POPULARITY
Yeni Anayasa tartışmaları mutat olduğu gibi gelip Anayasanın ilk maddelerinin değişip değişmemesi meselesine dayandı. Aslında darbeciler tarafından yapılıp bu topluma dayatıldığı günden beri defalarca değiştirilmesi gündeme geldi, tamamen veya kısmen. Birçok maddesi değişik vesilelerle değişti. En kapsamlı ilk değişiklik diyebiliriz ki tam da onu bize dayatmış olan darbenin 30. yıldönümü gününde 12 Eylül 2010 yılındaki referandumda gerçekleşti. 26 maddesi değişti Anayasanın o tarihte. Sonradan 2017 yılında parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişe de yol açan daha da kapsamlı bir değişimden geçti 12 Eylül Anayasası. Bu değişiklikler esnasında aslında Anayasa içinde el atılmamış bir mevzu kalmamış durumda. Yani bu Anayasaya 12 Eylül askeri darbe anayasası vasfını veren neredeyse hiçbir konu bırakılmamış durumda, tabii ki “başlangıç” kısmı ilk 4 madde ve tabii ki onların “değiştirilemez” ile “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümleri.
Rahmetli Yavuz Gökmen, eski Başbakan Tansu Çiller'e hayrandı. Hatta “Sarışın Güzel Kadın” adlı bir de kitap yazdı. (Doğan Kitapçılık, Şubat 1999) Bu “pek çarpıcı” kitap, vefatından üç ay kadar sonra yayınlanmıştı. BİR “SARIŞIN” BİR DE “SARI SAÇLI” Tansu Hanım'ın eşi Özer Çiller'in cenaze törenine katılanlar arasında Meral Akşener de vardı. Refahyol Hükümeti'nde DYP'den İçişleri Bakanlığı yapan Akşener, o dönemde Tansu Hanım'a çok yakındı. *** Sonradan yolları ayrıldı: Akşener, farklı siyasi serüvenler yaşadı. *** Cenazede buluştuklarında, Meral Hanım artık İYİ Parti'nin eski genel başkanı sıfatını taşıyordu. Bir süredir görünmüyordu, Akşener… -Cenazede ortaya çıktığında ise saçlarını sarıya boyattığı görüldü. “YURTTA ÇARKADAŞ, CİHANDA ÇARKADAŞ” Meral Akşener, önceki gün Külliye'de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Bu “sürpriz görüşme” muhtelif siyasi spekülasyonları da beraberinde getirdi.
Bu sorunun doğrudan cevabını vermeden önce bir girizgâh şart. Evvela AK Parti'yi Reis'ten koparmaya çalıştılar. “Erdoğansız AK Parti” böyle bir projeydi. Milletin güçlü desteğiyle iktidarda olan AK Parti'yi ele geçirebilmek için Reis'i Külliye'ye hapsetmek gerekirdi. Parti içinden bu denendi. Ama başarılamadı. Başarılı olsalardı AK Parti'yle yola devam edeceklerdi. Reis de kendisine “vefa” gösterilen bir Cumhurbaşkanı olarak kalacaktı. Siyaseten kolu kanadı kırılmış ve yalnızca Külliye'nin sınırlarına hapsedilmiş bir Cumhurbaşkanı olarak… Saniyen, bu başarılamayınca bu kez “AK Partisiz Türkiye” projesi devreye alındı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde bunun mümkün olabileceği görüldü. AK Parti-CHP koalisyon hükümeti tesis edilerek bunun önü açılmak istendi. Reis bu oyunu görüp bozdu. 1 Kasım seçimiyle AK Parti Reis'in kontrolünde tekrar eski gücüne kavuştu. Sonrasındaki siyasi gelişmeleri anlatmanın yeri bu yazının konusu değil. Ahmet Davutoğlu yerine Binali Yıldırım'ın getirilmesiyle başlayan süreç aslında parti içi iktidar ve hizip kavgalarının da derinden derine sürdüğü bir süreçti. Sonradan partiden ayrılan aktörlerin tümü AK Parti içinde kendi tarzlarına uygun biçimde Reis'in AK Partisini etkisizleştirmeye çalışıyorlardı. Üçüncü aşama AK Parti'yi milletten kopartma projesinin devreye alındığı aşamaydı. 2019 mahalli seçimlerinde başta İstanbul olmak üzere AK Parti'nin elindeki kimi büyükşehir belediyelerinin kaybı siyaseten AK Parti'nin yenilebileceği algısının oluşmasını sağladı. Özellikle İstanbul yenilgisi, AK Parti'nin milletten giderek kopmaya başladığının işaretiyle doluydu. Bu çok ciddi bir siyasi travmaydı aslında. Millet 7 Haziran genel seçimlerinde verdiği sinyali 2019 mahalli seçiminde dramatik bir noktaya taşıdı. Ne yazık ki gerekli dersler çıkartılamadı. O tarihlerde hep yazdık söyledik. AK Parti'nin güç zehirlenmesine yakalandığını, özellikle AK Partili aktörlerin içinden çıktığı millete adeta yabancılaştığını, siyasetin giderek kifayetsiz muhterisler üzerinden yürüdüğünü, kendilerini oligark gibi görenlerin kimsesizlerle bırakın ilgilenmeyi gayrı onların semtine dahi uğramadıklarını, kibrin beslediği elitist tavrın AK Parti'yi giderek milletten koparttığını biz yazıp söyledikçe o birileri bizi bozgunculukla suçladılar.
İslâm'ın yumuşak karnı sanılan veya böyle takdim ve telkin edilen bazı konular vardır, bunlardan biri de kölelik ve cariyeliktir. Bu konuda kafası karıştırılmış veya kendisi kafa karıştırmak isteyen bir kişiden gelen sorularla cevaplarını takdim ediyorum: Ahzab 59. ayette tefsirde cariyelerin başörtüsü takmaması gerektiği belirtiliyor. Burada hür kadınların şeref durumları daha yüksek olduğundan dolayı örtmek zorunda olduğu yazıyor. Şimdi benim sorularım şunlar: 1) Tesettür fıtrî ise neden cariyelere de olmuyor? 2) Birçok dini kitapta Allah'ın insanların dış görünüşüne, makamına bakmadığı belirtilir ama burada sırf cariye olup şeref açısından az olduğundan dolayı başörtüsü takılmıyor. Bu Allah'ın insanların makamına baktığını hâşâ göstermez mi? 3) Ahzab 59. ayette rahatsız edilmemeleri için tesettür getiriliyor, hâşâ Allah niçin getirmemiş? Onlar da rahatsız edilecek ama tesettür olmadığından ötürü, öyle mi? 4) Bu bir net köle, cariye ayrımı değil mi? 5) Allah'ın hâkim olup abes iş yapmayacağı söyleniyor, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Allah cariyelere ve topluma fayda sağlayacak bir şeyi neden yaptırmaz? 6) İslâm'da köle ve cariye Allah katında neden eşit değil, başörtüsü takmıyorlar. 7) Allah katında eşitse toplum katında neden değil? Allah'ın ne dediği daha önemli değil mi? 8) Allah, hükümlerinde toplumun hakkını mı gözetmiş? Çünkü toplum öyle görüyordu ya. 9) Halkın iyiliğini gözetiyorsa başörtüsü getirilmesi daha iyi olmaz mı, zina önlenmiş olur böylece. 10) Sonradan cariyeler tesettüre girdi mi? Lütfen, detaylı bir açıklama istiyorum. 2 Cevap
.
.
Yerel seçimlerin son üç günü. Ne hikmetse muhalefet, yerel seçim dönemini sanki genel seçimlerin yenilenmesi şeklinde algı yaratma peşinde. Buna sadece genel siyaseti katmıyor, bir de ahlaksızca ve fütursuzca ekonomiyi ekliyor. Yıkıma adaylar! Yıkıma adaylar belli ki. Sorsanız iki tane icraatı kendi teşkilatları bile sayamaz, onlar da farkında. Fakat algı manipülasyon diz boyu; her şey subjektif. Ekonomide yıkım oluşturma çabaları buna örnek olabilir. Çıkmış bir zevat ve ekibi dolar alın diyor! Alenen açık açık. Yatırım danışmanı olsa veya en azından daha evvel şu varlık yükselecek bu varlık azalacak vs. diye tahminleri olsa deriz ki normal. Ancak kendi ve şürekası sosyal medyada haftalardır gerçekleştirdikleri çığırtkanlığı son olarak “dolar alın” şeklinde net ifadelere döktüler ya kısmen aklı selim kendi yandaşları olan ekonomistler bile bu ne yahu dediler! Defalarca şunu yazdık; herhangi bir ülkenin ekonomisi hakkında herkes iyi gider derse işler düzelmese bile kötüye gitme hızı azalır, düzelme imkânı oluşur. Ancak tüm algısı yönlendirilen bir ülkede yarı zevat batacağız biteceğiz dedi mi hiçbir kaynak buna yetmez, panik anı her şeyi kurutur, yıkım yapar. Buna örnek olarak en basit haliyle salgın döneminde oluşturulmak istenen makarna kıtlığını gösterebiliriz. Hatırlayın; o dönemde raflar boşaldı, bittik, mahvoldukçular da aynı şahıslardı! Yine sosyal medyada yalan dolan fotoğraflar, sözde analizler ile milletin galeyana getirip marketlere yönlendirip herkese 8-10 aylık makarna aldırdılar. Tabi herkes bir günde makarnaya bile yüklenince makarna cenneti Türkiye'de raflar boşaldı, depolar dolu olmasına rağmen. Ertesi sabah raflar doldu ama malum şahıslar hedeflerine ulaşmıştı. Sonradan görüldü ki Türkiye'nin ne tarımsal, ne gıda üretimi, ne de lojistiği anlamında bir sorunu yok! Her malı her an bulabildik çok şükür, birçok Avrupa ülkesinde yaşanan sorunlara rağmen! Aynı manipülasyonu şimdi dövizde yapmaya çalışıyorlar!
İlga edilişinin 100. Yıldönümü münasebetiyle Hilafet üzerine düşünmeye devam edelim. Esasen Halifeliğin yokluğu, dolayısıyla müslümanların siyasal bir inisiyatif merkezinden yoksun bırakılmış oldukları gerçeği, Müslümanların bugünkü ahvalinin en temel belirleyicisini oluşturmaktadır. Hilafet Türkiye sınırlarında ilga edilmiştir ama bu ilganın bütün Müslümanları etkileyen sonuçları olmuştur. Cumhuriyetin ilk kuşak İslâmcılarının öz-bilinci ve algısı açısından travmatik sonuçları olmuş bir hadise. Bu hadiseden sonraki bütün İslâm dünyasının ahvali “halife-sonrası durum” olarak nitelense yeridir. Müslümanlar tarihlerinde ilk defa, kendilerini temsil edebilecek, İslâm'ın dünyayla ilgili ideallerini, planlarını yürürlüğe sokmayı, İslâm ahkamını uygulamayı, İslâm adına bir siyasal varlık göstermeyi vazife edinen bir siyasal bünyeden yoksun kaldılar. Bunun birbiriyle ilgili her değinilmesi gereken iki boyutu vardır: Birincisi, İslâm fıkhı açısından bu durum daha önceki şartlarda tanımlanmış değildi. Müslümanların azınlık olarak başka milletlerle beraber yaşadığı durumlar olmuştur. Ama kendilerini yine de bağlı hissettikleri, buradaki durumlarını kendisine göre konumlandırabildikleri başka bir siyasal beden duygusuna sahiptiler. İkincisi ise, genellikle hilafetin kaldırılmadan önceki durumuna gönderme yapan bir gerçektir. Hilafet, kaldırılmadan önceki durumda dünya Müslümanlarının beklentilerine ve ihtiyaçlarına karşılık verebilmekten oldukça uzaklaşmış, çoğu kez dünya sisteminin manipülasyonlarına açık ve savunmasız bir hale gelmiş bulunuyordu. Ayrıca Hilafetin İslam'ın şura prensibine yeterince uygun olarak işlemediği, hatta yer yer siyasi iktidar hesaplarının aracı olarak kullanımından duyulan rahatsızlıklar da vardı. Sonradan hilafetin kaldırılmasına büyük tepkiler göstermiş olan dönemin İslâmcı aydınlarının bu yönde eleştirileri vardı. Said Nursi'den Elmalılı Hamdi Yazır'a, Mehmed Akif'ten İskilipli Atıf Hoca'ya kadar hemen bütün İslâmcı düşünür veya ulema, halifelik makamını işgal edenleri veya hilafet makamının kullanılma biçimini yerden yere vuran eleştirilerde bulunmuşlardı. Mısır'da Hilafet hakkında literatüre geçen Ali Abdürrazık'ın risalesinin muhtevası, Osmanlı'nın İslâmcı aydınlarınca hilafetin kaldırılması seçeneği sözkonusu olmadığı taktirde paylaşılamayacak gibi değildi. Malum, Abdürrazık'ın bu risalesi, 1927 yılında Mehmed Akif Ersoy'un damadı olan Ömer Rıza Doğrul tarafından çevrilerek Türkçe basılmıştır. Bu risalesinde Abdürrazık, Hilafetin dini olmaktan ziyade siyasi bir kurum olduğu üzerinde duruyordu ve bunun Osmanlı sultanlarının eline geçmiş olmasının Osmanlılara dini bir otorite sağlamadığını, Müslümanların değişik durumlarda başka organizasyonlarla bu siyasi varlıklarını ortaya koymalarının caiz olduğuna hükmediyordu. Bu eserin yayımlandığı esnada Türkiye'de Hilafetin henüz tamamen ilga edilmemiş olduğu, onun bütün vazife ve keyfiyetinin TBMM'nin manevi şahsiyetinde mündemiç olduğu duyurulmuştu ki, Cumhuriyetin kadrolarına yeterli bir güven duyulması halinde böyle bir çözümün dönemin İslâmcı düşünürlerinin siyasal ufkunda zaten mevcut olduğunu söylemek mümkün. Seyyid Bey'in Hilafetin kaldırılması görüşmeleri esnasında TBMM'de irad ettiği uzun konuşması bile aynı İslâmcı eleştirel birikime dayanıyordu. Üstelik Mustafa Kemal'in değişik vesilelerle Hilafetin kaldırılması için İslâm tarihindeki hilafetle ilgili gerçeklere atıfta bulunarak hazırladığı gerekçeli söylemin en önemli beslenme kaynağı, yine Hilafete karşı aynı eleştirel birikimden başkası değildi.
20 gündür sahadayım. Evimden-barkımdan uzakta. Uzak diyarlarda. Gece gündüz demeden çalışıyorum. Seçim kazandığımız yerlerden birinde çalışmıyorum. En zor yerlerde çalışıyorum. Partimize kazandırmak için. Aldığımız oyların üstüne yeni oylar eklemek için. Reis'in sözü yere düşmesin, davamız zarar görmesin, partimiz kazansın diye cansiperâne çalışıyorum. Tamamen kendi imkanlarımızla. Ne teşkilatımızın ne de başkan adaylarımızın sağladığı imkanlarla değil. xxxxx Bu sözleri kimseden aferin almak için yazmıyorum. Kimseden takdir ve teşekkür almak için de. Çünkü Reis'imize verilmiş bir sözümüz var bizim. Çünkü bu dava bizim davamız. Bu parti bizim partimiz. Kendi davamız ve partimiz adına çalışmak için kimseden icazet almamıza gerek yok. Bizi bilen bilir. Sadakatımızı kimseye tartıştırmayız. Kimsenin küçük hesaplarla ve kişiselliklerle davamıza ve partimize zarar vermesine de müsaade etmeyiz. Ne Reis'imize ne de davamıza zarar verecek hiç bir söz ve eylemin sahibi olmadık. Olmayız. Başkaları gibi kendisine görev verilmediğinde ihanet edenlerden olmadık. Olmayız. Biz kendimizi bildik bileli bu davanın bir neferiyiz. 15 yaşımızdan itibaren bu böyle. Sonradan gelenlerden değiliz. Sonradan gelenleri davamızın hatırı için baştacı etmekte bir beis görenlerden de değiliz. Öncelik-sonralık kriteri üzerinden değer biçenlerden de… Biz Reis'i 12 Eylül öncesinden biliriz. Hiç kimsenin yanında olmadığı o dönemlerden biliriz. Güç-kudret sahibi olduğu veya makam dağıtma mevkiinde olduğu için yanında duranlardan değiliz. Biz Recep Tayyip Erdoğan'ın kendisini sevenlerdeniz. Onun şahsında somutlaştırdığı ilkeleri ve idealleri yürekten sahiplenenlerdeniz. Biz Büyükşehir Belediye Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu için değil, sadece ve yalnızca Recep Tayyip Erdoğan olduğu için Reis diyerek sahiplenenlerdeniz. Ölümüne beklentisiz yanında duranlardanız. Hiç bir makam ve unvan beklemeden gerektiğinde canını vermekten kaçınmayanlardanız.
ABD'de Kasım ayı başlarında yapılacak Başkanlık seçimlerinde hangi isimlerin yarışacağını belirleyen ön seçimlerde ana figür, hiç şüphesiz Donald Trump. Aday olmasını engellemek için açılan davalara rağmen, Cumhuriyetçi taban Trump'tan vazgeçmiyor. Açılan davalar, yürütülen adlî soruşturmalar Trump'ı daha da büyüttü. Cumhuriyetçiler 2020'de Joe Biden'a karşı kaybeden Trump'ın yarım kalan hikâyesini tamamlamakta gayet ısrarlı görünüyorlar. Cumhuriyetçi Parti ön seçimlerinin Trump ile Florida Valisi Ron Desantis arasında geçmesi bekleniyordu. Florida Valilik seçimlerini ikinci kez, ama öncekinden çok daha fazla oy farkıyla kazanan Desantis, “Cumhuriyetçi Parti'nin parlayan yıldızı” olarak görülüyordu. “Genç Trump” olarak anılan Desantis'den Cumhuriyetçiler'i Beyaz Saray'a taşıyacak yegane aday olarak bahsediliyordu. Anketlerde Desantis giderek yükseliyordu. Ne ki Cumhuriyetçi Parti, “Trump'ın partisi” haline gelmişti. Trump yoldan çekilmezse Desantis'in işi zor görünüyordu. Başkanlık yarışında Trump'a rakip olan adaylar arasında, Trump döneminde “ABD Başkan Yardımcısı” olan Mike Pence ile yine aynı dönemde ABD'nin BM Büyükelçisi yapılan Nikki Haley de yer alıyordu. Trumpçı Haley, Trump'ın adaylığını ilan etmesi durumunda kendisinin yarışa girmeyeceğini ilân etmişti. Sonradan fikir değiştirerek adaylığını açıklayan Haley, milyarder Charles Koch'un desteğini de arkasına aldı. Demokratlar'a bağış yapan bazı milyarderlerin bile Haley'in kampanyasına destek atmaları ziyadesiyle dikkat çekiciydi. Cumhuriyetçi kamptaki bir düzine aday arasında Trump'a rakip olarak Desantis ve Haley öne çıktı. Ön seçimlere bile katılmayan diğer adaylarsa yarıştan çekildiler. Iova eyaletindeki ilk ön seçimde Trump her iki rakibine de 30'ar puan fark attı. Bu ön seçim yenilgisi DeSantis'in havlu atması için yeterli oldu. Trump, Ron Desantis'e “sahte sofu” anlamına gelen “Ron DeSanctimonious" diye hakaret etmişti. Desantis çekilince Trump bu lakabı emekli ettiğini söyledi. Desantis'in desteğini Trump'ın arkasına atmasıysa Nikki Haley''nin aleyhine oldu. “Trump karşıtı Cumhuriyetçiler”in tek umudu haline gelen Haley New Hampshire eyaletinde yapılan ikinci ön seçimi de kaybetti. Bu ön seçim Haley için öldürücü değilse bile son derece yıkıcı bir darbe oldu. “Yıkılmadım, ayaktayım” havasındaki Haley'se yarışa devam edeceğini açıkladı. Haley, Nevada'da farklı şekillerde yürütülen ve Trump'ın listede bile olmadığı ön seçimde yine kaybetti. Trump ise Nevada'daki Cumhuriyetçi Partinin tüm delegelerini aldı.
Resûlullâh (s.a.v.) vedâ haccı esnasında insanlara bir hutbe verdi. Buyurdu ki: “Muhakkak size bıraktığım şeylere sımsıkı sarılırsanız asla delâlete düşmezsiniz. Bu şeyler de iki emirdir; Allâh (c.c.)'un Kitabı Kur'an ve Nebinizin sünnetidir. Ey insanlar! Ben size ne söylüyorsam onu dinleyiniz ki mutlu olabilesiniz ve onunla amel ediniz ki saadete erişebilesiniz.” Beyhakî nakletti ki: İbn Vehb şöyle dedi: “Malik b. Enes (r.a.)'den işittim, diyordu ki: Resûlullâh (s.a.v.) vedâ haccında ne buyurmuşsa onlara sarılın. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Size iki şeyi bıraktım, onlara sımsıkı tutunursanız asla dalâlete düşmezsiniz, onlar da Allâh (c.c.)'un Kitabı Kur'an ve Resûlullâh (s.a.v.)'in sünnetleridir.” (Müslim) Beyhaki nakletti ki: İrbad şöyle dedi: “Resûlullâh (s.a.v.) bir gün bize namaz kıldırdı. Sonra bize yönelerek açık ve etkili bir şekilde vaaz etti. Bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler titredi. Topluluktan birisi dedi ki: “Resûlullâh (s.a.v.) sanki vedâda bulunan birisi gibi konuşma yaptı.” Resûlullâh (s.a.v.)'e dedim ki: “Ya Rasûlallâh! Kendinden sonra bize ne tavsiye edersin?” Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Size, Allâhü Teâlâ'dan korkmayı ve üzerinize, başı siyah üzüm tanesi gibi olan Habeşli bir kölenin emir olması halinde bile, onu dinlemeyi ve ona itaati tavsiye ederim. Sizden kim benden sonra yaşarsa çok ihtilâflar görecektir. O zaman siz, benim sünnetime ve doğru yola ileten Hulefa-i Raşidin'in yoluna tâbi olunuz ve buna azı dişlerinizle sımsıkı sarılınız. Sonradan icat edilip dinden gösterilen şeylerden sakınınız. Şüphesiz ki dinden gösterilerek sonradan icat edilen her şey bid'at, her bid'at de sapıklıktır.” (İmam Suyutî, Akidede Sünnetin Yeri, s.22-24)
Hamas'tan değil, İsrail Ordusu'nun bizi öldürebileceğinden korktuk! Sonradan da ‘Hamas öldürdü' diyeceklerdi...” -Esir takasında serbest bırakılan İsrailli esirlerden biri söyledi, bunları! İsrail'de yayınlanan Haaretz gazetesinin 8 Aralık 2023 tarihli haberidir. SADECE BİRKAÇ GÜN SONRA İsrail askerleri, Gazze'de ellerinde beyaz bayrak salladıkları halde üç İsrailli rehineyi öldürdü! (16 Aralık) Siyonist İsrail'in Genelkurmay Başkanı Herzl Halevi şöyle itiraf etti: “Bundan biz sorumluyuz. O insanlar, ‘Biz rehineyiz' demek için her şeyi yaptı. Buna rağmen beyaz bayrak sallayanların üzerine ateş açıldı.” İsrail terör devleti, Gazze Savaşı'nı güya “rehineleri kurtarmak için” başlatmıştı, ya! Hamas'n elinde esir tutuldukları yerden bir şekilde kaçan İsrailli üç rehine... Tam “Kurtulduk!” dedikleri anda... -Kendilerini, İsrail Ordusu'nun elinden kurtaramadılar! FİLİSTİNLİ ESİRLERE KATLİAM İsrail'in, Gazze şeridindeki bir gözaltı merkezinde haftalarca esir tuttuğu... Yüzlerce Filistinli masumun “büyük çoğunluğunun öldürüldüğü” ortaya çıktı! (Haaretz'teki bu haber, Aydınlık'ın 19 Aralık 2023'teki nüshasında yer aldı.) VİDEODAKİ FEVERAN Kassam Tugayları'nın rehin tuttuğu yaşlı esirler, İsrail hükümetine “görüntülü mesaj” göndererek aynen şöyle dediler: “İsrail Ordusu'nun kurbanı olmak istemiyoruz!” (AA'nın haberi) Üç yaşlı İsrailli esirden biri olan yetmiş dokuz yaşındaki Haiem Bery, şöyle feveran ediyordu: “Biz İsrail'in kuruluşunun temelini atan nesiliz. İsrail Ordusu'nu başlatanlar bizdik. Neden terk edildiğimizi anlamıyorum...” SOYKIRIM SÜRÜYOR Enkaz altından halen çıkarılamayanlar hariç yaklaşık 9 bini çocuk 20 bin Filistinli masumu katleden Soykırımcı İsrail... -Rehine durumundaki vatandaşlarını öldürmekten bile geri durmuyor! MADEM ÖYLE, İŞTE BÖYLE 2023'ün Ocak ayından itibaren, Filistin Bayrağı taşıyanlar... İsrail'in Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir'in aşağılık talimatıyla gözaltına alınıyorlardı. Bu yasağa karşılık, Filistin bayrağının renklerini taşıyan karpuz görseli, direnişin sembollerinden biri oldu! 7 Ekim'den bu yana dünyanın dört bir yanında, sayısız ülkede Filistin Bayrakları dalgalanıyor! Gazze'deki soykırım, işgalci İsrail'in gerçek yüzünü “cümle âleme” gösterdi... New York'taki asırlık Queensboro Köprüsü'nün kulesine bile Filistin Bayrağı dikildi, yahu... -Yasakçı Yankiler çıldırdı ve bayrağı kaldırdılar!
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, geçen hafta hutbeye kılıçla çıktı. Kılıç, kından çıkarılmıştı. Cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamaları sırasında ordu komutanlarının da elinde yalın kılıçlar vardı. Ankara'nın seymenleri de yalın kılıç gösterdiler. Kılıçları havalandırmak için olmasa gerek. Bir anlamı olmalı. Mesaj açık. Anlayan gereğini yapsın. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Ya büyük bir savaş, ya büyük bir barış” uyarısı yaptı. Ateşkesin bir mecburiyet olduğunu, katliamın durması gerektiğini söyledi. Gazze'deki can kaybı sekiz bin kişiyi geçmişken, daha kaç kişinin hayata veda etmesi gerekiyor? İsrail'e göre hepsinin. Bize göreyse, bir kişi bile fazla. Ateş derhal durmalı. Sonradan kimse ağlamasın. ABD'li yöneticiler İsrail'i teşvik etmekten geri durmuyor. Ukrayna'daki gibi. “Gazze'yi işgal edin, orayı cehenneme çevirin” tavsiyeleri havada uçuşuyor. Bazıları da ABD'den insanî yaklaşım beklemeye durmuş. Oysa elinden gelmez o. Kitabında yazmaz öyle bir şey. Kendi nüfusundan daha fazla insan öldürmüştür ABD. Dünyanın her tarafında kan dökmüş, döktürmüş ve hâlâ doymamıştır. Doymaya da niyeti yok. Sivillerin ölümü, bebeklerin ölümü, onlar için doğal sonuç. Ortada çok ciddi bir savaş suçu olduğunu bile göremeyecek kadar gözleri dönmüş. Öbür taraf ise daha vahim. Anladık ki İslâm Dünyası diye bir şey yok. İspat, delil isteyene yaşadığımız günler cevaptır. En babayiğit olan, kınamakla yetiniyor. Kına ile kınamak arasında bir bağ var mı, henüz onu da çözemedik. Biz manzarayı iyi gördüğümüzü düşünmekteyiz. “Asıl hedef biziz” diyorlar. “Nihai hedef Türkiye” diyorlar. “Sıradaki biziz” diyorlar. “Son hedef Türkiye olacak” diyorlar. “Kuşatılıyoruz, her tarafımızı kuşattılar” diyorlar. “Dört yanımızda savaş” diyorlar. Derler, çünkü vaktiyle yapılmış bir uyarı hafızalarda duruyor. Erbakan merhum “Eğer bir gün mesele Suriye olursa bilin ki hedef Türkiye'dir” demişti.
Çok tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı başladı mı başlamadı mı bilen yok. Herkes birbirine soruyor bunu. Güvenlik ve siyaset uzmanlarının açıklamalarına bakarsak, iki ihtimal var. Evet, o korkulan savaş başladı. Çünkü savaşın şekli çoktan değişti. Böyle olur bu zamanın dünya savaşı. Diğerleri ise karşı çıkıyor. Kimse o savaşı başlatamaz, böyle bir şeye cesaret edilemez. Hiç kimse o tehlikeyi göze alamaz. Hâlbuki nükleer tehlikenin adını ananlar, gün aşırı tehdit savurmaktan çekinmez oldu. Filistin'e Gazze'ye gidip oradakilere sorarsak, üçüncü ne ki! Bugünlerde yaşanan kim bilir kaçıncı savaş! Yıllar önce orada İsrail'in toprakları azdı. Sonradan insanları azdı. Azanları tutabilene aşk olsun. Filistin ve İsrail'i yıllar itibariyle gösteren meşhur haritalara bakınca, adım adım nasıl ilerledikleri açıkça görülebiliyor. İşgal ettikleri topraklardan geriye kalan kısım, küçük beneklerden ibaret. Filistinlilere hayat hakkı tanımamak İsrail'in en temel ilkesi. Orayı bütünüyle kendi renklerine boyadıkları, işgali tamamladıkları zaman orada duracaklar mı? Asla. Yine yayılmaya devam edecekler. Nereye kadar gideceklerini gösteren hayali haritalar da gizli saklı değil. Nil nehrinden, Fırat nehrine kadar. İsrail seferberlik ilan etti. 300 bin yedek asker silah başına çağrıldı. Gazze bombalarla yıkılıyor, yerle bir ediliyor. İsrail hastanelere, ambulanslara saldırıyor. Yasaklanmış olan fosfor bombası, misket bombası kullanmaktan çekinmiyor. Kimseye hesap vermeyeceğini, bunun bir bedeli olmayacağını düşündükleri belli. 2008'de de atmıştı o insanlık dışı bombaları. Kimse fatura kesmedi. İsrail tarih boyunca BM kararlarına uymadı. Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararların hiç birini tanımadı. Yıllardır bir devlet gibi değil, işgalci terör örgütü gibi davranmaktan çekinmiyorlar. Gazze'de elektrik ve suyu kesmenin bile sıradan, basit bir hareketmiş gibi karşılanması, soykırımın bir parçası. Çocuk, kadın, yaşlı demeden bombalaması, her saniye binaları yerle bir etmesini dünya ekrandan canlı yayında seyrediyor. Binlerce can kaybı, binlerce yaralı var. Hamas kendi yaptıkları füzelerle İsrail'e saldırırken, demir kubbe sistemi o füzeleri havada imha ediyor. Başarı oranı yüzde doksan. “Vurdu, vurdu, vurmadı...” diye uzman tespitlerine şahit olmaktayız. Havada füze tokuşturma oynar gibi bir hâl. Çaresizlik kadar berbat bir durum yok. Gıda ve ilaç konusunda da büyük sıkıntı başladı. İsrail, bombalardan kurtulup sağ kalabilenleri de İsrail aç ve susuz bırakarak yok etmek istiyor. İslâm dünyasının bir araya gelemeyişi bu tablonun en acı tarafı. Filistinlilerin Gazze'yi terk etmesini istiyorlar ama Gazze'nin 7 kapısı kapalı. Kıyı şeridi abluka altında. Denizden de bomba yağıyor. Kaçacak yer yok. Nereye nasıl gitsinler? İsrailliler bilime çok önem verirler. Herhalde bir deneme yapma niyetindeler. “Kapılar kapalıyken kaçılabiliyor mu?” sorusuna cevap arıyor gibiler. Deniz yolu kapalı. Kara yolları kapalı. Terk edip gitmek isteseler bile nereye gidecekler? Kanatlanıp uçsunlar mı? Filistinliler ateşkese razı olduklarını beyan etti ama İsrail yanaşmıyor. Tamamen yok edene kadar soykırıma devam etme niyeti açık. İki tarafla da görüşebilen ülke olarak Türkiye arabuluculuk görevini üstlenmeyi teklif ettiyse de bu aşamada kabul görmedi. Karşısındakileri insan olarak görmeyen bir kafayla nasıl diyalog kurulabilir ki? Kendilerini dünyanın jandarması zanneden ABD ise bölgeye uçak gemisi gönderiyor. İsrail'e tam destek olmak için. Uçak gemisine orada niye ihtiyaç duyulsun ki? Belli ki hesap başka.
#acıtatlımayhoş Aylin Öney Tan bugün tarhana çorbasına yakışan eşlikçileri anlatıyor. Yanında neler olursa tarhananın lezzeti katlanır? Bir tutam tarih biraz da tarif - Tarhana etli mi olur etsiz mi? Bazı bölgelerde ya da bazı evlerde tarhana kıymalı yapılır. Bana sorarsanız asla kıyma konmaz. Ama tarihine baktığımızda tarhananın hazırlık aşamasında et suyu kullanıldığı bilgisi var. Sonradan tamamen kalkmış, belki de onun yerine tarhanayı yaparken değil de, çorbayı yaparken içine kıyma, kuru kıyma veya pastırma gibi bir et veya kemik suyuyla pişirme adeti gelmiş. Örneğin Denizli'nin topak tarhanası kemikli etle ya da kemik kurusuyla pişirilir. Elbette tarhanaya en çok yakışan ise pastırmadır. Zaten tarhana hep yanında güçlü lezzetlerle yenir. Turp, roka, tere gibi baharlı otlar, taze-kuru soğan gibi kuvvetli tatlar, teneke tulum peyniri veya eski kaşar gibi keskin peynirler, zeytin gibi tuzlu lezzetler hep tarhana eşlikçisidir. Aylin Öney Tan'la bir tutam tarih biraz da tarif #acıtatlımayhoş
#acıtatlımayhoş Aylin Öney Tan bugün tarhana çorbasına yakışan eşlikçileri anlatıyor. Yanında neler olursa tarhananın lezzeti katlanır? Bir tutam tarih biraz da tarif - Tarhana etli mi olur etsiz mi? Bazı bölgelerde ya da bazı evlerde tarhana kıymalı yapılır. Bana sorarsanız asla kıyma konmaz. Ama tarihine baktığımızda tarhananın hazırlık aşamasında et suyu kullanıldığı bilgisi var. Sonradan tamamen kalkmış, belki de onun yerine tarhanayı yaparken değil de, çorbayı yaparken içine kıyma, kuru kıyma veya pastırma gibi bir et veya kemik suyuyla pişirme adeti gelmiş. Örneğin Denizli'nin topak tarhanası kemikli etle ya da kemik kurusuyla pişirilir. Elbette tarhanaya en çok yakışan ise pastırmadır. Zaten tarhana hep yanında güçlü lezzetlerle yenir. Turp, roka, tere gibi baharlı otlar, taze-kuru soğan gibi kuvvetli tatlar, teneke tulum peyniri veya eski kaşar gibi keskin peynirler, zeytin gibi tuzlu lezzetler hep tarhana eşlikçisidir. Aylin Öney Tan'la bir tutam tarih biraz da tarif #acıtatlımayhoş
Türkiye'de her ile bir üniversite kurulması kararının 2007 yılında uygulanmasıyla birlikte üniversitesi olmayan ilimiz kalmamış oluyordu. Ancak bu kuruluş kararının ertesi gününde bütün illerde üniversitenin hemen bütün icaplarıyla birlikte devreye girmesi beklenemezdi. Biraz işin tabiatına vakıf olanların anlayacağı şey, bunun nihayetinde bir yola çıkış olduğu ve kurulan üniversitelerin belli bir kaliteye, donanıma, altyapı ve üstyapıya kavuşmasının da asgari bir zamana ihtiyacı olduğuydu. Buna mukabil ilk duyulan tepkiler “tabela asmakla üniversite kurulmaz” sesleri oldu. Aslında Türkiye'de “taşra üniversiteleri” deyimi Darülfünun'dan sonra kurulan tüm üniversitelerle birlikte hep duyulan bir söz olmuştur. Bugün dünya üniversiteleri arasında ilk 400'e giren ODTÜ'müz bile 1957'de kurulduğu ilk zamanlarda ortaokul binasını andıran küçük bir binada eğitim veriyordu ve “baraka” ve “gecekondu üniversitesi” diye dalga geçilmekten kurtulamamıştır. Sonradan İzmir, Erzurum ve Trabzon'da kurulan üniversiteler için de aynı eleştiriler yapılmıştır: “Taşrada üniversite mi olur?” Bunu söyleyenler Amerika'nın hemen her köşesine yayılmış 5000 üniversitesinin hepsinin merkez üniversite olduğunu mu sanıyorlar acaba? 2003 yılında Toplum ve Bilim Dergisi'nde yazdığım “Üniversiteden Multiversiteye Taşra Merkez Diyalektiği” başlıklı yazımda üniversite kavramının kendisinin taşra kavramını dışladığından bahsetmiştim veya tersi. Taşralılık üniversite idealinin gerçekleşmesinin önündeki en önemli engeli oluşturabilir her zaman. Çünkü üniversite evrenselleşmenin, sınırları aşmanın, farklı olanla karşılaşmanın, düşüncede ve bilimde dünyanın biriken havuzuna açılmanın adıdır. Taşra ise insanı bu evrensele açılmaktan alıkoyan bir kavram. O yüzden üniversite girişimi sadece üniversiteden ibaret kalmaz, bir yandan da ülkenin kültürünü, görgüsünü, örfünü dünyaya açma, bir bakıma taşrayı bertaraf etme girişimi olarak da işler. Bunu yaparken uzun süre taşra ile taşralılık ile cedelleşmek zorunda kalabilir de tabi.
Dersimiz Fitness'ın bu bölümünde spor salonlarında uygulaman gereken “yazılı olmayan kurallar” konuşuldu. Bu kuralları bilmeden antrenmana gitme. Arkadaşlarınla paylaş. Sifonu çek! (01:43) #1 Havlu kullan, ekipmanları terli bırakma, adetliyken dikkatli ol. (08:25) #2 Deodorant kullan, koltuk altı kıllarını kes. (09:19) #3 Saç kurutma makinesi saç kurutmak için. Lütfen kafasına değdirme dayıcım. (12:03) #4 Elbiselerini sırayla giy. (13:04) #5 Kullandığın ağırlıkları yerine koy. Karaktersizlik yapma. (14:21) #6 Seti bitirdikten sonra ağırlığı yere fırlatma. Erkek ol. (16:31) #7 Dumbbell setinin orda dikilip bölgeyi işgal etme. (17:17) #8 Ekipmanları ortak kullanmasını öğren. Sonradan gelen ağırlığı bulduğu gibi bırakır. (19:59) #9 Kardeşim o hareketi yanlış yapıyorsun. (23:15) #10 Tuvalette domalıp birbirinize iğne vurmayın. (24:55) #11 Makinayı amacı dışında kullanma. (27:22) #12 Salondaki bütün yirmilik plakaları toplayıp 30 saniye egonu tatmin etmek için 30 dk leg press'i işgal edip 10 cm açıyla leg press yaptıktan sonra o ağırlıkları orda bırakıp siktir olup gitme. (28:02) #13 Makineye oturup set arası telefonla oynama. (30:11) #14 Kapanışın son dakikasına kadar salonda kalmak için direnme. (32:52) #15 Bacak omza pozisyonunda göz göze gelme. (34:55) #16 Set arasında yiyişmeyin. (35:12) #17 Ağırlık sana tecavüz ediyormuş gibi ses çıkartma. (36:38) #18 Kimseyi bakışlarınla taciz etme (hem cinslerin dahil). (40:51) #19 Spor salonuna giderken antrenman kıyafeti giy. Düğüne, yatağa, partiye, halaya gitmiyorsun. (43:11) #20 Aklına gelen başka kural varsa yorumlara yaz. 45.Bölüm YouTube: https://youtu.be/DbqtCdjF9t4 YouTube Vlog #1: https://youtu.be/EdmLvbn86cA YouTube Vlog #2: https://youtu.be/zqXZGFRe45c Sosyal Medya: https://linktr.ee/dersimizfitness Email: bilgi@dersimizfitness.com Hepinize güzel yorumlarınız için teşekkürler! --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/dersimiz-fitness/message
Dünya dilleri içinde Türkçe, 20. Yüzyılda hiç uğramadığı bir kıyım ve kırıma uğradı. Bin yıllık, kendisiyle yüzbinlerce kitap yazılmış alfabesi saklandı. 1929 yılından itibaren Türkiye bürokrasisi kendi yazısını unuttu. Latin harfleri ile ifade-i merama mecbur kaldı. “Eski” alfabe ile yazılmış kitaplar dolaşımdan çıkarıldı, kütüphâneler kullanılamaz hale geldi. Dil devrimi operasyonu kaba bir milliyetçi ifade ile ortaya konuldu ve savunuldu: “Arap harfleri“ Türkçe'nin yazılmasına uygun değildi; yeni alfabeyse bu kusurlardan ve âri ve milliydi. (!) Millilik kılıfı altında Latin harfleri göklere çıkartılıyor. Yüzyıllardır kullandığımız Araplar, Farslar ve diğer Müslümanların alfabesi ise “Arap alfabesi” şeklinde öteleniyordu. Eğer bir alfabenin milli olması ölçüsü Türkler tarafından kullanılmasıysa İslâmi yazı da bu durumda bize aitti. Dil Devrimi geniş kitlelere bir “Türkçeleşme” veya “Öztürkçeleşme” faaliyeti olarak sunuldu. Halbuki bu uygulamalar kısa vadede Türkçenin fakirleşmesine, uzun vadede ise yabancı dillerin hâkimiyetine zemin hazırladı. Öztürkçenin sefaletini anlatmak için tercümelere bakmak yeterlidir. Mevcut kelimeler yabancı metinleri tercüme etmeye yetmediğinden tarif yoluna gidiliyor. Türkçe bu tercümanların elinde adeta ‘tarifi' bir dil haline getirildi. Tercüme yapılırken bir anlamı karşılayan kelime veya kelimelik terkipler yetersiz gelince, tarif ve açıklama mahiyetindeki cümlelere ihtiyaç duyuldu. Bunu sadece tercüme işinin mübtedileri değil, çok sayıda kitabı ve tercümesi olan ustaları da yaptılar. Sonuçta kitabın aslının yarısı kadar hacmi genişlemiş metinler ortaya çıktı. Sonradan icad edilen sentetik Türkçe, zihin işleyişimizi sekteye uğratarak düşünme yeteneğimizi, akıl yürütme gücümüzü zayıflattı. Sonuçta derinliksiz, ifade imkanları fevkalede kısıtlı bir dile mahkum edildik. (Mehmet Doğan, Derin Tarih, 30. Sayı)
Yaşadığımız dünyanın belirleyici karakteri haline gelmiş olan kalabalıklar içindeki yapayalnızlık, güvensizlik, insanların birbirine artan nefreti, mesafeleri bütün siyasi ve sosyolojik analizleri yeni baştan ele almayı gerektiren bir buhran hali. Siyaseti dost-düşman ilişkisine indirgemek, dostlar arasında da siyasi rekabeti bireysel düzeye kadar tenezzül ettirip dostluğu tamamen tüketen bir gidişata yol açabiliyor. Bu gidişat o ikili (dost-düşman) tanımdan sonra kaçınılmaz hale geliyor zaten. Düşmanlara karşı aşırı derecede teşvik edilen kin-nefret, iktidar ve kıyım arzusu hızını alamayıp o mücadelede dost olarak konumlananlar arasında da devam ediyor. İktidar için düşmanlara karşı etiği, erdemleri askıya almayı göze alanların onu dostlar için askıdan indirmelerini beklemek beyhude hale gelebiliyor. Askıya alınan etiğin bir daha oradan indirilmemesi insanın kaybı, aynı zamanda dostun da kaybıdır. Bu tablonun karşısına geçip dostun ne kadar az, dostluğun ne kadar olduğuna dair döktürülen edebiyatın ve yapılan felsefelerin bir teşhis peşinde değil, yaşanan durumu normalleştirme veya en hafif deyimle bu trajik duruma teslimiyetin basit ifadesi olduğunu söylemeliyiz. Oysa bütün kayıplarımızı telafi etmeye belki de dostluğa bakışımızı değiştirmekle başlayabiliriz. Aristoteles'in “dostlarım, dost yoktur!” cümlesiyle başlayan dost kıtlığı edebiyatı ondan sonra bütün dostluk felsefelerini etkilemiştir. Peygamber efendimizin Kur'an'ın rehberliğinde “düşmanlarından dost kılma, düşmanlarını aralarında ülfet kılıp dosta (kardeşe, ashaba) çevirmekle” ilgili uygulanmış ve kanıtlanmış yolu bu dostluk paradigmasını tamamen tersine çevirmiştir. Peygamber birbirine düşman olan, birbirinden nefret eden, birbirine kılıç sallayan, birbirinin altını kıyasıya bir rekabetle oymaya çalışan insanlardan belli erdemler peşinde, birbirini seven, birbiriyle ortak bir hedefte can yoldaşı olan büyükçe bir topluluk inşa etti. Sonradan gelen İslam filozoflarının önemli bir kısmının dostlukla ilgili söyledikleri Peygamberin bu kanıtlanmış yolunun açtığı ufkun, gösterdiği seviyenin çok altında ve gerisinde kalmıştır. Dostluk üzerine önemli metinler ortaya koymuş İbnü›l-Muqaffa' gibi erken dönem İslam ahlakçıları, İran, Yunan, Hint ve Arap aforizmasının unsurlarını, İslam medeniyetinin geniş coğrafyasında çok zengin bir geleneğe doğru gelişen kalıcı ve senkretik bir etik bilgelikte sentezlediler. Onun yanısıra ibn Miskeveyh, Nasiruddin el-Tûsî ve Ebu Hayyan et- Tevhidî (Dostluk ve dosta dair görgü kuralları ve edebiyat başlıklı, doğrudan dostlukla ilgili belki tek kitabın müellifi), Maverdi, İbn Hazm gibi İslam filozoflarının dostluğa dair geliştirdikleri kriterlerin hepsi büyük ölçüde İslami olmayan kaynaklardan (özellikle Aristoteles) çok daha fazla etkilenmişlerdir. Bu etki altında geliştirdikleri kriterlerin bir araya gelmesinin çok zor olduğunun da kabulüyle dostu çok zor bulunan, nadir bir değer olarak gösterirler. Mesela İbn Hazm için dostluğun ideal bileşenlerinin tarifi bu konuda tipiktir:
istanbul'un 500T'den sonra en meşhur hatlarından biri de 11ÜS'tür. Üsküdar-Sultanbeyli arasında çalışır. Sultanbeyli'den kalkınca 55, Üsküdar'dan kalkınca 58 durakta durur. Toplaya toplaya değil de indire indire gider. On yıl önce bu hatta sabah ve akşam seferlerinde ilk duraktan sonra binmek neredeyse imkansızdı. Bir akşam saati, Bağlarbaşı durağında yolcuları otobüsün önünü kesmiş, kapılarını yumruklamış ve ardından da yolu trafiğe kapatmıştı. Ben de bir 11ÜS yolcusu olarak birkaç tweet atarak yolcuların tepkilerinde haklı olduklarını dile getirmiştim. Bir iki saat sonra, detaylı bilgi almak için dönemin Başbakan Danışmanı Mustafa Varank aramış ve kendisine yaşanan mağduriyetleri anlatmıştım. Ertesi gün, hem merhum Kadir Topbaş'ın kurmayları hem de İETT'den arayarak otobüs hattının iyileştirilmesi için çalışma yapıldığını, acil önlem olarak da ek seferler konulduğunu bildirmişlerdi. Sonradan öğrendim ki attığım o Twetler Kadir Topbaş'ın ilçe belediye başkanları ile yaptığı toplantıda okunmuş.
Kadını Sonradan Değiştirmek (S121) | Dr. RedPill Kısalar
İlişkide Sonradan Alfa Olmak (S118) | Dr. RedPill Kısalar
“Evladım. Ne olacak bu ümmetin hali? Eskiden dua eden çoktu. Eskiden ümmet birbirine dua ederdi. Dualarla yürekler güzelleşirdi, ferahlaşırdı ve zenginleştirdi. Kim hizmet edecek? Nice hizmet edenler var. Hizmeti Allah için yapıyor, gençleri yetiştiriyor. Sonradan gelenler, burayı kazanç kapısı haline getiriyor. Görünüşte hizmet ediyor. Evet, hizmet de ediyorlar. Fark şu; önceden hizmet ederler. Gençlerin yetişip yetişmediğinde dertlenirler. Şimdi, sistemi devam ettiriyorlar. Yine de Allah razı olsun, hizmet ediyorlar. Gençlerin yetişip yetişmediğine bakmıyorlar. Gençleri yetiştirenler bir yürek olmuş. Aynı yöne hizmet etmiyorlar. Alışılmış sistemin içinde olanlar kendi fikirlerini de arada adapte ediyorlar. Kendi yaşayışlarını doğru bulup, kendilerini taklit etmelerini istiyorlar. Bu da neslin yetişir gibi olup, kaybetmemize sebep oluyor. Kendilerini örnek değil, Resulullah'ı örnek, sahabeleri örnek, evliyaları, velileri örnek almak ve alınması gerekirken, her öğretmen, kendini örnek verir hale geldi, yetiştirenlerin içinde bile. Resulullah'ı örnek veren sahabeleri örnek veren çok az kaldı. Evet dillerinde çok kalplerinde yok. Görünüş de var, içerde yok. Dolaşıyoruz kalpleri, çok zayıfladı imanları. Bu da bizlerin mücadelesini zayıflatıyor, yavaşlatıyor. Sizler buna dikkat edin. Onu da bir uyarı olarak seçin. Hizmetinize ya Resulullah'ı örnek göstererek gidin ya da tek gidin. Sözün doğrusu “Rabbe götürendir?” Allah razı olsun. #synergykendiyas #hizmet #dua #hendek Facebook: https://www.facebook.com/SynergyKendiyas İnstagram: https://instagram.com/synergykendiyas Youtube: https://www.youtube.com/channel/UC_xe-4OhrGjeQkX9dWA96fQ TikTok: https://www.tiktok.com/@synergykendys Yaay: https://yaay.com.tr/SynergyKendiyas Twitter: https://twitter.com/SynergyKendiyas?t=rF3t1yDh7eLgUg_Djh5khQ&s=0
Yaşar Üniversitesi'nin tüm podcastlerine erişmek ve takip etmek için tıklayın. https://open.spotify.com/user/f21z39tyfhrpvx7z31ksu5y4u?si=7006784c22cb405c Özne Sen'in bu bölümünde bağlanma stillerini konuşuyoruz. Bağlanma stilleri nelerdir? Çocukluktan yetişkinliğe kadar ilişkilerimizi nasıl etkiliyor? Sonradan değiştirebilmek ve güvenli bağlanmaya ulaşabilmek mümkün mü? Özne Sen'in 4. bölümü sizlerle... https://radyu.yasar.edu.tr
Dalâlete düşmemek için Kur'an ve sünnete sarılmak; sünnete sarılmak için de sünneti mutlak müctehîd imâmlardan öğrenmek elzemdir. Bunun te'hiri câiz değildir. Sünnete sarılmak, bizzât Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz'in kesin emr-i nebevîleridir. İrbâz bin Sâriye (r.a.)'den rivâyetle şöyle denilir: Resûlullâh (s.a.v.) bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra bize yönelip öyle te'sirli bir va'z ettiler ki ondan kalbler ürperip titredi, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine Ashâb (r.a.e.)'den birisi: “Yâ Resûllallâh (s.a.v.)! Bu sanki bir vedâ edicinin va'zıdır, bize neleri tavsiye buyurursunuz?” dedi. Resûlullâh (s.a.v.): “Ben sizi, gecesi bile gündüz gibi apaydınlık olan bir dîn üzerine bırakmış oluyorum. Benden sonra ancak helâk olacak kimse ondan sapar. Allâh (c.c.)'un emirlerine karşı gelmekten sakınınız. Başınızda kara bir köle de olsa, âmirinizin emirlerini dinleyiniz ve kendisine itâat ediniz. Sizden yaşayan kimse, pek çok ihtilâflar, anlaşmazlıklar görecektir. O zaman siz gerek benim sünnetimden bildiğiniz şeylere ve gerekse hidâyete erdirilmiş olan Hûlefâ-yı Râşidîn'in sünnetlerine, canınızı dişlerinize alarak, sımsıkı yapışınız. Sonradan ihdâs edilen, dînde yeri olmayan şeylerden de sakınınız. Çünkü dînde olmayan, sonradan ihdâs edilen şeyler bid‘attır. Her bid‘at dalâlettir” (Ebû Davud) buyurdular. Ashâb-ı Kirâm'dan İmran bin Husayn (r.a.)'den şöyle rivâyet edilir: “Kur'ân indirildi. Resûlullâh (s.a.v.) de sünnetleri işlemeği sünnet kıldı. Sünnetleri işlemekte bize tâbi olunuz, uyunuz. Vallâhi bunu yapmazsanız dalâlete düşer, doğru yoldan saparsınız” (Ahmed ibn Hanbel) diye buyurmuştur. (M. Âsım Köksal, İslâm'da İki Ana Kaynak Kitâb ve Sünnet, s.163-164.)
Kalkınmacı devlet, liberalizm, serbest piyasa ve demokrasi kavramları üzerinden devletin refah ve gelişmişlik üretebilmesinin yollarını inceliyorlar. Kalkınma gerçekten de şimdiki gibi aşırı serbestleşmenin olduğu bir ekonomik ve politik sistemde mümkün mü? Batı ülkeleri yoksa yalancı bir reçete mi satıyorlar? Sonradan kalkınan ülkeler için tek çare koordineli ekonomik sistemleri mi? Batı kapitalizmleri homojen bir kategori mi yoksa kendi içinde farklılıkları var mı? Türkiye'nin gelişmesi ve kalkınması bu kavramlar içerisinde nasıl değerlendirmeliyiz?
9'lı yılla 0 rda bir süre çeşitli belgesel çekimlerinde farklı görevler aldım ve bolca seyahat ettim. Bu seyahatlerden birinde, çadırda yaşayan göçerleri çekmek üzere denize kıyısı olan bir Akdeniz şehrimizin yaylasına çıktık. Orada göçer ailesinin reisi konumunda bir amcamızla tanıştık, çok renkli, çok ilginç şeyler anlatan eğlenceli biriydi. Onunla uzun bir röportaj çekmeye karar verdik. Biz bu kararı verdiğimiz sırada misafiri olduğumuz göçer aile bizi yemeğe çağırdı. Oturup yemeğimizi afiyetle yedik, sofradan kalktık ve çekime hazırlanmaya başladık. Ancak röportajını çekeceğimiz amcamız ortada yoktu. Nice aramadan sonra kendisini bulduk ve çekime geçtik. Ama amca aynı amca değildi, biraz önce birbirinden renkli yayla hikayeleri anlatan o adam gitmiş lafın belini doğrultamayan biri gelmişti. Sonradan anlaşıldı ki amcamız çekim heyecanıyla gidip arkalarda bir yerlerde iki tek atmış, çakır keyif olmuştu. Tabii çekimi iptal etmek zorunda kaldık ve yola devam ettik. Muhtemel ki amcamız kafayı çekmese de o heyecan ve gerginlikle kamera karşısında aynı renkli kişi olamayacaktı. Çünkü bu işlerde çok daha profesyonel olsanız ve bu amcamız kadar gerilim yaşamasanız bile, kameranın varlığı
Lavoisier kanununa göre kainatın sonradan yaratılması nasıl olur? | Fethullah Gülen Hocaefendi by
Namaza geç kalıp imâma birinci rekâtta yetişemeyen kimseye mesbuk denir. Mesbuk, imâm iki tarafa da selâm verdikten sonra, ayağa kalkarak, yetişemediği rekâtları kaza eder ve kırâetleri (okumaları), birinci, ikinci, üçüncü rekât kılıyormuş gibi okur. Oturmayı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rekât sırası ile, yani sondan başlamış olarak yapar. Misâl: Bir kimse sabah namazının ikinci rekâtında imâma uyacak olsa, mesbuk olmuş olur. Aldığı tekbîrden sonra sükût eder. İmâmla beraber son oturuşta yalnız “Tahiyyat'ı” okur. İmâm selâm verince, kendisi ayağa kalkar ve imâm ile kılmamış olduğu ilk rekâtı kılmaya başlar. “Sübhaneke ve Eûzü Besmele”den sonra Fâtihâ sûresi ile bir miktar daha Kur'ân-ı Kerîm okur. Bilindiği şekilde rükû ve secdelere gider. Ondan sonra oturup “Tahiyyatı, salâvatları ve Râbbenâ âtinâ''yı okuyarak selâm verir. Mesbuk, akşam namazının son rekâtinde imâma uysa, “Sübhâneke”yi okur ve imâmla beraber o rekâtı kılarak teşehhüde oturur. İmâm selâm verdikten sonra kalkar, Sübhaneke, Eûzü-Besmele, Fâtihâ ve bir miktar daha Kur'ân-ı Kerîm okur. Rüku ve secdelerden sonra oturur ve yalnız “Tahiyyat'ı” okur. Sonra “Allahü Ekber” diyerek ayağa kalkar, yalnız Besmele ile Fâtihâ ve bir miktar daha Kur'ân-ı Kerîm okuyarak rükû ve secdeleri yapar. Sonra son oturuş yaparak selâm ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa teşehhüde oturmuş olur. İmâm rükûda iken, imâma uyan kimse, o rükûa ait olan rekâta yetişmiş olur. İmâma rükûda yetişmek için acele tekbîr getirip eğilinirse bırakın rekâta yetişmeyi namazınız sahih olmaz. Çünkü iftitah tekbîrini ayakta almak şarttır. İftitah tekbîrini ayakta alıp, sonra imâmla rükûda bir an beraber kalınırsa hem namazınız sahih olmuş olur, hem de o rekâta yetişmiş olursunuz. Rekâta yetişeceğim diye böyle hata yapmamalı. Bunun için de tekbîri ayakta iken almak şarttır. Mesbuk, imâm selâm verdikten sonra “Allâhü Ekber” diyerek ayağa kalkar ve noksan kalmış olan rekâtları tamamlar. (İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtar, c.2, s.478-479)
Sekülerleşmeyi ve dindarlaşmayı sosyolojik olarak ölçebilmek için somut göstergelere ihtiyaç duyarız. Oysa daha önce de dediğimiz gibi, samimi dindarlık istatistiklere konu olamayacak, istatistik rakamlara bağlanamayacak bir şeydir, ama dindarlığı samimiyeti hissetmeden, hesaba katmadan da ölçemezsiniz. Sekülerleşmeyi tespit eden istatistiki rakamlar da, sadece insanların belli periyot ve sayılarla katıldıkları dini ritüel ve davranışların ölçüsünü verir, bu davranışlardaki samimiyeti ve sahiciliği ölçemez. Sırf bir sosyal ve politik trend olduğu için namazını kılan ve orucunu tutan insanların oranı istatistik araştırmalarda “dindarlaşma” veya “muhafazakarlaşma' olarak tespit edilebilir ama aslında bu rakamların içinde yüklü miktarda dinin araçsallaşması, dünyevileşmesi dolayısıyla ortaya çıkan tezahürleri de vardır. O yüzden dinin görünürlüğü ile etkinliği ve sahih tecrübesi her zaman birbirini desteklemiyor olabilir. Aşırı görünürleştikçe dinin gerçek etkisinin, sahih tecrübelerinin azaldığı birçok durum gösterilebilir. Bazı Arap ülkelerinde İslâm'ın aşırı bir görünürlüğü söz konusuyken hayata etkisi ise oldukça azdır. Mekke putperestliği hayatın her tarafında dinin son derece görünür olduğu bir manzara arz ederken, dinin sosyal hayata etkisi bu görselliğin süzgecine takılıp engellenmiş oluyordu. İslâm bütün hayata dinin hâkim olduğu bir ilkeyi vaz ederken, yer yer bunun şekilcilik olarak anlaşılıp ona indirgenmesine de itiraz ederek kendini ifade etmiştir: “İyilik yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Ancak iyiler Allah'a ve ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlerine iman edip malını yakınlarına, yetimlere, yolda kalmışlara ve yardım isteyenlere sevdiklerinden severek- isteyerek verenler, namazı kılıp zekatını verenler, söz verdiklerinde sözlerini tutanlar, sıkıntıda ve darlıkta sabredenlerdir ki, onlar sadık ve muttaki olanlardır” (Bakara, 177). Burada formların fetişleştiği duruma karşı, elbette formlardan vazgeçmeden, onlara “severek, isteyerek, arzu ederek” zayi olan ruh tekrar iade edilir. O kadar ki ilk bakışta İslâm'ın diğer dinler karşısında bir tür sekülerleşmeye davet ettiği bile düşünülebilir. Ancak bu konu daha derinlemesine bir yaklaşım gerektiriyor. Burada bu temayı modernleşmeyi özellikle dinle olan ilişkisi itibariyle özgün gören yaklaşımların hem özgünlük iddiasının geçersizliğini hem de İslâm kültürünü ve toplumlarını Batı toplumlarıyla aynı kavramsal çerçevelerle açıklamaya çalışmakla içine düştüğü boşluğu işaret etmeye çalışıyorum. Modernleşmeyi sekülerleşme ile özdeşleştiren yaygın bir yaklaşım var. Bu özdeşleştirmenin yaygınlığı sömürgeciliğin başka bir adı ve tezahürü olarak gündeme gelen Batılılaşmaya karşı İslâm dünyasındaki direnişin veya isyanların neden hep İslâm referanslı olduğunu da yeterince açıklıyor. İslâm dünyasındaki sekülerleşmeyi hiçbir zaman siyasî gelişmelerden uzak ve ayrı görmemek gerekiyor. Gündelik hayatın sekülerleşmesi zaman zaman toplumsal bir temayüle dönüşse de bu temayüller hem geri dönüşsüz değildir hem de siyasetin etkisi teknolojinin etkisinden çok daha fazla olmaktadır. Osmanlı devletinin son zamanlarında Batı'nın tekniği ile kültürü arasında Müslüman entelektüeller ve bir kısım ulema tarafından önerilen “bırakınız kültürünü, alınız ilmini” önerisi hiç de boş ve geçersiz bir öneri değildir. Sonradan İslâm dünyasına Batı kültürünün hâkim olması alınan teknolojinin kültürden ayrılamamasına bağlanmış olsa da göz ardı edilen şey, o “laikçi” kültürün, batılı, hazcı yaşam tarzının teknolojinin açtığı kapıdan değil, siyasetin dayattığı yoldan girmiş olmasıdır. Erol Güngör'ün de “Kültür Değişmesi” üzerine kitabında bu ilişkiyi çok köklü bir biçimde sorguladığı görülür. Modernliğin bütün analizleri ışığında anlaşılmaya çalışılan, din, İslâm ve Türkiye gerçekliği bir yana, bugün postmodern bir dünyaya gelmiş dayanmış olduğumuza dair başat bir söylem var. Kısacası, bir tarihsel kavşak noktasında olduğumuz da söylenebilir.
Mimar Sinan, tam manasıyla bir sanat dâhîsidir. Türk mimarisini erişilemeyecek dereceye yükseltmiştir. Mimar Sinan mimarbaşı olduğu sürece, birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en kesif çabaları Ayasofya için harcadı. 1573'te Ayasofya'nın kubbesini onararak çevresine takviyeli duvarlar yaptı ve eseri, bugünlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Sinan, her mimarî eseri kendine has bir biçimde ele almak, yapıda form ve konstrüksiyon beraberliğini kurmak, dış mekân ve kuruluşunun iç mekâna bütünlük kazanmasını sağlamak, mevcut teknolojik imkân ve malzeme denemelerinin üstünde, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmayı bilmek, akılcı ve sade bir malzeme kullanma anlayışına sahip olmak gibi, günümüzde de geçerli mimarlık prensiplerini, bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple daima sanatı ile asırlar ötesi bir mimari dehâ olarak anıldı ve anılacaktır. Kânûnî Sultan Süleyman tarafından Manisa'da, 21 yaşında ölen çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet'in hatırasına bir türbe, cami ve külliye binalarını yapmakla görevlendirildiği zaman Mimar Sinan, 54 yaşında idi. Sonradan çıraklık eserim dediği Şehzade Camii ile türbe, medrese, imaret, tabhane, mektep, kervansaray ve muvâkkithaneden ibaret külliye, 1544-1548 tarihleri arasında dört yılda tamamlanmıştır. (İslâm ve İlim, s.176) ÂYET-İ KERÎME “Allâh'ın mescidlerini ancak Allâh'a ve âhiret gününe îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allâh'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe s. 18)
B Serisi olarak da bilinen bu soru cevap serisi, 1980 öncesinde Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin çoğunluğu üniversite gençliği ve farklı fikirlerdeki insanlardan oluşan muhataplarının her konuda sorduğu sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Sorular, vaaz öncesi yazılarak soru kutusuna atılmakta, kürsüye çıkan Hocaefendi sorulardan rastgele seçerek cevaplamaktadır.
Akdeniz aslında dünyânın en büyük ve kritik iç denizidir. Cebel-i Târık gibi dar bir su geçidi üzerinden Atlantik'e bağlanır. Sonradan insan eliyle açılan Süveyş, Akdeniz'i Kızıldeniz üzerinden Hint Denizi ile birleştirir. Marmara boğazları ise onu Karadeniz ile buluşturur. Kabûl etmeliyiz ki, bâzı coğrafya bilgilerimiz ve adlandırmalar zihnimize oyun oynayabilir. Akdeniz bizzat bir iç denizdir; ama kendi içinde de daha küçük iç denizlere sâhiptir. Karadeniz bunlardan birisidir. Azak Denizi de, onun içinde bir başka iç denizdir. Birisinin adı Ak, diğerinin ise Kara olması bu iki denizi ayırmıyor. Karadeniz bizzat Akdeniz'in bir parçasıdır. Bu coğrafî bütünlüğün jeopolitik ve jeokültürel açılımları ise farklıdır. Harita üzerinden ilerleyecek olursak yine görürüz ki, Akdeniz içinde, târihsel deriniliği ve pratikleri olan jeopolitik, bir Batı-Doğu ayırımını düşündürür. Bugünkü İtalya, içine Sicilya ve Malta'yı da alarak Doğu Akdeniz'in başladığı yerdir. Dar Adriyatik Denizi İtalya karasını Balkanlar'a bağlar. Bugünkü Fransa ve İspanya sahilleri, Sardunya ve Korsika gibi adalarla berâber bunun batısında kalır. Batı Akdeniz'e Cezâyir ve Fas güneyden dâhil olur. Doğu Akdeniz'in güneyde Afrika ile buluştuğu
Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, son yıllarında “Bu kış komünizm gelebilir!” demişti. « Bu umacı, siyasi tarihimize geçmekle kalmadı... Sonradan, “Kara Mizah” klasiği haline geldi! « Bayar'ın Başbakanı Adnan Menderes, 12 Temmuz 1960'ta Sovyetler Birliği'ne gidecekti. Ancak... “Made in USA” 27 Mayıs 1960 askeri darbesi bu ziyareti imkânsız kıldı. « Ahmet Emin Yalman, 27 Mayıs'tan iki hafta sonra Vatan'daki başyazısında... Cunta'ya övgüler sıralarken, Adnan Menderes'i “komünizme meyletmekle” suçluyordu! “KOMÜNİST” MENDERES Başvekil Menderes sanayileşme için istediği kredileri ABD'den alamamış... Bunu Sovyetler Birliği'nden sağlamak istemişti. Bir bakanını Moskova'ya göndermişti. 27 Mayıs Cuntasının Matbuat Düdüğü Mister Yalman tarafından “komünistlikle” suçlanması bundan dolayıydı. İZMİR&ERZURUM HATTI 27 Mayıs Darbesinden üç sene sonra (1963) ilk Komünizmle Mücadele Derneği İzmir'de sahne aldı. İzmir'deki işbu derneğin “21 Numaralı Kurucu Üyesi” günümüzdeki pek meşhur bir yazarın babasıdır. Aynı yıl KMD'nin ikincisini Erzurum'da Fetullah Locaefendi kurdu. « Bu dernek faaliyetleri, ABD/NATO'nun “Komünizmle Mücadele” kılıfı altında yürüttüğü “Kontrollü Gerilim” stratejisinin bir parçasıydı. Arka planda, CIA organizasyonu vardı. Türkiye'deki Baronsal Gladyo, bunların emirlerine amade vaziyetteydi. DEĞİŞEN “KORKU” REPLİĞİ 1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin ve Doğu Bloku'nun dağılmasıyla birlikte... NATO'nun “düşman” konsepti değişti. İslam düşmanlığını ilk sıraya yazdılar! « 1990'un ilk ayından itibaren Türkiye'de patlayan “laik aydın” cinayetlerinin tamamı Gladio'nun tetikçileri tarafından işlendi. Suçları hayali İslami örgütlere yıktılar! Komünizm umacısının yerini bu defa “Şeriat geliyor!” korkutmacası almıştı. İBRETLİK Bir “Kara Mizah” örneğidir... Yıllarca komünistle suçlanan solcular, sosyalistler de “Şeriat Tehlikesi” bozuk plağını hararetle çalanlar arasındaydı! NEREDE ÜRETİLDİ? 90'ların başında “Ilımlı İslam” repliği itina ile kullanılmaya başlandı. Bu tabir, “Radikal İslam” ile birlikte CIA karargâhının üretimidir. « Türkiye'deki Gladyo'nun Kompradorları yani Baronlar Konseyi... Gizli Kardinal Fetullah'a “Ilımlı İslam” kıyafetini giydirip, perde arkasından “tam yol” verdi! DEVRİDAİM FETÖ'nün “Made in USA” 15 Temmuz 2016'daki darbesinde CIA de sahadaydı. Papaz maskeli CIA görevlisi Andrew Brunson bunlardan biriydi. 23 yıl boyunca İzmir'de yuvalanmıştı. Yani, 1966'da Locaefendi Fetullah'ın başladığı yerde! Bir başka deyişle... Komünizmle Mücadele Derneği'nin ilk kurulduğu şehirde! 2022-2023 SEZONUNUN KIŞI Bayar'ın kehanetindeki gibi Türkiye'ye “hiçbir kış” komünizm gelmedi. « Buna mukabil, bu kış Avrupa'ya enerji krizi geliyor! Yıkılan Sovyetler'in (SSCB) bakiyesi Rusya, belli başlı Avrupa devletlerine gazı kesti. Putin'in Rusya'sına yaptırımlar devam ettiği müddetçe, Avrupalılar da soğuktan titreyecekler.
Instagram'dan Sorular 15 - Sonradan Alfa/ Evliliğe Hazır Değilim / Part 2️⃣ - (V113) | Dr.RedPill
Program Adı: Bundesliga 101 Bölüm: 2 Program İçeriği: 22/23 Sezonu 2.Hafta Maçlarının Değerlendirmeleri Ana Başlık: Bundesliga 101 22/23 Sezonu 2.Hafta | Kalecilerin Katkısı | Leipzig'deki Dağınıklık | Dortmund Sonradan Açıldı | Augsburg'dan Sürpriz Galibiyet | Werner Golle Döndü Program Detayı: -Haftanın önemli maçlarını değerlendirdik. -Sonuçlara etki eden kaleci hatalarını masaya yatırdık. -Leipzig ve Wolfsburg'taki saha içi problemleri konuştuk. -Mane'nin gelişiyle birlikte Bayern Münih'teki hücum çeşitliliğinden bahsettik. Konuşmacılar: Öner Tavtay - Gencer Konur #Bundesliga101 #Bundesliga #Dortrmund #BayernMünih #Augsburg #TimoWerner #YoussoufaMoukoko #AnthonyModeste #JamalMusiala #RafalGikiewicz
Avrupa'daki savaş için Batı'nın son tespiti şu... “Her iki taraf da nihai savaş hedeflerini gerçekleştiremez: Rusya, Ukrayna'nın tamamını ele geçiremez ve Ukrayna Rus kuvvetlerini topraklarından tamamen çıkaramaz”... Yani?.. ‘Beraberlik' istiyorlar. ‘Pata kalalım' demektir. Şu sıralar üst üst gelen görüşme ve gelişmeler, en azından bir ateşkes arayışının işaretlerini veriyor... Son örnek, Almanya eski Şansölyesi Gerhard Schröder'in Putin'le buluşmasından çıkanlar... O'na göre Rusya bir çözüme hazır. Türkiye'nin girişimleri ortada. Tahıl uzlaşısı ön açtı. Ama.. “Washington ‘evet' demezse bu işler yürümez”... Ne de olsa devlet görmüş biri Schröder.. Barışı istemeyenin ABD olduğunu böyle söylüyor. Kiev fasulyeden... Bir de şunu söylüyor; ‘Bir Rus Devlet Başkanı'nın Kırım'ı gözden çıkaracağını kim cidden düşünebilir?' Yukarıdaki, “Rus kuvvetlerini topraklarından tamamen çıkaramazsın”ın Almancası. Benzerini ABD Dışişleri eski Bakanı Pompeo da söylemişti, “oraları unutun” mealinde. Sonradan çark etti ama Kissinger da, 'Ukrayna toprak versin mesele kapansın' önerisini ağzından kaçırdı bir kere. Hâlâ da, ‘sözümü geri aldım ama dünya yine de dönüyor' imalı konuşmalar yapıyor... “Beraberliği” içeri satabi- lirsiniz ama toprak kaybı var. Tabelada yazan o. Madem kazanan var bir de kaybeden olmalı; bu Ukrayna mı?
Turkish Stories for Learner Turkish ALIŞKANLIKLARIN HAYATIMIZDAKİ YERİ Alışkanlıklar; davranışlarımızı, düşüncelerimizi veya duygularımızı yönlendiren, zamanla otomatik hâle gelen hareketlerdir. Doğuştan gelen bir özellik değildir. Sonradan kazanılan davranışlar, düşünceler ve duygular şeklinde karşımıza çıkar. Bazı insanlar, kaşlarını çatmayı ya da öfkelenmeyi alışkanlık hâline getirmiştir. Buna karşılık bazılarının ürkeklik, düşmanlık, şüphecilik gibi bir takım alışkanlıkları vardır. Bazı kişiler ise, huzur, kaygı ve korku veren olaylar karşısında farklı alışkanlıklar edinmiştir. Hayatımız boyunca birbirini izleyen başarı ya da başarısızlıklarımız hep alışkanlıklarla ilgilidir. Bunlar, hayatın zorlukları karşısında gösterdiğimiz tekrarlardan kaynaklanmaktadır. Önce biz alışkanlıkları oluştururuz sonra da alışkanlıklar bizi oluşturur. Değiştirmek istediğimiz bazı kötü alışkanlıklarımız vardır. Bu alışkanlıklar çoğu zaman kendimize ve çevremize zarar verir. Sınıfta yüksek sesle konuşmak, yalan söylemek, düzensiz olmak, saygısız olmak… bunlardan bazılarıdır. Erken yatmak ve erken kalkmak, dişlerimizi fırçalamak, tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almak, spor yapmak, toplum kurallarına uymak ise faydalı alışkanlıklardandır. Faydalı alışkanlıklar; bazen yemek yerken, bazen yürürken, bazen bir iş yaparken, bazen de toplumsal bir organizasyon içerisinde yer alırken ortaya çıkar. Bu alışkanlıkları günlük hayatımızda uygulamak bizim elimizdedir. Kendimizi duygusal, fiziksel ve manevi anlamda daha güçlü hissetmemizin en önemli unsurlarından biri de faydalı işler yapmaktır. Eğer yapmamız gereken bir iş varsa bunu hemen yapmalıyız. Birçoğumuzun yapmamız gereken işleri ertelemek gibi kötü bir alışkanlığı var. Ertelediğimiz her iş tembelleşmemize sebep olabilir. Güzel alışkanlıklar, olumsuz gördüğümüz kişilik özelliklerimizi örter. Güzel ve olumlu alışkanlıkları devam ettirmek kişiliğimizdeki kıraç toprakları yeşillendirecektir. Eğer bir şeyler yapmaya çalıştığınızı; ama bir türlü başarılı olamadığınızı düşünüyorsanız, alışkanlıklarınızda yanlış olan bir şeyler var demektir. Gece geç yatmak, uzun süre bilgisayar başında oturmak, sağlıksız beslenmek, işlerini geciktirmek, plansız olmak bunlardan bazılarıdır. Duygusal olarak kendinizi güçlü hissetmek istiyorsanız bugünden itibaren alışkanlıklarınızı gözden geçirmelisiniz.
Bu video 19/03/2017 tarihinde yayınlanan "UKBÂ BUUDLU HAYAT" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hayatı anlamlı kılan, gaye-i hayaldir; dine, imana, insanlığa hizmet edebileceksek, yaşamaya değer!.. Antrparantez; siz de öyle düşünmez misiniz? Ülkenizin, ütopyalarda bile tasvirine rastlayamayacağınız şekilde, hakkaniyetin, adaletin, istikametin, mürüvvetin, insanî derinliğin, re'fetin, şefkatin, birbiriyle kucaklaşmanın, birbirine saygı duymanın, anlayış farklılıklarına rağmen, farklılıkları ayaklar altına alarak sevgide buluşmanın ülkesi olmasını arzu etmez misiniz?!. Zannediyorum, herhalde kendini öyle bir yanlışlığa salanların dışında, onu arzu etmeyen tek bir fert yoktur. Öyle bir dünya… Herkesin birbiriyle kucaklaştığı, hatta düşmanlarıyla bile “Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı -yâ Rab- şâd olsun / Benimçün ‘Nâ-murâd olsun!' diyenler, bermurâd olsun.” (Nailî-i Kadim) anlayışıyla kucaklaştığı bir dünya!.. Çok defa tekerrür eden bir söz: “Âşık der, inci tenden / İncinme, incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen, incitenden!..” (Alvarlı Efe Hazretleri) İncinmeyenlerin ülkesi.. incitmeyenlerin ülkesi.. ezkaza incinmişse şayet, “mukabele-i bi'l-misil kaide-i zâlimâne”sinde bulunmayanların ülkesi… Öyle bir ülke ve öyle bir toplum olsun.. herkes birbirini kabul etsin.. kimse “Ben!” demesin, şirke girmesin.. herkes “Hû”ya yürüme adına, evvela, ilk basamak olarak, “Biz!” desin, “Biz!..” Mübarek milletimiz, analarla lebalep dolu olan ülke… Milletimiz, mutlu olsun.. o, mesut olsun.. orada herkes birbiriyle kucaklaşsın.. herkes, birbirini davet etsin.. birbirine çay içirsin.. kahveler sunsun.. yemekler yedirsin.. kendi saadetinden daha ziyade başkalarının mutluluğunu düşünsün.. saraylarını satsın, başkalarına bahşiş dağıtsın.. filolarını satsın, başkalarına bahşiş olarak kullansın… Böyle bir ülke, istemez misiniz? Size rüyanızda deseler ki, “O, yarın oluyor!” Size düşen şey şu mülahazadır: “Artık bundan sonra benim yaşamamın anlamı yok! Vazifem, misyonum bitti. Benim de bu oluşumda şöyle-böyle, küçük bir dahlim olduğundan dolayı, karınca kadar, bir termit kadar… Sonradan birileri tarafından ‘Sen de epey bir hizmette bulunmuştun!' demelerini duymamak için, mezarı tercih ediyorum. Allah'ım! Bana, ülkemi öyle ütopyaları aşkın hale getirdiğin günü gösterme! Elin-âlemin parmak kaldırıp ‘Bu da bu mevzuda bir şeyler yapmıştı!' demelerini duyurmadan, emanetini al!..” Efendim, bu, Hazreti Musa'nın ahlakı; bu, ahlak sultanı İnsanlığın İftihar Tablosu'nun (sallallâhu aleyhi ve ala ihvânihi mine'n-nebiyyîne ve'l-mürselîn) كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَ “Ahlakı Kur'an olan” Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın ahlakı. O, ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, üç tane irtidat hadisesi, yalancı peygamberler, zuhur etmişti. Ruhunun ufkuna yürüdükten sonra çoğaldı, on bir tane oldu. Fakat geriye dönüp Hazreti Ebu Bekir'in arkasında, Hazreti Ömer'in arkasında, Hazreti Osman'ın arkasında, Hazreti Ali'nin arkasında kenetlenmiş o toplumun, Allah karşısında duruyor gibi kemerbeste-i ubudiyetle, en ağır vazifeleri, en ağır misyonları edâ etmeye âmâde ve teşne olduğunu görünce, tebessüm ederek öbür âleme yürümüştü. “Artık bundan sonra Benim yaşamamın bir anlamı yok! Nasıl olsa bu misyon edâ edilecek!”
İmâm Şaranî (r.âleyh) Hz. anlatıyor: “Bütün hayatım boyunca evimin yirmi dört saatlik nafakasını temin edecek malî bir güce sahip olamadığından zekâtımı (fıtramı) veremiyordum. Böylece 950 hicrî senesinin Ramazân Bayramı gelip çatmıştı. Bayramdan sonra, bir gece rüyamda bir olayla karşılaştım. Kendimi birçok insanın bulunduğu geniş boş bir yerde gördüm. Halkın elinde erîkeler (tahtlar; güvey ve gelin odalarındaki süslü sedirler gibi) vardı. Bu kişiler ellerindeki erîkeleri havaya fırlatıyorlar ve birkaç arşın yükseldikten sonra erîkeler yere düşüyordu. En son ben de onlar gibi elimdeki erîkeyi fırlattım, biraz yükseldikten sonra yere düşmüştü. Yanıbaşımda bulunan meleklerden birine, “Bu nedir?” diye sorunca, bana, “îşte bunlar, Ramazan ayında oruç tuttukları halde zekâtlarını (fıtralarını) vermeyen insanlardır ki, oruçları havaya fırlattıkları bu yastıklar gibi cansız, ruhsuz, içi boş deri tulumlara benzemektedir” dedi. Ben de meleğe, “İyi ama, ben evimin yirmi dört saatlik nafakasını temin edecek bir gücüm olmadığından zekâtımı veremiyorum” dedim. Bunun üzerine melek, “Peki, fazladan giyecek bir gömleğin, bir palton veya bir çift ayakkabın yok mu? Varsa bunları satar, buğday alır, zekâtını verirsin. Senin gibisine zekâttan kaçınmak yakışmaz” diye cevap verdi. Ben de, “Peki” dedim. Sonradan dost tüccarlardan birinin bana hediye ettiği yeni bir çift ayakkabının sandıkta bulunduğunu hatırladım. Bunu hemen satarak zekâtımı verdim. O seneden beri bu güne dek, fıtramla birlikte bakmakla mükellef olduğum aile efrâdının fıtralarını da vermekte kusur etmedim. Böylece bir hadîsin sıhhâti benim nezdimde kesb-i kuvvet eylemişti. Hadîste; “Ramazân orucu kişi zekâtını (fıtrasını) verinceye kadar gök ile yer arasında hareketsiz asılı kalmış olur” buyurulmuştur. Ey kardeşim, Ramazân orucunun fitresini bayramdan önce çıkarıp vermelisin. (İmâm Şaranî, El-Uhudü'l-Kübra, s.250)
Telefondaki ses ağlayarak “Bülent Abi öldü” dediğinde tabii ki her zamanki hafif münasebetsiz Bülent Parlak şakalarından birine maruz kaldığımı zannettim. Sonra sesin Enis'e ait olduğunu kavradım. Ardından da haberin doğru olduğunu. Bülent'in evine doğru giderken Mustafa Akar'ı ve Furkan Çalışkan'ı aradım. Bizim kuşağın şairlerini yani. İkisine de vefat haberini ben vermek zorunda kaldım. Sonradan düşündüm bu meseleyi. Gençken ve hayallerimiz varken Çengelköy Çınaraltı'nda sabahlara kadar oturduğumuz dörtlü masayı tamamlamak istemiş zihnim, Bülent'in vefat haberini vermeyi değil. Sanki Bülent ölmemiş de ben Furkan'la Mustafa'ya “oğlum bu akşam bir oturalım la” demek istemişim. Hep cesur bulmuşumdur ben Bülent'i. Bizim kuşağın en cesuru olduğuna ise hiç şüphe duymamışımdır. Olağanüstü düşkün olduğu bağımsızlığıyla ortaya koyduğu İzdiham tecrübesi öyle kıymetli, öyle önemli bir tecrübeydi ki.
Sonradan anlama önyargısı (İng: "hindsight bias"), geçmiş hakkında düşünen insanların, belirli olayların yaşanma/gerçekleşme ihtimalini, o geçmiş zamanda yaşarken aynı olayların olayların yaşanma/gerçekleşme ihtimaline nazaran daha olası bulmasına yönelik bir bilişsel önyargıdır.[1][2] Bir diğer deyişle… Seslendiren: Akın Karahasan
Merhaba Bu yazımızda özellikle nöbet şartlarında USG'ye ulaşamadığımız durumların korkulu rüyası testis torsiyonundan bahsedeceğiz. Daha önce yazılmış akut skrotal ağrıda ACR kriterlerine buradan ve torsiyonu doppler USG ile ayırt edebilmemize yardımcı olması için yazılmış yazımıza da buradan ulaşabilirsiniz. Ama diyelim ki “USG'miz yok”. Çoğu asistan arkadaşım için bu çok korkutucu cümle ikinci basamakta çalışan acilciler için maalesef hayatın gerçeği olabiliyor. Peki yapabileceğimiz bir şey var mı? Testis Torsiyonu Öncelikle testis torsiyonu ile ilgili bilmemiz gerekenler: Daha çok çocuklarda görülüyor, hastaların %40'ı yetişkinAkut skrotal ağrı ile acil servise getirilen çocukların %3-17'si torsiyonMekanizma: Testisin konjenital defekti sebebiyle kremasterik kasılma sırasında anormal bir testis rotasyonu oluyor. Spermatik kord kendi etrafında dönüyor, venöz ve arteriyel dolaşım bozuluyor ve testiküler iskemiye sebep oluyor.Klinik:Tek taraflı, akut, şiddetli testiküler ağrıEtkilenen tarafta kremasterik refleks yokluğu (Varlığı tanıyı dışlamaz!)Etkilenen tarafta şişlik, hassasiyet, anormal pozisyonÇölyak pleksus uyarısı sebebiyle bulantı kusma eşlik edebilir.Torsiyona yatkın testisin daha önce de torsiyone olup spontan düzeldiği durumlar olabilir. Bu sebeple hasta daha önce de benzer ağrısı olduğunu söyleyebilir. "İntermittan torsiyon" da denen bu durum tanıda yanıltıcı olabilir.6 saat içinde müdahale durumunda %90'ın üstünde başarı şansı! >12 saatte ise
Arap dünyasının on yıl önce yakalandığı ani değişim ikliminin bir bahar olarak nitelenmiş olması sonradan yaşananlar ışığında biraz aceleye getirilmiş bir isimlendirme sayılabilir. O iklimin atmosferi içinde bütün Arap dünyasını etkisi altına alan ögürlük, ekmek, adale ve onur taleplerinin etkili birer toplumsal harekete dönüşmesi ve bu etkinin önündeki elli- altmış yıllık diktatörlükleri birer birer devirmesi bir isimlendirme arzusunu da hissettiriyordu. Arap Baharı kavramsallaştırması 1848'de Avrupa'da baş gösteren ve “Halkların Baharı” olarak adlandırılan toplumsal hareketlere ve 1948 yılında Doğu Avrupa'da gelişen ve Prag Baharı gibi isimlerle anılan demokrasi yanlısı hareketlere atıfla aslında ilk önce Batılı çevreler tarafından kullanıldı. Sonradan yaşanan yaklaşık üç yıllık sürecin adı haline geldi.
Allâhü Te‘âlâ buyuruyor ki; “Îmân edip de Allâh yolunda hicret ve cihâd edenler, (muhacirleri) arındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan imân eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allâh'ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine vâris olmaya daha uygundur. Şüphesiz ki Allâh her şeyi bilendir.” (Enfal s. 74-75) Bu âyetler, bütün sahabeleri kapsamakta ve onların îmân ve cihâd için birbirlerine dost olduklarını beyân etmektedir. Nitekim muhacirler, ensâr ve fetihten sonra Müslüman olup cihâd edenler bir arada sayılmıştır. İbn Kesir (r.âleyh) bu ayetlerin tefsirinde der ki; “Allâhü Te‘âlâ, mü'minlerin dünyadaki hükmünü zikrettikten sonra, âhirette onlar için neler olacağını da zikretmiş ve daha önce sûrenin başında geçtiği gibi onlarda gerçek imân bulunduğunu haber vermiştir. Allâhü Te‘âlâ onları bağışlama ile ve şayet olmuşsa günâhlarından vazgeçme ile mükâfatlandıracağını, onlara güzel, bol, temiz, şerefli, devamlı, ebediyen kesilmeyecek, sona ermeyecek, güzelliği ve çeşitli olmasından usanılmayacak rızıklar bahşedeceğini haber vermektedir. Sonra Allâhü Te‘âlâ, dünyada iken onların üzerinde bulundukları imân ve sâlih amellerde kendilerine tâbi olanların, âhirette de onlarla birlikte olacağını haber vermektedir.” İmran Bin Husayn (r.a.)'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlıları asrımdakilerdir. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir...” (Buhârî) (İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s. 8)
Bayramın ikinci günündeyiz. Bu günlerde ne güzel hasletlerimiz var! Ziyaretleşiyoruz, küslüğü bırakıyoruz, barışıyoruz, yardım ediyoruz, hastalarımızı ziyaret ediyoruz. Müslüman bir toplum, muhabbetin ve barışın içinden geçiyor. Kadim bayram geleneğini sürdürüyor. Asırları aşan bir gelenek. Büyüklüğü de buradan geliyor. Sonradan icat edilen bir şey değil. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Hacer'in başaktör oldukları bir aile filmini(!), bıkmadan usanmadan her yıl yaşıyoruz. Onlar insanlık âleminin model ailesi. İmanları, beraberlikleri ve kurbanlarıyla insanlık ailesi. Allaha varlığını adayan bir aile. Babaya saygıyla teslim olan evlat. Kocasına itimat eden hatun. Allaha sadakatle bağlı olan koca.
Allahü teâlânın kitâbına (Kur'ân-ı kerîme) inanmak, îmânın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şübhe etmek, câiz değildir. Şübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, şübhesini gidermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emrlerini ve yasaklarını dünyâda işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitâbını (kanûnunu) da göndermişdir. Müslimânların kitâbı Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı kerîm, Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitâblardaki emrleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitâbdır. Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya'nî, Kur'ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmişdir. Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy yoluyla ya'nî, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile bildirilmişdir. Cebrâîl “aleyhisselâm” insan şekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumuş ve ezberletmişdir. Peygamberimize “aleyhisselâm” Kur'ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm) gelmişdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'ân-ı kerîm meydâna gelmişdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur'ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Kur'ân-ı kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” Kur'ân-ı kerîmin, bizim anlamadığımız taraflarını hadîs-i şerîfleri ile açıklamışdır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok geniş ma'nâları vardır. Onun için Kur'ân-ı kerîmi kelime kelime terceme etmekle tam ma'nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma'nâsını öğrenmek mümkindir. Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye | Sayfa : 705 - 706
"Dişlerimi ya da burnumu yaptırmak gibi bir planım yok. Sonradan edinilmiş mükemmelik bana pek uymuyor."
Geçen yüzyılda, 1993'te geldim ben İstanbul'a. İlahiyat okumak için. Okulum Üsküdar'da, öğrenci evimizse Kadıköy'de idi. Sonradan film afişleri ve kitaplar sattığım dükkanım da Kadıköy'de nasip oldu. İki farklı anlam dünyası vardı iki semtin. Bunu çok çabuk kavramıştım. En basitinden Üsküdar'ın anlam dünyasını karşılıklı iki cami, yani Yeni Cami ve Mihrimah belirliyordu. Kadıköy'de ise bu semboller Boğa Heykeli ve Haldun Taner sahnesi idi. Yaklaşık 25 senedir bu iki anlam dünyası arasındaki yakınlaşmaların ve uzaklaşmaların yakın tanığıyım. Kendimce sonuçlara vardım bu hususta. Yine de kimse kırılmasın, kimseyi fazladan üzmeyeyim diye kıyıp yazmadım, yazamadım bunları. Fakat iş artık bizatihi
Sonradan bize keyifli geldi, dilerim size de öyle gelir. Arada boş yapalım, olmaz mı?:) --- Send in a voice message: https://anchor.fm/bu-kitabi-okuyun/message
22 NİSAN 2021 DÜNYA TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1976 - İsrail Başbakanı İzak Rabin'in eşi bir Amerikan bankasındaki yasa dışı hesabından dolayı hapse girdi. Bunun üzerine Rabin görevinden istifa etti. Şimon Peres görevi devraldı. 1983 - Batı Almanya dergisi Der Stern, Hitler'in Günlükleri'ni gün ışığına çıkardığını ileri sürdü ve bazı bölümlerini yayımladı. Sonradan bu günlüklerin sahte olduğu ortaya çıktı. 1994 - Ruanda Soykırımı: Ruanda'da Hutu ve Tutsi kabileleri arasındaki çatışmalarda son iki hafta içinde 100 bin kişinin öldüğü bildirildi. TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1920 - İtilaf Devletleri, Osmanlı Hükûmetini Paris'te toplanacak olan Barış Konferansı'na davet etti. 1924 - Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü kuruldu. Anadolu demiryollarının devletleştirilmesine ilişkin yasa benimsendi. 1940 - Siirt'in güneyindeki Beşiri yakınlarındaki Raman Dağı'nda, 1042 metre derinlikte petrol bulundu. 1947 - Türkiye'ye yabancı sermaye girişine izin veren yasa kabul edildi. 1999 - Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, 18 Nisan seçimlerinde Parti'nin aldığı sonuç nedeniyle görevinden istifa etti. Türkiye'de seçim yenilgisinden sonra istifa eden ilk lider oldu. BUGÜN DOĞANLAR 571 - Son peygamberimiz, Arap sosyal, dinî ve siyasi lider ve İslam'ın kurucusu Hz. Muhammed, dünyaya geldi. 1658 - İtalyan besteci Giuseppe Torelli, dünyaya geldi. 1724 - Alman filozof Immanuel Kant, doğdu. BUGÜN ÖLENLER 1833 - İngiliz mucit ve maden mühendisi Richard Trevithick, öldü. 1933 - İngiliz mühendis ve otomobil tasarımcısı Henry Royce hayatını kaybetti. 1994 - Türkiye'nin eski Başbakanlarından Adnan Menderes'in eşi Berin Menderes, vefat etti.
3 MAYIS 2021 DÜNYA TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1947 - Japonya'da, II. Dünya Savaşı sonrasında yeni hazırlanan Japon Anayasası yürürlüğe girdi. 1978 - Tarihte ilk kez bir bilgisayar ağı üzerinden yığın mesaj gönderildi. Sonradan spam adı verilecek olan bu ticari reklam mesajları, ABD'de o zaman kullanılan Arpanet ağı üzerindeki her adrese gönderilmişti. 1979 - Margaret Thatcher, İngiltere Başbakanı seçildi. Thatcher, İngiltere tarihinin ilk kadın Başbakanı oldu. 2008 - Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi'nin yayınladığı bir rapora göre, 2007 yılında 65 gazeteci öldürüldü. Geçen 15 yılda öldürülen yaklaşık 500 gazetecinin, sadece 75'inin katilleri bulundu. Rapora göre, dünyada gazeteciler için en tehlikeli bölgeler; Irak, Sierra Leone ve Somali. TÜRKİYE TARİHİNDE BUGÜN YAŞANANLAR 1907 - Fenerbahçe Spor Kulübü kuruldu. 1920 - TBMM'nin ilk Bakanlar Kurulu oluşturuldu. İcra Vekilleri Heyeti, Mustafa Kemal Başkanlığında ilk toplantısını yaptı. 1935 - Türk Hava Kurumu bünyesinde, "Türkkuşu" adıyla kurulan uçuş okulu faaliyete geçti. 1944 - 3 Mayıs Olayları anıldı ve Türkçülük Bayramı ilan edildi BUGÜN DOĞANLAR 1469 - İtalyan yazar ve politikacı Niccolò Machiavelli, doğdu. 1898 - İsrail'in ilk kadın Başbakanı Golda Meir, dünyaya geldi. BUGÜN ÖLENLER 1481 - Osmanlı İmparatorluğu'nun 7. Padişahı (İstanbul'u fetheden) Fatih Sultan Mehmet, vefat etti. 1963 - Türk şair ve yazar Abdülhak Şinasi Hisar, hayatını kaybetti. 2020 - Tibetli-İsviçreli, Tibet'te ilk özel yetimhaneyi kurmasıyla tanınan hümanist Tendol Gyalzur, öldü.
Eğer insanlar açıksa, kişiler empatiyle yaklaşıp empatiyle iletişim kurabilir. Ancak bu çaba ve insanların kendilerine farklı bir gözle, yargılayarak bakmasını gerektiriyor.
Asıl adı Mustafa Memduh olan kahramanımız, 29 Mart 1884’te bir taşra kasabası olan Çorlu’nun (Tekirdağ) o zamanki adıyla Papayani Mahallesi'nde, İzmarada adında bir Rum’un kiralık evinde doğmuştu. İsimlerinden Mustafa, peygamberin isimlerinden biri olarak, Memduh ise, dedesinin mahlası olarak konulmuştu. Sonradan kendi ifadesiyle "günün modasına uyup" babasının adı Şevket’i ikinci isim olarak benimsedi. 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildikten sonra “eski Türklerin yaptıkları gibi (...) büyüklerden birinden bir ad" ister ve “Esendal” soyadını kendisine İsmet (İnönü) Bey verir…
Ashâb (r.a.e.)'ni taklit etmek, ki taklit delilini düşünmeksizin kavlinde veya fiilinde ona uymaktır, vaciptir. Resûlullâh (s.a.v.)'in “Ümmetim içinde ashabımın misali yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz” (Beyhaki) hadisinden dolayı sahabinin görüşüyle kıyas terk edilir. Burada konunun daha iyi anlaşılması açısından İmâm Ahmed (r.a.) ve öğrencisi Ebû Davud (r.âleyh)'in yapmış olduğu rivayetteki hadis şöyledir: Irbâz b. Sâriye (r.a.) şöyle demiştir: “Resûlullâh (s.a.v.) bir gün bize namaz kıldırdı. Sonra bize döndü ve gözleri yaşartan kalpleri titreten etkileyici bir vaaz verdi. Bir kişi, “Yâ Resûlullâh! Bu vaaz, sanki vedâ eden bir kimsenin vaazı gibi!.. Bize ne tavsiye edersiniz?” diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâh (c.c.)'a karşı takvâlı olmanızı, habeşî bir köle de olsa devlet başkanını dinlemenizi ve ona itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira sizden, benden sonra yaşayacak olanlar birçok ihtilaf göreceklerdir. Bu durumda benim sünnetime ve doğru yola götüren raşit halifelerimin sünnetine sarılın. Azı dişlerinizle bir şeye sarıldığınız gibi buna sarılın. Sonradan ortaya çıkan işlerden sakının” Diğer bir hadiste; “Benden sonra iki kişiye, Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz.” buyurulmuştur. (Tirmizî) Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) ise şöyle demiştir: “Allâhü Te‘âlâ kullarının kalplerine baktı ve Muhammed (s.a.v.)'i seçti ve O (s.a.v.)'i risâletiyle görevlendirdi. Sonra kullarının kalplerine baktı ve O (s.a.v.)'i için Ashâbı (r.a.e.)'i seçti ve dininde peygamberinin yardımcıları kıldı. Müslümanların güzel gördüğü şey Allâh (c.c.) katında da güzeldir. Müslümanların çirkin gördüğü şey Allâh (c.c.) katında da çirkindir.” (Bezzâr) (Abdulhayy Leknevî, Sünneti İhya Etmek, s.65)
Bu podcast yayınımızda uzak mesafe ilişkilerinden bahsediyoruz. Uzak mesafeden ilişki nasıl yürütülür ve güven problemi nasıl aşılır gibi sorulara yanıt veriyoruz. Sizin de doğru uzak mesafe ilişkileri ya da uzak mesafeye adapte olma ile ilgili sorularınız varsa buyrun yayına! 01:07 - Gözden uzak olan gönülden de ırak olur mu? 04:00 - Soğumalara karşı neler yapılmalı? 08:52 - Sonradan uzak mesafeye geçilen durumlarda sürece alışmak için neler yapılabilir? 09:55 - Uzakken nasıl ortak aktiviteler yapılabilir? 19:00 - Güven problemi nasıl aşılır, kıskançlık ile nasıl baş edilebilir? Website: www.yakiniliskiler.com Instagram: www.instagram.com/yakiniliskiler Facebook: www.facebook.com/yakiniliskiler Twitter: www.twitter.com/yakin_iliskiler Linkedin: https://www.linkedin.com/company/yaki...
İki bölümdür ara verdiğimiz Simülasyon Teorisi dizisine son kez dönüyoruz. Sonradan sizin sorularınıza göre de ek bölüm olabilir tabii ama şimdilik sezon finali budur. Bölüm boyunca 3 ana sorumuz var:Karşı ahlaki sebepler var mı? İpuçları görüyor muyuz? Tüm bunların hayatın anlamı üzerine etkisi ne? .Orijinal Blog Yazıları: Birinci Kısım | İkinci Kısım.Bölüm Sponsoru: WWF Market (Link) - https://wwfmarket.com/discount/FULARSIZPANDA.Konular:(01:40) Fanteziler. (04:26) Simülasyon çağı ve integraller. (07:20) Kötülük Problemi. (08:09) İyilik Problemi. (09:37) İntihar çıkış mı? (11:25) Fişi Çekmek: Sanal Soykırım. (13:11) Çocuk yapmak. (14:10) En kötü senaryolar. (15:15) Bedeninde hapsolmak. (16:04) İyinin ve kötünün ötesinde. (18:11) Evren simülasyonları. (20:26) Bilimsel Kanıtlar (mid)(23:19) Bizim Matematiksel Evrenimiz. (25:14) Affirming the Consequent. (27:00) Anlam. (31:33) Patreon teşekkürleri. ***Patreon: Aylık veya YILLIK destek verin, ikimiz de rahat edelim:)Kitap: Safsatalar Ansiklopedisi
Yalnız Yürümeyeceksin platformuna gönderildi "Kendi isteğimle kapandım ve sonradan pişman oldum" hikayesinin seslendirilmesinden.
Ashab (r.a.e.)'den İrbaz b. Sâriye (r.a.) der ki: “Resûlullâh (s.a.v.) bir gün sabah namazından sonra bize beliğ bir meviza irad buyurdu. Bu mevizadan gözler yaşardı, kalpler ürperdi. “Bu, bir vedalaşma vaazına benziyor! Öyle ise yâ Rasûlallâh! Bize neyi tavsiye buyurursun?” diye sorduk. Resûlullâh (s.a.v.): “Ben sizi gecesi gündüzü gibi aydın olan şeyin (dinin) üzerinde bırakmış bulunuyorum. Benden sonra, ancak helâk olacak olan kimse ondan sapar! Allâh (c.c.)'dan sakınmanızı, başınıza Habeşli bir köle de geçse onun emirlerini dinlemenizi, kendisine itaat etmenizi size tavsiye ederim. Benden sonra, sizlerden yaşayanlar, birçok anlaşmazlıklara şahit olacaktır! O zaman sünnetime, sünnetimden bildiğiniz şeylere, doğru yol üzerinde bulunan halifelerimin (Hulefa-i Râşidîn'in) sünnetine sımsıkı sarılınız! Sonradan sonraya ortaya çıkarılan birtakım şeylerden sakınınız! Çünkü, sonradan sonraya ortaya çıkarılan şey bidattr. Her bid'at da dalâlettir, sapkınlıktır!” buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir (r.a.), halife olduğu zaman yaptığı konuşmada: “İnen Kur'ân ve Peygamber (s.a.v.)'in sünnetleri bize öğretti de, biz bu sayede bilgi sahibi olduk.” demiştir. Hz. Ali (k.v.) de: “Resûlullâh (s.a.v.)'in ruhu kabzolununca Ebû Bekir (r.a.) halife oldu. Yüce Allâh tarafından ruhu kabzolununcaya kadar, Resûlullâh (s.a.v.)'in ameline ve sünnetine göre hareket etti. Sonra Ömer (r.a.) halife oldu. Ruhu kabzolununcaya kadar o da öyle hareket etti. Her ikisi de, Resûlullâh (s.a.v.)'in ameline ve sünnetine göre hareket etti” diyerek şehadette bulunmuştur.!” Bid'at; dinde ihdas edilen şeylere, amellere; Ashâb (r.a.e.)'in ve Tâbiîn (rh.a.)'in işlemedilderi, sünnete aykırı bulunan şeylere denir! (İmâm Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4.c., 126-127.s.)
Zengo, ünlü bir modacı olmanın hayalini kurarken, kendisini büyük bir rekabetin içinde bulan genç bir kadının hikayesini konu ediyor. Genç bir kadın olan Zerrin, yaşadığı mahallenin kentsel dönüşüme girmesi ile kendisini bir anda lüks bir hayatın içinde bulur. Sonradan görme olmasının yanı sıra eğlenceli bir kadın olan Zerrin, mahallesindeki kadınlara kendi yaptığı tasarımlarını giydirir. Ünlü bir modacı olmanın hayalini kuran Zerrin, çocukluğundan beri rekabet halinde olduğu Menkibe'nin tasarımlarını çalıp, defile düzenlediğini öğrendiğinde deliye döner. Bunun üzerine genç kadın, terzisi ve en yakın arkadaşı olan Fazilet'i de yanına alarak, hayatının değişmesine neden olacak zorlu bir maceraya atılır.
Yuvasına dönen Hane'de bu hafta, bizi hayal kırıklığına uğratan ve değişen ünlülerin yanı sıra 16. Hormonlu Domates LGBTİ+ Fobi Ödülleri adayları konuşuluyor. MUBİ tüm arşivini açmadı mı sorusuna yanıt arayan dörtlü, HBO'nun Rüzgar Gibi Geçti filmini ırkçı sahneleri sebebiyle kaldırılması ele alıyor. Hane'den geriye akıllarda bir soru kalıyor: Tümer Metin "Ben Fenerbahçeliyim" dedi mi demedi mi?
Herkese merhaba, Bu hafta kanalımıza, 5 yıl önce, Düsseldorf'a yerleşen Yüksek Mimar ve Tasarımcı Esra Yeteroğlu ile Reklam Yöneticisi Atilla Yeteroğlu'nu konuk ettik. Almanya'nın en kalabalık yedinci şehri olan Düsseldorf'ta yaşayan Atilla ve Esra ile, taşınma süreçlerini, Almanya'da iş yeri açma koşullarını, çocukla yurt dışı deneyimlerini, onlara neden "Sonradan gelmeler" denildiğini ve daha nice şeyi konuştuk. Videonun ikinci bölümü ise çok yakında yayında olacak. İyi seyirler. Mehtap & İbrahim
Batman Tabip Odası Başkanı Dr. Selahattin Oğuz, Türkiye’de ilk korona vakasının resmi olarak açıklanmasından 10 gün sonra Batman’da da ilk pozitif vakanın çıktığını belirterek “Uzun süre Batman’da test yapılamadı, testler önce Ankara, sonra Diyarbakır’a gönderildi. Sonradan test yapıldı ve test sayısı artınca vaka sayılarında da artış ortaya çıkmaya başladı” dedi. İki gün önce açıklanan verilere göre Batman’da toplam 503 vaka bulunduğunu, altısı yoğun bakım, 50’nin üzerinde hastanın halen hastanede tedavi gördüğünü söyleyen Dr. Oğuz, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bir ara işin ciddiye alınmaması ve rehavet nedeniyle düşüşe geçen vaka sayılarında ciddi artışlar yaşandı. Şu anda alınan kararla kent merkezinde maskesiz dolaşmak yasaklandı. Batman’da Korona ile mücadelede ikisi hekim 17 sağlık çalışanı da virüs kaptı. Taleplerimize rağmen halen sağlık çalışanlarına belli periyotlarla test yapılmamaktadır.”
Stüdyo çalışması sırasında anlık gelişen bir kayıt, irticalen çalıp söyledik. Sevgili öğrencim Narin Yiğit ile birlikte Ahmet Kaya'nın sevilen şarkısını seslendirdik. Hep Sonradan.Bu şarkı bizden sonra tekrar gündeme geldi epeyce de söyleyen oldu ama biz pek reklam yapmadık veya bir ticari beklentimiz olmadığından sadece hatıra kaldı. Klavyede çok başarılı biz müzisyen can öğrencim Adem SarıhanCümbüş-Vokal Kürşat Taydaş Vokal Narin Yiğit----------Sosyal medya bağlantıları :anahtar kelime kursattaydas bağlantılar aşağıda tıklayınSpotify Artist Page :Apple Müzik Page :Kişisel blog sitem :twitter :instagram :YouTube :FaceBook :
Mûsâ (a.s.), bir gün; “Ey Râb! Kullarının sana sevgilisi hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh: **“Onların, beni en çok zikredenidir!”** buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Yâ Râb! Kullarının en zengini, hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh: **“Kendisine verdiğim şeye en razı olanıdır!”* buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Ey Râb! Kullarının en iyi hüküm vereni hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh: **“insanlar hakkında, kendisi için hüküm verdiği gibi, hüküm verendir”** buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Yâ Râb! Kullarının sana karşı en haşyetlisi hangisidir?” diye sordu. Yüce Allâh: **“Onların beni en iyi bilenidir!”** buyurdu. “İlâhî! Ben, Sana nasıl şükredeyim ki bana ihsân buyurduğun nimetlerinden en küçük bir nimete bile bütün amellerim denk gelmez!” dedi. Yüce Allâh: “Ey Mûsâ! işte sen şimdi bana şükrettin!” buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Ey Râbbim! İyiliği emir, kötülükten nehy ve Allâh (c.c.)'a imân eden hayırlı bir ümmetin, insanlar için ortaya çıkarılacağını Tevratta yazılı buldum. Onları, benim ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh: **“Onlar, Ahmed (a.s.)'ın Ümmeti'dir.”** buyurdu. “Ey Râbb'im! Sonradan geldikleri halde, kendilerinden önceki ümmetleri Kıyamet gününde geçen bir Ümmeti Tevrat'ta yazılı buldum. Onları benim ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh: **“Onlar, Ahmed (a.s.)'ın Ümmetidir!”** buyurdu. Mûsâ (a.s.): “Ey Râbb'im! Kendilerinden öncekiler kitaplarını ezberlemeyip yüzünden okurlarken, indileri (ilim ve hikmetin aslı olan kitapları) kalplerinde ezberlerinde bulunan bir ümmeti, Tevrat'ta yazılı buldum. Onları, benim Ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh: **“Onlar, Ahmed (a.s.)'ın Ümmetidir!”** buyurdu. “Ey Râbb'im! Ben Tevrat'ta yazılı bir ümmet buldum ki onlar dilekte bulunurlar, kendilerinin dilekleri kabul olunur. Onları, benim ümmetim yap!” dedi. Yüce Allâh: **“Onlar, Ahmed (a.s.)'ın Ümmetidir!”** buyurdu. **(Beyhakî, _Delâilünnübüvve_, c.1, s.281)**
Canlı Discord muhabbetinin son kısmı ve sonradan eklediğim bazı yorumlar.Sponsorumuz: Europcar.com.tr de %30 indirim için "entel" kodunu kullanın. Kampanya koşulları: https://www.europcar.com.tr/deals/new-offers/intellectualsBölümler:(01:10) Duyurular.(03:35) 1. Perde: Robert Plomin ve genetik-çevre muhabbeti. Blueprint kitabı.(06:08) Sonradan ek. Kitap için Nötr bir yorum ve negatif bir yorum.(08:45) Fırsat eşitliği ve genetik.(15:30) Olgunlaşamadan gelişmek.(17:55) 2. Perde: NBA ekonomisi.(21:10) ABD başkanlığı ve finansal reform.(23:00) Siyasette "meme" kültürü.(25:30) Yurtdışı eğitim.(27:00) 5 yıllık projeler, seminerlerim ve Khan Academy.(30:00) İphone mu, Android mi(30:45) Toastmaster(31:15) Depresyon ve Kara mizah. Hayatın Anlamı: Absürdlük Kardeşliği***BLOG: https://fularsizentellik.com . EMAİL Listesi: https://fularsizentellik.com/takip . DISCORD Sunucusu: https://t.co/aOcoPDgIgw?amp=1DESTEK: https://www.patreon.com/imTolstoyevski
Azaptan reyizin canları sıkkın. Pazıncıklar ve Tavşanlı açmazında olaylar ne olacak? Wolfgang yaşadıklarından bir ders alacak mı? Kertikler ne diyecek? Peki ya Kanyi? Kanyi'nin gözü talebe kızlara mı takılacak? Nasıl olacak bu iş? Sonradan kor, sonradan kor ayrılıklar. An be an akıp gider, akıp gider zaman sana aldırmadan. Hepsi gerçek hikayeler, inanılmaz maceralar.
Kurumsal hayat mı girişimcilik mi? Peki nasıl girişimci olunur? Sonradan öğrenilebilir mi? Peki İran'da hayat nasıl? Cevapları burada!
Ölümünün ardından Ara Güler'le İstanbul'un Dinliyorum kitabı vesilesi ile 2010 yılı Temmuz'un Açık Radyo Harbiye stüdyolarında Eraslan Sağlam'ın gerçekleştirdiği söyleşiyi arşivden çıkarıp, sunuyoruz. Güler’in fotomuhabirliğini, mesleki ilkelerini, çağdaş fotoğrafçılık hakkındaki görüşlerini paylaştığı söyleşi ve Ara Gülerce fotoğraf öğütleri ile sona eriyor. Söyleşiyi ister ses kaydından dinleyebilir, isterseniz de aşağıdaki yazılı dökümünden okuyabilirsiniz. ** Eraslan Sağlam: 94.9 Açık Radyo Açık Dergi programı devam ediyor, benim için son derece heyecan verici ve biraz da telaşlı bir söyleşi var şu anda. Çünkü konuğumuz Ara Güler, hoş geldiniz! Ara Güler: Merhabalar. ES: Hakikaten benim için son derece zor ve demin de söylediğim gibi heyecan verici sizi burada ağırlıyor olmak. Sizi ‘İstanbul’u dinliyorum’ kitabıyla ilgili olarak ağırlıyoruz burada; 1950-2010 arası çektiğiniz fotoğraflardan oluşan bir kitap yayınlandı, bununla ilgili ağırlıyoruz. Benim çok merak ettiğim bir şey var; ilk fotoğraf çektiğiniz anı hatırlıyor musunuz? AG: İlk fotoğraf çektiğim anı hatırlıyorum ama onlar mühim şeyler değildi çünkü insanların evinde herkesin her zaman bir fotoğraf makinesi vardı. Hani zaten bu fotoğraf makinesi ile çekilenler de fotoğraflar sayılmaz, bunlar hatıra sayılır, böyle resimler zaten çekiliyordu. Yalnız başka bir şey var, herkes zannediyor ki benim fotoğraf ile başladı, halbuki ben sinema ile başladım. Çünkü ben sinema stüdyolarında çalıştım yazları filan, ondan sonra Muhsin Ertuğrul’un tiyatro kurslarına filan devam ediyordum. Yani ben aşağı yukarı tiyatronun içinde büyüdüm, tiyatroyu hep arka sahneden, yani kulisten seyreden adam olmak isterdim. Hayatımda da hem piyes yazarı olmak isterdim yahut da rejisör olmak isterdim, hep böyle fikirlerim vardı. Sonra ben çok iyi hikaye yazardım o zamanlar, bilmem bilir misin? ES: Hayır bilmiyorum. AG: Bilmiyorsun işte, yani hiç o düşündüğün fotoğrafçı değilim ben bir kere! Aslında şu anda bile değilim, fotoğrafçı da hiç olmadım, ben bir gazeteciyim, foto muhabiriyim. Bize hep ‘foto muhabiri’ derler, biz yaşadığımız devri görsel olarak kaydeden adamlarız. Şimdi fotoğrafçının böyle bir endişesi yoktur, fotoğrafçı hoşuna giden şeyi çeker, onu da gider sergi açar falan, gösterir, fiyaka yapar ‘ah ne güzel!’ filan anladın mı? Halbuki bizim işimiz bir vazifedir, o da bu yaşadığım asrın kaydını görsel olarak tutmaktır. Bütün bunlar o kadar mühim şeylerdir ki ileride, sen şimdi bir televizyon ve görsel sanat şeyi olduğuna göre yani öyle yani artık herşeyi de öğreneceğiz, bizden sonraki bütün nesiller bunlara bakarak öğrenecek, nasıl şimdi mesela o Yahudilerin katliamını o dönem filmlerden falan görüyoruz, vs. bütün ilerlemelerin eğer bir görsel kaydı yoksa onlar yarım kalıyor aslında. Öyle değil mi? ES: Evet evet. AG: Atom bombasının patlayışını eğer havadan çekmeselerdi veya o koskocaman global bilmem nesinin verdiği etkiyi tarif edebilir misiniz? ES: Mümkün değil görmesek. AG: Ancak onun büyüklüğü hakkında, bilmem neler hakkında o zaman fikri olacak. Mesela ben sana söylerim, bugünkü mitingde 5 bin kişi vardı. Şimdi senin 5 bin kişin başkadır, fotoğrafçının gördüğü 5 bin kişi başkadır ama senin gördüğün imajiner bir rakamdır, fakat icap ederse fotoğraf içinden negatifini çıkarırsa sayabilirsin. ES: Evet. AG: O tarihi hakiki dökumantasyonu ancak görsel şeyler bırakıyor. Şimdiki vaziyette o da değildi, şimdi yalan tarih de yaratılabiliyor, görsel yalan tarih de yaratılabiliyor. Şimdi senin resmini çıkıp da New York’ta yürüyormuş gibi gösterebilirler, milli emniyet de yakalar seni! ES: Bunu da çok merak ediyorum şundan ötürü, Henri Cartier-Bresson’la sizin ilişkinizi biliyorum, dolayısıyla sizin şunu tercih ettiğinizi de biliyorum, fotoğrafa müdahale etmek değil gördüğün kareyi anında çekip sabitlemekten bahsediyorum. Şu anda da fotoğrafa çok ciddi müdahaleler var çektikten sonra. Siz hem Henri Cartier-Bresson özelinde, hem de kendi fotoğrafa yaklaşımınız özelinde, hem de genel olarak fotoğrafa müdahale ve dijital fotoğrafçılıkla ilgili olarak neler söylemek istiyorsunuz? AG: Şimdi aslında bütün bunlardan başka ortada bu Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, vs. var ya! İnsan haklarına yok efendim tecavüz edilirmiş de bilmem ne! Sen düşünsene artık böyle gördüğün birşeyi habersiz çekmek, herşeyi izin alıp da sonra resim çekeceksin. Böyle fotoğrafçılık olmaz yahu! 4 tane salak yanyana geliyor bilmem Birleşmiş Milletler … komisyonunda, efendim ondan sonra bunlar kendilerini herhalde bir … zannediyorlar, böyle kanunlar çıkacak! Kim dedi bunlara bunlar vardır diye? Yani biz şimdi bu … var oldu diye yalan mı konuşacağız, yani yalan mı yazacağız tarihimizi. ES: Tabii ki değil. Bizim görevimiz tam tersi asıl olan, var olan gerçeği tam göbeğinden işaret ederek yapmak. AG: Ama işte bunlar şimdi ‘büyük hukukçular’ küfür etmemek için söylemiyorum anladın mı kendilerinde bu yetkiyi nereden buluyorlar? Kim verdi bunlara, bunlar kim be? ES: Peki şunu nasıl halledeceğiz Ara bey? Hem izin almak zorundayız fotoğraf çekerken etik olarak, AG: Hayır almayacağız! Cartier-Bresson idama mahkum olurdu hiçbir zaman hiç kimseden izin almadı. ES: Peki nasıl çözeceğiz bunu? İzin de almayacağız, peki çektikten sonra mı diyeceğiz AG: Yahu benim bir arkadaşım vardı adı Bruno Barbey, Magnum’da çalışıyordu, iki kere büyük tazminat ödedi bunun yüzünden. Ne olmuş? İki tane salak karar almış diye. ES: Şunu da çok merak ediyorum Ara bey, ilk çektiğiniz fotoğraflarla ilgili dediniz ki “ben fotoğrafçı değildim, ben basın fotoğrafçısıyım, ben tiyatro ile ilgilendim” dediniz. Çok güzel, peki onlar ilk çektiklerinize dönecek olursak “hatıra idi, fotoğraf değildi” dediniz. Fotoğrafla hatıra arasındaki farkı nasıl ayırabiliriz?AG: Şimdi aslında hepsi dokümantasyona giriyor onu düşünürsen, düşün ki 1870’lerde çekilmiş bir grup fotoğrafında bir kere oradan neler çıkarabilirsin biliyor musun? Bir kere kostüm çıkarabilirsin, en azından kostüm çıkarabilirsin, o zamanki giyimi, örf-adetleri, vs. de çıkarabilirsin. Buna fotoğrafın arkeolojisi deniyor, bunlar fotoğraf okumaktır. Fotoğraf düşündüğümüz kadar enayi bir olay değildir yani, çok da ciddiye alınacak bir olaydır fakat şimdi bizim millete sorsan ne anlar, sokağa çıkıp sorsan fotoğraf nedir diye, hiç umursamıyor yani. Onun için nüfus kağıdındaki fotoğraf mühimdir. ES: Vesikalık fotoğraf. Peki tam da bu anlamda müdahale ve fotoğraf çekimiyle ilgili olarak bienallerde alternatif işler izliyoruz. Sizin bakış açınız ne bienallerdeki alternatif işlerle ilgili? AG: Bienal demekle neyi kastediyorsun? ES: İşte İstanbul’da düzenleniyor, bu yıl da pek çok yerde, İstanbul Modern’de bir ayağı vardı, Tütün Deposu’nda bir ayağı vardı, yani İstanbul Bienali’nden bahsediyorum. Burada sergilenen işlerle ilgili ne düşünüyorsunuz? AG: Valla gidip görmedim ki bir şey düşüneyim. Sonra bunlar bana biraz palavra geliyor bienalmiş, yok bilmem neymiş, kreatif bilmem ne! Bunlara inanmıyorum. ES: Peki o zaman şunu da çok merak ediyorum tam da bu anlamda, son 10 yılda belki de 20 yıla yayabiliriz, küratörlük diye bir kavram var, nedir bu? AG: O nefret! Bu aptallığın bir neticesidir bana sorarsan. Şimdi dünyada hiçbir şey olmayan bütün adamlar küratör olur! İşte o kadar! ES: Peki tamam biz kitaba dönelim; ‘İstanbul’u dinliyorum, 1950-2010’ kitabını yayınlamaya nasıl karar verdiniz ya da yayınlanma süreci nasıl oldu? AG: Onlar karar verdi ben vermedim! Bir de baktım kitabı basıyoruz, ne yapıyorsunuz, kitap basıyoruz dediler, kitap benim yahu dedim, güzel işte biliyoruz diyor! Böylelikle kitap çıktı, şimdi bunun imza günü yapılacak, vb. filan bir sürü şey. ES: Çok güzel olmuş ama hakikaten yani büyük bir zevkle baktım, izledim, inceledim, okudum. AG: Sen biliyor musun bu benim kaçıncı kitabım? ES: Çok olduğunu biliyorum ama sayısını bilmiyorum. AG: Vallahi 50! ES: Nice 50’lere. AG: Hepsi de böyle büyüktür ama bu biraz daha büyüktür, yani bu 4 parmak daha büyüktür ötekilerden. Aslında benim bütün kitaplarım böyle yanyana konduğu zaman aynı yerde durması, onun için bu kitap bazı dik kitap, bazı yan kitap istemiyorum hepsi aynı şekilde olsun istiyorum. ES: Aynı hizada olsun istiyorsunuz. AG: Çünkü o zaman külliye olarak kalabilir senin işler. Çünkü birgün biz gideceğiz, biz öldükten sonra ne olacak? Onları yanyana koymak isteyene, çünkü bir kitap bu kadar olursa, öbür kitap şu kadar olursa yanyana dizemeyecek, bir zorluk çıkaracak. Onun için bunlara dikkat ederek baktım ama hiç ses çıkarmadım böyle basmışlar. ES: Çok güzel basmışlar. Benim için de en güzel özelliğinden biri aynı zamanda çok da hafif olmuş. Sizin dikkatinizi çekmiş miydi? AG: Ne, birinin kafasına düşse adam ölür be! ES: Yok yani hacimli ama hafif olmuş, o yüzden de gayet iyi. 1950-2010 tarihine neye göre karar verildi? AG: Bir karar verilmedi, bana sordular ki bunları ne zaman çektiniz diye, en eskisi bindokuzyüz bilmem kaçta dedim, en son bu filan dedim. Yani en son zamana uysun diye en son bir iki tane yeni çektim ki 2010’a kadar gelsin. ES: Hepsi tabii ki bunu tartışmak ya da söylemek haddime bile düşmez benim, birbirinden müthiş fotoğraflardan oluşan bir kitap ama içinde tabii ki benim izleyici olarak da tav olduğum fotoğraflar var. Bunlardan birini size dışarıda göstermiştim “evimin penceresinden çektim” demiştiniz. O fotoğraftan biraz söz eder misiniz? Yakamoz görüntüsü. AG: Mesela evin penceresinden o gözüküyor, yani deniz görüyorum, adalar filan da gözüküyor. Çünkü ben en üst katta oturuyorum, teyyare gibi bakıyorsun. Fakat orada oturmakla bitmez o iş, orada o kadar çok ışık değişir ki bir günün içinde; onun tadını almak, onu hissetmek, onu beklemek lazım. Ben orada 35 senedir oturuyorum, o görüntü belki 5 kere olmuştur. Çünkü bütün bulutlar kapanmış, sadece bir yerden bir huzme geliyor orayı patlatıyor, o arada bir gemi geçiyor! Bak, bak, bak! Detaya bak, gemi geçmese o kadar mühim değildi, o zaman refleksiyon çekmiş olacağız ama gemi oradan gittiği için bir canlılık geldi. Onun ağırlık merkezi o gemidir, o gemiyi çıkarsan hiçbir şey değildir, nedir bir deniz çekiyorsun, parlamış bir deniz. ES: Anlamayabiliriz bile gemi olmasa. AG: İnsan zanneder ki, a çektim içeride vardı işte, gemi vardı filan ama öyle değil, onların hepsi hesaplıdır biliyor musun? ES: Elbette tabii ki, estafurullah tabii ki. AG: İşte bazısı onun farkında değil. ES: Dediğim gibi hepsi birbirinden muhteşem fotoğraflar ama yine başka bir fotoğrafa dikkat çekmek istiyorum, o da benim için en cazip olan, hatta şu anda tiyatroda yapmış olduğumuz çalışmada da arkadaşlara gösterdiğim, çünkü İstanbul üzerine bir proje yapıyoruz tiyatroda, sizin çektiğiniz bir Beyoğlu fotoğrafı var, İstiklal caddesi fotoğrafı var, herkesi gölge olarak görüyoruz ve biz açtık o fotoğrafı kendi aramızda arkadaşlarla “yahu ışık nerede, nereden çekmiş?” diye bunu biz açıkçası şavullayamadık. Biraz ipucu verir misiniz? AG: Tamam o ışık tam karşıdan gelir, kontromiyerdir o, baksana gölge ne tarafta? Gölge sana doğru, objektife doğru demek ki ışık karşıdan geliyor ama ben ışığın ana şeyini bir şeyin arkasına getirmişimdir, yani onun tam olmasını istememişimdir. İşte bunu istemek mi lazım istememek mi lazım, yapmak mı lazım yapmamak mı lazım? Onu kim veriyor? İşte o senin sanat duygundur anladın mı? ES: Elbette. AG: Odur ama işte bu bazılarında eksik olan odur, fotoğrafta eksik olanlar bütün böyle acayip şeylerdir, en ufak şeylerdir. Bak mesela güzel bir filmin içinde, eski filmleri düşün, bir kedinin buradan çıkıp buraya gitmesi olaydır. ES: Müthiş bir andır, gerçek bir andır. AG: Mesela benim için hayatımdan çıkmayan sokaklar vardır, mesela Rumeli Hisarı’nda bir tane sokak vardır Amiral bilmem ne sokağı, eskiden Arnavut kaldırımıydı şimdi oraya tutmuş asfalt yapmış. Şimdi orada bir sürü tahta konaklar mesela birisi öyle olur birisi böyle olur, ona göre güneş alır orası; bütün onlar da beton apartman olmuş. Yahu o sokağa eski yağan yağmur yağsa bile yağmur kendisi ağlar be! Yani yağmur oraya zor düşer, yağmurla ıslanmayan tabiatın gücünün içinde onu hazmedemeyen bir toprak parçası, kuru bir beton şarkı söyleyemez benim için. Bitmiş yani böyle bütün şehirler. Bak gazete ilanlarına, inşaat ilanlarına bak; bana satmak istediği apartmanın içinde yahu bir Osmanlı orada oturmaz! O binanın içinde sıkılır, bir Osmanlı ölmüştür o zaman, o zaman öldürür, yaşayan bir Osmanlı’yı öldürmek ya da yaşayan bir Türk’ü öldürmek ancak orada yaşamakla olur. Bu pis Amerikan mimarisini buraya sokan büyük bir cinayet işlemiştir. Çünkü aslında kendi folklorunu sevmiyor hep dışarıdaki folkloru seviyor o adam, mimarlık fakültelerinde bu mimari öğretimi verilemezdi, verilmemesi lazımdı, verilse bile bilgi olarak verilmesi lazımdı. Çünkü bütün şeyler verilmelidir o başka ama tatbiki nasıl, mesela herif bana diyor ki benimle geziyor turizmciymiş üstelik “ah burada bir otel olsa 20 katlı, altında da yüzme havuzları olsa” diyor, böyle bir Boğaz düşünüyor herif! Allah belasını versin böyle turizmcinin yani! ES: Korkunç bir şey! AG: Eğer İstanbul’u o kıyafete sokacaksan ben seni öldürürüm ulan! ES: Aynen öyle! Şunu da sizi bulmuşken konuşmamak olmaz, Henri Cartier-Bresson’la olan dostluğunuz, sanatsal anlamda yakınlığınız, bunu Açık Radyo dinleyicileri için nasıl anlatmak istersiniz? Nasıl başladı tanışıklık ve nasıl devam etti? AG: Çok eski bir şey söylüyorsun taş devrinden beri, 1952-53’lerden beri tanıyorum. Onlar o ajansı kurdular, ben eskiden Cartier-Bresson’la ‘Kamera’ dergisi çıkarırdı, o dergide bunların fotoğraflarını takip ederdim, Werner Bischof vardı, daha başka adamlar vardı, Capa vardı onu da tanırım, hepsini tanırım yani. ES: Peki Muhsin Ertuğrul ve tiyatroyla ilişkinizi siz anlattığınız için biliyoruz, tiyatro fotoğrafı çekmeye yöneldiniz mi hiç? AG: Çook, yahu Küçük Sahne’nin bütün fotoğraflarını ben çekiyordum. ES: Sadri Bey, Çolpan Hanım. AG: O Heyecan Başaran’ın zamanında, vs. hepsi, sorsana Mücap’a [Ofluoğlu] o da bu sokakta oturur! ES: Evet o da komşumuz burada oturur, hemen karşımızda oturuyor Filiz [Karabey Ofluoğlu] Hanım’la birlikte. AG: Filiz öldü! ES: Evet. AG: Filiz çok mühimdir, Filiz John Steinbeck’leri filan tercüme etti. ES: Evet çevirileriyle. AG: O Koç Holding’deydi, biz onunla çalıştık. ES: Şu anda üstüne gittiğiniz bir proje var mı? Yapmak istediğiniz bir iş var mı? AG: Ben proje filan yapmıyorum yahu! Canım ne istiyorsa onu yapıyorum. Proje dediğin nedir ki, dünyayı mı kurtaracaksın? Harp mı var yani? Ne oluyor yani? Herkes bir proje yapıyor! Proje ah! Şimdi bir proje yapacak dünya kurtulacak! Türkiye en çok proje üreten yer ve hiçbir yere gelmiyor. ES: Peki bu söyleşiden referansla şunu da sormak istiyorum, dinleyicilerimize de ilgisiz gelebilir size de ilgisiz gelebilir; bu söyleşide inanılmaz müthiş dakikalar geçirdim sayenizde çok teşekkür ediyorum, Türkiye’deki meddahlık kavramıyla ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Sizce meddah ne? AG: Meddah aslında tenkitçidir, tenkit eder yani bir şeyi anlatır, zamanını anlatır, zamanını hicveder, işte odur meddahlık. Karagöz’le Hacivat da öyledir, bütün o orta oyunlarında hikaye budur. Bunlar aslında tiyatroda şeyde vardır, Elizabeth devri tiyatrosunda, müthiştir o kitap. ES: Türkiye’de Metin And’ın bununla ilgili çalışmaları var. AG: Metin And filan yenidir, onlar benim jenerasyonum, sen eskilere bak yahu! Mina Urgan’ın Elizabeth devrinde tiyatrolar, mesela o moralityler oynuyor, bütün bunlar din tiyatrolarıdır. Yani Hristiyanlığın içinde din propagandasıyla ilgilidir. İlk Hindistan’da aynısı Ramayana oyunları vardır, Dionyssos falan bunlar hep din dersi veriliyor tiyatroda dikkat etsene! Sonradan tiyatro olmuşsa ne bileyim daha sonra Baboeuf gibi filan bilmem ne gibi şeyler çıkmış. Daha evvel bunlar hep din, neden bütün Yunan şehirlerinde küçük de olsa büyük de olsa bir tiyatro vardır? Çünkü mabeddir tiyatro, Elizabeth devrinde de öyledir, o moralityler devrinde de öyledir, eski Yunan’da da öyledir, Roma’da da öyledir, Tanrıların hikayesini anlatır. Hindistan’da da öyledir, işte dedim sana Ramayana oyunları, 6 saat sürüyor! Seyredeyim dedim baygınlıklar geldi! Anladın mı olacak iş değil. ES: Bir şeyi daha merak ediyorum çok yormayacağım sizi, basın fotoğrafçılığı alanında bir tartışma yürüyor, o da taraf mı olunmalı tarafsız mı olunmalı? Diğer taraftan da bir anı belgelemekten bahsediyoruz fotoğrafla ilgili olarak. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz? Yani bir basın fotoğrafçısı size göre neresinden çeker ve neresinden bakmalıdır meseleye? AG: Yahu taraf olmamalıdır kardeşim! Hür olmalıdır, basın her zaman hür olmalıdır, basın istediğini de yapabilmelidir, kimseden de korkmamalıdır. ES: Yani fotoğrafçı kendi politik vizyonuna göre, görüşüne göre fotoğrafa istediği yerden bakabilir mi? AG: Hayır! Gazetecinin politik vizyonu olmaz, olmaması lazım! İstemiyorum onları gazeteci olarak. Bak ben hakiki gazetecilik yaptım Türkiye’de çünkü benim çalıştığım gazetenin adı Time’dı, ben Time’da yetiştim, Stern’de yetiştim, Paris Match’de yetiştim. Evet Hürriyet gazetesinde çalıştım, Hayat Mecmuası’nda çalıştım, onlarda çalıştım ama gazeteciliği ben oradan öğrenmedim, orada bizim gazeteciliğin raconuna ayak uydurdum biraz ama ben hakiki gazeteciliği başka yerden öğrendim. Anladın mı ben hakiki gazetecilik yaptım. ES: Son olarak çok klişe bir soru soracağım size hoşlanır mısınız hoşlanmaz mısınız bilmiyorum ama fotoğraf çekmek isteyenlere ya da fotoğraf sanatçılarına yahut basın fotoğrafçılarına ne tavsiye edersiniz? AG: Evinde otursun hiçbir şey yapmasınlar! Boşver yani bunlar, bir takım şeyleri geçmeyen adamlar böyle şeylerle uğraşmamalı. ES: Geçilmesi gereken şeyler ne? AG: Bir nokta vardır ki onu geçmesi lazımdır, o nokta da tarif edilemiyor zaten! Onu tarif ettiğin zaman zaten başka bir dünya var gelir karşına, o ne gazeteciliktir, ne bir …, … anladın mı? ES: Çok teşekkür ederim misafirimiz olduğunuz için. AG: Merhaba, bak kahveyi bir fırt başlarken çektim bir de şimdi çekiyorum arada bu konuşma ES: Çok konuşturdum kusura bakmayın, tekrar tekrar teşekkür ederim. AG: Eyvallah! ES: 94.9 Açık Radyo Açık Dergi programında bu akşam Ara Güler’le sohbet ettik, ‘İstanbul’u dinliyorum 1950-2010’ kitabıyla birlikte pek çok meseleyi ben dilim döndüğünce sormaya çalıştım ve Ara bey de tabii ki müthiş bir belagatle bunları anlatmış oldu bize. ** Seçil Türkan: Evet Açık Radyo burası ve Açık Dergi’yi dinlemektesiniz şimdi. Foto muhabiri Ara Güler 90 yaşında hayata veda etti. Ölümünün ardından Ara Güler’le ‘İstanbul’u dinliyorum 1950-2010’ kitabı vesilesiyle 2010 yılından Temmuz ayında Açık Radyo Harbiye stüdyolarında Eraslan Sağlam bir söyleşi yapmıştı, o söyleşiyi biz de bu vesileyle sizlere yeniden sunduk arşivden çıkarıp.
Tabii ki hayır. Şaraba sonradan aroma eklemeyiz. Çünkü aslında her üzümün bir karakteri var. Nasıl her insanın kendine ait ayrı bir ten kokusu varsa her şarabın da aynı zamanda her üzümün de tipik karakteristik bir kokusu var. Bu koku üzümün yetiştiği toprağa ve iklim şartlarına ve hatta yılın hava şartlarına göre ve hatta sizin hasat zamanınıza göre bile farklılık gösterebilir ama böyle uç farklılıklardan söz etmiyoruz. Örneğin erken hasat ettiğiniz bir Chardonnay üzümünde daha yeşil üzümler bulurken, geç hasat ettiğiniz bir Chardonnay üzümünde çok daha tatlı kayısı, şeftali, mango gibi kokulara ya da ananas gibi kokulara rastlayabilirsiniz. Aynı şey sıcak iklim ve soğuk iklim arasında da vardır. Yani siz Chardonnay üzümünden serin iklimde daha yeşil meyve kokuları alırken sıcak iklimde daha tatlı sarı meyve tonları alabilirsiniz.
Sağlam uşaqlar Dünyanın ən sağlam podcast verlişində bu gün anonim qonaqla bərabər aşağıdakı suallara cavab axtrardıq: – Bir kardioloq hansı işlə məşğuldu? – Uşaqlarda hansı ürək xəstəlikləri görülə bilər? – Sonradan qazanan və anadangəlmə qzaznılan xəstəliklər hansılardır? – Sonradan qazanan xəstəliklərin qarşısı necə azaldıla bilər? – Təmizlik (gigiyena) qaydalarına niyə əməl etməliyik? – Həkimlərin başucu kitabları hansılardır? Bölümdə səsləndirilən musiqilər: – Indila – Dernière Danse – Khooneye Ma – Marjan Farsad – ANNA RF – Jump Bizi digər sosial şəbəkələrdən dinləyin/izləyin/bəyənin: Twitter: https://twitter.com/radiotionfm Facebook: https://www.facebook.com/RadiotionFM Youtube: https://www.youtube.com/playlist?list=PLBG3Z4Tr-EqVk8VdiYPG_lnLvZauSy4s3 Soundcloud: https://soundcloud.com/radiotionfm Mixcloud: https://www.mixcloud.com/RadiotionFM/ Podcast: http://feeds.feedburner.com/AxtaranAdam Itunes: https://goo.gl/BWX5YU Stitcher: http://goo.gl/73s9A6
Stüdyodan spontane bir Ahmet Kaya Şarkısı
Rio dönüşünde yenilikçi fotoğrafçı arkadaşımız Yağmur Kızılok'u yakaladık ve birlikte Instagram milyar dolara satılmadan bir gün önce Instagram konuştuk. Bir dolunay gecesi ertesi, vampirler ve zombiler arasındaki farklar belirginleşirken profesyonel ve amatör arasındaki farklar azalıyor dedik. Kendi kitleni oluşturmak için gelişen yöntemler bizi elitliğin kırılmasına götürür mü diye sorduk? Ve niye trilyon tane fotoğraf çekiyoruz? Sonradan bakmak için mi yoksa fotoğrafın çekildiği o anı hızlıca tüketmek için mi?