Medrese-i Yûsufiyenin sabırlı kahramanları her gün yeni bir kurbet zirvesine dikey yükseliyorlar. Meselenin ikincisine gelince… O gidilen yerler, “medrese-i Yûsufiye”. Bir gün “medrese-i Yûsufiye” deyince, onlardan bir tanesi, “Madem medrese-i Yûsufiye, sen de gelip girsene oraya!” demişti. Ben çok girdim, çok girdim; 60'tan itibaren, 70'te de, 80'de de, askerliğimde de girdim, tattım, gördüm. Oradaki o psikozlara şahit oldum. O zamanlar, “din” dediğinden dolayı masumlar dine karşı olanlardan zulüm görüyordu. “Neden sen ism-i Kuddûs'ün cilvelerini okudun, bir yerde, insanlara, Nûr Risaleleleri'nden!” Esasen mahkûmiyete/mahkemeye sebebiyet veren de bu idi. Allah, hepsinden sıyrılmaya muvaffak kıldı. Öbür tarafta da, “muhâkeme-i kübrâ”da, “ma'dele-i ulyâ”da, Erhamü'r-Rahimîn, Ekremü'l-Ekremîn, A'delü'l-Âdilîn, Asdaku's-Sâdikîn (celle celâluhu) böyle sıyrılmaya sizi-bizi muvaffak eylesin!.. Medrese-i Yûsufiye… Orada sabretmek, çok önemli bir şey. Hani, sabır anlatılırken bir taksim yapılıyor. Bu taksimin mebdeini ta Eflatun'a götürüyorlar ama bizim bildiğimiz İbn Miskeveyh; değerlendiren ise Hazreti Pîr-i Mugan. “Üç şeye karşı sabır…” diyor. Bir, belalara karşı sabır; bir, ibadet u tâate karşı sabır; bir de, günahlara karşı sabır. İbadet ü tâate karşı sabır, kulluğun zorluklarına karşı dişini sıkıp katlanmak. إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ buyuruyor bir yerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şartların nâmüsait olduğu bir dönemde, hava soğuk, doğru dürüst abdest alma imkanı yok; şartlar çok zor.. o şartlara rağmen abdestini tastamam almak, öyle bir fazilet ki!.. Onda sebat… Her şeye rağmen, sana bir seccade bile vermedikleri bir yerde bile namaz kılmak… Gördük bunları; on metrelik bir yere otuz tane insanın doldurulduğuna şahit olduk. Şu kadarcık, bir yer ayırma arkadaşlara, diğerlerine sorarak; çünkü orada sosyal demokrat insanlar da var. Herkesi hoş görmek lazım. Bazıları namaz kılmıyorlar. Fakat koğuş, onların da bizim de. Bu kadarcık bir yer kazanıp orada namazı kılmaya çalışmak… Hepimiz birden kılamıyorsak, parçalanarak kılma, iki fasılda kılma, orada… Bunlar, ağır şartlar altında bu işi devam ettirme demektir. İbâdet ü tâati, bütün ağırlığına rağmen, yerine getirmede sabretmek. Sabrın birisi bu, esasen. İkincisi; günahlara karşı sabır. Çarşıda-pazarda insan, günah işleyebilir, hafizanallah. Belki de çok defa konumumuz itibariyle göstermemiz/sergilememiz gerekli olan o ismet, o iffet hassasiyetini gösterememiş olabiliriz. Çarşıda-pazarda işimiz vardır, memuriyet alanında işimiz vardır; göz, kaymış olabilir; kulak, dinlememesi gerekli olan şeylere kulak kabartmış olabilir; dil, olmayacak şeyleri mırıldanmış olabilir; kafa, olmayacak kirli tasavvurlara kendini salmış olabilir… Bunların hepsi -bir yönüyle- insanın kalb ve ruh dünyasını kirleten şeyler. Şimdi bunlara karşı sabretmek, çok önemli bir ibadettir. Aksine bu mevzuda sabretmeme, bohemliktir; bağışlayın, daha açık, net ifadesiyle “hayvanca yaşama”dır. Gözün, her şeye açık olması, haram-helal bilmeden; kulağın, bütün muharremâta açık bulunması… Oysaki o, “mesmûât”a karşı açık olsun diye; öbürü “mübserât”a karşı, tekvinî emirlere karşı açık olsun diye; ağız, doğru şeylere tercüman olması için verilmiş. Kalb, doğru şeylerin heyecanıyla çarpmak için verilmiş. Dimağ, doğru şeylerin muhakemesini, mantığını yapmak için verilmiş… Eskiler “mâ hulika leh'inde kullanma” derlerdi; her uzuv, ne için yaratılmışsa, onu o istikamette kullanma ve o istikamette kullanma mevzuunda sabretme.. o çerçeveye riayet etme, onu kırmızı çizgi olarak kabul etme ve onun dışına çıkmamaya çalışma… Bu da sabrın önemlilerinden bir tanesi.
Yıl ne zaman yenilenir? Ne zaman bütünlenir? Eskiler için yılı bütünleyen ay Ramazan-ı şerifti. Biz modernler rakamların peşindeyiz. Bir yılı geride bırakmak için takvim yapraklarının bitmesi şart. Gözler ille de 31 Aralık tarihini görecek. 31 Aralık hafızamda, Saatli Maarif ya da Ülkü takviminin son yaprağı koparılırken rahmetli büyükannemin ve büyük babamın “Bir yıl daha bitti...” diye başlayan hüzünlü sohbetlerinde, gidenlerin ve yeni gelenlerin muhasebesinin tutulduğu zaman olarak kayıtlı. 31 Aralık'ta üzüntüye gark olan rahmetliler, üç aylar girince, hele hele Ramazan'ı şerif yaklaşınca geriye doğru sayarlardı. Beş gün sonra, üç gün sonra, bu gün teravihe başlıyoruz... Nasıl bir zaman algısı ki aralık ayının son gününde kederlenen büyükannem ve büyükbabam, ramazan ayında tazelenirdi. Modernlerin bilmediği, postmodernlerin hiç anlayamayacağı bir zaman algısı. Postmodernler dedim de... Mart 2020'den itibaren zaman algımın yara aldığını üzülerek fark ediyorum. Karantina günlerinden itibaren haftaları ve ayları upuzun bir gün gibi yaşadığımı fark ediyorum. “Dünya hayatı bir gün, o da bugün” gibi değil ama. Keşke öyle bir idrakin içinde olsam. Tam tersi. Bitimsiz, sündürülmüş bir günün içinde mahpus kalmış gibi. Mümin zamanı bölerek yaşar. Zamanı gün gün, günün içinde saat saat, saatin içinde dakika dakika, dakikanın içinde saniye saniye yaşamak için ne çok çaba sarf ediyorum. Geniş bir anın içinde kalmak için... Mahur Beste'nin anlatıcısı kendisine isyan eden kahramanı Behçet Bey'e ânı anlatırken diyor ya hani... Esasen o ân demiyor hâl diyor: “ ...Hâl, geleceği, geçmişi görmeye yarayan bir rasat kulesidir.” (Mahur Beste, s. 155) Geleceği ve geçmişi rasat kulesinden görmek için hâli ya da ânı bütün genişliği ve derinliği ile idrak etmek gerekiyor. Bir ânın içinde kalmıyorum. Ama günün içinde kalıyorum. O bir günün içinde kaldıkça dibe battığımı hissediyorum. Günün içinde bir “dün” var ve fakat sanki yarın yok. Bu yazı için “dün” 1932, gün ise 30 Ekim 2021. Önce günden başlayayım. Mekan: Türkiye'nin ilk bankası unvanına sahip bankaya ait bir kitapçı. Kitapçıdaki görevli, 30 yaşlarında ve bulunduğu mekanın ve zamanın hakkını layıkıyla ödeyen genç bir adam. Adı Umut. Adının hakkını vermek için seferber. Daimi müşterilerinin okuma zevklerini ezbere biliyor. Ortam, kitapçı dükkanından ziyade ayaküstü kitap seçilen kütüphane gibi. Dolayısıyla karşımızda “kitap satış elamanı” değil de okuyucularının okuma zevkiyle yakından ilgilen genç bir kütüphane memuru var. Okuyucuları/müşterileri, yeni çıkan kitaplardan, haftanın indirimli kitaplarından, daha önce arayıp da bulamadıkları kitapların yeni baskıya girip girmeyeceğinden haberdar ediyor. Hafta sonu öğleden önce olduğu için ortam tenha. Görevli ile birlikte dört kişi var. 65-70 yaşlarında bir adam, 20'li yaşlarda bir genç kız ve 55-60 yaşlarında bir kadın. Görevli ile genç kız henüz vizyona girmiş Dune filmi üzerine konuşuyor. Filmin etkileyici müziğinden. Filmin sadece sinema salonunda seyredilebileceği bahsi, pandemi, maske, mesafe alt başlıklarına doğru ilerliyor. 55-60 yaşlarındaki kadın, baskısı bitmiş bir kitabın peşinde. 65-70 yaşlarındaki adam, Azra Erhat çevirileri ile ilgili sorular soruyor. Zaman, kitap, film, müzik eşliğinde akarken, kitapçıdan içeri 70-75 yaşlarında bir adam girdi. Balık sırtı ceketi, ceketinin içindeki gri süveteri, çizgili gömleğinin yakasını bağladığı gri çizgili kravatı emekli memur izlenimi uyandırıyor. Temiz pak, görmüş geçirmiş adam, eşikte öylece bekliyor. Görevli Umut Bey, “Buyurun” diyor. Fakat yaşlı adam buyurmuyor. Umut Bey tekrar “Buyurun, ne istemiştiniz?” diye soruyor. Aradığı bir kitap olduğundan emin. Yaşlı adam iki elini yavaşça yana açıyor ve boynunu büküyor, ağzından tek bir kelime çıkmıyor. Bu gayet düzgün giyimli adam ne istiyor?
Her şeye endişelenip durmaktan çok yoruldum” dedi parkta yürüyen iki kişiden biri. “Belki de asıl endişelenmemiz gereken şey bu!” diye karşılık verdi buna yanındaki. Her şeyden korkar, her şeyden endişe eder hale geldik. Garip bir şekilde, bizim endişelerimiz arttıkça endişe edilecek şeylerin sayısı da artıyor. Endişe hayatın bütün köşelerini ele geçirmiş durumda sanki. Bir endişeden diğerine savrulup duruyoruz. Bu neyin işareti? Neden bu kadar endişeliyiz? Kaybetmekten korktuğumuz şeyler bulunduğu için olmalı. Nedir onlar? Canımız, sağlığımız, sevdiklerimiz, malımız mülkümüz, unvan ve makamlarımız, gençliğimiz, şöhretimiz, cazibemiz ve saire... Tersten bakarsak sahip olma konusunda haddi biraz aştığımızı da düşünebiliriz rahatlıkla. Dünyanın bize kalmayacağını, her fani şey gibi elimizden kayıp gideceğini biliyoruz. Eskiler bize dünyaya çok alışmamamızı, hele kök salmaya hiç kalkışmamamızı öğütler dururdu. Dünya öyle baş döndürücü bir yer haline geldi ki, unuttuk kulağımıza küpe yapmamız gereken bütün o nasihatleri. Bugün kaybedeceğiz diye endişelere gark olduğumuz şeylerin aslında tabiatları gereği gelip geçeceğini,
İsim ve sıfatlar, biz insanların varlık âlemine dil üzerinden yüklediğimiz kategorilerdir. Bu suretle varlıkları belirli ve mânâlı bir hâle getiririz. Veri bir varlığın veyâ varlık grubunun ortak nitelikleri üzerinden diğerlerinden ayrıştırılmasını, isimlendirmeler belirler. Tabiat bilimlerinde bu belirleme işi isimlendirmeler ve sınıflandırmalar üzerinden somutlaşır ve hayli işlevseldir. Ama iş, isimlendirme ve sınıflandırmalarla nihâyetlenmiyor. Buna ilâveten bir de mânâlandırmalara açılıyor. Meselâ hayvanlar âleminde, ortak niteliklerinden yola çıkarak bir grup hayvanı “ayı” olarak isimlendirmek ve sınıflandırmak, onları belirli kılmak için yapılır. Burada bir mânâlandırmaktan bahsedemeyiz. Ama ayıya “Kocaoğlan”, Yumoş, Yogi dediğimizde başka bir evreye geçmişiz demektir. Yumoş veyâ Yogi isimleri aynı zamanda, belirli duygusal çağrışımlara sâhip nitelendirmelerdir. İsim ve sıfatlamaların varlığa içkin olup olmadığı apayrı bir tartışma konusudur. Eşyânın, varlığın zâtı ile isim ve sıfatlamaları arasındaki ilişki teoloji ve felsefenin ana tartışma konularındandır. Buralar beni aşar.. Girmeye niyetim yok. Meseleye daha pratik bakmak taraftarı olduğumu söylemeliyim. Dünyâya gelmesine vesile olduğumuz çocuklarımıza verdiğimiz isimlerden bahsedelim. Eskiler çocuklarına
2010'ların başında Türkiye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya'da Başbakan Angela Merkel, iktidarını sağlamlaştırıyor, ilişkiler kayıtsız göç ile mücadelede yoğunlaşıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Almanya'da sık sık boy gösterdiğine tanıklık ettik, öyle ki, Merkel Türkiyelilere “Sizin asıl başbakanınız benim” demek zorunda kaldı. Bu süreç entegrasyon çabasına ket vurdu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bir başka göç dalgası daha başladı Almanya'ya. Sadece akademisyen ve sanatçılar değil, Fethullahçılar ve Kürtler de göç etmeye, iltica etmeye başladı. Eskiler ve yeniler arasında bir sürtüşme olduğu pek gözden kaçmadı. Bu arada NSU davası mahkemeye taşındı, örgütün hayatta kaldığı iddia edilen tek üyesi en ağır cezayı aldı ama ölenlerin yakınları sorularına yanıt bulamadı. 2010'lar bu kez Hanau'daki cinayetlerle sarsıldı. İşte bu on yılın özeti. Von Serap Dogan.
2010'ların başında Türkiye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya'da Başbakan Angela Merkel, iktidarını sağlamlaştırıyor, ilişkiler kayıtsız göç ile mücadelede yoğunlaşıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Almanya'da sık sık boy gösterdiğine tanıklık ettik, öyle ki, Merkel Türkiyelilere “Sizin asıl başbakanınız benim” demek zorunda kaldı. Bu süreç entegrasyon çabasına ket vurdu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bir başka göç dalgası daha başladı Almanya'ya. Sadece akademisyen ve sanatçılar değil, Fethullahçılar ve Kürtler de göç etmeye, iltica etmeye başladı. Eskiler ve yeniler arasında bir sürtüşme olduğu pek gözden kaçmadı. Bu arada NSU davası mahkemeye taşındı, örgütün hayatta kaldığı iddia edilen tek üyesi en ağır cezayı aldı ama ölenlerin yakınları sorularına yanıt bulamadı. 2010'lar bu kez Hanau'daki cinayetlerle sarsıldı. İşte bu on yılın özeti.
"Bir de rakı şişesinde balık olsam."
Bugün 30 Temmuz 2021. "Eyyam-ı bahur", "yanar günleri", "çöl sıcakları" ya da "cehennem sıcakları" denen günler başladı. Eskiler der ki; "Yılın bu en sıcak günlerinde seher vakti doğu ufkuna bakın, 'Kuyruk' yıldızının doğduğunu görürseniz, tedbirinizi alın. Dünya ateşe de yanabilir, sele de gidebilir."
Muallim Cevdet, bu sıfatın hakkını tam anlamıyla veren Milli Eğitim camiasının önemli isimlerinden biridir. Gerek İstanbul'da, gerek Bakü'de yetiştirdiği talebeleri onun nasıl bir muallim olduğunu her zaman, her yerde itiraf ediyorlar. Merhumun yegâne mesleği muallimlik değildi, o aynı zamanda müellif, muharrir ve müverrih gibi unvanlar da taşıyordu. Bugün böyle güzel kelimelerle yazılarını ve konuşmalarını süsleyenlerin sayısı -maalesef- azaldı. Eskiler kitap yazanlara müellif, gazete ve dergi yazarlarına muharrir, tarihle iştigal edenlere de müverrih diyorlardı. Muallim Cevdet'i anlatırken bütün bu kelimeleri bir tarafa bırakıp ondan sadece öğretmen-yazar diye söz edersek bu hem eksik, hem kuru bir ifade tarzı olur. Muallim Cevdet'in 1930'lu yıllarda Bulgarlara satılan Osmanlı arşiv belgelerinin geri getirilmesi için ne büyük bir çaba harcadığını, yaklaşık sekiz yüz sayfalık kitabında bütün ayrıntılarıyla
Anadolu'da bu ayın neredeyse tamamı fırtınalı geçer... Eskiler der ki Mayısın ilk haftasında yağmur yağarsa o yıl bereketli geçer... Bu yıl bereketli olsun.
Ne zamandır oyun konuşmuyorduk, elimiz ayağımız titremeye başlamıştı. Canımız ciğerimiz Assasin's Creed dünyasına dalalım ve nefessiz konuşalım dedik. Eskilerden daldık, yeni versiyonlardan çıktık. Olmazsa olmaz Assasin's geyiklerine girdik "Yeni oyunlar, eski dünyayı yansıtmıyor artık abiğ ya!". Çağatay AC Odyssey'e olan hayranlığını, Rafet AC Valhalla'ya olan hayranlığını ballandıra ballandıra anlattı. AC oyunlarında neleri seviyoruz, filmini neden asla önermiyoruz, AC Odyssey'in kitabı hakkında ne düşünüyoruz ve daha fazlası, dolu dolu Assasin's Creed'imiz bölümümüzde! Kimiz Ki Biz, bir Podfresh orijinal serisidir. Sosyal medya üzerinden kimizkibizpod adresinden bize ulaşabilirsiniz. https://linktr.ee/kimizkibiz adresinde podcast dinleme platformlarından ve sosyal medya hesaplarımıza erişebilirsiniz. Spotify, Google Podcasts, Apple Podcasts, Castbox, Pocket Casts, Deezer, Megaphone ve diğer podcast dinleme platformlarında bizi dinleyebilirsiniz. PowerApp'te bizi https://www.powerapp.com.tr/podcast/kimiz-ki-biz/ adresinden bulabilirsiniz. Keyifli dlnlemeler!
Haftanın panoramasıyla sizlerleyiz! Geçen haftadan değişmeyen istikrarlı takım kim? Sezonun en değişik istatiktiğine kim imza attı? Eski-Yeni kavgasında kim haklı? Hepsi ve tabiki de NFL yorumu da bu yayında! Bekliyoruz..
Mümkünse yeni yıla eskilerle girmek istiyorum. Daha zayıf ol, daha genç ol, daha çok, daha da ... Bırakacak bir kaç şeyim var, ağırlık yapıyorlar. Onun dışında yenisini istemem, hatta üstü de kalsın...
Osmanlılar'da, sokak hayvanlarının himayesi için vakıflar vardır. Eskiler, hayvan hakkından çok korkmuş; kuşlar için kuş evleri, hatta kuş hastaneleri yapmıştır. Eskiler imânı, Allâh (c.c.)'un emirlerine hürmet ve mahluklarına şefkat olarak hülasa etmiş, insanlara iyilik yaparken, hayvanları da ihmal etmemiştir. İslâm kültüründe, kul hakkı yemenin kötülüğü anlatılırken, hayvan hakkının, insan hakkından da yukarı olduğuna dikkat çekilir. Zira insanlara verilen zararı telâfi edip, onlarla helâlleşmek mümkündür. Ama hayvanlarla mümkün değildir. Zira hayvanın aklı yoktur. Zarar veren hayvanı, canını yakmadan öldürmek câizdir. Önceki milletlerden birinde, bir köpeğe su verdiği için cennetlik olan kötü bir kadın ile bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olduğu için cehennemi hakkeden saliha bir kadının hikâyesini Hz. Peygamber (s.a.v.) anlatmıştır. Bu korku ile eskiler, kendi yemeden hayvanını yedirmiş; ahır hayvanlarının altını temizlemiş, onların suyunu, yemini kontrol etmeden yatmamıştır. Hükümet de meselâ kümes hayvanını baş aşağı taşıyanlara; ata, eşeğe takâtinin üzerine yük yükleyenlere ceza vermiştir. Hayvana kötülük yapan, Osmanlı cemiyetinde barınamazdı. Osmanlılar, sokak köpeklerinin yiyecek bulması, sıcak günlerde kuşların su içmesi, kanadı kırık leyleklerin tedavisi, dağda aç kalan kurtlara et verilmesi, yaralı atların iyileştirilmesi için vakıflar kurmuşlar. Vakıflar arşivinde, eskilerin hayvan sevgisi ve merhametini gösteren çok enteresan vakıflar vardır. Meselâ İzmir'de Mürselli İbrahim Ağa, 1307'de, Ödemiş Yeni Câmi civarındaki leyleklerin beslenmesi için senelik 100 kuruş vakfetmiş Rumelihisarı'nda 1778 tarihli Hacı Seyyid Mustafa vakfının vakfiyesinde, “her gün 30'ar akçelik taze ekmek alınıp sokak köpeklerine yedirile.” diye yazar. (Prof. Ekrem Buğra Ekinci)
Instagram Canlı Yayın üzerinden konuklarımızla gerçekleştirdiğimiz Podcast'ler Çıkmazı serisinin üçüncü bölümü olan Geçmişten Gelen ile "Tarih ve Geçmiş Muhabbeti" bölümünü dinliyorsunuz. Birbirinden farklı konu ve kategorilerdeki programlarla gerçekleştirdiğimiz bu keyifli yayınların tamamını instagram hesabımızdan canlı, Youtube hesabımızdan görüntülü ve podcast kanallarımızdan sesli şekilde dinleyebilirsiniz. Geçmişten Gelen'e katıldıkları için teşekkür ederiz. Bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip edip, bölümlerimiz ile ilgili yorumlarınızı ulaştırabilirsiniz. Yorumlarınız bizim için değerli. Keyifli dinlemeler.
Innsmouth Üzerindeki Gölge (Tam Metin) Yazan: H. P. Lovecraft Seslendiren: Yalçın Altın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, modern insanın çöküşünün, çürümesinin ve yozlaşmasının ilkel ve yabani geçmişimizle ilişkisini gösteren, gotik köklere sadık bir yolculuk, dönüşüm ve cinnet öyküsü. Lovecraft’ın 1930’ların başında kaleme aldığı ve sağlığında bir kitap halinde yayımlanan tek eseri olan Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, genç ve isimsiz bir kahramanın kadim ve isimsiz bir dehşetle yüzleşmesinin öyküsünü anlatıyor. Innsmouth’un tuhaf görünümlü insanlarının geçmişine indikçe, tekinsiz bir uygarlığın tüyler ürpertici efsaneleri şehrin sokaklarına sızıyor, insanların gölgelerine yansıyor. Kadim varlıklara kurban edilen, karada başlayıp denizin dibinde biten yaşamların öyküsü, bu uğursuz kasabadan kaçmaya çalışan kahramanımızın sürükleyici macerasıyla sona erse de, Derinlerde Yaşayanlar ve Eskiler’in dehşeti hüküm sürmeye devam ediyor. Arkham’a kalkan son otobüse yetişmenin, eve dönmenin bir faydası yok. Artık her aynada bir Innsmouthlu var çünkü… #InnsmouthÜzerindekiGölge, #HPLovecraft, #Lovecraft, #Innsmouth, --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yalcin/message
Innsmouth Üzerindeki Gölge Yazan: H. P. Lovecraft Seslendiren: Yalçın Altın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, modern insanın çöküşünün, çürümesinin ve yozlaşmasının ilkel ve yabani geçmişimizle ilişkisini gösteren, gotik köklere sadık bir yolculuk, dönüşüm ve cinnet öyküsü. Lovecraft’ın 1930’ların başında kaleme aldığı ve sağlığında bir kitap halinde yayımlanan tek eseri olan Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, genç ve isimsiz bir kahramanın kadim ve isimsiz bir dehşetle yüzleşmesinin öyküsünü anlatıyor. Innsmouth’un tuhaf görünümlü insanlarının geçmişine indikçe, tekinsiz bir uygarlığın tüyler ürpertici efsaneleri şehrin sokaklarına sızıyor, insanların gölgelerine yansıyor. Kadim varlıklara kurban edilen, karada başlayıp denizin dibinde biten yaşamların öyküsü, bu uğursuz kasabadan kaçmaya çalışan kahramanımızın sürükleyici macerasıyla sona erse de, Derinlerde Yaşayanlar ve Eskiler’in dehşeti hüküm sürmeye devam ediyor. Arkham’a kalkan son otobüse yetişmenin, eve dönmenin bir faydası yok. Artık her aynada bir Innsmouthlu var çünkü… #InnsmouthÜzerindekiGölge, #HPLovecraft, #Lovecraft, #Innsmouth, --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yalcin/message
Innsmouth Üzerindeki Gölge Yazan: H. P. Lovecraft Seslendiren: Yalçın Altın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, modern insanın çöküşünün, çürümesinin ve yozlaşmasının ilkel ve yabani geçmişimizle ilişkisini gösteren, gotik köklere sadık bir yolculuk, dönüşüm ve cinnet öyküsü. Lovecraft’ın 1930’ların başında kaleme aldığı ve sağlığında bir kitap halinde yayımlanan tek eseri olan Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, genç ve isimsiz bir kahramanın kadim ve isimsiz bir dehşetle yüzleşmesinin öyküsünü anlatıyor. Innsmouth’un tuhaf görünümlü insanlarının geçmişine indikçe, tekinsiz bir uygarlığın tüyler ürpertici efsaneleri şehrin sokaklarına sızıyor, insanların gölgelerine yansıyor. Kadim varlıklara kurban edilen, karada başlayıp denizin dibinde biten yaşamların öyküsü, bu uğursuz kasabadan kaçmaya çalışan kahramanımızın sürükleyici macerasıyla sona erse de, Derinlerde Yaşayanlar ve Eskiler’in dehşeti hüküm sürmeye devam ediyor. Arkham’a kalkan son otobüse yetişmenin, eve dönmenin bir faydası yok. Artık her aynada bir Innsmouthlu var çünkü… #InnsmouthÜzerindekiGölge, #HPLovecraft, #Lovecraft, #Innsmouth, Howard Philips Lovecraft 20 Ağustos 1890 yılında Providence’da doğan Lovecraft’ın babası, yazar 3 yaşındayken sinir krizi geçirip bir hastahaneye kaldırılıyor ve 5 sene sonra (Lovecraft 8 yaşındayken) burada ölüyor. Lovecraft’ın bakımını da annesi, büyükbabası ve teyzeleri üstleniyor. Kendisinin de söylediği gibi tuhaf olaylar hep ilgisini çekiyor Lovecraft’ın. Küçükken anlatılan hayalet, cadı hikayeleri onu çok etkiliyor. İki yaşındayken şiir ezberleyebiliyor ve 4 yaşında okuyabiliyor. 5 yaşında Arabian Nights‘ı (Binbir Gece Masalları) okuyor. Annesine odasında Arap pazarına benzeyen bir köşe kurduruyor ve buraya “Damascus Bazaar” (Şam Pazarı) adını veriyor. Yıllar sonra belki bu kadar ünlenmesine neden olan karakteri deli Arap Al Hazred’i de burada yaratıyor. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yalcin/message
Innsmouth Üzerindeki Gölge Yazan: H. P. Lovecraft Seslendiren: Yalçın Altın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, modern insanın çöküşünün, çürümesinin ve yozlaşmasının ilkel ve yabani geçmişimizle ilişkisini gösteren, gotik köklere sadık bir yolculuk, dönüşüm ve cinnet öyküsü. Lovecraft’ın 1930’ların başında kaleme aldığı ve sağlığında bir kitap halinde yayımlanan tek eseri olan Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, genç ve isimsiz bir kahramanın kadim ve isimsiz bir dehşetle yüzleşmesinin öyküsünü anlatıyor. Innsmouth’un tuhaf görünümlü insanlarının geçmişine indikçe, tekinsiz bir uygarlığın tüyler ürpertici efsaneleri şehrin sokaklarına sızıyor, insanların gölgelerine yansıyor. Kadim varlıklara kurban edilen, karada başlayıp denizin dibinde biten yaşamların öyküsü, bu uğursuz kasabadan kaçmaya çalışan kahramanımızın sürükleyici macerasıyla sona erse de, Derinlerde Yaşayanlar ve Eskiler’in dehşeti hüküm sürmeye devam ediyor. Arkham’a kalkan son otobüse yetişmenin, eve dönmenin bir faydası yok. Artık her aynada bir Innsmouthlu var çünkü… #InnsmouthÜzerindekiGölge #HPLovecraft #Lovecraft #Innsmouth Howard Philips Lovecraft 20 Ağustos 1890 yılında Providence’da doğan Lovecraft’ın babası, yazar 3 yaşındayken sinir krizi geçirip bir hastahaneye kaldırılıyor ve 5 sene sonra (Lovecraft 8 yaşındayken) burada ölüyor. Lovecraft’ın bakımını da annesi, büyükbabası ve teyzeleri üstleniyor. Kendisinin de söylediği gibi tuhaf olaylar hep ilgisini çekiyor Lovecraft’ın. Küçükken anlatılan hayalet, cadı hikayeleri onu çok etkiliyor. İki yaşındayken şiir ezberleyebiliyor ve 4 yaşında okuyabiliyor. 5 yaşında Arabian Nights‘ı (Binbir Gece Masalları) okuyor. Annesine odasında Arap pazarına benzeyen bir köşe kurduruyor ve buraya “Damascus Bazaar” (Şam Pazarı) adını veriyor. Yıllar sonra belki bu kadar ünlenmesine neden olan karakteri deli Arap Al Hazred’i de burada yaratıyor. --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yalcin/message
Innsmouth Üzerindeki Gölge Yazan: H. P. Lovecraft Seslendiren: Yalçın Altın Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, modern insanın çöküşünün, çürümesinin ve yozlaşmasının ilkel ve yabani geçmişimizle ilişkisini gösteren, gotik köklere sadık bir yolculuk, dönüşüm ve cinnet öyküsü. Lovecraft’ın 1930’ların başında kaleme aldığı ve sağlığında bir kitap halinde yayımlanan tek eseri olan Innsmouth’un Üzerindeki Gölge, genç ve isimsiz bir kahramanın kadim ve isimsiz bir dehşetle yüzleşmesinin öyküsünü anlatıyor. Innsmouth’un tuhaf görünümlü insanlarının geçmişine indikçe, tekinsiz bir uygarlığın tüyler ürpertici efsaneleri şehrin sokaklarına sızıyor, insanların gölgelerine yansıyor. Kadim varlıklara kurban edilen, karada başlayıp denizin dibinde biten yaşamların öyküsü, bu uğursuz kasabadan kaçmaya çalışan kahramanımızın sürükleyici macerasıyla sona erse de, Derinlerde Yaşayanlar ve Eskiler’in dehşeti hüküm sürmeye devam ediyor. Arkham’a kalkan son otobüse yetişmenin, eve dönmenin bir faydası yok. Artık her aynada bir Innsmouthlu var çünkü… #InnsmouthÜzerindekiGölge #H.P.Lovecraft #Lovecraft #Innsmouth --- Send in a voice message: https://anchor.fm/yalcin/message
Nostalji nedir? Niye zaman zaman nostaljik hissediyoruz? Böyle hissetmemiz normal mi? Nostalji hakkında konuştuğumuz 13.bölümümüzle POTZ tekrar kulaklarınızda!Instagram: @potzcastIntro: OurMusicBox (Jay Man) “Bouncy MC”
”Eskiler alıyorum Alıp yıldız yapıyorum Musiki ruhun gıdasıdır Musikiye bayılıyorum..” Orhan Veli Kanık Bilim Kazanı’nda bu hafta ruhumuzun gıdası musikiyi masaya yatırıyoruz, inleyen nağmelerin ardındaki fiziksel ve biyolojik bilimi tartışıyoruz. Ses nedir? Nasıl oluşur? Nota nedir, peki musiki nasıl […]