POPULARITY
Deprem haberleri verilirken spikerlerin sık sık kullandıkları “Beklenen İstanbul depremi” cümlesinden doğrusu ben biraz rahatsız oluyordum ve içimden ben beklemiyorum, diyordum. Unutmayalım, beklemek, kavuşmaktır. Kavuşmak ise insanı mutlu eder. Durum böyle olunca beklenen İstanbul depremi yerine, muhtemel İstanbul depremi dersek daha doğru bir ifade kullanmış oluruz. Şimdilerde sol kesim gibi, sağ kesim de maalesef zevksiz bir Türkçeyle, Cemil Meriç'in ifadesiyle “uydurca”yla konuşuyor.
“Birer fikir mektebi gibidir dergiler” demişti rahmetli Cemil Meriç, ama şunu da eklemeyi unutmadan: “Okuyucusundan önce yazarlarını yetiştiren mektepler ve gerçekten fikrin en özgürce yeşerdiği mecralar ve okuyucusuyla da belli bir randevuyla buluşan müstakil şahsiyetler gibi. Zamanı gelince çıkması gerekiyor, çünkü az veya çok belli bir okuyucuyla randevusu var. Bu randevuda buluşan okuyucu ve yazar grubu arasında da zımni bir sözleşme de var ne yazılacağı ve ne okunacağı hakkında. Bu sözleşmeye iki taraflı sadakat dergilerin ömrünü de belirleyen önemli etkenlerden.”
MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu), ülkemizde sadece eğitimin nasıl bizim medeniyet dinamiklerimizden beslenerek birinci sınıf, kabına sığmaz, yeni ve parlak nesiller yetiştirilebileceğini gösterme çabası değil, aynı zamanda ve esas itibariyle Türkiye'de omurga bir gençlik, fikir, kültür ve sanat hareketi olabilecek kapsamlı ve uzun soluklu bir hakikat medeniyeti inşa etme yolculuğu, kaygısı, mücadelesi ve mücahedesidir. Bu nedenle, önce esaslı, üzerinde 40 senedir kafa patlattığım, benden önce de Cumhuriyet döneminde Necip Fazıl'ların, Sezai Karakoç'ların, Nurettin Topçu'ların, Cemil Meriç'lerin, Erol Güngör'lerin, İsmet Özel'lerin “Nasıl Müslümanca bir zihin ve zemin inşa edebiliriz?” sorusunun cevabının izini sürdükleri medeniyet meselesi üzerinde kafa yordukları bir hakikat medeniyeti mefkûresi geliştirme ve bunu zamanla adım adım hayatın her alanına nakşetme uzun yolculuğuna çıkmak kaçınılmazdı.
Kristof Kolomb'un önüne Amerika'yı çıkaran kader, karşıma seni çıkardı. ~ •Dinlemek isteğiniz şiirleri yorum kısmına yazarsanız, sizler için yorumlayabilirim. Yeni şiirlerden haberdar olmak için; https://bit.ly/2IObl6a tıklayarak abone olabilirsiniz. ~ 11.4.1964 Saat 01 Kalbimi kelimelerle doldurdum. Mektuplarım onun için parmaklarını yakıyor. Dudaklarını da yakacak. Dudaklarını ve bütün varlığını. Ben pervane değil, ateşim. Kıskanıyorum kelimeleri. Birer kelebek gibi sana uçuyorlar. Kelimeler senin kokunla sarhoş. Saçlarını okşayan rüzgârı kıskanıyorum. Tenine sarılan entarini kıskanıyorum. Saçlarında dolaşan tarağı kıskanıyorum. Anlıyor musun? Aynanı kıskanıyorum. Yatağını kıskanıyorum. Yılları kıskanıyorum. Kimsin sen? Kadın veya serap. Tanrıyı kıskanıyorum: seni beraber yarattık. O başladı, ben tamamladım. Sevmek yaratmak demektir. Pigmalyon'un biçim verdiği heykel canlanacak mı? Kimsin sen? Azabım veya saadetim. Yahut hem azabım hem de saadetim. Pigmalyon'un yaptığı heykel canlanmış. Damarlarında kanımın dolaşmasını istiyorum, kanımın ve aşkımın. O zaman granit de olsan canlanırsın, balçık da olsan. Canlanmazsan kırarım seni! Yeniden biçim vermek için belki. Ama dış biçiminde kusur yok... Bu mektupları masal sanıyorsan aldanıyorsun. Kalemi aleve batırıyorum, gönlümün alevine. Ve sen yanardağ ile oynayan bir çılgınsın. Kırık bir sazda senfoni çalmak! Sevilen ses sazların en güzelidir. Kristof Kolomb'un önüne Amerika'yı çıkaran kader, karşıma seni çıkardı. Seni yani cehennemi. Ben herhangi bir insan değilim. Istırapta sonsuzluğa varmış ve susuzluktan dudakları çatlamış bir garip yolcu. Binbir gece, on binbir gece... Sana her gün yeni bir şarkı besteleyebilirim. Kaf Dağı'nın ardındaki bahçelerden hiçbir fâninin koklamadığı çiçekleri, hiçbir elin uzanmadığı meyveleri getirebilirim... Çiçek de, meyve de palavra. Seni boşluktan kurtarabilirim. Yolcu boş bir evin kapısını mı çalıyordu? Neden bu kapıyı seçmişti? Evin pencerelerinde ışık yoktu... Aşk İspanyol kervansaraylarına benzermiş. Onda kendi getirdiğimizi bulurmuşuz. Ben Ekvator'un güneşini, Akdeniz'in gecelerini, denizin sonsuzluğunu ve 18 yaşımın heyecanlarını getirdim bu kervansaraya. Kapıyı açacak mısın? Saat 1.30. Bu mektup belki de pencerene konan son güvercin. Gerçek incilerle Hollanda taşlarını ayıramıyor musun birbirinden? Gerçek inciler ummandan çıkar. Benim gönlüm uçsuz bucaksız bir ummandır. Orada incileşen sensin. Hayat tesadüfün eseri, protoplazma tesadüf. Kader Kristof Kolomb'un karşısına Amerika'yı çıkarır. Dante'nin cehenneminde en korkunç azaplar, bahtiyar olabilirken olamayanları bekliyor. Bunu sana daha evvel söylemiştim. Bu gece yine uykusuzum. Yine kulaklarımda sen varsın, etimde sen varsın. Seni olduğun gibi kabul etmek! Tanımıyorum ki. Bir saatte dört mevsim. Toprak bile almadan vermez. Harikulade bir romanı beraber yazabiliriz. Yazabilmek ne kelime! Yaşıyabiliriz. Roman başladı mı? Bir dakika kendin ol. Bir dakika cemiyetten sıyrıl,, ezberlediklerini unut. Bırak varlığını. Bir rüyaya bırakır gibi bırak. Aşkın bir oyun olduğunu kabul etmiyorum. Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir. Yeniden doğmak için uyanıştır. Aşkın bütün sırrı iki kelimede: varlığından soyunmak. Aşk için ya hep vardır, ya hiç. Sen hep misin, hiç misin? Bu iş ters başladı. Belki anlamadığın ve anlamayacağın bir dili konuşuyorum. Bu dili anlayan kaldı mı ki? ... 18.4.1964 Saat 1.30 https://twitter.com/MuhammetKalemm #CemilMeriç #Jurnal #Seslendirme
“Nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz” diyordu Cemil Meriç. İnsan tuhaf yaratık. Hazır gıdaya nasıl alıştırıldıysak hazır fikirlere de öyle alıştırıldık. Gıdalar ve içecekler de cafcaflı cancanlı albenili güzel paketlerle geliyor. Fikirler ve düşünceler de. ** İnstagram kapatılınca gittiği yerleri paylaşamayacağı için rezervasyonlarını iptal edenler yeniden tatile çıkma planları yapmaya başlamışlar. İnsanların beğenilmeye ne kadar çok ihtiyacı varmış. ** Dünyada sürü psikolojisi uzun süreden beri bireysel özgürlük adı altında pazarlanıyor. Kimler bunlar? İhtiyacın çok üzerinde üretim yaparak tüketiciye dönüştürülen insanlara bu ürünleri satmak isteyen büyük markaların sahipleri. Yani küresel şirketler. Yani siyonistler. Siyonist olduğunu nereden anlıyoruz? Kendilerinden başka herkesi insanımsı hayvanlar olarak görüyorlar. İnandıkları kutsal kitaplarında “Yeryüzündeki bütün canlıların Yahudilere (Siyonist) hizmet etmek için yaratılan ikinci üçüncü sınıf varlıklardır.” yazdığını kendileri de saklamıyor. ** Dünyayı nasıl yönetiyorlar? Ellerindeki ve reklamlarla satın alıp besledikleri medya ile. Nasıl yapıyorlar? İnsanlara bireysel özgürlüklerin hızla arttığı bir dünya izlenimi veriyorlar. Herkes de yiyor. Farklı gibi görünen ama hamuru aynı eller tarafından yoğurulmuş, mayalanmış ve piyasaya salınmış milyarca insan var. Toplumun değişik katmanlarında yaşayan insanları izleyin. Her alanda hepsi aynı tepkileri veriyor hepsi de aynı mantıkla hareket ediyor. Ama sorarsan, “Benim fikrim, benim düşüncem”. Kimse kendi fikrinin kendisine nereden fısıldandığını, o fikri nasıl sahiplendiğini düşünmüyor. Düşünemiyor diyelim daha doğru olur. Düşünebilecek gücü olsa düşünecek ama yok. Melekelerini kaybetmiş.
Roger Garaudy hakkında okuduğum ilk yazılardan biri Cemil Meriç'e aitti. Meriç, bu yazıda Fransa'nın Cezayir'de uyguladığı müstemleke siyasetine yönelik olarak Roger Garaudy'nin eleştirilerini değerlendiriyordu. Meriç daha sonra Garaudy hakkında başka yazılar da yazdı. Bunlardan bazıları özellikle Garaudy'nin Müslümanlığı seçmesinden sonraki dönemiyle ilgiliydi. Bunlara İnsan Yayınları'ndan çıkan “Kültürden İrfana” adlı eserde yer verilmişti. Garaudy'nin ve Meriç'in kitaplarının baskıları hâlâ mevcut. İlgilenenler bu kitapları bulmakta zorlanmaz. Aslında Garaudy'yi en iyi tanıması gerekenlerden biri şüphesiz Cemil Meriç'ti. Emin olmak için tekrar baktığımda doğum tarihlerinin birbirine çok yakın olduğunu gördüm. Garaudy 1913'te, Meriç ise 1916'da doğmuş. İki fikir insanı arasındaki benzerlikler bununla sınırlı değil. Her ikisi de bir dönem Fransız kolonilerinde yaşamış. Garaudy Cezayir'e sürgün edildiğinde, Meriç ise Hatay'da yaşadığı dönemde Fransız kolonyalizmi ile tanışmış. Kolonyalizme ve oryantalizme yönelik eleştirilerinin kaynağında kişisel gözlemlerinin önemli bir rol oynadığı çok açık. Her iki mütefekkirin komünist düşünceyi benimsemesi de önemli bir benzerlik. Fakat Garaudy ve Meriç komünizme yönelik eleştirileriyle de biliniyordu. Belki de bunun bir sonucu olarak ömürlerinin belirli bir aşamasında İslam'ı keşfettiler.
Bayramın tadını oruç tutanlar çıkarırmış. Matemin büyüğünü de, kaybı büyük olanlar yaşarmış. Mübarek ramazanın hitamına geldik. İki gün sonra bayram… Bayramı en çok kimler hak etti dersiniz? Elbette ki orucu her manasıyla tutanlar. Aylardır, “tek dişi kalmış canavar suretindeki medenî dünya”nın gözleri önünde, kendilerini “uydurdukları tanrılarının seçkin kulları, diğer bütün milletleri ise, kendileri için yaratılmış kölecikler güruhu” olarak gören; dahası, “ataları Yakub'un, tanrıları ile güreşip onu yendiğine” inanan narsist şizomanik bir milletin kurduğu terör devletinin en ağır silahlarla en acımasızca saldırdığı Gazzeliler, bir aydır değil, sekiz aydır oruç tutuyorlar. Hem de yalnız açlık ve susuzluktan ibaret olan oruç değil. Evsizlik orucu, yurtsuzluk orucu, evlâtsızlık orucu, eşsizlik orucu, ana-babasızlık orucu, sahipsizlik orucu… İşte gerçek orucu onlar tuttu ve onlar hak ettiler bayramı. Onlara yapılan bu zulmü çaresizce seyreden, bir şeyler yapmak istese de yapamayan bizler ise, matemin büyüğünü yaşayacağız. İki milyarlık İslâm âlemi olarak “ümmet” bilincini, “vahdet” şuurunu ve “kuvvet”imizi kaybedişimizin matemini… Yeni Selahaddinler, yeni Fatihler yetiştiremeyişimizin matemini… İşte bu sebeple; aylardır orucun her türlüsünü bütün asaletleriyle tutan Gazzeliler hak ettiler bayramın tadını çıkarmayı. Bizse, kaybettiklerimizin büyüklüğü nispetinde hak ettik derin yasımızı tutmayı. Peki, ya -sözüm ona- medenî dünyaya ne demeli? Özellikle son dört asırdır, kendilerini dünyanın efendileri olarak gören, olanca kibirleriyle dünya milletlerine bilim, felsefe ve ahlâk öğretmenliği yapan, rönesansıyla, hümanizmasıyla, aydınlanmasıyla çıktığı yolun nihayetinde “tarihin sonu”nu getirdiğini, insanlığın yükselebileceği nihâî zirveyi yakaladığını iddia eden küstahlık ve kibir âbidesi medenî dünya… Kendini insancıl ve adil, ötekini barbar ve zalim gören medenî dünya… Gazze'de masum bebeler katledilirken, neredeydi bu medenî dünya? Sessiz ve tarafsız bile kal(a)madı. Bebekleri, kadınları, hastaneleri, ambulansları bombalayan katillerin yanında yer aldı. Hem de sadece siyasetçileriyle değil, yaşayan en büyük düşünürler olarak gösterilen sözde filozoflarıyla da… Ne demişti Cemil Meriç? “Çağdaş Avrupa'nın en ‘insancı' filozoflarına bir göz atın, hepsi şiddete âşık… Kıyıcılık kanında var Avrupalı'nın” (Bu Ülke, s. 207). Ey medenî dünya! Biz doğuluları vahşi barbar, biz Müslümanları potansiyel terörist olarak gören ve gösteren sözde medenî dünya! Şunu iyi bil ki, bugün Gazze'de uygulanan katliamın bir benzeri, -olmaz ama hadi farz edelim ki- nüfus kayıtlarına göre yüze doksan dokuz nokta bilmem kaçı sözde Müslüman olan bir ülkenin, kimliğinde “Müslüman” yazan liderleri tarafından bir Hristiyan ya da Yahudi toplum üzerinde uygulansaydı, yine aynı şekilde karşı çıkardım. Çünkü –sizin beğenmediğiniz- inancım bunu gerektiriyor, o inancın beslediği insanlığım bunu emrediyor. Ah medeni dünya! Sen değil misin; kıta kıta dolaşıp ülkeleri, milletleri sömüren! Sen değil misin; iki tane dünya savaşı çıkarıp milyonları katleden? Dünyayı bilmem kaç yüz defa yok edebilecek potansiyele sahip atom bombaları üreten… Her gün daha ölümcül silahlar icat eden ve bu silahları satmak için masum insanların ülkelerinde savaşlar çıkarıp onları katleden? Sen değil misin, “Demokrasi getireceğim.” diye yakıp yıkıp işgal ettiğin ülkelerin doğal kaynaklarını hortumlayan? Sen değil misin, güya tanrıyı öldürüp yerine kocaman bir nefs tanrısı yaratan? Sen değil misin, post- moderniteyi icat edip hiç bir değer bırakmayan? Sen değil misin, aileyi kendine engel görüp, her türlü aracınla aile kurumunun kökünü dinamitleyen? Sen değil misin; bütün dünyayı pazarın, bütün insanları müşterin haline getiren? Sen değil misin, sosyal medyayı her türlü mahremiyetin çiğnendiği bir ahlâk mezbeleliğine çeviren?
Ateş kapının önüne gelmeden bakmamak… Çoğu zaman takındığımız bu tutum özellikle kültür meselesi için çok daha fazla geçerli. Belki de bu yüzden keskin bir yol ayrımının yaşandığı Cumhuriyet ile birlikte en çok tartışılan konu olmasına rağmen en az gayret sarf ettiğimiz alanlardan birisi oldu. Cumhuriyet'in ilk nesil düşünür ve yazarları Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Nureddin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç bu konuyu eksene alan pek çok eser verdiler. Kültür kimliğin harcıydı ve kimlik kavgalarımız siyasete uzanarak pek çok iç çatışmaya kaynaklık etti. Bugün ise adeta her konu kültür ile ilintili hale geldi. Her şey gibi kelimelerin de bir tarihi var. Kültür kelimesi bugünkü manasıyla 18. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanıyor. Rönesansla başlayıp 18. yüzyılda olgunlaşan Aydınlanma'dan sanayileşmeye, halkın yönetimde pay almasına kadar pek çok etken kavramın gelişiminde rol oynuyor. Cemil Meriç kültürün 140 tanımı bulunduğunu, bunların da muhayyel tasvirler olduğunu söylüyor. 21. yüzyılda kültür daha da muğlaklaştı. Öyle ki onu bir yere bağlayacak daha çok çıpaya ihtiyaç var. Küreselleşen kültür endüstrisi, her şeyi tek değeri para kazanmak olan kapitalizmin emrine veriyor. Kültür, arz-talep dengesiyle, piyasa koşullarıyla biçim alan bir ürün olarak pazarlanıyor. Tam da bu noktada fiziki sınırlar kadar milli sınırlar ve hatta insanın korunması için “milli kültür” kavramı önem kazanıyor. 2019'da yapılan 2. Milli Kültür Şurası bu noktada çok önemliydi. Şuranın açılış konuşmalarını yapan Mehmet Genç ve Alev Alatlı'nın kültüre dair uyarılarını hatırlatmak istiyorum. KAVRAMSIZ DÜŞÜNCE OLMAZ! Mehmet Genç, “Kavramsız düşünce olamaz, fikir üretilemez. Kavramlar çeviri Türkçesiyle anlaşılamaz, kavramsız kaldık" tespitinde bulunmuştu. İkinci önemli uyarısı “bilim ve ilimden yoksun kültür üretilemeyeceği” üzerineydi. “Bilim bireysel olarak yapılmaz kolektif olarak yapılır. Kültürümüze bilimin girmesi sağlanmalı” önerisinde bulunmuştu.
Kuşkusuz hayatının bilinmeyen yönlerini aydınlatan çalışmalar zaman içinde ortaya çıkacaktır. Bu türden çalışmaların gelecek kuşaklar açısından önemini belirtmeye lüzum yok. Fakat ben bu yazıda Alev Alatlı'nın benim gibi seksenlerin dünyasında kendini bulmaya çalışanlar için ne anlama geldiğini ifade etmeye çalışacağım. Bu dönemde kendini İslâmcı düşünce içinde keşfetmiş arkadaşlarımız vardı. Biz, İzmir'de kendini herhangi bir yere bağlı hissetmeyen bir grup üniversite öğrencisiydik. Elbette biz de uzun yola çıktığımızın farkındaydık. İlk keşfettiğim yazarlardan biri Cemil Meriç'ti. O da bir yere bağlı olmamakla övünüyordu. Meriç'i tanıdıktan sonra onun övgüyle bahsettiği yazarları tanımak ve büyük değer atfettiği eserleri okumak gibi sonu gelmez bir çabanın içerisinde bulduk kendimizi. Örneğin Ali Şeriati hakkında ilk kapsamlı yazıyı onun “Kırkambar” adlı eserinden okudum. “Göller Bölgesinde Yükselen Bir Ada” adlı bölümünde Ali Şeriati, “Bir Mücahidin Hayat Hikâyesi” başlığı altında anlatılmıştı. Pınar Yayınları Edward Said'in “Oryantalizm” adlı eserini kısa bir zaman önce yayımladığı için bu yazının bir karşılığı vardı. Meriç'in bu yazısından sonra “Oryantalizm”in yeni bir tercümesi yapıldı. Alev Alatlı'yı bu vesile ile tanıdım. Edward Said'in “Filistin'in Sorunu” ve “Haberlerin Ağında İslam” adlı kitaplarını çevirmişti. Yıllar sonra hem kendisinden hem de Cevat Özkaya'dan bu kitapların bilâ-bedel tercüme edildiğini öğrendik. Filistin bizi onunla buluşturdu. Vefat haberini aldığımda Alev Alatlı'nın Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Edebiyat Ödülü 2014 Teşekkür Konuşmasını tekrar dinledim. O konuşmada Alev Alatlı, Ali Şeriati'den bahsetmiş. Hâlbuki bu konuşmayı dinlemiştim, unutmuşum, hayretler içinde kaldım. Cemil Meriç'le aralarındaki bağı bilmeyen yoktu fakat Ali Şeriati'yi iyi tanıdığını bilmiyordum. Demek ki aradaki bağ sadece Filistin meselesi değilmiş. Sıraladığım isimler ve eserler en azından benim için yeni bir düşünme biçimine tekabül ediyordu. Belki de bu sebeple Aliya İzzetbegoviç'in “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabı tercüme edildiğinde büyük bir heyecanla okudum.
Konuklarımızın hikayesini de ülkemizin hikayesini de konuşuyoruz. Türkiye'nin seçkin isimleri Türk Kahvesi'nde ağırlanıyor, samimi ve sıcak bir atmosfer evlerinize taşınıyor. Ayşe Böhürler Pazar sabahlarını, Türk Kahvesi ile tatlandırıyor. Sanat ve entelektüel hayat üzerine değerlendirmeler, nostalji, mimari, tarih ve eski uygarlıklar üzerine birçok konunun konuşulduğu programda aradığınız her şeyi bulacaksınız. Türk Kahvesi'nde bu hafta konuğumuz Dursun Gürlek 00:00 Giriş 10:00 İstanbul'un maneviyatı ve tarihi 15:50 İstanbul'un kültür edebiyat mahfilleri 19:00 Sakallı Celal kimdir? 22:30 Nurettin Topçu'nun eğitim düşüncesi nasıldı? 26:40 Cemil Meriç'in kültür dünyamızdaki yeri nedir? 34:00 Türk düşünce tarihinde ‘İbnülemin Mahmud Kemal İnan' 42:30 Hasan Ali Yücel Batı'ya nasıl bakmıştır? 55:00 Müjgan Cunbur kimdir? 1:03:20 Türk Edebiyatında 'Ali Emiri Efendi' 1:09:00 Divanü Lügati't-Türk nasıl bulundu? 1:17:50 Türk Edebiyatında unutulmaması gereken şahsiyetler #istanbul #türkedebiyatı #cemilmeriç #nurettintopçu
“Türkiye'nin önü aydınlık” manşetiyle tam 30 yıl önce yayın hayatına başladı Yeni Şafak. Yeni Şafak'ın kurulmasında Ahmet Şişman ile Persanlardan Mahmut Kış ve Ahmet Kış kardeşlerin doğrudan katkıları oldu. Onlar öncülük ettiler Yeni Şafak'ın kurulmasına. Ben o zaman Londra'daydım, doktora yapıyordum. Gazetenin kuruluşuna Londra'dan katıldım, hem köşe yazarı hem de Londra temsilcisi olarak. Londra'dan sadece Yeni Şafak'a katkı vermedim, aynı zamanda eski Kanal 7'nin de hem temsilciliğini yaptım hem de kanala dünya sineması programları hazırladık Ayşe Şasa ve İhsan Kabil'le birlikte. Kanal 7, Nabi Avcı'nın öncülüğüyle öncü bir televizyon kanalı olarak kurulmuştu ve biz de sıkı, düzeyli, nitelikli ve ses getirecek uzun soluklu programlar yapabilme imkânına kavuşmuş olduk. Bu misyonu daha sonra benim kurulmasına doğrudan katkıda bulunduğum TV5 ile TVnet devam ettirdi. TÜRKİYE'NİN BİRİKİMİ VE BULUŞMA NOKTASI Yeni Şafak gazetesi, Yeni Devir'in devamı olarak kurulmuştu. Yeni Devir, Cumhuriyet dönemindeki ilk günlük İslâmcı fikir gazetesiydi. Türkiye'nin Le Monde'ü idi Yeni Şafak: Tirajı düşüktü ama etkisi çok fazlaydı. Hem bürokrasi tarafından ciddiye alınması hem de daha çok da Türkiye'deki entelektüel çevrelerde ses getirmesi anlamında. Fikir gazetesi olması gazetenin itibarını ve saygınlığını artırıyordu. Yeni Şafak kurulduğunda Yeni Devir'in bütün yazar kadrosu Yeni Şafak'a taşındı adeta. İsmet Özel, Rasim Özdenören bu yazarların başında geliyordu. Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu yaşıyor olsalardı onlar da Yeni Şafak'ta yazacaktı hiç kuşkusuz. Albayraklar'ın Yeni Şafak'ı devralmasıyla, yapılan güçlü yatırım sayesinde bir yandan basın dünyamıza güçlü bir ses kazandırılmış oldu, öte yandan da Türkiye'nin buluşma noktası oldu: Hem üç kuşak yazarı buluşturdu hem yazı yazacak yer bulamayan farklı kesimlere mensup nitelikli yazarları aynı çatı altında topladı hem de daha önemlisi de Türkiye'de çağdaş bir İslâmî fikir, sanat ve hayat dünyasının inşasında rol oynayacak bütün isimleri bir araya getirdi, İslâmî söylemlerle çağı buluşturacak ve yorumlayacak bir entelektüel oluşumun enlemesine ve boylamasına kök salmasını, yaygınlaşmasını sağladı. Biz de yeni, genç İslamcı yazarlar kuşağı olarak Yeni Şafak'ın kurulduğu ilk günden itibaren yazmaya başladık gazetede.
Gazze halkının bugünlerde işgalci-soykırımcı Siyonist-haçlı ittifakına karşı sergilemekte olduğu müstesna direniş ve mücadele hiç kuşkusuz birçok açıdan çığır açıcı bir olay. Direnişin inisiyatif alarak giriştiği bu yeni aşamasına seçtiği isim olarak Aksa Tufanı şimdiye kadarki bütün alışkanlıklarımızı yıkmakta, ezberlerimizi bozmakta, entelektüel veya vicdani konforlarımızı sarsmakta, söylemlerin ve felsefelerin yapılanmış halini de sökmektedir. Bu sonuncu işi zikretmişken bugünlerde 20. ölüm yıldönümü münasebetiyle anmakta olduğumuz Filistinli düşünür- entelektüel Edward Said'in bütün bir Batı-merkezli düşünce dünyasında yaptıklarını anmadan geçmemek gerekiyor. Bugünlerde gecikmiş Batı hayranlarının son kararlarını vermeden önce tekrar hatırlamaları ve yazdıklarını okumaları gereken bir isimdir Said. Onu aslında dünya kamuoyu veya entelektüel çevreler, alanında, hatta birçok alanda çığır açan 1978 yılında yayımladığı Oryantalizm isimli kitabıyla tanıdı. Eser Türkçeye 1982 yılında çevrilip Pınar Yayınları tarafından yayınlanmadan önce Cemil Meriç'in oryantalizm üzerine uzun bir yazısı, yanlış hatırlamıyorsam, Yeni Devir Gazetesinde yayınlanmış, bilahare Kültürden İrfana isimli kitapta yayınlanmıştı. Bu yazısına seçtiği başlık, Pınar Yayınlarının baskısında bir alt başlık olarak ilave edilmişti: Sömürgeciliğin Keşif Kolu. Edward Said'i bir İmam-Hatip Lisesi öğrencisi olduğum yıllarda düzenli olarak takip ettiğim Yeni Devir gazetesindeki bu yazıdan duymuştum ilk. Çok kısa süre sonra da kitabın Türkçesi çıkmıştı. Cemil Meriç'in alıntıladığı şekliyle Said şöyle diyordu: “Doğu, Avrupa'nın maddi kültürünün ve uygarlığının ayrılmaz bir parçasıdır. Oryantalizm, bu uygarlığın kültürel ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şeklidir, değişik bir kelime hazinesi, bir eğitim ve öğretim, kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, doktrinler ve hatta sömürge yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yerel yönetim elemanlarıdır oryantalizm. Doğu hakkında ders veren, yazı yazan ve araştırma yapan herkes oryantalisttir. Ayrıca genel veya özel anlamda, etnolog, sosyolog, tarihçi ve filozofları da, kendi bilimsel disiplinleri ile birlikte oryantalizmin içine katmak mümkündür. 18. yüzyılın sonu ele alındığında oryantalizm, Doğu'yu konu edinen kurumların tamamı, verilen beyanatlar, takınılan tavırlar, yapılan benzetmeler, bir cins öğreti, yönetim biçimi veya hükümet şeklidir. Bu cins oryantalizm, Batı'nın üstünlük sürdürme taktiği, Doğu üzerinde otorite kurma çabasıdır... Kısaca, oryantalizm, İngiltere ve Fransa'nın Doğu'ya karşı özel bir ortaklığıdır. BU kelime, hiç olmazsa 18. Yüzyıl başlarına kadar, sadece, Hint kıtasını ve İncil'de adı geçen ülkeleri kapsamına almış bulunuyordu. Fransa ve İngiltere 19. yüzyılın başından İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Doğu'nun Doğuculuğun yegâne egemen güçleri idi. Savaştan bu yana Doğu'da Birleşik Amerika öne geçmiş ve konuya aynen İngiliz ve Fransızların geleneksel görüş açıları ile yaklaşmıştır.... Oryantalizm coğrafi bir ayırım değil, bir seri çıkarlar toplamıdır”
Ortada bir “savaş” var artık. 75 yıldır devam eden Filistin-İsrail çatışması, Siyonizm'in soykırım silsilesi olarak karşımızda duruyor. Modern çağın insanları olarak şahit olduklarımızı havsalamız almıyor artık. Tarih bizlere Gazze'de yaşananlara şahitlik etme mesuliyetini yüklüyor. Ellerimizdeki cep telefonlarının böyle bir aracılık vazifesi var. Şahit olduğumuz her acıdan, her katliamdan, her vahşetten de mesulüz. Eğer insansak, eğer Müslümansak şahitliklerimiz karşısında ayağa kalkmaktan başka bir seçeneğimiz yok. İsrail'in 22 gündür Gazze'de işlediği vahşetlere sessiz kalmak bile Siyonizm'den yana taraf olmak demektir. Cemil Meriç'in “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur” sözü, son 22 günde bir kez daha ete kemiğe büründü. “Ortada bir savaş var” dedim. Başlatan taraf değiliz. Başlatmayalım da. Savaş da istemiyoruz. Barışı zorluyoruz. Nereye kadar zorlanacak, ne kadar daha sabredecek bu devlet ve bu halk bilmiyoruz? “Yeni Şafak yazarı savaş çığırtkanlığı yapıyor” diyeceklere en başından yanıt vereyim: Savaşı değil, meşru müdafaa hakkını savunuyorum. Batı bir savaş başlattı. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya'nın tespih tanesi gibi İsrail'in yanında dizilmesi ve ABD savaş gemilerinin Gazze sahillerine demirlemesi yeni bir Haçlı Savaşı'dır. Bunun adını koymalıyız ve çok diri bir şekilde hazırlıklı olmalıyız. Batı'nın tüm güçleriyle, 300 kilometrekare bir alana sıkışmış 2 milyonluk Gazze için pozisyon aldığını düşünmek büyük bir yanılgı olur. Batı'ın tüm değerleri ayaklar altına alarak Akdeniz sahillerinden Gazze'yi ablukaya alması Türkiye için milli güvenlik sorunudur. Dün İstanbul'da yapılan ‘Büyük Filistin Mitingi' bu büyük tehlikenin idrak edilmesi açısından çok önemliydi. Türk halkı her daim, mazlum coğrafyalardaki zulümler için meydanlara indi ve zalimlerin karşısında olduğunu haykırdı. Atatürk Havalimanı'ndaki miting ise önceki mitinglerden farklıydı. Gazze'de yaşananlara şahitlik ettikten sonra öfkeden yerimizde duramıyoruz. Elimizden gelen sadece meydanlara inmek. Bağırmak, telin etmek ve katil İsrail'in karşısında olduğumuzu haykırmak. Yeminler ediyoruz, antlar içiyoruz, boykotlar yapıyoruz. Ancak Gazze'ye anlık olarak bir faydamız olmuyor. Peki 1.5 milyon kişi dün neden İstanbul'da meydanlara indi? Ya da daha açık soralım; Cumhurbaşkanı Erdoğan neden Filistin'e destek mitingi yaptı? Öyle ya toplumun önemli bir kısmı istiyor ki küffarın karşısına artık Türkiye devlet olarak dikilsin. Çünkü diplomatik görüşmeler, müzakereler, ikazlar ve çağrılar anlamını yitirdi. Dünkü miting bence bir hazırlıktı. Hem kamuoyu yoklaması hem de İsrail'e açıkça mesajdı. Anlaşılan bundan sonrası iş diplomasi zemininde ilerlemeyecek. Batı başlattığı savaştan geri dönmeyecek. Türkiye kamuoyunun ve Türk halkının; Siyonizm ve Evanjelizm eliyle çıkarılan ve bize doğru yaklaşan büyük din savaşına hazır olması gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da konuşmasında çok net ifade etti: “Ey Batı size sesleniyorum. Yeniden bir hilal-haçlı mücadelesi mi estirmek istiyorsunuz? Eğer böyle bir gayretin içerisindeyseniz biliniz ki bu millet ölmedi.” Erdoğan Batı dünyasına o eli gördüğünü söyledi ve şunu da ekledi: “Biz burada sadece Gazze'de yaşanan katliamı telin etmekle kalmıyoruz, onunla birlikte kendi istiklalimizin ve istikbalimizin de müdafaasını yapıyoruz.” Sadece İsrail ve müttefikleri değil, Türkiye'deki İsrail yanlısı etki ajanları ve “Erdoğan neden miting yaptı”, ya da “elinden sadece miting mi yapmak geliyor” diyenler de bu sözleri dikkatle okumalı. Bu miting sadece kalabalık olarak değil, verdiği mesaj itibariye de tarihe geçmiştir.
film festivallerinin yakın zamanda gördüğümüz tek kahramanı Burak Haktanır idi... Ülkemizdeki film festivalleri bana bir dokunur... Son yazımızı okuyanlar da bilir, geçen yıl Ekim ayında kaleme aldıklarımızı da... Hem hükûmetten, devletin ilgili kurumlarından fonlar, destekler alacaksın hem de filminde ve ödül törenlerinde devletten ve milletten başındaki en büyük belaymış gibi söz edeceksin. İşte bu bana dokunuyor... Fakat belli ki bizim festivallerin yazılı olmayan bir kuralı hâline gelmiş durumda... ‘Dress code' yok ama söylem için bir ‘code', kural var; devlete, hükûmete salla dur... Geçen yıl yine bir festivalde bu arkadaşlar malum tavırlarını takınmış, burunları havada, beğenmez ve mutsuz bakışlarıyla pek güzel söylenirken işi yalan boyutuna tırmandırdılar... İşte o film festivallerinin ödül törenlerinden birinde TSK hedef alınmıştı. Belki doğrudan değil ama TSK'ya karşı tezvirat kampanyası yürüten birine açık destek verilmişti. Yönetmen Özcan Alper, TSK'nın terör operasyonlarında “Kimyasal silah kullandığını” iddia etmesi nedeniyle o dönem “Örgüt propagandası yapmak” suçundan tutuklu yargılanan Şebnem Korur Fincancı hakkında “Sadece ‘Barış' dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı” demişti. Salondakiler arasında, bu haksızlığa ve iftiraya itiraz eden tek kişi oyuncu Burak Haktanır idi: “[Fincancı] Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kimyasal silah iftirası attı. Tüm PKK siteleri onu destekliyor şu an” demiş ve salonu terk etmişti... Peki o Burak Haktanır'a sonra ne oldu?! Homur homur homurdanan, devlete, millete hakaret edenlerden olsaydı; şimdi kendisine bir fan kitlesi oluşturmuş, bol miktarda iş yapıyor, orada burada caka satıyordu. Ama değildi... Yukarıda da belirttiğimiz gibi Burak Kardeşimiz, bizim gözümüzde bir kahramandı; çünkü bu tür alçakça saldırılara karşı festival törenlerinde tavır koyan tek bir ‘entelektüele' (aydına) rastlamamıştık. İnsan, hemen Cemil Meriç'in ünlü sözünü hatırlıyor: “Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır, insan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” İşte bu nedenle Burak Haktanır bir münevver olduğunu kanıtlamıştır. Haktanır, başına gelecekleri biliyordu; nitekim de geldi... Yaklaşık 10 aydır kendisini bir TV dizinde ve sinema filminde görmememiz de bunun bir işareti... Burak Kardeşimizi savunan ve onun hikâyesine sahip çıkan fazlaca da meslektaşımıza rastlamadık. Olayı nihayet, pazartesi akşamı (25 Eylül) Serhat İbrahimoğlu'nun yönettiği TVNET'teki “Net Bakış” programında Mete Yarar gündeme getirdi de konuya yeniden odaklandık. Haktanır daha önce de oynadığı TRT'deki “Gönül Dağı” dizisinin ekibine yeniden katılacakmış. Dizinin yapım şirketi Köprü Film'i ve yapımcı Ferhat Eşsiz'i, yönetmeni Yahya Samancı'yı gönülden kutluyoruz. Günün sözü “Kalplerde gerçek cesarete sahip olanlar her zaman kazanır.” Amir Khan, Hint oyuncu, yapımcı ve yönetmen Gözümüze takılanlar...
Yankı odalarına hapsolmamak için uzunca süredir kendilerinin süper bağımsız olduğunu...iddia eden TV kanallarını da izliyorum. TELE1, Halk TV, Sözcü TV'nin, hepsi neredeyse aynı görüşte buluşan konukları, seçimlerden önce destek verme konusunda birbirleriyle yarıştıkları Kılıçdaroğlu'nu, şimdi de yerden yere çalma konusunda rekabet ediyorlar... O günlerde Kılıçdaroğlu'nun adaylığı konusunda mutabıktılar... Şu anda da Kemal Bey'in adaylığının ne kadar yanlış olduğunu anlatıyorlar. Millet İttifakı'nın ve 8'li Masa'nın -6'lı Masa, HDP ile anlaşılarak 7'liye; Özdağ'a İçişleri Bakanlığı'nı vererek yapılan pazarlıkla 8'li Masa'ya terfi etmişti- kazanmasının neden gerekli olduğunu upuzun tahlillerle anlatanlar, bugünlerde o ittifakın neden başarısızlığa mahkûm olduğunu izah etmeye çalışıyorlar. Kılıçdaroğlu'nu destekleyen ‘iliştirilmiş' (embedded) TV kanallarındaki heyecan ve hırs küpü kadrolu yorumcular, şimdi CHP Genel Başkanı'nı istifaya çağırmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Bir de ‘diğerleri' var... 14 Mayıs öncesinde ne söyledilerse 28 Mayıs'tan sonra da aynılarını tekrar edebilme tutarlılığına, derinliğine, ciddiyetine sahip münevver kesimi... Bu arada münevver (aydın) kavramını açmakta da yarar var. Ne demiş Cemil Meriç?.. “Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır, insan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” Tanım bu... Peki, bu tanımdan yola çıkarak başından beri Cumhur İttifakı görüşünü ve duruşunu destekleyenlere önümüzdeki dönemde düşen görev ne olabilir? Her zamanki gibi “Dağın arkasını görmek ve başa geleceği bilmek”... Türkiye Yüzyılı projesini desteklerken tutarlılık doğrultusunda ‘yol gösterici' kimliği elden bırakmamak... Günün sözü “Tutarlı olmak, değişmez olmak değil! Kararlı olmak, inatçı olmak değil! Disiplinli olmak, sert olmak değil!” Prof. Dr. Nevzat Tarhan Gözümüze takılanlar...
Cemil Meriç, izm'lere menşelerinin itibar kazandırdığını yazmıştı. Avrupa'dan gelen fikirlerin sorgusuz sualsiz kabul gördüğünü ve bu sebeple idrakimiz üzerinde ciddî bir tahribata yol açtığını düşünen bu büyük fikir insanı, Batı'dan kalkarak Doğu'ya ulaştığını teslim etmekten de çekinmedi. Cemil Meriç'in bu tespitinin belirli ideolojilerle sınırlı tutulduğunu ve bu sebeple de sınırlı düzeyde anlaşıldığını söyleyebilirim. İdeoloji kavramı fikrî akımlarla sınırlı tutulduğunda birtakım yargıların kaynağı önemini tamamen yitiriyor. Hatta “fikrî akımlar” gündelik hayatta etkisini yitirdikçe veya hayatiyetini kaybettikçe onlara itibar kazandıran kaynaklara yönelik dikkat de azalıyor. Hâlbuki menşe tek başına itibar kaynağı ise o kaynağa hükmedenlerin bir otorite olarak varlık kazanması kaçınılmaz bir hâl alır. Bugün dahi Cemil Meriç'i haklı çıkarmak istercesine Batılı kaynakların herhangi bir sorgulamaya tabi tutulmadan birer otorite olarak kabul edildiğini görüyoruz. Bunların özellikle basın dünyasında çok daha fark edilir bir düzeyde olması fikir insanları açısından sorunun yaygınlığına işaret eder. O hâlde, herhangi bir konuda Batılı kaynakların otorite seviyesinde kabul görmesi neden sorundur, sorusuna odaklamak gerekiyor. Mühür ve otorite kavramlarının ayrı ayrı tartışılması gerekir. J. M. Balut, “Sömürgeciliğin Dünya Modeli” adlı kitapta Doğu ve Doğulularla ilgili çalışmaları değerlendirirken “kanıttan yoksun ama seçkin olan kuram” ifadesini kullanır. Blaut'nun oldukça etkileyici kitabından, işaret edilen kuramların herhangi bir elemeye tabi tutulmadan yaygın kabul gördüğü anlaşılır. Edward Said daha önce hem “Oryantalizm”de hem de “Kültür ve Emperyalizm”de bu geniş kabulün gerekçeleri üzerinde durmuştu. Her iki yazarın eserlerinde ortak bir kavram vardır: otorite. Aslında bir yazarın mührünü de bu çerçevede düşünebiliriz. Said, Doğu ve Doğulularla ilgili bir tanımın kanıttan yoksun olduğu hâlde seçkinliği dolayısıyla kabul görmesini, bu görüşleri ileri sürenlerin tartışılmaz otoritesi ile açıklamıştı. Blaut da otorite kavramının altını çizer. Alıntıladığımız ifadede olduğu seçkinliği otorite olarak düşünmemizde bir sakınca yok. Her iki yazarın bu çok önemli tespitlerinden sonra geriye “o dedi” ifadesiyle başlayan cümleleri tahlil etmek kalır. Basın hayatımızın çok önemli tartışmalarını “o dedi” ile başlayan cümleleri merkeze alarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de liberal muhafazakâr yazarların Türkiye ve genel olarak Doğu hakkındaki yargılarını Said'in bakış açısıyla tespit ve tahlil ettiğimizde “o dedi” ile başlayan cümlelerin aşırı derecede fazla olduğunu görebiliriz. Bu, herhangi bir otoritenin yargılarını ve teorilerini kanıttan yoksun olduğu hâlde seçkinliği sebebiyle kabul etme alışkanlığına bir örnektir. Tabiatıyla “o dedi” ifadesinde konuşan kim sorusunun cevabı da çok önemlidir. Çünkü bu bizi otorite sahibiyle tanıştıracaktır.
Bozuk bakışa bir mimari nispet etmek mümkün müdür? Çünkü bozuk kelimesi kırık, yıkık, işlevsizleşmiş, düzensiz, kusurlu, kötü... olanı; mimari ise a priori olarak bir düzeni, işlevselliği, kusursuzluğu, yapmayı... ifade eder. Bunlara göre bozuk bakışı mimari ile nitelemek, niteleyen olarak daha baştan mimarinin bozukluğunu pekiştirmektir. Boz kmk-kelimesinin tiksinti, nefret, kin, düşmanlık, öç alma (Bkz.: Çağbayır Sözlüğü); gözbebeğinde görmeye mani olan beyazlık, aksu, katarakt (Bkz.: Doğan Sözlük) anlamlarına geldiğini bildiğimizde ise böylesi bir bakışın zaten kötü bir mimariden başka bir şeyle nitelenmeyeceğini anlamış oluruz. Bozuk bakışın mimarlığı herkese ve her devire nispet edilebileceğine göre demek ki insan(lar)ın olduğu her yerde bu fiilin ifası da mümkün hâle gelir. Ancak belli insanlar ve devirler vardı ki bozuk bakışın mimarisi doğrudan bunlara da mal edilebilir ya da onlar bu mal edilişi bizzat hak ederler. Örneğin Cumhuriyet devrinin laikçi aydınları tamı tamına böyledir. Münevver yerine uydurulan aydın kelimesinin, mana bakımından ilkine göre yetersizliği hakkında çokça konuşulduğu ve yazıldığı gibi, mezkûr devirde nerdeyse hain kelimesiyle eşitlenen aydının kendi kültürüne olan yabancılığı ve düşmanlığı, Sol ahlaka ya da İslam ahlakına sahip (Örn.: Kemal Tahir, Attila İlhan; İsmet Özel, Cemil Meriç vb.) kişiler tarafından da sıkça dile getirilmiştir. İşin ilginç yanı, bozuk bakışın mimarlığı kendi kültürüne düşmanlık etme; milletini hakir görme; Batıya zebun olma ve onun karşısında nihayetsiz bir ezikliği yaşama... esasında çok sağlam(!) kurulmuş olmalı ki, işaret ettiğimiz onca eleştiriye, reddiyeye rağmen Cumhuriyet aydını bozuk bakışın mimarlığını tekrarlayarak süreklileştirmekten de hiç geri durmamıştır. Bu manada 1930'larda sergilenen tavrıla, 2010'larda, hatta ‘20'lerde tekrarlanan tavrılar arasında bir fark yok gibidir. Şimdi bunu henüz dumanı üstünde sayılabilecek bir örnek üzerinden konuşmak daha isabetli olacaktır. Sözlerini örnek olarak seçtiğimiz kişinin aynı zamanda bir mimar olması ne şakadır ne de paradokstur, başlı başına bir aydın gerçeğidir. Mimar ve öğretim üyesi Uğur Tanyeli diyor ki: “1932 yılına ait bir fotoğraf New York'ta Central Park'ın ‘Lawn' diye bilinen kesimini gösteriyor. Taşlı bir düzlüğün ortasında dizilmiş bir grup sefil kulübe görülüyor resimde: 1929 büyük ekonomik bunalımının işsiz bıraktığı milyonlardan küçük bir kesim de kendilerine Central Park'ı mekân tutmuşlar. O dönemde bunun gibi yüzlercesinin mevcut olduğu ve genelde bunalımla baş etmeyi beceremeyen iktidarı simgeleyen Başkan'ın adıyla ‘Hooverville' (Hooverkent) diye adlandırıldıkları biliniyor. Dünyanın en şık parklarından birinin ortasında apaçık bir sefalet manzarası bu. 22 Eylül 1932 tarihli bir New York Times haberi Deputy Parks Commissioner John Hart'ın sözlerini aktarıyor: ‘Park yönetimi derin bir üzüntü duysa da bu sabah yerleşmeyi ortadan kaldırmaya karar verdi. Bunu yapmak istemiyoruz. Oradaki insanlar düzeni koruyorlar, yapabildikleri kadar konforlu barakalar inşa edip döşemişler de. Fakat yerleşmenin içinde ne su ne de sağlık donatıları var.'
ir ço B cuğun bir yetişkine her zaman öğretebileceği üç şey vardır.” Diyor Brezilyalı romancı ve şarkı sözü yazarı Paulo Coelho; 1. Nedensiz yere mutlu olmak. 2. Her zaman meşgul olabilecek bir uğraş bulmak. 3. Elde etmek istediği şey için var gücüyle savaşmak. Çocukluktan ergenliğe ve oradan yetişkin bir insan olmaya doğru yaptığımız yolculukta bu 3 şey tam tersine dönüyor: Mutsuz olmak için bahane üreten, farklı şeylerle meşgul olarak dinlenmek yerine hareketsizliği ve tembelliği tercih eden ve başarıyı terle, çalışarak emekle değil, bedava kazanmak isteyen bir canlıya dönüşüyoruz. Mesela hepimizin etrafında vardır böyle tipler, belki de bizizdir; insanlar ilgi çekmek için problem üretmeyi çok severler. Dünyada böyle aptalca düşünen başka bir canlı türü yoktur. «« Ayakta yeme çılgınlığından evdeki sofra veya masaya geri dönüş yapmaya çağırıyor bizi Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta; “Sağlığımız ve kesemiz için hayatımızdan çıkmakta olan ‘ev yemeklerine' geri dönmemiz şart. Hele de çocuk sahibi olanların evinde mutlaka tencereler kaynamalıdır. Tüm ailenin bir masa etrafında toplandığı ev yemeklerinin lezzetini hiçbir ‘5 yıldızlı' Michelin restoranı veremez.” «« Kuş cıvıltısı anlamına gelen Twitter'da biri Türkiye'de fazlaca abartıldığını düşündüğü 12 şeyi şöyle sıralamış: 1-Kardeşlik edebiyatı, 2-Namus edebiyatı, 3-Evlilikler/Düğünler, 4-Türk dizileri, 5-Zenginlik muhabbetleri, 6- Giyim/Kuşam, 7-Ev dekorasyonları, 8-Ünlüler, 9-Yemekler, 10-Seçimler, 11-Okullar, 12-Evlat sevgisi. Liste daha da uzatılabilir ama ben hak verdim. Bu konularda rahatsız edici bir ölçüsüzlük var. Ya aşırı değer veriliyor ya da aşırı değersizlik yükleniyor. «« Twitter'da biri de şöyle tavsiyede bulunmuş takipçilerine; “Her zaman için yumuşak konuş, makul ye, derin nefes al, yeterince uyu, sorgula, güzel giyin, korkusuz hareket et, sabırla çalış, farklı düşün, hoşgörülü davran, dürüst kazan, düzenli biriktirmeye çalış, akıllı harca, her söylenene inanma.” Hz. Musa'ya “Firavun'a git ve onunla yumuşak konuş” diyor Allah. Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır demiş eskiler. «« “En büyük sıkıntım bir kitabı okuduğumda onu okuyan başka biriyle tartışamamak.” Diyor köyde yaşayan ve kitap okumayı seven biri. Dışarıdan bakıldığında ya da daha farklı sorunları olanlara tarafından bunun sorun edilmemesi gereken küçük bir dert olduğu düşünülebilir ama öyle değil. Konuşamamak, bilgisini paylaşamamak, sürekli öğrenenler için dünyanın en büyük sıkıntılarından biridir. «« Taşıdığımız en ağır yükler kafamızdaki düşünceler ve kalbimizdeki kırıklıklar. Bilimsel verileri paylaşan hesaplardan birinde şöyle bir bilgi okudum; canımızı yakan kişileri beynimiz 6-8 ay içinde affeder. Beyin bu kişilerle ilgili kötü anıları silme eğilimindedir. Peki, beyin affediyorsa, insanlar kinlerini, öfkelerini neden yıllardır içinde taşıyor? Konu beyinle değil, kalple alakalı çünkü canı yanan beyin değil, kalp. Prof. D. Kemal Sayar da diyor ki; affetmek geçmişin zindanından çıkmaktır. «« Biri de Fransız filozof Diderot'un “Yalnız iyilik yapmak yetmez, iyiliği de zarafetle yapmak lazım.” Sözünü paylaşmış. İyilik, zarif insanlara has bir eylemdir. Zaten başa kakanlar, başa kakarak iyilik yolunun yolcusu olmadıklarını ilan ederler. “İyilik, insanın emniyet kemeridir.” Diyor Lokman Hekim. Cemil Meriç de kendine yakışanı söylemiş; iyilik eden mükafat bekliyorsa tefecidir. «« “Başardığında yanında büyük bir kalabalık olur ama başarana kadar yanında kimse olmaz.” Sözü de bir gerçeğin ilanıdır. Kimse başarıya giden yolda başına neler geldiğinle, o yolda ne fedakarlıklar yaptığınla, ne kadar yaralandığınla ilgilenmez. Başardıysan alkışlar. Biz başarıya giden yolda herkesi yanımızda görmek isteriz ama bu mümkün değildir doğru da değildir. Yola yalnız çıkılır. “Zirvesine göz koyduğum dağlara bak. Koşup takıldığım çitlere bak.” Diyordu Cahit Zarifoğlu
ergiler hür tefekkürün kaleleridir, demişti Cemil Meriç. Sadece hür tefekkürün mü? Değil elbette. Farklı bakış açılarının yeşerdiği, bir fikrin kök salıp meyve verdiği mecralar ve kaleler, dergiler. TÜRKİYE'NİN KURUCU DERGİLERİ YOK! Önce şu: Türkiye'nin dergileri yok: Kültürü, sanatı, düşünceyi, hâsılı medeniyeti tartışan, tartışarak fikir üreten adım adım, sayha sayha inşa eden kurucu dergileri yok maalesef. Oysa dergisiz bir düşünce hayatı düşünülemez. Sanat hayatı, edebiyat hayatı, entelektüel ve akademik hayat tahayyül bile edilemez. Dergiler, nefes borularıdır bir toplumun düşünce ve sanat hayatının. Düşünce hayatının nabzı dergilerde atar, dergilerle akar; dergilerle sular herkesi ve her yanı bir ülkenin düşünce ve sanat hayatı. Dergiler, güçlü, köklü dergiler bir ülkenin düşünce ve sanat hayatının gürül gürül akan ırmaklarıdır. Irmaklar kurursa, toplum çöle mahkûm olur, çorak ülkeye dönüşür yok olur zamanla... Türkiye, dergiler çöplüğü ve mezarlığı. Acı ama gerçek bu. KABA HEGEL ORYANTALİZMİ Şunu söyleyebilecek durumdayız: Tanzimat'tan itibaren ama Meşruiyet'lerden sonra çok muazzam dergiler yayınladık biz ülke olarak. Düşünce dergileri değil edebiyat dergileri, daha çok. Avrupa'da fikir dergileri daha yaygınken bizde edebiyat, sanat da değil edebiyat dergilerinin yoğunluklu olmasını neyle ve nasıl açıklamalı acaba? Burada kaba Hegel oryantalizmiyle konuşmak istemiyorum: Batı'da akıl, doğu'da duygu önplanda olduğu için, Batı düşünür, doğu duyar, hisleriyle konuşur, diyordu Hegel özetle. Tabii ki yanılıyordu. Hazırlayıcılarından biri olduğu o devâsâ Romantizm akımı, dışavurumculuktan izlenimciliğe, kübizmden dadacılığa kadar bütün sanatlara bir şekilde kaynaklık eden, Romantizm akımı, Hegel'i yanlışlıyor.
13 Haziran 1987'de vefat eden yazar, çevirmen ve mütefekkir Cemil Meriç'i vefatının 35. yıl dönümünde, kızı Prof Dr. Ümit Meriç anlattı.
Türk Kahvesi'nde Ayşe Böhürler'in konuğu Sosyolog-Yazar Prof. Dr. Ümit Meriç. ◾Ümit Meriç nasıl bir evde büyüdü? ◾#CemilMeriç ile arasında nasıl bir bağ vardı? ◾Cemil Meriç ile bir günü nasıl geçiyordu? ◾Cemil Meriç'in #düşünce dünyası nasıl şekillendi? ◾Cemil Meriç'in #entellektüel dünyası ◾#Türkiye sosyolojisine nasıl yaklaşıyor? ◾#Sosyoloji alanında yaptığı çalışmalar #Ümmetolog kavramı nedir?
Cemil Meriç'i Anlamak Pınar Erbaş soruyor, Dücane Cündioğlu yorumluyor. 1+1=1 Salı akşamları 23:10'da Bloomberg HT'de!
Edward Said'e göre entelektüel sürgün, marjinal ve yabancıdır. Said “marjinal” nitelemesini “toplumsal otoritelere karşı hakikati söyleyebilme gücü” anlamında kullanır. İktidara ve toplumsal otoritelere ait olamama haliyle de entelektüeli yabancı olarak tanımlar. O bağımsız fikirler ileri sürebilen bireydir. Cemil Meriç ise entelektüeli “daima gergin bir şuur, itiraz ve isyan” halinde görür. Bu hal de yapısı gereği otoriteyle mücadeleyi beraberinde getirdiği için entelektüeller için gönüllü veya gönülsüz sürgün hep bir bedel olmuş. Edward Said “sürgün” olmayı yer değiştirmek olarak görmez. Entelektüel hiç yer değiştirmeden de sürgün olabilir. Bulunduğu yerde yok sayılarak!
Kargadan başka kuş, Cemil Meriç'ten başka mütefekkir, Tanpınar'dan başka edebiyatçı, Cahit Zarifoğlu'ndan başka şair tanımayanların dünyasında “Mehmed Ali Aynî de kim?” sorusunu yazıma başlık yapmamalıydım. Zira bu soru, akademik nedenlerle ilgilenen birkaç kişiden, düşünme derdiyle hemhal olan üç beş okurdan başka kimsenin onu bilmediğini gösterirdi ki, bu da Hazretin ilmî emeğine vâkıf olanları çok üzerdi. Neyse ki, yakın zamanda mütevazı kütüphaneme dahil olan Ali Kemali Aksüt'e ait Kalemi Sayesinde Yaşamak – Profesör Mehmed Ali Ayni – Hayatı ve Eserleri adlı bir kitabın (Büyüyenay Yayınları, Haz.: Ahmet Yasin Çomoğlu), Aynî'nin tanınmasına olumlu etki yapacağını umarak, mezkur endişemi geri plana itip, hem bu kitabın, hem de Aynî'nin elimin altında bulunan kitaplarının bilgisini paylaşmakta fayda gördüm. Büyüyenay'ın takdim yazısında, elimizdeki eserin “...Mehmed Ali Aynî'nin 'kâh tedris rahlelerinde, kâh idâre sandalyelerinde ve kâh matbuatta' geçen macera-yı hayatını ortaya koyduğu...” belirtilerek, kitabın, Türk mûsikîsinin tanınmış sâzendelerinden Sadun Aksüt'ün pederi, idâreci ve yazar Ali Kemali Aksüt (1884-1963) tarafından kaleme alındığı ve Aynî'nin vefatından bir yıl önce 1944'te İstanbul'da neşredildiği bildiriliyor ve Aksüt'ün bu çalışmasında 'hâdiseleri senelerine göre sırlamaktan ibâret bir biyografi' yazmadığı, 'eser boyunca olayların geçtiği yerler hakkında târihî, coğrafî, iktisadî ve içtimâî bilgileri' verdiği ve 'aynı zamanda kendi kanaat ve tespitlerini paylaşmaktan da geri' durmadığı iletiliyor.
Dergileri, “hür tefekkürün kalesi” diye tasvir etmişti merhum Cemil Meriç, diğer yayın türleri olarak kitap ve gazete ile karşılaştırarak. Ona göre “kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz” kalıyordu. Kitap, smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür gibi. Kitap zamanın dışındadır, gazete ise ânın kendisi. Kitap, beraber yaşar, sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter. Dergi ise belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekalar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. Bu yayın türlerinin ruhu, mahiyeti ve işlevi hakkında muhtemelen yapılmış en güzel tasvirler bunlar. Ne kadar güzel ifade ediyor, ne kadar güzel yansıtıyor hallerini. “Hazin bir kaderi dergilerin” diyor, bizde. “Çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihli olanları bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümidler, hangi heyecanlar gizlenmiş merak eden yok” diye devam ediyor. Sadece bir cümlesini almak için daldım “Bu Ülke”nin ilgili bölümüne, kendimi daha fazlasını aktarmaktan alıkoyamadım. Dergilerin kültür ve düşünce hayatımızdaki konumu veya durumuna dair daha esaslı veya bunun üstüne söz söyleyebilecekler beri gelsin. Aslında bu yıl 12.si düzenlenen Uluslararası Dergi Günlerinden söz etmekti muradım. Geçtiğimiz haftanın bana göre en anlamlı etkinliklerinden biri Sirkeci Garı'nda bu yıl 12.'si gerçekleşen bu fuardı. 12'ye vasıl olduğuna göre artık yeterince gelenekselleştiğinden ve kendi rutinini oluşturmuş olduğundan söz edebiliriz. Üstelik bu etkinliğe öncülük etmiş olan Asım Gültekin geçtiğimiz yıl vefat etmişti. Yani bu sefer Dergi Günleri etkinliği başladığı günden bu yana ilk kez kendisinin organizatörlüğü olmaksızın, başkalarına devredilmiş bir görev olarak ifa edilmiş oldu. Yine de bu yılki Dergi Günlerinin münhasıran Asım Gültekin adına düzenlenmiş olması çok hayırlı, çok anlamlı bir etkinlik olmuş.
13 HAZİRAN 2021 DÜNYA TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1381 - Wat Tyler öncülüğündeki köylü isyancılar, Londra'yı basarak Hükûmet binalarını ateşe verdi, hapishaneleri boşalttı ve zenginlerle yargıçların kafalarını uçurdu. 1934 - Adolf Hitler ile Mussolini, İtalya'nın Venedik kentinde bir araya geldiler. Daha sonra bu buluşmadaki izlenimlerini anlatırken Mussolini, Hitler'den "aptal küçük maymun" diye bahsedecektir. 1993 - Kim Campbell, Kanada'nın ilk kadın Başbakanı seçildi. TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1550 - Mimar Sinan'ın eseri Süleymaniye Camii'nin temeli atıldı. 1966 - Ankara'da ilk kapalı devre televizyon yayını için hazırlıklara başlandı. 1977 - Başbakan Süleyman Demirel istifa etti. Hükûmeti kurma görevi Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit'e verildi. 2013 - Sibel Siber, KKTC'nin ilk kadın başbakanı oldu BUGÜN DOĞANLAR 1944 - Güney Koreli politikacı ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon, dünyaya geldi. 1965 - Türk tiyatro, film ve dizi oyuncusu Vahide Perçin, doğdu. BUGÜN ÖLENLER 1933 - Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi (Beşiktaş futbol şubesinin kurucusu ve ilk kaptanı Şeref Bey, vefat etti. 1987 - Türk yazar ve çevirmen Cemil Meriç, hayatını kaybetti.
Yusuf Kaplan ile "Yol Haritası" fikir kapılarını zorlamaya kaldığı yerden devam ediyor. Yusuf Kaplan bu bölümde semasının yıldızlarından bir düşünürümüzü, Cemil Meriç'i ele alıyor. Her hafta farklı konularla izleyicilerini fikir kapılarını zorlamaya davet eden Yusuf Kaplan bu bölümde semasının yıldızlarından bir düşünürümüzü, Cemil Meriç'i anlatıyor. Yusuf Kaplan başlıca şunları söyledi; Bu hafta semasının yıldızlarından bir düşünürümüzü, ele almaya çalışacağız. Bu kısa süreçte Cemil Meriç ile ilgili birkaç cümle kurmaya çalışacağım. Cemil Meriç'in ilginç bir özelliği var; nev-i şahsına münhasır... Cemil Meriç, Türkçe'yi yeniden kuran adam diyebiliriz. Türkçe'yi özellikle düz yazıda yeniden kuran adam, Türkçe'yi düz yazıda şiirleştiren adam aynı zamanda... Bu, şu demek; büyük düşünürler aslında üslup sahibi olan insanlardır. Daha doğrusu cümleyi şöyle kuralım, aslında üslup sahibi olan insanlar düşünce üretebilir. Cemil Meriç'in yaptığı şey o yani bir şekilde kendi üslubunu geliştirmiş, kendi dilini kurmuş, ifade biçimini kurmuş dolayısıyla kendi düşünce dünyasını da o açıdan çarpıcı bir şekilde ifade edebilmiş ve gelecek kuşaklara aktarabilmiş biri Cemil Meriç... Cemil Meriç Türk düşünce hayatın yaptığı en önemli şey kavramsal temizlik... Batıyla entelektüel ilişkilerimizi bir şekilde yeniden gözden geçiriyor. Batılılaşma tecrübemizi çok enfes bir şekilde açıklıyor, tartışıyor ama Cemil Meriç'in bir düşünür olmadığını söyleyebileceğimiz bir yerde var o da esas itibariyle bize bir şey söylemiyor Cemil Meriç yani bir fikri yok işte kültürden irfana önerdiği şey bu yani onun içini dolduracak bir şey çıkmıyor, külliyat çıkması lazım... Cemil Meriç'in ille de sosyalizme yamanması, sola yamanması gibi bir çaba var bunu şiddetle kınıyorum. Cemil Meriç gibi Türkiye'nin batılılaşma macerasıyla acayip bir şekilde derinlemesine hesaplaşmış, Türkiye'nin yaşadığı sıkıntıları, acıları kendi şahsi hayatında derinlemesine yaşamış birisini işte sosyalizmin dolayısıyla kemalizmin bir şekilde bir tarafına eklemlemek olacak iş değil... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Yusuf Kaplan ile “Yol Haritası” kendine özgü tarzıyla fikir kapılarını zorlamaya kaldığı yerden devam ediyor. Yusuf Kaplan bu bölümde Türk romanından ve yazarlarından bahsediyor. Yusuf Kaplan başlıca şunları söyledi; Özellikle edebiyatın, sanatın dolayısıyla ruh dünyasının bir toplumun hem şimdisinin, hem geleceğinin inşasında nasıl kilit rol oynadığını veya ruh köklerinden beslenemeyen yolculukların, edebi yolculukların, sanatsal yolculukların aslında bir toplumun yıkımıyla nasıl sonuçlandığını biz aslında bizim örneğimizle görüyoruz. Türk hikayesinde Ömer Seyfettin çok önemli bir adamdır, türk edebiyatında çok önemli bir adamdır. Arkadaşlarımız nasıl, iyi bir hikayeci midir? diye sordular. Bende iyi bir masalcı dedim. Yani şöyle, eleştirel anlamda kullanmıyorum tam tersine hakkını vermek için kullanıyorum. Aslında türk karakterinin, çocukların dünyasından başlamak üzere türkiyedeki insan tiplerinin yani bu toplumun ürettiği, Müslüman toplumun ürettiği fedakar, vefakar, vatansever insan tiplerinin en mükemmel örneklerini çizmiştir, karakterlerini, özelliklerini çıkarmıştır, çizmiştir ama işin ilginç tarafı Ömer Seyfettin yeni kurulan dünyada, yeni kurulan düzenekte herhangi bir şekilde tutunamamıştır. Tam tersine yeni bir dünya, yeni bir ulus inşa edeceksin, yeni bir millet inşa edeceksin, yeni bir kültür inşa edeceksin, yeni bir edebiyat inşa edeceksin yani bunun kurucu şahsiyetlerinden birisi Ömer Seyfettin olması lazım. Niçin Ömer Seyfettin devre dışı kaldı? Çünkü Ömer Seyfettin bu toprakların köklerinden besleniyordu, ruh köklerinden besleniyordu dolayısıyla yapılan yolculukta bu toplumun ruh köklerini kurutma yolculuğuydu. Bi şekilde roman yazıldı, meşrutiyet döneminde ki birikim ve ruhla yazıldı… Köklerden beslenen, gürül gürül akan bir gelenek var. Bizi sulayacak bir gelenek… Buradan aslında keşfedilmemiş kıtaları keşfetmeye çalışıyoruz… Tanpınar, Yahya Kemal aslında bunlar çok önemli tipler, karakterler. Cemil Meriç çok insafsızdır. Gerçekten çok çaplı bir adam. El atmadığı alan yok ve inanılmaz bir şekilde 1. Sınıf eserler vermiş bir adam... Burada asıl işlenen cinayet üzerinde kafa yormak lazım. Bi şekilde bir taraftan aslında sahte, icad edilmiş bir edebiyat üzerinden sahte bir ulus inşası var. O başarıldı mı? Kısmen başarıldı yani bunun sonsuza dek başarılı olması mümkün değil. Köksüz ağaç meyve vermez. Köksüz bu, dayanıksız çünkü dayanaksız. Dayanakları yok yani temelleri sağlam değil dolayısıyla çökmesi kaçınılmaz. Dolayısıyla oradan edebiyat çıkmadı, oradan romancılar, büyük romancılar çıkmadı bunun arkası gelmedi. Mesela büyük romacılardan birisi Kemal Tahir'di. Kemal Tahir noldu? Lanetlendi. Kemal Tahir bu toprakların çocuklarını, çocuklarının sesini dillendirdi, onların sesi oldu o ruhunu bi şekilde yani Osmanlı üzerinden anlamaya çalıştı, anlatmaya çalıştı yani muazzam bir şekilde Osmanlı'yı yeniden tarif etti ve adam dışlandı hatta dışlandı değil aforoz edildi! Mesela 2. Bir romancı daha var o da Tarık Buğra. Tarık Buğra'yı hiç kimse görmedi. Tarık Buğra ağladı, hüngür hüngür ağladı. Yapayalnız bir adamdı. Tam yel değirmenlerine karşı tek başına savaşan Donkişot'tu adam… Devamı videomuzda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Yusuf Kaplan'ın meşhur 100 kitap listesi. Okumak, ama nasıl? Neden bu 100 kitap? 4 renk kalem ne işe yarayacak? Kitabı okumak, kainatı okumak, kendini okumak... Peki bu ne demek? Yusuf Kaplan, Yol Haritası'nda adım adım izleyiciye rehberlik ediyor. Okumanın nasılını ve niçinini MyMecra 'nın yol arkadaşlarıyla paylaşıyor. Okuma hakkında bütün bildiklerinizi unutun! Sizi 101 bölüm sürecek keyifli bir yolculuğa davet ediyoruz. Sezai Karakoç'tan Arnold Toynbee'ye, Cemil Meriç'ten Roger Garaudy'e, Eflatun'dan Braudel'e ölmeden okunması gereken yüz önemli ismin mutlaka okunması gereken 100 kitabı. Bu serinin 101 bölümü tamamlandığında daha önce hiç kitap okumamışım diyeceksiniz. E o zaman, haydi okumayı okumaya. Gelin, Beraber Yürüyelim...
"Düşünürlerin, küçük bir topluluk içinde kalmalarının -en azından bizim ülke için- nedeni, üslüplarında edebiyata yer vermemelidir. Cemil Meriç'in edebiyatçı özelliği, okur kitlesini genişletmiştir." Cemil Meriç bağlamında, düşünürlerin üsluplarındaki edebiliğin önemi nedir?
Herkese merhabalar. Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Post Öykü'nün sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinliyorsunuz. Bugün hicri takvime göre 29 Ramazan 1441 Miladi takvime göre ise 22 Mayıs 2020 Cuma. Ramazan ayı boyunca muhtelif yazarlardan en güzel ramazan yazılarını sizlerle buluşturuyoruz. Ramazan ayının Alem-i İslam'a ve bütün dünyaya sağlık, sıhhat, esenlik ve güzellikler bahşetmesini diliyoruz. Bugünkü yazımız Serdar Tuncer'in, 14 Haz 2018'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Sevgiliyi bekler gibi” başlığıyla yayınlanan yazısı. Bakalım ne demiş Serdar Tuncer. Bir bekleyen ve beklenenden söz ettiğimiz vakit, bir malum ve bir meçhulü dile getirmiş oluruz. Malum olan, bekleyenin varlığı ve beklemekte olduğudur. Zira bekleyenin var olmadığı yerde beklenen diye bir şey yahut kimsenin varlığından söz etmek imkânsızlaşır. Hülasa bekleyen yoksa beklenen yoktur. Tam aksini iddia ederek beklenen yoksa bekleyen de yoktur diyebilirsiniz. Bu da yanlış bir düşünce olmaz sanırım. Beklenen ve bekleyeni insan olarak düşündüğümüzde ikisinin varlığı birbirini anlamlı kılmaktadır denilebilir. Böylesi bir durumda bekleyenin adı üstüne beklemekte olduğunu bilmiş oluruz ancak bilmediğimiz şey, beklenenin gelip gelmeyeceğidir. Bu durumun galiba bir tek istisnası var: Müslüman ve Ramazan. Ramazan, Müslüman için özlenen ve beklenendir. Gelişiyle memnun, gidişiyle mahzun edendir. Ramazan Müslümana sevgilidir. Ramazan-ı Şerif alıp başını giderken iftar sevinçlerimize tarifsiz bir hüznü katık eyledik. Gidiyor ve biliyoruz ki tekrar gelecek. Hatta nazenin zatların zarif ifadesi ile bizi öylesine özleyecek ki seneye on gün daha erken gelecek. Bilmediğimiz şu, o geldiğinde biz burada olacak mıyız? Bunu bilme imkânımızın olmaması bir Ramazan-ı Şerif'e daha kavuşmak için niyaz etmemize mani değil. Duamız odur ki bir sonraki Ramazan-ı şerif nazlı nazlı göz kırptığında, sağlık ve huzur içinde hamd ederek gelişine sevinenlerden olalım. Ramazan ayı beklenen, Müslüman bekleyense şayet, şöyle bir tarif yapmak galiba haddi aşmak olmaz: Müslüman daha arife gününe kavuştuğu an bir sonraki Ramazan-ı Şerif'i bekleyen kişidir. Bekleyen ve beklenen arasındaki irtibat Ramazan ayı ve Müslüman söz konusu olduğunda işte böylece tam tersine dönüyor. Beklenen mutlaka gelecek de bekleyen için iki meçhul söz konusu: Birincisi gerçekten beklemekte midir, ikincisi beklenen geldiğinde burada olacak mıdır? İkinci sorunun cevabını bilme imkânımız yok ama ilki için bir şeyler yapabiliriz. Önümüzdeki Ramazanı beklemeye başlamalıyız ki Müslümanlığımızın şahidi olsun. Göçersek gideni beklerken göçenlerden olalım, kalırsak gelenin beklerken bulduklarından. Bekliyorum demek, dil ile olmaz, kalbimizden, gözlerimizden en çok da halimizden o bekleyiş ve hasret süzülmeli. Cemil Meriç gittiği için üzülen sevdiğine “üzülme” diyordu, “ne ben gidiyorum; ne sen kalıyorsun, sen biraz benimle geliyorsun ben biraz seninle kalıyorum, ayrılmıyoruz.” Ramazan biraz bizimle kalmalı gitse bile. Biz biraz Ramazan'la gitmeliyiz kalsak bile. Diyeceksiniz ki bu nasıl olacak? Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Post Öykü'nün sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinlediniz. Bugün sizlerle Serdar Tuncer'in, 14 Haz 2018'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Sevgiliyi bekler gibi” başlığıyla yayınlanan yazısını paylaştık. Bir sonraki podcastimizde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.
"Yaşayan her kültür, yabancı kültürlere kapalıdır. Yalnız kendi kendini anlayabilir, yalnız kendi insanları tarafından anlaşılabilir" Cemil Meriç'in bu sözünü bir sosyal bilimci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Youtube kanalımızda çektiğimiz kitap inceleme videolarını podcast olarak sizinle paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Cemil Meriç hakkında 16 eseri teker teker incelediğimiz video serisinin son bölümünde nihai bir değerlendirme ile sözlerimizi toplamaya çalıştık.Oynatma listesi oluşturdum diğer videoları seri şeklinde izleyebilirsiniz.Bundan sonra Kur'an İlimleri(Ulum'ul Kur'an) serimize başlayacağız inşallah.Rabbim muvaffak eylesin. Biraz kendimizden bahsedecek olursak ; Ben Altay Cem Meriç 29 yaşındayım tıp doktoruyum.Bu kanalı düşünce tarihinin uğrak noktalarını kitaplar üzerinden incelemek ve yorumlamak için açtım.
Youtube kanalımızda yayınladığımız videoları size podcast halinde sunmaktan mutluluk duyuyoruz. Cemil Meriç'in en kıymetli,en fazla okunan ve incelenen eseri olan ''Bu Ülke''sini incelemeye çalıştık.Türkiye'de nefes alan her şahsın okuması gereken bu eserle ilgili incelememiz umarım faydalı olur. Ben Altay Cem Meriç 29 yaşında Tıp doktoruyum.Okuduğum kitapları sizinle beraber incelemeye çalışıyorum.
Cemil Meriç Konuşmaları Dücane Cündioğlu'nun Cemil Meriç'in düşünce dünyasını tanıttığı eserini yorumlamaya çalıştık.
Cemil Meriç Konuşmaları Dücane Cündioğlu'nun Cemil Meriç'i tercüme ve tercüme eleştirmenliği yönünden incelediği eserini yorumlamaya çalıştık.
Cemil Meriç Konuşmaları Cemil Meriç'in hayatına kızı Ümit Hanım'ın açtığı pencereden bakmaya çalıştık. Günlük hayatıyla, gözlerini kaybetmesine rağmen okuma hırsıyla , hüzünleri, huysuzlukları, keyifli halleri ile ilginç ve ilham verici bir hayatın sahibi olan yazarın eserlerini incelemeye başlayacağız. Biyografi niteliğinde olan bu dördüncü bölümün ardından Cemil Meriç'in kitaplarına giriş yapacağız inşallah.
Cemil Meriç Konuşmaları Jurnal birini ihbar etmek, şikayet etmek demektir.Yazar bu tabiri günlükleri için kullanmıştır.Cemil Meriç'in jurnalleri ise günlük vasfının yanı sıra bir yazarın karalama defteri mahiyetindedir. Baskısı iki cilt olan Jurnalleri biz de buna uyarak iki kısım halinde ele aldık.
Cemil Meriç Konuşmaları Cemil Meriç'in Jurnal adlı eserini yorumlamaya çalıştık.
Cemil Meriç Konuşmaları Cemil Meriç'in 1965-1969 yılları arasında İstanbul Üniversitesinde verdiği Sosyoloji dersleri ve 1973 sonrası verdiği konferanslardan oluşan Sosyoloji Notları adlı eseri inceledik.
Cemil Meriç'in tüm eserlerini incelediğimiz serimize Hint Felsefesi, Hint Dinleri, Hint Edebiyatı, Hint Mitolojisi üzerine yazdığı Bir Dünya'nın Eşiğinde eseriyle devam ediyoruz. Vahdet'i Vücüd, Yunan Felsefesi, Yunan Mucizesi, Tasavvuf, Atman-Brahman, Fena Fillah, Hakkel Yakin vb pek çok konuya kitabı incelerken değindik.
Cemil Meriç eserlerini incelemeye devam ediyoruz. Bu içerikte Saint Simon hakkında yazdığı ''İlk Sosyolog İlk Sosyalist'' başlıklı eseri incelemeye çalıştık. Kitabın adından anlaşılacağı üzere sosyoloji ve sosyalizm hakkında konuştuk. Miras, bankalar vb konulara da kitap içeriğinden dolayı temas ettik. Umarım faydalı olmuştur.
Cemil Meriç'in Mağaradakiler isimli eserini incelemeye çalıştık. Eserde Hilmi Ziya Ülken, hasbî düşünce, hakkı ketmetmek, kanun yapma vb konulara da değinmeye çalıştık.
Cemil Meriç'in İhvanu's Safa Risaleleri, Kitab-ı Mukaddes, Erasmus'un Deliliğe Övgü adlı eseri, batınilik, ismailiyye ve akıl üzerine denemelerinden oluşan Işık Doğudan Gelir adlı eserini incelemeye çalıştık, umarım faydalı olur.
emil Meriç'in Kültürden irfana adlı eserini incelemeye çalıştık. Eserin içinde müsteşrikler, tanzimat dönemi aydınları, Biruni tahkik ma'lil hind, antrapoloji, evrimsel sosyoloji psikoloji, egzotizm ve mistik düşünceler, bid'at kavramı vb pek çok konu hakkında konuştuk. Umarım faydalı olur.
Cemil Meriç'in son eseri olan Kırkambar kitaplarını incelemeye çalıştık. Bu esnada Hümanizm, romanlar, sol hareket, Kemal Tahir ve Atilla İlhan'dan da bahsetmiş olduk. Umarım faydalı olur.
Cemil Meriç'in son eseri olan Kırkambar kitabının ikinci cildini incelemeye çalıştık. Değerlendirmemiz esnasında modernizm, uygarlık, batıcılık, feminizm, kadın ruhu, kadınların çalışması vb konulara da temas ettik. Umarım faydalı olur.
Cemaleddin Efgani, Yunan mucizesi, felsefenin antik Yunan'da başlaması, Atilla İlhan'ın Hangi Batı kitabı, Ali Paşa Vasiyetnamesi vb konulara değindiğimiz bu videoda Cemil Meriç'in Umran'dan Uygarlığa adlı eserini incelemeye çalıştık. Umarım faydalı olur.
Cemil Meriç Konuşmaları Dücane Cündioğlu'nun Cemil Meriç'i fikri hayat serüveni, Ziya Gökalp konusunda yaklaşımı, Hilmi Ziya Ülken'le polemikleri ve Osmanlıcılığı yönünden incelediği Bir Mabed İşçisi adlı eserini inceleme ve yorumlamaya çalıştık. Bu esnada Anarşizm ve İslam arasındaki bir ortaklık noktasına değindik. Dönemin ve Cemil Meriç'in Osmanlı algısını tetkik ettik.