POPULARITY
“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus 62)“Onlar iman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.” 63“Korku ancak gelecekle ilgili olur, yani ileride korkutan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı korkulur. Hüzün ise ancak geçmişte olan birşeyle ilgili olur. Bu, ya geçmişte insanın hoşuna gitmeyen birşeyin meydana gelmiş olmasından ötürü, yahut da arzu edip sevdiği bir şeyi elde edememiş olmasından dolayı olur.Bazı muhakkikler şöyle demişlerdir: "Veliler için, korku ve hüznün olmamasının söylenmesi, ya onlar bu dünyada iken olur, yahut ahirette iken olur. Birincisi, şu sebeplerden ötürü olamaz;Bu, dünyada olmaz. Çünkü burası, korku ve keder yurdudur. Hele mü'min, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şuhadislerinde de buyurduğu gibi, bundan hiç kurtulamaz: "Dünya, mü'minin (adetâ) hapishanesi, kâfirin de cennetidir"“İman etmek" kelimesi nazarî kuvvetin {tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, "takvaya ermek" tabiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın, itikad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz "velî"yi, bütün bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz. Takva, ilim hududunda olur ve o hududu aşar. Çünkü Allah'ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allah Teâlâ'yı, celâl sıfatlarından bir sıfatla tavsif ettiğinde, Allah'ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah'a ibadet ettiğinde Allah'ı,böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O'nun pek çok mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstehak olduğunu düşünür.) Böylece o kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamındaolmuş olduğu sâbıt olur.Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar, aralarında bir akrabalık ve alıp-verecekleri bir malolmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah'a yemin olsun ki onlann yüzleri nurdur ve insanlar korkup hüzünlendikleri zaman, onlar korkup hüzünlenmezler" dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.Yine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Onlar öyle insanlardır ki, onları görenler Allah'ı hatırlarlar" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Onlarda görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak Teâlâ onlar hakkında, "Secde izinden nişanları yüzlerindedir" (Fetih, 29) buyurduğu için, onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.Herşeyin "velî"si, ona yakın olan demektir. Allah'a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak Teâlâ'yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah'ın kudretinin delillerini görür; dinlediğinde Allah'ın ayetlerini dinler; konuştuğunda, Allah'ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah'a kulluk ve hizmet için hareket eder, çalışıp çabaladığında, Allah'a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde de, Allah'a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah'ın velîsidir.İnsan böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah imân edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara 257)Bu müjdeden maksad, sâlih rüyadır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Büşrâ (müjde), müslümanın kendisinin gördüğü veya senin, onun için gördüğün salih (güzel) rüyadır," Yine Hz. Peygamber (s.a.s) “Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşirât (müjdeci rüyalar) kaldı.”Bil ki ayetteki, "büşrâ" tabirini "sâdık rüya" manasına aldığımızda, ayetin zahiri bu halin ancak veliler için söz konusu olmasını gerektirir. Akı! da buna delalet eder. Çünkü Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullaha gömülmüş kimsedir. Binâenaleyh kim böyle olur ise, uyurken de ruhunda sadece marifetullah bulunur.Marifetullah'ın ve Allah'ın celâlinin nurunun da, ancak hakkı ve doğruluğu göstereceği malumdur. Ama fikri, bu bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse, uyuduğu zaman da böyle dağınık kalır.
Öncelikle CHP Genel Başkanı Özgür Özel'e geçmiş olsun. Birincisi, burada bir koruma ihmali olduğu çok açık. Ana muhalefet partisi genel başkanının korumaları çok daha hassas, uyanık, dikkatli olmalı.
Allâhü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey imân edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günâhtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allâh'tan korkun. Şüphesiz Allâh, tevbeyi çok kâbul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât s. 12) Ayette açıkça gıybet, kişinin ölü kardeşinin etini yemesine benzetilmektedir. Böyle bir benzetmenin nedeni, insan tabiatının her ikisinden de nefret etmesidir. Çünkü insan bedensel olarak ölü kardeşinin etini yemeyi düşünemediği ve bundan rahatsız olduğu gibi ruhsal olarak da gıybetten rahatsız olur. Ebû Said el-Hudrî ve Câbir (r.a.e.)'den gelen rivayete göre Allâh Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Gıybet zinadan daha şiddetlidir.” Oradakiler “Ey Allâh'ın elçisi! Nasıl gıybet zinadan daha şiddetli olur?” dediler. Bunun üzerine Allâh Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Çünkü bir adam zina yapar da sonra tevbe eder; bunun üzerine Allâh onun tevbesini kâbul eder. Ancak gıybet edenin durumu farklıdır, gıybetini yaptığı kişi onu bağışlamadıkça, Allâh da onu bağışlamaz.” (Taberânî) Allâh Resulü (s.a.v.) bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: “Ölülerinizi kötülemeyin, böyle yapınca dirilerinize de eziyet verirsiniz.” Bu hadisten anladığımız üzere ölülerin gıybeti, dirilerin gıybetinden daha şiddetlidir. Çünkü onların gıybeti iki kötülüğü barındırmaktadır. Birincisi, onlardan af dileme imkânı olmaması, ikincisi ise eğer Allâhü Teâlâ o ölüyü affetmiş olsa, gıybet yapan bu adam, affedilen kişiyi kötüleyerek âdeta Allâh (c.c.)'un hükmünü sorgulamış olmaktadır. (Eşref Ali et-Tehanevî, Tehzibu'l Ahlâk,s.42-43)
Mushaf-ı Şerif, Fâtiha Suresi ile başlar. Yedi kısa cümleden oluşan bu mübarek sure; uluhiyet, nübüvvet ve ahiret konularını içermesi itibarıyla Kur'ân'ın bir nevi özetidir. Önce Hak Teâlâ'nın en kuşatıcı sıfatları zikredilir; ardından kulun niyazı gelir. O'nun şu üç sıfatı hatırlatılır: Rabbu'l-âlemîn, er-Rahman er-Rahîm ve Mâliki yevmi'd-dîn. Birincisi, O'nun tüm evreni yaratan, yaşatan; tür farkı olmaksızın tüm canlıların; inanç, ırk ve renk ayırımı gözetmeden cümle mahlûkatın terbiye edicisi olan, -tabiri caizse- bakımını yapan ve ihtiyaçlarını gideren bir varlık olduğu mesajı verilir. Bu sureyi okuyan insana şu hatırlatılır: Senin yönelmiş olduğun, niyaz ettiğin Allah, sadece senin ve senin inancına mensup olanların değil, tüm insanların Rabbi'dir. Dolayısıyla O'na yönelirken, sanki tüm mahlûkat adına O'nun huzurundaymış gibi hissetmelisin veya tüm mevcudatın aslında her an O'nun Rab'liğinin tasarrufu altında olduğunu düşünmelisin. İşte sen, böyle bir Rabb'in huzurundasın.
Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a.) buyurur: Resûlullâh (s.a.v.)'e “mâevhâ” kavl-i şerîfinin mânâsını sordum. Şöyle buyurdu: “Allâhü Te'âlâ “Eğer cezâyı sevseydim ümmetini muhasebeye çekerdim” buyurmuştur. Cenâb-ı Hâkk ümmetimden bazı şikâyetlerde bulundu. Birincisi, onları yarının işiyle sorumlu tutmadığım halde onlar benden yarının rızkını iserler. İkincisi, ben onların rızkını başkasına vermem onlar amellerini benden başkasına takdim ederler. Üçüncüsü, onlar benim rızkımı yerler, şükrü benden başkasına yaparlar, bana hıyanet edip yarattıklarımla (beni unutarak) dost olurlar. Dördüncüsü, izzet bendendir, ben izzet sâhibiyim, onlar benden başkasından izzet isterler. Beşincisi, Ben her kâfir için cehennem ateşini yarattım, onlar kendilerini oraya düşürmeye çalışırlar.” Rivâyete göre Allâh (c.c.), Peygamber (s.a.v.)'e şöyle buyurmuştur: “Ümmetine söyle: Onlar kendilerine yaptığı iyilikten dolayı birini seviyorlarsa ben size verdiğim birçok nimetle bu sevgiye daha çok lâyıkım. Eğer onlar yer ve gök ahâlisinden korkuyorlarsa, ben en üstün kudretimle korkulmaya daha lâyıkım. Eğer siz birine ümid bağlıyorsanız, ben buna daha lâyıkım, çünki kullarımı severim. Şâyet birinin size yaptığı eziyet ve sıkıntıdan haya ederseniz ben haya edilmeye daha çok lâyıkım. Çünkü cefâ sizden vefa bendendir. Siz başka biri için canınızı ve malınızı feda edip onu kendinize tercih etseniz ben buna daha lâyıkım. Çünkü ben sizin ma'bûdunuzum. Biriniz başkasına söz verip sözünü yerine getirse, ben buna da daha lâyıkım, çünkü ben sâdıkım.” denilmiştir ki: Allâh (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.)'e: “Ya Muhammed! Ümmetinin hesabı uzun olmasın diye onlara çok mal vermedim. Kalpleri katılaşmasın diye ömürlerini uzatmadım. Dünyadan tevbe etmeden çıkmamaları için onlara ânî ölüm de vermedim. Dünyada diğer ümmetlerden daha sonra bıraktım ki kabirdeki hapis hayatları uzun olmasın” buyurmuştur. (Aziz Mahmûd Hüdâyi, Nebî (s.a.v.)'i Zuhuru, s.63-64)
Şu dünya hayatında elde edilen lezzetler iki kısımdır. Birincisi, hissî lezzetler, İkincisi, hayalî lezzetlerdir. İki kısımdan her birinde insan bu lezzetleri elde etmek için gayret göstermez ve o zevkleri tatmazsa bu lezzetlerin farkında olamaz. Bu zevkleri tatmayınca da onlara karşı isteği az olur. Sonra bunları elde etmeye çalışır ve bunu da başarırsa onlardan haz duyar. Bu lezzetlerden haz duyunca da onlara karşı arzusu güçlenir. İnsan çalışıp, lezzet ve güzellikleri elde etme hususunda bir başka mertebeye ulaşınca, arzusunun şiddeti ve hırsının kuvveti bakımından, öncekinden daha üstün bir mertebeye varır. Hâsılı insan, arzularını ne kadar çok gerçekleştirirse daha fazlasını elde etmek hususundaki hırsı ve arzusu da o derece artar. Kemal mertebelerinin nasıl sonu yoksa hırsın da sonu yoktur. Aynı şekilde sonu olmayan kemal mertebelerine ulaşmak nasıl mümkün değilse, arzu ve hırsın verdiği acıyı kalbten atmak da mümkün değildir. Böylece bunun, kulun tedavi edemeyeceği bir hastalık olduğu, bu hastalığın tedavisinde daima kullarına yardımcı olan Kerîm ve Rahim Allâh (c.c.)'a yönelmesi gerektiği anlaşılır. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.92-93) FATİHA SURESİNDEKİ GAZABA UĞRAYANLAR VE SAPIKLAR KİMLERDİR? “Gazaba uğrayan ve sapıkların (yoluna değil).” (Fatiha s. 7) ayetindeki “gazaba uğrayanlar” yahûdîlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allâh şöyle buyurur: “Allâh'ın lanet edip aleyhine gazap ettiği kimseler.” (Mâide s. 60) Ayette geçen “sapıklar” ise; “Daha önce muhakkak ki saptılar ve birçok kimseyi de sapıttılar. Onlar dümdüz yoldan sapmışlardır.” (Mâide s. 60) ayetinin de gösterdiği gibi hıristiyanlardır. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.363-364)
5 Kasım'da dünyanın en güçlü ülkesi ABD'de yapılan seçimi kazanarak yeniden iktidara gelen Donald Trump, zaferini büyük ölçüde işçi sınıfının ve köylülerin çıkarlarına sahip çıkar görünmesine borçlu. Varsa yoksa “Amerikan işçisinin çiftçisinin çıkarları” diyor. Kendisi dünyanın dört bir yanında yatırımları olan, İstanbul'da koskoca bir “Trump Tower” kurmuş bir patron nasıl olacak da işçinin, küçük çiftçinin çıkarları için çalışacakmış? Söylediği şu:“Küreselleşme” denen “serbest piyasa” politikaları sermayenin Amerika ve Avrupa gibi zengin ülkelerden ve bölgelerden düşük ücret ekonomilerine kaçmasına yol açtı. Bir de göç politikası milyonlarca yabancının ülkeye akmasına neden oldu. Hem sermaye kaçtığı için hem göçmen işçiler daha ucuza çalışmaya razı olduğu için Amerikan işçisi işinden oldu. Trump efendi bu “küreselleşme” politikasına son vererek Amerika'yı yeniden “büyük” kılacak. Bütün ülkelerden yapılacak ithalata yüzde 10 ya da 20 gümrük vergisi koyacak. Amerika'nın esas güçlü rakibi Çin'e ise yüzde 60! Daha önce başkanken Çin'e yüzde 20 uygulamıştı, şimdi yüzde 20 herkese, Çin'e ise yüzde 60! Böylece Amerika içinde yapılacak üretimi desteklemiş olacak. Trump o kadar işçi yanlısı ki, Amerikan kapitalist sisteminin kalbi olan borsasıyla ünlü Wall Street'in Washington'daki hâkimiyetine de sövüp sayıyor. Hatta 2016 seçiminde dünyaca ünlü finans kapitalisti George Soros'a bir küfür etmediği kalmıştı. Güzel. Yalnız bir küçük sorun var. Trump şimdi bakanlarını seçiyor. ABD sisteminin en önemli iki bakanlığına kimleri getirdi dersiniz? Hazine Bakanlığı'na, yani İngiliz Mehmet rolüne, Soros'a on yıldan fazla para kazandırmış, 1992'de İngiliz lirasını çökerterek Soros'a milyarlarca dolar kazandırmış olan birini, Scott Bessent'i. Gümrük tarifelerinin uygulanmasından sorumlu bakanlık olan Ticaret Bakanlığı'na da Wall Street'te paradan para kazanan iki şirketin birden yöneticisi (CEO'su) olan Howard Lutnik'i. Demek ki bir bit yeniği var bu işte. Şu: Kapitalizm öylesine derin bir kriz yaşıyor ki, her ülke yaşadığı krizden kurtulmak için diğerlerine ekonomik olarak saldırmak zorunda. ABD de en çok Çin'e. O yüzden milliyetçi ekonomi politikaları patronlar sınıfının kendi ihtiyacı. Bu milliyetçi politikaların iki avantajı var tek tek ülkelerin sermayeleri için. Birincisi, rakip ülkelerin sermaye gruplarına karşı kendi sermaye gruplarının çıkarını koruyor bu politikalar. İkincisi bizce daha bile önemli: işçi sınıfına hedef şaşırtıyor. Onlara kendi sorunlarının sorumlusu olarak başka ülkelerin işçilerini ve göçmenlerini gösteriyor. Yani dünya çapında işçi sınıfını bölüyor, birbirine düşürüyor. Bu şekilde her ülkede işçi sınıfı kendi patronlar sınıfı karşısında zayıf düşecek. Sınıf mücadelesi vermeye hazır sendikalar “hain” ilan edilecek. İşçi sınıfının “millî çıkarlar” edebiyatından bağımsız örgütleri, partileri düşman ilan edilerek ezilecek. Kapitalizmin dünya çapındaki büyük krizleri sırasında işçi sınıfını sözde “ulusal çıkarlar” temelinde bölerek zayıflatan, sınıfın kapitalizme karşı tepkisini “ulusal” öfkeye dönüştüren, bağımsız sınıf örgütlerini “hain” ilan edip ezen, bunları yapabilmek için bütün demokratik hak ve kuralları ayaklar altına alan hareketlere verilecek bir tek ad vardır: Faşist! Trump'ın “Hitler iyi şeyler de yaptı” demiş olduğu iddia ediliyor. O reddediyor, yalan diyor. Demiştir. Çünkü kendisi de faşisttir. Yalnızca kendi milisleri, askerî birlikleri, sokakta “itleri” yok henüz. Onun için ön-faşist diyoruz ona ve benzerlerine. Yarın doludizgin faşist olacak bunlar. Amerikan işçisinin ve gençliğinin şimdiden özsavunma birlikleri kurması gerekiyor. İşçiler, Trump Türkiye için iyi midir, kötü müdür tartışmasına kanmayın. Faşizm, hangi ülkede olursa olsun, işçiler için kötüdür. Tarihî görevi sizi, işçi sınıfını ezmek, un ufak etmektir. Nerede görülürse ezilmelidir. Trump ve bütün faşistler, dünyada ve Türkiye'de, sizin, çocuğunuzun, ekmeğinizin düşmanıdır. Bütün ülkelerin işçileri, her bir ülkede faşizme karşı birleşin!
Birincisi ve mutlak yapmamız gereken şu. Türkiye'de oluşan faşist kamuoyunun “dönsünler de dönsünler, gitsinler de gitsinler” çığlıklarına aldırmadan Suriyeli kardeş- lerimizin dönüşlerini “onurlu geri dönüş” olarak planlamak ve gerçekleş-tirmek.
Önce, seneler içerisinde geliştirdiğim üç sarsılmaz inançtan bahsedeyim. Birincisi şudur: Başörtülü olmak, başörtülü olmaktır. Laiklerin, dindarların, sekülerlerin, liberallerin, siyasi partilerin ve daha bilmem kimlerin başörtüsü üzerinden nefret, itibar, hesaplaşma, ahkâm ve benzeri hiçbir operasyona kalkışmasına izin verilmemelidir.
Bir Müslüman ve Türk olarak şahsen Silahlı Kuvvetlerimizin hemen şimdi harekete geçmesini, Kudüs'ü fethetmesini, bayrağımızı Kudüs surlarına çekmesini çok ister, çok arzularım ama işler böyle yürümüyor. Birincisi devletin de bunu benim kadar istemesi gerekiyor. İkincisi devletin bunu gerçekleştirecek güce sahip olması gerekiyor. Üçüncüsü ve en önemlisi milletin de bunu istemesi gerekiyor.
Allâhü Teâlâ bizleri ve bizim için bu evreni yarattığı zaman kendisi için iki tane lütûf yaratmıştır. Birincisi râbbanî lütûftur. Zira o bütün mahlukâtın Râbbidir ve yaratıcısıdır. Bundan ötürü onların yaşamlarını idame ettirecek imkânları da hazırlamıştır. İkincisi ise ilâhî lütûftur. Bu lütûf yalnızca kendisine imân eden kulları içindir. İlâhi lütûf mü'mine yardım etmesi, onu hidayete erdirmesi ve ahirette de faydalandırmasıdır. Râbbani lütûf dünyada mü'min ve kâfir için eşittir. Bu konuda Allâh (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Allâh'ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” De ki: “Onlar dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyâmet gününde ise yalnız onlara mahsus olacaktır.” İşte anlayan bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” Yani dünyada faydalandığımız meyveler, tatlı sular, tatlı yiyecekler, temiz ve güzel giyecekler bütün hepsi mü'min ve kâfir için yalnızca dünyada eşittir. Ahirette ise bunların hepsi sadece mü'minler içindir. Kâfirin yiyeceği ise zakkumdur. “Şüphesiz zakkum ağacı günahkârların yemeğidir, o karınlarda maden eriyiği gibi, suyun kaynaması gibi kaynar.” (Duhan s. 43-46) Ahirette kâfirin giyeceği ateşten elbisedir. “Şimdi inkar edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir.” (Hac s. 19) İçecekleri ise bağırsakları parçalayan kaynamış sudur. “Cehennemdekiler ondan yerler ve karınlarını ondan doldururlar. Sonra zakkum yemeğinin üzerine onlar için kaynar su karıştırılmış bir içecek vardır.” (Saffat s. 66-67) Öyleyse kâfirler dünyada istifade edebildikleri bütün nimetlerden ahirette mahrum olurlar. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran'da Kıyâmet Sahneleri, s.13-14)
Önceki sene Endülüs'e giderken biraz okuma yapmış ve aslında herkesin bildiği iki tarihe takılmıştım. Birincisi, Endülüs'ten kalan son İslam devleti Gırnata Sultanlığı'nın 1492'de işgal edilmesiydi. İkinci tarih ise 1453'tü. Müslümanların Avrupa'da sekiz asır süren hükmü sona erdiğinde, Anadolu'daki Müslümanlar yeni bir çağın kapısını çoktan aralamıştı. Yani Endülüs'ün düşmesiyle İstanbul'un Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinin arasında 49 yıl vardı.
O zaman vairāgya nedir? Örnek olarak parayı ele alalım. Para da gerçektir. Kim değildir demiş? Paranın satın alma gücü vardır. Değeri düşmediği sürece, para alışveriş aracıdır. Eğer paranın bir şey satın alma yetisini üzerinden alsalar o zaman sadece resimli, renkli bir kağıt olurdu.
Yıllık bazdaki enflasyon rakamları önemli midir?.. Birkaç açıdan çok önemlidirler. Birincisi ve en önemlisi; başta memur maaşları olmak üzere tüm çalışan dünyasının emekleri karşılığında aldıkları aylık ücretin artışında yıllık enflasyon rakamları dikkate alınır. İkincisi; eğilimi gösterir. Yani, enflasyonla mücadelede olumlu adımlar atılıyor mu, atılmıyor mu; trend artış yönünde mi, azalış yönünde mi… Bunlarla ilgili fikir verir…
Tarih boyunca süregelmiş devletlere baktığımızda, herhangi bir bakımdan Enderun'a benzeyen bir okul göremeyiz. Devşirme sistemi ile toplanan çocuklardan en zeki ve kabiliyetlileri özel usullerle seçiliyor ve Enderun denilen saraydaki mektebe alınıyordu. Çalışma sistemi, programı ve işleyişi göz önünde tutulursa Enderun'un bir mektepten ziyade çeşitli hünerlerin, sanatların, idari ve siyasi bilgilerin uygulamalı olarak öğretildiği bir kurs ve staj yeri olduğu anlaşılır. Mektebin temel amacı Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisine gerekli insan kaynağını sağlamaktı. Bu itibarla burası mülki ve askeri idarecilerin yetiştirildiği bir yer olmuştur. Bugünkü Harbiye ve Mülkiye mekteplerinin hatta daha fazlasının aynı çatı altında birleştiği bir yer olmuştur. Enderun Mektebi, II. Murad Han zamanında Edirne Sarayı'nda teşekkül etti. Ancak gerçek yapısına Fatih Sultan Mehmed Han döneminde Topkapı Sarayı'nda kavuşmuştur. Enderun Mektebinin başarısında beş temel madde bulunmaktadır. Birincisi, buradaki adaylar özel olarak teşkil edilmiş, kurallara göre hareket eden gezici ekipler tarafından fiziki, bedeni ve ruhi özellikleri incelenerek seçilirdi. İkincisi, başarılı olanla olmayanla ayrılmasıdır. Başarı ve ilerleme göstermeyenler buradan orduya alınılırdı. Üçüncüsü, Enderun eğitiminin temel prensiplerinden biri de disiplindi. En küçük kusur bile cezalandırılırdı. Dördüncüsü, Enderun gençlerinin içinde bulunduğu çevre de onların bilgi ve görgülerinin artmasına yardımcı oluyordu. Divan-ı Hümayun üyeleri olan sadrazamlar, vezirler, kazâsker hep bu sarayda yoğun faaliyet içerisindeydi. Bu husus Enderunlu gençlere engin bir görüş ve tecrübe sağlıyordu. Beşincisi, Enderunlu gençlerin kabiliyetlerine göre her türlü makâma ulaşabileceklerini bilmeleri onların prensiplere uymalarını sağlardı. İşte bu şartlar Enderun'da asırlarca mükemmel devlet ve sanat adamlarının yetişmesini sağlamıştır. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Osmanlı Gerçekleri, s.203-205)
Geri Dönüyoruz'un 69. bölümünde Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu, Birinci Dünya Savaşı'nı tartışmaya açıyor. Dünyanın ilk büyük savaşının sebepleri, tarafları, kazananları, kaybedenleri, kazanan tarafta olup kaybedenleri derken, savaşın en kanlı cephelerini, İkinci Dünya Savaşı'na etkilerini ve Britanya ve Fransa'nın kıta dışından getirdiği askerlerin savaşa etkisini bu bölümde ele alıyoruz.
Geri Dönüyoruz'un 69. bölümünde Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu, Birinci Dünya Savaşı'nı tartışmaya açıyor. Dünyanın ilk büyük savaşının sebepleri, tarafları, kazananları, kaybedenleri, kazanan tarafta olup kaybedenleri derken, savaşın en kanlı cephelerini, İkinci Dünya Savaşı'na etkilerini ve Britanya ve Fransa'nın kıta dışından getirdiği askerlerin savaşa etkisini bu bölümde ele alıyoruz.
AKParti il başkanlarına Reis'in verdiği iki mesaj çok önemli. Birincisi, “Siz benim temsilcilerimsiniz. O iller size emanet.” İkincisi, “Bürokratik vesayete izin vermeyin.”
Yakın tarihimizde kendi derslerinin kitaplarını, yine kendileri yazan iki muallim vardır ki, bunlardan biri Ahmed Rasim Bey, diğeri de merhum Tahir Olgun'dur. Ben bu yazımda birincisinden muhtasaran (kısaca), ikincisinden ise mufassalan (uzunca) söz etmek istiyorum. Ahmed Râsim'in en önemli eserlerinden biri de, “Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi”dir. Sultan Reşad döneminde kaleme alınan bu kitabın orijinal yönü, siyasi tarihin yanı sıra kültür tarihine de yer vermiş olmasıdır. Üstad, Darüşşafaka Lisesi'nde talebe iken mevcut tarih kitaplarının yetersiz olduğunu, vak'anüvis tarihlerinin ise ders kitabı olarak okutulamayacağını görüyor ve işte bu eserini kaleme alıyor. Merhum, bahsini ettiğimiz bu kitabının takdim yazısında tarih derslerinde karşılaştığı sıkıntıları, yaşadığı bir takım olumsuzlukları uzun uzadıya anlatıyor. Osmanlı medeniyeti hakkında bilgi edinmek isteyenler bu tarih kitabına bigâne kalmamalıdırlar. Şimdi de Tahir Olgun'un iki dolgun çalışmasından bahsedelim. Tanıyanların bildiklerine göre, bu zat çok yönlü ve son derece velûd bir kalem erbâbıdır. Hiç şüphe yok ki, en mühim eseri 14 ciltlik nâtamam Mesnevi Şerhi'dir. Ayrıca edebiyat tarihiyle ilgili eserler kaleme aldığı gibi, şiirle de iştigal etmiştir. Darüşşafaka Lisesi'nde olduğu gibi, Kuleli Askeri Lisesi'nde de yıllarca edebiyat hocalığı yaptı. Bu kadar görevinin yanında matbaacılık ve yayıncılıkla da meşgul oldu ve kültür tarihimizin zengin kaynaklarından birini teşkil eden “Mahfil” mecmuasını yayımladı. 1951 yılında Rahmet-i Rahman'a kavuşunca Yenikapı Mevlevîhânesi'nin haziresinde annesinin kabrine defnedildi. Merhumun iki önemli eserine gelince, bunlardan biri “Müslümanlıkta İbadet Tarihi”, diğeri de “Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri”dir. Birincisi hakkında kaleme aldığım uzun bir değerlendirme yazısı kitaplarımdan birinde bulunmaktadır. Dolayısıyla burada eserin muhtevasından bahsetmeyeceğim, sadece eski Diyânet İşleri Başkanlarından büyük İslâm âlimi Ahmed Hamdi Akseki'nin bu esere çok önemli ve ayrıntılı bir takdim yazdığını hatırlatmakla yetineceğim. Nitekim Aksekili Hoca da, mukaddimesine bu önemi dile getiren şu cümlelerle başlıyor: “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” İslâm dinin bir kısmına ait tarih demektir. Gerek bu cihetten, gerek şimdiye kadar bu mevzuda toplu bir eser yazılmamış olması bakımından muhterem üstad Tahir Olgun'un bu eseri yüksek bir kıymeti haizdir. Ben, bu mukaddimede eseri tahlil etmeyerek, sadece eserde bahis mevzûu olan ibadetin ne demek olduğu ve bunun İslâm'da hâiz bulunduğu kıymet hakkında biraz izahat vereceğim.” Hatırlatırım, bu kıymetli izahlar büyük bir vukûfiyetle ve ihlâsla kaleme alındığı için, ibadetlerin önemini ve âbidin ruh dünyasında oluşturduğu sevgi hâlelerini olanca güzelliğiyle canlandırıyor. Aksekili Hoca, bir kitapçık hacmindeki bu mukaddimesini şöyle bitiriyor: “Gerek uzun zamandan beri devam eden hocalığı, gerekse tarih ve edebiyat alanındaki kıymetli yazılarıyla ve eserleriyle memleketimizin irfanına büyük hizmetlerde bulunmuş olan sayın üstada bu eserinden dolayı da teşekkürümü ve tebriklerimi sunarken Allah'tan âfiyet ve sağlık dilemeyi de vecibe sayarım.”
“Her tercüme ters serilmiş bir halı gibidir, şekilleri görünür ama renkleri görünmez” şeklindeki genel kanaatin doğruluğuna bir itirazımız yok. Ancak bu genel kanaatin, kendi dil özellikleri ve grameri korunarak Arapça ve Farsçadan müştereken inşa edilmiş Türkçe için pek geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Zira ilmî düşünce -tefekkür- iletişim / sokak diliyle değil ancak mefhum, ıstılah, mecaz ve istiarelerle… yapılabildiğinden bunların mezkûr dillerdeki asılları ya da ilgili metindeki kullanılışları günümüz okuruna birlikte verildiğinde, okurun metne nüfuzu çok daha fazla sağlanmış olmaktadır. Elimizde, İmam Gazzâlî'nin (rahimehullah) dilimizde çok sayıda tercümesi bulunan el- Munkız mine'd-dalâl ve'l mufsıh bi'l-ahvâl'den (benzerleri ve sayıları gün geçtikçe artan) iki güzel örnek var. Birincisi, Dalâletten Kurtuluş alt başlığını taşıyan, Mahmut Kaya – M. Cüneyt Kaya imzalı “neşir – tercüme ve inceleme (Klasik Yayınları, İstanbul 2022). İkincisi ise Hakikat Arayışı alt başlığını taşıyan, Abdurrezzak Tek imzalı “Bakışımlı Metin” (Ketebe, İstanbul 2023). Kaya'larca yapılan tam tercümesiyle adı “Dalâletten Kurtaran ve Yaşananları Açıkça Ortaya Koyan Kitap” olan ve yaygın olarak el-Munkız şeklinde kısaltılan eserin Gezzâlî'nin hal tercümesini, şüphelerden kurtulma ve hakikatle buluşma anlamında tefekkür süreçlerini ve vefatından yaklaşık iki yıl önce (1108-1109) yazılmış olması bakımından da görüşlerinin nihayetini birlikte vermesi bakımından değerli olduğu malumdur. En özet söyleyişle Gazzâlî, el-Munkız'ında, duyuların etkisindeki aklî bilgilerin hakikatle irtibatında derin bir şüpheye düşerek, iktidar çatışmalarının kimi olumsuzluklarına doğrudan muhatap olmanın da etkisiyle zihnî bir krize girerek, Şam'da yaklaşık iki ay uzlete çekilmesini takiben, Allah'ın hakikatin hakikatine dair kalbine attığı bir nur ile nasıl kurtulduğunu anlatır. Şüphenin Allah'tan uzak kalmaktan kaynaklandığını söyleyen Gazzâlî, el-Munkız'ını şüpheye düşme, hakikati arama ve kurtuluşa erme üçlüsü üzerine şahsi tecrübeleri ve son tahlilde sıhhate kavuşan kanaatleri doğrultusunda yazmıştır. Eserinde, kendilerini hakikate ermenin yolu olarak takdim eden kelâmcıların, Bâtınîlerin, felsefecilerin ve sûfîlerin yol ve yöntemlerini kat ederek sûfîlerde karar kılan Gazzâlî, kelamın yetersizliği, felsefenin tutarsızlığı, Bâtınîliğin temelsizliği ve tasavvufun kurtarıcılığı esasındaki araştırmalarından elde ettikleriyle bizzat ulaştığı sonuçları aynı zamanda hakikate erişmeye dair nihâî bir yöntem olarak da tesis etmiştir. Dolayısıyla o el-Munkız'ında zikrettiğimiz hususların tümünü içine alan mefhum, ıstılah ve mecazlar… eşliğinde özel bir dil kullanmıştır ki, eserini yazdığı dil ve ondan yapılacak tercümeler de bu dille olan irtibatlarıyla önemli hale gelmiştir.
Sosyal medya platformlarının tabu gördükleri ve taviz vermeye yanaşmadıkları üç başlık var. Birincisi eşcinselliğin (LGBT) sorgulanması. İkincisi İsrail karşıtı paylaşımlar. Üçüncüsü ise Filistin yanlısı içerikler. Biliyoruz ki yeni bir durum değil. Ancak 7 Ekim'den sonra İsrail'in Gazze'de başlayan soykırımını gölgeleme rolü üstlenen Facebook ve Instagram sınırsız özgürlüklerin mecralarından devasa sansür platformuna dönüştüler. WhatsApp'ı da bünyesinde barındıran META, İsrail'in politikalarını desteklemenin de ötesine geçerek soykırımı örtbas etme ve Siyonizm terörünü meşrulaştırma misyonunu yüklendi. Bu benim yorumum ya da gözlemim değil. Sosyal medyayı çiçek böcek paylaşımları yapmak için kullanmayan ve dünyada olup bitenlere duyarsız kalmayan her kullanıcı çok ağır baskı altında. Maruz kalınan sınırsız ve sorgusuz sansürün bir sistematiğe dönüşmesinde ise yapay zeka robotlarının tam teşekküllü devreye alınmasının rolü çok büyük. Instagram'ın önceki gün Türkiye'de erişime kapatılmasının nedeni de META'nın kendisini devletlerin, anayasaların üzerinde görmesi ve düşünce özgürlüğünü kendi çıkarlarına göre sınırlaması var. Hamas Siyasi Lideri İsmail Heniyye'nin İsrail tarafından şehit edilmesinden sonra yapılan milyonlarca paylaşımın neredeyse eş zamanlı olarak Instagram'dan kaldırılması ise bardağı taşıran son damla oldu. META yapay zeka robotlarını devreye sokarak, içeriğinde İsmail Heniyye geçen ve Heniyye'nin fotoğraflarının olduğu paylaşımları otomatik olarak kaldırdı ve kullanıcıları “terör örgütünü desteklemekle” suçladı. Yapılan çok net; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına politik görüş dayatmak ve İsrail adına yaptırım uygulamak! Instagram'ın Türkiye'de kısıtlanması sansür ve özgürlüklere müdahale tartışması da başlattı. Ancak perde gerisinde kullanıcılara kısıtlamanın her türlüsünü uygulayan ve düşünce özgürlüklerine set çeken META'nın asla uzlaşmaya yanaşmaması söz konusu.
“Dini eğitimimi babamdan aldım” demişti katıldığı bir söyleşide. Babası bir şeyh, sufi ve müezzindi. Mülteciydi evet. Bir mülteci olarak, 1963'te, Gazze'deki Elşati Kampı'nda doğmuştu. Hamas kurucusu Şeyh Ahmet Yasin'in özel kalemi idi. Yasin'in şehadetinden sonra Hamas'ın kilit ismi olmuş, Gazze, Kudüs ve Filistin için onurla ve şerefle çalışmış, gayret etmişti. Siyasi hayatı boyunca tutuklamalara maruz kalmış, ailesinden pek çok kişi şehit edilmiş, kendisi de pek çok suikasttan kıl payı kurtulmuştu. Sonunda, tetiğin İran tarafından mı, İsrail tarafından mı çekildiği belli olmayan bir saldırıda şehit oldu. Emaneti Rabbimize teslim etti. Bana sorarsanız, şehadet, hak edilmesi gereken bir makamdır ve Rabbimiz, bu makamı sadece sorgudan ve sualden beri tutmak istediği güzel kullarına ihsan eder. Bu bakımdan, İsmail Heniyye'ye şehadetten gayrısını zaten yakıştıramazdım. Dolayısıyla Heniyye, yaşaması gerektiği gibi bir hayat yaşayıp, ölmesi gerektiği gibi bir ölümle ayrıldı aramızdan. Mekânı cennettir, makamı âlidir Allah'ın izniyle. Peki, bize ne kaldı bu şehadetten? Derin bir utançtan, daha da derinleşen bir öfkeden ve ondan da derin bir mahcubiyetten gayrı bize kalan ne oldu Heniyye'nin şehadetinden? Deniliyor ki “Heniyye suikastı, Gazze konusunda duyarlı, antisiyonist cepheyi umutsuzluğa sevk etti.” Hayır, hayır ve hayır. Tam tersine umutla doldu içimiz. İki bakımdan. Birincisi, İsmail Heniyye, “şehadetin tüm nesillere ve çağlara bir çağrı” olduğunu hatırlatarak ve bu leşleşmiş köpek soylu toplulukla mücadelenin en lezzetli meyvesinin şehit olmak olduğunu bize bir kez daha göstererek ayrıldı aramızdan. Bu mücadelenin sonunda ödüllerin en güzelinin, makamların en yükseğinin olduğunu işaret etti. İkincisi, İsrail denilen terör devletinin köşeye ne kadar sıkıştığını, bu sıkışıklığı ancak Gazze davasının en kilit ismini ortadan kaldırarak açmak ve aşmak istediğini gösterdi bize bu şehadet. İsrail, zavallılığını ve zevalinin yakın olduğunu bir kez daha izhar etti. Deniliyor ki “Heniyye suikastı, İslam dünyasının liderlerine bir ‘ayağınızı denk alın' mesajıydı. Bundan böyle bu liderler İsrail ile ilişkilerini gözden geçirmek zorundalar.” Açıkça yazacağım. İsrail isimli terör örgütü karşısında canından korkan hangi liderse Allah onun canını tez vakitte alıp yerine bu köpek soylu topluluk karşısında canını hiçe sayan liderler ihsan etsin ümmete. İsrail'den korkanın canı cehenneme olsun. Dolayısıyla doğru cümle şu: “İsrail'in Heniyye'yi şehit etmesinin ardından İslam dünyasının liderleri canlarından korkmaya devam ederlerse istisnasız hepsi birer tasmalı ittir nazarımızda. İslam ümmetinin bu mesajını doğru anlamayan liderlerin tamamının sonu yakındır.” Deniliyor ki “bu iş burada bitti.”
İslam dünyasının çok değerli düşünürü, bilge insan Taha Abdurrahman geçtiğimiz hafta Türkiye'deydi. Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi ve Prof. Dr. Mehmet Görmez hocamızın başkanlığında önemli çalışmalar gerçekleştiren İslam Düşünce Enstitüsü tarafından düzenlenen bir konferansa katıldı. Yazık ki geç haberim oldu ve orada olamadım. Ancak konferansın videosu ve medyada yayınlanan haber metinlerinden orada dile getirdiği ve Gazze meselesine ufuk açıcı açılımlar getiren fikirlerini öğrenme fırsatım oldu. Daha fazla insana ulaşabilmesi açısından sözlerinin bir kısmını buraya da alıntılamak istiyorum. "Gazzeli murabıtlar… Onlar dünya çapında mücadele erleridir. Orada bir Filistinliye zarar verilmesi, incitilmesi dünyaya acı vermektedir. Bir modelden bahsediyorsak ilahi modelden başka bir modelden bahsedemeyiz. Dolayısıyla Gazzeli murabıt aslında bir modeldir. Onun için Filistinli, Gazzeli insan bir dünya insanıdır. Aslında onlar insanlık adına iki görevi üstlenmek üzere seçilmişlerdir. Birincisi 'insanlık değerlerini yenilemek', ikincisi ise 'dünyada insanları özgürleştirmek.' İşte Gazzelilerin görevi budur.” “Filistinli murabıtın görevi herhangi bir insanın görevine benzemez. Filistin toprakları içerisinde kutsallığın argümanları bir araya gelmiştir. Filistin mutlak değerlerin kemalin değerlerinin tecelli ettiği bir topraktır. Filistinli murabıtın yaşadığı dönem bir başka insanın yaşadığı dönemden farklıdır. Çünkü Filistin'in hafızası içerisinde manevi güç ve eserler vardır. Çünkü manevi eserler olmazsa değer olmaz, değer olmazsa kemal olmaz. Ne olursa olsun Filistinli hangi sıkıntılılarla, hangi belalarla boğuşursa boğuşsun en nihayetinde bugün Gazzeli insan kamildir.” Filistinli bir murabıta ya da Gazzeli modeline insanlığın değerlerini yenileme görevi verildiyse, kutsallığı ortaya çıkarma gücüne sahip olduğu içindir. Ve varlığıyla bunu yapabilme gücüne sahiptir. Çünkü kutsallığı koruyabilme gücü Filistinliye bütün dünyada yaşayabilir, dirençli olabilir özelliği katmaktadır. Allah'a yakınlaşmasının sırrı ilahi aşktır, ilahi sevgidir. Ne olursa olsun bu böyledir."
Gazze'deki soykırım 300 günü geride bırakıyor. Tam on aydır, her an her dakika bir halk katlediliyor, bir şehir yok ediliyor. Gazze gözlerimizin önünde tarihin en ağır soykırımına maruz kalırken bizler de çırpınıyoruz. ‘Elimizden ne gelir?' sorusunu çok kez sorduk. Çok kez de çaresizliğimizden utandık. Elden gelen yürümekti, yürüdük. Avazımız çıktığı kadar sloganlar attık, toplaştık, sabahladık, boykotlar başlattık. Lakin ne Gazze için yaptıklarımız bizi tatmin etti ne de Gazze'deki soykırımı durdurabildik. Başta İslam ülkeleri, tüm devletler İsrail'i kınamanın ötesine geçemezken insanlar ne yapabilirdi ki? Üstelik, “Filistinliler toprak sattı” iftirasına muhatap edildik. Filistin halkının ataları tabii ki vatanlarını, topraklarını satmamışlardı. Ancak bu yalan, zehirli sarmaşık gibi bir anda topluma sirayet etti. Sosyal medya hızında yayıldı. Anası, babası “Kahrolsun İsrail” diye slogan atan evlatlar dahi, fanı oldukları Oğuzhan Uğur'un Gazze halkına kurduğu kumpasa alet oldular maalesef. Asıl çaresizliğimiz de buydu. İsrail'in gayrinizami harp unsurlarını fark edememiştik. Filistin'de yaşananların arka planını, bu meselenin neden bizlerin de davası olması gerektiği ve daha sarsıcı bir gerçek olan İsrail'in dünyanın geri kalanını nasıl etkisiz hale getirdiğiyle yüzleşmeliydik.. Siyonizmin kontrolünde olan, sinema, dizi ve dijital içerik platformları ‘Holokost Endüstrisi'ne seri üretim yaparken, İsrail de Filistin halkının ve son 15 yıldır Gazze'nin sesini duyulmaz hale getirerek, 10 ayı geride bırakan soykırımın sosyolojik altyapısını inşa etmişti. Geçtiğimiz hafta İstanbul ve Ankara'da birbirinden değerli üç konferans veren Filozof Taha Abdurrahman, Gazze halkı için şu tespiti yaptı: “Filistinli, Gazzeli insan bir dünya insanıdır. Aslında bunlar bütün insanlar arasında seçilmişlerdir. Tüm insanlık adına iki görevi üstlenmek üzere seçilmişlerdir. Birincisi 'insanlık değerlerini yenilemek', ikincisi ise 'dünyada insanları özgürleştirmek.' İşte Gazzelilerin görevi de budur.” Prof. Taha Abdurrahman, Müslüman halkların, fiziki özgürlüklerin rehavetinden sıyrılarak zihnen ve fikren özgürleşmesi gerektiğini söylüyordu aslında. Bizlerin de Gazze'nin ve Filistin halkının sadece bir vatan savunması yapmadığını, özelde tüm Müslümanlara, soykırım itibariyle de tüm insanlığa açılan savaşa karşı canlarını ortaya koyduklarını artık idrak etmemiz gerekiyor. Bu mukaddes bir yük ve omuzlamak istiyorsak, belki de en başa dönmemiz gerekiyor. Sizlere şimdi üç kitaptan bahsedeceğim. Roman, hatırat ve denemeden oluşan, Ketebe'den çıkan üç kitap. Aslında bu yazıyı kaleme almaya da geçtiğimiz günlerde elime geçen, ‘Gazze'deki Işık-Ateşten Doğan Yazılar' kitabını inceleyince karar verdim.
“İngiliz-Yahudi medeniyeti” tanımı malum, büyük düşünürümüz, rahmetli Teoman Duralı'nın kavramsallaştırdığı bir tanım. Meraklısı mutlaka okumalı hocanın “Çağdaş İngiliz-Yahudi Küresel Medeniyeti” kitabını. Duralı çok temel bir soru sorar bu kitabında: “Bugün, dünyayı ve insanlığı sarmış dev sorunların halledilmesi için elzem gözüken çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetine seçenek oluşturabilecek yeni bir medeniyet biçimini ortaya çıkarmanın zihni ve maddi zemini var mıdır?” Netanyahu kasabının ABD Kongresi'nde alkışlanan konuşmasının ardından yeniden geldi bu temel soru aklıma. Dünyanın bugün geldiği “sürdürülemez nokta”yı aşabilmek için yapılması elzem olan şey elbette İngiliz-Yahudi medeniyetini bir daha belini doğrultamayacak şekilde yok etmek, orası kesin. Fakat sorumuz şu: Nasıl? “Nasıl?” için elimizde bazı veriler var. Onları bir didikleyelim. Birincisi ve en önemlisi, ABD Kongresi'ndeki tiyatronun dünyadaki karşılığı meselesi. Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Hindu ve diğer inanışlardan Siyonistleri bile büyük oranda ikna edemeyen bu tiyatro bize Gazze sürecinin başından itibaren ortaya çıkan gerçeği bir kez daha gösterdi. Dünya sakinleri artık belli belirsiz bile değil açıktan anlıyor ve hissediyorlar ki bu açık zulüm düzeneği yoluna devam edemez. Fakat biliyoruz ki anlamak başka, harekete geçmek başka. Açık konuşmak gerekirse “nasıl”ı cevaplamak için elimizdeki tek olumlu gerçeklik de işin burasıdır. Dünyanın yönetimi konusunda hemen hemen hiç karşılıkları olmayan milyarlarca insanın “değişim talebi” yani. İngiliz-Yahudi medeniyetinin en büyük başarısı malumdur ki hiçbir boşluğa izin vermeyen bir “big brother” düzeneğini kurup işletmesidir. Bugün dünyada finans ve küresel kültür endüstrisi başta olmak üzere İngiliz-Yahudi medeniyetinin tasallut etmediği herhangi bir alan yoktur. Dünyada yerleşik faiz ve sermaye düzeni, bu tasalluttan en çok payı alan kalemdir. Böylelikle aslında parasını ve geleceğini bu düzeneğe teslim etmiş ülkelerin tamamı bu big brother düzeninin devamının mecburi savunucusu durumundadırlar. Petro-dolarlarının tamamı ABD ve İngiliz bankalarında kuzu gibi yatan Körfez ülkeleri için de böyledir durum, çok zengin Japonya için de böyledir, bir sürü başka ülke için de böyledir. Dahasını da söyleyelim. Muktedir olma güçlerini büyük oranda İngiliz-Yahudi medeniyetinin varlığına ve desteğine borçlu olan iktidarların da bir şey yapma şansları yoktur, olmayacaktır. Hadi dahasını da söyleyelim. Rusya, Çin hatta İran ve Türkiye gibi ülkeleri de bu İngiliz- Yahudi medeniyetinden ayrı ülkeler olarak tasavvur edemeyiz. O halde “nasıl” sorusuna vereceğimiz ilk olumsuz cevap şu olsun: “Mevcut ülkelerin mevcut yönetimleriyle değil.”
Ölüm bir müslüman için ne ifade eder, ölüm gerçekten korkulacak bir şey midir, bunlar gibi konular üzerine konuştuk. * Sözler/On Yedinci Söz Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve müptelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan o haletten istifade eder, rahat-ı kalble gider. Şimdi, o haleti intaç eden vecihlerden, nümune olarak beşini beyan edeceğiz. Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle, dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor. İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla, o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor. Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhara gitmeye samimî bir şevk veriyor. Dördüncüsü: İnsan-ı mü'mine nur-u imanla gösterir ki, mevt, idam değil, tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz'iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmân'a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir. * Video Linki: https://youtu.be/IU57IhezhMo * Bölümler: 0:00 İntro 1:07 Allah'ın ölümü bize sevdirmesi 4:46 Kainattan en çok istifade eden insandır 9:43 İnsan dünyaya meftundur 13:48 İhtiyarlık mevsimi 17:10 Beyaz saçlar neyi ifade ediyor 19:16 Gençler ihtiyarlık mevsiminden nasıl hissedar olurlar 23:05 Ölümü gülerek karşılamak 25:13 Ölüm mümin için bir paydostur 28:12 Ölüm mekan değiştirmektir 31:50 “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim) 34:04 “Uyku ölümün kardeşidir.” (Suyuti) 35:23 Cehennemin varlığına sevinen komünist 36:36 Bitiş * Harun Serkan Aktaş * Takip Etmeyi Unutma: Instagram: @maksat114bursa YouTube: @maksat114 Spotify: Maksat 114 X: @maksat114bursa
Sekülerizm'le sulh düzeni'nin hâkim olacağı bir dünya kurulamaz. İki bakımdan kurulamaz. Birincisi, sekülerizm, varlığa ontolojik saldırı olduğu için hayatta anlam krizinin patlak vermesine yol açıyor. Varlığın, insan varlığının dünyasını parçalıyor: Düşünce dünyası ile his dünyasını birbirinden ayırıyor. Ruh ile bedeni birbirinden ayırıyor. Varlık krizi'dir bu; varlığın bütün varlığıyla varoluşa gelişinin önüne set çekilmesidir. Hayatın bir bütün olarak idrak edilememesi, kavranamaması, duyulamaması, yaşanamamasıdır. İnsanın fizik dünyası ile fizikötesi dünyası arasındaki irtibatın kopması, insanın dünyaya fırlatılması gibi bir hikâye oluyor. Oysa varlığın dünyasının bütün boyutlarıyla idrak edilebilmesi, ontolojik şiddetin yok olması ve ontolojik rahmetin kol kanat germesi sonucunu doğuruyor. İnsanın ontolojik varlığının parçalanması, insanın ve varlığın dünyasının bir bütün olarak idrak edilmesini imkânsız hâle getirir. İnsanın ruh ve beden'den oluşan bütünlüğünün yitirilmesi hayatın da, hakikatin de bütünlüklü olarak kavranmasınI imkânsızlaştırır. Hayatı ve hakikati bir bütün olarak idrak edemeyen insan, insanın özgürlüğünü yitirecek tehlikeli bir sürecin eşiğine sürüklenir. Hayatı, hakikati, varlığı bir bütün olarak kavrayamayan insan, özgürlüğünü tehlikeye sokar. Varlığın, hayatın ve hakikatin önce parçalı olarak idrak edilmesi, sonra da paramparça edilmesi; varlığın, hayatın ve hakikatin anlam düzenini bozar, bozar ne kelime, târumâr eder! Sekülerizm ile sulhün ve düzen'in hâkim olduğu bir dünyanın kurulamayışının ikinci nedeni, sekülerizm'in dünyanın dünyasının sadece bu dünyadan ibaret olduğunu vehmetmesi, hayatın sadece bu dünyadan ibaret olduğunun vehmedilmesi, insanın dünyayı dâr / yurt edinmesine ve sonuçta da dünyayı insana dar etmesine yol açar kaçınılmaz olarak. Gazze, bunun ispatıdır. Dünyaya taparsanız, dünya sizi azmanlaştırır ve yutar.
İmam Kurtubî, mirap (hrb kökünden; çoğulu: mehârîb) kelimesini, “Oturulan bir yerdeki en değerli mekân; en yüksek yerlerin en şereflisi” olarak tanımlarken, bazılarının mihrap ehlinin şeytana ve şehvetlere karşı savaş vermesinden, bu savaştan yorulup didinir gibi olmalarından hareketle onun harb / el-harb'den geldiğini söylediklerini iletmiştir. (el- Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân, trc.: M. Beşir Eryarsoy, Buruc, İstanbul 2015) Mihrabın lûgattaki bu manaları Kur'ân'da: 1-Hz. Meryem'in Beytülmukaddes'te ikamet ettiği, 2-Hz. Zekeriya'nın Beytülmukaddes'te Hz. Yahya ile müjdelendiği ve halkın karşısına çıktığı (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11); 3-Hz. Süleyman'ın dileği üzerine cinlerin savunma ve dolayısıyla savaş maksadıyla yaptıkları (Sebe 34/13); 4- Davalıların davalarını Hz. Davud'a anlatmak üzere çıktıkları (Sâd 38/21)… yer anlamında (beş ayette) toplanmış, İslam mimarisinde mescitlere mahsus bir ıstılah olarak kullanılması ise Hicret'in ikinci yüzyılında gerçekleşmiştir. Peygamberimiz Aleyhisselam'ın nübüvvetinin ilk günlerinden itibaren ibadetinde Kabe'yi öne (araya) Beytü'l-Makdis'e yönelmesinden hareketle, bir Axis mundi (yerin merkezi / ilahî eksen) olarak Kabe'nin aynı zamanda mihrap işlevini de yüklendiğini; Medine devrinde yapılan her yeni mescitle birlikte sayıları gittikçe çoğalan mihrapların ise Kabe'de tevhit edildiklerini söyleyebiliriz. Bu manada mekânda bir makam (Saffat 37/164; Neml 27/39) olarak mihrap, mescitlerde sanatlı bir unsur hâline gelmiş; fetih sürecinde Basra, Kufe, Fustat ve Kayrevan'da oluşturulan ordugahların merkezlerinde mescitlerin ve -form ile tezyinat bakımından sistemli bir gelişmeye tabi olarak- mihrapların yer alması, harp ve mihrap kelimelerinin ilişkisi içinden düşünen büyüklerimizce şu dört şekilde ifade edilmiştir: Birincisi, mihrapların Kuşeyrî'nin Âl-i İmrân sûresinin 37. Ayetini tefsir ederken söylediği şu cümlelerdeki güzel kabule karşılık oluşturmasıdır: “Zekeriya kızın bulunduğu mihraba her girdiğinde, onun yanında yeni rızıklar bulurdu. ‘Meryem bu da nereden?' deyince, ‘o Allah katındandır. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.' dedi. Güzel kabulün emarelerinden birisi de onun her zaman mihrapta (ibadete çekildiği oda) bulunmasıdır. Kimin yeri ve meskeni ibadet ettiği yer olursa -ki orada mihrap bulunur- öyle bir kul değerli bir kuldur.” (Letâifü'l-işârât, İlahi Kelamın Sırları, Trc.: Ekrem Demirli, Fikriyat, İstanbul 2020) İkincisi, söz konusu bu değerin mihrap yoluyla güvenilir makama, bahçelere ve su kaynaklarına (Duhan 44/51; Sebe 34/37), pınarlara ve ipek giysilere (İnsan 76/6; 12); içinden ırmakların aktığı güzel meskenlere, köşklere (Saff 61/12; Ankebut 29/58), en yüksek derecelere (Furkan 25/75) sahip olan cennetin kapılarına (Zümer 39/73) açılmasıdır. Üçüncüsü, mihrapların Râğıb el-İsfahanî'nin kelimeleriyle şeytanla ve hevayla savaşma yeri olmasıdır. İnsanın burada dünya meşguliyetlerinden ve düşünce dağınıklığından yağma edilircesine soyutlanmasıdır. Bu manada her mihrap ferdî bir tezkiye (kirlerden temizlenme, arınma ve yükselme) mekanıdır. Dördüncüsü, mihraplar İslam mülkünde (Dârülislâm'da) şeriatın, İslam mülkü vasfını taşımayan ya da kaybeden yerlerde (Dârülharp'te) ise hem zamanın tahribine hem de küfrün tasallutuna karşı savaşan İslam mühürleridir. Bu sebeplerle sanatçılar, has kapıya / cennete açılması, kulun nefsinin olumsuzluklarından ve dünya kirlerinden arınarak yükselmesine neden olması bakımından mihrapları güzelleştirmeye yönelmişler ve böylece bu dört manada onları savaşan mihraplar olarak süsleyip, küfre karşı aktif savaş ile nefisin olumsuz tezahürlerine karşı güçlü bir savaşın muhkem bir şuuru olarak günümüze taşımışlardır.
İnsanların bayrâm namâzı kılınan yere toplanmalarından ibret almalı, kabirlerinden kalkıp herbiri bir hâlde akın akın mahşer yerine gidip toplanmayı göz önüne getirmelidir. Mu'az bin Cebel (r.a.) diyor ki: Resûlullâh (s.a.v.)'den Nebe' Sûresi, on sekizinci Âyet-i Kerîme'sini: “Sûrun üfürüldüğü gün akın akın gelirsiniz” suâl ettim: “Yâ Mu'az! Büyük bir işten sordun” buyurdular. Gözleri yaşardı. Sonra buyurdular ki: “Kıyâmet günü ümmetimden on sınıf, diğer Mü'mînlerden ayrı olarak haşr edileceklerdir. Birincisi, domuz şeklinde haşr edileceklerdir, Bunlar harâm yiyenlerdir. İkincisi, maymun şeklinde haşr olunacaklardır. Bunlar nemmamlardır (laf taşıyanlardır). Bir kısmı yüzüstü haşredileceklerdir. Bunlar fâiz ehlidir. Bir kısmı kör olarak dolaşırlar. Bunlar hükme aldırmayanlardır. Bâzıları delîler gibi sağır ve dilsiz haşr olunacaklardır. Bunlar amellerini beğenenlerdir. Bir bölüğü dillerini sakız gibi çiğneyeceklerdir, ağızlarından irin akacaktır. Bunlar sözleri işlerini tutmayan âlimler ve hikâyecilerdir. Bâzılarının elleri ve ayakları bağlı olacaktır. Bunlar komşularına eziyet verenlerdir. Bâzıları ateşten dallara asılı olurlar. Bunlar şehvetlerine uyup mallarından Allâhü Te'âlâ'nın hakkı olan zekâtı vermeyenlerdir. Dokuzuncu sınıf katrandan elbiseler içinde yüzeceklerdir. Bunlar kibir ve ucub edenler, böbürlenenlerdir. Onuncu sınıf leşten daha fena kokanlardır. Bunlar da zinâ yapanlardır.” (Hülâsâtü'l-hakâyık) Saf saf olup bayrâm namâzı kılarken, Allâhü Te'âlâ'nın huzûrunda, mahşer yerinde saf bağlamayı düşünüp ibret almalıdır. Bunun gibi eve dönünceye kadar, amelinin Allâhü Te'âlâ katında, kabûl edilip edilmediğini düşünmelidir. (Seyyîd Alîzâde, Şir'atü'l İslâm, s.150)
Yeni Şafak gazetemizin 13.06.2024 Perşembe günkü nüshasının kültür-sanat haberleri sayfasında yer alan “Mezar Taşlarıyla Müze Yapmışlar” başlıklı haber dikkatli okurlarımızın gözlerinden kaçmamıştır. Konusu itibarıyla kısa olan haberin hikâyesi son derece uzundur. Kültür-sanat editörümüz Sevda Dursun'un kalem maharetiyle iddia ve gerçek şıkkında toplayıp, “6 Şubat depreminde hasar gören Malatya Atatürk Evi Müzesinin, mezarlığın üzerine yapıldığı iddia edilirken, yapının duvarlarında mezar taşlarının da kullanıldığı ortaya çıktı” şeklinde verdiği bilgi itibarıyla kısa, ancak milli edebiyatımızın en seçkin mizah eserlerinden olan resmi tarihte itina ile gizlenen -Cumhuriyetimizin ilk yıllarında başlayıp çağdaşlaşmak vurgusuyla Cumhuriyet Halk Fırkası, kalkınma ve şehir düzenlemesi namıyla Demokrat Parti devirlerinde gemi azıya almış olarak sürdürülen- kültürel tahribatın onlarca örneğinden biridir. Konu gazetemizdeki haberde dünkü-bugünkü yönleri ve boyutları bakımından gereğince işlendiği için, biz şimdi onun hikâye tarafında durarak, aslında üzerinden yüz yıl geçtiği halde aysberg misali yine sadece ucuna dokunabildiğimiz toplumsal siyaset tarihiyle ilgili kısmına biraz göz atalım. Haberde de adı geçen Celal Yalvaç, şahsi arşivindeki -Hüseyin Çolak tarafından okunmuş- 14 adet belgeden hareketle yazdığı yazıda, konunun odağındaki Türk Ocağı binasının yapılış hikâyesini efradını cami ağyarını mani bir şekilde anlatıyor ama binanın yapımında kullanıldıkları ancak şimdi görülen mezar taşlarının nereden alındığına ya da getirildiğine dair herhangi bir bilgi vermiyor. Ancak zikrettiğimiz bilgi, fenerciler.wordpress.com'da Aziz Azmi Fenercioğlu'ndan nakledilip, (11 mart 2011) Malatya Gazeteciler Cemiyeti'nin internet sitesince de alıntılanan (27 Aralık 2015) şu bilgi sayesinde belli bir yönüyle açıklığa kavuşuyor: “Valinin (Nevzat Tandoğan'ın) bir icraatı da Eskimalatya'daki mezarlıkların mezar taşlarını söküp Kışla Caddesi'ne kaldırım yaptırmak oldu. Bu icraatı şehir halkını üzdü, ‘Binlerce yıllık kabristanımız yok oldu' diyerek şikâyetlendiler ama hiçbir şey yapamadılar. Şehirde park yoktu, askeri silah deposu yıkılarak park yapıldı. Şehirde iki büyük birkaç küçük mezarlık vardı. Büyüklerin biri Sancaktar, öteki Mücelli Mezarlığı idi. Mücelli Mezarlığı da kaldırıldı…” şeklindeki bilgi ile birleştirildiğinde konu birkaç yönüyle biraz açıklığa kavuşuyor. Biz bu noktada bir ara özet yapacak olursak: 1925-1927 yılları arasında Malatya Valisi olan Nevzat Tandoğan, kuyuya bir taş atıyor, şimdi on akıllı bu taşı çıkarmaya çalışıyor. Vali Nevzat Tandoğan, kraldan fazla kralcı, diktatörden fazla diktatörcü oluşu, merhum Osman Yüksel Serdengeçti'ye hitaben söylediği “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmektir” söz ile pekişen ve 1929'dan 1946 yılına kadar yine vali unvanıyla Ankara'da halka kan kusturan biridir.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın yurtdışı seyahatlerine artık daha fazla dikkat kesiliyorum. İlk başta rutin faaliyetler gibi görünen bu ziyaretlerde büyük meselelerin konuşulduğu, stratejik kırılmalara yol açacak zor konularda müzakere yapıldığı ortaya çıkıyor. Ağustos 2023'te gerçekleşen Bağdat ziyaretinin ardından Kalkınma Yolu hızlandı, Irak'la terörle mücadelede işbirliğinde beklenmedik bir seviye yakalandı, Pentagon'un Irak-Suriye terör koridoru planına ağır bir darbe vuruldu. Benzer şey ABD ile ilişkilerde de yaşandı. Washington'la sorunlu başlıklarda pozitif ilerleme sağlandı. Fidan'ın Mart ayında ABD'ye yaptığı ziyaretin ardından iki ülke Suriye ve PKK gibi iki önemli başlığı gündemine aldı. Gelinen noktada ABD'nin Suriye'den çekilme planını ve terör örgütü PKK'nın ABD'siz bir Suriye'de ne yapacağını konuşuyoruz (Örgütün sözde yerel seçimler gündemi bu sürece karşı bir girişimdi. İkinci kez ertelendi.) Fidan'ın geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Çin ziyaretini (3-5 Haziran) de bu perspektiften okuyorum. Ziyaret oldukça önemlidir. Sonuçlarını ilerleyen zamanlarda göreceğimiz bir diplomatik dip dalga yaratması beklenir. PEKİN DAHA BÜYÜK BİR ANGAJMAN PEŞİNDE Fidan'ın Çin ziyaretinde iki konu dikkat çekti. Birincisi BRICS'le ilgili açıklamalar, bir diğeri Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne yapılan ziyaretti. BRICS konusu bir hayli önemli. Ona geleceğim ancak önce Fidan'ın çantasındaki dosyalara değinmem gerekiyor. Ankara Pekin'de üç konuyu öne çıkardı. Birincisi küresel gelişmeler. Malum, ABD'nin stratejisi bölgesel ya da küresel düzlemde sivrilen güçleri etkisiz kılmak üzerine kurulu. Bu küresel düzeyde Çin'le, bölgesel düzeyde ise Türkiye ile çeşitli konularda sorunlar yaşamasına neden oldu/oluyor. Bu da iki ülkenin uluslararası meselelere bakışında bazı noktalarda kesişime neden oluyor. Filistin konusuna neredeyse aynı pencereden bakılıyor. Ukrayna'da adil ve kalıcı bir barışın tesisi konusunda ortak anlayış var. Tayvan konusunda Ankara Çin'in toprak bütünlüğünü destekliyor. Ankara Çin'le her iki tarafın kazançlı çıkacağı güçlü bir işbirliğini, Pekin ise Türkiye ile daha büyük bir angajmanı arzuluyor. Açıklamalardan anlaşılan bu. Çin Devlet Başkan Yardımcısı Han Cıng “Pekin, Çin-Türkiye kapsamlı stratejik işbirliğini yeni bir seviyeye çıkarmaya istekli” dedi. Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi konuyu biraz daha açtı. “İki ülke her türlü hegemonya ve güç siyasetine karşı çıkmalı” ifadelerini kullandı. NÜKLEER DE KONUŞULDU
Yine gelip dayandık o anlamsız ayrışmaya. Bir tarafta sokak hayvanları yasasıyla sokak köpeklerinin bire kadar kırılacağını, katledileceğini düşünen sözüm ona hayvan severler; diğer tarafta “öldürelim, bunun başka yolu yok” diyenler. Meseleyi biraz geriden ve etraflıca konuşmaya mecalimiz kaldı mı bilmem ama an itibariyle bunu sonuna kadar konuşmamız gereken yere geldik. Öncelikle bazı basit ilkelerde anlaşmayı denesek. O ilkelerden biri şu olsa: “Allah'ın yarattığı her canlı varlık, kendine uygun varlık bölgesinde özgürce yaşamayı hak eder.” Bir başkası şu olsa: “İnsan, yaratılmış varlıkların en yücesi olabileceği gibi, en aşağısı da olabilir.” Bir başkası şu olsa: “İnsanın, dahası insan yavrularının hayatına kast eden sorunlarla mücadele etmek gerekir.” Daha da geriye gidelim. Bugün Türkiye'de büyük bir soruna dönüşen sokak hayvanları meselesinin bu noktaya gelmesinin üç temel nedeni var. Birincisi, hiç şüphe yok ki, sokak hayvanları konusu uhdelerine verilen yerel yönetimlerin süreç içerisinde bu işi dört başı mamur şekilde çözmemiş olmaları. Hayvanları usulünce kısırlaştırıp barınakta “gerçek hayvan severlerle organize olacak şekilde” yaşatamamaları. İkincisi, yine hiç şüphe yok ki bir yasal zemine çok geç de olsa kavuşturulmasına rağmen Türkiye'de evcil hayvan sahibi olmanın hala büyük bir pazar olarak varlığını sürdürmesi. İlan siteleri, “sahiplendirme” adı altında yasaklı türler de dâhil olmak üzere satılık hayvanlarla dolu. Burada dahası da var. “Üç günlük heves” ile alınıp, bir evcil hayvan beslemenin ne büyük bir sorumluluk gerektirdiğini kavrayamayan insanlar, sokaklara on binlerce hayvan bırakmış durumdalar Türkiye'de. Üçüncüsü ise pazar payı milyarlarla ölçülen ve Allah'ın belası bir duygu sömürüsüyle insanları her seferinde kandıran mama lobisinin yediği haltlar tabii. “Bu lobinin içerisinde kimlerin olduğu ortaya çıksa Türkiye'de yer yerinden oynar” demekle yetineyim şimdilik. Vekiller, sanatçılar, bürokratlar, şunlar bunlar.
Daha önce açıklanmıştı: Irak'ta kilit bu yaz kapanacak. Terör örgütünün hareket alanı daraltılacak. Bu kapsamda kritik birliklerin yerlerini aldığı söyleniyor. Hatta sahada hareketliliğin yoğunlaştığına ilişkin gözlemler yapılıyor. Kuzey Irak'tan artık daha sık gelen “etkisiz hale getirilen terörist” haberleri muhtemelen boşuna değil. Güvenlik politikalarını takip edenlerin dikkati bu yüzden Irak'ta. Ancak Ankara bu sıralar Suriye'nin kuzeyine özel bir önem veriyor. Sebebi terör örgütü PKK'nın “yerel seçim” adı altında saha tahakkümünü pekiştirecek bir girişime hazırlanması (Sözde seçimlerin 30 Mayıs'ta yapılacağı açıklanmıştı. 11 Haziran'a ertelendi. Yine ertelenme ihtimali var.) Daha önce dikkat çektiğimiz bu konu artık yoğun bir şekilde kamuoyu gündeminde (Bakınız; Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD'den tanınma istiyor, 10 Mayıs 2024). Hatta hafta başında MGK açıklamasına da yansıdı. Açıklamada “Millî güvenliğimiz ve komşularımızın toprak bütünlüğü hilafına herhangi bir oldu bittiye fırsat verilmeyecek” denildi. O yazıda ABD'nin “Adım adım devletleşmeye gidiyorlar. CENTCOM bunu size anlatmıyor” diye uyarıldığını yazmıştık. Sözde seçimle ilgili muhataplara yapılan adrese teslim başka uyarılar da var. Onlara geleceğim ancak önce bazı hususların altını çizmem gerekiyor. PKK'NIN HAYALİ, ABD'NİN AMACI Bir. Terör örgütünün sözümona devletleşme ve Batı başkentleri tarafından tanınma girişimi yeni değil. Projenin patenti Suriye'deki örgüt kamplarından çıkmayan ABD'li komutanlara (CENTCOM) ve Brett McGurk'e ait. İlk hedef Suriye ve Irak'ın kuzeyini birleştirmek ve bölgeyi PKK üzerinden kontrol etmekti. İki. Ankara, kirli senaryoyu görmüş ve karşı hamlesini yapmıştı. Bu oyun bozucu hamle iki adımda gerçekleşti. Birincisi, Suriye'de yapılan son operasyonlarda sadece teröristler değil terör örgütü PKK'nın kurumsallaşma kapasitesi, tüm altyapısı hedef alındı. (Terör elebaşları “Suriye'de 10 yıl geriye gittik” diyor.) İkincisi, Irak'la Kalkınma Yolu konuşulurken aynı zamanda Suriye-Irak terör geçişlerinin engellenmesi konusunda da anlaşıldı. Üç. ABD'nin Suriye'den çıkma isteği günışığına çıkınca (Temmuz 2023), Türkiye ile masaya oturduğu haberleri dolaşıma girince ve Ankara'nın Irak hamlesi gelince terör örgütü panikledi. Suriye sahasındaki nüfuz alanını güçlendirmek için önce sözde toplumsal sözleşme, “anayasa” hazırladı (Aralık 2023). Şimdi de yerel seçim tertip ediyor. Örgüt yöneticileri amaçlarının “Kendi kendine yönetim, kendini temsil ve kaderini tayin (bağımsızlık)” olduğunu gizlemiyor. Bu ifadelere örgüt yayın organlarında rastlamak mümkün. ŞAM'DA ELÇİLİK SÜRPRİZİ
Tüketim ve tasarruf gelirin birer fonksiyonudur. Tüketim eğilimi gelirin harcanan kısmına, tasarruf eğilimi de harcanmayan kısmına dair trendi ifade eder. Gelirin harcanan yüzdesi tasarruf eğilimi, harcanmayan yüzdesi tüketim eğilimi için ölçülür. Ortodoks politikada talep işsiz bırakılıp baskılanırken (ithalatın bu noktadaki rolüne çok kere değindiğimden yeniden üzerinde durmayacağım) bir taraftan da pozitif reel faiz ortamı oluşturularak faiz getirili finansal varlıklara kaynakların yönlendirilmesi sağlanır. Böylece hem toplam tüketim eğilimi düşer hem toplam tasarruf eğilimi yükselir sonra ekonomi dengelenir ve finansman ortamı yavaşça canlanırken arz artırılıp çıktı açığı fazlaya dönüştürülür. Sonra da talep üzerinden baskı kaldırılır. Kapitalizmin yeni dengesizliğine kadar tekrar geçici bir denge elde edilmiş olur. Buraya kadarki kısım teori fakat bu noktada bir hususu tartışmaya açmak gerekir; tüketim eğilimini azaltmada tüketimin baskılanmasının mı etkisi daha fazladır, yoksa tasarrufun artmasının mı? Ve bu soruya bağlı olarak teori Türkiye'de mevcut şartlarda işler mi? Bu sorulara keskin cevaplar üretmek zor. Fakat birinci soru için diyeceğim şudur; gelir artmayıp tasarruf eğiliminin güçlenmesiyle desteklenmediği halde tüketim eğiliminin tek başına düşmesi yoksullaşma demektir. İkinci soru içinse gelin biraz bakış açısı kazanalım. Türkiye'de tasarruf güdüleyicisi olarak pozitif reel faizi görebilmek, kusurlu para sistemiyle aksak iktisadi düzenin ve bu düzen içinde gevşeyen değerler sisteminin her geçen gün daha fazla kabullendirdiği hala yeni bir olgudur. Toplumun kahir ekserisi “haklı olarak” faizli iş ve işlemlerden sakınır. Tasarruflarını reel varlıklara yönlendirir. O yüzden Türkiye'de her şey asıl fonksiyonu yanında bir biçimde yatırım aracı olmak işlevini de yüklenir. Bu sayede toplum en derin krizleri dahi atlatabilir. Fakat faizcilik yerleştiğinden beri krizlerin yoksullaştırıcı etkisi de artmakta, bu uyarımı yapayım. Türkiye'de tasarruf eğilimi ise getiri güdüsünden çok edinim güdüsüyle hareketlenir. Türk toplumunun edinim motivasyonları 6'dır. Birincisi barınma edinimi, bu konuta yönlenir. İkincisi toprak edinimi, arsaya yönlenir. Üçüncüsü konfor edinimi, bu otomobile yönlenir. Dördüncüsü manevi edinim, bu hacca yönelir. Beşincisi çocukların ikbali edinimi, bu eğitim ve çeyiz tasarrufuna yönelir. Altıncısı bu dünyadan hoş bir seda ile ayrılmak edinimi, kefen parasına yönelir. En temel motivasyon kaynaklarıysa bu toplumun her ferdinin kolayca anlayabileceği üzere konut ve otomobildir. Ortodoks politika da bunu bilir. Talebin baskılanması söz konusu olduğunda hedefine bu iki kalemi hep o yüzden koyar. (Eğitim ve çeyiz tasarrufunun mevcut doğurganlık oranları ile yeni kültürün çok gerisinde kaldığı da artık görülebilir.)
İran ve Türkiye iki büyük devlet olarak, birbirlerini kollayarak politikalarını devam ettirmeleri gerçeği, her iki devletin jeopolitik olarak farkında olduğu bir durumdur. Fakat iki ülke halkının tarihi ve kültürel yakınlığının ne denli derin olduğu hiçbir zaman göz ardı edilemez. Önceki günün akşamından itibaren İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin helikopter kazası İran'dan sonra en yüksek merakla Türkiye'den takip edilmiştir. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kesif merak ortaya çıkmaz. Bu durum yüzyıllardır iç içe yaşayan kültürel kodları ortak teşekkül etmiş milletlerin yakınlığıdır. Helikopter kazasının üç ihtimali mümkündür: 1- Doğrudan kazadır. Üzerine fazla düşünmeye gerek yoktur. 2- İran'ın iç yönetimi ve dini liderlikle ilgili bir mesele olabilir. 3- Başta İsrail olmak üzere bir dış müdahale ihtimali. Her üç ihtimalden hangisi olursa olsun İran devlet yönetimi bu süreçlerden etkilenecektir. Bilindiği gibi İran devlet yönetimi bir yönüyle iki güç dengesi üzerine kurulmuştur. Öncelikli olarak Ali Hamaney dini liderdir. Sistem içerisinde mollalar üzerinden, devlet idaresinde son sözü söyleyen merci konumundadır. Şii devlet teorisinde aynı zamanda merci-i taklid seviyesinde bir âlim olan Ali Hamaney'in vefat etmesi durumunda eski cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Hamaney'in yerine geçmesi beklenen en güçlü adaydı. Rafsancani hayatını kaybetti ve bu tartışma başlamadan bitti. Rafsancani, Özal tarzı bir devlet adamıydı. Reformculara daha yakındı. Reisi'nin dini lider olma ihtimali çok yüksek bir durumdu. Ayrıca Ali Hamaney'in oğlunun da dini lider adaylarından biri olduğu konuşuluyor. Üçüncü kuşağı temsil eden Mücteba Hamaney'in siyaseti için olumlu görüş serdedenler de var. Soğuk savaş dönemi sonrası şartları bilen bir ismin siyasetinin babasından farklı olacağını düşünenler var. İran'da bir kişinin ‘rehber' olabilmesi için, Ayetullah mertebesinde 12 din âliminin ilgili kişiye onay vermesi gerekiyor. İran, iki büyük sorunla iç içe yaşıyor. Birincisi, ABD ile İran arasında devam eden gerilimlerden dolayı nükleer çalışmalar merkeze alınarak yürütülen ambargo. İran'ın birçok devlet şirketi yaptırıma tabi. Bu sebepten dolayı İran petrol arzı ve mal tedariki noktasında birçok dolambaçlı yol kullanmak zorunda kalıyor. Petrole dayalı bir ekonomisi olduğu halde İran'ın gelir dağılımı çok bozuk. Refah dağılımdaki adaletsizlik İran siyasetine olumsuz yansıyor. İran devletinin karşı karşıya kaldığı ikinci sorun ise meşruiyet sorunudur. İran rejiminin iki meşruiyet kaynağı var; ‘rehberlik' yani Ali Hamaney'in dini temsili, ikincisi ise halkın desteği ile seçilmiş hükümetler.
Yeni dijital çağda ulus devletleri zorlayan üç önemli sınama var. Birincisi egemenlik meselesi. Dijital platformlar, yani dev küresel şirketler -sanal da olsa- ulus devletler içinde faaliyet yürütüyor. Ancak herhangi bir yükümlülükleri yok. Çoğu ülkede vergi vermiyorlar, yerel hukuka tabi değiller, ilgili devletlerde temsilci bile bulundurmuyorlar. Bir sorun olduğunda örneğin, yargının muhatap bulacağı bir merci yok. Oysa devletler kendi sınırları içinde gerçekleşen bir konu olduğunda sorgulanmaz bir tasarruf yetkisi ister. Biz buna egemenlik hakkı diyoruz. Dijital platformlar bu anlamda suyu bulandırdı. Gelinen noktada AB üyeleri, Türkiye dahil pek çok ülke yasal düzenlemelere gitti ve dijital platformlara belirli yükümlülükler, aksi durumlar için de müeyyideler getirdi. Bir örnek: Geçtiğimiz yıl AB, Facebook'a gizlilik kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle 1,2 milyar Avro ceza kesti. TİKTOK ÖYLE DE X FARKLI MI? ABD'nin, Çin menşeli dijital platform TikTok'a el koyma girişimi tedbirlerin en uç noktası. ABD yasa yoluyla TikTok'un ABD'li bir şirkete devredilmesini zorunlu kıldı. Bunu yaparken de dijital platformun Pekin adına istihbarat topladığını savundu. Yani TikTok'u Çin'in bir aparatı olarak kodladığını ilan etti. Böylece dijital platformların özgür dünyanın bir yansıması olduğu yanılsamasını bizzat kendisi yıktı. ABD TikTok için ne söylüyorsa aynı şey X, Instagram, Facebook gibi Amerikan platformları için de geçerlidir. Hepsi istihbarat topluyor, hepsi bir çıkar grubunun ya da bir devletin aparatı olarak vazife görüyor. İkinci sınama dezenformasyondur. Bu mesele -tam olarak- bizatihi dijital platformların kendisinden kaynaklanmıyor. Kimi sahte, kimi gerçek hesaplar tarafından yapılan yaygın dezenformasyon toplumsal dokuda müthiş bir tahribata yol açıyor. 17-25 Aralık sürecinde ya da 6 Şubat depremlerinde buna yakinen şahit olduk. ALGORİTMAYLA SANSÜR UYGULUYORLAR Üçüncü sınama ise doğrudan dijital platformların eseridir. Bu sınamanın adı sansürdür. Görünüyor ki hedef kritik konularda toplumsal kanaatleridir. Dijital platformlar, bağlı bulundukları devletin ulusal çıkarı ya da şirketin menfaatine göre sosyal medyada neyin konuşulacağını ya da neyin konuşulmayacağını belirleme hakkını kendinde görüyor. Tartışma ikliminde kimi sesleri ön plana çıkarıyor kimi sesleri bastırıyor. Böylece toplumların kanaatlerine doğrudan müdahale ediyor. Bunu algoritma yoluyla yapıyorlar. Mızrak çuvala sığmadığında da doğrudan hesap kapatma seçeneğine başvuruyorlar. Twitter ABD eski Başkanı Trump'ın hesabını askıya almıştı. GAZZE PAYLAŞIMLARI GÖSTERİLMİYOR
Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan'la ilgili ilk tartışma bir gazete röportajıyla başlamıştı. Son tartışma ise işten çıkarılan bir çalışanın, “Beni babası işten çıkardı, babası genel müdür yardımcılarına bile talimat veriyor” iddiası ile başladı. Arkasından birçok iddia gündeme getirildi. Bunlar aynı minval iddialardı. Babasına oda tahsis edildiği, banka sosyal tesislerinin ailesine tahsis edildiği, çalışanların annesi ve babasına hizmet verdiği gibi… Fakat bu gibi iddiaların ötesinde iki önemli iddia daha ortaya atıldı. Gazeteci Erdal Sağlam dile getirdi ilk: Erkan, yatırımcı sunumu için gittiği ABD'den 18 gündür dönmedi Erdoğan, Erkan'dan rahatsız, seçimler sonrası görevden alınabilir. Birincisi çok manidar. Çok da görülmüş şey değil. Bir açıklama da getirilmedi. 18 gündür ne yapılıyor? İkincisi ise iddia, söylenti. Ama aslı olabilecek bir söylenti olduğu için tartışması oldu. Erdoğan, özellikle de program sonuçlarından memnun kalmazsa, yerel seçimleri atlattıktan sonra böyle bir görevden alma ile yine hem başarısızlıkların kendisine (“Ekonominin sorumlusu benim ben…” dediği halde ve gerçekten de öyle olduğu halde) yapışmasını önler hem de “daha iyisi geliyor, geldi” havasıyla süreci de umudu da yenilemiş olur. Ancak ne olursa olsun… Burada konu kapansın ve başka da bir gelişme olmasın… MB Başkanı Erkan yıprandı. Hakkında, bir hazımsızlık, bir olmamışlık hissi yarattı. “Yaptı, etti” denilenlerin herhangi bir AKP'li bürokratın yapıp ettiklerinden farklı olduğunu düşünmüyorum ama sorun şu ki, kendisinden beklenmiyordu. MB Başkanlığı gibi bir göreve, “kurtarıcı ekibin kilit iki isminden biri” olarak gelmiş, atama az çok liyakatli kabul edilmişti. Hayal kırıklığının nedeni bu ve uyguladıkları programın itibarı bakımından da sonuç doğuracak nitelikte. Fakat bizi asıl ilgilendiren tarafı şu: Eğer bir istifa, bir görevden alma gerçekleşirse, bu benim pek de sevmediğim tabirle, “piyasada” bir dalgalanmaya yol açabilir. Diyelim kuru, enflasyonu biraz hareketlendirebilir. Çünkü olayın bir de anlaşıldığı kadarıyla içeriye, banka içine uzanan bir boyutu bulunuyor. Kulis haberlerine göre başkan yardımcıları arasında da hoşnutsuzluklar var çünkü. Bunu önümüzdeki döneme ilişkin bir risk olarak akılda tutmak gerekir.
Bekir Bozdağ, AK Parti milletvekilerinin meclis bahçesindeki mangal partisine ilişkin soru önergesine yanıt verdi. Türkiye, kişi başına düşen ortalama günlük sigara tüketim adediyle dünya 1'incisi oldu. Pakistan İran'a saldırdı. Bu bölüm Sinpaş Kızılbük hakkında reklam içermektedir. Marmaris'in en özel bölgelerinden biri olan İçmeler'de yenileyici ve sağlıklı bir tatil konsepti sunan Kızılbük Wellness Resort, sizi tapulu devre mülk sistemiyle evinizin samimiyetinde, yeni nesil bir tatil anlayışıyla buluşturacak.
“Allahım, büyük Peygamberimiz'e salât ve selâm eyle. Bu salât ve selâm ondan sonra gelen ve zamanında yaşayan yakınlarına da olsun... «Bize bol sabır ver. Bu yolda yürümemiz için bize kuvvet ihsan eyle.» (Bakara, 250) Bizlere iyiliğini arttır. Verdiklerine de şükretmeyi nasip et... Ey cemaat! Sabırlı olun, içinde bulunduğunuz dünya, âfet ve musibet doludur. Bunların gayrisi nadirdir. Yok denecek kadar azdır. Arkasına belâyı saklamayan iyilik bulunmaz. Her genişliğin bir sıkıntısı çıkar. Her ferahlıkta bir darlık saklıdır. Maddî hayatınızı dünyaya verin. Kısmetinizi meşru yoldan alın. Dertlerinizin devası budur. İyi yollardan gelen dünyalık size yeter. Ey evlâd! Kısmetini, meşru olduğuna inanınca al; alırken iman eliyle al. Hakikî yolu arıyorsan, böyle seçmelerdensen, doğrulara katışmışsan emirle al. Hakk'ı bulmuş ve hâl âlemine ermişsen, Hak yakınlığında kendini kaybetmişsen, o zaman başka hâl olur. Senin hükmün orada geçmez. Sana gönderirler. Emir seni yürütür. O âlem seni kötülüklerden korur. Hak işler varlığını, harekete geçirir. Olanlar olur, ama sen yoksun onlarda... İnsanları senin, için üçe böleceğim: Birincisi, cahil, hakikî âleme sevgisi yok. İkincisi, seçme ve iyilerle olan. Üçüncüsü, iyilerin bizzat kendileri ve esasen iyiler. Hakikî âleme sezisi ve duygusu olmayana «âmi» tabir edilir. Bu, îslâm dininin temel prensiplerine uyar. Hiç ayrılmaksızın, Allah ne buyurmuş. Peygamber (SA.) efendimiz ne demişse onu bilir ve bu bilgisinin dış kabuğunu bir türlü yırtamaz, dolayısıyla ötelere geçemez. Bu adam, şu İlâhi fermanın hükmü altındadır: «Peygamber size ne getirmişse ona uyunuz ve her neyi yasak etmiş ise, ondan da sakınınız.» (Haşr, 7) O «âmi» tabir ettiğimiz, bu yolu kendine seçer, işlerini yukarıda beyan edilen ferman dahilinde yürütürse, saf bir gönül sahibi olur. Ama biraz da iç âleme yönelmesi şarttır. Biraz daha ilerler, hakikatlere daha çok anlayış peyda ederse, Mevlâ ona ilham kapısını açar. İyiliğini ve kötülüğünü o ilhamla seçer. Bir Âyet-i Kerimede şöyle beyan edilir: - «Allah ona iyiliğini ve kötülüğünü ilham etti.» (Şems, 8) İşbu anlatılan vasıflar, «âmi» kulun vasfıdır Bu zatın kalbi, yanlış yol tutmaktan titrer. Her şeyde bir işaret bekler. Kur'ân-ı Kerim okur. Orada bulamayınca, Peygamber (S.A.) efendimizin emirlerine bakar; orada da bulamazsa bekler. İşinde çalışırken, bir melek onu idare eder. Yolunu aydınlatır. Bu anlatılanlar, İslâm dininin zahirde beyan edilen emirlerini yerine getirdikten sonra başlar. İmanı kuvvet bulur. Tevhid nuru kalbe yerleşir. Sonra dünya kalbinden çıkar. Daha sonra halkın hayrını ve şerrini görmek de kaybolur. Her türlü maddî iş ve korku gidince, İlâhî ilham gözükmeye başlar; ama bu gözün göreceği cinsten değil. Artık sabah olmuştur. İkinci hal başlar. İyilere mensup olur. İman nuru gelir. Takva ışığı peyda olur. Amel nuru, sabır nuru, sevgi ve olgunluk nuru da gelir; cümle nurlar birleşir ve artık o da bir insan olur. Bunlar, tek tek, birer meyvedir. Ancak İslâm dininin hakkı ödendikten sonra başlar ve onun bereketi ile olgunlaşır. Artık abdâllık başlamıştır. Abdallar bizzat iyilerdir. Seçmelerin seçmesidir. Bunlardan öte kulluk makamı yoktur. Bunlarda bir iş için evvelâ İslâm dininin emri gözetilir. Sonra bizzat emir alınır; sonra bizzat İlâhî hareket ve ilham beklenir. Saydığımız üç şeyin ötesinde hayat yoktur. Manevi ölüm vardır. Haram üstüne haram, hastalık üstüne hastalık, dert üstüne dert vardır. Ve sadece baş ağrısı vardır. Çünkü dinin baş emirlerini zedelemişlerdir. Kalp de ezginliğe ve bezginliğe uğramıştır. Ve artık ceset de yara ve bere içindedir. Ey cemaat! Mevlâ'nın tasarrufu sizde devamlıdır. Her an biraz daha tekâmül eder. Bu tekâmül sonunda, işlerinize dikkat edilir. Sebat gösterebiliyor musunuz yoksa hemen dağılıyor musunuz?.. Yalancılığınız ve doğruluğunuz meydana çıksın. Kadere uymayan, şefkat bulamaz ve kimse ona uymaz. İlâhî hükümlere boyun eğmeyene rıza yolu kapalıdır ve hiç kimse ondan memnun değildir.
“Hani, “Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah'ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.” Bakara 61 İsrâiloğulları, aslında Hz. İbrâhim'in torunları olup yüksek bir dinî-ahlâkî kültür ve geleneğe sahip oldukları halde, yüzyıllar boyunca Mısır'da kaldıkları için oranın putperest kültürüyle dejenere olmuş; orada ikinci sınıf insanlar olarak muamele görmeleri sebebiyle günlük rahatlarından öte bir gaye tanımayacak; iman, özgürlük, bağımsızlık gibi yüksek değerler uğruna sıkıntılara katlanmayı göze alamayacak kadar bayağılaşmış, hatta korkak bir toplum haline gelmişlerdi. Nitekim Hz. Mûsâ, “Allah içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar yaptı, âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi” şeklindeki sözleriyle onlara millî değerlerini hatırlatıp kendilerine vatan kılınan mukaddes topraklara doğru arkalarını dönmeden ilerlemelerini emrettiği halde, onlar, o ülkede güçlü bir kavim bulunduğunu ifade ediyor ve “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla giremeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız” diyorlardı (bk. Mâide 5/20-24). Halbuki eski yurtları olan kutsal topraklara dönüp bağımsız ve onurlu bir toplum olarak yaşamaları, böyle bir onura lâyık olmaları için de her şeyden önce Allah'a ve O'nun elçisi, kendilerinin de rehberi ve kurtarıcısı olan Hz. Mûsâ'ya tam bir sadâkatle inanıp bağlanmaları, onun öğretisini benimseyip hazmetmeleri, amaçlarını gerçekleştirme yolunda maddî sıkıntılara katlanmaları gerekiyordu. Fakat onlar, hâlâ Mısır'da iken yaşadıkları sıradan hayatı özlüyor, bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylüyor ve Mûsâ'dan çeşitli sebzeler istiyorlardı. Oysa Mûsâ'nın önlerine koyduğu ideale göre bunlar son derece bayağı isteklerdi; ayrıca çölde çok çeşitli yiyeceğe sahip olmasalar da, yedikleri kudret helvası ve bıldırcın eti, kayadan fışkıran on iki çeşme de sıradan yiyecek ve içecekler olmayıp Allah tarafından özel olarak lutfedildiği için ayrı bir önem –ve belki de yüksek bir besin değeri– taşımaktaydı. Bu sebeple Mûsâ onları, “Daha iyiyi daha kötü ile değişmek mi istiyorsunuz” diyerek suçlamıştır “Etin kokuşmasının nedeni İsrailoğullarıdır.” (Buhari, Müslim) Ancak onlar onu hırs ve tamahkarlıkları nedeniyle depoladılar. Bu yasağı çiğnemenin cezası olarak depoladıkları etleri kokuştu. Kudret helvası bembeyaz ve baldan daha tatlıydı. “Onlara göre, İsraîloğultarı Hz. Musa (a.s)'dan, Rabbinden istekte bulunmasını istedikleri zaman, duâ icabete daha yakın olduğundan onlar için bu istek caiz otur ve bu da bir günah sayılmaz. "Kim de, dünyanın ekinini isterse, ona da bundan veririz " (şûrâ. 20) buyurduğu gibi, onların istedikleri şeyi peşinen dünyada vermiştir. Bu husustaki sözün özü şudur: Bundan murad ya onun dinî menfaatler bakımından en düşük şey olmasıdır, veya dünyevî menfaatler bakımından en düşük şey olmasıdır. Birincisi kastedilmemiştir. Çünkü içinde oldukları durum, şayet dinî bakımdan istedikleri şeyden daha faydalı olsaydı, onların bu isteklerini yerine getirmek caiz olmazdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, onların bu isteklerini, "Şehre inin, çünkü orada sizin İstediğiniz şey var" diyerek yerine getirmiştir. Bıldırcın ve kudret helvası ellerinizde olan şeylerdir. Onların istedikleri şeyler ise, elde etmeleri şüpheli ofan şeylerdir. Elde bulunan ise, elde edilmesi şüpheli olandan daha hayırlıdır. Veya bu bıldırcın ve kudret helvası, herhangi bir zorluk ve emek olmadan elde edilmektedir. İstedikleri şeyler ise emek ve külfet neticesi ancak elde edilir. Bu sebeple birincisi daha hayırlıdır.
İbrahim Ekinci bir haftanın ekonomi gündemini yorumluyor: Yeni ekonomi yönetiminden beklenen iki önemli adım olduğunu söylemiştik. Birincisi faiz artıracaklar, ikincisi kur üzerindeki baskıyı kaldıracak veya hafifletecekler.
KOMPRADOR AYDIN ve GERÇEK AYDIN | Banu AVAR Youtube : https://youtu.be/PN_9YMp9Sw0 Daha önceki bir yayında Attila İlhan'ın ünlü komprador aydın tanımını anlatacağımı söylemiştim ya, 11 haziran Pazar günü İstanbul Kartal Kitap Fuarı'nda da bu konuya değineceğim. Yeri gelmişken hepinizi Pazar günü saat 15'te Kartal Meydanına Kitap Fuarı'na beklerim. Komprador aydın demiştik.. Bugün gelin, Attila İlhan'a ait bu tanımı kurcalayalım, Attila abi “Emperyalizmin etki alanı altında bulunan Türk toplumunun komprador bir ekonomisi ve komprador bir burjuvazisi var” derdi. Yani Türk toplumu olarak komprador bir kültür içinde yaşamaktayız ve emperyalizm bu kültürü sürekli olarak yeşertmekte!. Ne demek bu Komprador? Attila İlhan şöyle açıklıyordu: Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca "Bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız" tartışmaları doğmuş, emperyaller güzel bir yol bulmuşlar. Üzerine hakimiyet kurmak istedikleri toprakları tespit ediyorlar. Buralara misyonerleri yolluyorlar, ardından misyoner okulları kuruyorlar. Bizdeki Robert Kolej gibi... Vee yanı sıra da bazı büyük şirketler oralarda acentelar açıyor ve ticaret başlıyor. Bu ticareti geliştirebilmek için de bir takım büyük ticaret firmalarının temsilcileri o ülkelere gidiyorlar. Ama yerli halkla ilişki kurmakta güçlük çekiyorlar. Bu güçlüğü aşmak için misyoner mekteplerinde Hıristiyanlaştırdıkları yerlilere kendi dillerini kendi kültürlerini öğretiyorlar. Ortaya yeni bir tip insan çıkıyor. Bu yeni tip insan ana kültürüyle baba kültürüyle yerli; fakat misyonerlerden aldığı eğitimle yabancı. İlk defa bunlara "kompradore" diyorlar; Kompradore, doğrudan doğruya bir yerli halkın içinden seçilmiş, dini, dili ve kültürü değiştirilmiş, yani kültürsüzleştirilmiş birinin emperyal ülkeye tâbi bir insan olarak kulanılması anlamına geliyor.” Attila abi Komprador burjuvaziyi böyle tanımlıyor. Komprador burjuvazi çıkarlarıyla sisteme bağlı bir insan tipi. Yaşama biçimi de bağlı olduğu sistemle aynıdır. GELELİM KOMPRADOR AYDIN'A. Komprador aydın, KOMPRADOR BURJUVAZİYLE işbirliği yaparak halkı aldatan aydın tipidir. İğdiş edilmiştir. Komprador burjuvaziye karşı direnen halkı yanıltmakla görevlidir! Halk direnirken aydınlarla bütünleşerek başarıya ulaşabilir. İşte komprador aydın burjuvazinin yanında durarak bunu önler. Emperyalizm kendi kültürünü benimsettiği komprador aydını öyle güzel kullanır ki halkla aydının arası açılır, tehlikeli bir önderlik de böylelikle engellenmiş olur. Daha da önemlisi komprador aydın komprador burjuvayla aynı yaşam biçimini benimsediğinden bunun adı İLERİCİLİK olur ve sömürü düzeni betonlaşır. 300 yıldır Türklerin yaşadığı budur. Attila abi bunu ilk anlatan altını çizen ve bizi uyaran aydındır.. “Jöntürklerden bu yana" ilerici Türk aydını BATILI EMPERYALİST KÜLTÜRÜN ADAMIDIR” demiştir . Bu aydın tipi KOMPRADOR BURJUVAZİYLE UYUMLU ama kendi HALKIYLA UYUMSUZDUR! VE ‘İlerici'yim diyen iki farklı tip Türk aydınını şöyle anlatır: Birincisi bir yandan komprador ekonomiye karşı çıkan, öte yandan ilericilik adına komprador kültürü savunan yani sömürenlerin kültürünü savunan bir aydın tipi,, İkincisi , sorunu çağdaş bir çözüme ulaştırmak yerine duygusallıkla geçmişe sığınan , muhafazakar çağdışı Osmanlıcılığa sarılan aydın tipi. Oysa Osmanlı bu kültürel yozlaşmayı başımıza bela edendir. Ondan da bihaberdirler! Attila İlhan'ın en önemli tespitlerinin başında gelir Komprador aydın sorunu… Lütfen sizler de bu tanımı sık sık sorgulayın.. Türkiye ekonomik olarak tutsak yaşadıkça ulusal burjuvazisini doğuramıyor ve kültürde de ulusallaşamıyor demiştir Attila İlhan. Şu ÇÖZÜMÜ söylemiştir: Komprador kültüre ancak ulusal kültürle karşı çıkılır ki, ulusal kültür ancak ezilen sınıflarla bütünleşmiş aydınlarca yaratılır. Yani Komprador olmayan aydınlarla! Yani gerçek halkla!
Saliha Erdim'in insanı, aileyi ve toplumu ele alacağı bu programda ayrıca toplum için önerileri ve reçeteleri olacak. Gerek gözlemleri, gerekse danışanlarının ortak dertleri Saliha Erdim'in bu programda kendisine ilham kaynağı oluyor... Saliha Erdim, insanın kendisini keşfetme ve potansiyelini harekete geçirmesinde gerekli olan yol haritalarını bu programda anlatıyor... Saliha Erdim yeni bölümde başlıca şunları söyledi; Efendim bugün iki soru üzerine bu konuşmayı organize etmeyi düşündüm. İnşallah hakkınca bu soruların cevaplarını verebilirim... Birincisi insan niçin evlenir? Günümüzdeki gençlerin evlilik algısı, evlilik düşüncesi nedir? Bir de gençler geçinebilir miyiz endişesi taşıyorlar... Gerçekten geçinebilirler mi? Bu endişeyi gençler anne babasının yaşama biçimine bakarak, çevresindekilerin evlilikle ilgili algısına bakarak mı söylüyor yoksa nişanlıysa eğer nişanlısının, ailesinin kendisine yönelttiği sorularla mı ya da onların beklentileriyle mi ilişkilendiriyor buna bi bakacağız inşallah... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bu video 08/05/2016 tarihinde yayınlanan “Islah Yolu ve Güzergâhtaki Gulyabânîle” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah'a kul olmaktan geçer. Bakmayın bazı kimselerin yalan yanlış namaz kılmalarına!.. İnsan, Allah'a kulluktan kopunca, saltanata kul olur, debdebeye kul olur, tûl-i emele kul olur, tevehhüm-i ebediyete kul olur, bohemce yaşamaya kul olur, parayla pulla oynamaya kul olur, âlemin kendisini alkışlamasına kul olur, parmakla gösterilmeye kul olur, kendisine ayağa kalkmaya kul olur… Böylece, kendisi için elli tane put oluşturur; Lât'lar, Menât'lar, Uzza'lar, Nâile'ler, İsaf'lar, Zeus'ler, Afrodit'ler geride kalır. *Böyle kopuklar dengeli de düşünemezler. Belki bulundukları yeri de teminat altına alamazlar. Bir dönemde bir şey yaparlar ama hep günü kurtarma derdinde oldukları için fiyaskolar yaşarlar. Mesela, bir mesâvîye göz yumarlar; diyelim ki, bir şekavet şebekesiyle, Allah belası bir terör örgütüyle muvakkaten bir anlaşmaya girerler. O terör örgütü, onların ülkelerinin dört bir yanını, kendi ifadeleriyle, cephanelik stokları haline getirirken ya görmüyorlardır -o zaman kör gözlerine sokulsun- veya görüyor, bilerek o meseleye müsamaha ediyorlardır. Bakın neleri kaybettiriyorlar!.. Bir tarafta o şehitlerin şehadetinin, öbür tarafta da bir sürü insanı daha düşman haline getirme ve mağduriyete uğratmanın arkasında ya korkunç bir gaflet, ciddi istihbarat zaafı ve umursamazlık veyahut da o günü gün etme hesabına, onlarla iyi geçinme adına, “Varsın onlar da değişik yerleri cephane stokları yapsınlar!” mülahazası vardır. Birincisi olursa, gaflettir, denaettir, şenaattir, fezaattir; ikincisi ise hıyanettir, alçaklıktır. *Sadece bugüne takılan insanların hali budur. Onlar hem bugünü kaybederler hem de yarını kaybederler. Bugünü kaybederler; zannediyorlar ki bu işler böyle devam edecek. Hayır, maşerî vicdanda temerküz ve tahaşşüt eden çok ciddi bir metafizik gerilim vardır ki, hafizanallah, indirdiği tokatla -yeniçeri tokadı gibi- onları yerle bir eder. Gider böylece dünya; onların sevdalısı oldukları dünya, aşığı oldukları dünya, taptıkları dünya, putperestlik ettikleri dünya ellerinden gidiverir. Ahireti zaten çoktan kaybetmişlerdir. Münafıkların kaybettikleri gibi… Onlar da camiye geliyorlardı, namaz kılıyorlardı, oruç tutuyor görünüyorlardı. Fakat “Kalblerinde bir maraz vardı da Allah marazlarını artırmıştı.” Her hıyanetleri, her nifakları, her dünyaperestlikleri onların iç marazlarını artırıyordu.
İbrahim Ekinci bir haftanın ekonomik panoramasını çıkıyor.... Bu musibeten çıkarılacak çok ders var. Birincisi, yurttaşlar olarak bizler, yasalar konusunda gevşek davranan bir hükümet şartında bile evlerimizi, binalarımızı sağlam yapmalı, hayatlarımızı, çocuklarımızın hayatlarını kurtarmalıyız. Sorumluluk çetelesinin birinci maddesine kendimizi koymalıyız. İkinci büyük ders: Hiç kuşkusuz arama kurtarma kurumu AFAD'ın güçlendirilmesini talep etmeliyiz. Her bakımdan… Kadro, bütçe, ekipman. Böyle zamanlar için makine gibi çalışan bir sistem kurmalıyız. Türkiye deprem ülkesidir ve buna çok ihtiyacımız olacağı açıktır. Bu konu tamamen uzmanların yetkisine, liderliğine terkedilmeli, belki de özerk hale getirilerek siyasetin karışması önlenmelidir. Üçüncü önemli ders, bir deprem ülkesinde, inşaat tutkunu, üstelik yasaların uygulanması konusunda titizliği zayıf bir hükümet yıkıcı bir tezattır. Seçmenler olarak bizler, bundan sonra, partilerden ücretler, ekonomi programları, sosyal yardımlar, özgürlükler gibi bütün temel alanlarda nasıl program talep ediyorsak, deprem konusunda da açık ve bağlayıcı taahhütler talep etmeliyiz.
Bu video 08/05/2016 tarihinde yayınlanan “Islah Yolu ve Güzergâhtaki Gulyabânîler” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Boz bulanık hırslarla ve imkânlarını yitireceği korkusuyla titreyen bir talihsiz cihana sultan olsa da hür değildir. *Başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah'a kul olmaktan geçer. Bakmayın bazı kimselerin yalan yanlış namaz kılmalarına!.. İnsan, Allah'a kulluktan kopunca, saltanata kul olur, debdebeye kul olur, tûl-i emele kul olur, tevehhüm-i ebediyete kul olur, bohemce yaşamaya kul olur, parayla pulla oynamaya kul olur, âlemin kendisini alkışlamasına kul olur, parmakla gösterilmeye kul olur, kendisine ayağa kalkmaya kul olur… Böylece, kendisi için elli tane put oluşturur; Lât'lar, Menât'lar, Uzza'lar, Nâile'ler, İsaf'lar, Zeus'ler, Afrodit'ler geride kalır. *Böyle kopuklar dengeli de düşünemezler. Belki bulundukları yeri de teminat altına alamazlar. Bir dönemde bir şey yaparlar ama hep günü kurtarma derdinde oldukları için fiyaskolar yaşarlar. Mesela, bir mesâvîye göz yumarlar; diyelim ki, bir şekavet şebekesiyle, Allah belası bir terör örgütüyle muvakkaten bir anlaşmaya girerler. O terör örgütü, onların ülkelerinin dört bir yanını, kendi ifadeleriyle, cephanelik stokları haline getirirken ya görmüyorlardır -o zaman kör gözlerine sokulsun- veya görüyor, bilerek o meseleye müsamaha ediyorlardır. Bakın neleri kaybettiriyorlar!.. Bir tarafta o şehitlerin şehadetinin, öbür tarafta da bir sürü insanı daha düşman haline getirme ve mağduriyete uğratmanın arkasında ya korkunç bir gaflet, ciddi istihbarat zaafı ve umursamazlık veyahut da o günü gün etme hesabına, onlarla iyi geçinme adına, “Varsın onlar da değişik yerleri cephane stokları yapsınlar!” mülahazası vardır. Birincisi olursa, gaflettir, denaettir, şenaattir, fezaattir; ikincisi ise hıyanettir, alçaklıktır. *Sadece bugüne takılan insanların hali budur. Onlar hem bugünü kaybederler hem de yarını kaybederler. Bugünü kaybederler; zannediyorlar ki bu işler böyle devam edecek. Hayır, maşerî vicdanda temerküz ve tahaşşüt eden çok ciddi bir metafizik gerilim vardır ki, hafizanallah, indirdiği tokatla -yeniçeri tokadı gibi- onları yerle bir eder. Gider böylece dünya; onların sevdalısı oldukları dünya, aşığı oldukları dünya, taptıkları dünya, putperestlik ettikleri dünya ellerinden gidiverir. Ahireti zaten çoktan kaybetmişlerdir. Münafıkların kaybettikleri gibi… Onlar da camiye geliyorlardı, namaz kılıyorlardı, oruç tutuyor görünüyorlardı. Fakat “Kalblerinde bir maraz vardı da Allah marazlarını artırmıştı.” Her hıyanetleri, her nifakları, her dünyaperestlikleri onların iç marazlarını artırıyordu. “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” *Allah Rasûlü münafıklar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hazreti Huzeyfe'ye (radıyallâhu anh) söylemişti de. Bundan dolayı da Hazreti Ömer, Hazreti Huzeyfe'yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı. Dahası, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet'le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü'nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe'nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. *Hâlihazırdaki durumun tesirinde kalmamalı. Ne olursa olsun, vazifemiz i'lâ-i kelimetullah'tır. En ağır şartlar altında -cehenneme koysalar, ayaklarımıza prangalar vursalar, Promete gibi bizi zincirlerle kayalara bağlasalar da- Allah'ın izni ve inayetiyle yine bu vazifemizi yapmaya çalışırız.
Bu video 25/05/2016 tarihinde yayınlanan “KİMİN PEŞİNDESİN?!.” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Peşi sıra gidilecek rehberler ancak hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemeyen ve önce kendisi dosdoğru yolda hidayet üzere yürüyen insanlardır. *“Ben” diyen, başkalarını düşünemez. Yaptığı hizmetlerde kendi menfaatlerini, yakınlarının kazançlarını ve ailevî çıkarlarını hedefleyen bir insan, Hak nezdinde makbul ve kalıcı bir başarı ortaya koyamaz. Çünkü o tavır ve davranış, peygamberlerin yoluna aykırıdır. *Rehberlik yapan kimse, rehberliği karşılığında sizden bir bedel istemiyorsa, bir beklentisi yok ise, işte ona tâbi olunur. Gecekonduda yaşıyordu, senelerce serkârlık yaptı fakat gecekondudan çıkmadı; yine hayatını gecekonduda sürdürdü. O, öyle bir saltanattır ki, tarihe o saltanatıyla geçer, unutulmayacak bir insan olarak unutulmayanlar sırasına girer. *Hazreti Üstad, hediye kabul etmemesinin sebeplerini açıklarken Yâsîn suresinde anlatılan ve beklentisizliğe dikkat çeken bir mübarek Zât'ı da yâd eder: İhtimal Hazreti Mesih'in havarileri, bazı rivayetlerde Antakya olduğu söylenen yere gittiklerinde, zamanın idarecileri hemen onların hapsedilmelerini isterler. Havarilerin hapsedildiğini duyan Habib-i Neccâr koşa koşa onların yanına gider ve ilgililere hitaben, اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) der. *Habib-i Neccâr, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verir; onların, hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtir. Demek ki, bir tebliğ ve temsil insanı özellikle bu iki vasfı haiz olmalıdır: Birincisi, önce kendisinin hidayet üzere bulunması; ikincisi ise, yaptığı vazife mukabilinde kimseden bir bedel istememesi. Doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri de hiç mümkün değildir. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Bu savaşta Rusya stratejik etki aldığı kayıplar yaşadı, prestij kaybettiği olaylar yaşadı. Eylül 2022'deki iki konuya bakın: Birincisi stratejik tertiplenme; ikincisi, stratejik sabotajdır. Bu iki konu da asıl cephenin zorlanması mahiyetindedir. Buna benzer her konu (nükleer risk dahil) stratejik olarak değerlendirilmelidir, operatif gelişmeler daha az üzerinde durulacak olanlardır.
360'ıncı Medyascope Açık Oturumu'nda Edgar Şar, konukları eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, hukukçu Figen Çalıkuşu ve Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Osman Sert ile 21 Ağustos'ta ilk tur toplantılarını tamamlayacak olan altılı masanın bundan sonraki yol haritasını tartıştı. “Altılı masanın ilk toplantısından çok somut bir metin çıkmıştı” Eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, altılı masanın bir arada duruşundaki özenini önemsediğini belirtiyor: “Türkiye'nin geldiği noktada yeni bir tek parti iktidarı yerine, büyük bir koalisyona gidilmesi hayırlıdır. Bu partilerin demokrasi, hukuk devleti ve adalet konusunda anlaşmış olmaları önemli, bundan sonra ilk olarak neyin yeniden inşa edilmesi gerektiğini fark etmiş gözüküyorlar. Bu da demokratik hukuk devletidir. Altılı masanın ilk toplantısından çok somut bir metin çıkmıştı. Daha sonraki metinler belki bu derece somut değildi ama yine de bir arada durmaya devam edileceği güçlü bir şekilde ifade edildi. Bu noktadan sonra altılı masa Türkiye'ye çok daha somut şeyler söylemek durumunda.” “Altılı masanın güçlü mesajlar vermesi gerekir” Hukukçu Figen Çalıkuşu ise son dönemeçte iktidar baskısının artacağı görüşünde: “Altılı masa toplumun tamamını temsil edebilecek nitelikte. Her bir lider kendi seçmenlerine bu anlayışı verdiğinde, demokratik bir çoğunluk oluşturulabilir. Daha önceki zamanların aksine, seçimle gelen iktidarın yine seçimle, demokratik süreçler içinde gideceği düşüncesi hâkim kılınmış oldu. Bu çok değerli. Ancak iktidar kutuplaştırma stratejisine de devam edecek, bunu unutmamak lazım. Altılı masanın, vaat ettiği her şeyin yanında güven ve inandırıcılık konusunda da adımlar atması lazım. 2015'te iki seçim arasına benzer olayların olmaması için altılı masanın güçlü mesajlar vermesi gerekir.” “Bazı badireler atlatıldı ama şimdiye kadar tüm liderler masaya sadık” Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Osman Sert, altılı masanın başarı analizini yapacak kadar elde veri toplandığı kanısında: “Altılı masanın en önemli artısı, bundan sonra Türkiye'de kim olursa olsun ülkeyi tek başına yönetemeyeceğinin, yönetse bile toplumun önemli bir kısmını tatmin edemeyeceğinin görülmesi oldu. Bu önemli. Bazı badireler atlatıldı ama şimdiye kadar tüm liderler masaya sadık. Başarılar şunlar: Bir arada kalındı, güçlendirilmiş parlamenter sistem bildirgesini oluşturdular. Ortak ilkeler oluşturuldu. Peki eksikler neler? Birincisi cumhurbaşkanı adaylığı. Kemal Bey öne çıkıyor çünkü onun haricinde kimse öne çıkmıyor. Ancak herkesin aklında da seçilebilirliği konusundaki soru işaretleri duruyor. Araştırmalar da henüz Kemal Bey'in kişiliğinden ayrı olarak henüz kesin kazanacağını göstermiyor. Diğer bir problem ise masadan sistem meselesi haricinde henüz güçlü bir mesaj verilemiyor olması, özellikle ekonomi konusunda.” Yayını izleyebilirsiniz: bit.ly/3JN9iLr
Bu video 29/01/2017 tarihinde yayınlanan "HİZMET'İN ALTI ESASI" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Muhammed Bahâuddîn Nakşibendi hazretlerinin yolunda dört şeyi terk etmek lazımdır; bu esas, şu Farisî beyitle ifade edilmiştir: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Bir: Terk-i dünya; dünyayı terk etmek. Fuzûlî'nin ifadesiyle, “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir.” Onun nazarında dünya ve mâfîhâ (içindekiler, hezâfiri, şatafatı, ihtişamı, göz kamaştırıcı yanları) o kadar değersiz ki, rahatlıkla “Boş ver!” diyebiliyor. Birincisi, dünyayı böyle terk etmektir. Hazreti Pîr'in verdiği ölçü ile noktalayacak olursak: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.” Umurunda değil. Bütün dünya kendisinin olsa, katiyen küstahlığa, şımarıklığa, zihnî/fikrî/ruhî zehirlenmeye düşmez; ha var, ha yok. Bütün dünya elinden gitse, Eyyûbvârî, yiğitçe, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى، ثُمَّ أَخَذَ der; “Hamdolsun âlemlerin Rabbi O Allah'a ki, bir zaman verdi, vermekle imtihan etti; bir de almakla imtihan etti; iki imtihan. Verdiğinde O'nu hamd u senâ ile taçlandırdım; inşaallah, nezd-i ulûhiyette hora geçmiştir. Aldığı zamanı da sabırla, dişimi sıkmakla taçlandırdım; inşaallah o da hora geçmiştir!” Eyyûbvârî ki, O'na Hazreti Pîr “sabır kahramanı” diyor. Evet, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazım. İnsan, kalbini, ruhunu, hissini, ihsaslarını ve ihtisaslarını dünyaya bağlarsa, -hafizanallah- o uğurda yapmayacağı canavarlık, şirretlik, fezâat ve şenâat yoktur; asar, keser, öldürür. “Eder münkirâne ta'ne-i şimşir-i hûn efşân / Döker kan, yakar can, onun derdi şöhret ü şan.” Evet, “Eder münkirâne ta'ne-i şimşir-i hûn efşân.” Kan döken mızrağını, saplar herkesin bağrına; kendi hesabına yakar bütün milletin canını. Döker kan, yakar can; onun derdi, hevâsı, hevesi, şöhret ü şân. Başka bir şey düşünmüyor; önüne halılar serilsin, geçtiği güzergâhta yolun sağı ve solu kendini alkışlayan humekâ ile kuşatılsın; efendim, “Allah seni başımızdan eksik etmesin!” seslerini marş gibi dinlesin ve öyle yürüsün… Öyle ister, derdi odur. Dünyayı kalben terk edenler, bu türlü takdirleri, tebcilleri, tazimleri, sövme gibi kabul ederler. Hazreti Mesih'e ait bir söz, aynıyla değil de manasını söylüyorum: “Amelde ihlaslı olmak, övülmeyi sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır.” Takdir ve alkışı, sövülme gibi kabul etmeye bağlıdır. Kendine karşı olan beğenileri ve takdirleri, kendi ruh dünyasında rahatsızlık sebebi saymaktır. İşte çağın önemli, mümtaz simasının sözü: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum!” Evet, böyle bir terk-i dünya. Fakat çok zor olduğundan dolayı, bu enâniyet asrında, bencillik ve egoizm çağında, böylesine kalben, hissen, fikren, ruhen dünyaya sırtını dönmek çok zor olduğundan ve “Olsa da olur, olmasa da olur! Bir dikili taşım olmuş, ne ifade eder, olmamış ne ifade eder?!.” mülahazası, her babayiğidin kârı olmadığından dolayı, Hazreti Pîr onu değiştiriyor, mâlum. https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...