POPULARITY
Bu padcast bölümünde konuştuklarım ve hatta konuşabildiklerim benim için kıymetli. Bundan iki ay önce, burada size ses verdiğim konular hakkında benim de bir fikrim yoktu. Mart ayı bana çok şey öğretti. Nisan ayı büyüttü. İçinden geçtiğim sürece şimdi ayna tutabiliyor ve yorum katabiliyorum. Bu bağlamda önce kendime kocaman bir teşekkür ediyorum. Ruhumu, bedenimi, iç görümü onurlandırıyorum. Ve ardından bu bölümün mimarı olan babamı onurlandırıyorum. İyi ki varsın, iyi ki babam oldun, iyi ki birbirimizi seçtik. Katkı olduğun her şey için. Ve buradayken olamadığın ama bundan sonra katkı olmaya devam edeceğin her şey için…Babam İhsan Karacığan'ın anısına…Support the showarkafonhikayeleri.podcast@gmail.com https://instagram.com/arkafonhikayeleri?utm_source=qrYouTube: https://www.youtube.com/channel/UC11V-FdnYq0_yqCP5BUayrg
Babam, dedemin en büyük oğlu. Ben de babamın en büyük oğluyum. Dedem baba olduğunda da babam baba olduğunda da aynı yaştalarmış. İkisi de yirmi yaşındaymış. Yani dedem dede olduğunda yaşı kırkmış.
#KöşedekiKitapçı'da bugün
Fatma Nur Kaptanoğlu 1993 yılında Marmaris'te doğdu. Eskişehir'de Osman Gazi Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Sanat ve Tasarım Plastik Sanatlar bölümünde yüksek lisans yaptı. Yazıya görseli kattı yani. Kısa film yönetmenliği eğitimi de aldı. İlk kitabı Kaplumbağaların Ölümü 2017 yılında buluştu okurlarla. İkinci öykü kitabı Homologlar Evi ise 2019'da geldi. Bunu 2021'de iki uzun öyküiçeren Ateşten Atlamak takip etti. Ve son olarak da 2024 yılında Babam, Ev ve Yumurta Kabukları adlı ilk romanı buluştu okurlarla. Bir yandan sanat yönetmenliği yapan Fatma Nur'un, söyleşi sırasında siz de fark etmişsinizdir,yazmayı sürdürmeye kararlı olduğu da belli. İyi ki! Yeni sesler güçlendiriyor edebiyatımızı. Yolu açık hep olsun diyelim mi?
Otobüste önümde oturan baba kız olduğunu tahmin ettiğim iki kişi bindiklerinden bu yana konuşuyorlardı. Adamın uzun konuşmasından, kızın da sıkıldığını gösterir tarzdaki hareketlerinden, babanın kızına nasihat ettiği anlaşılıyordu. Uzun sürmedi otobüsteki karşılıksız tek yanlı muhabbet. Kız sesini biraz yükselterek, “Yeter baba, yargı dağıtma” diyerek babasını susturdu. Baba sustu, kız önüne döndü, telefonuyla ilgilenmeye devam etti.
Iletisim için: @filminanatomisi ve @sanatntarihi
Ramazan Bayramımız mı, Kandilimiz mi, Kurban Bayramımız mı? Biz Muharremlerle, Martlarla başlayan yıllar da biliriz ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi efendi yıllardı. Memleketimize, herhalde, Beyoğlu'ndan giren, Haliç'i atlayarak Fatih'lere, Aksaray'lara, sonra Rumeli'ye ve Boğaz'ı aşarak önce Kadıköy'lere, Moda'lara ve sonra Üsküdar'lara ve oradan Anadolu'ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi? İstanbul'un Tepebaşı'ndan Adana'nın Tepebağı'na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir? Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız düzenbaz kâhinlere benzeyen bu iskambil papazı, aramızda neyin nesidir... Bunu hiç merak ettiniz mi? Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O, Haçlı Seferlerinden kalma bir kılıç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor. O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir Piyer Lermit* 'tir... Kardeşlerini mukaddes savaşa hazırlamaktan geliyor. O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş... Ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır. Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi? Bırakın onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz... Sakalı elimde kaldı ve altından Lüsifer** çıktı.Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini ekseriya böyle değiştirirler. Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya mezarını gösterin yahut bırakın! Haç'ında çarmıha gereyim onu. Tehlikeyi sezer de, kendiliğinden gitmeye kalkarsa, çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır. *Piyer Lermit: İlk Haçlı seferinin düzenlenmesinde önayak olan papaz. **Lüsifer: Hıristiyan akidesinde şeytânı tasvir etmek için kullanılan bir isim. (Ârif Nihat Asya, Noel Baba, 1960)
Seyir Terası'nın ilk bölümünde, 2000'lerle birlikte ülkemiz ana akım sinemasına damgasını vuran Çağan Irmak'ın baba figürüyle kurduğu ilişki irdeleniyor. Döneminde herkesi ağlatan Babam ve Oğlum, hem baba figürü hem de bir dönemi irdeleyen Dedemin İnsanları, baba yokluğuyla karakter temellerini atan Mustafa Hakkında Her Şey, baba figürünü değiştiren Prensesin Uykusu ve bu figürün az da olsa değişime uğradığı Tamam Mıyız filmleri; ilk bölümde incelenen filmler oldu. Sinema sohbetleri yapmayı çok seven iki yakın arkadaş Azra Çelenk ve Ozan Özkan'ın hazırladığı Seyir Terası'nın ilk bölümü yayında! İlerleyen bölümlerde yönetmenlerin değişmez temaları, tematik seçkiler ve daha nicesi sizlerle! #film #sinema #çağanırmak
15 Aralık 2009'da bundan tam 15 yıl önce binlerce Tekel işçisi otobüslerle Ankara'ya indi ve Türkiye işçi sınıfı tarihinin dönüm noktası olacak büyük bir direniş başladı. İşçilerin AKP Genel Merkezi'ne yürüyüşü devletin gazıyla, copuyla, tazyikli suyuyla karşılaştı. Çetin mücadelelerin sonucunda işçiler Sakarya Meydanına geldi. Türk-İş Genel Merkezi'nin önünde kar yağışının altında taburelerle başlayan oturma eylemi saatler içinde bir çadırkent inşa edilmesiyle 78 gün sürecek büyük bir direnişe dönüştü. O güne kadar Tekel benim için doğduğum yerdi. Babam İsmet Dölek, Tekel'de memurdu. Ben de Tekel'in Cevizli'deki lojmanlarında doğmuştum. Binlerce işçi çocuğu gibi ben de Tekel'in ekmeğini yiyerek, kreşine giderek, sağlık hizmetlerinden, sosyal tesislerinden faydalanarak büyüdüm. Tekel benim yuvamdı. Tekel işçisi işini ekmeğini yuvasını yuvamızı savunuyordu. “Tekel vatandır, satılamaz” sloganıyla işçiler, vatanımızı savunuyoruz diyorlardı. Ve tabii ki onlar da vatan haini ve terörist ilan edileceklerdi! Tekel işçisi “gemileri yaktık geri dönüş yok” diyerek Ankara'ya geldi, Ankara'da Sakarya komününü kurdu, zulmün karşısında Türkü Kürdü Lazı ile Tekel işçisi omuz omuza durdu. Halaylar horonlar birlikte oynandı. Sakarya'da işçilerin birliği ve halkların kardeşliği vardı. Tekel işçisinin mücadelesi tüm Türkiye işçi sınıfının mücadelesine dönüştü. Tüm Türkiye Ankara'ya aktı. İşçinin coşkun akan seli sendika bürokratlarını da önüne kattı. Ankara Sıhhiye meydanında yüz bin kişi toplandı. Devrimci İşçi Partisi yeni kuruluyordu ve biz de DİP Girişimi olarak alandaydık. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu işçinin karşısına çıkmaya korkuyordu. Kürsünün önünde “Kumlu gelsin grev sözü versin” sloganı atmaya başladık ve genel grev çağrısı dalga dalga alana yayıldı. Sonrasında Türk-İş tarihinin en işbirlikçi başkanlarından biri olan Mustafa Kumlu nihayet genel grev çağrısı yapmak zorunda kalacaktı. Sakarya komünü 78 gün sürdü ama kavga devam etti. Aylarca meydanlarda Tekel işçilerinin merkezinde olduğu bir sınıf hareketliliği yaşandı. Nihayet gemileri yaktık geri dönüş yok diyen Tekel işçileri kefenleri giydik geri dönüş yok diyerek açlık grevine dahi gideceklerdi. Bu mücadelenin etkisi sadece sınıfın belleğine kazınmadı. Tekel'den sonra “çadır” iktidarın bitmeyen kâbusu oldu. Yıllar sonra üniversite asistanları olarak YÖK'ün önüne eylem yapmaya gittiğimizde, Ankara polisi bize “ne yaparsanız yapın lütfen çadır kurmayın” dediğinde bunu çok iyi anlamıştım. O gece YÖK'ün önünde karın altında çadır kurmadan sabahlamıştık. Ama Tekel'in direniş ruhu yanımızdaydı. Ve ertesi gün kazanımla dönmüştük. Daha sonra “çadır” korkusunu ya da daha doğru bir ifadeyle Tekel korkusunu Gezi'de gördük. Karşılarında çadırı görünce paniklediler ve çadırı yakmaya kalktıklarında isyan ateşini daha da harlamaktan başka bir şey yapmamış oldular. Tekel işçisinin büyük direnişi önemli kazanımlar elde etti. Ama sonuçta Tekel elden gitmişti. Türk-İş'in 190 bin üyeli en büyük sendikalarından olan Tekgıda-İş belkemiği olan Tekel'i kaybetmişti. Ama Tekel direnişi ardında, büyük bir mücadele mirası bıraktı. O miras Yunus Durdu'lar, Suat Karlıkaya'lar gibi Tekel'in önderleri ile bugünlere taşındı. Kamunun en büyük sendikalarından olan Tekgıda-İş Tekel'in mücadeleci mirasıyla özel sektörün en büyük sendikalarından birine dönüştü. Bu öyle kolay olmadı. Tekel'den sonra Çaykur da siyasi operasyonlarla Tekgıda'dan kopartıldı. Ama Tekgıda-İş pes etmedi, işçiden aldığı aidatı örgütlenmeye ve direnişe harcadı. Sendikalaştığı için işten atılan işçiye sahip çıktı. Bugün marketlerin gıda reyonlarında gördüğümüz pek çok markayı üreten işçiler direne direne Tekgıda-İş sendikasında örgütlendi. Bugün Nestle'den Sütaş'a Cargill'den Eker'e, Adkotürk'ten Bel Karper'e, Perfetti'den Polonez'e kurulan çadırlar Tekel'in çadırlarıdır.
"Zaman maşını"nda qonağımız olan yemək bloqeri Miryusif Mirzəzadə ilə aşpazlığa olan həvəsindən, əti yumşaldan vasitələrdən, müxtəlif ölkələrdə olan yeməklərdən danışdıq.
İmam hatipte okurken “bari sayısal bölüme geçeyim” dediydim biliyon mu? Meğersem imam hatiplerde sayısal bölüm yokmuştu. Ben de “bari fen ya da Anadolu lisesine geçiş yapayım” dedim. Dediler ki “geçemen, yasak.” Ben de “bari ben bu Milli Eğitim'i mahkemeye vereyim de bu adaletsizlik ortadan kalksın” dedim. Mahkemeye veremezmişim. Verir mişim de sonuç çıkmazmış. Babam dedi ki “oğlum eğer okumayacaksan gel de bari çiftin çubuğun başına geç.” Ben dedim “olmaz, okuyacam ben. Bari eşit ağırlık okuyayım da milli eğitimi mahkemeye verecek kadar hukuk okuyayım.”
"Zaman maşını"nda qonağımız olan 4-cü nəsil at məşqçisi Sərxan Tağıyev ilə at cinslərindən, onlara baxımdan, yarış atlarından və Qarabağ atlarından danışdıq.
“Babam, sufî idi; tarikat şeyhiydi. Evimizde daima sufîleri misafir eder ve zikir meclisleri kurardı. Çocukluğumda böyle bir iklimde büyüdüm. Evimize yakın bir tekke vardı. Babam o tekkenin şeyhiydi; ben de oradaki zikir meclislerine katılırdım. Orada mevlid meclisleri olurdu, taziyeler tekkede yapılırdı. Taziyelerde, üç gün boyunca Kur'an-ı Kerim okunurdu. Ben de bu meclislerde Kur'an okuyanlardandım. Yetmişli yılların ortalarına kadar bu zikir meclislerine katıldım. Babam, aynı zamanda evimize yakın bir mescidin müezziniydi. Daha ben altı yaşlarındayken, beni sabah namazı için kaldırırdı. O zamanlarda yollarda ve camilerde elektrikli lambalar yoktu; babamla birlikte el feneriyle camiye giderdik. Feneri ben tutardım. Sabah namazını babamla beraber o yaşlardan itibaren cemaatle kılardım. İşte çocukluğum ve gençliğim böyle bir ortamda geçti.” (https://www.youtube.com/watch?app=desktop&v=FUgk5NCi0Lw). Bu sözler, yakın zamanda müminlere örnek olacak bir hayat yaşayıp, yine onları gıpta ettirecek onurlu bir şehadetle âlem-i cemâle göçen İsmail Heniyye'ye ait. Heniyye'nin, ilahiler okuyarak bir zikir meclisini yönettiğine dair görüntü ise, hakikaten insanın içini ısıtıyor ve “Ah keşke ben de orada olabilseydim!” dedirtiyor. (https://www.youtube.com/watch?v=8xs2cKdj6YA). Heniyye gibi, kendisini ve ailesini îlâ-i kelimetullah davasına ve ümmet adına Filistin'deki onurlu direnişe adamış örnek bir mücahidin, sufî meşrep olmasında, iki yönlü ders vardır: 1. Zaman zaman tasavvufî düşünce ve kültürün, Müslümanları atâlete ve tembelliğe sevk ettiğine, cihat ruhundan uzaklaştırdığına dair eleştiriler yapılır. Heniyye gibi bir şeyh çocuğunun, sufî meşrep bir zatın, önemli bir cihat hareketinin lideri olması, bu eleştirinin yersizliğinin en somut örneklerindendir. 2. Kendilerini tasavvufun bir şekilde temsilcisi, savunucusu, sözcüsü gibi gören bazı kişilerin; ümmeti, milleti, dünyayı, İslâm coğrafyasını ya da ülkemizi ilgilendiren temel meselelerde, maalesef ya sessiz kaldıklarını ya da yanlış bir pozisyon aldıklarını görüyoruz. Ya da bunların, tüm ümmeti ilgilendiren, Müslümanların ve İslâm'ın geleceğini tehdit eden onca önemli mesele varken; fındıkkabuğunu doldurmayacak lüzumsuz meselelerle uğraştıklarını, tasavvufun ruhundan ziyade şekle odaklandıklarını, hatta tarikat içi problemlerle hem tarikat mensuplarını hem de tüm ülke insanlarını lüzumsuz yere meşgul ettiklerini görüyoruz. Hâlbuki Heniyye, tasavvufun ruhunu özümsemiş bir mümin olarak, Müslümanların onurunun ayaklar altına alınmaya, Kudüs'ün işgal edilmeye, Mescid-i Aksa'nın katiller sürüsünün kirli postallarıyla çiğnenmeye çalışıldığı bir ortamda; bu meselelere bigâne kalıp bir şeyh çocuğu olarak, bir köşede tekke açıp suya sabuna dokunmadan posta oturmayı yeterli bulmamıştır. Bunca hayati mesele varken, son derece basit ve lüzumsuz meselelerle kendini ve ümmeti meşgul etmemiştir. Sufi meşrep bir zat olarak Heniyye'nin cihadı ve onurlu mücadelesinde, aslında tüm sufîler için muazzam dersler vardır. O, bize tasavvufun dünyadaki olaylardan değil, dünya sevgisinden el etek çekmek olduğunu, cübbe- sarık ya da haydariyye-arakiyye giymekten ibaret olmadığını; asıl dervişliğin zulüm karşısında kefenini giyip zalimlere karşı var gücüyle hak yolunda mücadele etmek olduğunu ve en büyük zikir meydanının cihat meydanı olduğunu yaşayarak göstermiş mücahit bir sufîdir.
İslâmın sünnet ve edeblerinden biri de, Seyyidü'l-enâm (s.a.v) Efendimiz'e çok salât-ü selâm getirmektir. Çok salevât-ı şerîfe getirmek Resûlullâh (s.a.v.)'in şefaat etmesine ve Cennet'te O (s.a.v.)'in sohbetinde bulunmaya vesîle olur. Sûfyân-ı Sevrî (k.s.) diyor ki: “Hacca gittiğimde bir gencin Kâ'be örtüsüne asılarak çok salevât-ı şerîfe getirdiğini gördüm. “Burası Beytullahi'l-harem'dir. Her yerin bir duâsı vardır. Senin ise sadece Resûlullâh (s.a.v.)'e salevât-ı şerîfe getirdiğini duyuyorum. Bunun sırrı nedir?” diye sordum. Cevâbında dedi ki: “Babam ile hac için yola çıkmıştık. Biraz yol aldıktan sonra babam hastalandı ve öldü. Yüzü siyahlaştı, gözleri kızardı. Başı domuz başı gibi oldu. Benim için üç musibet vardı. Babamın vefâtı, yüzünün simsiyah olması ve başının hınzır başına benzemesi. Utandığımdan kimseye haber veremiyordum. Kendi kendime babam münafık idi diyordum. O sırada uyku bastırdı. Rü'yamda siyah gözlü, çok güzel orta boylu bir genç gördüm. Babamın başucuna oturdu. Mübarek elini yüzüne sürdü. Babamın yüzünün siyahlığı gitti, beyaz oldu. Başı da evvelki haline döndü. Döneceği sırada, “Allâhü Teâlâ sana rahmet etsin, sen kimsin?” dedim. “Sen beni tanımadın mı? Ben Âdemoğullarının efendisi, Allâh'ın Resûlü Muharnmed'im. Ey genç, bil ki, babana azâb melekleri indiği zaman, bana salevât-ı şerife getirmekle vazifeli melekler durumu haber verdiler. Hemen gelip babana gelen musibeti giderdim. Baban çok salevât-ı şerife getirirdi, fakat içki de içerdi” buyurdu. Uyanınca babamın yüzünü açtım. Nûr gibi parlıyordu. O günden beri salevât-ı şerife getirmeğe devam ederim.” Süfyân-ı Sevrî (r.âleyh) gence: “Doğru söyledin” buyurdu ve talebelerine dönerek: “Bunu Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine anlatın ki, bu gencin babası gibi onlar da azâbdan kurtulsunlar” buyurdu. (Zühretü'r-rıyâd) (Muhammed b. Ebû Bekir İmamzade, Şir'atü'l-İslâm, s.156-157)
“Babamın kanı en küçük Filistinli bir çocuğun kanından daha değerli değil… Babam hayatı boyunca dört suikast girişimine maruz kaldı ama hepsinden kurtuldu. Bugün, istediği gibi şehit oldu…” *** İsmail Heniyye'nin oğlu Abdülselam, aziz şehidin ardından böyle dedi. BAYRAĞI YÜKSELTMEK İÇİN İsrail ordusunun Ramazan Bayramında düzenlediği saldırıda… Üç oğlu ile dört torununu kaybetmişti, Heniyye… Şöyle diyordu: “Çocuklarımızın kanı, halkımızın kanından daha değerli değil.” *** Şu çarpıcı sözler de onun: “Biz evlatlarımızı böyle yetiştirdik. Kim bayrağı yükseltmek istiyorsa… Bu fedakârlıklara hazır olmalı…” BİRLEŞİK TERÖR DEVLETLERİ
Herkese Merhaba,
Tarım Konseyi İcra Kurulu'nun açıklamasından haberdar oldunuz mu bilmiyorum. Kurul, neredeyse canhıraş şekilde “Ne olur anız yakmayın” açıklaması yaptı ve öyle az buz değil, sonuna kadar haklılar. Diyarbakır ve Mardin'de 15 vatandaşımızın ölümüne, binlerce hayvanın ve binlerce dönüm toprağın yok olmasına neden olan yangın biliyorsunuz bir anız yakımı ile başlamıştı. Gelen haberler, hem bölgede hem de Türkiye'nin dört bir yanında çiftçilerimizin “toprağın verimliliğini sağlamanın bir yolu” olarak gördüğü anız yakımına devam ettiği yolunda. Diyarbakır ve Mardin'deki facia yetmemiş anlaşılan. “Sadece Şanlıurfa'da son iki haftada 206 çiftçiye toplam 15 bin dekar arazide anız yaktıkları için 14 milyon TL ceza kesilmiş” diyeyim de tehlikenin farkına varalım. Şunun adını yerli yerince koyalım: Anız yakımı insani değildir, İslami hiç değildir, hele hele toprağın verimliliğini artıran bir uygulama hiç değildir. Anız, ekosistemi yok eden, tarımsal verimliliği ortadan kaldıran, dahası artık “insan da öldüren” bir olgu haline geldi ne yazık ki. Toprak verimliliğini sağlamanın çok daha iyi, çok daha etkili yöntemleri var ve Tarım Bakanlığı bu yöntemler konusunda çiftçiye her türlü desteği veriyor. Bildiğim kadarıyla malç yöntemi toprak verimliği sağlamak açısından hemen hemen en iyi yöntem ve “insanın, börtü böceğin, hayvanların öldüğü, toprağın bittiği” anıza göre çok daha makul. Üstelik kolay ve destek alınabilir bir uygulama. “Babam yakıyordu, ondan gördüm. Onun da babası yakıyormuş” denilerek halledilebilecek bir şey değil bu. Üstelik adını da yerli yerince koyalım, polisiye tedbirlerle de, nasıl yaparsanız yapın etkili denetimle de ortadan kalkmaz. Kesintisiz bir bilinçlendirme ve destekleme sürecine ihtiyacımız var. Anladığım kadarıyla tarım bakanlığı da hem denetim ve tedbir, hem de bilinçlendirme ve destekleme konularında önemli bir çaba sarf ediyor. Diyanetin kırsalda bir cuma hutbesi ile duruma destek vermesinin de etkili olacağını düşünüyorum bu arada. Geçtik insanı, hayvanların, börtü böceğin, ekosistemin öldürülmesinin ne büyük bir günah olduğu çiftçilerimize etkili şekilde anlatılmalı. Diğer yandan STK'lara da büyük ödevler düştüğünü düşünüyorum. STK işbirliklerine açık Tarım Bakanlığı ile hem bilinçlendirme hem de toprak verimliliği artırma konularında inisiyatif kullanabilirler. Toprak, her zamankinden kıymetli ve anızla mücadele bu kıymetin sürdürülebilmesi için çok ama çok önemli. Kutu… kutu.. Vefasızlığın lüzumu yok
Kurban denince, yaşı ilerlemiş herkeste olduğu gibi benim de hemen çocukluğumdaki Kurban Bayramları gelir aklıma. Babam devlet memuruydu. Yıldız Teknik Okulu'nda makine elemanları hocasıydı. Daha ekonomik olduğu için kesilecek kurbanı zamanı geldiğinde değil, çok önceden, minicik kuzuyken alır, onu 1950'lerde ‘sayfiye' olarak tanımlanan ve nüfus yoğunluğundan henüz nasibini almamış, geniş bahçeler içinde en fazla iki katlı binaların bulunduğu Feneryolu'ndaki evimizin bahçesinde, yeşilliklerin içinde aylarca beslerdik. Kurban Bayramı geldiğinde de mahallenin kasabı Müfit amca gelip keserdi semirmiş koyunumuzu… Kuzuya bir de ad konurdu… Hatırladığım en sonuncusunun adını ben koymuştum: Yaşar… Ne garip değil mi?.. Ben bu kuzularla büyüdüm… Hele Yaşar… İyice alışmıştık birbirimize. “Yaşar gel!” diye çağırdığımda koşa koşa gelirdi yanıma… Elimle beslerdim Yaşar'ı. Abartmıyorum, Yaşar en yakın dostumdu benim… Bahçede ben nereye, o oraya… Yaşar kadar olmasa da ahbaplığı yoğun şekilde geliştirdiğimiz bahçemizdeki hindiler, tavuklar, kedi ve köpeklerle büyük bir aile gibiydik… Yaşar'ın kurban edildiği günü hiç unutmadım… Tüm aile; anneannem, annem, ablam, ağabeyim, o yıllarda Kilis'ten kalkıp üniversite eğitimi için geldiği İstanbul'da bir süre yanımızda kalmış ve bana ilk okuduğum romanı -Robinson Crusoe- hediye etmiş olan amcamızın kızı Aydek ablam ve tabii ki ben, rahmetli babama -hiç hak etmediği hâlde- uzunca süre küsmüştük… Yurt dışındaki üniversite yıllarımda, o zamanlar en ucuz gıda maddesi olan tavuk ve hindi etinden uzak durmamın ve sonrasında da kurban etinden yapılan kavurmaya ağzımı sürmememin nedenlerini öyle uzun boylu araştırmaya gerek yoktu… Bütün bunlara rağmen hiçbir zaman toplumun inancı, değerleri ve gelenekleri ile didişmek aklımızın köşesinden geçmezdi… Ayrıca bir ömür boyu fırsat buldukça yediğimiz et ürünlerinin tarlada yetişmediğini idrak edeli çok olmuştu… 2000'lere gelene kadar Kurban konusu hiçbir zaman toplumun hiçbir düzeyinde tartışma konusu yapılmamıştı. Kurban kesimi ile ilgili başlatılan geyiklerin, klişe tartışmaların tarihi aslında hiç de eski değildir… Dünyada bir anda alevlendirilen İslamofobi (İslam düşmanlığı) ve onun Türkiye'deki uzantılarının gelip takıldıkları yerlerden biridir Kurban meselesi… Toplumun nerdeyse yüzde yüzü tarafından kabullenilmiş olan bir inanç unsurunu, vaftizlenmiş zihinlerle yerden yere çalmanın hiçbir işe yaramadığını, tersine, inançlı insanları rencide edip kızdırmaktan öte gitmediğini görememek için özüne ancak bu kadar yabancılaşır insan…
Adımı adına bitiştirdiler senin. Senelerden kırk sekiz. Aylardan mayıs. Adımı adına bitiştirdiler senin. Elimde bir valiz. Havada bir ölümün saklanamaz gerginliği. Adımı adına bitiştirdiler senin. Yaşım on dört henüz. Koynumda bir anahtar gizli. Evimizin. Babam verdiydi. Ona da dedem vermiş ve ona da babası ve ona da onun babası. Benden geriye kalan neyse anlatırım dilerseniz. Arap kızlarının boynu gibi meyilli ve dümdüz Arap atlarının sırtları gibi. Bazı geceler rüzgâr tuz kokusu getirir burnunuza ve mevsimiyse portakal kokusunu. Portakal ve tuz. Zeytin ve incir. Hurma ve süt. Uzun sürmüş bir saadetin izleri yahut. Ayrıca, üzerinde bin yıllık zeytinler ve birkaç hurma ağacı. Az ilerde bir evlek bostan ki zor bulunur üzümün böylesi. Ağaçtan ve tuğladan, emekten ve çabadan yapılma acımız durur tam ortasında. Şimdi işte şurada. Ardımda. Anahtarı koynumda ve burnumda portakal kokusu. Şimdi işte şurada. Ardımda. “Bilmem ne planlaması kapsamında.” Misafir gelen kovdu bizi, evin gerçek sahibini. Evimizi açtığımız çaldı acımızı. Şimdi evimiz işte şurada. Ardımda. Anahtarı koynumda ve yeni doğmuş oğlağımızın ipi elimde. Nedense çalmadılar onu. Çocukluğumu ve geçmişimi, hayatımı ve hayallerimi yeterli buldular nedense. Şimdi işte şurada. Ardımda. Döneceğimi biliyor olmanın güveniyle atıyorum adımlarımı. Ve fısıldıyorum henüz yazılmamış o dizeyi: “Bir Filistin vardı, bir Filistin yine var.” Adımı sorduydun demincek. Adımı adına bitiştirdiler senin. Adım Filistin ve diyorum ki 92 yaşımın tam ortasından dünyaya: Döneceğim.
Sözlükçülerimizin başı taşlı / daşlı deyimlerle pek hoş değildir, çünkü çoğu olumsuzdur. Örneğin şu iki deyim sözlüklerde “Taş taş üstüne bırakmamak” ya da “Taş taş üstüne komamak” şeklinde yer alır ve bunların olumlusuna yani “Taşı taş üstüne bırakmak” veya “Taş üstüne taş komak” şekline yer verilmez. Bunun biz Türklerin yıkmada mahir, yapmada ihmalkâr oluşlarıyla ilgili genel kanaatle bir bağlantısı var mıdır bilemiyorum ama Adalar'da ikamet edip, İstanbul'da inşaatçılık yapan -bilahare mübadil olan- bir Osmanlı Rum'un oğlu tarafından yazılmış anılarında “Babam, eski binaları yıkmak için Türk, yeni binaları yapmak için Ermeni işçileri çalıştırırdı” dediğini hatırlıyorum. Buna rağmen dilin bir miras oluşuna ve dolayısıyla her yazı ehlinin bir mirasyedi olarak davranma hakkına yaslanarak, yukarıda zikrettiğim iki olumsuz deyimi “Taşı taş üstüne bırakmak” ya da “Taş üstüne taş komak” şeklinde olumlu olarak kullanmama mani bir durumun olduğunu da hiç sanmıyorum ki, kendi zamanımda taşla uğraşan önemli bir kurumun varlığı da benim bu tutumumu meşrulaştırmama sebeptir. O kurumun adı: Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)'dır. Okurlarımın, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın talimatıyla 1992 yılında kurulan TİKA'nın kuruluş amacı, idaresi, yeniden yapılandırılması… vb. bilgileri tika.gov.tr'den okumalarını istirham ederek, onun bugün itibariyle, 61 ülkede 63 Program Koordinasyon Ofisi ile 170'ten fazla ülkede faaliyet gösterdiğini belirtmekle yetinmek istiyorum. Zaten sadece TİKA'nın faaliyet gösterdiği 170 ülkenin listesini yapmaya kalkışsam bile bu köşenin yazı hacmi buna yetmeyecektir. Bu sebeple Türklükle ve İslam'la bağı olan hangi ülkeye, hangi şehre gitsem, orada bir TİKA ofisinin bulunduğunu bilmemin bana tarifi imkansız bir moral güç verdiğini belirtmem ve bu duygunun birçok seyyah arkadaşım tarafından da taşındığını söylemem sanırım TİKA hakkında yapılabilecek en doğru tanımlama ve hak ettiği övgüler için önemli bir iz oluşturmaya yetecektir. Bu sonucun Savaş Ş. Barkçin, Hakan Fidan, Musa Kulaklıkaya, Serdar Çam ve Serkan Kayalar'ın TİKA Başkanları olarak isimleri zikrediğinde de tahakkuk edeceğini tahmin ederek; Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı olan TİKA'nın halen Bakan Yardımcısı Serdar Çam'ın nezaretinde Başkan Serkan Kayalar tarafından yönetildiğini söylemenin ise “ehliyete” ve ilgili “hizmetteki sürekliliğe” doğrudan vurgu yapmak olacağını sanıyorum. Buradan yazı başlığıma dönerek, şu ‘Taş üstüne taş komak' deyimine farklı bir yönden daha bakma ihtiyacı duyuyorum. Şöyle ki, TİKA Başkanı Serkan Kayalar'ın birkaç gün önce sosyal medyadan şu mesajını okudum:
Herkesin diline dolanan zamansız şarkılarıyla hem magazin hem de müzik dünyasının dilinden düşmeyen Serdar Ortaç ile birlikteyiz! Serdar Ortaç müziğe nasıl başladı? Çocukluğundan bugüne yansıyan travmaları, hayalleri, mutlulukları ve yaraları neler? İyi dinlemeler.
.
Bir "Zorlu Ekonomilerde Servet Edinme ve Varlık Yönetimi" yayını olan Finans Podcasti'ni tüm sosyal ağlarda @finanspodcasti kullanıcı adıyla bulabilirsiniz. Soru, önerileri ve diğer iletişim ihtiyaçlarınız için finanspodcasti@gmail.com adresine e-posta yazabilirsiniz. Tüm önemli bağlantılar https://linktr.ee/finanspodcasti adresinde. Etiketler: Finansal Miras, Lüks Yatırımlar, Yatırım Fonları, Portföy Yönetimi, Yatırım Stratejileri, Babadan Gelen Finansal Bilgelik, Lüks Yaşam Tarzı ve Yatırımcı Tutumu, Borsa Yatırımları, Portföy Çeşitlendirmesi, Aile İçi Finansal Planlama, Lüks Harcamalar ve Yatırım Getirisi, Borsa Yatırım Fonları, Yaşa Göre Yatırım Planlaması, Finansal Danışmanlık, Lüks Varlıkların Değerlendirilmesi, Borsa Yatırım Stratejileri, Yaşa Göre Yatırım Dağılımı, Finansal Miras Planlaması, Lüks Harcamaların Finansal Etkileri, Yatırım Fonları ve Portföy Optimizasyonu, Yaşa Bağlı Yatırım Hedefleri, Finansal Başarı ve Aile İçi Geçişim, Lüks Varlıkların Portföydeki Yeri, Borsa Yatırım Fonlarının Avantajları, Yaşa Bağlı Risk ve Getiri, Finansal Gelecek ve Nesilden Nesile Geçişim, Lüks Tüketimin Yatırımcı Bakışıyla Değerlendirilmesi, Borsa Yatırım Fonlarının Portföy Dağılımındaki Rolü, Yaşa Göre Yatırım Stratejileri ve Planlaması
“Çok uslu bir bebekmişim, tanımadığım insanların yanında bile ağlamazmışım.” “Yeni tanıştığım herkesle hemen yakın olmak istiyorum.” “35 yaşımdayım ama annemden ayrı yaşama fikri beni oldukça korkutuyor.” “Beni her an terk edebileceğinden kaygılıyım, o yüzden söylediği her şeyi alttan alıyorum.” “Babam hep doktor olmamı isterdi, ben de o yüzden tıp okumayı seçtim.” Bakım verenimizle kurduğumuz bağlanma türümüzle yetişkinlikteki ilişkilerimiz arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Güvensiz bağlanmış bir bebekken yetişkinliğimizde güvenli bağlanmamız mümkün mü? Bowlby sağ olsun bilgilendik mi yoksa travmalandık mı bilemedim. Haydi dinleyelim
Ne çocuklarımız, ne torunlarımız bakır mutfak eşyalarını tanıyor. O kalaylı tasları, tencereleri, tavaları. Hiçbiri kalaylı bir maşrabadan kaynak suyu içmedi. Bakır eşyalar onlar için artık bir aksesuar, bir süs unsuru. Oysa vaktiyle o tavalar, o tencereler kimlerin elinden geçti. Kaç gelinin, kaç dedenin, kaç babaannenin bir ömrü dolduran hatırasını taşıyorlar. Bir kahve cezvesinin kulpundan tutan el kaç kuşağın eli ile ısınıyor, onlardan miras kalan duyguları paylaşıyor. Ama biz redd-i miras ettik. Bakırları sattık. Yerine alüminyum tencereler, melamin tabaklar aldık. Bu tabaklar düştü mü kırılmıyordu. Ancak ömürleri kısa oldu, tam mutfak dolaplarına ısınacakları zaman da pabuçları dama atıldı. Onların yerlerine başka kaplar, başka bardaklar imal edilmişti. Geçiyor, her şey süratle geçip gidiyordu. Şimdilerde çoğu renkli yemek takımları var, seramikten. Birkaç yılda atılıyor, yerine yenisi alınıyor. Bir eşyayı ömür boyu kullanmak, hele hele bunu çocuğuna, torununa hatıra bırakmak, onların da kullanmasını istemek çılgınlık sayılır oldu. Aklı başında olanlar plastik bidondan plastik bardağa su dolduruyor, suyu içtikten sonra bardağı çöpe atıyor. Eşya ile ünsiyetin sonu çoktan geldi. Sevdiğimiz bir sandalyeyi, bir porselen fincanı, hatıralarla yüklü bir vazoyu ne yapıyoruz? O vazo ki onda nice güzel günlerin çiçekleri kokmuştur. O çiçekler alındığında, o vazoya konulduğunda kalbin sesi hangi ilâhiler ile coşmuş, hangi şarkılarla dolmuştur. Bir tiren son kampana ile birlikte kalktığında dökülen gözyaşları, bir vapur iskeleye yanaştığında içimizin pır pır edişi, postacıya kapıyı açtığımızda elimize değen bir mektup, şiir defteri arasında kuruyan bir gelincik bütün bunlar hayatımızdan nasıl uçup gitti. Onlar mı uçtu, yoksa bir karakoncolos bütün bu güzellikleri kovalayarak yerine konfeksiyon duygular, gel geç müzikler mi koydu. Vakti daralan kim? Kim bana ayaküstü yemek yemeyi öğütlüyor. Ninem derdi ki: “Bir kadın pişirdiği yemek ile beraber pişerse o yemeğin tadı, tuzu, bereketi olur”. Ninelerimizin ve dedelerimizin dünyası ne çabuk bir masala dönüştü. Ve masallara niçin inanmıyoruz? Bir âletin Mars'tan gönderdiği fotoğraflara inanıyoruz ama. İnanıyoruz da ne oluyor? Yemekler daha lezzetli, sohbetler daha koyu, aşklar daha derin, arkadaşlıklar daha vazgeçilmez mi oluyor? Babamızdan armağan saati saklıyor, takıyor, kullanıyor muyuz; yoksa modası geçti bunun, şimdi at nalı saatler takılıyor diye o güzel Omega'yı bir çekmecenin gözüne mi atıverdik. Çekmecenin kapağı kapanınca odayı rahmetlinin paltosundan yayılan tütün kokusu mu doldurdu. Hayır. Bütün bunlar olmuyor. Eşyalar, insanlar, sevgiler, saygılar, gözyaşları, gülücükler kaçıyor bizden. Yahut biz onlardan uzaklaşıyoruz. Tek başımıza kaldığımız ekran başında sürekli zaplıyoruz. Sürekli zap...
YUSUF SURESİ 69-82 N053 M012 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 69- Yusuf'un yanına girdiklerinde Yusuf, kardeşini yanına aldı ve "Ben senin kardeşinim. Onların (daha önce) yaptıklarına üzülme" dedi. 70-(Yusuf) onların yüklerini hazırlatınca su kabını kardeşinin yükünün içine koydurdu. Sonra (kafile hareket edince) bir dellal: "Ey kervan, siz hırsızsınız" diye bağırdı. 71- (Kervan) onlara dönerek "Ne kaybettiniz" dediler? 72- Dediler ki: "Melik'in su kabını kaybettik. O'nu getirene bir deve yükü var. Ben de buna kefilim." 73- (Kervandakiler) Dediler ki: "Allah'a yemin olsun ki biz buraya bozgunculuk yapmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz. Bunu siz de biliyorsunuz." 74- (Melik'in adamları): "Eğer yalancılar iseniz onun (hırsızın) cezası nedir?" dediler. 75- (Yusuf'un kardeşleri) dediler ki: "Kimin yükünde bulunursa o (Yük sahibi) onun (su kabının) karşılığıdır, (alıkonulur)" İşte zalimleri biz, böyle cezalandırırız. 76- (Yusuf) öz kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramağa başladı. Sonra öz kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. İşte Yusuf'a böyle bir çare öğrettik. Yoksa Yusuf'un kendi kardeşini kralın dinine (kanunlarına) göre alıkoyması yakışmazdı. Ancak Allah'ın dilediği (ni yapması yaraşır). Biz dile-diklerimizin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha alim biri vardır. 77- (Yusuf'un kardeşleri): "Eğer bu çalmışsa daha önce kardeşi de çalmıştı" dediler. Yusuf bunu içinde gizledi ve O'nu onlara açıklamadı, ve "Siz çok kötü bir durumdasınız, Allah sizin anlattıklarınızı daha iyi biliyor" dedi. 78- "Ey Aziz, O'nun ihtiyar bir babası var, O'nun yerine bizden birimizi alıkoy. Biz seni iyilik edenlerden olarak görüyoruz" dediler. 79- (Yusuf): "Biz, eşyamızı yanında bulduğumuzdan başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. O takdirde biz zalimlerden oluruz" dedi. 80- Ondan (Yusuf'tan) umudu kesince fısıldaşmak üzere bir kenara çekildiler. En büyükleri: "Babanızın sizden Allah adına sağlam söz aldığını, daha önce de Yusuf hakkında yaptığınız hatayı bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye kadar veya Allah hakkımda hükmedinceye kadar ben bu yerden ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en hayırlısıdır." 81- "Babanıza dönün ve: "Babamız, oğlun hırsızlık yaptı. Biz görmedik. Ancak bildiğimize (su kabının onun yükünden çıktığına) şahitlik yaparız. Biz gaybın bekçileri değiliz." deyin. 82- "İçinde bulunduğumuz şehire (Mısır'a) ve birlikte geldiğimiz kervana sor. Biz doğru söylüyoruz" deyin. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/yusuf-suresi-69-82-tefsiri
YUSUF SURESİ 6-14 N053 M012 Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. 6- İşte böylece Rabbin seni seçecek ve sana olayların yorumunu öğretecek. Daha önce iki atan olan İbrâhim ve İshak'a ni'metini tamamladığı gibi sana da, Ya'kup ailesine de ni'metini tamamlayacaktır. Mutlaka senin Rabbin Alim'dir, Hakim'dir. 7- Muhakkak Yusuf ve kardeşlerin (kıssaların) de soranlar için ibretler vardır. 8- Kardeşleri birbirlerine demişlerdi ki: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevimlidir. Halbuki biz bir topluluğuz. Babamız apaçık bir dalâlettedir." 9- "Yusuf'u öldürün, yahut bir yere atın da babanızın yüzü yalnız size kalsın (sizi sevsin). Bundan sonra (tevbe eder) salihlerden olursunuz." 10- Onlardan bir konuşmacı: "Yusuf'u öldürmeyin O'nu kuyunun dibine atın, gelip geçenlerden biri O'nu alır. Eğer yapacaksanız (böyle yapın)" dedi. 11- (Hepsi Ya'kub'un yanına gelerek) "Babamız, Sana ne oluyor da Yusuf'u bize güvenmiyorsun? Oysa biz ona nasihat edenleriz" dediler. 12- "Yarın O'nu bizimle beraber gönder. Yesin, oynasın, elbette biz onu koruruz." 13- (Ya'kub): "O'nu götürmeniz beni üzer ve sizin haberiniz yokken O'nu kurdun yemesinden korkarım" dedi. 14- (Hepsi) dediler ki: "Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde, eğer, O'nu kurt yerse o zaman biz acizlerden oluruz." https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/yusuf-suresi-6-14-tefsiri
Görgü tanığı anlatmıştı: 90'larda Van'ın Bahçesaray ilçesi kırsalında iki terörist etkisiz hale getirilir. Teröristlerin cesetleri bir aracın arkasına bağlanır. Araç ilçenin ana caddesinde cesetleri sürükleyerek defalarca tur atar. Bana bu olayı anlatan, AK Parti'de milletvekilliği de yapmış görgü tanığı, “Bahçesaray terör örgütüne mesafeliydi, o günden, o manzaradan sonra maalesef sempati arttı” demişti. 80'lerin başında meşhur Diyarbakır Cezaevi'nin çocuk koğuşunda işkence görmüş değerli gazeteci dostumuz Abdürrahim Semavi anlatmıştı: “Cezaevinden çıkışımda babam karşıladı. Mütedeyyin, beş vakit namazında bir adamdı babam. Sarıldık. Kulağıma eğildi, ‘dağa mı?' diye sordu. ‘Hayır. Okula' dedim. Babam çok şaşırdı.” Onlarca, yüzlerce örnek var. Cesede ya da küçük bir çocuğa bu muameleleri yapan devlet adamının vatansever olduğuna şüphe yok. Şöyle düşünüyor: Devletin gücünü göstermeliyim. Korkutmalıyım. Çekiçle, balyozla, hatta silindirle başını, gövdesini ezmeliyim. Korkarsa itaat eder. Terörist cesetlerinin sürüklendiğini görürse, işkencenin acısını hissederse ibret alır; dağa çıkmaz, dağdakine yardım etmez, sempati göstermez. Devletin büyüklüğünü görür ve itaat eder… Oysa insan ve toplum her zaman bu düz mantığa aykırı hareket eder. Evet korkar, ürker, siner, çekinir. Ama otoriteye karşı bütün muhabbetini kaybeder. İçinde bir öfke, bir nefret büyümeye başlar. İçindeki fırtına, içinde büyüyen volkan, fırsatını bulduğu ilk anda açığa çıkar. Bugün olduğu gibi 80'lerde, 90'larda da terörle mücadele edenlerin hemen hepsi vatanseverdi. Ülkelerine, milletlerine aşkla bağlıydılar. Türkiye için can feda etmekten çekinmeyen kişilerdi. Ancak terör karşısında akıllarına ilk gelen yöntemi uygulamayı tercih ettiler. “Sallandıracaksın üçünü beşini, bak bir daha yapıyorlar mı” diyorlardı. İşkence yaptılar, köy boşalttılar, köylüye dışkı yedirdiler, asit kuyuları açtılar, beyaz Toroslarla zanlıları enselerinden kurşunladılar. Böylece teröre, teröriste ve sempatizana korku saldılar. Sonuç? Terör örgütü daha da büyüdü. Örgüte katılmak isteyen gençler sıraya girdiler. Örgüte sempati daha da arttı. Daha çok kan aktı. Terör örgütü siyasi parti kurdu ve o parti her seçimde yüzde 10'un üzerinde oy almaya başladı. Daha da kötüsü, Kürtler arasında ulusalcılık akımı yükseldi. Tam da ABD, İsrail, Avrupa ülkeleri, İran ve diğer Türkiye'nin hasmı devletlerin arzuladığı şekilde, yüzyıllardır ittifaklarıyla, kardeşlikleriyle bölgenin sarsılmaz gücünü oluşturan Türk ile Kürt arasındaki muhabbet ağır darbe aldı.
Bir arkadaşım vardı. Zayıf ü nizar değildi, bilakis gürbüz biriydi. Uzun zamandır görüşemedik ama anlattığı bir şey var ki yıllardır hep aklımdadır. Küçüklüğünde herkesi ve her şeyi, kendisi için sanırmış. Yalnızca kendisi için... Sahip olduğu oyuncaklar gibi. Derdi ki “Annem, benim annem. Babam, benim babam. Günün birinde bir kardeşim olması gerektiğini düşünmüşler, kardeşim dünyaya gelmiş. Lunaparka gidip çarpışan arabalara binmemi istediklerinde elimden tutup götürürlerdi. Nasıl sevinirdim. Beni çok sevdiklerini bilirdim. Yağmur yağınca bilirdim ki benim yağmuru görmem gerekmiştir. Görmem, tanımam için yağmıştır yağmur. Kar da aynı şekilde. Hayattaki her şeyi kendi açımdan görür, benim için olduğunu sanırdım. Başlayan ne varsa benim içindi, biten ne varsa benim için. Otobüse bineceğim zaman, o otobüsü birisi kullanacaktı elbette. Çünkü benim bir yere gitmem gerekiyordu. Ağaç çiçek açıyorsa, ağacın çiçek açtığını görmem içindi. Dallarda kirazlar, erikler olgunlaşıyorsa, benim kiraz ve erikleri görmem ve onları canım istediği anda ve istediğim kadar yiyebilmem içindi. Bir kedi yanıma yaklaşıp bacağıma sürtünüyorsa, benim kediyi görmem, bilmem gerektiğindendi. Bir köpek kuyruğunu sallayıp yanıma yaklaşıyorsa, bir çocuk olarak benim köpekle oynamam, onu tanımam içindi. Okula gittiğimde öğretmeni de kendim için görevli biri sandım. Sınıftaki arkadaşlar da bana arkadaşlar lazım olduğu içindi elbette. Çünkü sınıfta tek başıma olmam, hiç de mantıklı değildi. Bana bir öğretmen ve arkadaşlar gerekliydi. Güneşin doğuşunu ve batışını da aynı şekilde anlardım.” Bir nevi Truman şov filmi... Diyebiliriz ki “Toraman şov”. Fakat yaş ilerleyince durum değişmiş. Günlerden bir gün ‘aydınlanma' yaşamış. Bir zaman sonra annesinin, kardeşi için de anne olduğunu fark etmiş. Yağmur bir tek onun için yağmıyormuş meğer. Öğretmen, bütün sınıfın öğretmeniymiş. Güneş yalnızca onun güne başlaması için doğmazmış, herkes içinmiş. Dünyadaki milyarlarca insanla ilgiliymiş. Işık saçarken, herkese eşit davranırmış.
Melike Eldem | BENİM BABAM... | 21.01.2024 by Tr724
"İman edenlerin Allah'ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir." (Hadid 16) “Müminler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır.” Enfal 2 “Belki de, bir kavmin içinde, ileri derecede huşu sahibi kimseler bulunuyordu. Daha sonra bu kimselerden, o mükemmel huşu zail olup silindi de, böylece onlar, bu ayetle o huşûyu yeniden elde etmeye teşvik edildiler. Çünkü A'meş, şöyle demektedir: "Sahabe, Medine'ye gelince, bolluk ve refaha kavuştular. Böylece de, daha önce üzerinde bulundukları dinî hal ve tavırlar konusunda bir gevşeklik gösterdiler. Bu sebeple de, bu ayetle kınandılar." Hz. Ebû Bekir (r.a)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Resûlüllah'ın huzurunda okundu. O sırada, onun yanında Yemâmeliler'den bir grup bulunuyordu. Bunun üzerine onlar, adamakıllı ağladılar. Bunun üzerine de Ebû Bekir onlara baktı da, "Biz de böyleydik; ama kalblerimiz katılaştı artık..." dedi. Onların, Tevrat ve İncil'i duyup dinlemelerinden sonra, aradan çok uzun zaman geçti. Böylece de, Tevrat ve İncil'in saygınlığı onların kalblerinden zail oldu. Derken de, kaçınılmaz olarak kalbleri katılaştı" demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk adeta mü'minleri, böyle olmaktan men etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğu fasıklardır" buyurmuştur. Bu, "Onlar dinlerinden çıkmışlar ve her iki kitabta olan şeyi terketmişlerdir" demektir. Bu adeta, işin başında huşû'un bulunmamasının, neticede, fıska götüreceğine dair bir işarettir.” Razi Reisi cumhur, birini saraya davet ettiğinde, davetiyede lütfen cevap veriniz yazmaz! Bu davet bir emirdir. Onun yönetiminde yaşayan herkes bu davete gitmek zorundadır. Allah bize bu daveti her gün beş kez yapıyor ve bizi muhatab alıyor. Allah'ın davetiyesi Kuran'dır. Bu davetiyede de l.c.v. Yazmıyor! Namaz davetine gelmeyenin, ateşin davetine gideceğini yazıyor. Tavuk bile insana hizmet ediyor. Bir kadın hayatında ortalama iki üç çocuk doğurur. Tavuksa hergün yumurta doğuruyor. Bu yüksek miktardaki acıya hergün insan için katlanıyor ve vazifesini yapıyor. Vazifesini yapmayan bir tek insan görünüyor! “Ben cehennemden korkuyorum” cümlesi benim ateşten korktuğumu isbat eder mi? Yanmaktan korktuğumu delillendiren işler yapmalıyım Size verdiğim tüm nimetleri geçici olarak verdim. Ev verdim, araba verdim, sağlık verdim, çocuk verdim, para verdim. Bu verdiklerimi bana geri vermeniz gerekiyordu ama siz onları sahiplendiniz! Ölümü kendıne yakıştıramıyor kimse. Babam nüktedan bir adamdı. Kardeşim rüyasında ön dişinin düştüğünü görmüş. Babam tabir yapmış; amcana söyle ölecek, hazırlık yapsın kızım. Çöpçüler, sokakları temiz tutmaları sebebiyle halkı bulaşıcı hastalıklardan korudukları için en az doktorlar kadar sevap kazanırlar Cenâb-ı Hakk, "zikr" ile elde edilen bir huşûyu, nazil olan Kur'ân'la elde edilen huşû'dan önce getirmiştir. Çünkü, "huşu" ve haşyet ancak Allah anıldığı zaman elde edilir. Bunların, Kur'ân dinlenirken elde edilmelerine gelince, bu, Kur'ân'ın da yine, "Allah'ın zikr"ini şâmil olması sebebiyledir. "Allah'ın yaratmasını görüp durduğu halde. Allah'ın varlığından şüphe eden kimseye çok şaşarım; ilk yaratılmayı bildiği halde (kıyametin kopmasından sonraki) dirilmeyi inkâr edene şaşarım; her gün ve gece ölüyor ve tekrar diriİiyorken yani uyuyup tekrar uyanıyorken ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve haşrı inkâr edene şaşarım. Cennete ve oradaki nimetlere inandığı halde, (sadece) aldanış yurdu olan bu dünya için koşuşturana şaşanm ve başlangıcının atılmış bir damla meni, sonunun da tiksindirici bir leş olduğunu bildiği halde kibirlenen ve övünen kimseye şaşarım." Hadi
This episode is sponsored by WE-PN. Become your own VPN provider. To get 50% off enter promo code: kingraam50 -------------------------A while back Raam found some audio recordings of himself and his late father, Kavous Seyed Emami, where he was helping him study some lessons for his political science course. The recordings are from over a decade ago and act as a time capsule that capture his father's patience, intellect and vast knowledge that made him such a great professor, and human being. In this episode they cover the topic of Political Economy. -------------------------To learn more about psychedelic therapy go to my brother Mehran's page at: https://www.mindbodyintegration.ca/ or to https://www.legacyjourneys.ca/ for his next retreat.***Masty o Rasty is not responsible for, or condone, the views and opinions expressed by our guests ******مستی و راستی هیچگونه مسولیتی در برابر نظرها و عقاید مهمانهای برنامه ندارد.***-------------------------King Raam Tour:Los Angeles - Dec 15Melbourne - Feb 16Sydney - Feb 17kingraam.com/tourSocial Media: @kingraam Voice Messages: www.t.me/mastyorasty Merch: www.kingraam.com/merch NFT: www.foundation.app/kingraam Donations: paypal.me/raamemami Venmo: @kingraam
Nasıl Olunur'un 201'inci bölümünde konuğum senarist ve yönetmen Çağan Irmak.Irmak ile sohbete son üretimlerinden konuşarak başladık...Netflix'te gösterime giren dizisi, 15 yıllık hayali 'Yaratılan'dan girdik, öykü kitabı 'Gözümden Deliler Taştı' hakkında konuşarak çocukluğuna geçtik...Ardından anne ve babasından, Seferihisar'dan, denizden, zeytinyağlılardan, müzikten konuşurken eğitimi, yönetmenlik anlayışı, tercihleri, dönem filmi çekmenin zorlukları, bugün pek beğenmediği filmleri, Asmalı Konak'tan Issız Adam'a, Çemberimde Gül Oya'dan Babam ve Oğlum'a pek çok konudan da söz açtık...Daldan dala geçen, yeni düşünce kapıları açan güleç bir sohbet sizleri bekliyor...
BABAM RUHUN ŞAD OLSUN… Youtube: https://youtu.be/7z_63vNqo3k Babam Mehmet Bahattin Avar, Cumhuriyetin ilk yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyeti'nde beden eğitimi öğretmeni ve çocuk bahçeleri sorumlusu olarak çalışmış. Bu bahçeleri kazma kürekle inşa etmekten, atlıkarıncalarını eliyle yapmaya kadar, folklor gruplarından, gösteri grupları oluşturmak ve tören hazırlamaya kadar büyük emek sarf etmiş. 1975 yılında sonlanan yaşamının her dönemini çocuklara adamış. 60 yaşında bir kez daha baba olmuş. 20 yaşındaydım onu kaybettiğimde. Ekimin 15'inde… O kısacık zamanda bana ne çok şey kattığını yeni fark ediyorum. En sık aklıma gelen anılardan birini paylaşayım. Uzun yürüyüşlere çıkardık. Yakacık tepelerinden Marmara denizine, adalara tepeden bakardık. Babam yol boyu gördüğümüz birçok hayvan ve bitkiyle ilgili bana hikâyeler anlatırdı. Bir gün telaşlı bir karınca topluluğunun yanına çömeldi. ‘Bak' dedi. ‘İzle, nasıl yardımlaşıyorlar…' Bir toprak tümseğindeki inanılmaz faaliyete bakakalıyorum… Sesi kulaklarımda gözlerimi hiç ayırmıyorum: “Dünya var olduğundan beri karıncalar bir arada yardımlaşarak ve birbirlerini tamamlayarak yaşarlar, onlar için ‘ben' yok, ‘biz' var' diyor. İşçi karıncalar, avcı karıncalar, temizlikçi karıncalar, anne karıncalar var. Hepsi kendiişlerini mükemmel yapıyor ve birbirleriyle yardımlaşarak yaşıyorlar.” O gece rüyamda çalışkan karıncaları dans edip halay çekerken görüyorum. -İşleri bitmiş olmalı- diye düşünüyorum. Ah babam, çok özel bir zamanın yolcularıydınız sizler… Çanakkale madalyası takmış, kurtuluş için savaşmış, cumhuriyetin ilk yıllarında kendini çocuklara adamış; bilimde, sanatta sınır tanımayan bir kuşağın temsilcileriydiniz. Ruhun şad olsun. Sana layık olmaya çalışıyorum. Banu AVAR, 15 Ekim 2023
“Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.” Bakara 6 “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” Bakara 7 Küfür (küfr) kelimesinin lugat mânası “örtme”dir, kâfir de “örten” demektir. Fâtiha sûresinde doğru yolda olanlar, doğru yoldan sapanlar ve Allah'ın gazabına uğrayanlardan söz edilmişti. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde doğru yolda olanların (müttaki müminler) en önemli özellikleri dile getirildi. Bu âyetlerden itibaren de doğru yoldan sapanların, Allah'ın gazabına uğrayanların ahlâk ve tutumlarıyla âkıbetleri anlatılıyor. Kulakları, dikkat ve idrakleri ilâhî irşada kapalı olan inkârcılara nasihat ve uyarının fayda vermeyeceği, uyarıların ancak gerçeği arayan ve Allah kelâmını dinleyenler üzerinde etkili olacağı açıktır. Sen, müslüman olsunlar dîye İnsanları zorlayacak mısın?" (Yûnus. 99) Cenâb-ı Hakk, Hz. Peygamber (s.a.s,)'e, artık o iman etmeyenlerden ümidini kessin de kendine sıkıntı vermesin diye, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Çünkü ümidi kesmek, iki rahatlığın birisidir. "İnzâr", günahlardan menetmek suretiyle, Allah'ın azabından korkutmaktır. Bu ayette müjdeleme değil de inzâr zikredilmiştir. Çünkü, bir şeyi yapıp yapmamada inzârın tesiri, müjdenin (tebşirin) tesirinden daha güçlüdür. Çünkü insanın, zararı savuşturma ile meşgul olması, menfaati elde etmek için uğraşmasından daha önemlidir. Babam Ömer b. el-Hattab bana, Hz. Peygamberin şöyle dediğini anlattı: "Allah'ın sizin hakkınızdaki ilmi, sizi gölgeleyen gök ve sizi üzerinde taşıyan yer gibidir. Nasıl siz, gökten ve yerden çıkmaya muktedir değilseniz, aynı şekilde Allah'ın ilminden de çıkmaya gücünüz yetmez. Nasıl gök ve yer sizi günah işlemeye sevketmiyorsa, bunun gibi Allah'ın ilmi de sizi o günahları işlemeye zorlamıyor" Cenâb-ı Hakk, önceki ayette onların iman etmeyeceklerini beyan edince, bu ayette iman etmemelerinin sebebi olan, "hatm"i bildirmiştir. Onlar düşünmekten yüz çevirip, Allah onlara delillerini serdettiğinde bu delillere ve Kur'ân'a kulak vermeyince, onların bu yaptıkları şey Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü bu yaptıkları şeyin meydana gelişi, Cenâb-ı Hakk'ın, delillerini onlara serdettiği zamana denk gelmiştir. Meselâ, Allah Berâe (Tevbe) Sûresi'nde; "Bu ayetler, onların kötülüklerine kötülük katmıştır" (Ayet, 125) buyurmuştur. Yani onlar, bununla küfürlerine küfür katmışlardır Ulemânın bir kısmı, bu ayetin kâfirlerden hususî bir topluluk hakkında nazil olduğunu; Allah'ın, bu dünyada birçok kâfire cezasını peşinen verdiği gibi, onlara da cezalarını peşin vererek, onlara, bu dünyada kalblerini damgalama ve mühürleme cezasını verdiğini söylemişlerdir. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki siz, sebt gününde haddi aşanları bildiniz. Bunun üzerine Biz onlara, aşağılık maymunlar olunuz!" dedik " (Bakara, 65) ve "Muhakkak ki orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yer yüzünde başıboş dolaşacaklardır. Artık sen, dinden sapmış kimseler hakkında tasalanma" (Maide, 26) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, bunlarda kullarının alacakları ibretler ve onların yararına olacak şeyler olduğunu bildiği için, peşin cezalar vermiştir. Bu peşin cezalardan bir kısmı da, kâfirlere vermiş olduğu kalblerini mühürleme ve damgalama cezasıdır. "İşte bunlar, kalblerine imanı yazmış olduğu kimselerdir" (Mücadele, 22) buyurmuştur. Bu durumda melekler, o mümini severler ve onun için Allah'tan mağfiret taleb ederler. Kâfirlerin kalblerinde, meleklerin kendisi vasıtasıyla, Allah nezdinde melun olduklarını bilecekleri bir alâmetin bulunması da söz konusudur. Böylece melekler o kâfire buğz eder ve onu lanetlerler. Bu alâmetin temin ettiği fayda ya meleklere ait bir faydadır; çünkü onlar bu alâmetle onun Allah nezdinde kâfir ve melun olduğunu bildiklerinde, bu onları küfürden iyice nefret ettiren bir şey olur.
Toplum annenin melek, babanın kahraman olduğunu söylüyor. Anne ve babaya saygıda kusur edilmez, o yüzden ikisi de eleştirilmez diyor. Ben de topluma cevaben, eleştirilmeyen hiçbir yapı gelişmez diyorum. Herkes duysun: Benim annemle babam çocuk. Bölümde bahsettiğim Hiwell uygulamasında geçerli %10 indirim kodunuz: deniz10 Uygulamayı indirmek için tıklayın: https://hiwell.app/merdivenaltiterapi
Toplum annenin melek, babanın kahraman olduğunu söylüyor. Anne ve babaya saygıda kusur edilmez, o yüzden ikisi de eleştirilmez diyor. Ben de topluma cevaben, eleştirilmeyen hiçbir yapı gelişmez diyorum. Herkes duysun: Benim annemle babam çocuk. Bölümde bahsettiğim Hiwell uygulamasında geçerli %10 indirim kodunuz: deniz10 Uygulamayı indirmek için tıklayın: https://hiwell.app/merdivenaltiterapi
This episode is sponsored by BetterHelp. Give online therapy a try at betterhelp.com/MASTYORASTY and get on your way to being your best self. -------------------------To visit Mehran's page go to www.mindbodyintegration.ca/A while back Raam found some audio recordings of himself and his late father, Kavous Seyed Emami, where he was helping him study some lessons for his political science course. The recordings are from over a decade ago and act as a time capsule that capture his father's patience, intellect and vast knowledge that made him such a great professor, and human being. In this episode they cover the topic of Max Weber's Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism. As usual Jason joins Raam on these episodes to add his insights as well.***Masty o Rasty is not responsible for, or condone, the views and opinions expressed by our guests ******مستی و راستی هیچگونه مسولیتی در برابر نظرها و عقاید مهمانهای برنامه ندارد.***-------------------------King Raam Tour:Toronto - June 23Montreal - June 24Vancouver - July 1kingraam.com/tour-------------------------Social Media: @kingraam Voice Messages: www.t.me/mastyorasty Merch: www.kingraam.com/merch NFT: www.foundation.app/kingraam Donations: paypal.me/raamemami Venmo: @kingraam
Education https://archive.org/download/sesvekitap/BabamsagolsunMustafaCiftci.mp3 686 mbi
This episode is sponsored by BetterHelp. Give online therapy a try at betterhelp.com/MASTYORASTY and get on your way to being your best self. -------------------------This episode is very dear to Raam's heart. A while back he found some audio recordings of himself and his late father, Kavous Seyed Emami, where he was helping him study some lessons for his political science course. The recordings are from over a decade ago and act as a time capsule capture his father's patience, intellect and vast knowledge that made him such a great professor, and human being. This episode they cover the topic of Nationalism. Jason joins Raam as they listen and interpret his father's teachings in comparison to the current revolution taking place in Iran. ***Masty o Rasty is not responsible for, or condone, the views and opinions expressed by our guests ******مستی و راستی هیچگونه مسولیتی در برابر نظرها و عقاید مهمانهای برنامه ندارد.***-------------------------King Raam Tour:London - May 28Toronto - June 23Montreal - June 24Vancouver - July 1kingraam.com/tour-------------------------Social Media: @kingraam Voice Messages: www.t.me/mastyorasty Merch: www.kingraam.com/merch NFT: www.foundation.app/kingraam Donations: paypal.me/raamemami Venmo: @kingraam
SELİM'İN HATIRA DEFTERİNDEN Benim adım Selim. Babam, yirmi yıl önce İzmir'den Almanya'nın Hagen şehrine göç etmiş. Ailem, önce Hagen şehrinde yaşamış sonra Duisburg şehrine yerleşmiş. Babam, önce yalnız gelmiş, bir otomobil fabrikasında iş bulup çalışmaya başlamış. Daha sonra annemi de Almanya'ya getirmiş. Annem de bir süre çalışmış. Ben ve kardeşlerim dünyaya gelince annem işi bırakmış. Annem şimdi çalışmıyor. O, ev hanımı. Benim üç kardeşim var. Kız kardeşimin adı Elif. O, henüz iki yaşında. Erkek kardeşimin adı Mehmet. O, on yaşında ve ilkokul dördüncü sınıfa gidiyor. Ben on iki yaşındayım. Üç yaşımdan altı yaşıma kadar anaokuluna gittim ve orada Al- mancayı öğrendim. Altı yaşımda Duisburg İlkokulu'na gittim. Almanya'da ilkokul genelde 4 yıl sürüyor. Dördüncü sınıfa geldiğimde karne notuma göre başka bir okula devam ettim. Şimdi altıncı sınıftayım. Beşinci sınıftan beri Clauberg Gymnasium okuluna devam ediyorum. Dersler biraz zor. Başarılı olmak için çok çalışmam gerekiyor. Spor yapmayı seviyorum. Özellikle futboldan çok hoşlanıyorum. Dünya Kupası'nda Türkiye'yi ve Almanya'yı destekliyorum. Okulda; Almanca, Türkçe, İngilizce, matematik, resim, beden eğitimi ve müzik derslerini görüyorum. Ben en çok matematik, Türkçe ve beden eğitimi derslerini seviyorum. Bu derslerden çok iyi notlar alıyorum. Ama müzik ve İngilizce derslerinde zorlanıyorum. Bu derslere daha çok çalışmam gerekiyor. Matematik öğretmenimi çok seviyorum. Onu örnek alıyorum ve onun gibi bir öğretmen olmak istiyorum. Öğretmen olmak için okulumu bitirip üniversite sınavında başarılı olmam gerekiyor. Okulumuzun kocaman, yemyeşil bir bahçesi var. Havanın güzel olduğu günlerde arkadaşlarımızla bahçede oyunlar oynuyoruz. En yakın arkadaşım Maxim. Biz onunla çok iyi anlaşıyoruz. O, Türkleri çok seviyor. O, bana Almancada yardımcı oluyor. Ben de ona Türkçe öğretiyorum. Sınıfımızdaki grup çalışmalarında aynı grupta yer alıyoruz. Bütün arkadaşlarımla çok iyi anlaşıyorum. Okulumu, öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı çok seviyorum. Okul hayatımda başarılı bir öğrenci olmak istiyorum. Zeynep Portakal
Bu video 20/04/2020 tarihinde yayınlanan “ZULÜM, SALGIN ve RAMAZAN” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/zulum-... Hani değişik vesileler ile arz etmişimdir: Doktor İkbal diyor ki: “Hep Kur'an-ı Kerim'i kemâl-i hassasiyetle okurdum.” Hakikaten de öyle okuyordur. Mesela İngiltere'de -zannediyorum- on altı sene kadar kalmış, teheccüdü bir kere kaçırmamış. Oysaki teheccüd, Türkiye'de unutulmuş; “teheccüd” diye bir namaz var mı, yok mu? Kaçırmamış onu orada. Hep Kur'an-ı Kerim'i okuyor, kemâl-i hassasiyetle. “Babam diyordu ki bana: Oğlum, Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş Kur'an'ı, O'na inmiş bir Kur'an gibi değil, sana inmiş bir Kur'an gibi oku!” Öyle diyor. Şimdi işin esası, o; hep kendini muhatap olarak ele alma orada… Ama her şeyiyle kendini muhatap olarak alma… “Efendimiz'e ne demiş ise Cenâb-ı Hak, bana diyor bunu; fakat zılliyet planında, izafi planda bana diyor Allah (celle celâluhu) bunu!” Buna kimsenin itiraz etmeye hakkı da yoktur. Bu, öteden beri de öyle anlaşılmıştır. Yeni bir “Kur'an Çağı” yaşanabilir ama İlahi Beyan'ı hallaç edip onda derinleşecek ruh insanlarına ihtiyaç var!.. Şimdi bunu sürekli seslendirmek suretiyle, esasen, yeniden bir “Kur'an Çağı” olabilir, Allah'ın izni-inayeti ile, Hazreti Pîr-i Mugân, Şem'-i Tâbân gibi, bir yönüyle, o Kur'an-ı Kerim'i o ölçüde hallaç ederek… -Üstad Necip Fazıl, “eşya ve hadiseleri hallaç etme” tabirini kullanırdı; “tekvinî emirleri hallaç etme” derdi.- Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde hallaç etmek suretiyle… آمَنْتُ بِاللهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ “Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ'dan olduğuna iman ettim. İnandım: Öldükten sonra dirilmek haktır.” Bu hakikatlerin hepsi, Kur'an-ı Kerim'de var. Bunların hepsini üç tane hakikate ircâ edebilirsiniz. Nitekim etmişler; Gazzâlî de, Hazreti Pîr de ircâ ediyor aynı zamanda. Ama Kur'an-ı Kerim'i öyle duyma çok önemlidir. Duyurma da Kur'an-ı Kerim'i duyanların vazifesidir. İnsan duymuş ise şayet, duyuracaktır onu. “Nasıl oluyor da insanlar -böyle- gâfilâne davranıyor; buna bakmıyorlar?” diyecektir; Sahabe-i Kiram gibi, Tâbiîn-i Izâm gibi düşünecektir: “O Kur'an'ı Kerim ama gözyaşları nerede? Kalbin heyecanı nerede? Kalbin titremesi nerede?!.” Evet, insanlarda o duyguyu oluşturmak lazım. Ölü ruhların elinden alarak onu, hakikaten “Yahu bir kere daha duyayım!” diye namaza koşma ruhunu canlandırmak lazım. Kur'an'ı eline alma, öpme, başına koyma… Ondan sonra da saygı ile onun karşısında iki büklüm olma… Bu, zannediyorum, günümüzde bu mevzuda uzman insanların yapabileceği bir iş… Uzman dediğim, kitapların satırlarında düktor (!), dû-cent (!), dû-cennet (!), profesör değil. Esasen ruh insanları, kalb insanları, his insanları, şuur insanları… Zannediyorum işte bu mevzuda çok ciddî tembihe ihtiyaç var, ısrarla tembihe ihtiyaç var. Önceki senelerde Ramazan boyunca Kur'an-ı Kerim'i meali ile beraber okuyorduk; sabah-akşam okumak suretiyle bir cüz okunuyordu, hiç olmazsa ayda bir kere bir hatim oluyordu. Böyle işleye işleye, belki başkalarına on beş günde bir hatim yapma duygusu aşılanmış olurdu. Hiç olmazsa ayda bir, senede on iki defa Kur'an-ı Kerim'i hatmetme aşılanmış olurdu. İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, “Nafile namazlarda Kur'an'a bakarak okumada mahzur yoktur.” diyor; onun özel fetvası, tercihi. Hani en azından Kur'an-ı Kerim'i öyle okuma… Hatta ondan evvel de bir mealine bakma, imkânı varsa; sonra namaz kılarken o ruhla okuma. Hani, mealini düşünerek okuma değil de en azından ondan anlayacağı şeyleri anlama mevzuu… Arkadaşlarımızın bazıları yapıyor, şu anda bunu yapıyorlar; yapmaya da devam etmek lazım.
ERKAM TUFAN #erdoğan #sondakika #kılıçdaroğluTayyibistan'dan Seçmeler. Tımarhanelik haberler. Alin Ozinian, Erkam Tufan Aytav. Seccade krizi. Hasan Kaçan: Ey Müslüman... O, üstüne pabuçlarla basılan seccade sensin... Senin kutsalın, bütün değerlerin... Anan, baban, deden, ninen, eşin, evlatların... Senin geçmişin ve geleceğindir çamurlu pabuçlarla hoyratça çiğnenen. Düşman olsa bu hakareti yapmaz. Bu hakaret kabul edilemez. Kılıçdaroğlu: ”Üzgünüm, seccadeyi göremediğim için çok üzgünüm. Dünyada kimseyi incitmek istemem, hele milletimi asla. Buradan istismarcılık yapanları ve kullandıkları propaganda aparatlarını da milletimizin vicdanına bırakıyorum" Hataydaki hastanenin ihalesi beton dökülmesinden 3 gün sonra yapıldı. İYİ Parti Genel Başkanı Akşener'in 'Bakan Nemo' diyerek eleştirdiği Bakan Nebati'den cevap geldi. "Asıl sorun anaokulu seviyesindeki teşbihinizle ifade ettiğiniz gibi “Nemo” olmakta değil, Öyle sizler gibi afet bölgesine gidip steril ve göstermelik fotoğraflar çektirdikten sonra hemen konforlu genel merkezlerimize kaçarak koltuk kapmaca oynamıyoruz" Akşener'e sert tepki gösterdi. Erdoğan, AFAD'ın 107 bin olarak açıkladığı yaralı sayısının 850 bin olduğunu duyurdu Çalarım bilirsin': Kenan Doğulu'dan şarkısını izinsiz kullanan AKP'ye tepki AKP'nin videosunda kullanılan “Yaparım Bilirsin” adlı şarkının izinsiz kullanıldığı ortaya çıktı İzin almadı çok şaşkınım Yaparım bilirsin/Deliyim gözü kara deliyim Yakarım Romayı da yakarım AKP'li Tokat Belediyesi ve Valilik tarafında organize edilen 1. Tokat Gastronomi Festivali Emine Erdoğan'ın onur konuğu oldu. Konsept, yaklaşık 15 günde hazırlandı. Özel bir organizasyon firması tarafından hazırlanan konsept için tanesi 20 liradan on binlerce tuğla zemin taşları ile kaplanırken, Emine Erdoğan'nın gezeceği yerlere özel İtalyan Ponza taşı döşendi. Maliyeti yaklaşık 3 milyon liraya mal olan konsept program sonrası sökülecek. Nehir kenarına çadır kurmayın diyenleri dinlemediler. Devleti 125 milyon lira zarara uğrattılar. Kapatılmasına karar verilen çadır kertin faturası ağır olur. Diyarbakırda su baskını olabilir uyarılarına rağmen Dicle nehri kenarına kurulan çatır kent, selden sonra boşaltıldı. Yavuz Bingöl: Biz oyumuzu TOGG yapana atıyoruz, BOGG atana değil. Bu yanaşma iktidarın ülkeyi boggg a çevirdini bilmiyor olabilir mi? Erdoğan: Ömrünün son 40 yılını belediye başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı olarak ülkesine ve milletine hizmete adamış, Türkiye'nin demokrasine ve ekonomisine çağ atlatmış bir kardeşiniz var." Fatih Erbakan; “Amacımız meclise girip günahları engelleyebilmek.” Hilal Kaplan: ''Adeta bir inşaat mühendisi gibi bütün detaylara hakimsiniz.'' Yalama gazeteciliğin en güzel örneklerinden Bilal Erdoğan: "Babam bu ekonomi bilgisiyle özel sektörde çalışsa paraya para demezdi ama o fedakarlık yapıp mütevazı yaşamı seçti." Ya seçmeseydi? Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, Niğde'de 95 milyon TL'ye güneş enerjisi santralı kuracak. Ayrıca Sağlık Bakanı Koca'nın kurucusu olduğu Medipol de Siirt'te toplam 660 milyon TL'ye iki santral yapacak.
Sevdiceğinin kendi cinsinden en yakın arkadaşı fiziken 10/10 ise, onun yanında değişiyor musun? Eşin en yakın arkadaşıyla bozuşursa, sen de ilişkini keser misin? Üçümüzden oluşan bir rock grubunda, bütün hayranlar sadece Fazlı ve Anlatan'dan etkileniyorsa ne yaşanır? Babam ve Oğlum repliklerini canlandırdık!
Ahmet Karabay | Anne ve babamı nasıl büyüttüm by Tr724
Medyascope Podcast'ten herkese merhaba. Hafta Sonu Yazıları köşemizde yayınlanan yazılarımızın seslendirmesiyle karşınızdayız. Işın Eliçin'in "Elon Musk, Billie Eilish ve babam… ya da ‘kişisel olan politiktir'" başlıklı yazısını Hasan Teoman Bingöl sizler için seslendirdi. Beğenerek dinlemenizi umuyoruz.
Meltem Suat modern dönem ilişkilerini, date uygulamalarını ve ilişki dinamiklerini konuğu Seran Vreskala ile pişiriyor.
Bu video 05/03/2017 tarihinde yayınlanan "DİKENLİĞE DÜŞEN GÜLLER VE İNLEYEN BÜLBÜLLER" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur Allah'ım!.. Ziya Paşa der ki: “Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safâda, Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.” Ârifler, Hakk'a adanmış gönüller, ihyâ hareketi ile Allah'a karşı misyonlarını edâ etmeye teşne ruhlar, sürüm sürüm mihnet-i kahr u belâda.. sürüm sürüm zindanda veya sürgünde!.. Fakat اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ “Hak, bugün olmazsa yarın, mutlaka galebe çalar, üste çıkar.” O, her şeyde kaymak gibidir; sütte kaymak, yoğurtta kaymak, kaymağı olan her şeyde kaymak gibidir. Her zaman üste çıkar ve hiçbir şey onun üstüne çıkamaz. Bu hususun tahlilini Lemaât'ta yapıyor Hazreti Pîr-i Mugân. Hak neden üstündür ve mağlup olmaz? Meselenin nedenini oraya bakın görün!.. O zindandaki ve sürgündeki insanlara, onların yakınlarına, belki günde yirmi defa, otuz defa, hem de bazen Cevşen'den bazı fıkraları şefaatçi yaparak dua ediyorum. Mesela bazen şöyle diyorum: “Ey dilediğinde hüznü tasayı kaldıran… Ey gamı kederi gideren… Ey günahı affeden… Ey tevbeyi kabul buyuran… Ey varlığın yaratıcısı… Ey vaadinde hep sâdık olan… Ey aciz yavrulara harika rızık gönderen… Ey verdiği sözü mutlaka yerine getiren… Ey her gizliyi bilen… Ey tohumu yarıp sümbüllendiren!.. Kadını erkeği, yaşlısı genciyle bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı hürriyetlerine kavuştur. Tutuklanıp zindana atılan, gözaltına alınıp sorgulanan, en temel haklarından mahrum kılınan, çaresizlik içinde bırakılan, “F… Terör Örgütü” iftirasıyla yaftalanan, yaftalanıp adeta kolu kanadı kırılan masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur. Düşmanlarımıza rağmen.. tabiatları yalana kilitli husumet ehline rağmen.. dinin sınırlarını aşıp günah bataklığına yuvarlanmış iftiracı fâsıklara rağmen.. şahsî hedefleri, dünyevî gayeleri için mukaddes değerleri bile suiistimal eden şerirlere rağmen… Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” Bir anda hepsini birden salıver!.. Bazen de şunu ilave ediyorum: بِحَيْثُ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Öyle ki bizim bildiğimiz kıstaslara göre göz görmemiş şekilde, kulak işitmemiş şekilde, kalbe de gelmeyecek şekilde, sürpriz türü; karşı tarafı da şaşırtacak şekilde, bir gün o arka arkasına sürgülerin sürüldüğü kapıların açılmasını lütfeyle ve onları salıver!..” (O mazlum ve mağdurlara bu şekilde dua) vird-i zebânımız olmalı!.. Bir kere bu, din açısından bir mükellefiyettir. Zira مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini paylaşmayan, ona ortak olmayan, onun ızdırabını kendi ruhunda duymayan, onlardan değildir!” Yani, “Müslüman değildir!” demek gibi bir şey. Mefhum-u muhalifi ise, Müslümanların derdini onlarla paylaşan.. zindandaki, hapishanedeki, tecritteki, hücredeki insanın ızdırabını paylaşan.. yalnız kalmış eşinin ızdırabını paylaşan.. “Babam nerede!” veya “Annem nerede?!” diye ağlayan çocuğun ızdırabını paylaşan insanlar; işte onlar da hâlis mü'minlerdir. Diğerlerinin, o mevzuda iddiaları ne kadar bâlâ-pervâzâne olursa olsun, o meseleden zerre kadar nasipleri yoktur; nasipsizdirler onlar.