POPULARITY
7 Ekim 2023'ten sonra dünyanın yaşamakta olduğu değişimi bütün boyutlarıyla ortaya çıkarabilmek için herhâlde epeyce bir zamanın geçmesi gerekecek. Evet, Gazzeliler ve bütün Filistinliler tarihin tanık olabileceği en büyük yıkımlardan birini yaşadı fakat bu yıkımın şiddeti Filistinlilerin ve Gazzelilerin kaybettiğine yorulamaz. Eğer Filistinlilerin bir gün anayurtlarında bağımsız bir devlet kurma hayalleri gerçeğe dönüşecekse buna yol açan en önemli hadiselerden biri hiç kuşkusuz 7 Ekim 2023'ten sonraki direniştir. O günden bugüne Gazze, dünyanın en büyük güçleri tarafından yıkıma uğratılmakta fakat kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak üzere bütün bir Müslüman halk mücadeleden geri durmamaktadır. Bu dönem zarfında Filistinlilerin direnişi bazen Stalingrad ile bazen de Vietnam ile karşılaştırıldı. Bunlar elbette süreci anlamak açısından önemlidir fakat ne Sovyet döneminin ideolojisi ne Vietnamlıların vatan müdafaası Batı medeniyetinin diğer yüzünü bütün insanlığa gösterme başarısını gösterebilmişti. Filistinliler esasen bu büyük savaşı ideolojik olarak kazanarak daha şimdiden tarihin en büyük zaferlerinden birine imza attılar.
Hardware Plus - HWP - Türkiye'nin Teknoloji Satın Alma Rehberi
Cuma Raproru #362 zaman çizelgesi 00:00 Türkiye Gündemi 29:24 Ekrem İmamoğlu'nun X hesabına erişim engeli! 48:01 Galaxy S25 Edge'nin tanıtım tarihini resmen duyurdu https://hwp.com.tr/galaxy-s25-edge-tanitim-tarihi-aciklandi-313136 01:06:31 Honor 400 serisi 22 Mayıs'ta geliyor https://hwp.com.tr/honor-400-tanitim-tarihi-aciklandi-313112 01:15:14 Sony, Xperia 1 VII ile vazgeçmiyor 01:21:52 realme'den 10.000 mAh bataryalı telefon konsepti! https://hwp.com.tr/realme-gt-10-000mah-tanitildi-312751 01:26:57 HarmonyOS artık PC platformuna geliyor https://hwp.com.tr/harmonyos-duyuruldu-huawei-yeni-isletim-sistemi-313155 01:31:03 ASUS ROG Ally 2 COMPUTEX'te Geliyor https://hwp.com.tr/asus-rog-ally-2-ozellikleri-tasarimi-cikis-tarihi-312940 01:33:54 Intel'in yeni ekran kartı Arc B770 de COMPUTEX'te çıkabilir 01:36:22 AMD, tarihinin en yüksek çeyrek gelirini açıkladı 01:39:47 53 yıllık Sovyet uzay aracı Dünya'ya düşüyor 01:46:50 Uber, Trendyol Go'yu 700 milyon dolara satın aldı https://hwp.com.tr/uber-trendyol-go-satildi-mi-ne-kadara-satildi-312821 01:53:03 Atatürk Havalimanı'nın Terminal Binaları "teknopark" ilan edildi 01:54:50 Türkiye'ye özel BYD SEAL geliyor https://hwp.com.tr/byd-seal-design-turkiye-fiyati-tasarim-ozellikler-313169 01:58:18 Tesla'nın Juniper Model Y modelleri tekrar stoğa giriyor https://hwp.com.tr/tesla-envanter-ve-yeni-model-y-ne-zaman-gelecek-312779 02:02:47 Nintendo Switch 2 Türkiye fiyatı ve çıkış tarihi belli oldu 02:04:21 GTA VI ertelendi, yeni fragman ve detaylar paylaşıldı https://hwp.com.tr/gta-6-turkce-dublajli-2-fragman-izle-313031 https://hwp.com.tr/gta-6-web-sitesi-erisime-acildi-ekran-goruntuleri-312876
Ceyda Karan'la Eksen programının 29 Ekim özel bölümüne konuk olan Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Türk-Sovyet ilişkilerini ve günümüzdeki etkilerini anlattı.
Amerikalı sporcular 40 altın, 44 gümüş ve 42 bronz madalya alarak Paris olimpiyatlarını toplam 126 madalyayla birinci bitirdiler. 2020 Tokyo, 2016 Rio, 2012 Londra ve daha önceki olimpiyatlardaki benzer tablolar, Amerika'nın olimpiyatlarda en başarılı ülke olarak öne çıktığını gösteriyor. Pekin 2008 olimpiyatlarında birinci sırayı ev sahibi Çin'e kaptıran Amerika'nın 2004 Atina, 2000 Sidney ve 1996 Atlanta olimpiyatlarında birinci olurken 1992 Barcelona olimpiyatlarında ilk sırayı 1991'de dağılan Sovyet cumhuriyetlerinin oluşturduğu Birleşik Takım'a bırakmıştı. Soğuk Savaş döneminde ise komünizmle ideolojik mücadelesinin spor alanındaki arenası haline gelen olimpiyatlarda, Amerika Sovyetler Birliği'nin baskınlığını kırmak için yarıştı. Soğuk Savaş öncesinde de çoğunlukla birinci sırada yer alan ABD'nin ilk kez gerçekleştirilen 1896 Atina olimpiyatlarından itibaren istikrarlı biçimde ilk iki sırada yer alması elbette rastlantı değil. YARIŞMACI SPORCU YETİŞTİRME KÜLTÜRÜ Amerika'nın olimpiyatlardaki başarısının sırrı, düzenli spor yapmanın yaygınlığı ve altyapı imkanlarının ötesinde özellikle yarışmacı sporcu yetiştirme kültürüne dayanıyor. Halk arasında en sevilen sporların Amerikan futbolu ve beyzbol gibi dünyada karşılığı çok sınırlı olan dallar olmasına rağmen, Amerika'nın olimpiyat sporlarında yarışacak seviyede sporcu üretmesi yarışmacı sporun yaygınlığıyla alakalı. 2022 Şubat ayında yapılan bir Pew anketine göre, Amerikan halkının neredeyse yarısı (%48) lise veya üniversitede organize yarışmacı spora katıldığını ifade ediyor. Bu oranın %39 gibi yüksek bir kısmı lisede %7'lik gibi bir kısmı da hem lise hem üniversitede yarışmacı spor yaptığını söylüyor. Amerika'nın olimpiyatlarda başarılı olan elit sporcularının büyük oranda bu %7'lik kitleden çıktığını varsayabiliriz.
Bolivya örneği, yüzlerce darbe girişimine muhatap olan Latin Amerika'da bir darbenin engellenebiliyor olması yönüyle tartışmaya değer. 27 Mayıs darbesi ile başlayan ve 15 Temmuz'a kadar farklı saiklerle mümkün hale getirilen darbe girişimleri, Bolivya örneğini bizler açısından daha fazla ilgi çekici hale getirdi. Özellikle Devlet Başkanı Luis Arce'nin hükümet sarayını basmaya çalışan darbeci General Jose Zuniga'ya karşı çıkması ve sonrasında halka çağrı yaparak yüzbinlerce insanın sokaklara çıkmasını sağlaması anlamlı idi. Demokratik usullerle seçilen bir Başkan'ın darbeye halkla birlikte mukavemet etmesi, mazisinde acı hatıraların olduğu Türkiye açısından da önemli bir deneyim. Nitekim 15 Temmuz günü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısı ile yüzbinlerce insan sokaklara inmiş ve olası bir işgal girişimine yönelik demokrasiyi savunmuşlardır. 15 Temmuz'u hem Türkiye hem de dünyadaki örnekleri açısından pozitif ayrıştıran bu mücadele ruhu, Bolivya örneğinde de görüleceği üzere bir model üzerinden tartışılabilmektedir. Darbeler ve Dış Destek Stephen Kinzer'in “Darbe” isimli kitabında açık biçimde görüldüğü üzere özellikle Latin Amerika tecrübesi, darbelerin bir dış destek olmadan yapılmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Dış destek denildiğinde ilk aklan gelen ülke ise hiç kuşkusuz ABD. ABD, 1930'ların başında Küba'daki askeri darbeyi desteklerken, 1960'lar başında da birçok kez Fidel Castro'yu hedef almıştır. Özellikle siyasi ve ticari çıkarları tehdit altında olduğunda darbe seçeneğini gündeme alan ABD'nin Latin Amerika tecrübeleri Küba ile sınırlı değil. Nitekim komünizm tehdidi gerekçe gösterilerek Guetemala'da yapılan darbe, ABD'li şirketlerin bu bölgedeki çıkarlarını zedeleyen Başkan Arbenz'in toprak reformu kararıyla ilgiliydi. Benzer biçimde, ABD'nin 1963'te Güney Vietnam Devlet Başkanı Ngo Dinh Diem'e karşı düzenlenen darbeyi finanse ettiği Pentagon belgelerine yansıyan bir konu. ABD'nin Soğuk Savaş doktrini çerçevesinde Şili'de yaptığı darbe ise en çok konuşulan müdahaleler arasında. 1970 yılında Salvador Allende başkan seçildiğinde Richard Nixon Allende'in göreve gelmesini engellemek istemiş, başarılı olamayınca darbe seçeneğini masaya yatırmıştır. Nihayetinde 1973 yılında ABD destekli Augusto Pinochet, Allende'e darbe yapmış ve demokratik süreci kesintiye uğratmıştır. Türkiye Darbeleri ve Dış Destek Latin Amerika deneyimlerinin bizim coğrafyamızdaki karşılığı da darbelerdeki dış desteğin görülmesi açısından oldukça önemli. 27 Mayıs'ın hemen öncesinde İran'da Musaddık'a karşı yapılan darbenin amacı Sovyet saldırganlığının önlenmesi olarak ifade edilse de asıl gerekçe, Musaddık'ın İran petrollerini millileştirme çabalarıdır. İngiltere ve ABD'nin işbirliğinde sahneye konulan Ajax Operasyonu sonucunda Musaddık devrilmiş ve bahse konu ülkelerin ticari ve siyasi çıkarları korunmuştur. Bizde 27 Mayıs başta olmak üzere bütün darbe süreçlerinde, çok fazla odaklanılmasa da ciddi bir dış desteğin olduğu bilinmektedir.
Münih 1972 Olimpiyatları, birçok açıdan tarihe geçti; bunlardan biri de genç bir Sovyet jimnastikçinin kendini dünyaya tanıtması oldu. Olga Korbut, sadece 17 yaşında olmasına rağmen gösterdiği cesaretle milyonların kalbini kazandı. Korbut, yarışlarda başta birkaç hata yapıp gözleri yaşlansa da finalde şimdiye kadar hiçbir insanın yapmadığı ve sonradan yasaklanan o hareketiyle adını tarihe geçirdi. Peki, o hareket neydi? Berna Abik'in sunumuyla dünden bugüne Olimpiyat tarihindeki olayların anlatıldığı '60 Saniyede Olimpiyatlar'ın yeni bölümünde efsane jimnastikçi Olga Korbut var. Video
Layka, Dünya yörüngesine çıkan ilk hayvan olan Sovyet uzay köpeğidir. Moskova sokaklarından toplanan melez bir köpek olan Layka, 3 Kasım 1957 tarihinde fırlatılan Sputnik 2 uzay aracının yolcusu olarak seçildi.
Tarihler 8 Nisan 1945'i gösterirken, Doğu Türkistan'ın Gülce şehrinde oldukça kalabalık bir askerî merasim düzenleniyordu. Merasim, kısa süre önce Alihan Töre Sagunî ve arkadaşları tarafından kurulan Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti için bir dönüm noktasını işaret ediyordu: Artık düzenli ve disiplinli bir orduları vardı. 50 bin muvazzaf ve 100 bin de yedek askeri bulunan ordu, Sovyetler Birliği'nin askerî danışmanları eliyle eğitiliyor ve Sovyet silahlarını kullanıyordu. Askerî, siyasî ve ilmî derinlikleri şahsında toplayan Alihan Töre, sonraki aylarda kendisine Moskova'dan yapılan Çin Cumhuriyeti'yle barış anlaşması imzalaması yönündeki bütün baskılara direndi. Baskılar netice vermeyince, Sovyet yönetimi, 13 Haziran 1946'da Gülce'deki konsolosluğunun organize ettiği bir oldubittiyle Töre'yi Taşkent'e kaçırıp ev hapsine aldı. 1949'un başında Sovyetler ve Çin yönetimlerinin aralarında anlaşması sonucu, Doğu Türkistan neredeyse tamamen Çin'e bırakıldı. Ardından, Mao'dan aldıkları davetle Pekin'e gitmek üzere yola çıkan Ahmetcan Kasımî, Abdülkerim Abbasov, Delilhan Sugurbayev ve beraberindeki 11 kişilik Doğu Türkistanlı siyasetçi heyetinin bindiği uçak, 26 Ağustos 1949 günü Baykal Gölü civarında düşünce, Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti'nin yönetici kadrosu tamamen sahneden çekilmiş oldu. Aynı yılın sonbaharında Mao'nun Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunu dünyaya duyurmasıyla birlikte Doğu Türkistan da ilhak edildi.
Modern dünyâda (muktedir) siyâsal eylemlerin (muhalif) siyâset tarafından denetlenmesinin berâberinde, belki de ondan daha fazla olarak hukuk tarafından denetlenmesi öngörülür. Hukuklu veyâ kısaca hukuk devletinden kastedilen de budur. Ulusal düzlemde, bu yolda hayli mesâfe alındığını; siyâsal meşrûiyet itibârıyla bu denetim tarzının yerleşik bir ilke hâline gelmiş olduğunu rahatlıkla ifâde edebiliriz. O kadar ki devletlerin itibârlarının, uluslararası arenalarda bu terâzide tartıldığını söyleyebiliriz. Diğer taraftan hukuklu siyâset ilkesinin hayâta geçirilme süreçlerinde bâzı sapmaların da yaşanabildiğini görmezlikten gelmemek gerekir. Akla hemen geliveren de, kuvvetler ayırımı prensibinin en dengesiz hâllerinden birisi olarak mahkemelerin siyâsal icrânın sâhasına girdiği hâkimler oligarşisi (jüristokrasi) kavramıdır. Ulus devletler düzleminde şu veyâ bu derecede; lâkin azımsanmayacak derecelerde sağlanmış olan hukûkî başarıların devletler arasındaki veyâ küresel ilişkilerde karşılığını aramak çok defâ hayâl kırıklığı ile neticelenir. Modern dünyânın en mühim açmazlarından, çelişkilerinden birisidir bu. II. Umûmî Harp ardından bu yolda azımsanmayacak bir gayretin olduğunu kabûl etmek gerekir. Evet, on milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren, târihin en dikkât çekici felâketlerinden birisi olan II. Umûmî Harp sonrası inşâ edilen Yeni Dünyâ Düzeni, iki ideolojik kampın kendi içinde silâhlanmasına dâir hiçbir kısıtlayıcı tedbir ortaya koymadı. Buna mukâbil, savaş riskini “medenî” olarak nitelendirilen dâirenin hâricine çıkardı. Savaş için yapılan üretim ve onun tüketimi, mümkün mertebede yarı merkez ve kenar dünyâlara kaydırıldı. Afrika, Asya ve Latin Amerika yeni savaş sâhaları olarak tanzim edildi. Kuzey Amerika, Avrupa ve Sovyet sâhaları savaş ihtimâlinden arındırılmış oldu. Diğer bir gelişme, mevcût ulus devlet sınırlarının sâbitlenmesi oldu. II. Umûmî Harp sonrasında çizilen haritalar merkez alındı.
Bu videomuzda, Azerbaycan halkının tarihinde derin izler bırakan ve 'Kanlı Ocak' olarak da bilinen 20 Ocak 1990 olaylarını ele alıyoruz. Sovyet ordusunun Bakü'de gerçekleştirdiği bu katliam, bağımsızlık mücadelesinin sembollerinden biri haline gelmiştir. Videomuzda, o gün yaşananlar, uluslararası tepkiler ve tarihsel önemi hakkında detaylı bilgiler sunuyoruz. Bu tarihi anmanın yanı sıra, 20 Ocak'ın Azerbaycan için ne ifade ettiğini, halkın bağımsızlık yolunda nasıl bir direniş gösterdiğini ve bu olayların modern Azerbaycan'ın şekillenmesindeki rolünü de inceliyoruz. Kanlı Ocak'ın hafızalardaki yerini koruduğu bu videoda, o günün tanıklarının anlatımları ve arşiv görüntüleriyle yaşananları daha yakından anlamaya çalışıyoruz. Tarihin bu acı sayfasını unutmamak ve gelecek nesillere aktarmak adına hazırladığımız bu videonun, Azerbaycan'ın bağımsızlık mücadelesine ışık tuttuğuna inanıyoruz. 20 Ocak olaylarının anlamı ve önemi hakkında daha fazla bilgi için videomuzu izlemeyi unutmayın. Görüşlerinizi ve düşüncelerinizi yorumlar kısmında bizimle paylaşabilirsiniz. #20Ocak1990 #KanlıOcak #Azerbaycan #BağımsızlıkMücadelesi #Tarih #BaküKatliamı
Dünyânın belli bir coğrafyasında yaşanan ve savaşa kadar giden istikrarsızlık ve çatışmaların yayılma potansiyeli nedir? Bu soruya umûmiyetle, biraz da kolaycılık üzerinden çevresel cevaplar verilir. Bu tahminler veyâ öngörüler doğru da çıkabilir. Lâkin bunu değişmez bir kâide gibi görmemek gerekir. Jeopolitik tetiklemelerin tesirleri her zaman bu kadar dar değildir. Şimdi düşünelim: 1990'ların başından başlayarak Sovyet Bloku'nun çöküşünü tâkip ettik. Bunun Doğu Bloku'nun içine doğru çöküşü olarak algıladık. Hâlbuki bugün anlıyoruz ki, çöküşün merkezî dinamikleri esâsen, Doğu'da değil Batı'daymış. Çünkü Dünyâ Sistemi'nin bütünlüğü içinde hem Batı hem de Doğu, bürokratik kapitalist örüntünün farklı modellerini tatbik etmekteymiş. Çöküşün Sovyetler'de başlamış olması devletçi-bürokratik kapitalizmin en katıksız ve kırılgan örüntüsünü oluşturmasıyla alâkalıymış. Çernobil çürümenin Doğu'daki sembolü ise, daha ucuz atlatılmakla berâber Minnesota'daki nükleer sızıntı da onu Batı'daki eş değeridir. Bugün pek çoğu kullanılmaz hâle gelen ve bir türlü yenilenemeyen ABD alt-yapı sisteminin ürettiği manzaralarla, Sovyet alt yapısının 1990'lardaki manzarası arasında bir fark yoktur. Fark sâdece zaman farkıdır. Batı, 1980'lerden başlayarak kendi bürokratik kapitalizmin kurumlarını, Hayekçi, Buchanancı, Laingci tezlerle ve Thatcher, Reagan gibi liderlerin öncülüğünde dağıtmaya girişmişti. Bir bakıma Sovyetler'i yıkan tehlikelerin aslında kendi zeminlerinden geldiğini ve er geç kendilerinin de vuracağını görmüşlerdi. Tabiî ki beceremediler. Üstelik işleri daha beter hâle getirdiler. Bugün neoliberallerin 1990'lardaki havasını devâm ettirebildiklerini kimse söyleyemez. Benzer manzarayı savaşların yayılma süreçlerinde de görüyoruz. I.Umûmî Harbe giden yolda Balkanlar'da bir suikast ile başlayan savaşın, Sırbistan ve Habsburg'lar arasında kalacağını zannedenler çok yanılacaktı. İşin ucu Yemen'i bile tuttu. Benzer olarak 1939'da, Polonya'nın Nazi Almanya'sı tarafından işgal edilmesinin, milyonlarca insanın ölümüne yol açacak ve ucunun Afrika ve Pasifik'i bile tuttuğu korkunç bir hesaplaşmaya dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi? Bugün de aynı ihtimâller vârit. Rusya-Ukrayna savaşının Gazze'yi üreteceğini kim tahmin edebilirdi ki? Pek çoğumuzu Gazze savaşının en fazla Lübnan'ı tetikleyeceğini, Sûriye ve Irak'a doğru yayılacağını, İran-İsrâil hesaplaşmasına doğru evrileceğini düşündük. Ama öyle olmadı. Birden Bab-el Mendeb karıştı. İşin içine Yemen dâhil oluverdi. Arkasından Kızıldeniz dünyâ ticâretine kapanıverdi. İran'a karşı İsrâil ve ABD'nin baskıları hızla arttı. Bunun bir danışıklı dövüş olduğunu yazdım. Irak ve Sûriye'de İran'a bağlı kuvvetlerin önde gelen isimlerine seri sûikastlerin haberleri geldi. Yetmedi; sıkışan ve savaşa dâhil olmamak için kırk canbazlık yapan İran'ı, Kâsım Süleymanî'nin anma törenindeki sabotajla en son içinden vurdular. DAEŞ sabotajı üstlendi. Ama İran, pek çok çevre için tuhaf bir çıkışla, bir hafta evvel berâber deniz tatbikâtı yapmış olduğu “dost ve kardeş” olarak târif ettiği Pâkistan'ı vurdu.
Rusların sıcak deniz rüyasını işitmişsinizdir. Çokları bu rüyanın hedefini Akdeniz zanneder ama aslında Hint Okyanusu'dur. Rusya'nın Hint Okyanusu'na çıkması için de iki güzergâh vardır. Birisi Boğazlardan geçip, Akdeniz'i aşıp Süveyş'ten Kızıldeniz'e girdikten sonra çıkmak, diğeri de Kafkaslardan inip, İran'dan geçip Basra Körfez'inden çıkmak. Ruslar, daha doğrusu o gün için Sovyetler, İsrail'in Süveyş'i işgal ettiği dönemde Mısır'ın yakınlaşma isteğine kayıtsız kalmamış ve hayli etki sahibi olmuştu. Sonraları Amerika'nın bölgede hissettirdiği ağırlığıyla bu etkisi azalmış ve Sovyet sonrası dönemde de yeterince güçlendirilememişti. Diğer taraftan İran'ı ambargo altında tutmanın bir anlamda Rusya'yı sıcak deniz ambargosuna tabi tutmak anlamına geldiği de hiçbir zaman unutulmamalıdır. Kızıldeniz'deki sıkışmanın İran'ı kendi kıskacından çıkarabileceği de... Yemen'deki Husilerin arkasında İran var. İran'ın arkasında da Rusya. Fakat Rusya agresif değil. Bu istikrarsızlık ortamında Ukrayna ile de uğraşırken çok fazla cepheye yayılmak Ruslar için makul olmadığından... Üstelik ABD, Kızıldeniz'i bile isteye istikrarsızlığa itip Avrupa'yı zayıflatırken işler Rusların istediği gibi gitmektedir. Hem Ruslar, sıcak deniz sevdasını şimdilik askıya alıp soğuk denizlerde var olan hakimiyetini kaybetmemeye odaklanmayı tercih etmiş olabilirler. Kuzey Buz Deniz'inde buzlar artık yol açıyor ve gemi teknolojileri buzlu denizde seyir için geliştiriliyor. Rusların Karadeniz'deki kazanımlarının olağanüstü boyutlarda olduğunu da not edeyim. Sonuçta Rusya'yı paylaşma, daha doğrusu yağmalama, planı hala masada ve iştah kabartıcı. Hem Hindistan ve Çin Avrupa pazarlarını kaybediyor olmalarına rağmen kayıtsızken Ruslar sorumluluk almayacaktır. Kuzey Koridoruna ilgiyi yöneltmek onlar için daha doğrudur. Olur da ABD ile Çin savaşa tutuşursa diye Ruslar aradığı fırsatı sabırla bekleyecektir. Gene de Rusların Sudan Limanında konuşlandığını da unutmamak lazım. Sahada pasif görünse... PKK'NIN HEDEFİ KALKINMA YOLU Ruslar için Kuzey Koridoru önem kazandıysa Türkiye için de Orta Koridor (Zengezur bağlantılı) ve Kalkınma Yolu (Basra'dan doğu Irak bağlantılı) önem kazandı. Geçtiğimiz aylarda Ovaköy-Şanlıurfa ve Ovaköy-Gaziantep karayolu ve demiryolu ihaleleri yapıldı. Önümüzdeki günlerde yeni demiryolu ihaleleri yapılacak. Bunlardan birisi de Yavuz Sultan Selim Köprüsünden yani üçüncü köprüden geçecek kuzey Marmara demiryolu olacak. Fakat ne zaman Türkiye jeoekonomik bağlamlar kursa PKK terörü maşayı elinde tutanların istediği rolü oynar. Nabucco, Türkiye'yi enerji merkezi yapacakken ve gerçekleşmesi kaçınılmazken PKK sürekli biçimde boru hatlarına saldırdı.
Ünlü İngiliz Tarihçi Eric Hobsbawm'ın 20. yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlaması, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan savaş, çatışma ve insan hakları ile doğrudan ilişkilidir. Sovyet deneyimi, Nasyonel Sosyalizm ve Holokost gibi Aydınlanmanın hesap edilmeyen sonuçları, 20. yüzyılın karakterini şekillendirmiştir. Özellikle aklın araçsallaşması özgürlüklerin askıya alındığı ve insan hakları ihlallerinin olabildiğince yoğun gerçekleştiği bir dönemin habercisi olmuştur. Toplama kampları ve Gulaglar üzerinden daha somut olarak gözlemlenen aşırılıkların, dünya siyasi tarihinde ürettiği travma, bugünün tarihini değerlendirme anlamında önemlidir. Toplumsal çatışmalar, kültür ve ideoloji eksenli bölünmelerin yanı sıra iç savaş tecrübeleriyle daha dramatik bir hal alan dünya siyaseti, 20. yüzyılın sonu itibariyle radikal değişimler yaşadı. Hobsbawm her ne kadar 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile aşırılıklar çağını sona erdirse de 21. yüzyıldaki temel göstergeler aşırılıklar çağının farklı formlarda devam ettiğini göstermektedir. İdeolojilerin sonu ve liberal demokrasinin zaferi ile sonuçlanan 20. yüzyılın hemen akabinde yaşanan kırılmalar, 21. yüzyılda yaşanacak problemlerin öncüsü olmuştur. Göç dalgası ve kültürel mücadelelerin baskın olduğu günümüz dünyasında, en önemli sorun alanlarından birisi de ırkçılık sorunudur. Aslında 20. yüzyılda da çok yoğun biçimde gözlemlenen ırkçılık probleminin günümüzde aldığı yeni form, biyolojik referanslardan ziyade kültürel referanslara gönderme yapan bir ırkçılıktır. Özellikle kültürel farklılıklar üzerinden baskın bir eğilim olarak kendisini dayatan bu tür bir ırkçılık, hem Avrupa hem de gelişen ülkeler açısından önemli bir tehdit. Türkiye'de son zamanlarda her krizde kendisini gösteren Arap karşıtlığı ve yerli İslamofobi sorunları da ülkemizin bu tür tehditlerden azade olmadığını göstermektedir. TÜRKIYE BAĞLAMI Hobsbawm'ın kendi otobiyografisine ismini veren, “Tuhaf Zamanlar” günümüzü anlama adına önemli bir kavramsallaştırma. Gerçekten de içinde yaşadığımız çağ, sabitelerin ortadan kalktığı ve referans çerçevelerinden yoksun olarak yaşadığımız bir düzlemi bizlere dayatmaktadır. Bugün bizi daha fazla tedirgin hale getiren ve ontolojik açıdan güven bunalımını dayatan bir dünyada yaşadığımız gerçeği bizleri ziyadesiyle yormakta. Türkiye'nin son dönemleri de özellikle kültürel açıdan aşınmaların zirve yaptığı ve sabitelerle ilgili tartışmaların daha fazla yapıldığı bir dönem oldu. Özellikle modernleşme ile yaşadığımız tecrübelerin bizi sabitelerden uzaklaştırdığı ve yeni birtakım kültürel formları dayattığı bir gerçek. Özellikle neyin makbul ve geçerli olduğu konusunda net çizgilere sahip olan modernleşme tecrübemiz alternatiflerin tartışılmasını da zorlaştırmaktadır. Tüm itiraz ve mukavemetlere rağmen baskın ve hegemon tavrından taviz vermeyen bu aklın önemli ölçüde tıkandığı bir zaman dilimi içerisindeyiz. Bu nedenle Türkiye'nin, eski ve verimsiz tartışmalara ikna edilerek enerji kaybettiği, bölgesel ve küresel rollerini tekrar sorgulamak zorunda bırakıldığı ve tuhaf zamanlardan geçtiği bir dönemin içerisindeyiz.
Liderler serisinin bu bölümünde, Joseph Stalin'in hayatının önemli dönüm noktalarını ve etkilerini ele alıyoruz. Stalin, Sovyetler Birliği'nin lideri olarak 1924'ten 1953'e kadar görev yaptı ve bu süre zarfında ülke üzerinde büyük bir etkiye sahip oldu. Ömer Gemalmaz Stalin'i anlattı. Stalin'in erken kariyerine, Vladimir Lenin ile ilişkisine ve Komünist Parti'deki yükselişine odaklanıyoruz. Ayrıca, Stalin'in iktidara gelmesinden sonra uyguladığı politikaları ve bunların Sovyet toplumu üzerindeki etkilerini tartışıyoruz. Bu politikalar arasında, kolektivizasyon, sanayileşme ve Büyük Temizlik yer alıyor. Kolektivistasyon, köylülerin mülklerinin devlet tarafından el konulması ve kolektif çiftliklerde birleştirilmesi anlamına geliyordu. Sanayileşme, Sovyet ekonomisini güçlendirmek için ağır sanayinin geliştirilmesine odaklanan bir programdı. Büyük Temizlik ise, Stalin'in muhaliflerini ortadan kaldırmak için yürüttüğü bir siyasi baskı kampanyasıydı. Stalin'in II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet liderliği rolü nasıldı? Stalin, Kızıl Ordu'nun Alman işgalini püskürtmesinde ve Sovyetler Birliği'nin savaştan galip çıkmasında nasıl bir rol oynadı? Stalin, Sovyetler Birliği'nin ekonomik ve askeri gücünü nasıl dönüştürdü? Nasıl milyonlarca insanın ölümüne neden oldu?
49W'nun bu haftaki bölümündeÖmer Gemalmaz Vladimir Lenin'i anlattı. Lenin nasıl bir aile büyüdü? Lenin döneminde Rusya'nın siyasi sosyal ve ekonomik durumu nasıldı? Çarlık Rusya'sının sorunları nelerdi? Rusya'da hangi siyasi hareketler güçlüydü? Bolşevikler kimdi? Bolşevik Menşevik ayrımı neden oldu? Troçki'nin devrimdeki rolü neydi? Lenin devrimi nasıl yaptı? Lenin'in hayal ettiği devlet nasıldı? Lenin'in politikaları nelerdi? Lenin dış politikada neler yaptı? Hepsi ve daha fazlasının cevabı burada.
10 Kasım'da, Doğu Akdeniz'de “eğitim amaçlı sorti yapan” bir Amerikan askeri uçağı düştü! ABD'nin Avrupa Komutanlığı, ilk açıklamasında olayın bir kaza olduğunu öne sürdü ve can kaybı hakkında bilgi vermedi. 12 Kasım'da, “Yakıt ikmali sırasında yaşanan kazada, 5 Amerikan askerinin hayatını kaybettiği” rapor edildi! -Olayla ilgili soruşturma başlatıldı. BATTI KARİZMA, YAN GOING Haydut Devlet ABD, “Karizmasının çizilmesinden” nefret eder! Haliyle “izah edemediği, etmesinin hiç de işine gelmeyeceği” hadiseler için tak “kaza” etiketini yapıştırıverir. Amerikan makamları... Geçtiğimiz Eylül'de, Charleston'ın kuzeydoğusunda “gizemli bir biçimde düşen” F-35B jeti için de kayda değer bir izah getirememişlerdi. İKİ OKUMA PARÇASI Bu sütunda, 20 Eylül 2023 tarihli “Sam Amca söylüyor: Bana kaderimin bir oyunu mu, bu?” başlıklı yazımızda son yıllarda F-35'lerin başına gelenler anlatılıyordu. O yazıda atıfta bulunulan mevzuyla alakalı bir başka yazımız ise 22 Aralık 2020'de yayınlanan “Palamut bitti, Kalkan var!” başlığını taşıyor. Yankilere ait jetlerin veyahut askeri uçakların birbiri ardına “enteresan bir şekilde düşmeleri” hakkında yeterince fikir verebilecek okuma parçalarıdır. Amerikalı yetkililerin optik çarpıtma, hileyle yönlendirme ve yalanlarına karşı hakikate ulaşmak isteyenler içindir! MADEM ÖYLE, GEL BÖYLE Tam da burada... Sovyet sinema yönetmeni Sergey Eisenstein'ın (1898-1948) özellikle unutulmaz “Potemkin Zırhlısı” filminde yaptığı gibi... Sahneleri, pek manidar bir biçimde birbirine bağlayalım! -Nasıl mı? Henüz hafızalarımızda taze... 6 Ekim'de, Suriye'nin kuzeyinde ABD, kasten Türk SİHA'sını düşürdü! Türkiye, YPG-PKK'ya ait enerji ve altyapı-üstyapı tesislerini vurduğunda... Terör örgütünün hamisi ABD... Buna karşılık olarak, Ürdün'den kaldırdığı uçağıyla SİHA'mızı hedef almıştı! Ankara ise Haydut Devlet ABD'nin bu saldırısını milli hafızasını kaydetmiş “vakti geldiğine gereğinin yapılacağını” beyan etmişti. Yıllarca önce, ekranlardaki bir Türk dizisinde geçen ilginç bir replik vardı! Şöyle: “Hafıza-i devlet, nisyan (unutma) ile malul değildir!”
Geri Dönüyoruz'un 49. bölümünde reel sosyalizm deneyiminin Sovyetler ayağını ele alıyoruz. Sovyetler Birliği tarihi nerede başlıyor? Sosyalist hareketin kökleri nereye dayanıyor? Sovyetler dünyaya ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Avrupa'da başarıya ulaşamayan sosyalizm Rusya'da nasıl başarılı oldu? Sovyetler neden yıkıldı? Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu bu bölümde, Sovyet kültürünün dünyaya ve kendi coğrafyasına bıraktığı izleri konuşurken, konuya dair birçok soruya açıklık getiriyor.
Geri Dönüyoruz'un 49. bölümünde reel sosyalizm deneyiminin Sovyetler ayağını ele alıyoruz. Sovyetler Birliği tarihi nerede başlıyor? Sosyalist hareketin kökleri nereye dayanıyor? Sovyetler dünyaya ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Avrupa'da başarıya ulaşamayan sosyalizm Rusya'da nasıl başarılı oldu? Sovyetler neden yıkıldı? Mahir Ünsal Eriş ve Töre Sivrioğlu bu bölümde, Sovyet kültürünün dünyaya ve kendi coğrafyasına bıraktığı izleri konuşurken, konuya dair birçok soruya açıklık getiriyor.
sermâye (ekonomi) her zaman şu veya bu ölçüde devletin varlığına ihtiyaç duymuştur. Ama bu devletin (siyâset) ve sermâyenin farklı rasyonellere sâhip olması sebebiyle netâmeli, muhataralı bir ilişkidir. Sermâyenin devleti gelişimi, modern târihin ekonomi politikler olarak değil, politik ekonomiler olarak seyretmesine sebebiyet verdi. Politikekonomi, birinci derecede sermâyenin birikim ve bölüşüm süreçlerinin emniyeti içindi. Bilhassa bölüşüm meselesi sermâyenin ulustan esirgenmesini, birikim ve yatırımlarının maksimum tutulmasını sağlıyordu. Daha açık ifâde edelim: Ulus sınıflı bir kavramdır ve emek ile sermâyenin buluşmasını ifâde eder. Devlet, ulusun emek tarafını baskılayarak emeğin mâliyetinin ucuz tutulmasını sağlıyordu. 1945'de sona eren 19.Asır boyunca devletlerin fonksiyonu emeği baskılamak, kriz sonrasında ise savaşları örgütlemekti. II.Harb-i Umûmî'nin akabinde devlet bir fonksiyon değişimi yaşadı. Bu defâ devlet, ulusun emek tarafını destekleyerek bölüşümü pazarlığa açan mekanizmaları kurdu. Sosyal devlet olarak kendisini temize çıkardı. Dahası kendisi de en büyük yatırımcılardan birisi olarak ekonomikleşti. Bu sûretle politik ekonomi târihinin ikinci faslı başlamış oldu. Avrupa'daki Ren kapitalizmi ve reel sosyalizm olarak anılan, lâkin devlet kapitalizminden farklı bir şey olmayan Sovyet tecrübesinin de ortak tarafı buydu. Bu politik ekonomi zincirine, yeni bağımsızlığını kazanmış yarı merkez ve çeper dünyâlar da karma ekonomik modellerle eklemleniyordu. Politik ekonomi tarihleri her yer yerde ve her zaman aynı neticeyi vermemiştir. Meselâ Anglosakson dünyâda politik ekonomi târihi Kıt'a Avrupa'sına göre son derecede gevşektir. Başka bir farklılık ise, geç kapitalist dünyâlarda politik ekonominin politik yüzü çok baskındır. Bunları somutlaştırmak adına meselâ ABD'yi ele alalım..1929 Dünyâ Krizi'ni aşmak için Roosevelt, adına New Deal denilen, ABD standartlarında çok sert devletçi müdahaleleri başlatmış, ulusal-sınıfsal yapıların yeniden bölüşüm temelinde örgütlenmesini sağlayacak kanalları açmıştı. ABD'de en ileri ekonomik demokrasi seneleridir o seneler. Aynı süreçte Avrupa'nın politik ekonomi târihi buna kapanmış, Avrupa'da nazizm, faşizm ve falanjizm; Sovyetler'de ise Stalinizm yükselmişti. II.Umûmî Harp neticelendikten sonra ise tam aksi bir gelişme olmuş; ABD, bilhassa Truman-Eisenhower devirlerinden, Mc Carthy'nin simgeleştirdiği tatbikatlarla New Deal'in ekonomik demokratik temeldeki ulusal-sınıfsal kazanımlarını tasfiye ederken, faşist ve nazi geçmişini ardında bırakıyor ve Ren kapitalizmine geçiyordu. Sovyetler ise politik ekonominin en kaba ve sert formunda takılıp kalmıştı. Gevşek ve sert çekirdek politik ekonomilerin arasında, III.Dünyâ olarak tesmiye edilen dünyâlarda ise, zayıf politik ekonomiler olarak kavramsallaştırabileceğimiz karma ekonomi modeller hayâta geçirilmek isteniyor; lâkin sermâye yetersizliği sebebiyle çok başarısız neticeler elde ediliyordu. Aslında ne gevşek ne sert ne de zayıf fomlarıyla politik ekonomiler sürdürülebilir değildir. Gevşek form sermâyenin masraf veyâ mâliyetlerini arttırmakta; buna mukâbil ulusu da etkinsizleştirmekte, verimlilik kayıplarına yol açmaktaydı. Sert politik ekonomiler ise ceberrut yapılarıyla ulusu baskılıyor, bir müddet çalışma disiplinine sokuyor, lâkin politik ekonomilerin politik yüzü aşırı derecelerde bürokratikleştiği için; bir kaç on sene zarfında verimlilik kayıpları ortaya çıkıyordu. Zayıf formlar ise zâten sermâye eksikliğiyle mâlûldü.
1945 yılında Sovyet askerleri Reichstag çatısına kızıl bayrağı diktiğinde Faşizm bitti mi?
Taylan Kara ile İnsan Üzerine Dedikodular yayınında bu hafta Sovyetler Birliği'nin Çöküşü, ardından yaşananlar ve insanlığın olası geleceği anlatılıyor "İnsan kendisinin tarih öncesinde yaşıyor... İnsan yine kendi miladını kendisi yaratacaktır.." Destek olmak için Mukavemet'e Katıl'ın: https://www.youtube.com/channel/UC5saf9nCQprdbH_LPUR8tvg/join Sosyalist fikir ve dayanışma kolektifi ürünü olan Mukavemet TV'ye abone olmayı unutmayın
Ji sala 1978an û heta niha li Radyoya Dewletê ya Gurcistanê weşanên bi kurdî tê kirin. Ev beşa kurdî 40 sal zêdetir e ku bi kurdî dengê xwe digîhîne kurdên Gurcistanê û yên li cîhanê. Bella Sturkî Xanima kurd ji destpêka beşa kurdî ya radyoya Gurcistanê û heta niha dixebite dibêje, ev weşanên kurdî yê radyoyê zehf girîng e. Ji ber ku piştê hilweşandina Yekîtiya Sovyetê sazî û xebatên kurdan neman û tekane xebatê kurdî maye ku ev jî beşa kurdî ya vê radyoyê ye.
UĞUR MUMCU VE GAFFAR OKKAN! UĞUR MUMCU 30 YIL ÖNCE KATLEDİLDİ! Youtube : https://youtu.be/Wt1g-uW80VY Fai̇li̇ belli̇ aslında tüm ci̇nayetler gi̇bi̇! Uğur Mumcu ci̇nayeti̇ni̇n de fai̇li̇ belli̇! Bu yıl katli̇am üzeri̇nden 30 yıl geçti̇! Sanık olarak ufak tefek adamları topladılar ama teti̇ğIi çekti̇ren önemli̇. Teti̇ği çekti̇renler yakalanmadı. Bi̇rçok aydın 90'lı yıllarda katledi̇ldi̇. Gaffar Okkan, Uğur Mumcu Iile 8 yıl arayla aynı gün katledi̇ldi̇. Efsane Di̇yarbakır Emni̇yet Müdürü Gaffar Okkan'ın neden katli̇ vaci̇pti̇? Aslında Mumcu ile benzer sebeplerle teti̇k çeki̇lmi̇şti̇. Gaffar Okkan, Hi̇zbullah'ın çökerti̇lmesi̇nde çok önemli̇ bi̇r rol oynamıştı! PKK ile mücadelede halkı teröre karşı örgütlemesi̇yle di̇kkat çekmi̇şti̇. Tüm Di̇yarbakır halkı ve çevre illerde halk onu bağrına basmıştı. Bu tavır oyunu bozardı. Halk bi̇r araya geli̇yor, etni̇k farklılık kayboluyordu. Ortadan kaldırılmalıydı! Gazeteci̇ Uğur Mumcu'nun da benzer sebeplerle hayatına son veri̇ldi̇! Küresel çeteleri̇n en önemli̇ fi̇nans kaynağı si̇lah ve uyuşturucu ti̇careti̇di̇r. Belgelerle bunların terörle ili̇şki̇si̇ni̇ ortaya koymuştu. "Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925" adlı ki̇tabı ölümünden 2 yıl önce yayınlanmıştı. Ölümünden 4 ay önce Musa Anter ci̇nayeti̇yle ilgi̇li̇ Di̇psi̇z Kuyu adlı bi̇r makale yazmıştı. "Ortadoğu, terör örgütleri̇ Iile çeşitli̇ isti̇hbarat örgütleri̇ni̇n kanlı ve ki̇rli̇ oyunlar oynadığı karanlık di̇psi̇z bi̇r kuyudur!” di̇yordu . Katli̇nden sadece 2 hafta önce yazdığı Mossad ve Barzani̇ adlı makale fai̇li̇ işaret edi̇yordu! İsrai̇l İsti̇hbaratı Mossad ile Kürt li̇der Barzani̇ arasındaki̇ ili̇şkileri̇ belgelemi̇şti̇. Ayrıca Barzani̇'ni̇n Ameri̇kan İsti̇hbaratı'yla Iili̇şki̇leri̇ni̇ de yazmıştı. 1972'de Cia tarafından “Kürdi̇stan Demokrati̇k Parti̇si̇”ne üç yıl içinde 24 mi̇lyon dolar gönderi̇ldiğini̇ yazmıştı. İran'a veri̇len Sovyet si̇lahları Tahran'daki̇ İsrai̇l Elçili̇ği ve Mossad ajanları tarafından barzani̇ye veri̇li̇yordu. Uğur Mumcu tüm bu ili̇şki̇leri̇n onlarca yıldır sürdüğünü anlatıyordu. Ve can alıcı soruyu soruyordu: “Kürtler sömürgeci̇li̇ğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var Cia ve Mossad‘ın kürtler arasında?” di̇yordu!! Yoksa cia ve mossad, anti̇emperyali̇st savaş veri̇yorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi̇? di̇ye sormuştu!!! Uğur Mumcu gerçek gazeteci̇lere işaret feneri̇ oldu.O,vatan için mi̇llet için çalışan, bi̇ri̇leri̇ne el avuç açmayan aydınların kıymeti̇ni̇ önemi̇ni̇ gösterdi̇. Karanlık güçler, di̇psi̇z kuyularda ne yaparlarsa yapsınlar. Gelen aydınlığa engel olamayacaklar! Gaffar Okkan, Uğur Mumcu asla unutulmayacak. Bıraktıkları eserler kadar, ölümleri̇yle bi̇le bi̇ze ders verdi̇ler. Ruhları şad olsun!
Sermâye birikiminin insânî yollardan sağlandığı tek bir misâl göstermek mümkün değildir. Servet târihi için de böyleydi. Ama bu, sermâye birikiminin insanlığa yaşattıklarıyla mukayese kabûl etmeyecektir. Sermâye birikiminin târihi kan ve gözyaşı ile yazılıyor. Çin'den son zamanlarda gelen, kalkışma haberlerine baktığım zaman aklıma ilk gelen de budur. Kapitalist sömürü piyasa şartlarında içe doğru, dünyâ işbölümünün yeniden yapılandırılması bağlamında dışa dönük olarak işliyor. Bu, içeride emeğin baskılanması ve sömürülmesi, dışarıda ise sermâyenin genişlemesi çerçevesinde proleter ulusların aynı sömürüye mâruz bırakılmasını ifâde ediyor. Vakıa ve hâdiselerin safhalarına baktığımızda bu iç ve dış dinamikler arasında hayret verici ilişkiler olduğunu da görüyoruz. Çarpık ve eşitsiz dünyâ işbölümünün sağladığı fırsatlar üzerinden bir refah yanılsaması yaşanıyor. (Orta sınıflaşma bunun diğer ismi). Merkez birikim toplumlarında sermâye, yarı merkez ve çeper dünyâların dünyânın artığını çekerek, bunun bir kısmını kendi işçi sınıflarına aktarabiliyor. Bilhassa II.Umûmî Harp sonrasında yaşanan da bu olmuş; yeniden bölüşümcü refah toplumları ortaya çıkmıştır. Amerikan toplumunun kültürel olarak dünyâya pompaladığı refah veyâ tüketim toplumunun standartları bu artık çekme işinin fonksiyonudur. Demokratik yapılar bunun siyâsî ve hukûkî veçhesini ortaya koyar. Kaba bir takvimlemeyle 1945-1970 sonlarına kadar devâm eden hegemonik medeniyet kurgusu olarak bunun üzerine oturur. Senaryosu basite şudur: “Üretin, zengin olun, paylaşın ve refaha erin”.. Elbette bunun çeşitlemeleri de vardı. Meselâ Komünist Blok, yeniden bölüşümü pazarlığa kapatıyor, refahı erteliyordu. Sovyet halklarına, “evvelâ kavgasız gürültüsüz, tam bir itaatkârlıkla çalışalım. Bunun nimetlerine belki bu fedâkârlıkta bulunan nesiller değil ama sonrakiler elbette ulaşacaktır” deniliyordu. Bahsedilen refah toplumuydu. Batı ise, Sovyetler'in ertelediği işi, yâni demokratik yeniden bölüşümü cârî kılıyor ve ideolojik bir üstünlük ele geçiriyordu. Postkolonyal toplumlara, tâze uluslara sunulan reçete farklı değildi. Onlara söylenen şuydu: “Bağımsızlık istediniz, verdik..Artık nazar etmeyin, çalışın, sizin de olur” deniliyordu. Hâlbuki bu, tâze uluslar için çıkmaz bir sokaktı. Unutturulan, yeni postkolonyal işbölümünde, kolonyal devirlerdeki ekonomik ayrıcalıkların titizlikle muhafaza edilmiş olmasıydı. Sermâye eksikliği ve ekonomik sömürünün devâm etmesi bu toplumların başta “devlet” olmak üzere yeni kazanımlarını da çürüten, bir iç talan, irtikap, rüşvet ağlarını, iç savaşları, başta darbeler olmak üzere çeşitli siyâsal istikrarsızlıkları doğurmaktan başka bir işe yaramadı.
2022 senesinin sonuna yaklaştığımız bu günlerde Garip Zamanlar yapımcıları Evren İnançoğlu, Kemal Baykallı ve Sertaç Sonan kışın kasvetini, kış gecelerini bölen Uppsalla çığlığını, Sovyet lideri Nikita Kruşçev’in açıklamaları sonrasında binlerce kişinin niye intihar ettiğini, Cadılar Bayramı ve Black Friday’in niye sönük geçtiğini, ekseriyetin aksine Sertaç’ın Dünya Kupalarında niye Almanya’yı tuttuğunu, ve Kemal’ın Belçika’daki son tangosunu […] The post Garip Zamanlar – Bölüm 36: Ne güzeldir Belçikalılık (1/12/2022) first appeared on Island Talks.
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın yok edin insanın insana kulluğunu Bu davet bizim! Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim! Nâzım Hikmet Recep Tayyip Erdoğan'ın “Türkiye Yüzyılı” olarak adlandırılan vizyon toplantısı, bizim bu köşede bir süredir işlemekte olduğumuz “içe çökme” sürecinin sanki cisimleşmiş bir ifadesiydi. “İçe çökme”den ne anladığımızı daha önce şöyle izah etmiştik: Erdoğan ve partisi AKP iktidara geldiklerinde Türkiye'nin 20. yüzyılın başında Osmanlı'nın İslam dünyası üzerinde sahip olduğu hâkimiyeti yeniden kazanmasını hedefliyordu. 2011'de başlayan bir süreç içinde İhvanı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketinin birçok Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesinde hep birlikte yükselişiyle birlikte bu harekete dayanarak bu ülkeler üzerinde nüfuz kurmak AKP'nin ana stratejisi oldu. Bizim Rabiacılık adını verdiğimiz bu strateji çökünce AKP iktidarı kendi içine doğru bir çöküntü yaşamaya başladı. İstibdad rejimi müttefiklerini yitirdi, kendi içinde bölünmeye başladı, çeşitli bileşenleri birbirine omuz atmaya başladı, rejim istikrarsızlaştı ve ufku daraldı. “Türkiye Yüzyılı” vizyonu silkinmek, bu çöküntü durumundan kurtulmak için yapılmış bir atak gibi görünüyordu. Daha ilk adımda içinin bütünüyle boş olduğu ortaya çıktı! Erdoğan ve yardımcıları yeni tek bir nokta bulamamışlardı. Erdoğan, somut projelerin seçim döneminde ortaya konulacağını söyledi. Şimdilik ailemizi “sapkın” akımlardan korumak, Kanal İstanbul'la bölgeyi ve Marmara Denizi'ni tarumar etmek, 12 Eylül 2010'da zaten son verdiğini iddia etmiş olduğu 12 Eylül askeri rejiminin anayasasının yerine yenisini yapmak gibi, zaten ortada dolaşmış olan birtakım fikirler yeniden ısıtılarak masaya konuldu. Bir alay edebiyattan başka hiçbir şey yoktu bir buçuk saatlik konuşmanın içinde. Bu, “içe çökme” sonucunda Erdoğan'ın ve AKP'nin ufkunun da kapandığının resmidir! Bu “Türkiye Yüzyılı” meselesi, AKP etrafında toplanmış, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve daha sonra Kara Afrika bölgelerine göz koymuş, İslam'ı da bu “fütuhat”ın örtüsü haline getirmek isteyen bir ekibin 2011'den beri savunduğu fikirlerin mantıksal (ve mantıksız!) sonucu. Bunlar yıllardır “dünya yeniden paylaşılmaya başladı, Türkiye de payını almalıdır” deyip duruyorlar. Bundan önceki paylaşımların on milyonlarca insanın hayatına mal olması bunları hiç tereddüde sürüklemiyor. Evet, insanlık NATO'nun emperyalist çıkarları savunma kararlılığı dolayısıyla yeniden bir dünya savaşının eşiğine geldi, doğru. Ama bu “vizyon”, yani yağmaya katılma sıtması bütün ülkeleri kavrarsa, bu sefer insanlığı yok oluş tehlikesi bekliyor. Aynen ilk iki dünya savaşında olduğu gibi bu felaketi sadece bütün ülkelerin işçilerinin devrimde birleşmesi engelleyebilir. Birinci Dünya Savaşı'nı Rus ve Alman devrimleri bitirdi. İkinci Dünya Savaşı'nı Sovyet işçi devleti ve Fransa'dan Çin'e komünist partizanlar ve gerillaların faşizme karşı mücadelesi. Bu sefer de öyle olması gerekiyor. Devrim olmazsa insanlık yok olacak. Devrim olursa kimsenin hâkimiyetinin değil ulusların nihayet kardeşçe yaşamasının koşulları oluşacak. Yani 21. yüzyıl ya olmayacak ya da emeğin ve kardeşliğin yüzyılı olacak. Bu bizim davetimiz işte!
1970'lere kadar ABD ve Batı'daki müttefikleri için Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti 'kötü adamlar'ı temsil ediyordu. Moskova da, Pekin de aşağı yukarı aynı şeydi. Sovyetler Birliği etrafındaki çemberi daraltmak isteyen ABD Başkanı Richard Nixon 1972'de Mao ile anlaştı. Sonrasında Çin küresel ekonomik sisteme angaje edildi. ABD başta olmak üzere Batı'daki imalat Çin'e kaydı. 40 yıl içindeyse Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. ABD ve Çin ilişkisinin her aşamasında farklı hikâyeler anlatıldı. İlkin Çin, 'Kötü adamlar' listesinde ikinci sıradaydı. Sonraki aşamada anlatılan hikâyeyse Çin'in Sovyetler kadar kötü olmadığıydı. Amerikan kovboy filmlerini andırırcasına, “Wanted(Aranıyor)” afişlerinden Çin çıkarıldı. Batı'da Çin'i anlamaya dönük yayınlarda da canlanma yaşandı. Örnek vermek gerekirse, 1970'lerde, Fransız diplomat ve politikacı Alain Peyrefitte'in “Çin Uyanınca”, İtalyan yazar Maria Antonietta Macciocchi'ninse “Çin Deyince” kitapları milyonlarca sattı. Amerikan kapitalistleri ve finans kuruluşları Çin ile ilişkiden inanılmaz paralar kazandılar. Üretimin Çin'e kaymasıysa Beyaz- Amerikan işçi sınıfının durumunu olumsuz etkiledi. Bu süreçte, Çin'den elde edilen paranın bir kısmıysa 'yeni Çin' anlatılarını güçlendirmek amacıyla düşünce kuruluşlarına aktı. Bu anlatıların özü, küresel ekonomik sisteme angaje edilmesinin Çin'i Batı değerleri lehine değiştireceğiydi. ABD Kongresi bu anlatıları destekleyen yasal düzenlemeler yaptı. Amerikan medyası da Çin lehine kamuoyu oluşturulmasında rol oynadı. Bu süreçte imalat sektörünün büyümesinin Çin'in modernleşmesinde oynadığı 'büyüleyici' rolden övgüyle söz ediliyordu. Yeni anlatıda Çin göz kamaştırıcı bir başarı hikâyesiydi. Çin artık küresel kapitalizmin sermaye birikimi için vazgeçilmez ortak olarak görülüyordu. Çin'in kusuru, “endüstriyel kapitalizmin küresel atölyesi” olarak kalmamasıydı. Çin kendisine biçilen rolün dışına çıkmaya başladığında kaşlar çatıldı. Bu aşamada 'Çin anlatıları'nda daha çok 'Çin şüpheciliği' öne çıktı. Bu kez, “Galiba bu Çinliler pek bizim düşündüğümüz gibi değiller” demeye başladılar. Sonrasındaki anlatılara göreyse Çin 'kuzu postuna bürünmüş kurt' idi, zayıf düştüğü anda Amerika'yı yemek için pusuda bekliyordu. Bazı romanlardaysa, ABD'ye çeşitli yollarla zarar veren Ruslar'ın, Kuzey Koreliler'in arkasından Çinliler çıkıyordu. Tabii ki Çin'den nemalanmaya devam eden Amerikan şirketleri Çin ile düşmanca rekabetten yana değiller. Küreselci liberaller de ABD-Çin işbirliğini savunan, “Çimerika” veya “G-2(ABD-Çin) başlıklı görüşler ileri sürüyorlardı. Buna göre ABD ve Çin küresel sistemde eşit paydaşlar olarak söz sahibi olmalıydılar. Gelinen noktada bu görüşleri savunanlar azınlıkta kalmış gibi görünüyorlar. Hatta bu görüşleri savunan bazı yazarlar tutum değiştirmeyi tercih ettiler. Yeni, baskın anlatılarda artık Çin, ABD için 'en kötü adam'. O kadar kötüdür ki eski Soğuk Savaş'ın kötü adamı Sovyetler Birliği bile Çin'in yanında masum kalıyor. Sovyet ekonomisi ile Batı ekonomileri iç içe geçmemiş olduğu için Moskova 'dışardaki düşman' idi. Yeni anlatılardaysa Çin küresel düzenin patronu ABD'yi yerinden etmeye ahdetmiş 'içerdeki düşman'dır. Bu anlatılara göre Çin, küresel ekonominin tüm alanlarına metastaz yapmıştır.
Nuri Paşa, Kafkas İslam Ordusu komutanı olarak Gence'de karargâhını kurduğunda tarihler 25 Mayıs 1918'i gösteriyordu. Paşa'nın Gence'ye ulaşması ve karargâhını kurmasından sonra Kafkas İslam Ordusu'nun teşkili süreci hızlanır ve üç gün sonra Azerbaycan'ın bağımsız bir devlet olduğu bütün dünyaya ilan edilir. Bilindiği gibi çok kısa bir zaman önce tarihe Mart Faciası olarak geçen olaylar yaşanmıştır ve Ermeni terör grupları Bakû başta olmak üzere Azerbaycan'ın birçok şehrinde katliama girişmiştir. Güney Kafkasya'dan gelen haberler doğrultusunda Ermeni terör gruplarının Doğu Anadolu'da ve Güney Kafkasya'da eş zamanlı olarak katliama girişeceği tahmin ediliyordu. Çünkü Ekim İhtilali'nden sonra Kafkasya Cephesi'nden çekilen Rusların silahları büyük ölçüde Ermeni grupların eline geçmişti. Enver Paşa'ya ulaşan bilgiler harekete geçilmesi gerektiğini göstermekteydi. Kafkas İslam Ordusu, Mart Faciası'nı önleyemedi ama 25 Mayıs'ta Gence'de bugünkü Azerbaycan'ı da etkileyen yeni bir dönem başladı. 28 Mayıs'ta Azerbaycan'ın bağımsızlığı ilan edildi ve yaklaşık dört ay devam eden bir savaştan sonra Bakû işgalden kurtarıldı. Bakû'nun kurtarılmasından sonra Kafkas İslam Ordusu'nun bir kolu Şuşa'ya yöneldi. Çünkü Ermeni terör gruplarının varlığı hâlâ büyük bir tehditti. Azerbaycan'ın bağımsızlık dönemi kısa sürdü fakat Bakû'nun kurtarılması ile ortaya çıkan tabloyu Sovyet döneminde dahi değiştiremediler. Yüz yıl sonra Türkiye ve Azerbaycan dayanışması yeniden güçlü bir şekilde sahaya yansıyor. Bunu II. Karabağ Savaşı'nda gördük. Bu zaferi tarihin tekrarı olarak görmemek gerekir. Fakat benzerlikler dikkat çekicidir. 25 ve 28 Mayıs tarihleri arasındaki üç gün ortak tarihimiz açısından çok önemliydi. Üstelik Azerbaycan'ın bağımsız bir devlet olarak varlığının kısa ömürlü olmasından hareketle bu üç günü geçiştirmenin de bir anlamı yok. Yıllar sonra “Teknofest Azerbaycan 2022” etkinliklerinin 26-29 Mayıs tarihleri arasında yapılmış olmasını, bu üç günün öneminin ilanı olarak görebiliriz. O zaman da Türkiye'nin desteği kalıcı sonuçlar alınmasını sağlamıştı fakat bugün çok daha ileri düzeyde bir yakınlaşmadan bahsedebiliriz. Çok daha ileri adımlar atılıyor. Türkiye'de belirli kesimlerin, İslam dünyasının gerileme sebepleri, Müslümanların hâl-i pürmelali, bilimsel keşifler ve sanayi devrimini kaçırmak gibi artık ezber diyebileceğimiz başlıklar altında fikir teatisi içinde bulunmaktan hoşlandığı malumdur. Bu çevrelerin ideolojik bir bütünlük içinde oldukları veya fikrî olarak geniş bir kesimi temsil ettiği söylenemez fakat geçmişe yönelik eleştirilerinde ortak bir tutum içinde oldukları da çok açıktır. Bu kimseler bilimsel keşifleri ve sanayi devrimini kaçırmaktan şikâyetçi olduklarında, geçmişin aktörlerinin tarih dışılığına atıf yapmayı da entelektüel bir ayrıcalık olarak benimsediklerini göstermiş olurlar. Muhalif duruştan beslenen özgüveni, yüzlerine yansıtmaktan ayrı bir zevk aldıkları her hâllerinden belli olur. Çünkü kurtuluş reçetesi de ellerindedir. Hâlbuki onların kavramlarıyla konuşursak benimsenen bu söylem biçimi onları tarihin dışına itmektedir. Türkiye merkezli değişimi göremedikleri gibi hem sürece sırtlarını dönüyorlar hem de irade sahiplerini küçümsüyorlar. Onları tarih dışına iten de bu tutumdur.
1990'ların hemen başında Sovyetler Birliği çözülürken, aklı başında ve öngörüleri kuvvetli bir Amerikalı, Batı'daki zafer şenliklerine bakıp mes'ud olamazdı. 1970'lerde Alman Şansölyesi Willy Brandt, Soğuk Savaş'ın kâidelerine muarrız olarak, Sovyetler Birliği ile Almanya'yı yakınlaştıran bir doktrini yavaş yavaş hayâta geçirmişti. 1973'deki sun'i petrol krizinde sarsıntı yaşayan Almanya, tamâmen ABD ve İngiltere'nin kontrolünde olan Arap petrolü ve daha sonraları ehemmiyeti artacak olan doğal gaz meselesinde, kaynaklarını çeşitlendirmenin yollarını arıyor; bu sûretle de Angloamerikan baskısını hafifletmek istiyordu. Sovyetler Birliği tasfiye olup, Rusya, Batı ile arasındaki ideolojik savaşı sonlandırıp Batı değerlerini benimsediğini ilân ettikten sonra Rusya ile, merkezde Almanya olmak üzere AB'nin arasındaki enerjiyi de içine alacak şekilde her nev'i ekonomik ilişkinin kurulması istikâmetinde herhangi bir mâni kalmamıştı. On senelerce bir tüketim baskısına mâruz kalan Sovyet halkları Avrupa'nın mâmullerine saldıracak, AB'nin pazarı genişleyecekti. Öyle de oldu. Lâkin, için için başka bir bağımlılık daha gelişiyor, Avrupa da hızla Rus petrolü ve ondan daha mühim olarak Rus doğal gazına bağımlı hâle geliyordu. Angloamerikan çekirdeğini şiddetle rahatsız eden de buydu. Kara Avrupası temelinde kurulan AB kendisini artık eskisi kadar Angloamerikan bloka yakın hissetmiyor, ondan bağımsız davranabiliyordu. Türk Akımı, Kuzey Avrupa Petrol Hattı 1 ve 2, bu bağların billurlaşmasını ifâde eder. NATO'nun, 1990'larda Rusya'ya verdiği garantilerin hilâfına Doğu Avrupa'da yayılması bu gidişâtı durdurmaya ve nihâyete erdirmeye mâtuftu. Ukrayna-Rusya savaşı, gerilimin zirve noktasını oluşturdu. Ambargolar bu bağları kesen makasları düşündürüyor. Bu başarılı olur mu, şimdilik bilemiyoruz. Rusya'nın 'Ruble'yi ödeme aracı hâle getirmesi, Avrupalı şirketlerin çeşitli by pass mekanizmaları kurarak Rusya'dan enerji ithalâtını devâm ettirdiği yolunda haberler geliyor. Rusya'nın enerji ihracâtında şaşırtıcı gelir artışları sağladığı ortada. Mâliyet açısından, şimdilik Rus enerjisine rakip olacak başka bir kaynak mevcut değil. Rusya'yı Ukrayna'da ne zaman biteceği belli olmayan bir savaşa mecbûr eden Angloamerikan blok, şu aralar harıl harıl, NATO disiplinine soktuğu Avrupa için enerji ihtiyâcını karşılayacak ikâme kaynaklar peşinde. ABD, Avrupa'ya kaya gazını satmanın derdinde. Ama, uzmanların değerlendirmesine göre bu ihtimâlin hayli pahalı olduğu da bir gerçek. Liste, bâzen şaka gibi de olsa Senegal'den, artık kıymete binen Venezüela'ya kadar uzuyor. Ama alternatif kaynaklar bunlar değil. Başlıca dört hat gündemde. Bunlara bakalım...
İkinci Dünya Savaşı'nı kazanan SSCB'nin her yıl Zafer Bayramı olarak kutladığı bu bayram, Soğuk Savaş sonrasında eski Sovyet ülke ve bölgelerinde, bu savaşa katılanlar (örneğin Kazakistan, Kırgızistan...) tarafından kutlanır. Batı bir bakıma Putin'i bir konuşmaya zorlamak için propaganda yaptı ve bu 9 Mayıs'ı bir beklentiye çevirdi. Acaba Putin ne diyecek, beklentisi! Putin, elbette cari önemdeki mesele hakkında konuşmasını yaptı. Herkes kendine göre çıkarımda bulunacaktır. İlk planda benim de tespitlerim oldu.
TVNET'in iftar programı için gittiğimiz Özbekistan'da ilmin kubbesi Buhara'dan sonra, bilimin merkezi Semerkant'ta da bir gün geçirdik. Elbette yetmezdi ama bir gün de olsa teneffüs ettik Semerkant'ı. Özbekistan'da şehirleri, başkent Taşkent'ten başlayarak hızlı tren birbirine bağlıyor. Hem konforlu hem hızlı hem de güvenli. Buhara'dan Semerkant'a 1,5 saatte ulaştık. Özbekistan'da ilk defa gideceklere, ilk önce Buhara sonra da Semerkant'ı görmelerini tavsiye ederim. Çünkü şehirden şehre geçerken tarih de değişiyor sanki. Buhara çok daha eski, kadim, gelenekçi ve muhafaza edilmiş. İlmin eşiği ve beşiği olma vasfını devam ettirirken bir taraftan da çağa direniyor. Buhara, ziyaretçilerine 'Kendimi korumaya aldım' diyor adeta. Semerkant ise geleneği koruyan ve bir taraftan da modernleşen yönleriyle ziyaretçilerini karşılıyor. Semerkant, tarihteki; kurucu, fetihçi, yıkıcı ve medeniyet inşa eden komutanlardan; Büyük İskender, Cengiz Han ve Timur'un hükümranlık sürdüğü tek şehir. Timur döneminin başkenti olmasının izlerini çok belirgin şekilde yansıtıyor. Hemen her noktasından Timur ve ailesine ait bir eser gözünüze ilişiyor. Gök mavisi sanat şaheseri kubbeler gören gözü kendisine davet ediyor. Semerkant'ta ilk ziyareti, Hazreti Peygamber Efendimizin amcası Abbas'ın oğlu Kusem b. Abbas'ın kabrinin bulunduğu Şah-ı Zinde'ye yaptık. İslâm'ı yaymak üzere Semerkant'a gelip burada şehit olan Kusem b. Abbas için yapılan kabir zamanla önemli bir ziyaretgâh olmuş. Etrafında birçok türbe ve mezarlık bulunan “Şâh-ı Zinde” (Yaşayan Sultan) diye anılıyor. Dostum İsmail Halis bize burada, herkese nasip olmayacak bir nasibin kapısını araladı. Peygamber Efendimizin kabrine inerek ona dokunan son insan olan amcasının oğlu Kusem Bin Abbas'ın türbesinin en iç kısmına girebilmemiz için özel izin aldı. Görevli hocamızın eşliğinde girip ziyaretimizi yaptık. Ardından bizlere refakat eden hoca efendi Kur'an tilavetinde bulunarak Yunus Suresi'den ayetler okudu. Hem ziyaret hem de makamda Kur'an tilaveti bizler için büyük bir hediye oldu. Cengizhan'ın komutasındaki Moğol orduları Semerkant'ı yağmaladığı esnada temellerine kadar yıkılan türbe, Timur döneminde ihya edilmiş. Uluğ Bey'in 1400'lü yıllarda yaptırdığı abidevi taç kapıdan geçilerek girilen Şah-ı Zinde zarif ve göze, gönle dokunan simetrik mimarisi ile ziyaretçilerini adeta büyülüyor. Özellikle çini sanatıyla ilgilenenler için Semerkant açık hava müzesi ve okulu adeta. Hanefilerin itikat imamı İmam Maturidi'nin kabri de Semerkant'ta bulunuyor. Ziyarete giderken kabristanın yerinin tespiti ve yeniden inşasını okudum. Özbekistan, Sovyet işgalindeyken iskana açılan türbenin bulunduğu yer bir evin bahçesinde kalmış. İşgal bittikten sonra 1991'de Semerkant'ı ziyaret eden Türk ilim adamları bölgede yaşayan 80 yaş üzeri halktan kabrin yerini öğrenmiş. Sözü edilen yerde türbe bulunmadığını, kabrinin üzerine beton atılıp avlu olarak kullanıldığını görünce de harekete geçmişler. Arsa satın alınmış ve sonrasında Özbekistan yönetimi de İmam Maturidi'nin manevi önemini idrak etmiş. Mezarın bulunduğu alana 2000 yılında tamamlanan yeni bir türbe ve etrafına da bir külliye inşa edilmiş. İnşaat sırasında yapılan kazılarda bulunan, İmam Maturidi'nin öğrencilerine ait mezar taşları da türbenin içine yerleştirilmiş. Bu ziyarette hepimizin dikkatini çeken ise İmam Maturidi'nin 15 yıl önce yeniden inşa edilen türbesinin Semerkant'taki yüzlerce yıllık yapılara nispet eden mimarisi oldu. Semerkant'a özgü mimari gelenek, büyük bir ustalıkla günümüzde sürdürülmüş.
Semerkand-Buhara Treni. Sevgili Saadettin Acar kardeşimle ata topraklarına doğru yola çıktık. TVNet'te çok güzel bir işe öncülük eden İsmail Halis kardeşimin Ramazan boyunca yaptığı programa katılacağız. İsmail Halis, sessiz devrim yapıyor ve geleceğe çok nefis bir miras bırakıyor: Endülüs ve Kudüs programlarından sonra şimdi Semerkand'tan Horasan-Türkistan havzasına yelken açtı. ÖZBEK GÜMRÜĞÜ VE SEVİMSİZ YÜZÜ Gece yarısı indi uçağımız Semerkand Havaalanına. Sabaha doğru. İmsaki yakalayamadık. Kaçırdık. Pek sahur yaptığım da söylenemez aslında: Üç hurma bir bardak su, bazen de bir küçük kâse yoğurt. Sahurum bu benim. Çok rahat ediyorum gün boyu. Orucun tadını da, lezzetini de, mide krampları geçirmeden alıyorum. Ama gümrükten geçerken sinir krizleri geçirtecek bir manzara yaşıyoruz. Bizim gümrükçü memur, tastamam Sovyet döneminden kalma bir “aparati”: Cengiz Aytmatov romanlarından fırlayan Sovyet kalıntısı bir köle, devlet kölesi; ama kendini bir halt zannediyor; milletin burnundan getiriyor. Bizim sıra kaplumbağa hızıyla ilerlerken diğer sıralar bayağı hızlı ilerliyor. Ortalıkta dolaşan görevli kadın polise “Biraz hızlandırması gerektiğini söyler misiniz?” diyorum. Bir şeyler söylüyor ama ne söylediğini bilmiyorum; kafa bulmuş da olabilir. Bize sıra geldiğinde adamın suratını okuyorum derinden: Ezik biri. Kişiliği yok edilmiş, Sovyet dönemi kalıntısı ruhsuz, vicdansız bir makina. AYTMATOV'UN ROMANLARI, SOVYET EMPERYALİZMİNİN ŞİFRE ÇÖZÜCÜSÜ Cengiz Aytmatov'un bir kez daha büyük bir yazar olduğunu görüyorum burada. Sadece Kırgızistan'ı değil bütün bölgenin kıyım makinasından nasıl geçirildiğini anlatır romanlarında. Güçlü mekân tasvirleri de var; güçlü insan tasvirleri de. İnsan tasvirleri daha güçlü hatta. Sovyet sisteminin bütün bir Horasan-Türkistan havzasının ve insanlarının üzerinden nasıl silindir gibi geçtiğini çok güzel resmeder bir dönem romancısı, bir çağ romancısı olarak. Cengiz Aytmatov olmasaydı, Sovyet totaliterizminin Horasan-Türkistan havzasının insanları üzerinde yaptığı büyük yıkım, ürpertici tahribat belki de bilinemeyecekti. Aytmatov, yok oluşun hikâyesini yazdı; yok edilişin ve tarihten silinmenin. Bir derin tarih ve hafıza laboratuvarı romanları. Tasavvufla beslenen, iç dünyası zengin, dünyaya ruh üfleyen, ruh dolu bakışlarla bakan, aşkın ve sarıp sarmalayıcı insan tipi yok oluyor. Yerine yaşama savaşı veren, ekmek kavgası veren, Sovyet aparati'lerinin hışmından, zulmünden dünyası kararan, yüzü aslâ gülmeyen, gülmesini unutmuş Sovyet vurgunu yemiş, kişiliği yerle bir edilmiş, farelere dönüşmüş acıklı, zavallı insan portreleri... Her yerde bu acıklı insan manzaraları... Küçük, küçülen insan profilleri... Tam ben bu satırları trende yazarken yanımıza Enver Yusuf kardeşim geliyor. Semerkand-Buhara treni yolculuğundaki rehberimiz. Cengiz Aytmatov'un Özbeklerin Türklerin tarihinde oynadığı rolün, Bizans'ın Slavların tarihinde oynadığı role benzediğini söylediğini söylüyor.
11 Nisan 1960 tarihinde Moskova ve Ankara hükümetleri tarafından yapılan bir açıklama diplomatik çevrelerde bomba gibi patlamıştır. Açıklama şöyledir; “Başbakan Adnan Menderes 12 Temmuz 1960 tarihinde Moskova'ya resmi bir ziyaret yapacaktır. Bir süre sonra da SSCB Devlet Başkanı Nikita Kruşçev Ankara'ya iade i ziyarette bulunacaklardır. Kamuoyuna duyurulur.” Metin Toker, İsmet İnönü'nün bu gelişmelerden kaygılandığını, Menderes'in İçişleri Bakanını Moskova'ya gönderdiğini duyduğunda : “Adnan ile Fatin tehlikeli bir oyun oynuyorlar” dediğini yazar. Başvekil Menderes'in bu yeni dış politikası genelde ülkede memnuniyet yaratmıştır. Ancak çok ilginçtir birdenbire SSCB ile oluşmuş olan sıcak ortamı buz gibi soğutacak bir olay patlak veriverir. 1 Mayıs1960 günü, Türkiye'nin kontrolünün dışında olan İncirlik üssünden kalkan bir Amerikan U2 casus uçağı, Sibirya üzerinde Sovyet hava koruma bataryaları tarafından düşürülür. Uçağın pilotu Francis Powers'ın bu düşme esnasında ölmemesi esir alınması bile anlamlıdır. Türkiye sınırları içinde, İncirlik üssünden kalkan U2 ABD casus uçağının, SSCB topraklarında işi neydi? Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko ABD'yi suçlar, ancak Türkiye'yi sadece protesto eder. Dünya politik konjonktüründe çok gergin bir ortam yaratan bu U2 olayı yakın geleceğe yönelik SSCB-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki uzlaşma politikasını durduramamış görünmektedir. Bu bakımdan o tarihte bazı güçler veya bu günün tabiriyle üst akıl, Menderes'i tasfiye etmek için daha kuvvetli yeni çarelere başvurmak ihtiyacını duymuş olmalıdır. Nitekim ABD'nin desteğinde Genç subaylar 27 Mayıs'ta darbe yaparlar. 28 Mayıs 1960 tarihinde ABD Büyükelçisi Warren, 27 Mayıs Darbesinden bir gün sonra darbecilerin kurduğu hükümetin Dışişleri Bakanı Selim Sarper'in refakatinde Genel Kurmaya giderek Orgeneral Cemal Gürsel ile görüşür. Sıcak bir havada geçen görüşmede Warren yeni hükümetin NATO ve CENTO' ya bağlı kaldıklarını bildirmesinden dolayı ABD olarak duydukları mutluluğu dile getirir. Konuşma da Gürsel enkaz edebiyatı yapar, devlet memurlarının maaşlarını nasıl ödeyeceklerini bilemediğini ABD Büyükelçisine yakınır. Büyükelçi çok memnundur. Teslimiyet ifadesi olan bu yakınmalara Warren, ne kadar ihtiyacınız var diye kısaca bir soru ile cevap verir. Gürsel'in bu soruya 180 milyon diye cevap vermesi üzerine Warren yine tek kelime ile tebessüm ederek cevap verir, ok... Çıkışta Cemal Gürsel, memnuniyet içinde basın mensuplarının sorularını cevaplandırırken şunları söyler: “Sayın Büyükelçi Warren'e sadece ziyarete geldiği için değil, çok yararlı öğütler verdiği için de teşekkür ederim”
NATO ile Rusya arasında Ukrayna: 30 yıllık savaş Türkiye solunun, Kürt solu da dâhil, yüzeyselliği artık şaşkınlık yaratan boyutlara ulaştı. Rusya'nın Ukrayna'ya karşı başlattığı savaşı herkes geçmişi olmayan bir an olarak tartışıyor. Galiba en fazla karşı çıkanlar bile postmodernizmin kısmen etkisinde kalmış: NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşı tartışılırken, zamanı esas olarak içinde bulunulan ana indirgeyen, önceyi ve sonrayı önemsemeyen, insanlığın kazandığı tarih bilincini de böylece sistematik biçimde tahrip eden, “büyük anlatılar” ile birlikte onu da çöpe atmaya yeltenen postmodernizm içi bir tartışma ile karşı karşıyayız sanki! Dört ayrı geçiş patikası: İlk grupta ilk düşen kaleler var. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği'nin Avrupa'ya sınırları ile Berlin arasında yer alan coğrafyayı (Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya, Doğu Almanya) biraz da Balkanlara doğru uzatırsanız (Bulgaristan). İkinci grupta Yugoslavya ve Arnavutluk var. Üçüncü grupta üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya) dışında kalan eski Sovyet cumhuriyetleri var. Son grupta ise Çin ve Vietnam var. Rusya ve Çin'e diz çöktürme hedefi: ABD ve müttefikleri Rusya ve Çin'e diz çöktürmek istiyorlar. Rusya söz konusu olduğunda bunun en önemli stratejik boyutu, bu ülkeyi bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinden kopararak kuşatmak ve yalıtmak. Bu yazıda Çin'e uygulanan kuşatma politikasının farklı karakterine girmeyeceğiz. Kuşatma ve yalıtma stratejisinin tarihçesi: Yugoslavya: Yugoslavya'nın parçalanmasının Balkanlar açısından kendi içinde bir hedef olmasının yanı sıra emperyalizmin bütün eski işçi devletleri coğrafyası için planlanan bir stratejinin parçası olduğunu ayrıntılı olarak ortaya koyduk. Binyıl dönümünde durum: batıdan ve güneyden kuşatma: 1990'lı yıllar sadece Yugoslavya'nın Balkanlar'da kapitalist restorasyonun emperyalizm açısından pürüzsüz bir geçişi engelleyebilecek bir çoban başı diye düşünüldüğü için paramparça edilmesi faaliyetiyle geçmedi. Aynı zamanda ilk öbekteki işçi devletlerinin (Baltık ülkeleri ile birlikte) Avrupa Birliği'ne massedilmesi sürecine tanık oldu. 21. yüzyılda gelgitler: 21. yüzyıl dönümü, Rusya'da emperyalizme tamamen teslim olmuş bir Yeltsin'in yerine eski istihbarat örgütü KGB'nin yerini almış olan FSB'nin bir grup ajanının Vladimir Putin önderliğinde başa geçişine tanık oldu. Yeni yönetim kapitalist restorasyona tam anlamıyla angaje olmakla birlikte restorasyonun ilk on yılında Rusya'nın bir devlet olarak gücünden ciddi şekilde yitirmesinden duyulan rahatsızlığı gidermeye çalışan çok daha milliyetçi bir politikayı uygulamaya koyacaktı. Sonuç Ne bugün yaşanmakta olan Rusya-Ukrayna savaşı, ne de NATO ile Rusya arasında son bir buçuk-iki aydır süregiden poker oyunu, son 30 yılın gelişmelerinden ayrılarak anlaşılabilir. Amerika'nın ve müttefiklerinin stratejik hattından söz etmeden Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin içi boş “ulusal egemenlik”, “toprak bütünlüğü”, “Putin'in diktatörlüğü” gibi gevezelikler sosyalist hareketin 1920'li yıllarda öğrenmeye başladığı, 1960'lı ve 1970'li yıllarda iyice benimsediği Marksizmi, onun analiz yöntemini ve politikalarını unuttuğunun işareti olmaktan başka hiçbir anlam taşımıyor. Uluslararası proletaryanın dolayısıyla insanlığın bu tavırdan kazanacağı hiçbir şey yoktur.
NATO ile Rusya arasında Ukrayna: 30 yıllık savaş Türkiye solunun, Kürt solu da dâhil, yüzeyselliği artık şaşkınlık yaratan boyutlara ulaştı. Rusya'nın Ukrayna'ya karşı başlattığı savaşı herkes geçmişi olmayan bir an olarak tartışıyor. Galiba en fazla karşı çıkanlar bile postmodernizmin kısmen etkisinde kalmış: NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşı tartışılırken, zamanı esas olarak içinde bulunulan ana indirgeyen, önceyi ve sonrayı önemsemeyen, insanlığın kazandığı tarih bilincini de böylece sistematik biçimde tahrip eden, “büyük anlatılar” ile birlikte onu da çöpe atmaya yeltenen postmodernizm içi bir tartışma ile karşı karşıyayız sanki! NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşının sırrı salt kısa vadeli taktik hamlelerle açıklanamaz. Bu savaşın son derece berrak, biraz dikkatli bakanın göreceği, dünya durumunu derinden belirleyen stratejik kökleri var. Devrimci İşçi Partisi ve onun öncesinde partiyi kurmak üzere örgütlenmiş olan İşçi Mücadelesi çevresi, bu stratejiyi çeyrek yüzyıldır analiz ediyor, Türkiye ve dünya solunu bu konuda uyarıyor, kendi politikasını buna göre biçimlendiriyor. Dört ayrı geçiş patikası Bu kökler, işçi devletlerinin 1989-1991 döneminden itibaren çökmeye ve dağılmaya başlamasında yatıyor. İlk grupta ilk düşen kaleler var. İkinci grupta Yugoslavya ve Arnavutluk var. Üçüncü grupta üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya) dışında kalan eski Sovyet cumhuriyetleri var. Son grupta ise Çin ve Vietnam var. Rusya ve Çin'e diz çöktürme hedefi Bu ufuk taramasının ortaya koyduğu genel tablo şunu gösteriyor: Orta ve Doğu Avrupa (artı Baltık ülkeleri) ve eski Yugoslavya cumhuriyetleri (bir de Arnavutluk) artık sadece ekonomik temeller bakımından değil, sosyal, politik, kültürel ve ideolojik alanlarda da dünya kapitalizmi ile bütünüyle kaynaşmış durumda. ABD ve müttefikleri Rusya ve Çin'e diz çöktürmek istiyorlar. Rusya söz konusu olduğunda bunun en önemli stratejik boyutu, bu ülkeyi bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinden kopararak kuşatmak ve yalıtmak. Kuşatma ve yalıtma stratejisinin tarihçesi: Yugoslavya Devrimci İşçi Partisi olarak, bu konudaki ilk uyarılarımızı daha Körfez Savaşı (1991) döneminde yapmaya başlamıştık. Körfez Savaşı ve Ortadoğu Kuzey Afrika bölgesinde (MENA) onu izleyen savaşlar, aslında bütün hayat damarı enerji üretiminde yatan Rusya ile ekonomik hayatı ithal enerjiye bağımlı Çin karşısında bu bölgenin tartışmasızca emperyalist tahakküm altında tutulması için kışkırtılan savaşlardı. Irak 1991 ve 2003, Afganistan 2001-2021, Lübnan 2006, Gazze 2009, Suriye ve Libya 2011, Yemen 2015—bütün bu savaşlar aslında Yugoslavya'yı da içine katarak Avrasya Savaşları olarak bir araya getirilebilecek savaşlardı. Binyıl dönümünde durum: batıdan ve güneyden kuşatma 1990'lı yıllar sadece Yugoslavya'nın Balkanlar'da kapitalist restorasyonun emperyalizm açısından pürüzsüz bir geçişi engelleyebilecek bir çoban başı diye düşünüldüğü için paramparça edilmesi faaliyetiyle geçmedi. Aynı zamanda ilk öbekteki işçi devletlerinin (Baltık ülkeleri ile birlikte) Avrupa Birliği'ne massedilmesi sürecine tanık oldu. Sonuç Ne bugün yaşanmakta olan Rusya-Ukrayna savaşı, ne de NATO ile Rusya arasında son bir buçuk-iki aydır süregiden poker oyunu, son 30 yılın gelişmelerinden ayrılarak anlaşılabilir. Amerika'nın ve müttefiklerinin stratejik hattından söz etmeden Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin içi boş “ulusal egemenlik”, “toprak bütünlüğü”, “Putin'in diktatörlüğü” gibi gevezelikler sosyalist hareketin 1920'li yıllarda öğrenmeye başladığı, 1960'lı ve 1970'li yıllarda iyice benimsediği Marksizmi, onun analiz yöntemini ve politikalarını unuttuğunun işareti olmaktan başka hiçbir anlam taşımıyor. Uluslararası proletaryanın dolayısıyla insanlığın bu tavırdan kazanacağı hiçbir şey yoktur.
İkinci Dünya Savaşı'nın ikinci yılında, 18 Haziran 1941'de Türk-Alman Dostluk Anlaşması'nın imzalanması üzerine o güne dek “aktif tarafsızlık” politikası izleyerek savaştan uzak kalmayı başaran Türkiye'de adeta bayram havası esmişti. Müttefik Devletler Türkiye'nin tarafsızlıktan vazgeçip Mihver Devletleri'nin yanında savaşa girmesinden endişe ediyorlardı. Ancak 200 gün süren Stalingrad muharebesinin 2 Şubat 1943'te Sovyet halklarının zaferiyle sonuçlanmasıyla bu ihtimal azalmış buna karşılık Müttefiklerin yanında savaşa girmesi ihtimali güçlenmişti. Bu konu Müttefiklerce 30-1 Şubat 1943'te Adana Konferansı ve 28 Kasım 1943'te Tahran Konferansı'nda ele alındı. Bu sefer Stalin şüpheciydi: “Ne kadar baskı yaparsak yapalım Türkiye'nin savaşa gireceğini sanmıyorum” diyecekti. Tahran Konferansı'nın ikinci oturumunda Churchill Stalin'e dedi ki: “Eğer Türkiye savaşa girme teklifimizi reddederlerse bunun ciddi siyasi sonuçları olacağını Türkiye'ye söyleriz. Özellikle Boğazların statüsünü etkileyen konularda…” Stalin o gün cevap vermemişti ama konu üzerine ciddiyetle düşünmeye başlaması muhtemelen o gün olmuştu…
“Holodomor gibi aşırı zorlayıcı meseleleri gündeme getirmiyoruz, çünkü hemen siyasallaştırıyoruz. Halbuki bunlar geçmişin ortak sorunları.” Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 2008'de böyle demişti. "Holodomor" Ukrayna dilinde “kıtlık yoluyla yok etme” diye çevrilebilir. Ukraynalı milliyetçilerin iddiasına göre 1933'te Ukrayna, Joseph Stalin'in Sovyet rejimi tarafından yönetilen "insan yapımı bir kıtlık" yaşadı. Bunun sonunda yaklaşık 10 milyon Ukraynalı telef oldu. Önce "resmi tezler"e, sonra da "öteki tezler"e bakalım.
UKRAYNA KRİZİ VE ATATÜRKÇÜ BAKIŞ Youtube'dan İzleyin: https://youtu.be/axL0uTHilOE “Dış politikaya nasıl bakıyorsunuz?”diye soruyorsunuz. Ben tüm gelişmelere ‘Türkçe' bakıyorum. Türkiye'den bakıyorum. Türkiye çıkarlarına hangi adımlar, hangi stratejiler uygun, hangileri uygun değil bunu yazıp çiziyorum. Benim için şu kesin bilgidir: “Türkiye Atatürk'ün vefatı sonrası kendi çıkarlarını koruyamamıştır!” Dış politikada Türkiye çıkarları aleyhine birçok adım atılmıştır. Atatürkçüyüm diyenler Atatürk'ün en önemli dış politika adımlarını unutmuşlardır. Atatürk'ün dış politikasını yasladığı 3 ayak vardır. Balkanlar'da nüfus sahibi olmak böylece Batı'ya mesafe koymak, bu çerçevede ‘Balkan Paktı' imzalanmıştır. Doğu'da İran'la, Irak'la, Afganistan'la dostluk ve iş birliği anlaşması ‘Sadabad' imzalanmıştır ve en önemlisi Sovyetler Birliği ile ‘Dostluk Anlaşması' Atatürk'ün en önemsediği anlaşmadır. Bu sayede Türkiye sırtını sağlama almıştır. Bugün NATO'ya bağlılık yemini eden sözüm ona Atatürkçüler şu sözleri hatırlıyorlar mı? Bakın okuyorum: “Türk ve Rus halklarının yakınlaşmasının temelinde, kapitalist düzenin kurucusu olan, Batı emperyalizmine karşı yürüttüğümüz mücadele vardır.” Atatürk'ün sözlerini okuyorum. Moskova anlaşmasında, tarihi ve Türkiye'nin yerini sımsıkı belirleyen ifadeler görüyoruz. Ne diyor: İki ülkenin “Emperyalizme karşı mücadelede” dayanışma içinde olacağı söyleniyor. “Bir devletin karşılaşacağı zorluğun diğerini de ilgilendireceği” ifadesine yer veriliyor ve “Her iki milletin karşılıklı çıkarlarının” sürekli olarak gözetileceği açıklanıyor! Anlaşmada “Taraflardan biri, diğerinin tanımadığı uluslararası bir anlaşmayı tanımayacak!” deniyor. Ardından Sovyet hükümeti, “Ankara'nın misak-ı milli sınırlarını, Türkiye olarak kabul ettiğini ve Sevr'i tanımadığını!” açıklıyor. Atatürk'ün dış politikasında 1922'den 38'e kadar on beş yıl boyunca Mustafa Kemal Atatürk Sovyetlerle dostluktan söz etmeyi gelenek haline getiriyor. Celal Bayar'a söylediği sözlerin tam tersi hayata geçirilmiştir. O sözler şöyleydi: “Sovyetler Birliği'ne karşı, asla bir saldırı politikası gütmeyeceksiniz. Doğrudan ya da dolaylı, Sovyetlere yönetilmiş herhangi bir oluşuma girmeyecek, böyle bir anlaşmaya imza koymayacaksınız! Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir.” Ama ölümünden 10 yıl sonra Türkiye her türlü pisliğin döndüğü Atlantik örgütlerine balıklama dalmıştır. Daha doğrusu o örgütler tarafından ‘oltadaki balık' yapılmıştır! Bugün Ukrayna meselesinde yapılan konuşmalar nafile konuşmalardır. Banu AVAR , 23 Şubat 2022
NATO'da 70 Yılımız Geçti! Youtube'dan İzleyin: https://youtu.be/oBCB0bGaKe0 Türkiye Kuzey Atlantik Anlaşması örgütü yani kısa adıyla NATO'ya 1952 yılının Şubat ayında kabul edildi. NATO güya bir savunma örgütü olarak kuruldu. Ama güya (!). Türkiye bugün olduğu gibi iki dünya arasında sınır ülkelerden biridir. Sovyet'lerin komşusuydu ama Amerika'yı temsil eden Amerika'nın ve Batı çıkarlarının koruyucusu askeri bir örgütün içine girmiştir. Üstelik bu örgüt Türkiye'yi her daim düşman bellemiştir. Amerika NATO'yu kullanarak Türkiye'ye yerleşmiştir! NATO uluslararası bankerlerin, silah baronlarının, petrol krallarının çıkarları doğrultusunda güç göstermekteydi. Kurulduğu 1949 yılından itibaren gizli örgütler kurdu, örtülü operasyonlar yaptı. 1991'e kadar güya komünizme karşı dünyayı korudu. 1990'da Sovyetler ve Doğu Bloku tarihe karıştı. Varşova Paktı dağıldı. NATO hemen yeni düşmanlar buldu; ‘yeni strateji'sini 1991'de açıklamıştı. Komünizm bitti ama tehditler sürüyor demişti: Yani Amerika'nın sevmediği her ülke tehditti. Kendi denetiminde olmayan ülkeler tehditti… Kısacası NATO Amerika demekti. Amerika'nın yanında ya da ona karşı devletler vardı ve NATO Amerika'nın karşıtı olanlara haddini bildirirdi. Bu coğrafyayı birbirine katmaya çalışan, ülkelerde darbeler düzenleyen, ülkeleri silahlarla çevreleyen, savaş baronlarının yönettiği bir sistem içindeyiz. Başını Amerika'nın çektiği bir karanlık düzenek bu! NATO da onların oyuncağı, birleşmiş milletler de… “Uluslararası Camia” diye bir laf uydurmuşlar. Libya'da, Suriye'de, Irak'ta, Afganistan'da, Yemen'de, Filistin'de o camianın yediği haltlar ortada! Devamı için videoyu izleyin ...
Yörük Işık ve Serhat Güvenç, Havada Suda'da bu hafta şu konuları ele aldı: Karadeniz'e çıkan Fransız savaş gemisinden Ruslar'a “Sorun istemiyoruz” mesajı TB2 Bayraktar, Türkiye'nin en bilinen ihraç ürünü olma yolunda Putin, Avrupalılar'ı devre dışı bırakıp Biden ile iş yapma derdinde.
Deniz Tunç Kalyoncu ve Oğul Tuna, Post-Sovyet coğrafyasında 2021 yılının öne çıkan olaylarını konuşuyorlar.
1994 yılının eylül ayı trajik bir kazaya şahit olmuş, Baltık Denizi'ndeki yolculuk 989 kişi için kâbusa dönüşmüştü. Ancak geminin batma sebebi tam olarak neydi? Örtbas edilen gerçekler mi söz konusuydu? Sovyet sonrası dönemde kartlar yeniden dağıtılıyor olabilir miydi? Estonia faciası komplo teorileriyle devam ediyor.
1994 yılının eylül ayı trajik bir kazaya şahit olmuş, Baltık Denizi'ndeki yolculuk 989 kişi için kâbusa dönüşmüştü. Ancak geminin batma sebebi tam olarak neydi? Örtbas edilen gerçekler mi söz konusuydu? Sovyet sonrası dönemde kartlar yeniden dağıtılıyor olabilir miydi? Estonia faciası komplo teorileriyle devam ediyor.
Acemi casus Amerikalıların yükselişinden Sovyet ajanı İngiliz beyzadelerine, Teşkilat-ı Mahsusa'dan 11 Eylül'e, Gehlen Örgütü'nden Tepebaşı'ndaki CIA plakasına, kokteyllerden Dark Web'e, devletten şirkete istihbaratın ufkunu konuştuk.
1979 kışında Afganistan'ın Tahar vilayetindeki Moğol Kışlak köyündedünyaya geldim. Türk vatandaşıyım,ancak Özbek asıllıyım. Bugün Afganistan'ın kuzeyinde yaşayan yaklaşık 8 milyonÖzbek'ten biriyim. Aslında ailemin ve dedelerimin yaşadığı ve memleketimiz dediğimiz yer,Özbekistan'ın meşhur Buhara şehridir. Bolşevik İhtilali ile başlayan komünizmin baskısıyla Gani-i Mutlak bizi 1920'li yıllardan itibarenoralardan ayırmış ve bir asırdır hicret yollarında olmamızı murat buyurmuş.Ailem Buhara'dan ayrılarak Tacikistan'ın Kulob şehrine yerleşmiş. 1935'e kadar oraları hicret diyarı olarak benimseyip kalmışlar. AncakRusların baskısı yıllarca devam etmiş ve maalesef oradan da ayrılmak zorunda kalmışlar. Zorluşartlarda Amuderya (Ceyhun) nehrini geçerekbugün yaşadıkları Afganistan'ın kuzey bölgesine yerleşmişler. Hatta rahmetli dedem birçokakrabam, Amuderya'nın sularında kaybolmuş.Ailem ve akrabalarım yaklaşık 40 yıl Afganistan'da kalmışlar. Dünyaya geldiğim dönemde, Sovyet birlikleri Afganistan'a müdahaleetmiş ve 10 yıl sürecek bir savaş başlamış. Annem, “Sen doğduğunda, köyümüzün üstündensavaş uçakları geçiyordu” diyerek o günleribana anlatırdı.Rahmetli babam savaş başlayınca mücahitgruplara katılmak için birliklerin olduğu dağagidiyor. Orada silah dağıtımı yaparken kendisine verilmiyor ve varsa evdeki silahları getirmesini istiyorlar. Kendisi geri dönerken diğer birgrup tarafından savaştan kaçıyor diye yakalanıyor ve sorgulanıp infaz edilmesine karar veriliyor. Üstündeki değerli her şeyi alıp infaz etmekiçin duvarın kenarına götürdüklerinde içlerinden birisi onu tanıyor ve söylediklerinin doğruolduğuna inandığını söylüyor. Rahmeti babambu badireden kurtuluyor ancak yaşadığı şokuntesiriyle uzun süre kendine gelemiyor ve yaşadığımız yerlerden ayrılmaya karar veriyor. Sadece evli olan ablamı bırakıp annemi ve bizlerialarak İran'daki bir arkadaşının yanına gitmeküzere yeniden hicret yollarına düşüyor.Babamın arkadaşı bize çok iyi davranmışve yaklaşık altı ay yanında kalmışız. Rahmetlibabam da arkadaşının bu cömertliğine karşılıkolarak evinin yanında kuyu kazmasına yardımcıolmuş. Kuyuyu bitirmek için son kez kuyuya inmiş. Arkadaşı ile birlikte kuyudayken bir andakuyu suyla dolmaya başlamış. Maalesef babamo kuyudan çıkamamış ve annem altı çocuğuylaberaber dul kalmış. O zaman üç yaşındaydım.Annem, babamın bizler için biriktirdiği birmiktar parayı alarak dayılarımın sığındığı, Pakistan'ın Karaçi şehrine, altı çocuğuyla birlikteyürüyerek gidiyor. Ancak oraya vardıktan sonra bazı akrabalar, annemin elindeki parayı alıyorlar. Annemin uzun yıllar parasını geri almakiçin uğraştığını, bu kadar acının yanında bir dekardeşlerinden gördüğü bu eziyetin onu dahaçok üzdüğünü hatırlıyorum.
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında, Kırgızistan'daki Talas vadisindebulunan Şeker köyünde, dünyaya gözlerini açar. Dokuz yaşında ikenbabası tutuklanır. Çocuk yaşlarında Sovyet rejiminin gerçek yüzünügörür. Bu süreçle birlikte aile için uzun ve çileli günler başlar.
Yıl 1925. Azerbaycan'da, dağların koynunda, temiz havası ve suyuyla meşhur Şeki'de bir çocuk dünyaya gözlerini açar. Büyükleri ona, mesut yaşasın, bahtı açık olsun diye Bahtiyar ismini verirler. Bahtiyar'ın dünyaya geldiği mütevazı yuva; manevi değerlere, Azerbaycan'ın örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı klasik Azerbaycan ailelerinden birisidir.Yeşilliklerin bağrındaki bu güzel beldede, birçok aile gibi, Vahabzadeler de ekmeğini ormandan çıkarır. Aile, dağlardan getirdiği odunları kuyulara doldurur, kömür yaptıktan sonra şehir merkezine götürüp satar, böylece iaşelerini temin edermiş. Küçük Bahtiyar, babası ve amcalarına eşlik eder, günde birkaç kez merkep ve katırlarla o da odun taşırmış.Şeki'nin dört tarafını saran sık ve derin ormanlar sadece ailenin geçimini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda küçük Bahtiyar'ın hayallerini de besler. Zira ninesinin uzun kış gecelerinde kendisine anlattığı gizemli masallar, Şeki'nin etrafındaki gür ormanların derinliklerinde geçmektedir. Babası kışın ve ilkbaharda dağları ona göstererek arzularının bu dağların arkasında olduğunu söyler, şair ruhlu Bahtiyar'ın merak hislerini kamçılar. Bahtiyar çocukken hayallerinde ve rüyalarında babasının gösterdiği dağların arkasına pervaz açar, masalların renkli dünyasında doyasıya gezer. Masallarda dinlediği kahramanlar da ellerinde asa, ayaklarında demir çarıklarla arzularını dağların arkasındaki ormanların kuytu yerlerinde arar.[i]Şeki'nin etrafını çevreleyen gür ormanlar, bir taraftan merak hisleriyle meşbu Bahtiyar'ın hayallerini süslerken diğer taraftan da o dönemde Sovyet ordusuna başkaldıran insanların sığındığı mekânlardır.Sovyetler Birliği'nin temellerinin atıldığı, sistemin Azerbaycan'ın en ücra köşelerine kadar yerleştirilmeye çalışıldığı yıllarda vuku bulan hadiseler, onun düşünce yapısını derinden etkiler. Salhoz ve Kalhozların kurulmaya başlandığı, varlıklı ailelerin mülklerinin zorla ellerinden alındığı dönemde, birçok Azerbaycanlı gibi Şeki sakinleri de topraklarının devlet tarafından kamulaştırılmasına karşı isyan eder. Sovyet hükümetinin şiddetli tepkisiyle karşı karşıya kalan halk isyan eder. Vahabzade'nin çocuk yaşlarında başlayan isyan hareketi kırklı yıllara kadar farklı bölgelerde aralıksız olarak devam eder. Şeki dağları, bir avuç halkın kendisinden kat kat güçlü orduya karşı mücadele veren insanların kahramanlıklarına şahit olur. Küçük yaşlarındaki Bahtiyar'ı etkileyen, hatta fikirlerinin şekillenmesinde önemli rol oynayan hadiselerden birisidir Şeki halkının Sovyet askerlerine karşı verdiği mücadele. Zira dağda savaşanlar arasında onun yakınları da vardır. Diğer taraftan Vahabzadelerin evleri şehrin kenar mahallesinde olmasından dolayı o dönemde mücadele eden Şekililere kolayca yardım eden hanelerden de birisidir. Gece şehre inen isyancılar, Vahabzadelerin evlerinden iaşelerini alır, dağa çıkarlarmış. Şairin anlattığına göre, Sovyet askerlerine karşı vuruşanların başında Kaçak Abbas vardır. O, Sovyet ordusuna başkaldıran destenin başındadır. Uzun süre mücadele eden Kaçak Abbas, Sovyet ordusunun peşine düştüğü savaşçılardan birisidir. Yıllarca onu etkisiz hale getirmek için çalışırlar. Zorlu mücadele sonunda Kaçak Abbas'ı vururlar. Direnişin ve mücadelenin sembolü olan Kaçak Abbas'ın vurulması onlar için bir zaferdir. Şekilileri zorla meydanda toplarlar. Cesedi bir arabanın arkasına bağlayıp sokak sokak gezdirdikten sonra halkın toplandığı meydana getirirler. Şeki ahalisi o günü hiç unutamaz. Cesedin sokakta dolaştırılması karşısında çaresiz kalan insanlar gözyaşlarını içine akıtır. Vahabzade'nin yakınları da oradadır. Eve döndüğünde o güne kadar dedesinin ağladığını görmeyen Küçük Bahtiyar, dedesinin gizli gizli gözyaşlarını dökmesine, annesinin ve ninelerinin de siyah elbiseler giyip günlerce yas tutmasına şahit olur. Onun körpe dimağında adeta kazınır bu hazin hadise.