POPULARITY
Zaman akıp gidiyor. Eskiler geçip giden zamana çok değer vermişler, çokça uyarmışlar, pişmanlıklarını özlü sözlere bu günlere taşımışlar. Zamanın akıp gitmesi ile akıp giden zamanı yaşamak ve bu seyrin farkında olmak ise günümüzde çok zor. Çünkü teknoloji zamanın önüne geçen bir hızla bizleri sürüklüyor. Çok değil 30 yıl öncesine kadar sımsıkı bağlı olunan binlerce yıllık gelenek ve görenekler bir anda unutulur oldu. Adeta üzerinden yeni bir bin yıl geçmiş gibi. Peki ne oldu? İnsan nasıl bu kadar değişti ve bu gidiş nereye? Dijital dünya geçmişi yok eden ve geleceği de belirsiz bir yaşam inşa ediyor. Bu dönüşümü şahitlik eden bizler ne yapabiliriz ve bizden sonraki nesle ne olacak?
Dünyayı ifsât eden, insanı mutsuzluğa düçar eden sebep insanoğlunun dünya hayatını asıl maksadının dışına çıkarmasıdır. Dünya hayatı ahiret hayatı için bir vesiledir. Allâh (c.c.) dünya hayatının bir imtihandan ibaret olması dolayısıyla kullarının işledikleri amellerinin karşılığını ahirette verecektir. Oysa insan dünya hayatını vesile olmaktan çıkarmış ve asıl amaç haline getirmiştir. Adeta insanın yaratılışının gayesi onun dünyada var olup yaşaması olmuştur. İnsanın dünya hayatının bir imtihan alanı olduğunu unutması ve Allâh (c.c.)'un dinine sırtını dönmesi sebebiyle dünyada yaşayan her insanın yegane amacı güç yetirebildiği her şeyi elde etmek olmuştur. Halbuki Cenâb-ı Hâkk bizlere dünya hayatının daimi olmayıp fani olduğunu, bugün kuvvetli olanın yarın zayıf olacağını, bugün zengin olanın yarın fakir olacağını, dünya nimetlerinin hiç kimse için devamlı olamayacağını bildirmiştir. Fakat insanların birçoğu, haram yollarda dahil olmak üzere ne vesile ile olursa olsun dünya nimetlerini elde etmek için çalışmışlardır. Onlar dünyanın bu fani olan nimetlerini paylaşmak için oyalanırken ahiret hayatını ve orada ebedi bir hayatın var olduğunu unutmuşlardır. İnsanlar dünya hayatının varılacak en son yer olmadığını anlamak istememişlerdir. İnsanoğlunun dikkat etmesi gereken nokta, Allâh (c.c.)'un ona bahşettiği seçme hürriyetinin sadece dünya hayatında geçerli olduğunu bilmesi gerektiğidir. Dünya hayatını terk edeceği anda, ecel vakti gelip beşeri sıfatlarından sıyrıldığında seçme hürriyetini kaybedip boyun eğmeye başlamaktadır. Artık hiçbir şeyi kontrol edememekte ve irade hürriyeti tamamen yok olmaktadır. Allâh (c.c.)'un yüce kudretine boyun eğmektedir. Dünya hayatı insanın son varacağı yeri belirlemek için bir imtihan alanıdır. Ya ebedi cennete veya ebedi cehenneme... (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri,s.21-22)
Doğayla Konuşmak adlı kitabında Ramachandra Guha, insanın doğal dünyayla olan ilişkisinin geçmişi, bugünü ve olası geleceğini ele alıyor. Hindistan gibi ülkelerin “Yeşil olmak için çok fakir" olduğu söylenir. Bu düşünce tarzına ilk karşı çıkanlardan biri Mahatma Gandhi'ydi. 1928'de Gandhi, Birleşik Krallığın uyguladığı ekonomik emperyalizmin bugün dünyayı zincirlediği ve 300 milyonluk Hindistan'ın benzer bir ekonomik sömürüye girişirse, dünyayı çekirge istilasına uğramışçasına çıplak bırakacağı konusunda uyarmıştı. Gandhi, sıklıkla modern karşıtı olarak karikatürize edildi. Hint çevreciler için "gelişim karşıtı" algısı yaratıldı. Aslında Gandhi'nin karşı çıktığı şey sanayileşme değildi. Gandhi, Hindistan'ın kitlesel yoksulluk nedeniyle çirkinleştiğini fark etti. Yoksulluk, cehalet ve sağlıksızlığa çare olacak ekonomik ve teknolojik uygulamalara karşı olmayıp aksine memnuniyetle karşıladığı diğer yazı ve faaliyetlerinden anlaşılıyordu. Dünyanın her yerinde, hükümetler ve politikacılar “gelişme” ile “çevre” arasında yanlış bir tercihi teşvik ediyor. Çevreye dikkat etmenin gelişmeyi tehlikeye attığını iddia ediyorlar. Gerçekte, kırılgan ekolojilere sahip yoğun nüfuslu ülkelerin doğayı ve doğal kaynakları nasıl kullandıkları konusunda daha da sorumlu olmaları gerekiyor. Katı davranan sosyal bilimin kurallarına göre, Hindistan gibi ülkelerin bir çevre bilincine sahip olması beklenmiyor. Adeta 'yeşil olmak için çok fakirler'. Oysa 1973 baharında, Himalaya'da Chipko olarak bilinen popüler bir köylü hareketi gerçekleşti. ‘Dolu mideli elitist çevreciliği'nin aksine ‘geçim çevreciliği' yaşandı. Köylüler ticari ormancılar tarafından ağaçların kesilmesini engellemek için 'geçim çevreciliğini' harekete geçmişti. Çoğu okuma yazma bile bilmiyordu ancak, liderleri gayet vizyoner ve açık sözlüydüler. Endüstriyel ormancılık, toprak erozyonu, heyelanlar ve seller arasındaki doğrudan bağlantıyı gösteren makaleler ve risaleler yazdılar. Chipko hareketi sayesinde kurumlarda ve kanunlarda değişiklikler oldu. Yazarın amacı, çağdaş Hint çevreciliğine güvenilir bir entelektüel soyağacı sağlamak. Geçmişten gizli veya az bilinen, farklı şekillerde günümüzün endişelerini öngörmüş sesleri kurtarmak…
Prof. Dr. Hasan Ünal'a göre yeni dönemde ABD politikalarının ipleri kabinenin değil, Trump'ın elinde olacak. Donald Trump'ın savaşları bitirme konusunda halkına verdiği vaatleri yerine getirmeye çalışacağını kaydeden Ünal, Türkiye'nin ise yeni dönemde dikkatli hesaplamalar yapması gerektiğini vurguladı.
Takvim yaprakları 16 Şubat 1999'u gösterirken, San Francisco havaalanı her zamanki gibi oldukça kalabalıktı. Fakat Carole, Juli ve Silvia gelen yolcular arasında değillerdi. Adeta ortadan kaybolmuşlardı. Onların yaşadığı kabus, yıllar önceki bir başka karanlık olayla hiç beklenmedik şekilde ilintiliydi. Bu bağlantıyı bulmaya çalışan müfettişleriyse zorlu bir süreç bekliyordu.Sunan: Sezgi AksuHazırlayan: Gülşah DimSes Tasarımı ve Kurgu: Tolgacan BozcaYapımcı Podbee MediaCanlandıranlar:Müfettiş Rinek: Tolgacan BozcaMüfettiş Boles: Hazal Beril ÇamCary: Umut GüloğluAnne: Kevser Yağcı BiçiciPolis: Şevval BalkanResepsiyonist: Gülşah DimTanık: Umut CoşkunSekreter: Ada Kanbur------- Podbee Sunar -------Bu Podcast, Hepsiburada hakkkında reklam içerir. .Hepsiburada'da Efsane Kasım başladı! Binlerce üründe en iyi fiyat garantisi seninle, başka yerde aramaya gerek yok. Kaçırmak istemeyeceğin efsane fırsatlar için tıkla. Ayrıca Whatsapp kanalını takip ederek güncel kampanyalardan haberdar olmayı da unutma.Bu Podcast, Hiwell hakkında reklam içerir..Pod50 kodumuzla Hiwell'de ilk seansınızda geçerli %50 indirimi kullanmak için Hiwell'i şimdi indirin. 1500'ü aşkın uzman klinik psikolog arasından size en uygun olanlarla terapi yolculuğunuza kolaylıkla başlayın.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Evren İnançoğlu, Kemal Baykallı ve Sertaç Sonan’ın hazırlayıp sunduğu Garip Zamanlar podcastın bu bölümünde Almanya’dan Leipzig, Bonn, Dusseldorf ve Berlin manzaraları, Almanya’nın doğusu ile batısının sosyolojik analizleri; Amsterdam. Brüksel, Riga, Kopenhag ve Tokyo izlenimleri masaya yatırıldı. Adeta seyahat programı gibi bir bölüm oldu. Bölüm başlığı “Almanya’nın doğusu batısı”olacaktı ki Sertaç izlenimlerini bir cümlede özetledi: Batı […] The post Garip Zamanlar – Bölüm 52: Almanya'nın doğusu batısı (alternative take “Batı Avrupa bitmiş!”) (7/9/2024) first appeared on Island Talks.
Kamu yönetiminde yönetici atamalarıyla ilgili ciddi sorunlar olduğunu üzülerek belirtmemiz gerekiyor. Burada isim vererek kimseyi üzmek gibi bir amacımız yok ve olamaz da. Ancak yaşanan sorunları da görmezden gelmemiz mümkün değildir. Bu yazımızda konuyu açıklamaya çalışacağız. Liyakatsiz yönetici ataması sistemin kolonlarını kesmek gibidir Kamu kurumlarındaki en temel sorunlardan birisi de liyakatsiz atamalardır. Üst düzey görevlerin asgari şartlarını dahi taşımayan bir yöneticinin önemli bir göreve atanması öncelikle adalet duygusunu zedeleyeceği için çalışanların iktidara karşı büyük bir öfke duymasına sebep olmaktadır. Adeta niteliksiz yönetici atamaları bir kurumun taşıyıcı kolonlarının kesilmesi gibidir. Düşünün ki binlerce çalışanı olan bir kurumda genel müdür olarak atanan kişinin geçmişte hiçbir idari tecrübesi yok. Bu da yetmezmiş gibi bu kişi özel kalem müdürü olarak görevlendirilirse teşkilatın kazan gibi kaynamasının önüne geçemezsiniz. Maalesef son zamanlarda bu uygulama yaygınlaşmaya başladı. Unutmayalım ki atanan kişilerin her olumsuz hareketi doğrudan iktidar hanesine yazılmakta ve bir müddet sonra da öfkeye dönüşmektedir. Bütün bilimsel eserlerde liyakat, yönetimin vazgeçme lüksünün olamayacağı en temel ilke olarak vurgulanmaktadır. Liyakatten anlaşılması gerekenin ise muhalif olanların dahi atanan kişilerin yetkinliğine saygı duymasıdır. Bu nedenle bu konu acilen çözüme kavuşturulmalıdır. Aksi takdirde hem devlet aygıtı hem de iktidar ciddi zarar görecek ve güven zedelenecektir. Bazen liyakat kavramı anlaşılmaz bir şekilde kişiden kişiye değişebilmektedir. Zaten bir kişi önemli bir göreve atandığına göre öyle veya böyle liyakatlidir. Burada temel soru işe göre mi yoksa başka bir şeye mi liyakatlidir. Basit bir örnekle konuyu açıklamak gerekirse; Memuriyete sınavsız olarak atanan ve memuriyeti süresince hiçbir soruşturma yapmamış bir kişinin büyük bir bakanlığın Teftiş Kurulu Başkanı yapılması hem Teftiş Kurulundaki müfettişlerce tepkiyle karşılanır hem de binlerce kamu personelinin görev yaptığı bir kurumda Hükümet aleyhine gereksiz tepki oluşturulur. 19 yıldır iktidarda olan bir hükümetin müfettişler arasından Teftiş Kurulu Başkanlığı yapacak yetkin bir kişiyi bulamaması düşünülemez. Yine hayatında hiçbir sınava girmemiş bir kişinin biranda bakan yardımcısı olarak atanması hem teşkilatta sıkıntı oluşturur hem de çalışanların motivasyonunu yerle bir eder. Bir de bu tür atamalar iktidar havuzunu yavaş yavaş boşaltacaktır.
Kapitalizmin hedef odaklı dünyası değişiyor. Artık hedefler bahanelerle birlikte geliyor. Çünkü onyıllardır canlı olan jeopolitik risklerin gerçekleşmesine ramak kalmış gibi görüyor. Bu durum hem makroda hem mikroda bir yönetim zorluğu ortaya çıkarıyor. Ekonomi yönetimleri, finansal piyasalar, işletmeler orta-uzun vadeli öngörü kuramadıklarından ekonomik faaliyetlerde aksamak endişesi yayılıyor. ABD'deki gibi… ABD'de resesyon ihtimali yeniden beklentilere girdi. Artık siyah (kara) kuğunun tekilliğinden söz edilemez. Belli ki birçok hatta sayısını bilmediğimiz kadar çok siyah kuğu var ve nereden hangisi çıkacak belli değil. Hangisinin ne denli etkisi olacağının belli olmadığını da söylemek gerekir. Japonya'nın kara pazartesinin bu anlamda iyi bir örnek… Bu şartlarda beklentilerim para politikasının değil, maliye politikasının belirleyici olacağı bir dönem yaklaştığını bana anlatıyor. Eğer kullanılabilirse… Çünkü sistem para politikasına karşı hayli hassaslaştı, bir dokun bin ah işit tesirinde etkiler ortaya çıkarıyor. Ortodoksinin krizi aslında yaşanan… Aşağı-yukarı tüm merkez bankaları tıkandı. Adeta küresel nötr faiz ortamına ulaşıldı. Evet, beklentim maliye politikasına rol yüklenmek isteneceği ama bunun mümkün olup olmadığı meselesini tartışmak istiyorum. Bu tartışma küresel enflasyonun gidişatına dair bir öngörü kazandırabileceğinden değerli olabilir. Maliye politikası, önümüzdeki dönemde ekonomi politikasının temel enstrümanı yahut ihtiyacı olarak gerçekten ön plana çıkacaksa ülkelerin borçlulukları asıl tartışma konusu olacaktır. ABD'nin merkezi hükümet borcu gayrisafi yurtiçi hasılasının %135'i seviyesindeyken dünya başka neyi tartışabilir ki zaten? Gene de biz önce Türkiye'ye bakalım… Çünkü Türkiye düşük borçluluğuyla maliye politikasına başvurabilecek neredeyse tek ekonomi durumunda. Türkiye'nin ayarında Suudi Arabistan ve Rusya var. Dikkat buyurun; enerji ihracatçısı ekonomiler kadar düşük borçlu bir ekonomi Türk ekonomisi… Türkiye enflasyonunu %38 seviyesine indirebildiğini daha önce zaten gösterdi. Bunu maliye politikası ve kur yönetimi ile başarmıştı. Sonra baz etkisi aleyhte çalışırken maliye politikası da enflasyonist yönde kullanıldı. Böylece enflasyon %75 seviyelerine kadar tekrar çıktı.
Sağlık sektöründeki bazı aykırı bilim adamlarının küresel şirketler hakkında çarpıcı iddiaları var. Alternatif tıp alanında meşhur bir doktorun isminin yer aldığı bir videoda yabancı bir bilim adamı şunları söylüyor; “İnsanların ruhlarıyla ve maneviyatla ilişkisini kesmek için küresel şirketler tarafından yönetilen bir proje var ve bunu başarabilmek için epifiz bezinin yok edilmesi gerekiyor. Bu konudaki araştırmaları takip ettim ve şaşırtıcı bir şekilde epifiz bezinin merkezi beyin sistemimizin en hassas parçası olduğunu ve şu dört şeye son derece duyarlı olduğunu keşfettim; Alüminyum, glifosat, florür ve wifi. Bu projeyi tasarlayan içme suyuna florür katan, havaya nano (gözle görülemeyecek kadar küçük) boyutta alüminyum püskürten, yiyeceklere glifosat ekleyen ve ardından doğru frekanslarla bunları aktive eden ultra zeki bir grup bilim adamı var.” ** Peki iddialara konu olan insandaki epifiz bezi nedir, ne işe yarar? Küresel şirketler insanlarda üçüncü göz olarak bilinen epifiz bezini neden yok etmek isterler? Üçüncü göz olarak bilinen bu bez hakkında internette araştırma yaparken Dr. Mehmet Yavuz'un ilginç bir yazısına rastladım. Yazıyı kısaltarak aktarmak istiyorum; “Epifiz bezine üçüncü göz adı da verilmektedir. Adeta bir ruhsal anten gibi görev icra eder. Sufizmde vahdet-i vücud'dur. Belki zamanı geçmiş metafor ama görme özürlü Neo'nun matriksidir. Çünkü üçüncü göz açıldığı zaman göz kapakların sımsıkı kapalı olmasına rağmen asıl o zaman görmeye başlarsınız. İslamiyette kalp gözü denen şey aslında epifizdir. Bilinçli olan beynimizin göremediği, duyamadığı, düşünemediği şeyleri hisseder. İlk defa Descartes tarafından ruh ve bedenin irtibat alanı olarak tarif edilen epifizin, ruh-beden-zihin üçlüsünün komuta merkezi olduğu tahmin edilmektedir.
ABD'de Siyonist lobinin gücüyle alakalı değerlendirmeleri yeniden gözden geçirmek gerekiyor. Hatta bu konuda yeni bir bakış açısıyla çalışmalar yapılması siyasî değerlendirmeleri etkileyen muğlak ifadelerin etkisini yitirmesine yol açacaktır. Çünkü bu muğlak ifadeler gerçekliğin farklı açılardan görülmesini engellediği gibi ortaya çıkan belirsizliği güç odaklarının kullanımına açıyor. ABD'de Siyonist lobinin gücüyle alakalı efsanelerin ne zamandan itibaren siyasî hayatımıza nüfuz ettiği sorusunu önemsemek gerekiyor. Geçmişte Türkiye'de, Ermeni lobilerini dengelemek için Siyonist lobilerin desteğini almak gerektiğine yönelik çok güçlü bir propaganda vardı. 1970'lerde Ermeni terör grupları diplomatlarımızı şehit ettiklerinde Batı nezdinde destek arayışına çıktık. O zaman Yahudi grupların lobi çalışmaları neredeyse bir kurtarıcı gibi takdim edilmişti. Ne yazık ki bu propagandanın etkisi daha sonra Azerbaycan'da da yoğun bir şekilde hissedildi. Yola nereden çıkarsan çık, illaki Amerika'ya ulaşılıyordu. “Siyonist lobi” kavramının zaman zaman “Yahudi lobisi” ile yer değiştirdiği çoğunluğun malumudur. Hatta bizde, “Yahudi lobisi” kavramı daha belirgindi. Uzun yıllar Yahudi lobisiyle uyum içinde olmak zorunlu politik tercih olarak sunuldu. Adeta mecbur kaldığımıza dair bir anlayış gittikçe yaygınlaşmıştı. İfade ettiğim gibi bu yöndeki algı daha sonra Azerbaycan'ı da içine aldı. Ne yazık ki Azerbaycan'da bu yöndeki propaganda faaliyetlerinin etki gücünü arttıran unsurlar bize göre daha fazlaydı. İran'ın Ermenistan'ı açıkça desteklemesi Yahudi ve Siyonist lobi farkını önemsizleştirip gerçeğin üzerini örtüyordu. Ermeni terör örgütlerinin saldırıları herhâlde en fazla Siyonist lobilerin elini rahatlatmıştı. Günümüzde artık Siyonist lobi, İsrail, Yahudiler, ABD ve İngiltere'nin Doğu Akdeniz siyaseti gibi kavram ve düşünceleri daha iyi analiz etmemizi sağlayacak sorulara çok daha açık cevaplar bulmamız gerekiyor. Örneğin Siyonist lobiler kimin hesabına çalışmaktadır? Siyonist lobilerin çoğunlukla Yahudi sermayedarlar tarafından kurulduğu ve finanse edildiği bilinmeyen bir gerçek değildir. Fakat bu gerçek, onların kimin hesabına çalıştıkları sorusuna kapsamlı bir cevaba imkân vermiyor. Siyonist ve Yahudi kavramlarının yer değiştirmesinin etkisiyle hem Yahudilerin hem de İsrail'in gücü farklı algılandı. Hâlbuki Siyonistler ilk önce Anglosaksonlar arasından çıkmış, Filistin'in kolonize edilmesi düşüncesini onlar geliştirmişti. İngiltere Doğu Akdeniz'de yeni yurt inşa etmek istemişti. Sonuçta İngiltere Filistin'e hâkim olmuş, kolonileştirme sürecinin önü açılmıştı. Yahudi yerleşimciler, İngiltere manda yönetimi altında Filistin'e doluştu. ABD de kolonizasyon sürecinde İngiltere'ye açık destek verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dünkü grup konuşması merakla bekleniyordu. Neler söyleyeceği her zamankinden önemliydi çünkü 31 Mart'tan sonra seçim sonuçlarına ilişkin AK Parti çatısı altında ve kamuoyu önünde ilk geniş değerlendirmesini yapacaktı. Erdoğan, 3 Nisan günü yapılan AK Parti MYK toplantısında sandıktan ikinci çıkmalarının özeleştirisini yaparken, “Sadece oy kaybı değil, kan ve ruh kaybı da var” demişti. Ağır ve her liderin yapmaktan kaçınacağı bir özeleştiriydi. Lakin Erdoğan'ın 31 Mart sonuçlarının fotoğrafını çektiğinin özet cümlesiydi. Erdoğan'ın grup toplantısındaki konuşması da kaybedilen o ruhu yeniden kazanmaya yönelikti. Dikkatle ve notlar alarak takip ettim. Cumhurbaşkanı, tüm coşkusu ve alışılagelen üslubuyla dolu dolu bir hitapta bulundu. Şu sözler; hem AK Parti teşkilatlarına hem AK Parti seçmenlerine hem de yeni siyasi hesaplar yapanlaraydı: "Şunu herkes görsün ve bilsin; biz 'bitti' demeden hiçbir şey bitmez. Biz bu ülkenin en dinamik partisiyiz, heyecanımız ilk günkü gibi dipdiri." Mahalli seçimler geride kaldı, 2028 seçimleri 4 yıl sonra olacak. Devletin başında Cumhurbaşkanı Erdoğan var. Meclis çoğunluğu Cumhur İttifakı'nda. Türkiye bölgesel krizlerin odağında bir ülke konumunda. Dünya geri dönüşü olmayan bir yola sokulmak istenirken, birileri Türkiye'nin 31 Mart seçimlerine takılıp kalmasını istiyor ve buradan siyaset üretmeye çalışıyorlar. Sosyal medyada bir zemin inşa ediliyor ve erken genel seçim türküleri yeniden söylenmeye başladı. AK Parti'nin omuzlarına basarak siyasette kendine alan açan Yeniden Refah Partisi direkt bu algıya oynuyor mesela. Erdoğan beklenti ve planları olanları işaret ederek üst perdeden noktayı koydu: “Sonuçlara bakarak, bunun bir yerel seçim olduğunu unutup şımaranlar, pervasızlaşanlar, hatta farklı heveslere kapılanlar olduğunu görüyoruz. Adeta bir genel seçim havasına girmek suretiyle sanki ülkeyi yöneteceklerini zanneden zavallılar... Birileri kendilerince, 'yerel iktidar', 'merkezi iktidar' diye Türkiye'de ikili bir yapı ihdas etmeye çalışıyor. Bu tarz söylemler, 'demlendikleri' ittifak ortaklarına diyet borcu ödeme hamleleri değilse, ham bir hayalden ibarettir. 81 ilimizde tek bir iktidar vardır, o da 14-28 Mayıs seçimleriyle milletin ülkeyi yönetme vazifesi verdiği Cumhurbaşkanı ve kabinesidir.” Diğer yandan Türkiye ekonomisi enflasyonu yeniden alt etmenin sinyallerini vermeye başladı. Hedef 2026'da tek haneye indirmek. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de kararlı olduklarını her fırsatta gösterdiler. Bu disiplini bozmamak için, seçim ekonomisi uygulamayarak yerel seçimleri kazanamamayı dahi göze aldıklarını ortaya koydular. Erdoğan bir kez daha altını çizdi: “Artık seçimin de olmadığı önümüzdeki 4 yıl içinde enflasyonla mücadelemizi inşallah zaferle sonuçlandıracağız. Geçmişte yaptık, yine yapacağız.” Dünkü grup konuşması Erdoğan'ın AK Parti'ye nasıl bir neşter vurup vurmayacağının işaretleri açısından da önemliydi. Kulaklar biraz da bu mesajlarındaydı.
Geçen haftaki ‘SİYASETEN' programında Aydın Ünal ağabeyle devam eden boykotu konuşurken, Ramazan ayında Coca Cola olan iftar sofralarına oturulmaması çağrısı yapmıştım. Kendi sözlerimi şöyle alıntılayayım: “Ramazan'da Coca Cola iftar sofralarına oturmayın lütfen. Protesto edin. Yarım saat aç kalmakla hiçbir şey olmaz. Gidin başka yerde iftar yapın. Ya da onu kaldırsınlar.” Bir arkadaşım, “Haklısın ve iftar sofralarını boykot etmeye davet ediyorsun. Çok iddialı, lakin piyasa şartları çok farklı. Talep fazla. Dolabına kola koymazsa yemek satamayacak esnaflar var. Vatandaş istiyor” diye mesaj attı. Gerçekten de öyle mi? Yeni Şafak'ın Instagram hesabında, programdan paylaşılan kesitten sonra o kadar çok mesaj ve yorum geldi ki okumaktan yoruldum ve şunu anladım; basit, sıradan bir mesele gibi görünse de arkadaşımın dediği gibi, tek suçlu kola satan esnaf değil. Gazze'deki soykırım üzerine ilk defa etkili olan ve markaları korkutan boykota rağmen Ramazan manzaramız ortada. Ramazan aylarımızı asitli içecekle özdeşleştiren, manevi havasını reklam filmleriyle yapmacıklaştıran kapitalist düzene oruçla karşı koyma iradesini gösterebiliyor muyuz? ‘Satmasınlar' demesi en kolayı. Bence biz, bizi yani ‘almasınlar' kısmını aşamıyoruz. Reklam filmleri demişken… Ramazanın gelmesiyle birlikte televizyonlara yönelik reklam filmlerinde büyük farklılar görürüz. Her sene bu böyledir. Küresel, kapitalist markalar bir anda kimlik değiştirirler. Ramazanla, oruçla alakaları yoktur ama iddialı prodüksiyonlarla reklamlar filmleri çekerler. İklimden uzak, samimi olmayan ve tamamen tüketmeye davet eden filmler. Çünkü Ramazan, reklamın izleyicisi için ibadet ayıdır, kola markası için ise asla vazgeçilmeyecek kazanç kapısıdır. Bu seneki reklamı izleyen çok net görmüştür, filmin içinde gerçek bir Ramazan ortamına dair tek bir plan yok. Güzel görseller, rengârenk sofralar, mutlu yüzler ve kola şişeleri… Samimiyet ise sıfır. Yok. Aslında bu sadece o global içecek firmasının samimiyetsizliği değil. İçinde yaşadığı toplumu çok iyi tanımak zorunda olan çok sayıda yerli markamız var. Onlar da bu konuda hep vasat ile idare ettiler bugüne kadar. Ramazan ayını daha fazla tüketime aracı yapmanın ötesine geçmediler. Eleştirimi, geçtiğimiz haftalarda Barselona'da gerçekleşen Mobil Dünya Kongresi'nden Turkcell yetkililerine de iletmiştim. Meğer kısa süre önce iş başına gelen yeni yönetimin bu yönde bir çalışması varmış. “Bu yıl Ramazan ayının ruhuna uygun bir reklam olacak” dediler. O reklam yayınlandı ve geçmiş filmlerden bir ayrışma ve bariz farklılıklar olduğunu gösterdi. Ramazan, Türkiye'de nasıl yaşanıyorsa tüm detaylarını filmde yansıtmışlar. Dikkatimi en çok şu çekti: ‘Ramazan Gelenekleri' deyince maalesef akla gelen ve dayatılmış eğlence anlayışının aksine; olması gereken, gerçek Ramazan gelenekleri yansıtılmış filmde. Kantolar, direklerarası ve Hacivat-Karagöz gibi eğlenceler değil yani. Mahallenin çocuklarının bir parkta iki ağacın arasına el yordamıyla yaptıkları mahyayı asmasıyla başlayan filmde, iftar sofrasından önce yardımlaşma var. Anneanneden alınan yemek tarifi var, yapılan güllacı iftardan önce komşulara götürmek var. Top atışı yok, minareyi gözetleyen çocuk var mesela. Yine çocukların sahura kaldırılması da var. Dahası dedesiyle teravih namazına giden torun var. Bir dakika 13 saniyelik reklam filminde Ramazan ayına dair bu kadar detayı büyük incelikle sığdırdıkları için Turkcell'i takdir etmek gerek. Adeta kısa film havasında olmuş. Belli ki senaryoyu bu toprakların havasını soluyan, suyunu içen, Ramazan ayını hisseden birileri yazmış.
Easy Turkish: Learn Turkish with everyday conversations | Günlük sohbetlerle Türkçe öğrenin
Kadınlar Günü'ne özel bu bölümde bu defa yalnızca Feyza, Emine ve ilk kez konuğumuz olan Semanur var. Bu üç kadın; kadın olmaktan, kadın olmanın sevdikleri yönlerinden, zorluklarından ve çok daha fazlasından bahsediyor. Interactive Transcript and Vocab Helper Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership Show Notes Özlem Tekin - Dağları Deldim - https://open.spotify.com/intl-tr/track/17wgsCCy5uZ5qs9S6bfHDJ?si=ec9da0ff08f14c04 Feyza'nın bahsettiği pankart; "Gece karanlıktan korkarsan bu kenti ateşe veririz!" https://x.com/pergruhii/status/1237095235345358852?s=20 Transcript Intro Feyza: [0:22] Herkese merhaba. Easy Turkish Podcast'in yeni bölümüne hepiniz hoş geldiniz. Benim sesimi duyduğunuz için şaşırmış olabilirsiniz. Bugün bambaşka bir kadro var karşımızda. Bugün bu kaydı, bu podcasti sadece kadınlar olarak çekiyoruz. Adeta 23 Nisan. Emine abla ve Semanur'la birlikteyiz. Semanur, Emin'in eşi. Nasılsınız? Semanur, senden başlayabiliriz. Semanur: [0:47] İyiyim. Teşekkür ederim beni davet ettiğiniz için. Bugün Emin'in yerine geldim. Koltuğuna oturdum ve çok mutluyum sizinle birlikte olduğum için şu anda. Feyza: [0:59] Valla biz de çok mutluyuz. Emine: [1:01] Biz de evet, mutluyuz. İyi ki geldin. Semanur: [1:04] Teşekkür ederim. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Özel - Kadın Olmak Feyza: [1:05] Peki neden bugün bu podcasti üç kadın olarak çekiyoruz? 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü'ne özel bir bölüm olduğu için. Bugün erkekleri şutlayıp kanalın kontrolünü ele geçirdik. Konumuz da 'kadın olmak' olacak. Emine abla sen kadın olmayı seviyor musun? Emine: [1:27] Evet güzel bir soru. Ben kadın olmayı seviyorum tabii ki. Yani sonuçta bu şekilde geldik dünyaya ve bu şekilde hayatımızı sürüyoruz. Ben keyif alıyorum kadın olmaktan. Zorlukları her ne kadar olsa da bence olumlu tarafları daha fazla. Kadın olmak güzel bir şey diye düşünüyorum. Siz ne düşünüyorsunuz? Semanur: [1:47] Ben de aynı fikirdeyim. Tekrar dünyaya gelsem kadın olmak isterdim. Kadın olmayı çok seviyorum. Yani evet, çok fazla zorluğu var. Ama buna rağmen bu zorluklarla bile kadın olmak her şeyden çok güzel. Support Easy Turkish and get interactive transcripts and live vocabulary for all our episodes: easyturkish.fm/membership
Yakup Çartık'la Meslek Lisesi Elektrik Bölümü'nden sahnede ışık tasarımına uzanan yolculuğundan başlayarak bu uğurda kendini geliştirmek için yaptığı çalışmalara; tecrübelerini aktarmak için yazdığı ve şimdilerde Hacettepe Üniversitesi Sahne Işık ve Ses Teknolojileri Programı'nda okutulan kitabından gençlerin bu alana ilgisine; yıllardır 200'den fazla oyuna yaptığı ışık tasarımlarının özverili ve özenli çalışma sürecinden nihayetinde pek çoğu ödülle taçlandırılan başarılara dair oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.Kendisine bu hoş sohbet için teşekkür ederiz. 7 Şubat 2024 | tiyatro.co
Adeta içten fethettiğimiz Viyana'yı, üç günde şehri tek başına gezen Müjdat anlatıyor. Before Sunrise mekanları, şinitzel, hostel ve her yerde karşısına çıkan Türkleri Müjdat'tan dinliyoruz. Şehir Hikayeleri ve Boş Yapma Enstitüsü'nün diğer tüm içeriklerine YouTube kanalımızdan da ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/@bosyapmaenstitusu
Gazze'de bebekler öldürülüyor, çocuklar öldürülüyor, yaşlılar öldürülüyor, doktorlar öldürülüyor, gazeteciler öldürülüyor, akademisyenler öldürülüyor, Müslümanlar öldürülüyor, Hristiyanlar öldürülüyor. Evler bombalanıyor, okullar bombalanıyor, hastaneler bombalanıyor, tarihi eserler bombalanıyor. Bunların hepsi bilinçli ve sistematik bir şekilde neredeyse 3 aydır devam ediyor. Bütün bu yaşananlar maalesef yeterince gündemde kalamıyor. Dezenformasyon ve kitleleri yönlendirme konusunda mahir olan İsrail bu konuların yeterince gündemde kalmaması için elinden geleni yapıyor. İsrail bu konuda ne kadar çaba sarf ederse etsin bütün dünyadaki vicdanlı insanlar yaşananlara duyarsız kalmıyor. Ülkemizde değil ama özellikle Batı'da birçok “bağımsız” ve “özgür” sanatçı konuya ilişkin sürekli olarak açıklamalar yapıyor. Ülkemizin içinde bulunduğu durum ise içler acısı. Sanat dünyası kendi cam fanusunda, küçük dünyasında yaşamaya devam ediyor. Gazze'de yaşananlara ilişkin bir şey demediği gibi PKK tarafından şehit edilen askerlerimizle alakalı da iki kelam edemiyorlar. Bunların ne olduğunu her fırsatta görüyoruz. Sözde Atatürkçüler ama Atatürk'le alakalı bir diziyi Ermeni lobisinin baskısı sonucu daha yayımlanmadan sansürleyen kuruma bile bir şey diyemediler. Bütün bu omurgasızlık içinde hâlâ kendi olup inandığı değerleri kariyerinin önüne koyabilen sanatçıların, az da olsa, olduğunu görmek benim için ümit verici. BAŞLANGIÇLAR VE SONLAR Yılın son günleri yılı değerlendirmek için önemli bir fırsat oluyor. Bir yılın muhasebesini yapabilme imkânı sağlıyor insana. Hayatımız normal seyrinde devam ediyor olsa uzun uzun bu yıl gezdiğim, gördüğüm, beğendiğim sergilerden bahsetmek isterdim ama Gazze'de yaşananlar buna el vermiyor. O yüzden kısaca bahsedeceğim: Üç İç Denizin Ülkesi, sanatçı Handan Börüteçene'nin şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı sergisi. Salt Beyoğlu'nda düzenlenen serginin küratörü Amira Akbıyıkoğlu. Fotoğraf sanatçısı İsabel Munoz'un Yeni Bir Hikâye başlıklı sergisi Pera Müzesi'nde düzenlendi ve sanatçının Göbeklitepe ve etrafındaki yerleşim yerlerini bambaşka bir açıyla görmemize olanak sağladı. 2022'nin son günlerinde açılan Paulo Rego'nun Hikâyelerin Hikâyesi başlıklı serginin küratörlüğünü Alistair Hicks üstlendi. Sanatçının olağanüstü anlatım biçimi serginin başlığına da yansıdı. Efsanevi İstanbul Ansiklopedisi'nin hikâyesi Başka Kayda Rastlanmadı başlığıyla Salt Galata'da Kadir Has Üniversitesi işbirliğiyle bizlerle buluştu. Ansiklopedinin merkezinde yer alan Reşad Ekrem Koçu ele alındı. İşgal dönemi İstanbul'unu fazla bilmeyiz. Adeta unutulmuş günlerdir. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Meşgul Şehir- İşgal İstanbul'unda Siyaset ve Gündelik Hayat başlıklı sergiyle İstanbul'un o unutulmuş ve pek de konuşulmayan günlerini ele aldı.
Bu köşede zaman zaman Anayasa Mahkemesi tarafından verilen bireysel başvuru kararlarını eleştiriyoruz. AYM'nin bireysel başvurularda önemli kararlara imza atarak bireysel özgürlüklerin gelişmesinde ciddi açılım sağladığını ve hak ihlallerini önlediğini de belirtmemiz gerekiyor. Ancak verilen bazı kararların isabeti noktasında endişeli olduğumuzu ifade etmek isteriz. Bu yazımızda AYM tarafından verilen bir kararı analiz edeceğiz. ICINSEL TACIZDE BULUNAN BEKÇININ MEMURIYETTEN IHRAÇ SÜRECI Bir kurumda bekçi olarak görev yapan kişi Kültür Merkezi Tiyatro Salonu›ndaki bir programda kadın öğretmenlerden birine cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle şikâyet edilmiştir. Şikâyetçi olan öğretmen, başvurucunun kumanda odasında bulundukları sırada elini tuttuğunu ve yanağından öptüğünü iddia etmiştir. Başlatılan soruşturma sonucu açılan ceza davası sonucunda, cinsel taciz suçundan 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmış ve hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına (HAGB) karar verilmiştir. Ayrıca başlatılan soruşturma sonucunda başvurucuya isnat edilen eylemin mahkeme kararıyla sabit olduğu, bu eylemin karşılığının devlet memurluğundan çıkarma cezası olduğu ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125. maddesinin (E) bendinin (g) alt bendi uyarınca devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılmıştır. İdare mahkemesi, memuriyetten ihraç işlemini iptal etti Memuriyetten çıkarma cezasının iptali istemiyle Diyarbakır 1. İdare Mahkemesinde dava açılmıştır. Anılan Mahkemenin 30/7/2009 tarihli kararıyla dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde; başvurucu ve E.Y. dışında olayın başkaca tanığının olmadığı, şikâyete tabi olan basit cinsel taciz suçunda E.Y.'nin şikâyetini geri aldığı, olayla ilgili ceza davasında HAGB kararı verildiği hususlarının dikkate alınması ile açık ve net bir şekilde cinsel taciz suçunun, memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunulduğunun sabit olmadığı kanaatine varılarak dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmediği belirtilmiştir. IDANIŞTAY, ILK DERECE MAHKEMESININ VERDIĞI IPTAL KARARINI BOZDU Temyiz edilen karar Danıştay 12. Dairesinin 27/9/2012 tarihli kararıyla bozulmuştur. Bozma kararının gerekçesinde; başvurucu hakkında ceza yargılaması sonucu verilen HAGB kararının başvurucuya isnat edilen eylemin disiplin yönünden idarece ele alınmasına ve disiplin cezası verilmesine engel teşkil etmeyeceği vurgulanmıştır. Başvurucuya isnat edilen fiilin ceza mahkemesi kararıyla sübuta erdiği, bu fiilin memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareket niteliğinde bulunduğu sonucuna varıldığı belirtilerek dava konusu işlemde hukuka aykırılık görülmediği ifade edilmiştir. Başvurucu tarafından bozma kararına karşı kararın düzeltilmesi istemi de reddedilmiştir.
Şeyh-i Ekber İbn Arabi (ks), Efendimiz'in (s.a.v.) “Allah'ım hayretimi arttır” diyerek dua ettiğine dair bir hadis-i şerif aktarır. Hadisçilerden bu rivayete şerh koyanlar olmuştur. Fakir, kulun Allah'la ilgili tefekkürüne kattığı derinlik bakımından çok etkileyici bulurum bu hadis-i şerifi. Biz günlük hayatta daha ziyade ‘şaşırmak' ile ilgili bir durum olarak kullanıyoruz ‘hayret' kelimesini. Tasavvufta burada bizi ilgilendiren kısmıyla marifete muktedir olamamaktan doğan şaşkınlık olarak tarif ediliyor buna karşılık. Yani kendi kelimelerimle ve elbette acziyetimle izaha çalışırsam; kulların Allah'ın kavranamaz ve kuşatılamaz kudreti ve büyüklüğü karşısındaki aczini keşfetmesi, bunun etkisiyle idraklerinin bir nevi hoşlukla kamaşması gibi bir şey söyleyebilirim. Bu kelime ile ilgili en rahat irtibat kurabildiğim durumlar hidayet hikâyeleri oluyor hep. İslam'ın kusursuzluğu ile ilk kez karşılaşan insanların yaşadığı anlık ‘aydınlanma' hâlinin izahı herhalde hayret duygusu ile mümkündür diye düşünürüm. Bizler Müslüman bir çevrede doğup büyüdüğümüz için bir parça kanıksıyoruz maalesef bazı şeyleri. Hayret duygumuz zayıflıyor biraz. Oysa bizim çevremizde de Allah'ın yolumuza bıraktığı fevkalâdelikler, hayreti mucip büyüklü küçüklü mucizeler, gönlümüzü kamaştırması gereken ulvi işaretler var. Ama belki o bahse zihnimiz bir tür alışkanlık kesbettiğinden, belki her şeyi bilimsel formülasyonlar ve sebep sonuç ezberleriyle anlamaya mecbur ve mahkûm edildiğimizden göremiyor, atlıyoruz bu işaretleri. 7 Ekim'den bu yana Gazze'de yaşananlar, çeşitli mecralardan bize ulaşan haber ve videolarla yeni hayret hikâyeleri ulaştırıyor bize. Bunların bir kısmı da hidayet hikâyesine dönüşüyor kısa süre içinde. Gazzeli kardeşlerimizin, belki de daha önce kimselerin yaşamadığı zorluklar, kimselerin bu derecede maruz kalmadığı zulümler karşısındaki yıkılmaz imanı, dünyanın her yerinde insanları derinden etkiler hale geldi. Modern insanın hiç bilmediği, hiç hissetmediği bir teslimiyet ve güven var Gazze'nin yiğit insanlarının her sözünde, her bakışında, yıkıntıların arasında dimdik yürüyüşlerinde, davalarına sadakatlerinde, asla geri adım atmayışlarında, tükenmeyen cesaretlerinde. Bu yüzyıl sıradan insanlar için korkuların, vehimlerin, tedirginliklerin, güvensizliklerin, inanç erozyonlarının zirve yaptığı bir yüzyıl... Dünyayı kendi hükümleri altında tutmak isteyenler korkularla çevirdiler etrafımızı. Her şeyden korkuyor ve onların çareymiş gibi önümüze uzattığı kementlere uzatıyoruz boyunlarımızı. Bu sebeple ki Gazze'den can can bütün dünyaya yansıyan bu korkusuzluk hissi, bu kaybolmayan güven, en kahredici durumlarda bile asla kalplerden çıkmayan iman, fazlasıyla etkiliyor korkular arasında bunalan, boğulan insanları. Onların bize ulaşan görüntülerinde ve sözlerinde o hoş idrak kamaşmasının (güneşe yakalanmış bir çift gözün yaşadığı gibi bir kamaşma), o deruni hayret duygusunun izlerini görüyorum. Adeta gözlerinden perdeler kalkmış, içlerinin derinliklerinde bilmeden özlemini duydukları hakikatlerle yüz yüze kalmış gibi bu insanlar. Bunun da etkisiyle yaşadıklarını gözyaşları içinde büyük bir açıklık ve samimiyetle anlatıyor, ellerine Filistin bayraklarını alıp aynı samimiyetle meydanlara koşuyor, onlardan bu hakikatleri gizleyen karanlık güç simsarlarını protesto ediyorlar. Bunu yapan kendi devletleri, hükümetleri, orduları bile olsa... Bu konuda söyleyeceklerim bitmedi, işin zülfüyâre dokunan tarafları da var ki, onlara da inşallah bir sonraki yazıda değinelim.
Müslüman Türk Toplumuna Batı eksenli dayatılan “ılımlı İslam sapkınlığı” ve “tesettür meselesindeki sapmalar ve ailenin dejenerasyonu” henüz ehl-i imân ve vicdan sahiplerince tam olarak farkedilemedi. Ya da farkedilse bile, durumu ilan edebilecek sorumluluk sahibi yürekli, imân ehli yazar çizere, lokal ve cılız sesler dışında, bugüne kadar pek rastlanmadı. Adeta önemsenmiyor gibi bir durum var ortada. Müslüman kamuoyuna, İslâm'ın yaşanması anlamında her şey yolunda, hatta eskisinden daha güzelmiş gibi yanıltıcı bir manzara sunuluyor. Pek tabii ki dini sapma, soyut bir mesele olduğu için, ailede olduğu gibi bunun acı sonuçları hemen somut gösterge vermez. Bu konuda diğer yanıltıcı bir unsur da dindar çevrelerin, önceden edindikleri ibâdet alışkanlıklarını kendi çaplarında rahatça yerine getirebiliyor olmaları… Şunu bilin ki, siz beğendiğiniz o halin son halkasısınız. Sizden olma neslin büyük kısmı, sizin yaptığınız o ibâdeti, artık küçümser ve inkâr eder hale geldi. Orta öğrenim ve üniversitedeki gençliğin geldiği durum ortada... Burada tehlikeli durum şudur ki, dini sapma, farkedilmeyen kötü sonuçlarını en sonunda tam verir ve bunun geri dönüşü de toparlanışı da mümkün olmaz. Bu iş, toplumsal felâketle ve ilâhi azapla sonuçlanır. Neticede bir nesil ve bir toplum yok olur. Aile/kadın konusundaki ve dînî/itikâdi alandaki sapmaya vesile olanların ve seyirci kalanların ahirette ilk yakalarına yapışacak olanlar, onların kendi çocukları ve torunları olacağında kuşku yoktur. Kimi cemaat ve sivil toplum liderleri, kanaat önderleri, “tuzum kuru” diye seyirci kalan ve işini yürütmeye bakan eskinin “İslâmcı” yapı ve temsilcileri!... Daha seyirci kalmaya devam ederseniz, bilin ki, bu ah sizi yakalayacaktır! Böyle giderse o keyifli halinizin ızdıraba dönüşmesi de yakındır. Bu felaket karşısında Mevlâmızdan, uyanış ve basiret niyâz ediyoruz! (www.dintahripcileri.com)
Gazze'deki tünellerin “İsrail askerlerine kök söktüren, savaş kazandıran, bağımsızlığın yolunu açan ve devlet kurulmasını sağlayan tüneller” olarak turizme açılacağı zaman fazla uzak görünmüyor. O tünelleri ziyaret eden turistlerden ücret alınacak mı alınmayacak mı ona karar vermek de Filistin yönetimine düşer. Bağımsız Filistin devleti mutlaka kurulacak. Başkenti Doğu Kudüs olacak. İşgalciler kös kös kendi evlerine dönecek. İşgal edilen Filistin toprakları geri alınacak. Toprak bütünlüğü sağlanacak. Yöneticiler, Filistin halkının hür oylarıyla seçilecek. Ülke yeniden inşa edilecek. Netanyahu ve suç ortakları tek tek yargılanacak ve hak ettikleri cezaya çarptırılacak. İsrail bombalarıyla can veren bebekler, çocuklar, gençler, kadınlar ve yaşlıların hesabı sorulacak. Bütün bu saydıklarımız tek tek gerçekleşecek. Çünkü hayatta kalan Filistinliler şöyle diyor: “Bir yemin ettim ki dönemem!” Kanı pahasına, canı pahasına, sahip olduğu her şeyi feda ederek vatanını koruyanlar dünyaya büyük bir ders vermiş olacaklar. O dersi alabilen alacak, nasibi olmayan ise bahtına küsecek. Böyle düşünmemizin birçok sebebi var. Ecelin yaklaşması ve cami duvarını hatırlamak yeter. Az gelirse şunları da sayabiliriz: İsrail'in haddi aştığını herkesin görmesi. Dünyanın her yerinde yapılan gösterilerle İsrail'in lanetlenmesi, Filistin'in desteklenmesi... “ADETA SOYKIRIM” NE DEMEK? Filistin'in yıllardır çektiği çile zirveye ulaştı. Oradaki manzarayı “Adeta soykırım” diye tanımlamaya çalışanlar yanılıyor. “Adeta” diye bir şey yok ortada. Gördüğümüz, düpedüz soykırım. Tamı tamına soykırım. Hatta onun da ilerisinde bir kelime varsa ya da bulunursa, onu tercih etmek gerekir. Soykırımı şimdilik adetasız kullanmak zorundayız. ‘Adeta' kelimesini olur olmaz yerde kullananların dikkatine arz ederiz.
ABD piyasalarına yönelik ekonomi haberleri, yani akşam bültenimiz yayında! Bugünkü bültenimizin menüsünde; Hollywood grevlerinin sona ermesi, Eli Lilly'nin yeni ilacı ve Nvidia'nın ilginç çip hamlesi yer alıyor. Akşam bülteni serimizde bahsi geçen haberleri okumak isterseniz, getmidas.com/midasin-kulaklari adresindeki haberlerimize göz atabilirsiniz. Midas uygulamasını indir: https://app.getmidas.com/gmih/mie6gpeu Midas'ın Kulakları: https://www.getmidas.com/midasin-kulaklari Twitter: https://twitter.com/getmidas Instagram: https://www.instagram.com/get_midas/ Not: Bu içerik, içeriğin yayınlandığı günkü veriler ve haberler baz alınarak hazırlanmıştır. Eğer varsa içerikte geçen hedef fiyat tahminleri, uzman ve analist yorumları bu içeriğin yayınlandığı tarihte geçerlidir. Bu tahmin ve yorumlar zaman içinde değişkenlik gösterebilmektedir. Bu podcast'te yer alan haberler ve haberlerin içerdiği şirketler hakkındaki bilgiler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Bahsi geçen hisselerdeki; hisse adı, fiyatı ve grafikleri de dahil temsilidir, yatırım tavsiyesi değildir.
Manchester United-Galatasaray maçı öncesinde herkese nazaran benim çok bir kaygım yoktu. Maç sabahı “Galatasaray, 2 ya da 3 gol atar ama kaç tane gol yer bilemiyorum” demiştim; öyle de oldu. Teknik direktör Okan Buruk aslında geçen akşam özelinde Erik ten Hag'a taktik ve cesaret dersi verdi. Hangi takımlı olursanız olun Premier Lig takımına karşı İngiltere'de futbol oynamak sizin için her zaman zor olur ama Galatasaray, Okan Buruk önderliğinde bu satrancı 90 dakika boyunca muazzama yakın oynadı ve kazandı. Zaha, Ndombele ve Tete şu an mevcut kapasitelerinin yalnızca yüzde 30- 40'ını kullanabiliyor. Bu yüzdeler tepe noktaya ulaştığında Galatasaray'ın hangi seviyelere çıkacağını hep birlikte izleyeceğiz. Bu maçtan sonra düşündüm ki aslında Galatasaray Manchester maçında, bir takımın “büyük kulüp” olması için yenmesi gereken en büyük rakipleri de yendi. İhtimalleri yen, favori olmadığını söyleyen herkese karşı oyna, dünyayı Galatasaray'a inananlar ve yanılanlar olarak ikiye ayır, çoğunluğun haksız olduğu yerde ihtiyaç duyulanın bir kral olduğunu hatırlat, istatistikleri yen, performansın hiç kimseyi tatmin etmezken öyle bir galibiyet al ki o ana kadar ne senin, ne de rakiplerinin yaptığı hiçbir maçın anlamı kalmasın. Lig tekrar başlasın. Şampiyonlar ligi kurası tekrar çekilsin. İmkanları yen. Transferin son güne kalmasına sebep olan tüm mazeretleri ateşe ver. Tüm yanlışların üstünü çiz. Bütçeler, maaşlar, bonservisler anlamsız kalsın. Sayıların dünyasına son ver. Geriye yalnızca iki rakam kalsın. 2 ve 3. Talihi yen. İki kere geriye düş. Ekmeğini taştan çıkar. Oynadığın kupayı defalarca kazanmış takımların bile psikolojisini alt üst edecek bir senaryoyu mutlu sonla bitir. Kurucu Ali Sami Yen'in dediği gibi; “Türk Olmayan Takımları Yen”. Bir parantez de büyük Galatasaray taraftarı ve ultrAslan'a açmak gerekiyor. Adeta 90 dakika boyunca İngiltere'de Sami Yen'i yaşattılar ve rakip taraftarları esir alıp adeta iç saha maçına çevirdiler karşılaşmayı. Nihayetinde Bayern Münih'in Danimarka'da Kopenhag'ı yenmesi ve temsilcimiz Galatasaray'ın İngiltere'de galip gelmesi muazzam bir psikolojik üstünlük sağladı. Türkiye'mizi Şampiyonlar Ligi'nde yakışır şekilde temsil edip tekrardan tarih yazan Galatasaray'a teşekkür ediyorum ve bu zorlu yolculuğunda başarılar diliyorum. Şimdi Aslan'ın odaklanması gereken maç Süper Lig'de Antalyaspor ile deplasmanda yapılacak maç. Galatasaray, Manchester United galibiyetinin rehavetini derhal üzerinden atmalı ve milli araya kayıpsız girmelidir. Okan Buruk'un yine lige adapte bir kadro ile Antalya'da başarılı olacağını düşünüyorum.
Eğitim İş Genel Başkanı Kadem Özbay, Kısa Dalga Podcast'te Esra Tokat'ın konuğu oldu ve deprem bölgesindeki eğitim koşullarını anlattı.
Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr tefsîr ve hadîs âlimi Şu'be bin Haccâc bin el-Verd o ibadet âşıklarından biriydi. Kütüb-i Sitte'de yüzlerce rivayeti bulunan Hazreti Şu'be, Basra'da sistemli hadis tasnifini ve ricâl tenkidine dair bilgi toplayıp değerlendirme faaliyetini başlatmıştı. Kendinden sonra gelen, hadis metin ve senet nakkâdı olan büyük âlimlerin kullanacağı sistemi o kurmuştu. Şayet Batı'da o düşünce ve o seviyede bir insan bulunsaydı, büyük filozof olarak kabul edilirdi. İlim, duygu ve düşünce itibariyle o kadar derindi; diğer taraftan ibadet ü tâatte de o ölçüde engindi. Hadisle iştigal etmediği vakitlerde sürekli namaz kılardı. *Hazreti Şu'be bin Haccâc'ın rivayet ettiği binlerce hadis ve yetiştirdiği binlerce talebe var. O insanlar nasıl bir bast-ı zaman yaşıyorlar anlamak mümkün değil. Adeta onlar için dakika saat oluyor, saat günler oluyor, günler de haftalar oluyor. Bast-ı zaman hakikati sofilerce çok malum bir hakikattir. Bize gelince, biz bir kabz-ı zaman yaşıyoruz. Yirmi dört saati 24 saat kadar bile değerlendiremiyoruz. Yirmi dört saati 24 gün gibi değerlendirmişler adamlar ve mübarek bir miras bırakmışlar arkadan gelenlere. Her şeyi hazırlamışlar, paketlemişler; zümrüt, zebercet ve yakutla süslü ambalajlarla ambalajlamışlar. Tepkiye, reaksiyona sebebiyet vermeyecek şekilde arkadan gelen nesillere bırakmışlar; “Alın bunu, biraz daha öteye götürün; biz bir yere kadar getirdik, öteye siz götürün.” demişler. *Bir örnek olması için Şu'be bin Haccac'ı söyledim. Bu konuda yüzlerce binlerce misal göstermek mümkündür. İbadet ve ubudiyette fani olmuş kulların başında da Ashab-ı Kiram gelir. Onlardan da bir örnek vermek istiyorum ama önce hadiseyi nakleden Urve bin Zübeyr'den (radıyallahu anh) bahsedeyim. Kesilen Bacağına “Allah'a yemin ederim ki seninle hiç harama yürümedim!” Diyebilen Kahraman *Büyük sahabi Hazreti Zübeyr'in oğlu olan Urve'nin annesi, mü'minlerin anası Hazreti Aişe validemizin kız kardeşi, yani Hazreti Ebu Bekir'in diğer kızı Esma'dır. Gerek baba, gerekse ana tarafından iman abidesi bir ailenin çocuğu olan Hazreti Urve, teyzesi Hazreti Aişe validemizin terbiyesiyle büyümüştür. *Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!” “Acaba, kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?” *İşte bu büyük insan, Urve hazretleri anlatıyor: “Sabahları evden çıkınca teyzem Hazreti Aişe'nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lutfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor (bazı rivayetlerde ve belki başka zamanlarda farklı ayetleri sürekli okuduğu da nakledilir); bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor, ağlıyor ve adeta gözyaşlarıyla yüzünü yıkıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat o okumasını bir türlü bitirmeyince daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu.”
Ketamin... Resüsitasyon odasında sıklıkla kullandığımız ya da ortopedik girişimlerde (alt ekstremite traksiyonu, omuz çıkığı vb) dissosiyatif anestezi özelliğini kullandığımız meşhur ilaç şimdi de diğer özellikleri ile karşınızda. Adeta bir joker olan ketamin anlattığım bu yazıda bana eşlik etmenizden mutluluk duyarım. Herkese keyifli günler dinlerim. Öncelikle ketaminden kısaca bahsedecek olursak dissosiyatif ve anestezik özellikleri olan bir N-metil-D-aspartat (NMDA) ve glutamat reseptör antagonistidir 1 . 1960'larda hayvanlar için bir anestezi ilacı olarak Belçika'da geliştirilmiştir. FDA, 1970 yılında insanlar için genel anestezide kullanılmak üzere onaylamıştır. Böylelikle Vietnam Savaşı'nda savaş alanlarında yaralı askerlerin tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Piyasa adıyla Ketalar® olarak bilinir. Kokusuz, berrak bir sıvıdır. İntravenöz, intramuskular, intranazal ve oral formları mevcuttur. Gebelik kategorisi C'dir ve laktasyonda da kesin bir karara varılmasa da önerilmemektedir 2. Havayolu reflekslerinin korunmasına ve hemodinamik stabiliteye izin veren ve iskelet kası gevşemesine neden olmayan ketamin, dissosiyatif özelliklerinden dolayı acil serviste prosedürel sedasyon ve entübasyon sırasında indüksiyon için sıklıkla kullanılmaktadır 3. Bronkodilatör özellikleri nedeniyle bronkospazmı olan hastalar için de tercih edilebilir. Depresyon tedavisinde de alternatif medikal tedavi olarak yer almaya başlamıştır. Süper dirençli status epileptikusta tedavide kurtarıcı ilaç olarak da kullanılmaktadır 4. Kırık ve çıkıkların redüksiyonu gibi kısa süreli sedasyon/anestezi gerektiren işlemlerde ve özellikle çocuklar olmak üzere koopere olmayan hastalarda prosedürel sedasyon ajanı olarak kullanılabilir. Üç aylıktan başlayarak geniş bir yaş aralığında güvenle kullanılabilir. Çocuklar ketamini yetişkinlerden daha hızlı metabolize ettikleri için yetişkin popülasyona göre daha yüksek doz gereklidir. Öte yandan yaşlı hastalar, bu ajanı yavaş metabolize ettikleri için daha düşük doza ihtiyaç duyarlar 1 . Bulantı, kusma, baş dönmesi, terleme, halsizlik, taşikardi ve hipertansiyon ve sekresyonlarda artış sık görülen yan etkilerindendir. FDA ketamin kontraendikasyonlarını kan basıncı yüksek olanlar ve ketamine karşı aşırı duyarlılık göstermiş hastalar olarak 2 durum için belirtmiş. Ağrı için kullanımı - Düşük doz ketamin (Low Dose Ketamin = LDK) Acile başvuruların en sık sebebi hastanın şiddetli veya geçmeyen ağrı hissetmesidir. Sıklıkla kronik olsa da ("6 aydır belim ağrıyor" tarzı sözler kulağınızda çınladı biliyorum) acil başvurularının %78'ine varan bir oranı şikayet olarak ağrıyı içerir 5 . Acil servislerde bilindiği üzere analjezide sıklıkla NSAID'ler, opioid ajanlar kullanılmaktadır. NSAID'ler orta ve ciddi ağrılarda ve bazı ağrı tiplerinde çok tercih edilmediği için sıklıkla opioid ajanlar kullanılmaktadır. Son yıllarda artan opioid kullanımı, bağımlılık ve tolerans için ciddi problem oluşturmaktadır. Fentanil ve diğer sentetik opioidler aşırı doz ölümlerinde en sık görülen ilaçlardır 6 . CDC'ye göre Ocak 2022'de sona eren 12 aylık dönemde ABD'de 107.375 kişi aşırı dozda uyuşturucu ve uyuşturucu zehirlenmesinden ölmüştür ve bu ölümlerin %67'si fentanil gibi sentetik opioidleri içermektedir 7 . Artan yüksek doz opioid kullanımı ve bağımlılıklara bir çözüm olarak Ketamin devreye girer: Ketaminin opioidlerle eşit derecede etkili ve güvenli olması nedeniyle henüz FDA tarafından onaylanmasa da acil servislerde son zamanlarda endikasyon dışı kullanımı artmıştır 8 . Opioid analjezinin kontrendike olduğu durumlarda, OSAS veya KOAH'lı hastalarda, kronik opioid tedavisi gören hastalarda veya uyuşturucu bağımlılığı öyküsü olan hastalarda yan etki profili de güvenilir olduğundan Ketamin analjezik tedavide ilk tercih haline gelmeye başlamıştır. Özellikle opioid toleranslı hastalarda akut ağrı tedavisinde analjezik rolüne ek olarak ketamin kronik ağrıda hiperaljezi ve allodiniyi azaltabil...
Erdoğan milyonları açlık sınırının altındaki ücretlere mahkûm etti. Ülkeyi ağır bir borç batağına soktu. Seçimlere kadar bir kriz yaşanmasın diye de para basmaya, kredi musluklarını açmaya devam ediyor. Sorunları erteledikçe büyütüyor. Adeta seçimden sonra tufan diyor. Yani hastaya aspirin veriyor. Ateş düşüyor düşmesine de bu sefer de beyin kanaması tehlikesi beliriyor. Enflasyon yavaş yavaş yoksullaştırır. Halk için işsizlik beyin kanaması gibidir. Erdoğan bir şekilde iktidarı elinde tutarsa seçim sonrasına ertelenen tüm faturayı halka ödetmeye, işçiyi, emekçiyi, yoksulu bayıltana kadar kemer sıktırmaya hazırlanıyor. Malum bu düzende patronlar kemer sıkmaz, işten çıkarma yapar. Bu da bir işsizlik dalgasını beraberinde getirir. Emperyalistler de tek kuruşunu bırakmazlar. Erdoğan, halka kemer sıktırırken emperyalist tefecilere milyarlarca dolar borç faizini tıkır tıkır ödeyecektir. Emperyalistleri bugüne kadar hiç üzmedi. Yine üzmeyecek. Emekçi halktan itiraz eden olursa da terörist ilan ederek istibdadın sopasını başına indirecek. O halde Erdoğan'a oy yok! Ama Kılıçdaroğlu da aynı şeyi yapacak. Erdoğan'ın vatan, millet, bayrak, ezan diye yaptığının aynısını enkaz devraldık edebiyatıyla yapacak. Esnek çalışmayı dayatan hatta kıdem tazminatı hakkına bile göz koymaya cüret eden bir kemer sıkma programını Millet İttifakı'nın mutabakat metnine aldılar. Kemer sıkma programı demiyorlar adına. Sermaye için güven ortamı diyorlar. Kılıçdaroğlu'na bakarsanız Erdoğan'ın Türkiye'yi Anonim Şirket gibi yönetmesine karşı. Ama yanına Erdoğan'ın CEO'su Babacan'ı almış! Erdoğan gibi Kılıçdaroğlu da para için Londra'nın kapısında. (Merak etmeyin Erdoğan da Körfez'in parasını Londra üzerinden getiriyor!) Emperyalistlere sadece faizleri tıkır tıkır ödemeyi değil daha fazla daha fazla borçlanmayı vadediyor. Kısacası Kılıçdaroğlu sermayeye ve emperyalizme Erdoğan'ın son kullanma tarihi bitti, taze mal geldi diyor! Onlara da oy yok! Cevabını bulmak isteyen o dönemin işçi mücadelelerini anlatan kitapları okuyabilir. Gerçek gazetesinde defalarca yazdık onlara bakabilir. Ya da isteyen artık filmini de izleyebilir. Zafer Aydın, Cihangir Köse ve Nesrin Uçar'ın “İşçilerin Haziran'ı” isimli belgeseli 1 Nisan günü galasını yaptı. Belgesel, 15-16 Haziran 1970'teki işçi ayaklanmasını, işçilerin günlerce İstanbul'u ve Kocaeli'ni zapt ederek fiilen kapatılmak istenen DİSK'e sahip çıktıklarını anlatıyor. Sadece şu kadarını söyleyelim. 15-16 Haziran'ın ardından 12 Mart darbesi oldu, her türlü baskı yaşandı ama işçi sınıfı örgütlü gücünü 70'li yıllara taşıdı. Bunda en büyük pay eninde sonunda DİSK'in kapanmasına engel olmuş olan 15-16 Haziran işçi ayaklanmasındadır. O gün bugün ANAP'ı, SHP'si, DYP'si, DSP'si, ANAP'ı, AKP'si birbiri ardına geldi gitti, gülen hep patronlar oldu. Gülme sırası bize gelecekse yol belli… İşçi sınıfına örgüt gerek, parti gerek, yeni 15-16 Haziranlar gerek! Anketlere bakıp papatya falı açmaya gerek yok. Geleceğe umutla bakmak isteyen işçi mücadelelerine baksın. Son dönemde Erdoğan'ın grev yasağına grev yaparak çöpe atan metal işçileri ne kadar ücret alıyor? Ben yazmayayım araştırın sorun. Atla deve değil. Emeklerinin karşılığı da değil. Ama açlık sınırında da değil! Göreceksiniz ki örgütlü olursak “kırk satır mı kırk katır mı” seçimi yapmak zorunda kalmayız. Gelin seçimimizi 14 Mayıs'tan önce hemen şimdi mücadeleden ve örgütlenmeden yana yapalım. 1 Mayıs'ta meydanlarda buluşalım! Çünkü “hürriyet işçilerle gelecek!”
ERKAM TUFAN #erdoğan #sondakika #kılıçdaroğluTayyibistan'dan Seçmeler. Tımarhanelik haberler. Alin Ozinian, Erkam Tufan Aytav. Seccade krizi. Hasan Kaçan: Ey Müslüman... O, üstüne pabuçlarla basılan seccade sensin... Senin kutsalın, bütün değerlerin... Anan, baban, deden, ninen, eşin, evlatların... Senin geçmişin ve geleceğindir çamurlu pabuçlarla hoyratça çiğnenen. Düşman olsa bu hakareti yapmaz. Bu hakaret kabul edilemez. Kılıçdaroğlu: ”Üzgünüm, seccadeyi göremediğim için çok üzgünüm. Dünyada kimseyi incitmek istemem, hele milletimi asla. Buradan istismarcılık yapanları ve kullandıkları propaganda aparatlarını da milletimizin vicdanına bırakıyorum" Hataydaki hastanenin ihalesi beton dökülmesinden 3 gün sonra yapıldı. İYİ Parti Genel Başkanı Akşener'in 'Bakan Nemo' diyerek eleştirdiği Bakan Nebati'den cevap geldi. "Asıl sorun anaokulu seviyesindeki teşbihinizle ifade ettiğiniz gibi “Nemo” olmakta değil, Öyle sizler gibi afet bölgesine gidip steril ve göstermelik fotoğraflar çektirdikten sonra hemen konforlu genel merkezlerimize kaçarak koltuk kapmaca oynamıyoruz" Akşener'e sert tepki gösterdi. Erdoğan, AFAD'ın 107 bin olarak açıkladığı yaralı sayısının 850 bin olduğunu duyurdu Çalarım bilirsin': Kenan Doğulu'dan şarkısını izinsiz kullanan AKP'ye tepki AKP'nin videosunda kullanılan “Yaparım Bilirsin” adlı şarkının izinsiz kullanıldığı ortaya çıktı İzin almadı çok şaşkınım Yaparım bilirsin/Deliyim gözü kara deliyim Yakarım Romayı da yakarım AKP'li Tokat Belediyesi ve Valilik tarafında organize edilen 1. Tokat Gastronomi Festivali Emine Erdoğan'ın onur konuğu oldu. Konsept, yaklaşık 15 günde hazırlandı. Özel bir organizasyon firması tarafından hazırlanan konsept için tanesi 20 liradan on binlerce tuğla zemin taşları ile kaplanırken, Emine Erdoğan'nın gezeceği yerlere özel İtalyan Ponza taşı döşendi. Maliyeti yaklaşık 3 milyon liraya mal olan konsept program sonrası sökülecek. Nehir kenarına çadır kurmayın diyenleri dinlemediler. Devleti 125 milyon lira zarara uğrattılar. Kapatılmasına karar verilen çadır kertin faturası ağır olur. Diyarbakırda su baskını olabilir uyarılarına rağmen Dicle nehri kenarına kurulan çatır kent, selden sonra boşaltıldı. Yavuz Bingöl: Biz oyumuzu TOGG yapana atıyoruz, BOGG atana değil. Bu yanaşma iktidarın ülkeyi boggg a çevirdini bilmiyor olabilir mi? Erdoğan: Ömrünün son 40 yılını belediye başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı olarak ülkesine ve milletine hizmete adamış, Türkiye'nin demokrasine ve ekonomisine çağ atlatmış bir kardeşiniz var." Fatih Erbakan; “Amacımız meclise girip günahları engelleyebilmek.” Hilal Kaplan: ''Adeta bir inşaat mühendisi gibi bütün detaylara hakimsiniz.'' Yalama gazeteciliğin en güzel örneklerinden Bilal Erdoğan: "Babam bu ekonomi bilgisiyle özel sektörde çalışsa paraya para demezdi ama o fedakarlık yapıp mütevazı yaşamı seçti." Ya seçmeseydi? Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, Niğde'de 95 milyon TL'ye güneş enerjisi santralı kuracak. Ayrıca Sağlık Bakanı Koca'nın kurucusu olduğu Medipol de Siirt'te toplam 660 milyon TL'ye iki santral yapacak.
Erdoğan istese de deprem felaketini AKP seçim gündeminden çıkartamıyor. Adeta üzerine yapıştı bu gündem... ama bizim temel sorunumuz medeniyet konusunda bir tercih yapmak zorunda oluşumuz. #seçim #erdoğan Jenerik müziği: Rahman Altın Vinyet: Yılmaz Aslantürk (Otisabi)
Bu video 17/01/2016 tarihinde yayınlanan “ALLAH'ADIR TEVEKKÜLÜMÜZ, İTİMADIMIZ!..” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada:https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... *Biz Allah'a tevekkül ettik; elinizden geleni ardınıza koymayın!.. *Kur'ân-ı Kerim en korkunç hadiseler karşısında dahi peygamberâne duruşu pek çok misalle anlatır. Bu cümleden olarak; “Onlara Hz. Nuh'un ibret dolu kıssasını (özetle) anlat: O, halkına şöyle demişti: “Ey halkım! Eğer mevcut konumumla aranızda bulunmam ve Allah'ın âyetlerini okuyup onlarla öğüt vermem size ağır geliyorsa, şunu bilin ki ben, yalnızca Allah'a güvenip dayandım. Siz de bir araya gelip, bana karşı nasıl bir yol izleyeceğiniz konusunda anlaşın ve Allah'a ortak tanıdıklarınızı da yardımınıza çağırın. Böyle yapın ki, sonra keşke şöyle yapsaydık, böyle yapsaydık demeyesiniz! Sonra da, bana hiç mühlet vermeden, hakkımdaki hükmünüzü hemen uygulayın!” (Yunus, 10/71) *(Hazreti Nuh aleyhisselam gibi derim.) Ben, yalnızca Allah'a güvendim, dayandım. Bir araya gelip, bana karşı nasıl bir yol izleyeceğiniz konusunda anlaşın ve ortaklarınızı da yardımınıza çağırın. Bütün hilelerinizi, komplolarınızı toplayıp üzerime gelin. İçinizde bir ukde kalmasın; ‘Şunu da yapsaydık!' demeyecek şekilde, neyiniz varsa, bütün imkanlarınızla gelin ey Robespierre'ler, ey Yezid'ler, ey Haccac'lar, ey Allah'tan korkmayan Tiran'lar!.. *Seyyidinâ Hazreti İbrahim ve ona inananlar Allah'a tevekküllerini şöyle dile getirmişlerdir: “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm'sin.” (Mümtehine, 60/4-5) *Hazreti İbrâhim, “Rabbim Sana tevekkül oldum, Sana yöneldim, inâbe ettim; sonuçta varış da zaten Sanadır.” diyor. Kendisine karşı komplo ve tuzak fasit dairelerinin birbirini takip ettiği dönemde bütün Nemrut'lara, Robespierre'lere, Yezid'lere karşı meydan okurcasına dimdik duruş örneği sergiliyor. Adeta sonraki nesillere “İşte böyle durun, Allah böyle durmaktan razı oluyor.” diyor. *O tertemiz soluklardan bir başkası (Hazreti Şuayb aleyhisselam) aynı duruşu şu ifadelerle seslendiriyor: “(Siz ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin) biz, Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasında hükmünü ver ve hakkı ortaya koy; hiç şüphesiz Sen, gerçeği en doğru ve en hayırlı biçimde ortaya koyansın.” (A'râf, 7/89) O da içini Allah'a karşı böyle döküyor ama dimdik duruyor, eğilmiyor: Allah'a tevekkül oldum, işimi O'na tevekkül ettim. Allahım benimle kavmim arasında fatih Sensin, müfettihu'l-ebvâb Sensin; çöz, açılmayan kapıları çöz, paslanmış bu kilitleri çöz, bir ferec, bir mahreç lütfet!.. Tasalanmayın; Allah bizimle beraberdir!..
EYT'liler olarak kendini tanımlayan “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” her platformda seslerini duyurduğu ve baskı grubu haline geldiği için amaçlarına ulaşmalarına çok az bir süre kaldı. Sırtında yumurta küfesi olmayan bizim gibi birkaç kişi dışında EYT'lileri kimse karşısına almak istemiyor. Özellikle de muhalefet partilerinin hiçbir aktüeryal hesaba dayanmayan açıklamaları da eklenince hükümet adım atmak zorunda kaldı. Ancak, zaman ilerledikçe ve hesaplamalar netlik kazandıkça konunun vahameti daha iyi anlaşılıyor. Adeta ülkenin altına dinamit koymakla eş değer bir uygulamanın muhalefet tarafından bu kadar baskı unsuru yapılması muhalefetin amacını daha iyi açıklıyor. Konuyu açıklamaya çalışacağız. l EYT'LILERIN KAZANILMIŞ HAKLARI YOKTU KI ZAYI OLSUN Özal iktidarında 10 Ocak 1986 tarihinde 3246 sayılı Kanun'la ilk defa emeklikte kadınlarda 55, erkeklerde 60 yaş şartı getirilerek genç yaşta emeklilik sona erdirilmiştir. Bu kanunla emeklilikte kademeli yaş şartı getirilerek kadınlar için 41, 43, 45 ve erkekler için de 46, 48 ve 50 yaş kademeleri oluşturulmuştur. Maalesef Süleyman Demirel'in 1992 yılında iktidara gelmesiyle popülizm tavan yapmış ve 27.02.1992 tarih ve 3774 sayılı Kanun'la daha önce 3246 sayılı Kanun'la getirilen yaş şartı tamamen yürürlükten kaldırılmış ve eski haline getirilmiştir. Emeklilikte temel parametre olan yaş ve hizmet süresi şartı sadece hizmet süresine indirgenmiştir. Yani konu özet olarak, yaş şartı yokken yaş şartı getirilmiş, daha sonra tekrar yaş şartı kaldırılmış ve son olarak da 4447 sayılı Kanun'la tekrar yaş şartı kademeli olarak getirilmiştir. Konu Anayasa Mahkemesi'ne götürülmüş ancak mahkeme kademeli yaşı Anayasa'ya aykırı bulmamıştır. Dolayısıyla maç yapılırken kural değiştirildi iddiası doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, yaş şartı varken yapılan maçta da daha sonra yaş kaldırılarak kural değiştirilmiştir demek gerekir. Yani ortada kazanılmış hakkın zayi edilmesi gibi bir durum yoktur. Nitekim Anayasa Mahkemesi kazanılmış hak olarak görmemiştir. Aksine bir kısım sigortalının haksız yere emekli edilmesinin benzerini kendileri için de isteyen bir grup vardır. Bir kısım sigortalıya haksız yere sağlanan emekli olma hakkının kendilerine de sağlanması talebi kazanılmış hak olarak görülemez. l ÖZGÜR DEMİRTAŞ BILE EYT'YI SAVUNUYOR Her konuşmasında bilimsel yaklaşım sergileyen, ülke için mali çözümler üretmeye çalışan ve kendince doğruları savunan bir kişi olarak bildiğimiz Prof. Dr. Özgür Demirtaş'ın “EYT'nin çıkması etik sorumluluk bence (daha önce de yazdım).” ifadesini görünce çok yazık dedim. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde olmayan 41 yaşında emekliliği savunmanın nasıl bir etik sorumluluk olduğunu çok merak ettim. Samimi olarak soruyorum, EYT'nin çıkması halinde oluşacak tahribatı en iyi bileceklerden biri olmanıza rağmen işi etik sorumluluğa indirgemek size yakışıyor mu? Bilimsel yaklaşım bunu mu gerektiriyor? l EYT MESELESI BU NOKTAYA NASIL GELMIŞTIR? Dönemin Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanı “emeklilikte yaşa takılanlar” ile ilgili çalışmaların sürdüğünü, yakında gerçek metnin açıklanacağını ifade ederek şimdilik taslak metinde her erken emekli olunacak yaş için “yüzde 5'lik bir indirim” varsayılsa da henüz kesinleşmediğini belirtmişti. İşte bu açıklamalar sonrasında dönemin Başbakan Yardımcısı Ali BABACAN, SGK Başkanı'na tepki göstermiş, hatta azarlamış ve bu tür konuların gündemlerinde olmadığını belirterek konuyu kapatmıştı. Aynı Ali BABACAN'ın şu an EYT'yi savunmasını ibretle, hayretle ve onun adına utanarak takip ediyorum. Gerçekten çok ayıp ve çok yazık.
Bugün Akademiklink olarak "LİBİDO"yu konuştuk. Evet LİBİDO. Adeta bir hız trenine binmiş hissi verecek olan podcastimizi dinlemek için "oynat" tuşuna basın ve arkanıza yaslanın.
Adeta birer dedektif gibi paranın ayak izlerini takip ettiğimiz, Parayı Takip Etmek serimizin ilk sezonunun üçüncü bölümüne hoş geldiniz. Bugün Kerem ile birlikte aslında çok temel bir soruyu cevaplayacağız; “Nasıl başarılı yatırımlar yapabilirim?” Warren Buffett'ın Hisse Listesi: https://app.getmidas.com/gmih/jeoefjvy Michael Burry'nin Hisse Listesi: https://app.getmidas.com/gmih/j9sbbb6m Midas uygulamasını indir: https://app.getmidas.com/gmih/mie6gpeu Midas'ın Kulakları: https://www.getmidas.com/midasin-kulaklari Twitter: https://twitter.com/getmidas Instagram: https://www.instagram.com/get_midas/
İslam coğrafyasında en büyük tehlike, nifaktır!.. En tehlikeli şey, şeytanın kâfiri, kâfir yapması değildir; münafıkı, Müslüman göstermesidir. En tehlikeli şey, odur. Haçlının ülkenizi işgal etmesi, çok tehlikeli değildir; çünkü sizin ve onların arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar, sizin kadınlarınıza kızlarınıza ilişmezler, mâbedinize ilişmezler; ilişmemiş Haçlılar. Fakat münafık, meseleyi öyle bir karıştırır ki, Müslümanlık ile kâfirlik, bir harcın parçaları gibi, farklı kimyevî şeylerin bir araya gelmesi gibi olur. O güzellik, o beriki çirkinlikle bir araya gelince, kömür-elmas birbirine karışır. Siz, anlayın artık meselenin ne olduğunu!.. Günümüzün İslam dünyasında, bu şenaat, bu denaet yaşanıyor. Bazı yerlerde de katmerli yaşanıyor. Bazı yerlerde “müfret” yaşanıyor; bazı yerlerde “müza'âf” yaşanıyor, bazı yerlerde, -Kapadokya gibi- “mük'ab” yaşanıyor. Münafıklar, gemi azıya almış öyle gidiyorlar ki, hakiki Müslümanlara fırsat vermeme, canlarını alma, “Aman vurun, iflah etmeyin!” mülahazasıyla yaşama adetâ şiar haline, ideal haline, gâye-i hayal haline getirilmiş. Böyle bir dünyada, dış dünyadaki insanların Müslümanlığa imrenmesine imkân yoktur. Onun mübarek, dırahşan çehresini, değişik terör örgütleri gibi, bu değişik terör devletleri de öyle kirlettiler ki!.. Zannediyorum yarım asır, bu kirleri yıkamak için uğraşacaksınız, yine de dıştakilerine Müslümanlığın gerçek çehresini göstermede çok zorlanacaksınız; göbeğiniz çatlayacak, şakaklarınız zonklayacak, kasıklarınızı tutacaksınız, Üstad Necip Fazıl ifadesiyle, “öz beyninizi burnunuzdan kusacaksınız!” Bunları dedim ama… “Ger günahım Kuh-i Kaf olsa ne gam yâ Celil / Rahmetin bahrine nisbet ennehû şey'un kalîl”. Belki de bizim günahlarımızdan, münafıklar böyle yüz aldı ve yol aldılar, mesafe aldılar, fırsat buldular. Şimdi hadiselerin lisanıyla “Niye firasetinizi kullanmadınız? Neden doğruyu doğru, eğriyi eğri göremediniz?” deniyor ve dolayısıyla Allah, zâlimin eliyle ensenize şamarlar indirmeye başladı, kulağınızı çekmeye başladı. Adeta, “Mü'min, bu kadar aptal olmamalı! Münafığın arkasından gitmemeli! Aptal koyunlar gibi kurdun arkasından sürüklenmemeli! Karanlık derelere yuvarlanmamalı! Aklınızı başınıza alın da, bir daha münafıkların arkasından sürüklenmeyin! Kendi yolunuzda yürüyün!.. Yürüyün ve önünüzde her zaman Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali'nin sesini-soluğunu duyun!” deniyor. Onların sesi-soluğu, parçalanmış Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın sesi-soluğudur; bir derinliğiyle Ebu Bekir'de, başka bir derinliğiyle Ömer'de, başka bir derinliğiyle Osman'da, başka bir derinliğiyle Haydar-ı Kerrâr, Şâh-ı Merdân, Dâmâd-ı Nebî Hazreti Ali'dedir. Onları (radıyallahu anhüm ecmaîn) takip ederseniz, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) rehbere ulaşabilirsiniz. O'na ulaştığınız zaman, Allah'la aranızdaki münasebeti tesis etmiş olabilirsiniz. Sadece, yarım yamalak namazla değil, yarım yamalak oruçla değil, “Müslümanım!” demekle değil, “Biz, İslamî bir idare istiyoruz!” demekle değil… Gerçek Müslüman olmakla.. gerçek Müslüman olmakla, Râşid halifelere ulaşırsınız… Onlar da, elinizden tutarlar, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a götürürler. “Referansız Yâ Rasûlullah!” derler. Onlar referans ise şayet, Allah Rasûlü, dergâh-ı nebevisinden sizi kovmaz. Rasûlullah'ın referans olduğunu da, Allah, dergâhından kovmaz. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
"Tanrı dünyayla zar atmaz” der Einstein. Bütün matematiğin, gaybın, kaderin yaratılmış olduğunu söyler böylece. Bütün stratejiler üzerinde bir strateji olduğunu bildirir bu söz, biraz da. Bunun örnekleri de çok defalar görülür. Mesela enerji merkezi olarak Türkiye... Enerji merkezliği meselesinde Türkiye'nin etrafından dolanmak için yıllarca değirmen beygiri gibi dönüldü duruldu. Adeta zarlar atıldı, fal okları çekildi, çılgınca planlar gündeme geldi fakat mesele döndü dolaştı ilk gün başlanan ve olması gereken yere geri geldi; merkez Türkiye olsun. Şu dünyanın ontolojisi bunu mecbur kılmıyor muydu en başından beri? Zaten bu enerji yataklarının önemli bölümü bir zamanlar Türk toprağı değil miydi? Yönetebilecek kadar parçalamamış mıydınız? Güzergah üzerindeki Türkiye'yi, kendinden tüm koparılanlara rağmen, enerjide hala en az Osmanlı'nın olduğu kadar önemli bir aktör olarak görmek bu kadar mı rahatsız ediciydi? Son manevra Yunanlılardı. Türkiye, Akdeniz'de dik durdu ve testi geçti. Dik durmak derken; sondaj gemisi filosu, Deniz Kuvvetleri, savunma sanayii, diplomasisi ve tüm unsurları ve milletiyle gerekleri yerine getirerek.. Akdeniz'de bu duruşu ortaya koyamasaydı, ya da Akdeniz'de Türkiye'ye baskın çıkmak isteyenler amaçlarına ulaşsaydı, bugün Karadeniz'den gazını çıkaramayacaktı, hatta geç Karadeniz'i, biraz sonra Marmara'da da hakimiyetini kaybedecekti. Herkesin yüzü öne düşecekti. Türkiye Libya'da Marmara'yı kurtardı, gelecek nesillerin geleceğini kurtardı. Neyse, artık merkez olma iddiasını Türkiye kendi dile getirmek durumunda bile değil. Gücünü ve potansiyelini tekrar tekrar kanıtladı. Diğer taraftan bugün enerjinin hem temin zorluğu hem fiyatı herhangi bir projeyi fizibiliteye ihtiyaç duymayacak kadar verimli kılıyor. Türkiye'nin doğusu, kuzeyi, güneyi merkezin neresi olacağı üzerinde hep beraber mutabık artık. Fakat Türkiye'ye derinlik kazandıracak anlamlar yüklemek istemeyenler ve stratejiye asıl muhtaç olanlar özelde dile getirse de kamuoyu önünde hala suskun. Gene de bunun, coğrafyanın kaderi olduğunu herkes biliyor. Avrupa artık ikna olmak durumunda kaldığı Türkiye'nin enerji merkezi olması fikrini kamuoyuna aktarmanın doğru zamanını bekliyor. Azerbaycan ve Kazakistan ile süreçlerini tamamladılar, diye anlıyorum. Türkmenistan kaldı, bir de belki İran anlaşması... Ben merkez olmanın sabır işi olduğunu ve Türkiye'nin merkez olmayı fazlasıyla hak edecek kadar sabır sergilediğini düşünüyorum. Türkiye'de insanların sinirli olduğunu tespit eden bir rapor yayınlandı geçen hafta. Gerçekten Hz. Eyüp'e döndü millet bütün ikiyüzlülükler karşısında sabrede sabrede. Türkiye sabrın sonu selamet noktasında ama ilave birkaç test daha gelebileceğinin de farkında olmak gerekir. Bunlar da aşılmak durumunda. Sonrası gerçekten başka hikaye... Sadece enerji ihracatçısı ekonomilerin enerji ihracatına olan bağımlılıkları gibi enerji merkezi olmaya bağımlı olmamayı umuyorum. Türkiye, önünde sonunda merkezleşecek olmasını, ulaşmak istediklerinin bir kaldıracı olarak ele almalı. Özellikle de İstanbul finans merkezi için küresel enerji pazarının fiyat merkezi olmayı planlamalı. Aynısını tahıl için de yapmalı. GERMINAL'DEN SOMA'YA SOMA'DAN AMASRA'YA
Sözleşmeli personelin kadroya geçirilme çalışmaları sona yaklaşmışken yeni sözleşmeli personel alımlarının son sürat devam etmesi ister istemez kafaları karıştırıyor. Son olarak Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın 1.200 sözleşmeli yurt yönetim personeli alması demek ki her sözleşmeli personel kadroya geçirilmeyecek düşüncesini güçlendiriyor. Başka bir ifadeyle sözleşmeli personeller arasındaki statü eşitliğinin ağırlık kazanması ön plana çıkıyor. Adeta sözleşmeli personelin kadroya geçirilme süreci geçirilecek, geçirilmeyecek, geçirilecek, geçirilmeyecek şeklinde papatya falına dönüşmüştür. Bu durumu ve muhtemel sonuçlarını açıklamaya çalışacağız.
Malazgirt Savaşı Malazgirt'te olmadı mı? Kosova Savaşı Kosova'da olmadı mı? Çaldıran Savaşı Çaldıran Ovası'nda olmadı mı? Elbette hepsi anılan yerlerde yapıldı. İsimlerini de yapıldığı yerden aldılar. « Bazı savaşlarda askerler gibi komutanlar da iki ordunun nerede karşılaşacağını bilmiyordu. Kale ve şehir kuşatması şeklinde olanlar dışındaki savaşlar öyleydi. “Bizans ordusu bize doğru ilerliyor” diyen haberciye, Sultan Alpaslan'ın “Biz de onlara doğru ilerliyoruz” cevabını verdiği rivayet edilir. (Ya da “yaklaşıyor, yaklaşıyoruz” şeklinde.) « Peki... Günün değil haftanın sorusu geliyor: Sakarya Savaşı niye Sakarya'da yapılmadı? Aksilik işte. Talihin bir cilvesi. Veya tarihin bir cilvesi. Sırf aldatmak için öyle denmiş sanki. Bilmeyeni, okumayanı, öğrenmeyeni, anlamayanı zorda bırakmayı hedeflemiş olabilirler. Özellikle biri var ki âleme ibret rolünde. Pot üretim merkezi gibi. « Sakarya Savaşı'nın Sakarya'da yapılmayışı üzerine ciddi ciddi kafa yormak gerekir. Sanki... Bir asır sonra gelecek ve o savaşı kazanan komutanın kurduğu partiyi yönetecek kişinin zihnini karıştırmak için... İnce bir plan yapmışlar ve sınavlarda öğrencilerin karşısına çıkan cevap şıklarındaki akıl çelen, aldatıcı şık gibi orta yerde bırakmışlar. Adeta tuzak kurmuşlar. « Sadece denemek için, Niğbolu Savaşı'nın nerede yapıldığını sorsak... “Niğde'de olmuştur” der mi? Der valla. Belki de “O savaş, Niğde ile Bolu arasında yapılmıştır” diye bir açıklama gelir. Bin küsur kilometrelik sapma nedir ki... Önceki yanılmanın iki katı kadar. Devede kulak. « Vaktiyle Maraş'ları da karıştırmıştı. İkisi de K. Maraş ama biri Kahraman, biri Kapalı idi. Ufak bir fark daha vardı: Biri Türkiye'de, diğeri Kıbrıs'ta. İnsan kızamıyor birader! Tanık sizin... Hatta alın, bütün tanıklar sizin olsun. « Çok uzak olmayan bir gelecekte, Kahramanmaraş ile Kahramankazan'ı karıştırmasını bekliyorum. Dil sürçmesi olarak tabii. Sadece tahmin yürütüyoruz. Belki de yanılırım. Bu tür risklere yol açmamak için, Kazan'a başka bir sıfat bulunsaydı... 'Yiğit' veya 'Cesur' denseydi mesela, daha iyi olmaz mıydı?
Dünyayı ve kendi ülkemizi ekonomi tarihi üzerinden okumanın çok faydası olduğuna inananlardanım. Böyle olunca ayağınız yere daha sağlam basıyor. Yok Osmanlı yok İttihatçı yok Cumhuriyet tartışmasına öylesine kurusıkı laflarla bodoslama girmiyorsunuz. İttihatçılar olmasaydı Osmanlı batmazdı, Osmanlı kalsaydı şöyle olurdu böyle olurdu, İngilizler olmasaydı Almanlar olmasaydı filan diyemiyorsunuz. Gerçekçi bir tarih yorumu ancak iktisat tarihiyle birlikte zamanın ruhunu bilmekle mümkün diye düşünüyorum. Hatta ve hatta modernleşme tarihimiz de tamamen bunun üzerinden okunmalı. Osmanlı modernleşmesi ya da Batılaşma tarihi Cumhuriyet'ten çok önceye uzanırken sebeplerin ve sonuçların merkezinde ekonomi olduğu görülüyor. Ve şaşırtıcı olan; Cumhuriyet sonrası resmi tarih yazıcılığının göz ardı ettiği, ihmal ettiği ya da yaşattığı travmalar sebebiyle unutturmaya çalıştığı Osmanlı son yüzyılındaki iktisadi gelişmeler Cumhuriyet'in altyapısını oluşturuyor. Tanzimat sonrasında ilk çevrilen kanun 1810 tarihli Fransız Ticaret Kanunu. İktisat tarihi açısından bakıldığında Osmanlı ve sonrasında Cumhuriyet reformlarının temelinde ekonomik zorunluklar yatıyor. Osmanlı son yüzyılında en çok, milliyetçilik akımları kadar para ile boğuşuyor. İhtisas sahibi olmadığı, bünyesine de pek uymayan bir dünyayı, kapitalizm ile ilişkisini doğru yönetemiyor. Osmanlı dönemi iktisat tarihi üzerine çalışmış ve önemli kaynakları açığa çıkarmış hocaların başında rahmetli Mehmet Genç geliyor. Osmanlı iktisat tarihini çalışırken “Adeta bir okyanusa girdim.” diyen Mehmet Genç'in tezi ve öncüsü olduğu çalışmaların kıymetinin ve öneminin yeterince anlaşılmadığı kanaatindeyim. Mehmet Genç'e göre Osmanlı'nın dünya tarihinden kovulmasının sebepleri de iktisat tarihinde yatar. “600 yıllık bu mirasın üzerine eğilmek okyanusta yüzmeye başlamak gibi bir şeydir Osmanlı'nın dünyanın tümüne hakim olma sürecinden geriye dönen kovulma tarihi de 200 yıl sürer ve bu dönem de Osmanlı tarihinin paradokslarla yüklü büyüklüğünü gösterir” diyen Mehmet Genç, Osmanlı'da ekonomi mantığını çözmeye odaklanır, bu sistemin resmini çizer. Bu tarih paradokslarla dolu bir tarihtir... Prof. Dr. Ali Akyıldız devamında Osmanlı'nın son yüzyılını, bütçeler, kağıt para ve yabancı yatırımlar üzerinden çalışır. Arşivleri gün yüzüne çıkartır... Prof. Dr. Zafer Toprak Tanzimat'tan Cumhuriyet'e milli ekonomi, Prof. Dr. Edhem Eldem geç dönem Osmanlı ekonomik tarihi ve iktisadi düşüncesi, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Dr. Arif Bilgin iktisat tarihi, Prof. Dr. Nadir Özbek vergi sistemi, Hüseyin Al borçlar ve borsa üzerine özgün çalışmalarıyla bize ekonomiden bakarak başka bir Osmanlı tarihi anlatır. Bu sahanın öncülerine teşekkür ederken Osmanlı'yı ve Cumhuriyet'i ekonomi tarihi üzerinden okuma teklifini de yapmak istiyorum. Bu tarihten bugün de çıkartılacak çok ders var. O dönem sanayi kapitalizmi evresiydi, merkantilist ekonomiden sanayileşme evresine geçişin sancıları bitmek bilmedi. Değişim zamana göre çok hızlıydı. Bugün ise zamanın ruhu dijitalleşmiş finans kapitalizmi evresinde. Değişimin hızı önceki yüzyıllara göre kat kat artmış durumda. En kırılgan noktamız ise “ekonomi”... Tarihe buradan bakarsak, geçmişten gelen sorunları ve ona ilave olan yeni sorunları daha açık görüp önlem alacağımız kanaatindeyim. NOSTALJİ MESELESİ... Zamanın ruhu deyince kendi mahallemdeki nostalji meselesine bakmak istedim. İslamcılığın tarihi elbette 1980 sonrası kuşak olarak bizimle başlamadı. Modernleşmenin bir ürünü olarak her kuşak kendi döneminin fikirlerini esas olarak kabul etti, oradan bir damarla yürüdü. Ne olursa olsun gelenekle bağını koparmadı. Bizim nesle kadar bu böyleydi. Biz ise 12 Eylül sonrası kuşak olarak geleneği reddederek ya da bigane kalarak ya da aşağılayarak ya da travmalarını ihmal ederek yeni bir İslam anlayışı yaşam tarzı, siyaset biçimi, aile hayatı, kimlik inşa edebiliriz zannettik. Fikirler, tartışmalar, tezler, laflar...
Bu video 15/01/2017 tarihinde yayınlanan "KARANLIKLARIN SUİKAST PLANLARI VE HİZMET'E KUMPAS" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... “Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va'dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben'den korkun.” Kur'an-ı Kerim'de, إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılığında kendilerine Cenneti vermek üzere mü'minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) buyuruluyor. “İştirâ” kelimesi, değişik yerlerde, farklı şekilde kullanılıyor. Kimileri “dalalet”i, sapıklığı, hileyi peyliyor; bir yönüyle, onun müşterisi oluyorlar. Kimilerine de Allah (celle celâluhu) karşılık olarak Cenneti verip onlardan canlarını ve mallarını satın alıyor. Bu ayet-i kerimedeki “Bâ” harfi, “bâ-i mukabele” oluyor. İsterseniz uzak bir ihtimal şart-ı âdî planında “bâ-i sebebiye” de diyebilirsiniz; o takdirde “bu sebeple” manasına gelir. بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ Fakat “sebebiye”den ziyade “mukabele” manası daha uygun görünüyor. Evet, “Allah (celle celâluhu), mü'minlerden nefislerini ve mallarını satın almıştır.” deniyor. Allah'ın onları satın alması demek, insanın, malını, canını, mamelekini, elinde olan her şeyi Allah yolunda harcaması demektir. Adeta, Allah (celle celâluhu) “Siz, şunu Bana verin, Ben de size şunu vereyim!” diyor. Bakara sûre-i celilesinin de hemen başında, İsrailoğulları'na يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Ey İsrail Oğulları! Size lütuf buyurduğum nimetimi hatırlayın. Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va'dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben'den korkun.” (Bakara, 2/40) Burada da bir “mukabele” söz konusu. “Siz, verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de size öyle mukabelede bulunayım; Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim!” Siz, bir adım atarsanız, kendi çerçeveniz, kendi darlığınız, kendi iradeniz, kendi gücünüz, kendi kuvvetinize göre bir adım atmış olursunuz. Fakat kime doğru bir adım atıyorsunuz? Kimin yaklaşmasını dileyip O'na çağrıda/davette bulunuyorsunuz? (Bazı şeyleri ifade etmede zorlanıyorum, “saygısızlık olur” diye, teemmül etmeden diyemiyorum.) Neyi peylemek istiyorsunuz?!. Allah'ın rızasını, Rıdvân'ını, Cenneti, ebediyeti peyleme gibi bir şey. Siz, Allah'ın önceden size verdiği şeyleri, yine O'nun yolunda kullanırsanız, Allah (celle celaluhu) da Zâtına muvafık şekilde mukabelede bulunacaktır. Siz kendi darlığınız içinde, imkânlarınız içinde, adımlarınızın vüs'ati içinde bir adım atmış olacaksınız, bir el uzatmış olacaksınız, bir bakışta bulunmuş olacaksınız, bir kulak kabartmış olacaksınız. Fakat Semî', Basîr, Kadîr, Muktedîr, Alîm, Mürîd olan Hazreti Allah, kendi azametine uygun bir kurbet ortaya koyacaktır, öyle bir yakınlık ortaya koyacak, öyle bir mukabelede bulunacaktır.
Sinema tarihinin sosyal bilimciler tarafından en çok atıf yapılan filmlerinden biri herhalde Charlie Chaplin'in 'Modern Zamanlar' isimli filmidir. Bunun sebebi, Chaplin'in bu başyapıtında modernleşme ile gelen değişimin hayatı nasıl kendi ritmi ve hikayesinden kopardığını, yeni zamanlarda insanların aşama aşama nasıl zoraki bir otomasyonun kimliksiz ve aynılaşmış unsurları haline geldiğini sembolize eden unutulmaz sahneleridir. Bu sahnelerin en çok akılda kalanı; bir fabrikadaki işçilerin önlerinden akan bant üzerindeki cıvataları neredeyse otomatik bir şekilde sıkma hareketleridir. Bu her gün o kadar sık tekrar edilen bir harekettir ki artık ruhsuz bir hale gelmiş, adeta bir reflekse dönüşmüştür. Charlie Chaplin, modernleşmenin ve beraberinde gelen sanayileşme dayatmalarının insanları adeta kendine ait bir hayatı olmayan robotlara dönüştürdüğünü ima eder bu sahneyle. Şüphe yok ki, modernleşme ideolojisinin ve pratiklerinin henüz yaygın biçimde tartışmaya açılmadığı bir dönem için (1936 yılı) cesur, ileri görüşlü ve vurucu bir eleştiridir bu. Bu sebepten olacak, modernleşmeye ilişkin bütün eleştirel paragrafların bir yerinde bu filme değinilir. Charlie Chaplin'in okkalı biçimde vurguladığı bu manzara, modern hayatın görünen yüzüne dair bir teşhistir. Üzerinden 87 yıl geçmiş bir filmin bugünün sosyal bilimcileri için hala atıf değeri taşıyor olması, bu 87 yıl boyunca yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen insanlığın gidişatında çok şeyin değişmediğini gösteriyor. Daha önce defalarca değindiğim için yazıya bu minvalde devam etmeyeceğim. Sadece, artık o cıvataları da makinelerin sıktığını söylemekle yetineceğim. 'Modern Zamanlar' filminden söz edişimin sebebi, bu filmin o çok meşhur sahnesinin bugünlerde kazandığı yeni sembolik açılımına işaret etme isteğim... Nedir o sembolik açılım? Chaplin'in hayatın fiziki yapısı, seyri, gidişatı üzerine yaptığı o eleştirel vurgulara, bugün ayniyle zihin dünyamız üzerinde karşılıklar bulabilecek durumdayız. Zihinsel dünyamızın yaşadıklarımızdan ve içimizde biriktirdiklerimizden beslendiği malum... Bugün özel hayatlarımızda zihin dünyamızı besleyecek, zenginleştirecek türden pek bir şey yaşamıyoruz. Tekdüze bir hayat, aynılaşmış ilgiler, standartları başkalarınca belirlenen zevkler... İlgilerimiz de, yine başkaları tarafından önümüze konan gündem başlıkları, trend topic listeleri, en çok tıklanan videolar ve sair türedi zuhurat tarafından belirleniyor. Konu başlıkları elimizdeki ekranlardan, tıpkı hareketli bandın üzerinde akmakta olan cıvatalar gibi belli bir hızda akıp geçiyor. Bizler de gözlerimizden başlayıp zihinlerimizde biten bir ilgiyle o cıvataları ha bire sıkıyoruz. Adeta hipnotize edilmiş gibi, zihinlerimizin sık güncellenen ancak öngörülenin dışına çıkamayan güzergahlarda gidip gelmesine seyirci oluyoruz. Bizzat hayatlarımızla, öngörülebilir, güdülenebilir, heyecanları ve tepkileri yönetilebilir, sürprizlere, kendine özgülüklere kapalı, ilgilerine, hissiyatına, idrakine dair ihtiyarını devretmiş robotik organizmalar haline geldik büyük ölçüde.
Bu video 12/03/2017 tarihinde yayınlanan "İDEAL DÜNYANIN HAK ÜÇGENİ" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Adeta yerin altının üstünden hayırlı olduğu günlerde yaşıyoruz; çünkü bir toplumu felç edebilecek üç ölümcül marazın da mevcudiyetine şahit oluyoruz. “Fakat yöneticileriniz en şerlileriniz, zenginleriniz en cimrileriniz ve işleriniz de (meşveretten mahrum olarak) cins-i sânîye etrafında dönüyor ise, o takdirde de sizin için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Fiten, 78) Evet, وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ “Emirleriniz sizin en şerlileriniz olursa…” Sürekli şerâre üreten… “Şerr” kelimesi, “hayr”ın zıddıdır. Fakat “şerâre” kelimesini de kullanırız; Frenkçe'den geçme bir kelime bu. Telsizde, sinyaller içinde, o sinyalleri karıştırma adına, birileri devreye girer; siz, “di-di-dâ-dıt, dâ-dâ-dıt, dıt-dıt-dıt, dâ-dâ-dıt” filan, bunları doğru almayasınız diye, araya girerler, sinyalleri bozarlar. Yeniden bir kalibrasyondan geçirme lüzumunu duyarsınız o zaman. Bu açıdan, “şirâr”, aynı zamanda “şerâreci insan”lar… “Falanlar, galiba bizi beğenmiyorlar, haklarından gelmek lazım!.. Filanların yaptıkları şeyi bozmak lazım: Cennet'e bunlar, bir helezon kurdular; insanları oraya çıkarıyorlar. Biz, senelerden beri göbek çatlattık, bu işin onda birini yapamadık; öyleyse bize düşen şey, bu helezonu yıkmak, Cennet'e gidenlerin önünü kesmek!.. Birileri toplumların değişik kültürleri arasında köprüler kurdular; sırtlarında taşlar taşıyarak, hamal gibi çalışarak, kendilerinden vazgeçerek, yaşatma duygusunu öne alarak!.. Biz bu köprülerden bir tanesini kuramadık! Bunlar, yüz yetmiş ülkede köprü kurdular; yüz yetmiş küsur ülke ile ülkemiz arasında köprüler kurdular. Bizim kurmadığımız/kuramadığımız köprüler, mel'un köprülerdir; bunlar, Cennet'e bile taşısa, insanlığı kardeşliğe bile götürse, sarmaş-dolaş olmaya bile götürse, bize düşen şey, bu köprüleri yıkmaktır!..” mülahazalarını taşıyan insanlar… Çünkü şeytan öyle emrediyor. Şerâreciler… وَإِذَا كَانَ أُمَرَاؤُكُمْ شِرَارَكُمْ Şerâreci, şerli, hayırlara ait bütün bünyânları yıkan, bütün ümranları yıkan, yapılmış bütün pozitif şeylerin dibine dinamit koyan; insanları karalayan, itibarsızlaştıran, bulundukları yerde -bir yönüyle- ademe mahkum etmeye çalışan şerâreciler… Kafa karıştıranlar, sinyalleri bozanlar…
3+3'ün 37. bölümünde konuğum Psikiyatrist Psikoterapist Dr. Bahar Tezcan. Adeta bir terapi odasında gibi hissedeceğiniz yeni bölüme hoş geldiniz.
FiDiRo kahvesi müdavimleri bu hafta Netflix'in ilk sıralarından düşmeyen “Yukarı Bakma” filmini konuşuyor. Adeta bir yıldızlar geçidi olan bu filme güldük mü ağladık mı anlamaya çalıştığımız ve iklim krizinden COVID-19 salgınına dair pek çok konuya değindiğimiz bu muhabbete sizler de buyrun ve dinledikten sonra yorumlarınızı paylaşmayı unutmayın!Müzik: Ahmet Kaan Güney
İki usta isim, Nedim Şener ve Mete Yarar, Memleket Aşkına programıyla güncel yorum ve analizlerinin yer aldığı podcast..
Merak Listesi'nin 99. bölüm konuğu Melih Özgül! Kendisi uzun yıllardır müşteri deneyimi alanında çalışıyor ve şu an Metro Türkiye'nin Müşteri Deneyimi Mükemmelliği Grup Müdürü. Adeta işindeki tasarım odaklı düşünme felsefesini kendi hayatının odağına aldığını söyleyebiliriz. Kendisi ile hem deneyim tasarımını hem de bu yaz gerçekleştirdiği "75 Hard Challenge" programını ve hayatına bu deneyimi nasıl kattığını konuştuk. Deneyimlere alan açarken daha etkili deneyimler yaşamak isteyenler için harika bir bölüm! Yorumlarınızı @kupelicagri hesabına bekliyorum! Bölüm Akışı: (0:55) Melih Özgül (linkedin hesabına tıklayıp ulaşabilirsiniz) kimdir? Melih'i tanımlayan 3 özellik (4:06) İyi kötü yoktur, deneyim deneyimdir. (5:24) Deneyim tasarımı alanında çalışmaya nasıl başladı? (10:21) Deneyim tasarımı neden popülerleşiyor? (13:32) Deneyim tasarımı kendi hayatımıza uyarlarsak hangi yöntemlerden yararlanabiliriz? (15:51) Tasarım odaklı düşünce ile üniversite ve bölüm seçmek (17:35) "How might we" tekniği (18:30) Deneyim tasarımında güncel kalmak için neler yapıyorsun? (20:45) Bir konuyu merak ettiğimde başvurduğum kaynaklar: (23:38) Yoğunluk içerisinde sürekli öğrenir olmak için ne yapıyorsun? (27:52) Bora Özkent ile 2020 Trendleri bölümü (28:10) 75 Günlük meydan okuma deneyimi (29:00) Melih'in anlatırken unuttuğum dediği videoyu sonra gönderdi: “Joe Dispenza'nın videosu” (29:38) Tom Bilyeu ve David Goggins “Impact Theory” (30:51) 75 Hard Challenge'ın yaratıcısı Andy Frisella (31:25 ) 75 Hard Challenge görevleri (33:20) 75 Hard Reddit sayfası (37:38) 75 günlük bu meydan okumadan neler öğrendi? (46:50) “Her şey tek bir adım ile başladı”
Kırılma Cilt I'de bu bir kitap olacak diye başlamış idik. Cilt II'ye geçmeden gördük ki bu oldu bile. Bölgemizde çok şey yaşanıyor... Yaşanan olayları alt alta yazınca şunu da görmüş olduk, gerçekten kırılma diye bir konudan bahsetmek doğru sonuçlar verdi. Türkiye'nin bulunduğu coğrafyada en büyük kırılma Rusya ve ABD arasında yaşanıyor. Neredeyse Soğuk Savaş döneminin sertliğindeki olaylara tanık olmaktayız. Bu başat güçler aralarında sorun yaşayınca bugünün şartlarında bunun etkisi çok değişik şekillerde gerçekleşiyor. Adeta bu büyük kırılma başka alanları da kırıyor, çatlatıyor...
Ekim devriminin kalbi Putilov fabrikası ve yarının Putilovları 7 Kasım, 1917'de, kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği emperyalist dünya savaşının yıkımının yaşandığı bir dönemde Rusya'da işçilerin masaya yumruğu vurmasıyla patlak veren, savaşın gidişatını da, tarihin akışını da değiştiren Ekim devriminin yıldönümü. Ekim devrimi ile birlikte Bolşeviklerin önderliğinde kurulan yeni işçi iktidarı Rusya'yı derhal savaştan çekmiş, Ekim devriminin izinden ondan bir yıl sonra patlak veren Alman devrimi zafere ulaşamasa bile Almanya'nın savaştan çekilmesi ve Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile sonuçlanmıştır. Ekim devrimi, sadece milyonlarca asker ve sivilin öldüğü bir emperyalist paylaşım savaşını sona erdirmesi bakımından bile dünya tarihine damga vurmuş, Rusya'nın sınırlarını aşmıştır. Dahası o dönemde Türkiye'de Millî Mücadele ve başka topraklarda mazlum halkların emperyalizme karşı mücadeleler, Ekim devriminin ürünü olan Sovyet devletinin desteği ile, ondan güç olarak başarıya ulaşmıştır. Ekim devriminin kalbinin attığı merkezlerden birisi Petrograd'da (bugünkü adıyla Petersburg) bulunan 30 bin işçinin çalıştığı bir metal fabrikası olan Putilov fabrikasıydı. O fabrika başka fabrikalarla birlikte Bolşeviklerin örgütlülüğünün en yüksek olduğu, stratejik önemde bir fabrikaydı. Daha 1905 devriminde Putilov fabrikasının işçileri grevleriyle Çarlık rejimini sarsmıştı. 1917'de devrimden önce Lenin, Putilov Fabrikası Komitesi'ne sesleniyor, iktidarın nasıl ele geçirileceğine dair işçilere konuşmalar yapıyordu. İşte o işçiler, 1917'de askerlerle birlikte devrime katıldılar. Elde silah, iktidarın Sovyetlere, yani işçi ve köylülere devredilmesini talep ettiler. Devrimden sonra fabrikanın adı “Kızıl Putilov” olarak değiştirildi. Yarının devriminin, işçi sınıfını bir kez daha iktidar olarak tarih sahnesine çıkarak devriminin anahtarı, yeni Putilov'lar yaratmakta yatıyor. Çünkü 104 yıl önce olduğu gibi, bugün de tarihin akışını değiştirecek olan güç işçi sınıfıdır. Devrimci İşçi Partisi, bu güce güveniyor. 104 yıl önce Ekim devriminin topraklarında işçi sınıfı, Rus çarının istibdad rejimini devirdikten sonra önce Ekim devrimine giden günlerde karşı devrimci darbe tehdidini püskürtüp sonra da doğru anda ileriye atılarak iktidarı aldı. Bu, Bolşevikler işçi sınıfının öncüsünü örgütleyebildiği, işçi sınıfının öncüsü disiplinli bir parti olarak Bolşevik Partisi'nde örgütlendiği içindir. Ekim devrimi, devrime önderlik edecek bir partinin inşasının devrimin zaferi için kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Devrimci İşçi Partisi, işte bu yüzden, işçi sınıfının mücadelesini zafere ulaştıracak bir önderliğin inşası için çalışıyor. Dün muzaffer olan devrimlerde olduğu gibi başta metal olmak üzere kilit önemdeki fabrikalarda mevzilenmenin, o stratejik mevzilerde derinleşmenin önemini bu temelde savunuyor. “Daha fazla işçi, daha fazla mevzi” şiarıyla yeni bir atılım için var gücüyle mücadele ediyor. Kapitalizmin çelişkileri, bugün insanlığı bir kez daha açlıkla, yoksullukla, sermayenin kâr hırsı nedeniyle insanları canından eden salgın hastalıklarla, dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya getirmiş durumda. İşçi sınıfı ve emekçi halk, birçok ülkede, insanlığa barbarlıktan başka hiçbir şey vadetmeyen bu düzene karşı ayağa kalkıyor, mücadele ediyor, yolunu arıyor. Kapitalizmin çelişkileri, sosyalizmin yeniden ayağa kalkmasına olanak tanıyor. Adeta yeni ve daha ileri Ekim devrimlerinin çağrısı tüm dünyada yankılanıyor. Bugün hakları için mücadele eden işçiler, elbet bu çağrıya kulak verecek. Bugün örgütlendikleri fabrikaların adının önüne, yarının muzaffer devrimlerinden sonra “Kızıl” kelimesini de ekleyecek.
"Dedeoğlu Katliamı Iddianamesi Adeta Alın Bunları Tahliye Edin Dercesine Hazırlanmış" | Odak by Artı TV
2018, Adeta Yeniden Sahneye Konuyor [Tarık Toros] by Tr724
Sayıştay 2020 yılına ait kamu kurumlarının denetim raporlarını internet sayfasında kamuoyuna duyurmuştur. Bir grup azgın muhalif bu olumsuzluklardan siyaseti sorumlu tutmaya çalışarak kendince eleştiri yapıyor. Bilinmelidir ki raporlardaki eleştirilerin ve gelecek cezanın muhatabı atanmış bürokratlardır ve bu nedenle de ilgili bürokratlar hesap verecek ve sıkıntıya gireceklerdir. Bu yazımızda raporlardaki olumsuzluklar ve bu olumsuzluklardan nasıl bir ders alınması gerektiğini açıklamaya çalışacağız. ATAMALARA ILIŞKIN RAPORLARA YANSIYAN OLUMSUZLUKLAR Eşitlik, liyakat ve kariyer ilkeleri çerçevesinde atama yapılması gereken şube müdürlüğü kadrolarına, bu ilkeler gözetilmeksizin ve mevzuatında belirlenen şartlar dikkate alınmaksızın atamalar gerçekleştirildiği tespit edilmiştir. Buna göre mevzuat hükümlerine göre asıl olan memurun eşitlik ve liyakat esasları doğrultusunda objektif kriterler dahilinde görevinde yükselebilmesi süreci işletilmesi gerekirken buna uyulmadığı görülmektedir. Üniversitelerdeki müdürlük kadrolarının büyük çoğunluğuna, şube müdürlüğünden daha üst/eşit görev olarak kabul edilen fakülte, enstitü ve yüksekokul sekreterliği görevlerinde bulunanların atandığı tespit edilmiştir. Bu şekilde şube müdürlüğüne atananların tamamı önce yukarıda değinilen ve üst/eşit görev niteliğinde bulunan kadrolara atanmış ve akabinde de kısa süre sonra şube müdürlüğü kadrolarına atamaları gerçekleştirilmiştir. Böylelikle, kısa süreli atamalarla üst görevlere getirilen kişiler, Yönetmelik'in söz konusu istisna hükmünden yararlanılarak şube müdürlüğü kadrolarına getirilmiş, mevzuatla getirilen eşitlik ve liyakat esası göz ardı edilmiştir. Bu tür atamalara kamu kurum ve kuruluşlarında sıklıkla karşılaşılmaktadır. Adeta sınavla yükselme istisna sınavsız yükselme asıl haline gelmiştir. Sınavla yapılan yükselmelerde yaşanan sıkıntılarda işin başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Daha önceki yazılarımızda görevde yükselme yönetmeliklerindeki istisnaların önünün kapatılması gerektiğini belirtmiştik. Eğer görevde yükselmelerdeki istisnaların mevzuatla önü kesilmezse bu tür raporlarla sıklıkla karşılaşacağız. Sayıştay'ın, hazırladığı raporlarda ve kararlarda hülle atama olarak adlandırılan görevde yükselme kapsamındaki kadrolara sınavsız atamaları mercek altına aldığı anlaşılıyor. Bu atamalardaki süreç şu şekilde işlemektedir. Önce görevde yükselme sınavı kapsamı dışındaki kadrolara atama yapılmakta kısa süre sonra da görevde yükselme kapsamındaki kadrolara sınavsız bir şekilde atama yapılarak süreç tamamlanmaktadır. Mevzuatta sınavsız atamalar için açık kapı olduğu müddetçe bu kapı sürekli olarak zorlanacaktır. Bu nedenle kimseyi ayıplamak doğru değildir. Önemli olan kapıları sonuna kadar kilitlemek ve şeffaflığı ön plana çıkarmaktır. Düşünsenize bir tarafta müdürlük sınavını kazanmak için gece gündüz demeden emek harcayan ve sınav üstüne sınava girenler diğer tarafta ise tanıdık bildik marifetiyle emek harcamadan ve zahmete katlanmadan dolaylı yollarla sınavsız müdür olanlar. Artık vicdanların kaldıramayacağı bir hale dönüşen sınavsız yükselmelerin sona erme zamanı gelmelidir. Bu tür yanlışları ortadan kaldırmanın yolunun kamu kurumlarındaki şeffaf uygulamaları arttırmaktan ve mevzuat boşluğunu doldurmaktan geçtiğini ifade etmek isteriz. Yapacağı bir yanlışın yarın gazetelere manşet olacağını bilen bir idareci, yanlışa tevessül etmez diye düşünüyoruz. Elbette yüzünün astarı düşmüşler çıkacaktır ama bunların azınlıkta olduğunu düşünüyoruz.
Kayacan Hocayla ilim ve bilim yüklendiğimiz bir bölüm. Adeta bir 'neler konuşulmadı ki bu bölümde'. ODTÜ ve Brükseldeki akademik hayatından, rüzgar gülü yapımına, balığın koşu yoluna zıpkın atmaktan, güneşin dünyaya ışın yollarken dönüş hızını göz önünde bulundurmamasına kadar. Tabi ki gömerken gönlünü de almaya çalıştığımız bir takım kurum ve kuruluşlar da oldu. Yani çok iyi bölüm oldu. Keyifli dinlemeler.
https://www.youtube.com/watch?v=7n1AhI-ChBw YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ BEŞİNCİ DAL, BİRİNCİ MEYVE: … Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud ve mahbup yapıyorsun. Her şeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemâldir—zira kemâl zâtında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat'î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâl'in kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin yahut acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acıkla iktifa eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intıfâ ettiğin ve saadetleriyle mes'ut olduğun mevcudâtın ve bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır—tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemâl-i mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın. Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, O'nun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi yırt, Hüve'yi göster. …
Genelde sanatın, özeldeyse sinemanın garip kalmış türü kısa film... Daha doğrusu ülkemiz için bunu söyleyebiliriz. Yarışması çok fazla fekat tür olarak önem vereni ve üreteni çok az. Bir basamaktan öteye geçemiyor. Uzun metraja gitmeden önceki uygulama alanı. Adeta staj gözüyle bakılıyor.
Adeta Gayah, Director of Social Media and Content at Visit Orlando, joins this episode of the Social Pros Podcast to discuss how her team managed to keep people engaged and rebuild traveler trust during a pandemic. Huge thanks to our amazing sponsors for helping us make this happen. Please support them; we couldn't do it without their help! This week: Salesforce Marketing Cloud Supermetrics Full Episode Details Adeta Gayah, Director of Social Media and Content at Visit Orlando, is on the Social Pros Podcast to give a window into how a travel organization promotes itself on social media when no one can travel. The pandemic has been a tough time for many businesses and individuals, but the travel industry has been one of the hardest hit. That didn't deter the team at Visit Orlando, though. Instead, they got creative and set to work building traveler trust and excitement, ready for people to start traveling again. Adeta takes us behind the scenes at Visit Orlando to explain the strategies around user-generated content, social listening, and TikTok. She explains how Visit Orlando works with more than 1,100 businesses within the Orlando area and how her team helps create engaging content for a variety of business types. In This Episode: 5:36 – Adeta takes us through the mechanics of marketing for a destination organization 7:44 – How Visit Orlando helps different businesses tell their unique stories 8:14 – Adeta explains how the Visit Orlando team balances content for each business 9:46 – How Visit Orlando collaborates with members 11:30 – Adeta shares her thoughts on paid social 13:52 – How Visit Orlando likes to focus on local residents as well as tourists 15:37 – Why Adeta doesn't take Orlando's fame as a tourist hotspot for granted 18:40 – Adeta gives us a glimpse into the customer care team 20:29 – How Visit Orlando utilizes user-generated content 25:57 – The one social network that Adeta would never delete 27:25 – How TikTok became a major part of Visit Orlando's strategy 30:08 – Visit Orlando's strategy for weekday vs. weekend content 32:35 – Adeta explains what metrics matter most to Visit Orlando 35:18 – Why being a local resident is key to promoting Orlando 38:28 – Adeta's top tip for those who want to become a social pro Resources Get the new State of Marketing report for free from Salesforce Download the Social Media Metrics template from Supermetrics Visit SocialPros.com for more insights from your favorite social media marketers
Her nefeste, dünya ve dünyada bulunan her şey yenilenir. Adeta her an ölür ve dirilir. Fakat biz, onu hiç değişiklik olmadan, durur görürüz de bu yenilenmeden haberimiz olmaz. Ömür, ırmak gibi yeniden yeniye gelir gelir akar gider, yenisi gelir. Fakat biz, bu akışı kesintisiz görürüz.” (Mesnevi Tercümesi-Hazreti Mevlânâ) “Onların duaları, döktükleri gözyaşları boş mudur? Sevgi, kutsal, vefalı sonsuz bir sevgi, her şeyi yenemez mi? Hayır, mezarın içinde saklı olan yürek ne kadar ihtiraslı, ne kadar günahkâr, ne kadar fırtınalı olursa olsun, o mezarın üzerinde yetişen çiçekler bizlere o saf gözleriyle sakin sakin bakarlar. Onların bize anlattıkları yalnız sonsuz bir huzur değildir, yalnız her şeye “ilgisiz” kalan tabiatın derin sakinliğini anlatmazlar; onlar aynı zamanda bize yüreklerin kavuştuğu o sonsuz barışı, o ölümsüz hayatı da anlatırlar!” (Babalar ve Oğullar-Ivan Sergeyeviç Turgenyev)
Hayko Bağdat Ile Bağdat Cafe | Cihangir İslam İktidar Adeta Fakiri Azarlayan Hale Gelmiş by Artı TV
New York Eyalet Başsavcılığı, eski Başkan Donald Trump’ın şirketi Trump Organization hakkında cezai soruşturma başlatıldığını açıkladı. Açıklama, Trump ve ailesi açısından hukuki risklerin arttığı anlamına geliyor. Ancak asıl acayiplik Trump’ın eski avukatı ve iş bitiricisi Michael Cohen’in yaptığı açıklamalarda görüldü: Cohen, “Trump için kurşun da atarım kurşun da yerim, onun için canımı veririm” derken, şu anda tam karşı cepheden sesleniyor, savcılığa her şeyi anlattığı gibi “Yakında Donald ve iş ortakları yaptıklarının hesabını verecek’ bile diyor. Adeta intikam yazına girmişiz gibi bir sezon açılışı! NY Times gazetesinin sayfalarında yine uzun bir makale, yine Türkiye hakkında fakat bu kez başrolde Sedat Peker var. Makalede Sedat Peker ve iş ortaklarıyla arasına giren karlı dağlar, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dümen hakimiyetini kaybetmesi anlatılıyor. Peker’in ‘Deep Statists, Pelikanists, you will be defeated by a camera on a tripod’ diye başlattığı mücadelenin nereye gideceğini bekliyor. Bütün ilişkiler neden başladıysa o sebepten bitiyor.
Sizlerle bu sefer tarih üzerine konuşmak istedim. Bundan sonra belirli aralıklarla bir tutam uygarlık tarihi, bir tutam mimarlık tarihi ekleyeceğim zihinlerinize. Bu bölümde gideceğimiz yer: PrieneInstagram: kahverengitabelapod
Başta çocuklar olmak üzere birçok insan için gemi, otobüs ve uçak yolculukları bazen kabusa dönüşebilir. Hemen herkes çocukluğunda yaşamıştır muhtemelen. Sıcak bir yaz günü otobüs koltuğunda oldukça virajlı yollardan ilerlediğiniz o günleri hatırlayın. Bir anda baş dönmesi ve terlemeyi takip eden bir mide bulantısı başlar ve kusmamak için kendinizi zor tutarsınız. Adeta o yol bitmek bilmeyen kilometrelere dönüşür. Peki bu durumun nedeni nedir? İnsan fizyolojisi açısından neden böyle saçma bir durum söz konusudur. Kayıt: Serkan Karaismailoğlu Müzik: Not Without the Rest - Twin Musicom Video: You Tube Ortapia kanalı (Kayıt tarihi: 4 Mart 2018) Video linki: https://youtu.be/S3KpzFd-HIQ
İlk olarak yaptığı yemekleri fotoğraflayıp hikayelerini anlattığı Cafe Fernando adlı bloguyla mutfak meraklılarının radarına giren, bugün ise dünya çapında adından söz ettiren bir yemek yazarı olarak karşımıza çıkan Cenk Sönmezsoy konuğumuz. Tariflerini, kendi öğrenme deneyimlerinden yola çıkarak, bu süreçte almak istediği yanıtları paylaşacak şekilde, titizlikle aktaran Cenk'in kendine has duruşuna, kararlılığına ve mükemmeliyetçiliğine hayran olmamak mümkün değil. Adeta bir okul niteliğindeki kütüphanesini, öğrenmek için doğru isimleri nasıl bulduğunu, işin başından bugüne evrilen motivasyon kaynaklarını ve sıradaki kitaplarını konuştuk.
Nurullah Genç ile “Başarı Bedel İster” kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Nurullah Genç, mankurt ne demek ve mankurtlar neden başarılı olamaz konularını açıklıyor. Her hafta başarıya dair farklı konu başlıklarını ele alan Nurullah Genç bu bölümde mankutların neden başarılı olamayacağını anlatıyor. Nurullah Genç başlıca şunları söyledi; Mankurtlar başarılı olamaz, neden? Çünkü hafızaları kendilerine ait değildir. Mankurtlar başarılı olamaz çünkü tarihlerinden uzak yaşarlar. Mankurtlar başarılı olamaz çünkü iradeleri kendi elinde değildir ve efendileri vardır. Efendileri onlara ne derse onlarda onları yapar. Yıl 1987. Erzurum'da verdiğim ilk konferansın adı mankurtlardır. İlk okul öğretmenim gelmiş konferansa, beni dinledikten sonra çıkışta dedi ki; Nurullah'cım, çok güzeldi ama neden konuşmanın ismini mankurtlar koydun dedi. Ben de ona şu cevabı verdim; Hocam, gelecekte bu kavrama ihtiyacımız olacak. Bu kavram, hem ülkemizde hem dünyada çokça kullanılacak çünkü insanlık büyük bir mankurtlaşmanın eşiğinde. Ülkemde zaten yıllardır, ülkemin insanları mankurtlaştırılıyorlar. Ben mankurt kavramını ilk defa 1980'li yıllarda okuduğum Cengiz Aytmatov'un “Gün Olur Asra Bedel” romanında görmüştüm. Romanı birkaç defa okudum ama özellikle onun yaptığı mankurt tanımlaması üzerinde çokça düşündüm çünkü başarıyla birebir özdeşmiş bir kavram mankurt kavramı. Mankurt ise bir insan ondan asla başarı bekleyemezsiniz o sadece köledir, söyleneni yapar. Kendisine bir şeyleri dikte ettirirler, bir şeyleri ezberletirler o ezberlenenle yaşar. Bu mankurt hikayesini, bu ülkede herkesin bilmesi lazım diye düşünüyorum. Herkesin öğrenmesi lazım çünkü mankurt demek kendisinde olmayan insan demektir. Cengiz Aytmatov orada böyle anlatıyor, diyor ki; eski yüzyıllarda, Orta Asya da kabileler birbirleriyle savaşırlardı ve aldıkları esirleri köleleştirme yarışına girerlermiş. Bu köle yarışını JuanJuan diye bir kabile kazanıyor çünkü aldığı esirleri mankurtlaştıran kabilenin adı bu, JuanJuan. Bunlar değişik kabilelerle yaptıkları savaşlarda, aldıkları esirleri genç kızları, genç delikanlıları mankurtlaştırırken şöyle bir işlemden geçiriyorlar; ellerini ayaklarını bağlıyorlar, boyunlarına demir ya da tahta halkalar geçiriyorlar onları kızgın çölün içerisine bırakıyorlar, birkaç gün orada bekletiyorlar, onların hazır hale geldiklerini düşündükleri an kafa derilerini canlı canlı yüzüyorlar ve çıkarıyorlar ve hemen oracıkta kesilmiş bir devenin boyun derisinden bir parçayı alıp onların yüzülmüş kafalarına dikiyorlar ve onları tekrar kızgın çölün ortasına bırakıyorlar. 100 kişiden 3 kişi, 5 kişi, 10 kişi ya sağ kalıyor ya kalmıyor. Ölmek istiyor insanlar. Kafalarını yerlere vurarak kendilerini öldürmek istiyorlar. Ayakta kalanlar kimler biliyor musunuz? Onlar sadece ve sadece artık hafızalarını kaybedenler. Ayakta kalanların hafızası siliniyor. Nerden geldiğini bilmiyor, kim olduğunu bilmiyor, anasını bilmiyor, babasını bilmiyor, tarihinden haberi yok. Kimi tanıyor biliyor musunuz? Sadece ve sadece kafa derisini yüzen o adamı tanıyor, o ne derse onun izinden gidiyor, o ne derse onun yolundan gidiyor, onun emrinin dışına asla çıkmıyor. Bu adama mankurt deniyor işte. Köleleştirilmiş insan. Hafızası, benliği, tarihi, inancı ortadan kaldırılmış insan. Adeta kendisini efendisinin yarattığını zannediyor… Gelin, Beraber Yürüyelim...
"Doğa pandemi döneminde resmen nefes alıyor. Akdeniz fokları, yunus gibi değildir ama onlar bile şimdi zıplayarak dolaşıyor. Adeta sevinçten, nefes aldıkları, rahatladıkları için. Ferahlayan canlılar, saklandıkları yerden çıkan canlılar bunlar." "Kıyıları korursak sadece Akdeniz foklarını değil, son kalan kıyılarda yaşayan ada doğanı, orfoz, ada martısı, tepeli karabatak gibi pekçok deniz canlısını da korumuş olacağız." Su altında neler oluyor, Akdeniz foklarının durumu ne? Nacide Berber'in hazırladığı Doğa Konuşmaları'nın bu haftaki konuğu Sualtı Araştırmaları Derneği'nin Akdeniz Foku Araştırma Grubu'ndan Cem Orkun Kıraç. Su altından bilmek isteyeceğiniz haberler veriyor. İyi dinlemeler
Her zaman göremezsin #3 - Adeta bir büyücü , Ronaldinho
Son günlerde stres ve kaygı en yoğun deneyimlediğiniz duygular olabilir. Küçük bir egzersiz önereceğim. Eğer size iyi gelmediğini fark ederseniz bırakabilirsiniz. Biraz rahatlamak, gündemden uzaklaşmak ihtiyacı duyabilirsiniz. Zihin düşüncelere kapılıp gittiğinde bedene odaklanmak bizlere yeni bir deneyim sunabilir. Eğer imkanınız varsa insanlardan uzak bir alanda mindful yürüyüşle ya da evde yürüyerek bu egzersizi yapabilirsiniz. Dikkatinizi öncelikle ayakta duran bedeninize odaklayın. Gözleriniz açık ya da kapalı olabilir. Sizin için en rahat ve güvenli olanı tercih edebilirsiniz. Duruşunuzu, omurganızı, ayaklarınızı ve bacaklarınıdaki kasları fark edin. Eğer düşünceler gelirse aklınıza nefesinizle birlikte tekrar bedeninizi fark edin ve dikkati bedeninizde olup bitenlere getirin. Nezaketle adım atmaya başlayın. Bu adımı size sunan bedeninizin hareketle gerilen ve gevşeyen kaslarını, adım atarken bir sonraki hamleniz için bedeninizin denge kurma çabasını, arkadaki ayağınızın harekete katkısını gözlemleyin. Ayağınızın yerle temasını fark edin. Adeta yere nazikçe dokunarak yol aldığınızı... Bir sonraki adımda yine bu gözlemi sürdürün. Bir yere varma gayreti olmadan yalnızca farkındalıkla bu deneyimi keşfetmeye odaklanın. Sizin için uygun olan zamanda egzersizi sürdürebilirsiniz. Bazen zihne yüklenen düşüncelerin yoğunluğunda bedeni hatırlamak bizlere yeni bir çıkış noktası sunar. Var olan zorlu dönemde yeni bir keşfi merakla incelemeyi bizlere öğretir. info@mindfulnessnedir.com www.mindfulnessnedir.com
Bir zamanların lüks işletmeleri olan ‘peri sarayı' ya da ‘sanat tapınağı' olarak anılan ilk fotoğrafhaneler, dönemin gazete ve dergileri tarafından en çok yazılan konular arasındaydı. Adeta bir sanat galerisi ve neredeyse bir müze tadında olan, teatral dekor ve aksesuarlarla doldurulmuş ilk stüdyoların nasıl yerler olduğunu, nasıl düzenlenip tanzim edildiğini, buralarda kaç kişinin çalıştığını konuşacağız.
Galatasaray'ın taraftar legendlarından biri olan İşsiz Muhabir podcast başlığındakine benzer şekilde atılmış olan ekşi sözlük konusunu değerlendiriyor. Adeta ezber bozuyor.
estivaller birer eğlence programı olmasının ötesinde onlarca yılgözyaşlarıyla sulana sulana büyütülen �idanların dal budak salması, gelen baharın müjde si Hıdırellez kutlamasıdır.Yeryüzünü cennetlere çevirecek �ikir işçilerinin bütün dünyaya tanıtıldığı bir vitrindir.Fransa'daki festivallerden sonra Fransız misa�irlerin yaptığı şu tespitler,bu mayanın tuttuğunun bir delilidir:Piyanist Cyril Diard: “Çok güzel bir gösteriydi. Bir müzisyen olarak hayran kaldım. Davetinizle beni onurlandırdınız. Gördüğüm kadarıyla programda çok ciddi bir emek var. Bu muhteşem organizasyonun gönüllülerİsmet Macit Toplumestivaller birer eğlence programı olmasının ötesinde onlarca yılgözyaşlarıyla sulana sulana büyütülen �idanların dal budak salması, gelen baharın müjde si Hıdırellez kutlamasıdır.ya tanıtıldığı bir vitrindir.FBu insanlıkprojesininkültür ve sanatsancağı düşmedi,düşmeyecek...16 ÇAĞLAYAN | MAYIS 2019tarafından yapılması ve samimiyetleri beni çoketkiledi. Bu festival, birkaç saat içinde dünyakültürlerine seyahat imkânı veriyor. Bundansonraki organizasyonlarda gönüllü olarak bulunmak istiyorum.”Paris'teki bir dernekte gönüllü çalışan Fransız gençler: “Bu ağabey ve ablaların bilmedikleri bir konu yok sanki. Ne yaparlarsa mükemmel yapıyorlar. Adeta nefes almadan izledik.Bu kadar ağabey ve ablayı bir arada görmekbizi çok sevindirdi. Biz de bir gün onlar gibi olmak istiyoruz.”Fransız bir aile: “Böyle program beklemiyorduk. Ailecek çok memnun kaldık. Alkışlamaktan ellerimiz yoruldu.”Müzisyen ve eğitimci Bayan Florise: “Bu çocukların bu kadar etkileyici olmasını sağlayanbu motivasyon keşke her birimizde olsa. Böylece hayat çok daha kolay ve sevimli olurdu.”Programa ilk defa katılan, Fransız KomünistPartisi üyesi Marie-Françoise Hanım: “Adanmışlığın bariz olarak hissedildiği bir gösteriydi. Gelecek yıllarda, bu çorbada tuzumuz olabilecekse, seve seve hizmet etmeye hazırım.”Programa üçüncü defa katılan, gazeteci veöğretmen Marie-Laure Hanım: “Bu Festival diğerine göre çok daha günceldi ve barış mesajlarıdaha netti. Çocukların performansı mükemmeldi. Sizinle gönüllü olarak çalışmayı çok isterim.”Dünya genelindeki dostların da ifade ettiğigibi, insanlığın hakiki insaniyet u�kuna yürüyeceği köprülerin sahneye taşınmasıdır bu festivaller.Bitmeyecek, bitirilmeyecek bir barış ve birlikte yaşama projesinin ekrana yansımış kesitidir.Seyredenlerin gözyaşlarına boğulduğu birsahne var ki gelecek adına bir ümit tomurcuğugibidir. Renkleri, dilleri ve dinleri farklı olan,dünyanın dört bir tarafından festival için gelençocukların; farklı iklimlerin çiçekleri gibi birbirlerine sarılarak sevgiden bir buket halindedöktükleri gözyaşları; kin, nefret ve ö�ke çöllerini cennetlere çevirecektir.Artık bu kadar kini ve ö�keyi taşıyamayanyaşlı dünyamızın ümit çiçeklerinin bahçesidirfestivaller.Türkiye'de toprağa düşmüş, rüşeym olup�iliz �iliz dünyaya mal olmuş; şimdilerde binbir çile ile inleyen cefakâr Anadolu insanının,“Aman bu rüyayı yarım bırakmayın” sözlerineverdiği cevaptır festivaller.Festivaller insanlık düşmanlarının, “Bitirdikbunları” dedikleri anda, “Bitmedik!” diye haykıran ümidin, azmin ve kararlılığın sesi soluğudur.Uhud'da alınan yaradan bir gün sonra bitmedik/bitmeyeceğiz mesajı için Hamrâu‘l-Esed'de yakılan yedi yüz ateştir, Mevla'nın yaktığı, ü�lemekle söndürülmeyecek meşaledir.Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Hicret'inyedinci yılında, Kaza Umre'si için 1600 arkadaşıyla Mekke'ye gelmişti. Müşrikler bir öncügönderip Müslümanların hallerini öğrenmekistemişlerdi. Gözcü Mekke'ye dönüp Müslümanların hallerini Kureyş'in ulularına alayederek anlatmıştı: “Müslümanlar zayıf, bitkin,hasta, yorgun ve perişan haldeler.” Kureyş uluları ise, “Çıkalım Darü'n-Nedve'nin damına veMüslümanların perişan hallerine gülelim” demişlerdi. Cebrail bu durumu Efendimize haberverince Allah Rasûlü, Mescid-i Haram'a girerken şöyle buyurmuştu: “Ey mümin erkekler!İhramlarınızı sağ kollarınızın altından alın (ızdıba) ve kısa adımlarla canlı canlı yürüyün (remel) ki bugün heybetli görünüp bu şekilde yürüyene Allah ahirette merhamet edecek.” İşteböyle bir yürüyüşün, canlılığın, ümidin, aşkın,şevkin adıdır festivaller.Bugün bu meşaleyi yıllar önce tutuşturanlar, çile ve ızdırabın pençesinde inim iniminliyorlar. Analar rahat rahat emzirirken yavrularını, anne sütünden mahrum bırakılanyavrular akıllarına gelince, gözyaşları damlıyor yavrularının yüzüne. Her şeye rağmen, birolimpiyat meşalesinin taşınması gibi elden eleulaşan bu emaneti uzatırken bütün dünyayaAnadolu'nun vefakâr, cefakâr ve çilekeş insanları; “Alın bu meşaleyi, sakın düşürmeyin, zirabiz bu çileyi ömrümüzü vakfettiğimiz ışıktanyarınlar için çekiyoruz” diyorlar.“Kıyamet kopuyor da olsa elinizdeki �idanıdikin” buyuran Allah Rasûlü'nün (aleyhissalâtüvesselâm) kutlu emrine binaen, geleceğin ümittohumlarını, kızılca kıyamete rağmen dünyanın dört bir tarafındaki mümbit topraklara saçmaya devam edenlere, bu işi Anadolu'da başlatıp bu meşaleyi dünyaya taşıyan ve şimdilerde“akrebin kıskacında yoğrulan” binlerce vicdanişçisine selam olsun!Bu insanlık projesinin kültür ve sanat sancağı düşmedi, düşmeyecek...
Hazret'in, bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla “Keremkânım!” dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O böyle davranmakla ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.”[1]ümitbahş ferman-ı sübhânîsiyle rükûdan kavmeye doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs'atini gösterme hali sergiler. Adeta bir şairimizin dediği gibi,“Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam yâ CelîlRahmetin bahrına nisbet ‘Ennehû şey'ün kalîl.'”mazmununa göre davranır; günah ve hataların yüzüne tükürerek, “Destgîrim ol!”iniltileriyle “Rahmet, Rahmet!” deyip başını reca eşiğine koyar; oksijen yudumluyor gibi bir ruh haleti içine girer ve inler. İşte o soluklardan birkaç damla:“Ey kulları Kendisine yöneldiğinde hemen teveccüh-ü rahmette bulunan.. hiçbir zaman onların ümitlerini karşılıksız bırakmayan.. onları, Kendine yaklaştıran ekstra yol ve disiplinlerle cüdâ düşme hicranından kurtaran.. günah ve mesâvîyle kirlenmiş olanların ayıplarını setreden… yüceler yücesi Rabbim! Ümitle kapına yönelip eşiğine baş koyanları hiçbir zaman boş çevirmediğin gibi, bendeni de melül, mahzun yüz üstü bırakma!”Bu âh u efgânla reca-havf eksenli yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile yönelme sinyalleri verir. Hatta bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp duran tali'sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk'ın rahmet enginliğini duyurur.. onları, duyup ettiği şeyleri paylaşmaya çağırır.. onlara havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba'su ba'de'l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir; gösterir ve İsrafil solukları türünden nefeslerle onları yitirdikleri mihraba yönlendirir.[1]Buhârî,tevhid22; Müslim, tevbe15.”