POPULARITY
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin son 70 yılına tanıklık ettiğimi söyleyebilirim. Kaç ciddi kırılma noktası vardır diye sorulsa önce 1950'yi işaret ederim. Tek partili dönemden demokrasiye geçiş ve unutulmaz ‘Yeter! Söz Milletin!' sloganı büyük bir değişimin habercisiydi. Aradaki darbeleri, darbe girişimlerini, toplumun çatlaklarından sızarak onu parçalamaya çalışma teşebbüslerini bir kenara bırakacak olursak; en büyük ikinci kırılma noktası olarak ‘Terörsüz Türkiye' stratejisini ve tabii ki PKK sorununun çözümlenmesi yolunda atılmış en büyük adımı, rahatlıkla sayabiliriz.
Filistin davasının, belki de tarihinde ilk defa, 7 Ekim'den sonra bütün dünyaya en doğru hâliyle anlatıldığına şahit olduk. Muhakkak önceki nesillerin mücadelesinin bu başarıda çok büyük bir payı vardı. Zaten Hamas'ın bir fikir olmasını sağlayan da bu devamlılıktı. 7 Ekim'de, kuşkusuz, Filistin tarihinde yeni bir safhaya geçildi fakat bu yeni safha yüz yıllık bir tarihin üzerine inşa edildi. Nihaî bir hesaplaşmaya girişildi ve İsrail'e büyük bir cevap verildi. Bu, o günlerde söylenenlerin aksine İsraillilerin beklediği bir cevap değildi. Nitekim o günden sonra neredeyse bütün dünya temelinden sarsılarak Anglosaksonlar ve diğerleri şeklinde ikiye bölündü. ABD ve İngiltere 1917'deki deklarasyon ile İsrail'i kurmuş fakat aradaki bağın göze batmaması için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişti. Aradaki bağları görünmez kılmanın en önemli aracı ise Yahudilere karşı geçen yüzyılda Avrupa'da ve Rusya'da uygulanan şiddetti. Siyonist İsrail de ABD ve İngiltere'nin insanlık karşısında suç kategorisine giren eylemlerle anılmaması için üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Bu, onlara geniş bir manevra kabiliyeti kazandırıyordu. Geri planda kalmanın ayrıcalığını sürdüremeyeceklerini 7 Ekim'de anladılar. Bu tarihten sonra İngiltere ve ABD Filistinlilere karşı işlenen bütün suçlara ortak olduklarını gösterdi. Bu, Hamas'ın içinde bulunduğu savaşın büyüklüğünü gösteren en önemli gelişmelerden biriydi. Yaklaşık yüzyılda inşa ettikleri sistem ve zihinlerde oluşan algı derinden sarsılınca ABD ve İngiltere'nin yeni bir politika geliştirmekte zorlandığını gördük. Hiçbir kural tanımaksızın işlenen bütün cinayetlere ortak olduklarını göstermek için ABD, İngiltere ve Fransa'nın birbiriyle yarışa girmesi anlaşılır bir durum değildi. Her ne kadar dışarıdan devşirdikleri bağlı ve bağımlı yapılar da ABD, İngiltere ve Fransa'ya iman tazelemekte yarışsalar da bütün dünyada bu ülkelere ve Batı dünyasına nefretle yaklaşıldığını gösteren örnekler çoğalmaya başladı. İsrail'e destek veren ülkelerin bu nefreti görmediği düşünülemez. Peki, Anglosaksonlar Fransızlarla birlikte niçin geçmişin ihtiyatlı yaklaşımlarını geride bırakarak bütün dünyayı doğrudan tehdit etmeye başladı? Niçin geçmişin temkinli politikalarını bir kenara bırakarak Filistin'de etnik temizliğe giriştiler? Gündeme getirdiğimiz sorulardan anlaşılacağı gibi bu ülkeleri ikiyüzlülükle suçlayarak herhangi bir cevaba ulaşmamız mümkün değil. ABD, İngiltere ve Fransa'nın herhangi bir dini temsil ettiğini de düşünemeyiz. Filistin'de etnik temizlik yaparken İsrailliler de Batı medeniyeti adına hareket ettiklerini her fırsatta dile getirmişlerdir. Elbette Batı medeniyeti ile kastettikleri Anglosakson hâkimiyetiydi. Batı kavramının umumî bir şemsiye olmadığını hadiseler gösterdi. Batı medeniyeti tamlamasında yer alan medeniyet kavramı da umumî bir ifade olmaktan çok uzaktır. Batı medeniyetinin neden ibaret olduğunu da Siyonizm'i tanımlayarak rahatlıkla anlayabiliriz. Siyonizm, en başta İngiltere ve ABD'de ortaya çıkmış, daha sonra Yahudiler tarafından benimsenmiş bir ideolojidir. Bu ideoloji Anglosakson kolonyal yayılmacılığını ürünüydü ve hedefinde Doğu Akdeniz'de Anglosakson hâkimiyetin kurulması vardı.
Taksim'de 1 Mayıs kutlamak işçi sınıfının ve emekçi halkın hakkıdır. Bu hakkı talep etmek, hak verilmez alınır diyerek bu hakkı almak için mücadele etmek meşrudur. Ama mesele sadece mücadele etmek değil. Mesele kazanmak! Galiptir bu yolda mağlup diyerek kendimizi avutmanın alemi yok. 1 Mayıs'ta Saraçhane'deki kemerlere dizilmiş polis barikatını, hemen ardındaki TOMA'ları aşmak mümkün müydü? DİSK kürsüden kemerlere gitmeyin anonsu yapacağına haydi kemerlere doğru deseydi tablo ve sonuç değişir miydi? Biber gazını bir yana bırakalım, demir bariyerleri de aştığımızı var sayalım, kemerlerin boşluk kısımlarına konuşlanmış TOMA'ları da geçtik diyelim… Taksim'e doğru koşuyoruz! Unkapanı ve Galata köprülerinin açılır kapanır olduğu gerçeğiyle karşılaştığımızda ne yapacaktık? Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay'la ilgili apaçık kararının nasıl yok sayıldığı ortadayken, bir elimize AYM kararını almanın meşruiyet açısından bir anlamı olsa da pek caydırıcı olmayacağını öngörmek güç değildi. İşin bir başka boyutu ise Anayasa Mahkemesi'nin demokrasinin kurucusu ve koruyucusu olduğunu zanneden çok yaygın bir yanılsamanın sola sirayet etmiş olması. Bu kurumun karşı devrimci karakterini daha önce yazdık, söyledik. Memlekette sayısız sosyalist ve ilerici partiyi kapatan bu kurumdur. Önceliği burjuva devletinin bekasıdır. Bu kurumun temel hak ve hürriyetler açısından aldığı olumlu kararlar önemsizdir demiyoruz. Bu olumlu kararların, işçi sınıfının örgütlü gücüne dayanan bir mücadele olmadıkça kâğıt parçasından öte değeri yoktur diyoruz. Kaldı ki AYM'nin 2022'de aldığı bir önceki karar Taksim'e dair kısıtlamaların hak ihlali olmadığına hükmetmişti. AYM'nin burjuva devletinin bekasına adanmış karakterine gayet uygun bir biçimde. Nitekim Ali Yerlikaya da bir eline 2022 AYM kararını diğer eline gaz ve plastik mermi atan tüfekleri alarak çıktı işçinin karşısına. Peki işçi sınıfı inisiyatifi nasıl ele alır? Bunun örneği var: Grev yasakları! Grev yasakları ile Taksim yasağı son derece benzer özelliklere sahip. Taksim'in 1 Mayıs'a kapatılamayacağına dair de AYM kararı var, grev yasaklarının sendika hakkı ihlali olduğuna dair de… Erdoğan AYM kararına rağmen Taksim'i de kapatıyor, grevleri de yasaklamaya devam ediyor. Taksim'i bir elimizde AYM kararı diğerinde karanfil olduğu halde alamadık. DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası'nın Bekaert (Kocaeli) ve Schneider (Gebze) fabrikalarındaki metal işçileri ise grev yasağına rağmen grev yaptı. Orada Erdoğan elindeki tüm yetkilere rağmen grev yasağı kararını uygulatamadı. Aradaki fark inisiyatiftir. Grevde inisiyatif işçidedir. İşçinin bir elinde AYM kararı varken diğer eli şalterdedir. Model Türkiye'ye grev hakkını grev yaparak kazandıran Kavel direnişinin modeliydi. Saraçhane'ye bakıyoruz. Barikata tüm kitle yüklense de kolay kolay aşamazdı aşsa da Haliç'i yüzerek geçecek halimiz yoktu. İnisiyatif karşı taraftaydı. Grevde ise devlet işçilere saldırsa da gözaltına alsa da işçi birliğini bozmadığı, grev kararının arkasında durduğu ve çalışmayı reddettiği sürece o fabrikalarda üretim başlamayacaktı. İnisiyatif işçilerdeydi. Bekaert'te ve Schneider'de kazandık. Saraçhane'de kaybettik. Sınıf mücadelesi kazandı. Sosyal diyalog sendikacılığı kaybetti. Kazanacaksak sosyal diyalogla inisiyatifi sınıf düşmanına vererek değil, sınıf mücadelesiyle inisiyatifi işçinin eline alarak, sınıfın saflarını bölerek değil, birleşik işçi cephesiyle birleştirerek kazanacağız!
İmamoğlu: “Hatırlamadığım için vahlanıyorlar. Onları görünce çok eğleniyorum.” Vatandaş: “Eğlen güzelim gününü gün et… Ben vazgeçmişken eğlen.” * O kendince eğlenedursun, CHP'de para sayma işi aldı başını gitti. Herkes başka birinin kucağına atıyor. Ateş topu mübarek. Normal şartlarda bu konu çok baş yakar. Mesele, o şartları yakalayabilmek. Bakacağız. Dolar ve avro tomarlarından kule yaptıkları görüntüler, günlerdir ekranlarda dönüyor. Partiye il binası almak istemişler. 41 milyon liralık bina bedeli, beş sene öncesinin parası. Tapuda noksan göstermişler. Aradaki fark 17 milyon lira civarı para, bina sahibine elden ödenmiş. Alenen usulsüzlük. (Bunu herkes kabul ediyor, çok normalmiş gibi.) Böl, topla, çarp, çıkar, 2019'daki 41 milyon liranın bugünkü değeri yaklaşık 250 milyon lira eder. Dört işlemi bilen, buna otuz saniyede ulaşır. * Bina sahibi Ali Rıza Braka, parayı TL cinsinden aldığını söylerken, kebap yeme eşliğindeki para sayma görüntülerinde “avro ve dolar” kuleleri görülüyor. Para tomarlarıyla niye kule yapıyorsunuz? Yatay mimariden haberiniz yok mu?” desek, pek anlamsız kaçar. Kimseye de komik gelmez.
Macron gemi azıya almış durumda.İrili ufaklı diğer devletçikleri de içine almak sûretiyle , Fransa, Almanya , İsveç, Finlandiya ve Polonya hattı, Rusya ille kesin hesaplaşmayı 2025 senesinde hedeflediklerini alenen ilân ediyorlar. Verilen beyânatlar, bu hedefin, ABD, Birleşik Krallık ve NATO dâhil olsun veyâ olmasın hayâta geçirilecek kesinlemesinde bulunuyor. Aradaki zamânı ise hazırlıklara hasredilecekmiş. Aslında gâliba bir işbölümü yaşanıyor. Avrupa ve Ortadoğu uzmanı Victoria Nuland'ın istifâsı ve yerine Pasifik uzmanı John Bass'ın gelmesi, ABD ve Birleşik Krallık kuvvetlerinin siyâseten ve askerî olarak Pasifik'e, Kıt'a Avrupası kuvvetlerinin ise Rusya'ya ve daha ihâtalı olarak Avrasya'ya yükleneceğini gösteriyor. ABD'deki bahsi edilen nöbet değişiminin ardından Tayvan'a süresiz olarak çok ciddî bir askerî sevkiyat ve yerleşiminin haberinin gelmesi, Filipin ve Çin donanmalarının restleşmesi , bu iddianın delilleri olarak değerlendirilebilir. Pek çok çevre , Trump'ın Kasım ayında kazanması durumunda , vasatın yatışabileceğini tahmin ettiğini biliyoruz. Bu tahmin iki açıdan sıkıntılı görünüyor. İlk olarak insanlığın veyâ dünyâ kamuoylarının içine düştüğü perişân hâli gösteriyor. Bu tahminde , kariyerinde çılgınlıklarla anılan bir insandan barışı beklemek gibi bir garâbet yatıyor. Şimdi soralım; Trump'ın serâpa ekonomik temelli insafsız bakışından bir barış çıkar mı? Meksikalıları böcek gibi gören Trump'ın savaşın doğuracağı korkunç bir yıkımdan ahlâken rahatsız olup bunu durdurmak yolunda bir inisiyatif alabileceğini kim iddia edebilir? Trump'ın Avrupa kızgınlığının yegâne sebebi, NATO mensuplarının ekonomik katkılarını ihmâl etmesiydi. Değilse Trump, ilkesel seviyede NATO'ya karşı çıkan tek bir beyanat vermedi. Şikâyet ettiği tek husus, NATO'nun ABD ekonomisi üzerinde yük olmasından başka bir şey değildi. Eğer Trump iktidâra gelir ve bu arada 2025 olarak tarihlenen Rusya-Avrupa savaşı patlarsa, yapacağı ilk iş NATO katkı paylarına bakmak olacaktır. Eğer savaş ekonomilerine geçmiş Avrupa devletleri katılım paylarını edâ etmiş ise bu savaşı umûruna koyacağını hiç zannetmiyorum. Muhtemelen , son âna kadar 5. Maddeyi bile mesele etmeyecek, sâdece bedeli mukâbilinde silâh desteği vermekle yetinecektir. Bunu da “Çin ile uğraşıyorum. Megûlüm ve elimden gelen budur” kabilinden bir özür ile geçiştirecektir. Putin'in Trump'ın gelişini istemesinin arkasında yatan da sâdece bu kadarı; yâni Avrupa ile yapacağı savaşta ABD'yi doğrudan karşısında bulmak istememesi olsa gerekir. Değilse Putin, bilhassa yaptığı son tesirli ve bence târihî konuşmasında ortaya koymuş olduğu üzere, Trump'tan bir barış beklemediğini göstermiş durumda. Putin'in ikinci hesâbı ise ABD-Çin geriliminin tırmanmasının, yeni bir cephe meydana getirmesinin kendisine sağlayacağı imkânlardır.. Bu tırmanma Pasifik'de elini rahatlatacak, burada kendisine ,meselâ Japonya'dan bir tehdit gelecek olursa Çin ile başından beri çok arzuladığı stratejik ittifâkı kaçınılmaz hâle getirecektir. Rusya-Ukrayna- veyâ Rusya-Avrupa savaşında çekimser kalan Çin'in artık bu lüksü kalmayacaktır.
Deniz Alnıtemiz bu bölümde az sayıda ama azımsanamayacak hayranları ile denk gelmelerinden, Hasan Tahsin'den ve bir metafor olarak kurşundan bahsediyor. / Editing: Emre Ceylan Yaklaşan solo şovlarım ve Kısmet Şov biletleri için: https://linktr.ee/deniz.alnitemiz
Muğla/Milas'ta sahadayım. AK Parti'mizin gösterdiği Cumhur İttifakı'nın adayı Rüştü Yiğitkaya yılların tecrübeli bir siyasetçisi. Tanınırlık oranı hayli yüksek. Halkta karşılığı olan biri. AK Parti'mizin güçlü bir teşkilatı var. İlçe başkanımız Emin Çelik sevilen sayılan biri. MHP sahada tekrar varlığı güçlü bir şekilde hissedilen bir partiye dönüşmüş. İYİ Parti'den MHP'ye dönüşler başlamış. Elimde Milas'la ilgili yapılmış bir yerel siyaset araştırması var. Yakın tarihli bir araştırma bu. Seçim sonuçlarını her dönem en yakına bilen saygın ve güvenilir bir araştırma kuruluşuna ait. Orada “Milas'ın sorunlarını hangi adayın çözeceğini düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen cevaplarda Cumhur İttifakı'nın adayı Rüştü Yiğitkaya ilk sırada çıkıyor: Yüzde 27,5. İkinci sırada CHP adayı Fevzi Topuz çıkıyor: Yüzde 25,2. AK Parti'ye oy verebileceğini belirtenlerin oranı 54,7, MHP'ninki 32,9. CHP 53,7 ile bir puan AK Parti'mizin gerisinde. AK Parti-MHP-İYİ Parti'nin milliyetçi tabanı bağlamında düşünüldüğünde siyasal tercihin doğru kanalize edilebilirse Cumhur İttifakı'nın lehine olduğu aşikâr. Şu soruya dikkat: “31 Mart 2024 Milas Belediye Başkanlığı seçiminde hangi adaya oy vermeyi düşünüyorsunuz?” Cevap: CHP adayı Fevzi Topuz:29,6. AK Parti adayı Rüştü Yiğitkaya: 26,8. Kararsızların sayısı 30,6 gibi azımsanmayacak oranda. Bu şu anlama geliyor: Kararsızların tercihi belirleyici olacak. Ayrımsız hizmet vurgusu veya hizmet beklentisine yönelik ikna çabası bu seçimi rahatlıkla Cumhur İttifakı'na kazandırabilir. Oyunuzu hangi partiye verirsiniz sorusuna verilen cevaplarda ise CHP birinci, AK Parti ikinci parti çıkıyor. Aradaki fark sadece bir kaç puanlık farktan ibaret. Saha ziyaretlerinde gördüğüm şu:
İslam coğrafyasında çatışma bölgelerini anlamaya çalışırken çoğunlukla mezhep eksenli değerlendirmeler öne çıkıyor. Bu Yemen için de geçerli bir durumdur. Bunun bir sonucu olarak hem Yemen iç savaşını hem de Suudî Arabistan'ın bu ülkeye saldırılarını açıklarken çoğunlukla mezhep çatışmaları eksenli değerlendirmeler yapılıyor. Örneğin Husîlerin Şia ile benzerliği üzerinden yapılan değerlendirmeler bu kategoridedir. Görünürde Suudî Arabistan ile İran arasındaki gerilimde mezhep farklarının önemi büyüktür fakat bunun tek başına belirleyici olmayacağını teslim etmek zorundayız. İngiltere, ABD ve İsrail'in İslam coğrafyasında meydana getirdiği tahribatı anlamak için 19. yüzyıl kolonyalizmini mutlaka dikkate almak gerekiyor. Bu en az mezhep eksenli değerlendirmeler kadar önemlidir. Suçu başkalarına atmak yerine kendimize bakmalıyız gibi yanıltıcı fikirler birçok hadisenin anlaşılmasını engelliyor. Örneğin Aden'in Arap yarımadasında İngiltere'nin tek kolonisi olduğunu bildiğimizde İngiltere ve ABD'nin bu ülkeye olan ilgisi daha iyi anlaşılır. Suudî Arabistan'ın Husilere karşı tam olarak eski İngiliz müstemleke ve himaye bölgelerini desteklemesi bugün ABD ve İngiliz saldırılarının tesadüf olmadığını gösterir. Aradaki devamlılık birtakım soruları açıklayacaktır. Faklı kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre Kraliçe II. Elizabeth 1954'de İngiliz kolonisi olan Aden'i ziyaret ettiğinde İngiltere'nin gerilerde kalan görkemini yeniden canlandırmak ister. “Arap Yarımadası'nın güney ucunda bulunan bu şehir, o dönemde Britanya İmparatorluğu'nun müstemlekesiydi ve en işlek ve önemli limanlarından biriydi.” Aden, İngiliz kolonisi olan tek Arap bölgesiydi. Mısır, Filistin ve Basra Körfezi gibi Ortadoğu'daki diğer İngiliz hâkimiyeti altında bulunan bölgelerde ise manda veya himaye rejimleri uygulanıyordu. 20. yüzyılda ortaya çıkan manda ve himaye rejimlerini müstemleke yönetiminin devamı olarak düşünebiliriz. Örneğin Filistin'de İngiliz manda rejimi uygulandı ve İsrail bu rejim altında ortaya çıktı.
İsrail, Gazze Savaşı'nda bütün insanlığa karşı ağır bir suç işleyerek tarihe geçti. Kuşkusuz bu bir soykırımdı. İsrail, Gazze'de ve Filistin'in bütününde işlediği suçun yanında büyük bir yıkıma da yol açtı. Gazze'de taş üstünde taş kalmadı. Batı Şeria'da da Filistinlilerin evleri sistemli bir şekilde yıkılıyor. Bu, tam anlamıyla bütünlüklü bir siyasetin hayata geçirildiği anlamına gelmektedir. İsrail, bütün Filistinlileri mülksüzleştiriyor. Bu da İsrail'i Batı Avrupa'nın ve özellikle de Anglosakson kolonyalizminin uzantısı hâline getiriyor. Fakat bütün bunlara rağmen İsrail, 7 Ekim'den sonra ilan ettiği hedeflerine ulaşamadı ve büyük bir itibar kaybına uğradı. İsrailli yöneticilerin “cinnet” hâline sürüklenmesinin sebebi de budur. İsrailli temsilcilerin 7 Ekim'den sonraki açık beyanları bu cinnet hâlinin göstergesidir. İsrail'in Gazze'de ve Filistin genelinde sergilediği vahşet bütün dünyada tepkiye neden oldu. Çünkü vahşet neredeyse bütün dünyaya rağmen sergilenmektedir. Sadece İngiltere, ABD, Almanya, Fransa ve Hollanda gibi eski kolonyalist devletler İsrail'in vahşetini açıkça destekliyor. Bu, Avrupa ülkelerinin Yahudilere borcu olarak yorumlanamaz. Nitekim kolonyalist devletlerin İsrail'e desteğinin Avrupa dışındaki dünyada tepki uyandırmasının sebebini de bu destekte aramak gerekir. Aradaki bağ, kolonyal tarihin mirasıdır. Bu çerçevede özellikle eski müstemleke ülkelerinde Avrupa ve İsrail'e yönelik öfkenin gittikçe artması oldukça önemlidir. Öfkenin sözde kalmaması üzerinde durmamız gerekiyor. Filistin'i fiilen destekleyen ülkelerden biri Güney Afrika'dır. Güney Afrika, İsrail'in işlediği suçları Uluslararası Adalet Divanı'na taşıdı. Peki, niçin Güney Afrika? Bilindiği gibi Güney Afrika'da bugün İsrail'in Filistin'de uyguladığı sistemin benzeri hayata geçirilmişti. Sistem Güney Afrika'da azınlık olarak yaşayan Avrupa milletlerinin üstünlüğüne dayalıydı ve ırk ayrımı temeli üzerine kurulmuştu. Beyaz azınlık kavramını özellikle kullanmak istemedim. Azınlık olarak yaşayan Avrupalı milletlerin ayrıcalıklarına göre tanzim edilmiş sistem İngilizlerin eseriydi. Yeni kuşaklara Cecil Rhodes gibi İngiltere'nin menfur tarihini temsil eden şahısların çok daha iyi anlatılması gerekir. Ancak bu bilgi ile Güney Afrika'nın Filistinlilere desteği daha iyi anlaşılabilir. Mareşal Jan Smuts yönetimindeki Güney Afrika müstemleke yönetimi, İsrail'i fiilen tanıyan ilk hükûmetlerden biriydi. Üstelik Jan Smuts, Siyonist ideolojinin önde gelen temsilcilerinden Chaim Weizmann ile şahsen dosttu. 1960'larda Güney Afrika'da yaşayan 120.000 civarındaki Yahudi toplumunun büyük çoğunluğu Siyonist ideolojiye bağlıydı. Kaynaklara göre bunların çoğu Balfour Deklarasyonu'ndan sonraki yıllarda Siyonist harekete düzenli mali destek sağlamıştı. Bu mali destek, kesintiye uğramadan, İsrail kurulduktan sonra da devam etti. İsrail, 1970'lerin ikinci yarısından sonra Güney Afrika apartheid rejimi ile bağlarını korudu. Apartheid rejimi yalnızlaştıkça İsrail, Güney Afrika müstemleke yönetimi ile ilişkilerini geliştirdi.
İslâm tarihinin en büyük kahramanlarından Salahaddîn Eyyûbî ile alakalı, zaman zaman alevlenen bir tartışma var. Gazze'de gözlerimizin önünde bir soykırım devam ederken, belki “tarih polemiği” yapacak zaman değil, ama merhum bir tarihçimizin oldukça sert beyanları da sosyal medyada sıklıkla paylaşılınca, kafası ve gönlü bulanan ve bunalan genç kardeşlerimizin ısrarlı sorularına topluca cevap vermek şart oldu. Şimdi, Salahaddîn'e dair özellikle tartışma konusu edilen hususları teker teker izaha çalışacağım. Bunu yaparken de adaletten, insaftan, hakikatten ve kaynaklardaki doğru bilgilerden sapmamaya dikkat edeceğim. 1. “Nûreddîn Zengî'nin devletini gasp etti” Salahaddîn Eyyûbî ve ailesi, Selçukluların Bilâdüşşâm mıntıkasındaki atabeyleri olan Zengîlerin emrine girdikten sonra, bu iki aile arasında sarsılmaz bir ittifak ve itimat meydana geldi. Salahaddîn'in babası Necmuddîn ve amcası Şirkûh önce İmâdüddîn Zengî'ye, sonra da onun oğlu Nûreddîn Mahmûd'a derin bir sadakatle bağlandılar. Nûreddîn'in 1174'teki vefatına kadar, Salahaddîn herhangi bir şekilde “bağımsızlık” düşünmedi, bu yönde hiçbir adım atmadı. Ancak Nûreddîn, ardında henüz 11 yaşında olan bir evlat bırakarak vefat ettiğinde, Salahaddîn, Haçlılara karşı savunmasız kalan Bilâdüşşâm'ı kendi yönetimi altında toplamak durumunda kaldı. Böyle bir sürece “gasp” demek, hiçbir tarihî vakıayla örtüşmez. “Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı gasp etti” denebilir mi mesela? 2. “Nûreddîn'in dul karısını nikâhına aldı, anası yaşında kadınla evlendi” Nûreddîn Mahmûd Zengî'nin karısı İsmetuddîn Hatun, zaten eşraftan bir yöneticinin kızıydı. Kocası vefat edince, Şam'da ciddi bir yönetim krizi baş gösterdi, etrafı kendisini tesir altına almak isteyen komutanlarla ve danışmanlarla kuşatıldı. Salahaddîn'in onunla evlenmesi tamamen, devletin krize sürüklenmesini önlemek amacıyla yapılan siyasî bir nikâh akdiydi. Aradaki yaş farkı “anası yaşında” denecek kadar çok olmadığı gibi, İslâm tarihi boyunca benzer şekilde yapılmış sayısız evlilik mevcuttur. İsmetuddîn, 1186'da Şam'da vefat edinceye kadar, Salahaddîn'le sadece 9 yıl evli kalmıştır, ki Salahaddîn de bu süre zarfında sürekli seferlerle meşguldü. Sanki gayrimeşru ve gayriahlâkî bir işmiş gibi, bu evliliği dile dolamak insafa sığar mı? 3. “Kudüs'ün fethi, şişirilmiş bir zaferdir” Haçlı sürülerinin 1099'da işgal ettiği Kudüs, sonraki 88 yıl boyunca Frenklerin yönetiminde kalmıştı. Hıttîn Savaşı'nda Haçlılara tarihî bir hezimet yaşatarak Kudüs'ü yeniden İslâm'a armağan eden Salahaddîn, Müslümanların ilk kıblesindeki her bir dinî mekânı aslına rücu ettirdi. Salahaddîn'in zaferini küçümsemek, Kudüs'ün tarihindeki en önemli dönüm noktalarından birini yok saymaktır. “Şişirilmiş zafer” sözü ile kastedilen, Haçlıların zayıflaması ve şehrin “zaten düşecek olması” idiyse, aynı yorumu İstanbul'un fethi için de mi yapacağız? Fatih, İstanbul'u Bizans'ın son derece zayıfladığı ve içten içe çürüdüğü bir zamanda fethetmişti. O zaman ona da mı “şişirilmiş zafer” diyeceğiz?
FAHRETTİN ALTUN'UN İSRAİLLİ FLÖRTÜİletişim Başkanı Fahrettin Altun, para vererek kendisini İsrail medyasında nasıl hedef yaptı? Hangi İsrailli ile flört halinde bunu çözdü? Ne kadar ödendi? Aradaki "dövmeli çocuk" Emir Ekşioğlu kim? İsrailli Gazeteci, Altun aleyhine yazdığı yazıyı Emir Ekşioğlu'nun yazdırdığını nasıl itiraf etti? Tüm bunları nasıl halkın parasıyla finanse ettiler? Küçük dilinizi yutacağınız bir skandal...
Irak'ın ABD ve müttefikleri tarafından işgalinden üç yıl sonra, devrik lider Saddam Hüseyin 30 Aralık 2006 sabahı idam edildiğinde Yemen'deydim. San'â'da, Kurban Bayramı namazı için arkadaşlarla musallaya gitmek üzereyken, El Cezire'nin özel yayınından öğrenmiştik Saddam'ın idamını. Yemenli Arap arkadaşların yaşadığı şok çok büyüktü. Ekranın önünde dona kalmıştı hepsi, hatta bazıları ağlıyordu. Bayram namazından sonra, San'â ve diğer şehirlerde yüzbinlerce insanın katıldığı gıyabî cenaze namazları kılındı. Saddam öylesine seviliyordu ki, kızı Rağd'ın “Babamı Yemen'e gömün, Irak özgürleştirildiğinde cenazesini tekrar Bağdat'a naklederiz” dediği bile ortaya çıkacaktı bilahare. Saddam Hüseyin dendiğinde, benim aklıma Halepçe Katliamı, muhaliflerine ödettiği ağır bedeller, izlediği politikalar sebebiyle Irak'ın patlamaya hazır bir barut fıçısına dönüşmesi, Baasçı dünya görüşünün ülkesini sürüklediği çıkmaz sokak, kendisi ve adamları saraylarda sefa sürerken Irak halkının sefalet içinde yok olması gibi unsurlar geliyordu. Oysa Yemen'de “öteki Saddam”la tanışıyordum. Sırf Amerika devirdiği için sevilen, işlediği tüm suçlardan tevbe ettiği söylenen, kendisini ülkesine adamış Saddam'la... Aradaki çelişkiyi ve boşlukları kapatmak zordu şüphesiz, ama Saddam'ın iki ayrı yüzü, Arap sokaklarında yaşamaya devam ediyordu. Sonraki yıllarda, tarihi okudukça, insanlara kulak verdikçe ve Ortadoğu'nun ara sokaklarında uzun seyahatlere çıktıkça, şunu fark ettim: Herkesin tuttuğu bir “takım” vardı ve zalimlerle mazlumların tanımı bile bu tribün taraftarlığı çerçevesinde şekilleniyordu. Kurbanlar arasında bariz bir şekilde ayrım yapılıyordu, düpedüz kurban seçiliyordu. Mutlak biçimde adaletin, doğrunun ve hakikatin peşinde olan insan çok azdı. Nice katliamı, nice diktatörü, nice savaşı ve işgali ele alıp dikkatle inceledim, kanaatim daha da pekişti. Son olarak, İsrail'in Gazze'de imza attığı mezalimi ve soykırımı takip ederken aynı şeyi görüyorum: Suriye'de geçtiğimiz on yıl boyunca öldürülen 500 bin dolayında sivilin korkunç akıbetine alkış tutan, Halep ve diğer şehirler bombalanırken kafasını çevirip ıslık çalmayı seçen, Sünnîlere yönelik mezhep temelli etnik temizliği hiçbir insanî kaygı duymaksızın destekleyen ve tüm bunları sanki unutmuşuz gibi, şimdi karşımıza geçip Gazzeli çocuklar için ağıt yakar gibi yapan ikiyüzlüler var. Katil İsrail veya Amerika olunca lanetleyen, ama İran ve müttefikleri olunca sükût eden ikiyüzlüler... Türkiye içinde de, protesto gösterilerini siyaset malzemesine çevirip, “emperyalist ülkeler” kontenjanına sadece ABD'yi yazanlar aynı tiplerin yerel versiyonları. Suriye'de sadece son on yılda, İsrail'in 1948'den günümüze öldürdüğü Müslüman sayısının on katından daha fazla Müslüman öldürüldü. Şam'daki Filistinli mülteci kampı Yermuk, Beşşâr Esed rejimi tarafından boşaltıldı, ahalisi tehcir edildi. Suriye'de öldürülen Filistinli mülteci sayısı 5 bine yaklaştı. Siyonist zulümden kaçan garibanlar, Baas zulmünden kaçamadılar...
Türkler olarak 100.sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Cumhûriyet geçen asrın başlarında kuruldu. Kesin olan doğrultusu, milleti medenî bir eksende inşâ etmek azim ve kararlığıydı. Bunun referans kümesi ise Batı'ydı. Ama bu Batı'nın toptan kabûlü değildi. Kuruluş süreçleri bir dizi arındırma faaliyetini içeriyordu. Bir defâ Batı, emperyalist tortusundan ve bâzı kültürel unsurlarından arındırılıyordu. (Batı'ya rağmen Batılılaşmak) İkinci arındırma ise Osmanlı geçmişinin toptan reddiydi. Doğan kültürel boşluk folk dünyânın değerleriyle doldurulmak isteniyordu. Halkçılık tam da bunu ifâde ediyordu. Kültürel düzlemde, kendi sâhiciliği üzerinden belki hoşluk taşıyan; lâkin her şekilde işlenmeye muhtaç görülen yerli kaynaklar ile hâriçten devşirilmiş Batı değerlerinin bir sentezi, Cumhûriyetin üzerine yükseleceği temel sütunu ifâde ediyordu. Merak buyurulmasın; niyetim bunun doğru veyâ yanlış olmasıyla; başarılıp başarılamadığı ile alâkalı seviyesiz tartışmalara girmek değil. Benim için mühim olan, temel referans çevresinin medeniyet iddiasına mündemiç olmasıdır. Cumhûriyeti saygıdeğer yapan da bu doğrultusudur. Medeniyet her zaman için dinlenmeye değer bir kavramdır. Medeniyet vurgusunun yapıldığı yerde, Medenî İnsan'ın ( Homo Civicus), Kültürel İnsan ( Homo Cullturalis )olmaklığımızdan gelen sorunları çözmeye namzet olduğu anlaşılır. Medenî durum, kültürel durumlardan farklıdır. Aradaki farklılık, bidâyette bir sıcaklık-soğutulmuşluk farkı olarak basitleştirilebilir. Kültürel durumlar pathos temellidir. Bunun pratik karşılığı ise her bir kültürel durumun kendi yüksek harâretli fırınlarında patetik-duygusal durumlar üretmesidir. Topluluk bağları tam da bu patetik vasatta kendi ethos'unu bulur. Kendi lisânımıza aktaracak olursak bu hâller iyisi ve kötüsüyle âdemiyet hâllerimizdir. Kendi içinde zengin bir çeşitliliğe sâhip olan ve topluluk içinde yakınlaşmalara giden yolları döşer; felâha, selâmete elverir. Mesele, farklı kültürlerin karşılaşmasından, aykırılaşmasından doğan gerilimlerde başgösterir. Kıt kaynakların hâkim olduğu, içinde zırâi -göçebe yapıların hüküm sürdüğü uzun zamanlarda bu karşılaşmalar son derecede risklidir. Bahsedilen riskin en çarpıcı çıktılarından birisi de, kültürel toplulukları içine kapatan, hâricî kültürelere karşı bileyen kan dâvâlarıdır (vandetta). Neticede kaosun doğduğu ve kazananın olmadığı felâketli vaziyetlerdir bunlar. İşte tam da bu merhâlelerde, içinde kendi aklını (logos) taşıyan bir medenî müdahale gelirse meseleler hâl yoluna girer. Medenî insanın (Homo Civicus) duruma vaziyet ettiği bir selâmete, felâha ulaşılabilir. Medenî durumun aklı kültürel akılcılaştırmalardan farklı işler. Moda tâbirle ifâde edecek olursa bir üst akıldır o. Vasatı soğutur. Elindeki en büyük âlet ise, kadim dünyâlarda olduğu üzere işlenmiş bir teopolitik veyâ modern dünyâda olduğu üzere ekonomipolitiktir. Kılıç ve yasa her medenî durumun sadece simgelerini değil, maksimlerini verir. Sayısız müessese medeniyetlerin mühendisliği veyâ mimârisini inşâ eder. Bu hâli ve niteliği ile elbette her medeniyet sun'idir. Dramaturjik veyâ teatral muamelât paternleri bunu çok berrak ortaya koyar. Buna göre, Toynbee'nin de işâret ettiği üzere Osmanlı bir medeniyetti. Çünkü kan davâlarının cirit attığı bir büyük coğrafya olan Doğu Akdeniz'de, sâhip olduğu teopolitik araçları kullanarak barışı sağlamıştı(Pax Ottomana).
Sanırım kimse Kahramanmaraş depreminin öncesinde ve sonrasında yapılanlardan tatmin olmuş değil. Ancak yine bu tür felaketlerde gösterdiğimiz toplumsal refleks devreye girdi. Müthiş bir seferberlik var. Özellikle depremden zarar görmeyen bölgelerden, ülkenin ekonomisinde söz sahibi olan şirketlerde veya o şirketlerle çalışan iyi yetişmiş kişiler kendilerince örgütlenmeye ve destek sunmaya gayret gösteriyorlar. Bir sürü gruplar oluşturuldu, kimi arkadaşlarını toplayıp yola koyuldu, kimi oturduğu yerden organizasyonlara, koordinasyona soyundu. İnsanımız gerçekten bir zorluk karşısında çok dirençli, çok özverili, çok pratik. Hemen işe koyuluyoruz, planlama bize yetişemiyor çoğunlukla. Aradaki verim farkını daha çok çalışarak, itişe kakışa, biraz kıra döke kapatıyoruz ya da kapatmaya çalışıyoruz. Şimdi burada içinden çıkamayacağım bir sosyolojik analiz içine girmeyeceğim ama gördüğüm temel bir eksikliği bu bölümde işlemek istiyorum. Kriz anında yardıma koşuyoruz ama bunu uzun zamana yayılan bir çaba ile göstermiyoruz. Gönüllülükten bahsediyorum, gönüllülük hakkında size bir rapordan ve kendi gözlemlerimden bahsedeceğim. Türkiye'de Gönüllülük adındaki bu rapor, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlarından çıkmış, yazarları Emre Erdoğan, Pınar Uyan Semerci, Nurhan Yentürk ve Laden Yurttagiler. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Programının 2014 yılına ait bir çalışmasından bahsediyorlar. Bu çalışmaya göre Türkiye'de yetişkinler arasında herhangi bir gönüllülük faaliyetinde bulunanların oranı sadece %6.2 ve bu araştırma kapsamındaki ülkeler arasında sondan ikinciliğe denk geliyor, son sırada %5 ile Rusya var. Herşeyin devletten beklendiği bir ülke diyebiliriz sanıyorum Rusya için, biz de bir tık iyiyiz orada.
İbrahim Kalın ile “Kendi Gökkubbemiz” kendine has üslubuyla farklı ufuklara yelken açtırmaya kaldığı yerden devam ediyor. Her hafta farklı konulara değinerek izleyicilerine yeni fikir kapıları aralayan İbrahim Kalın bu bölümde "Varolmak ve Bulmak" kavramları üzerinde duruyor. Kendi Gökkubbemiz'in yeni bölümde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Hocam hoş geldiniz, safalar getirdiniz. İbrahim Kalın: Hoş bulduk, sağolun. Serdar Tuncer: Geçen programı izleyenler Flanör olmak üzerine söyleştiğimizi fark edecekler, bilecekler. Orada bahsi geçen bir mevzu vardı beni etkiledi. Müsadenizle oradan devam edelim... Fotoğraf kendini bazen verir, bana verilmiştir dediniz. İnsan bazen kendisi çeker bazen de bir fotoğraf lütfedilir. Bu sadece fotoğrafta değil hayatın her sahasında... Geçen Ramazan Sadeddin Ökten hocayla konuşuyoruz, dedi ki; Nevâfil ile tanıştım. Nevâfilin ne olduğunu bilmeyen bir zat değildi, nevâfili olan da bir zattı ama tanıştı... Bizim tanışıklığımız sokakta geçerken merhabalaşmak gibi ama hocanın ifadesinden anladım ki nevâfil gelmiş eve misafir olmuş... Benim almamla onun bana verilmesi, benim aramamla onun bana buldurulması. Aradaki fark ne? İbrahim Kalın: Var olmak bulmaktır. Bir şeyin var olması demek onun bulunması demektir. Hoş bulduk diyoruz ya... Hoş geldiniz, hoş bulduk. Türkçe'deki en leziz, en nefis kelimelerden birisidir. Hoş geldiniz ve cevap olarak siz diyorsunuz ki hoş bulduk... Neyi bulduk? İnsanı bulduk, güler yüzü bulduk, bir hâli bulduk, bir mekanı bulduk dimi... Bulmanın kendisi o kadar varoluşsal bir eylemdir ki sadece basit bir hoş bulduk kelimesinin içinden çok varoluşsal bir eylemi gizlemiş bizim dilimiz. Açtığınız zaman olmak, bulmak, varolmak hepsi birlikte karşınıza çıkıveriyor, arz-ı endam ediyor... Bunu niye söylüyorum? Büyük sanat eserleri, büyük manevi haller, büyük ilmi keşifler, fikir, düşünce dünyasının büyük keşifleri böyle bir bulma sürecini ifade eder. Tabi ki arayan sanatkar, düşünür, kişi arıyor, onu ortaya çıkartmak için bir çaba ortaya koyuyor ama neticede ortaya çıkan şey sadece benim oturup kendi zihnimde, kendi elimle, elimdeki malzeme ile yapıp icad ettiğim bir şey değil tam tersine benim aradaki perdeleri kaldırarak kendi ruhumdaki duyguyu, ışığı, fikri, niyeti katarak beraber inşa ettiğim bir şey. İcat kelimesi de vücutla aynı kökten geliyor zaten... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Team Paribu'nun sunduğu Salon Sporu'nda bu hafta: Fenerbahçe Beko, Bayern Münih deplasmanında rahat kazandı. Nigel Hayes'in yeni rolü, Wilbekin ve Edwards'ın savunma enerjisi, pota altındaki çeşitlilik... Anadolu Efes düşük viteste oynasa da Kızılyıldız'a karşı zorlanmadı. Aradaki kumaş farkı, Koç Ergin Ataman'ın maç önü mesajı, Rodrigue Beaubois... Olimpiakos, Barcelona'yı deplasmanda devirdi. Yunan ekibinin neden normal sezonun favorilerinden biri olduğunu konuştuk. Facundo Campazzo - Fenerbahçe Beko iddiaları EuroLeague Fantezi günlüğü Bize yazın! Twitter: @nihancab | @BugraBalaban_
Dikkât çekici bir kelime bu. Arapça'dan geliyor. Kökensel olarak bakıldığında bizde birey olarak karşılan “fert”ten türüyor. Birim, parça (ferd) gibi yan manâları var. Ama pratikte ve yaygın olarak, eğitim ve öğretim programı veyâ onun unsurlarıni ifâde ediyor. Son yirmi sene zarfında, Türkiye, eğitim ve öğretim kuruluşlarının alt yapısına hatırı sayılır bir yatırım yaptı. Eski, köhne okul binalarının yerini şık binalar aldı. Maddî alt yapı büyük ölçüde yenilendi. Sermâye de, aynı zaman zarfında eğitim ve öğretime eskiden olduğundan daha fazla alâka duydu. Özel okullaşma oranı şaşırtıcı şekilde büyüdü. Elbette onlar da maddî görünüm ve donanım hususunda birbirleriyle yarıştılar. Ortaya, görünüşüyle, Batı'dakilerle boy ölçüşecek çok şık ve çekici eğitim-öğretim kuruluşları çıktı. Bunu asla küçümsemediğimi hemen belirtmeliyim. Mesele, daha çok bu şık maddî vasatlara nasıl bir muhteva; dostum Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mahmut Özer'in kullandığı kavram ile, iklim kazandırılacağı ile alâkalı. Bu hususta hakikâten tam bir keşmekeşin hüküm sürdüğünü üzülerek görüyorum. Şuna hemen işâret etmeliyim ki, ana, ilk ve orta dereceli okulların meselelerini çok iyi bilmiyorum. Gördüklerim daha çok halâ bünyesinde bulunduğum üniversitelerle, onun da insan bilimleri kısmıyla alâkalı. Üniversitelerde gördüğüm en temel meselelerden birisi, bilgi aktarımında savruk ve yüzeyselleştirilmiş bir ansiklopedizmin yaygınlığı. Powerpoint ile sıkıştırılmış hâliyle, yüzeysel tarifler, sınıflandırmalar, diyagramlar havalarda uçuşuyor. Talebeler de, dersleri geçmek için bunları hummalı bir şekilde ezberliyor. Pek çok imtihan, biraz da talebe yoğunluğundan olsa gerek, çoktan seçmeli veyâ boşluk doldurmalı testler olarak yapılıyor. Powerpoint ve test imtihanları arasında geçen seneler sonunda diplomalar dağıtılıyor. Talebeler, bilgiyi içselleştirmek ve bunu ifâde etmeye dayalı bir tecrübeyi yaşamadan mezun oluyorlar. Bunun zıttında ise, interaktif, katılımcı ders yapan hocalar da var. Hakkını verenleri tenzihen ifâde etmeliyim ki, bunun daha çok ders anlatmaktan kaçan hoca tembelliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Dersin meselelerini, konularını talebelere taksim ediyorlar ve çoğunlukla kahve sohbetlerinin seviyesini aşmayan konuşmalarla dersler geçiştiriliyor. Hazırlanan sunumlar ise, çoklukla internetten devşirilmiş, kes-yapıştır tarzı peypırlar . Klâsik ders anlatan hocalarda da bir sorun var. Köklere inme ısrârı. Güncel ile târihsel olan arasında kurulan sakat bir ilişki bu. Evet, târihten kopuk, onun birikimlerinden soyutlanmış bir güncelciliğe tepki olarak ortaya çıkıyor. Ama başka bir savrulmaya yol açıyor. Neticede, her şeyin târihsel köklerine inmek adına, güncelden kopuk, geçmişte kaybolmaya yol açan bir geçmişçilik zuhur ediyor. Aslında bu iki aşırılık birbirini emziriyor. İlkini, yâni güncelci (aktüalizm) yaklaşımı Anglosakson gelenekle ilişkilendirebiliriz. Bu, know-how'cı bir gelenek. “Lâfı uzatmayı” sevmiyor. Bilgiyi işe yararlılıkla ölçüyor. Pratik yarardan kopuk bilgilenmeyi dışlıyor. Kıt'a Avrupası geleneği ise tam aksine, know what ilkesinden hareket ediyor. Köklere, derinliklere inmeyi(târihçilik), yüksek seviyeli soyutlamalar yapmayı(felsefecilik) seviyor. İlki evvelâ bakıyor, daha sonra düşünüyor. Diğeri ise evvelâ düşünüyor sonra, düşünmenin şehvetine kapılmayıp, lûtfederse bakıyor. Aradaki fark, Homo Artifex ile Homo Sapiens farkı.. Her ikisi de riskli. İlki, kısa vâdede pratik başarı ve avantajlar elde ediyor. Ama zaman içinde kavrayışsız ve giderek yüzeyselleşen bir bilgilenmenin faturasını ödüyor. Diğeri ise soyutlamalarının ve derinliklerinin içinde somut gerçeklerden kopuyor. (W.Mills bu aşırılıkları daha 1950'lerde görmüştü).
Psikoloğa giden kadınlar, meditasyon yapan kadınlar, bu podcasti dinleyen kadınlar
Eski Türkiye'nin bazı başat kalıpları vardı. “Felsefe yapma”, “edebiyat parçalama”, “sanat karın doyurmaz” ve benzerleri. Bir bakıma, gündelik politikayla hiç ilgilenmeden siyaset ilgimi kaybetmememi bu başat kalıplarla mücadele etme kararlığıma borçluyum diyebilirim. Sadece bunlar değil elbette... Vesayetle mücadele, Kamalizm'in tortusuyla mücadele, “Batıcı emperyalist yancısı zihinle mücadele” ve başka şeyler de var. Fakat bugün meselem sanat... Daha doğrusu sanatın değiştirici, dönüştürücü gücü... Sıralama şöyle oldu benim açımdan geçtiğimiz hafta sonu. Cumartesi akşamı, sevgili dostum Hakan Güneri'nin kaptanlık ettiği Çayırova Belediyesi Kadın Tiyatro Topluluğu'nun sahnelediği oyunu izledim. Bütünüyle Çayırovalı kadınların “kadınlar için” yaptığı bu amatör oyunun bende uyandırdığı his “vay be” oldu. Allah izin verirse çarşamba akşamı da Çayırova Gençlik Tiyatrosu'nun Filistin meselesi ile ilgili olarak sahneleyeceği Kifah adlı oyunu da izlemeyi planlıyorum. Ardından pazar günü, Ersin Çelik yazısını attı. “Parçası olmama vesile olduğun Kocaeli işini yazdım” notuyla. Bundan bir vakit evvel, Kocaeli Belediyesi Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Müdürlüğü'nden arkadaşlar gelmiş, “Sanat İçin Ben de Varım” isminde bir gönüllülük projesi anlatmışlardı. Aradıkları adam Ersin Çelik idi bence ve ben de o arkadaşları Ersin'e yönlendirmiştim. İşte o projenin tanıtım toplantısı yapılmış geçenlerde. Detaylarını Ersin'in pazar yazısında bulabilirsiniz. Olağanüstü bir proje bence. Ardından aynı gün Samet Karagöz ile konuştuk telefonda. Bir güzel haber de o verdi. Etnospor Festivali'nin sanatla alakalı tüm kısımlarını hayata Samet geçirecekmiş. Unuttum. Cumartesi günü sevgili Furkan Çalışkan'la epeydir kafamızda olan Cahit Zarifoğlu Sergisi işinin nasıl yapılabileceğini konuştuk. Küratör olarak İsmail Erdoğan, ressam olarak Hüseyin Ünlü isimlerinde karar kıldık. Bunlar burada bir dursun. Türkiye'de sanat çok uzun yıllardır Kamalist tasallut rejiminin de etkisiyle “kendisini ayrıcalıklı zanneden” bir kesimin elinde, kaderine terkedilmişti. Ömrünün son demlerinde “dindarane bir yaşam yolu seçen Erol Akyavaş'ı ellerinden gelse öldürecekleri bir şımarık düzlem vardı” diyeyim de anlaşılsın mesele. Yahut yeteneklerine herkesin şapka çıkardığı İlhami Atalay'ın akademi ve sanat çevreleri tarafından nasıl uzun yıllar yok sayıldığının hikâyesini de okuyabilirsiniz mesele anlaşılsın diye. “Aradaki mesafe kolay kapanmaz” ezikliğinde boğulmak yerine inisiyatif alan bazı kişi ve kurumlar aradaki mesafeyi kapatmaya çabalıyorlar kuşkusuz. Üstelik aradaki mesafe hiç de öyle zannedildiği gibi “çok açık” falan değil. Niye böyle söylüyorum? Şundan: Türkiye'de Kamalist tasallut rejiminin besleyip büyüttüğü, bazı zengin ailelere tapuladığı o sanat çevresinin üretimlerini görüyorum çünkü. Dart tahtasını enstalasyon diye kakalamaya ve alkışlatmaya çalışanından sadece komisyon aldığı sanatçıların üretimlerini pohpohlamayı marifet bilen galeri çevrelerine kadar keskin bir gerileme içinde Türkiye'de o ekibin sanat yaklaşımı. O yüzden o mesafe kapanmayacak bir mesafe değil. Yazıyı bitirmeden, hafta sonu “sanat” bağlamında önüme düşen iki meseleden de bahsedeyim. Birincisi, İBB tarafından İstanbul'un meydanlarına konulan Şahmeran işleri. Aslında proje fena durmuyor ilk bakışta. Polyesterden kalıp olarak dökülen Şahmeranları çeşitli sanatçılar boyayarak yorumlayacaklar falan. Hani nasıl derler “hoş fikir aslında.” Fakat hem polyester döküm Şahmeranların berbatlığı hem de sanatçıların ne yaparlarsa yapsınlar o berbatlığı kapatamamış olmaları işin fikrini yerle yeksan etmiş.
Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Erdem Yörük, son zamanlarda artan kurye eylemleri ve farklı iş kollarından yükselen eylemleri değerlendirdi. Esnaf-kurye eylemlerinin beklenen bir gelişme olduğunu söyleyen Yörük, "Eve kapanmalar ve evden çalışmalar sürecinde ekonomi uzaktan işledi. Aradaki bağlantıları dolduran kişiler kuryeler oldu ve aslında kapitalizmin taşıyıcıları haline geldiler. Bir sektördeki çalışanların işi durdurması ne kadar büyük zarar veriyorsa o nispette pazarlık gücü oluyor. Şu anda da böyle bir şey yaşıyoruz; kuryelerin bir anda iş durdurması önceki yıllardan farklı” dedi. #MedyascopePlus #kurye #yemeksepeti
Cumhurbaşkanı aynı ifadeyi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yeniden kullanır mı bilmiyorum ama kaleme aldığı şudur: “Türkiye gibi ülkeler yaptıkları fedakârlıklarla tüm insanlığın onurunu kurtarıyor”... Bu cümleyi, “dünya beşten büyüktür” çatısı altında kurduğunuzda, fedakârlık bir tarafa temel sorumluluklarını dahi yerine getirmekten kaçınan ülkelerin ‘onuru' hakkında da bir şey söylemiş olursunuz... Dünya gerçeklerine körleşmeden, özellikle son 10 yıllık dış politika ve dünya meselelerini kavrama formülü olarak kurulan ‘Dünya 5'ten büyüktür' ilkesi üzerine çok yazmış, formülün entelektüel havzasını genişletmeye çalışmış, niteliksel katkı sunmuş, kamuya açık ortamlarda muhalifleri ile sık tartışmış biri olarak.. Birleşmiş Milletler oturumuna, ‘Daha Adil Bir Dünya Mümkün' kitabıyla gitmeyi, Cem Karaca'nın, ‘ben feleğin tekerine çomak sokarım' sözlerindeki ruha benzer bir itirazı düzenin kalbine saplamak sayarım... Böylece, ‘Türk Evi'nden onurlanmak yerine ‘beton diplomasisi' diye ülkesini küçültenlerin kafasına, bu ülkedeki tek çimentonun küçük beyinleri olduğu çakılmış olur... Aradaki bağı anlayana konuşuyoruz tabii...
Âsitâne-i Hazret-i Nureddin Cerrâhî'de, 11 Şubat 1985 tarihinde, Muzaffer Efendi Hazretlerinin riyâsetindeki son meşk meclisinde okunmuşdur. Aradaki kasîde, Hâfız Kemal Tezergil tarafından okumuşdur. Nutuk : Es-Seyyid Eş-Şeyh Muzafferüddîn Aşkiyyü'l-Cerrâhiyyü'l-Halvetî Beste : Abdullah Ferec* Makam : Hicaz Usul : Sofyan * Bu beste, Medîne-i Münevvere'de eskiden beri okunan Arapça bir ilâhinin bestesinden uyarlanmışdır. Medîne-i Münevvere'nin Bülbülü lakabıyla bilinen Abdullah Ferec, Efendi Hazretlerine muhabbetinden bu besteyi Efendi Hazretlerinin nutk-i şerîfinin güftesine giydirerek okumuş ve eser bu şekilde meşhûr olmuşdur.
Mağaradaki Üç Mü'min by Çınar Medya
Mağaradaki Üç Mü'min | M.Fethullah Gülen Hocaefendi by
Kahve her yerde, her şekilde kolayca içilebilen ve kendine has bir bağımlılık yaratan muhteşem bir içecektir. Aradaki sınırları kaldırıp insanların birbirini dinlemesine yardımcı olmuş bu içecek nerelerde içiliyordu peki? Osmanlı Kahvehaneleri neye benzerdi? Bu mekanlarda kahve nasıl içiliyordu? hepsinin cevabı masalın içinde... İyi Dinlemeler
Anonim başlatılan ve genelde kurmaca ilişkiler ağlarını 'açığa çıkarma' üzerine kurulu binlerce mecra var. Hatta kimileri birer akım haline gelip bedavadan katlanarak yayılıyor. Öte yandan çoktan kurumlaşmış bir çok 'saygı duyulan' kaynak ise ya arkalarını bir milyardere dayıyor ya da aylık ücret münasebetiyle ancak kısıtlı bir kitleye seslenebiliyorlar. Aradaki bu makas açıldıkça her iki tarafın alıcıları da gerçekten uzaklaşıyor.
Herkese merhabalar. Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Ketebe Yayınları'nın sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinliyorsunuz. Bugün hicri takvime göre 27 Ramazan 1441 Miladi takvime göre ise 20 Mayıs 2020 Çarşamba. Ramazan ayı boyunca muhtelif yazarlardan en güzel ramazan yazılarını sizlerle buluşturuyoruz. Ramazan ayının Alem-i İslam'a ve bütün dünyaya sağlık, sıhhat, esenlik ve güzellikler bahşetmesini diliyoruz. Bugünkü yazımız Rasim Özdenören'in, 11 Ekim 2007'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Aradaki Günler” başlığıyla yayınlanan yazısı. Bakalım ne demiş Rasim Özdenören. Oruç günleri rutini parçalayıp attı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Kalıplaşmış günlerin belli bir gündüzü ve belli bir gecesi vardı. O geceler ve o gündüzler arkada, geride bırakıldı. Şimdi artık ne o eski gündüzlerdeyiz, ne o eski gecelerde… Bir yeme tarzımız bulunuyordu. Sabahleyin kalktığımızda soframızın hazır olmasını bekliyorduk. Ama oruçlu günler, birden, bizim o sefil alışkanlığımızı parçalayıp attı. Artık sabahleyin bir sofraya uyanmayı aklımızdan geçirmez olduk. Suyu bıraktık. Yemeyi unuttuk. Veya şöyle: Bunların hepsi hayatımızda geçerliğini sürdürüyor; ama hiçbiri artık eskisi gibi değil. Kahvaltı iptal edilmiş, öğle yemeği iptal edilmiş. Onların yerine peki?.. Hiç! Onların yerine ikame edilen hiçbir şey yoktur! Günler yavaş yavaş geçip gittikçe, bir de bakıyorsunuz ki, böyle de yaşanabilirmiş. Böylesi de mümkünmüş. Ancak o mümkünün denenebilmesi insanın kendiliğinden becerebileceği, üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Bir zamanlar derdim ki: “Beni bu saatte aç bırakmaya kimsenin gücü yetmez!” Öyleydi. Yoksulluğun gücünden başka hangi erk beni lokmamı ağzıma götürmekten men edebilirdi? Şunu da söylerdim kendi kendime: Gecenin bu saatinde hangi erk beni yemek yemeye çağırıyor? Hangi devlet gücü beni, gecenin bir vaktinde bu sofraya konuk ediyor? Ve ben nasıl oluyor da, bu çağrıya seve isteye uymak istiyorum? Gerçekten düşünülünce, bir tür cinnet halini yaşadığımız hayal edilebilirdi. Bir sırrın Allah'la paylaşılması Bir sırrı Allah'la paylaşıyorsun. O sırrı ikinizden başka bilen hiç kimse yok şu yeryüzünde… Oruç da zaten böyle bir anlam içeriyor gibime geliyordu. Bir sırrın Allah'la paylaşılması… Bunun, insanı ne kerte yüceltebileceğinin takdirini herkesin kendi bilincine terk ediyorum. Ancak alışılmışın, kalıplaşmış olanın sürgit devam etmesini beklemeye hakkımızın olmadığını bilmemiz gerekiyor. Çünkü o öylece devam ederse, bu kez, farkında olmadan, parçalanmış olan eski rutinin yerine bir başkasını ikame etmiş oluruz. Bu da, rutinin parçalanmışlığını öldürür. Böyle olmaması için parçalanmış olan kalıbın tam kıvamında bırakılması gerekir: Ne daha fazlasına tahammül etmeliyiz, ne daha azına göz yummalıyız. Olması gereken, gerektiği kıvamda bırakılmalıdır. Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Ketebe Yayınları'nın sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinlediniz. Bugün sizlerle Rasim Özdenören'in, 11 Ekim 2007'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Aradaki Günler” başlığıyla yayınlanan yazısını paylaştık. Bir sonraki podcastimizde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.
Seda’yla yeni buluşmamızda streaming servislerini bütünüyle kucaklayıp üç adet Hulu dizisi, üç Netflix işi ve Hugh Jackman’ın HBO’da seyirci karşısına çıkan televizyon filmini konuştuk. Artık bize ama hiç dizi konuşmuyorsunuz demezsiniz. Aradaki sınırlar karantina sayesinde bütünüyle kalkınca sohbet perde ile ekran arasında gidip gelmeye başladı. Ben yine eğlenceli bir sohbet olduğunun garantisini vererek susayım. Afiyet ...
Bugün 8 Mart Pazar - bu özel konuya bugün yer vermek istedim. Bir kac yildir komsumuz, komsucugumuz olan ve asla evin ön kapisindan bize gelmeyen, daima evin arka kapisindan bize gelen sevgili Yasemin abla'yi konuk ettim. "Bir gün ciplak dolasicam göreceksin arka kapidan girmeyi!" diye tehdit etsem de, evde ciplak dolastigima ihtimal vermiyor olsa gerek ki, hala daha ön kapidan girildigi görülmemistir. Etrafimda bir takim hayatlar ve hikayeler yasayan insanlari örnek almayi, ulasamayacagim insanlarin hikayesini örnek almaktan, daha mantikli ve yakin gelmistir. Elbette basarili is insanlarin etkileyici hikayelerini dinlemek onlari birer ikon'a dönüstürse de, asil ikonlarimiz el altinda olanlardir. Normal yasantimizda otobüste karsimizda oturan insanin neler basardigini düsünüyor muyuz hic? Kapisinin önünden gectigimiz komsumuzun o an nelerle savastigini farkinda miyiz? Basit hayatlar gibi gelse de, aslinda özünde olan o güc, hicte basit degildir. Yasemin'in hikayesini ilk kez bu derece detayli dinleme geregi duydum bu yüzden. Yillar önce meme Kanseri teshisi konmustu konmasina da, bu kadin tam olarak neler yasamisti, kanserle olan iliskisi nasildi ve devaminda yasadigi mucizeye nasil kollarini acmisti bütün bunlari bilmiyordum. Kadinlar Günü "güc" ve "aci" manasini tasiyor tarihcede. Ama en cokta "basari"yi temsil ediyor. Milyoner bir is kadini karsimda durup "istersen yaparsin!" dediginde bana bir takim noktalarda ilham olsa da, karsi komsum bunu dediginde, gercekten yapabilecegime inaniyorum! Aradaki basari farki burada basliyor bence.
Öyle bir meyve ki yenmesi yasak. Öyle bir meyve ki, yiyenin iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlıyor. Öyle bir meyve ki bir ısırışta insana bilgiyi veriyor. İşte Tanrı'nın çıplak olarak yarattığı insan, bilgiye ulaşınca bu çıplaklığından utanıyor. Öyle bir meyve ki yenmesi, Cennet'ten kovulmayla sonuçlanıyor. Sami dinleri çerçevesinde yeryüzünde yaşamın başlangıcına neden olan süreci başlatan bu meyvenin, ismi verilmese de Batı'da Hristiyan sanatı çerçevesinde genellikle elma olduğu kabul edilir. Bu bölümde Adem ve Havva'nın öyküsünden başlayarak Troya Savaşı'na uzanan bir süreçte elmanın izini süreceğiz. Aradaki bağlantıyı da siz dinleyenler kuracak. Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Kahyaoğlu'nun hazırlayıp sunduğu Sanatın Tadı'nın yeni bölümü her perşembe 14.00'te; tekrarı her pazartesi 11.00'de radYU'da. https://radyu.yasar.edu.tr
Istanbul seçimlerinden ortaya çıkan sonuç, gözlemcileri de şaşırttı. Aradaki büyük fark nasıl okunmalı? Oylar neden kaydı? İmamoğlu ve CHP bundan sonra ne yapacak? BETAM Direktörü Prof Seyfettin Gürsel verileri inceledi.
GAYRİMENKUL GÜNDEMİ 51 - Konut Satışları, Konut Fiyatları, Konut Kredisi Uygulaması, İmar Barışı ve TOKİ HAFTA 51 : 17 - 23 ARALIK 2018 HAFTASI 1. KONUT SATIŞLARI: TÜİK, Kasım ayı konut satış istatistiklerini yayınladı. Kasım ayında Türkiye genelinde 89.626 konut satıldı. Geçen yılın aynı ayına göre %27 oranında azalmış durumda satışlar. Ekim ayında Türkiye genelinde 146bin adet konut satılmıştı. Satışların 5324 adedi ipotekli konut satışı olarak gerçekleşti. Toplam satışların içindeki payı ise %5.9. Ekim ayında bu sayı 8bin adet olarak gerçekleşmişti ve toplam satış içerisindeki payı %5.5’ti. İpotekli konut satışı geçen yılın aynı ayına göre %85 azaldı. İpoteksiz konut satış adedi 84bin olarak gerçekleşti. İpoteksiz konut satışlar, geçen yılın aynı ayına göre %1,4 azaldı. 2. KONUT FİYATLARI: Merkez Bankası, Ekim ayı konut fiyatlarına ilişkin verileri yayınladı. Hedonik Konut Fiyat Endeksi, bir önceki yılın aynı ayına göre %6,7 artmıştır. Reel olarak yani enflasyon etkisinden arındırıldığında ise %14,7 oranında azalmıştır. İstanbul, en düşük yıllık değişim gösteren iller arasında %1,8 artışla yer almıştır. En yüksek artışı gösteren bölgeler TR22: Balıkesir-Çanakkale %13,, TR32: Aydın-Denizli-Muğla %14, TR81: Bingöl-Elazığ-Malatya-Tunceli %12. 3. 0,98 KONUT KREDİSİ DETAYI: Geçen hafta Ziraat Bankası duyurusu ile başlayan 0,98 konut kredisi Halkbank, Vakıfbank ve İşBankası ile dört banka tarafından verilmeye başlandı. Bu kredi, krediyi verecek banka ile çalışan inşaat şirketinden alınacak yeni gayrimenkuller için geçerli olacak. 120 ay vade, 500bin TL üst sınırı olan kredinin 0,98’lik kısmı müşteri tarafından karşılanırken güncel konut kredi faiz oranı ile 0,98 arasında kalan kısım inşaat firması tarafından karşılanacak. Bugünlerde konut kredisi faiz oranı %1,98-2,30 arasında. Aradaki faiz oranı farkı müşteriye 100bin TL kredide 120 ayda 72bin TL avantaj yaratıyor. Bu kredinin kullanıldığı projelerde inşaat firması, toplam kredi maliyetinin (faizinin) %30’unu bankaya ödemesi ve üzerine inşaat firmasının bankaya olan kredi borcu kapanana kadar %20’sini bloke etmesi bekleniyor. 100.000 TL kredi kullanıldığında müşteri %0,98’den borçlanırken inşaat firması 30.000 TL faiz farkı ve 20.000 TL bloke etmesi gerekecek. Bu durumda inşaat firması 100.000 TL kredi karşılığında 50.000 TL’yi nakit olarak alabilecek. İnşaat firmasının %30 faiz maliyetini fiyata nasıl yansıtacağı şimdilik merak konusu. 4. KISA KISA GÜNDEM: Yatırım bankası Goldman Sachs, HürriyetEmlak’a yatırımcı oldu. Türk firmaların Katar’lı yatırımcılarla buluşacağı Turkey Expo by Qatar Doha’da 16-18 Ocak’ta gerçekleşecek. Fuara gayrimenkul ve inşaat firmaları da katılıyor. Kentsel dönüşüm projelerine, bina tamamlanma sigorta şartı geliyor. İmar Barışı’nda süre uzatımı olmayacak. 31 Aralık’ta sona erecek imar barışı hakkında açıklama yapan Bakan, hem başvuru hem de ödeme süresi 31 Aralık’ta sona erecek dedi. 9milyon başvuru ile 7,7milyar TL gelir elde edildi. Türkiye’de bulunan 412 AVM’nin %30’u yabancı yatırımcılar ait. TL kira düzenlemesi öncesinde yatırımın geri dönüş süresi 8-10 yıl iken TL kira düzenlemesi sonrasında AVM’lerin bazılarında bu sürenin 40 yıla kadar çıkabileceğini söyleyen JLL Türkiye Başkanı Sayın Alkaş, bunun sonunca yabancı yatırımcıların bu durumu masaya yatırdıklarını ve mevcut AVM yatırımlarının 15milyar Dolar borç yükü olduğunu belirtti. TOKİ, dar gelirli vatandaşa ön ödemeli konut projesi sistemi üzerinde çalıştığını duyurdu. TEFE-TÜFE sistemi dışında dar gelirlilere yönelik ön ödeme ile talep toplanarak oluşan talebe göre şehirlerde projeler yapılacak. Önden ödemesi yapılan bu projede vatandaş TOKİ’den önce sertifikasını alacak, ödeme süresine göre de tamamlanan projeden evini teslim alacak.
Almanya, otuz yıl içinde iki dünya savaşı yaşadı. İkisini de kaybetti ve yerle bir edildi. Milyonlarca insan öldü, insanlık dibe vurdu. Böylesine büyük bir felaketten sonra baş döndürücü bir inşa hamlesi başladı. Tarihten ders çıkarmak isteyenler, bu süreci inceleyebilir. Zira savaş sonrası Almanya, edebiyattan pedagojiye, hukuktan çoğulcu demokrasiye, teknolojiden şehirleşmeye kadar çok sayıda uygulamanın yapıldığı bir laboratuvar haline geldi. Savaş öncesinde tepede bir “Führer” (lider) görünse de sürecin ana aktörü kitlelerdir. Kötü yönlendirince ülkeyi felakete, iyi yönlendirince refaha sürükleyen kitleler… Aradaki fark, birinde akıllarını popülist bir lidere ipotek etmeleri, diğerinde ise akıllarını kullanarak hukuktan ve adaletten yana tavır koymalarıdır. Kitleleri felakete sürüklemenin sosyo-psikolojik bir boyutu vardır. Çoğulculuk karşıtı olan popülist despotlar, bunu iyi kullanarak felaketin düğmesine basarlar. Nazi döneminden önce yaşayan Gustave Le Bon Kitleler Psikolojisi(1911) isimli eserinde bu psikolojiyi enine boyuna tahlil eder. Bu eser, Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in başucu kitabı olur. Nazilerden sonra Amerikalı sosyolog Eric Hoffer, Kesin İnançlılar: Kitle Hareketlerinin Anatomisi (1951) adlı kitabıyla kitlelerin zayıf noktalarını tek tek ortaya koyar.
* يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُوْلَئِكَ يَقْرَؤُونَ كِتَابَهُمْ وَلاَ يُظْلَمُونَ فَتِيلاً ﴿٧١﴾ “Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. (O gün) her kime kitabı sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (İsrâ 71) * “Arapçada "imâm" kelimesi, ister hidâyet, isterse sapıklık üzere olsunlar, bir topluluğun kendisine uyduğu herkestir. O halde, nebî, ümmetinin imâmı; halîfe, idare ettiği kimselerin imamı; Kur´ân´ da müslümanların imamıdır, demektir. Namazda kendisine uyulan kimse de, cemaatin imamıdır. Alimler, buradaki "imâm" kelimesinin ne demek olduğu hususunda, bazı görüşler ileri sürmüşlerdir: 1) "Onların imamları" peygamberleridir. Bu, Ebu Hureyre´den, "merfû" olarak nakledilmiştir. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: ´´Kıyamet gününde, "Ey İbrahim´in; ey Musa´nın, ey İsa´nın ve ey Muhammed´in ümmeti diye nida olunur da, bunun üzerine, peygamberlerine uygun, haktan yana kimseler kalkarlar ve kitaplarını, sağ taraftan alırlar. Daha sonra da "Ey Firavun´un, ey Nemrud´un ve sapıklık ve küfrün liderlerine yönelik olarak, "ey falancanın, filancanın bağlıları!" diye seslenilir.” Fahreddini Razi 5) “Ben derim ki: Lafızla ilgili başka bir ihtimâl bulunmaktadır: "Üstün ve fasit ahlâkın çeşitleri pek çoktur. Her insana hükümran olan da, o ahlâkın bir türüdür. Meselâ, bazılarına "gadab"; kimilerine para tutkusu; kimilerine geliri olan arazî, kârlı iş tutkusu; kimilerine de, kin ve haset hükümrandır. İyi huy tarafını ele alırsak, diyebiliriz ki, bazı kimselere af duygusu veya şecaat (cesaret) veya kerem, yahut da ilim ve zühd talebi hükümran olmuştur. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Bu zahirî fiilleri yapmaya sevkeden şey, o gizli ve bâtını olan huylardır. Binâenaleyh, bu batınî huylar, o zahirî fiillerin bir imamı; itaat edilen bir meliki ve uyulan, iktidâ edilen bir önderi gibidir. Binâenaleyh, Kıyamet gününde, mükâfaat ve ceza, o huylardan neşet eden fiillere göre verilir. İşte Cenâb-ı Hakk´ın, "Bir gün gelecek, insan sınıflarından her birini biz imamlanyla çağıracağız" ifadesinden kastedilen budur. Binâenaleyh, böyle bir ihtimal, benim gönlüme doğan bir ihtimaldir. Kendi muradını en iyi bilen ise Allah´tır.” Fahreddini Razi “Buna göre şayet, "sol ehli de kitaplarını okuduğu halde, kitabı okuma işi niçin sağ ehline tahsis edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Aradaki fark şudur: Sol ehli, kendi kitaplarını okuduklarında, onun, helak edici büyük suçlar, son derece çirkin kötülükler ve büyük rezalet ve rüsvaylıklar kapsadığını görürler de böylece korku ve dehşet kalplerini kuşatır, dilleri ağırlaşır, bu sebeple de kitaplarını okuyamaz hale gelirler. Sağ ehline gelince, onların durumları bunun tam tersi olduğu İçin, hiç şüphe yok ki onlar kitaplarını en güzel ve ayrıntılı bir biçimde, inceden inceye okurlar. Sonra onlar, sadece kendi okumalarıyla yetinmez; aksine, o okuyan kimse, mahşerdekilere, "alın, okuyun kitabımı" (Hâkkâ, 19) der. Böylece aradaki fark anlaşılmış olur. Allah en iyisini bilendir.” Fahreddini Razi Âyetteki fetil, hurma çekirdeğinin yarığı içindeki pek küçük iplik veya kir demektir ki, pek cüzî şeyden kinayedir. Yani: o kitapları sağ taraflarından verilen müminler kıl kadar bile zulüm görmeyeceklerdir, bilâkis amellerinin sevabı kat kat arttırılmış olacaktır. İşte imanın, güzel amellerin mükâfatı!” Ömer Nasuhi Tefsiri “Mücâhid, İbn Abbasın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Fetîl", insanın baş parmağını şehâdet parmağına sürtmesi neticesinde ortaya çıkan kirdir." Razi