Sermayenin yalanlarına karşı işçi sınıfının gerçekleri
Dünyada ezilmiş, hakkı yenmiş pek çok halk vardır. Bizim de yaşadığımız Batı Asya (Ortadoğu) coğrafyasında yaşayan Filistin halkı da bu halklardan biridir. Filistin halkı, dünyanın en büyük baş belası olan ABD destekli işgalci İsrail tarafından yüzyılı aşkındır sömürgecilik, ırk ayrımcılığı, yerinden edilme ve işgal politikalarına karşı direnmekte ve mücadele etmektedir. Filistin halkının emperyalizme ve Siyonizme karşı verdiği bu kahramanca mücadele dünyada simge haline gelmiş, ezilen halklara ilham kaynağı olmuştur.Ekim 2023'ten sonra işgalci İsrail, aynı öncesinde olduğu gibi Filistin halkının teslim olması, haklarından vazgeçmesi ve yurdundan göç etmesi için onun tüm yaşam koşullarını yok etme saikiyle hareket etmiş ve soykırım uygulamıştır. Hâlâ da bu uygulamalarına tüm şiddetiyle devam etmektedir.İşgalci İsrail, soykırımın başladığı Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de en az 36 hastaneyi bombalamış ve kullanılamaz hale getirmiştir. Ayrıca işgalci İsrail devleti, binden fazla sağlık çalışanını doğrudan hedef alarak infaz etmiş veya işkence altında öldürmüştür. Kayıt altına alınan öldürdüğü Filistinli sayısı en az elli bini, yaralı sayısı ise yüz on bir bini aşmıştır. Bombardımanın yoğun şekilde devam ettiği, ağır kuşatmanın sürdüğü koşullarda, doğrudan hedef alınmalarına rağmen Filistinli doktorlar ve sağlık emekçileri var güçleriyle yaraları iyileştirme mücadelesi vererek insanlığın yüz akı olmuşlardır.İstanbul Tabip Odası, geçmişten beridir Filistin halkının tarihsel haklı ve meşru mücadelesini desteklemeyi, maruz kaldığı baskılara ve zulme karşı durmayı her zaman enternasyonal bir görev bilmiştir. Bu anlamda her yıl İstanbul Tabip Odası olarak farklı kurumlardan jüri üyelerinin katılımıyla belirlediğimiz, ismini 23 Mayıs 1980 yılında TTB Merkez Konseyi üyeliği yaparken emek ve demokrasi düşmanlarınca katledilen Dişhekimi Sevinç Özgüner'den alan İnsan Hakları, Barış ve Demokrasi ödülüne, bu yıl, direnişleriyle ve mücadeleleriyle simgeleşen Filistinli Dr. Hussâm Ebu Safiyye nezdinde tüm Filistinli sağlık emekçilerini layık gördük. 23 Mayıs'ta yapacağımız törenle gıyaben ödüllerini vereceğiz.Ayrıca tarihsel ve insani yaşam hakları için meşru mücadele veren Filistin halkının yaşadığı her yerde dayanışmayı örmek, Filistin meselesinin yalnızca savaşta değil “barışta” da gündemde tutulmasını sağlamak, Filistinli doktorlar ve sağlık emekçilerine destek olmak, mümkün olduğu ölçüde ulusal ve uluslararası sağlık örgütleriyle beraber dayanışmayı örgütlemek ve Türkiye devletinin İsrail'e tam ambargo uygulamasını sağlamak ve bunu dünya çapında örgütlemesi yönünde baskı oluşturmak üzere İstanbul Tabip Odası bünyesinde Filistin'le Dayanışma Çalışma Grubu'nu kurduk ve çalışmaya başladık.Son yapılan ateşkesin İsrail tarafından bozulduğu günden beri Gazze, belki de tarihinin en ağır ablukasını yaşıyor. Sınır kapılarından hiçbir geçişe İsrail tarafından izin verilmiyor. En temel insani ihtiyaçlar dahi karşılanamaz durumda. Hastalara iyileşmesi için verilen serum sıvıları su kıtlığı nedeniyle içme suyu için kullanılmak zorunda kalıyor. Salgın hastalıklar hortlamış durumda. Dünyanın gözü önünde bir insanlık dramı yaşanıyor.İstanbul Tabip Odası ezilenin, haklının, güçsüzün yanında saf tutar; tarafsız değildir. Dolayısıyla Filistinlilerin yaşadığı bu insanlık dramına sessiz kalamazdı. İşgalci ve soykırımcı İsrail'in karşısında Filistin halkının haklı ve meşru mücadelesini desteklemek, özgürlüğünü savunmak insani ve enternasyonalist bir görev olmasının yanında, tıbbın ve hekimlik değerlerinin de bir gereğidir. Filistin halkının özgürleşmesi, bölgedeki ve dünyadaki her türden ezilenlerin; işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların, kadınların da özgürleşmesi yolunda büyük bir adım olacaktır.Yaşasın halkların kardeşliği!Nehirden denize özgür Filistin!
İstanbul'un en işlek yerlerinden birinde, güpegündüz, bir kadını, Bahar Aksu'yu, eski eşi Rüstem Elibol, üç arkadaşıyla birlikte kaçırmaya kalktı, Bahar Aksu ellerinden kurtulmayı başarınca da arkasından ateş ederek öldürdü. 2025'in ilk dört ayında işlenen 165 kadın cinayetinin çoğunda olduğu gibi, Bahar Aksu da tanıdığı bir erkek tarafından öldürüldü. Tıpkı 2024'te öldürülen her 10 kadından 7'sinde olduğu gibi. Kadın cinayetlerine ilişkin verilerin kadın örgütleri tarafından tutulmaya başladığı zamandan bu yana 2024, kadın cinayetlerinin rekor seviyeye ulaştığı yıl olmuştu. Kadın cinayetleri artıyorsa ve kadınlar en çok aile fertleri tarafından, tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyorsa, iktidardan beklenecek şey kadınların korunmasına yönelik politika ve önlemlerin arttırılması, özellikle de aile içinde kadınların korunması ve güçlendirilmesi olurdu. Ama iktidar ne yaptı? 2025'i aile yılı ilan etti. Kadını değil, sözde aileyi güçlendirmeyi önüne koydu. Ve 2025'in, evet iktidarın aile yılı ilan ettiği 2025'in ilk dört ayında 165 kadın erkek şiddeti sonucu hayattan koparıldı. Kadınlar koruma kararlarına rağmen öldürülüyor. Daha birkaç gün önce, 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkılmasını engellemek için devletin polisinin ablukaya aldığı, kuş uçurmadığı bir yerde öldürüldü Bahar Aksu. Kadınlar boşanmak istediği, çalışmak istediği, kendi hayatı ile ilgili karar almak istediği için öldürülüyor. Ve iktidar her gün en az bir kadının öldürüldüğü bir ortamda aile yılı laflarına utanmadan devam edebiliyor. Sağlık Bakanı Kemal Memiş çıkıp “Aileyi anne, baba, çocuklar oluşturur. Eğer çocuğunuz yoksa, aile olamıyorsunuz sadece karı-koca oluyorsunuz” dedi. Nisan ayında öldürülen kadınların en az %55'inin çocuğu vardı, en az %3'ünün hamile olduğu biliniyor. Aileyi anne, baba, çocuklar mı oluşturur demiştiniz? Annelerini koruyamadığınız çocuklara söyleyecek sözünü var mı? Niğde'de okulu bırakıp çalışmak zorunda kalan ve 14 yaşında çalıştığı plastik geri dönüşüm tesisinde makineye kaptırdığı kolu omuz hizasından koptuğu için hayatını kaybeden Abdurrahman Özkul'un annesine babasına ne diyeceksiniz? Aile değil, karı-kocasınız mı?Memleket sevdasıyla ayağa kalkan, en temel haklarını kullandıkları için sorgusuz sualsiz gözaltına aldığınız, tutukladığınız çocukların mahkeme koridorlarında, hapishane kapılarında yüreği ağzında bekleyen analarına, babalarına sorun bakalım 2025 nasıl bir aile yılı olmuş onlar için!İktidarın, istibdadın kadını değil, aileyi merkezine alan, ama onu da kadın ve işçi düşmanı emellerini gizlemek için maske olarak kullanan politikaları var, kadına yönelik şiddet var da bunlara karşı mücadele yok mu, elbette var! Öncesinde de 1 Mayıs meydanlarında da gördük. Emekçi kadınlar, erkek şiddetinin karşısında hesap sormak için, tek bir kadın daha eksilmesin diye talepleri ile alanlara çıkıyor. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerine dair istatistiklerde bir sayıdan ibaret olmayı reddediyor. Sadece şiddete karşı da değil, evin, çocukların, yaşlılarının bakımının yalnızca kadınların üzerine yüklenmesine karşı, doğru dürüst bir iş güvencesi olmadan, sigortasız, sendikasız çalışma koşullarının dayatılmasına karşı mücadele ediyor, bu mücadelelerde en öne çıkıyor. 1 Mayıs meydanlarında olduğu gibi her kadına iş, her işyerine kreş diyerek mücadele edeceğiz. Sendikalı, güvenceli çalışma hakkımızı savunacağız. Ve haklarımızı savunurken yaşamlarımızı da savunacak, tek bir kadın daha eksilmesin istiyorsak öz savunmanın bir hak olduğunu, öz savunma örgütlenmelerinin bizi bugün korumak için yasalardan, mahkeme kararlarından da etkili olduğunu söyleyeceğiz.
Önce üniversite öğrencileri ardından da liseliler çıktı meydana. Onlara gemisini kurtaran kaptan olmayı öğütleyen bencillik çağının biçtiği renkli ama dar gömleği yırtıp attılar. Memleketi kurtarmaya soyundular. Tıpkı 68 kuşağından dedeleri, nineleri gibi… Heykelinin önünden geçip gittikleri ama şimdi tanıdıkları Hürriyet şehidi ağabeyleri gibi… Hiç yüzünü görmedikleri artık kitaplarda bile okutulmayan ama bir asır önce memleket elden gidiyor diye istibdada karşı hürriyet yoluna düşen Jön Türkler gibi… 20'lerinde canlarını memleket, hürriyet, devrim uğruna feda etmiş Denizler gibi… Bu daha başlangıç!İlla bir milat olacaksa gelin bunu 19 Mart'a değil 17 Temmuz'a koyalım. Çünkü Polonez işçilerinin mücadelesi kendi iş ve aş kavgasıyla kalmadı. Yaz ve sonbaharda “zordayız, geçinemiyoruz” şiarıyla son yılların en kitlesel işçi mitingleri yapıldı. Orada kalmadı. 2024 yılının Aralık ayında başlayan metal fabrikalarının grevleriyle ve istibdadın bu grevleri keyfi ve hukuksuz şekilde yasaklamasıyla kapattık. Metal işçileri 2025'e grev yasaklarını yırtıp atarak girdi. Türkiye'nin son çeyrek yüzyılında ilk defa yasağa rağmen bir aydan fazla süren ve zafer kazanan grevleri gördük! Grev yasaklarıyla birlikte, her şeyin tek bir adamın iki dudağı arasında olduğunu anlatan “tek adam rejimi” efsanesi de yerle bir oldu. İşçi mücadeleleri iş, aş, hürriyet mücadelesidir. Ne mutlu ki 2025'te istibdada karşı hürriyet mücadelesine gençlik de yetişmiştir. Hem de ne yetişme! Ama gençliğin hürriyet kavgası işçinin sınıf kavgasıyla henüz buluşmuş değildir. Mücadele İmamoğlu vesilesiyle başlamışsa da öğrenci gençlik içinde bu çerçeveyi aşma yönünde önemli eğilimler vardır. Bunlar çok önemli ve doğru eğilimlerdir. “İşçi, öğrenci el ele genel greve genel direnişe” sloganı dillerdedir. Öğrenciler hürriyet mücadelesini kazanmak için kendi çabalarının yetmediğini görmekte, her geçen gün daha fazla işçileri nasıl kazanabiliriz sorusunu sormaktadır. Bunun için CHP'den kopma eğilimlerinin ete kemiğe bürünmesi, fiziki polis barikatlarının aşıldığı gibi patron partisi CHP'nin mücadeleyi sınırlayan siyasi duvarının da aşılması gerekiyor. İşçileri kazanmak isteyen, patron partisinden kopmak zorunda. Öğrenciler önce işçi sınıfını tanımayı, işçi sınıfını dinlemeyi ve anlamayı önüne koymalı. Öğrenciler hürriyet sevdasıyla, memleketi kurtarma davasıyla işçileri kazanmanın yollarını tartışmaya başlamışken işin diğer tarafına da bakmak gerek. Neden işçiler, öğrencileri kazanmanın yollarını aramasın? Neden işçiler iş ve aş mücadelesini kazanmak için öğrencileri yanlarına kazanmanın derdine düşmesin? Neden işçinin çekiç tutan eliyle öğrencinin kalem tutan elinin kavuşması hepimizin ortak derdi olmasın? Birlikten kuvvet doğar! İşçilerin AKP'den olduğu kadar CHP'den de duydukları sınıfsal bir tiksinti var. Ama öğrenciler başka CHP başka… İşçiler de öğrenci gençliği anlamaya çalışmalı.Ve varsa yoksa örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek gerekiyor! Ne dedik 2025'i örgütlenme ve mücadele yılı yapacağız! Hareketler örgütsüz ve kendiliğinden başlayabilir ama kazanması için er geç örgütlenmek zorundadır. Moralsizliğin, dağınıklığın, hayat gailesinin (işçi için geçim derdinin, öğrenci için okul işlerinin) enerjiyi soğurup yok etmesinin ilacı örgütlenmedir. İşçiler, sendikasına üye olmalı, sahip çıkmalı denetlemelidir. Öğrenciler forumlardan, kulüplere, temsilci konseylerinden adı ne olursa olsun birleştikleri, tartıştıkları, ortak kararlar aldıkları örgütlenmelere sahip çıkmalı ve onları sürdürmelidir. Ve nihayet işçi ve öğrenci el ele hürriyet kavgasını kazanmaya yönelecekse bu, lamı cimi yok bir siyasi mücadele demektir. Bu siyasi mücadele düzen partilerinden bağımsız, iş, aş, hürriyet kavgasını bir bütün olarak kavrayan bir örgütü yani devrimci bir işçi partisini gerektirir. İşçileri kazanmak isteyen öğrencilerin, öğrencileri kazanmak isteyen işçilerin, hürriyet kavgasını kazanmak isteyen herkesin adresi burasıdır!
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun diplomasının iptali ve ardından, çok sayıda belediye görevlisi ile birlikte rüşvet, yolsuzluk ve terör suçlamalarıyla gözaltına alınıp tutuklanması, 19 Mart süreci olarak adlandırılan bir siyasi çalkantı ve toplumsal hareketlilik dönemini açtı. Süreci kurgulayan, başlatan ve devam ettiren irade tümüyle siyasi iktidara aitti. Yargı ve polis teşkilatı bu süreçte bir araç olarak kullanıldı. İstibdad dört koldan bu taarruzu yürütürken mutlaka bir dirençle karşılaşacağını hesap ediyordu. Bu yüzden gözaltılarla eş zamanlı olarak İstanbul Valiliği şehirde fiilî OHAL ilan etti ve her türlü gösteriyi yasakladı. Ancak eylemler sürdü. Özellikle üniversitelerde öğrenciler büyük bir mücadeleye giriştiler. Mücadele liselere de yayıldı. Kitle mücadelesinin ilk etkisi CHP'nin pazarlık gücünü arttırmak oldu ve İBB'ye kayyım atanması, yargının bir “ince ayar” ile İmamoğlu'nu terör suçlamasından değil de rüşvet ve yolsuzluktan tutuklamasıyla engellendi. Bundan sonra CHP, eylemleri sönümlendirmek ve süreci İmamoğlu'nun Cumhurbaşkanlığı kampanyasına eklemlemek için çabalarken, istibdad da eylemleri bastırmak için polis şiddetinin dozunu gittikçe arttırdı. Kitlesel gözaltılara, hukuksuz ve keyfi tutuklamalar eklendi. Ne var ki CHP'nin tutumu gençliğin düzen siyasetinden uzaklaşma dinamiklerini güçlendirirken, istibdadın baskısı da öfkeyi ve dayanışmayı pek çok yerde daha da arttırdı. İstibdad cephesi, muhalefeti parçalamaya çalışırken kendi içinde bölündüİstibdad cephesinin en önemli argümanı bu işin iktidarla ilgisinin olmadığı, operasyonların kaynağında CHP'nin içinden çıkan insanların itiraflarının ve şikâyetlerinin yer aldığı idi. İstibdad cephesi belli ki İmamoğlu'nun Cumhurbaşkanı adaylığının engellenmesi ile Mansur Yavaş üzerinden bir tartışmanın derinleşeceğini, CHP kongresinin iptali ile birlikte ise Kemal Kılıçdaroğlu çevresinin atağa kalkarak partiyi böleceğini umuyordu. İkisi de olmadığı gibi CHP'de oluşması beklenen çatlaklar, istibdad cephesinin kendi içinde görüldü. Devlet Bahçeli'nin sürecin kısa sürede sonuçlanmasına yönelik açıklamaları bir iç tartışmanın göstergesi olarak yorumlandı. Bahçeli'nin bir erken seçimi gündeme getirebileceği dahi konuşulmaya başlandı. AKP'liler kendi içlerinde birbirlerini suçlamaya başladılar. Nihayet İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, eleştirilerin odağında olduğu, Ümit Özdağ'ın tutuklanması ya da Genel Merkezi Ankara'da olan Eğitim Sen merkez yöneticilerine dava açması gibi görev alanının dışına çıkmakla eleştirildiği bir aşamada Ankara Cumhuriyet Savcılığı çıkıp istibdadın propagandistlerinden Rasim Ozan Kütahyalı hakkında soruşturma açıp gözaltı kararı verdi. AKP kurucularından Bülent Arınç bu parçalı hali fırsat bilerek bir kez daha ortaya çıktı ve kendine yakıştırdığı özgül ağırlığı ile basına açıklamalar yapmaya başladı. Unutulmasın, AKP saflarından dışlanmış gibi gözükse de Bülent Arınç ve Abdullah Gül gibi figürler Erdoğan'ın ordu ve MHP ile kurduğu (kurmak zorunda kaldığı) taktik ittifaktan kaçış kapısını açık tutan görevli rolündedirler. İstibdad bölünürken CHP'nin burjuva sınıf karakteri de emekçi halkı bölüyorNe var ki tüm bunlar istibdadın inisiyatifi tamamen elden kaçırdığı bir duruma da işaret etmiyor. Halen istibdad rejimi yargıyı ve polisi kullanarak, İmamoğlu operasyonunu eşeleyerek, CHP'nin iç fay hatları üzerinde tepinerek taarruzunu derinleştirmeyi sürdürüyor. CHP'ye ilk kayyım hamlesi olağanüstü kongre hamlesiyle püskürtülmüş gözükse de yine CHP delegelerinin açtığı dava ile Özgür Özel'in üzerinde yeni bir Demokles'in kılıcı sallandırılıyor. Bu sefer açılan iptal davası yeni bir kongre yapılmasından önce yönetimin doğrudan Kılıçdaroğlu'na ve ekibine devredilmesini talep ediyor. CHP saflarında henüz açık bir dağılma emaresi görülmüyor olsa da alttan alta çelişkiler sürüyor. Ayrıca bu, partinin burjuva ve düzen içi karakteri, kitlelerin istibdada karşı hürriyet talebinin zayıf karnını oluşturmaya devam ediyor.
Depremin ardından uzmanlar (jeofizik mühendisleri, deprem bilimciler, jeologlar vb.) İstanbul depremiyle ilgili farklı tezler üzerinden kamuoyu önünde tartışmaya başladılar. Bu tartışmalara da deprem uzmanlarına da aşinayız. Halkın bu tartışmalarda adeta takım tutar gibi hoca tutmaya başlamasına da alıştık artık. Celal Şengör, Şener Üşümezsoy, Naci Görür en popüler figürler olarak öne çıkıyor. Bir aşamada bu profesörlerin depremle ilgili yorumlarına göre Şener hocacılar evlere giriyor, Naci hocacılar dışarda kalıyor, Celalciler şehri terk ediyor diye sosyal medyada espriler dahi yapıldı. Televizyonda, sosyal medyada, fayların çizgilerle çizildiği haritalar önünde yapılan yorumları izleyen herkesin aklında aynı soru vardı: Bu nasıl bilim? Aynı haritaya aynı faya bakıp nasıl tam karşıt yorumlar yapabiliyorsunuz? Siyaset değil ki bu! Felsefe değil ki bu! Ekonomi değil ki bu!Depremin bilimsel analizi ve geleceğe dair öngörülerde farklılıklar olması, bu alanın kendine özgü belirsizlikleri ve yerin kilometrelerce içinde cereyan eden fiziksel süreçlere dair veri toplamanın zorlukları dolayısıyla bizim gibi konunun cahilleri için dahi anlaşılabilecek bir şey. Ama zaten sorun da burada değil. Depremde taraf olmak depreme dair kötümser ya da iyimser öngörülerde bulunmakla olmuyor. Açıkça İstanbul depremine dair kötümser öngörülerin inşaat patronlarının, arazi ve konut spekülatörlerinin ekmeğine yağ sürdüğü bir gerçek. O ekmeğin üstüne Celal Şengör gibi bal süren tiplerin gayrimenkul sektöründeki şirketlerle ortaklıkları ortaya çıkınca insanın iyice midesi bulanıyor haliyle. Öte yandan İstanbul Üniversiteli olduğu için tabii ki ayrıca bir yakınlık duyduğumuz Şener Üşümezsoy'un çizdiği iyimser senaryolar da emekçi halkı kurtarmıyor. 6,2'lik depremde yıkılan ev olmadı. Ama emekçi halkın haneleri yine de tarumar oldu. Evde kırılan dökülen eşyalar dışında da büyük bir ekonomik yıkım var yoksulun evinde. Deprem olduğunda sadece depreme dayanıklı diye emlak spekülatörlerinin reklamını yaptığı semtlerde ve sitelerde mi kiralar artıyor zannediyorsunuz? Evine güvenemeyen, dahası deprem ardından bu güvensizliği daha da artan emekçi ve yoksul ailelerin, güvenli konutlara taşınmaya ekonomik gücü yetmiyor. Ama durdukları yerde de mal sahiplerinin fırsatçılığından kurtulamıyorlar. Yıllardır aynı evde oturan aileler için yeni bir yere taşınmak sadece kiranın katlanması anlamına gelmiyor. Emlakçı parası, depozito, taşınma masrafları derken yerinden kıpırdamak en az 100 binlik olmak demek İstanbul'da. Bunu bilen mal sahipleri zeminden çatıya kadar çürük binalarda bile, kiraya basıyorlar zammı! Depremin büyüklüğü ile şiddetinin farklı olduğunu öğrendik. Depremin merkez üssüne uzaklığına, zeminin yapısına, binanın konumuna göre aynı büyüklükteki depremin yarattığı etki yani şiddeti değişiyor. Böyle düşününce depremin şiddetinin sınıfsal olarak da farklılaştığını söyleyebiliriz. Örneğin depremden sonra yazlığa göç etme imkanına sahip olan ya da depremden bir süre sonra parkta sabahlamak yerine güvenli evine dönebilenin yaşadığı psikolojik sıkıntı ile bu imkanlara sahip olmayan emekçi ailesindeki çocukların ve ebeveynlerin yaşadığı psikolojik yıkım bir olabilir mi?İşte bu yüzden mesele, depreme dair jeofizik bilimi alanına giren öngörülerdeki farklılıklarda değil. İşte bu yüzden mesele, depremin sosyal ve sınıfsal boyutuyla ilgili taraf olup olmamakta. İşte bu noktada biz Celalci de, Nacici de, Şenerci de değiliz; biz Savaş Karabulutçuyuz dedik. Çünkü depremciler içinde bilimsel çalışmalarını ve tezlerini ortaya koyarken, açıkça sınıfsal bir konum ve siyasal bir tutum alan hoca Savaş Karabulut'tur. Savaş hocanın olası İstanbul depremine dair öngörülerinin Celal Şengör'den çok farkı yok gibi görünebilir. Ama bence aralarında okyanuslar var. Celal Şengör “hepiniz öleceksiniz” diyor. Savaş Karabulut “hepimiz öleceğiz” diyor. Celal Şengör Anadolu Hisarı'nda çelik konstrüksiyonla inşa edilmiş villada oturuyor, Savaş Karabulut Avcılar'da oturuyor.
ABD emperyalizmi, Trump'ın dümene geçmesinin ardından Batı Asya'da (Ortadoğu) vites arttırmış durumda. Trump bir yandan Filistinli direniş örgütleri üzerindeki baskıyı arttırırken, diğer yandan Yemen'in halen İsrail'e saldırmakta olan tek Direniş Ekseni unsuru olan Ensarullah'ın egemenliği altındaki bölgesinde askerî ve sivil pek çok hedefe saldırıyor. Lübnan'da Hizbullah'a yönelik Siyonist saldırıların da Suriye'de İsrail'in giderek derinleşen ve etkisini arttıran operasyonlarının da ABD'nin isteği dışında meydana gelmediği anlaşılıyor. İran'a yönelik ABD tehdidi ise sürüyor. ABD ve İran arasında önce Umman'da, sonra da İtalya'da devam eden görüşmelerin olumlu bir havada sürdüğü belirtiliyor. Ama bir yandan da ABD emperyalizminin bombardıman uçakları Hint Okyanusu'ndaki Diego Garcia üssüne konuşlanmış durumda. Trump ve Netanyahu ikilisinin Gazze'ye dair planları açık. Netanyahu, Gazze'de başlattığı soykırımı bir etnik arındırma ile taçlandırıp Gazze'yi İsrail toprağı yapmak istiyor. Üzerinde tek bir Filistinli kalmayana dek durmayacak. Trump'ın Gazze planı ise, Netanyahu'nun Siyonist planlarının Trump'a yakışır bir soytarılıkta tekrarından ibaret. 51.000 kişinin katledildiği, taş üstünde taş bırakmaksızın bombalanmış, insanlığın yeni utancı Gazze'de, üstelik soykırım sürerken, bir tatil merkezi yapacağını iddia ediyor!Netanyahu ve Trump'ın küstahlıklarına, haksız birer gaddar oluşlarına öfkeleniyoruz. Yumruklarımızı sıkıyoruz. En ağır bedduaları ediyoruz. Bakın, şimdi Erdoğan'ın dümeninde olduğu istibdad rejimi, birkaç isme “hicret” adı altında bu emperyalist ve Siyonist projeye “İslamî” bir destek vermeye kalksak halkımız ne der?” yoklaması yaptırıyor. Biri “İlmiye Vakfı” kurucusu, diğeri Yeni Şafak yazarı iki şahıs, Gazze'nin derdine dertlenir görüntüsü ile süsledikleri yazılarında geçtiğimiz ay, Gazzelileri Gazze'den çıkarmak gerektiğini, bunun bir “hicret” olacağını, bunun taarruz için geri çekilmek anlamına geldiğini söylüyorlar. Böyle bir utanmazlık tarihte ender görülür cinsten. Gazze'ye aylardır tek koli yardım giremiyor. Bunu yaparak Gazzelileri dizlerinin üzerine çöktürmek, sonra da kapıları açıp, “isteyen gidebilir” demek istiyorlar. Kapının kolunu tutan da anlaşılan bizim istibdad rejimi olacak. Filistin halkının yarısı Gazze'de yaşıyor, böyle bir şeyin bırakın geri dönüş hakkını, iki devletli çözümü dahi tamamen olanaksız kılacağını bilmiyor olamazlar! O halde?Öncelikle şunu ifade edelim. Gazze'yi terk etmek isteyen Filistinlilerin geri dönüş hakkı da gittikleri yerlerdeki yaşamları da bizim için önemlidir. Ama bugün, emperyalizm ve Siyonizm etnik arındırma konusunda gemi azıya almışken, Filistin halkı ise mücadeleye devam ediyorken bu Siyonist planla aynı kapıya çıkacak şeyleri söylemek, ihanettir!Peki nerden çıktı bu hicret lafı? Neden şimdi? Bir hafta öncesine kadar Türkiye ile İsrail'in Suriye üzerindeki rekabetleri dolayısıyla karşı karşıya geldikleri, hatta İsrail'in TSK'nin yerleşeceği üsleri bombaladığı konuşulurken, istibdad rejimi neden bu tür hamlelerle denemeler yapıyor?Cevabı, Trump'ın Netanyahu'yu ağırladığı gün söyledikleri ve Türkiye ile İsrail'in Azerbaycan'da yürüttüğü görüşmelerde aramak gerekiyor. Trump, Netanyahu'nun yanında Erdoğan'ı övüp, “Türkiye ile bir sorununuz varsa, sanırım bunu çözebilirim” derken, ABD emperyalizminin İsrail ile Türkiye'yi belirli bir çizgide uzlaştırmak amacında olduğunu açıkça ifade etti. Azerbaycan'da yürüyen görüşmeler de bu anlamda düşünülmeli. Direniş Ekseni'nin boşalttığı alanları Türkiye ile İsrail arasında paylaştırmak, bir aşamada Filistinlilere ait doğalgazın çalınmasında yarım kalan ortaklık projesine geri dönmek, Batı Asya'yı emperyalistler için dikensiz gül bahçesine çevirmek. Önce “One minute” deyip, sonra Mavi Marmara davasını satmışlardı. El Aksa Tûfânı'ndan bir hafta önce Siyonistlerle görüşüyor, Herzog'u ağırlıyor, Netanyahu'yu ağırlamaya hazırlanıyorlardı. Gazze'de taş üstünde taş kalmamışken yapmazlar mı diyorsunuz?
Donald Trump Nisan sonunda ABD başkanı olarak 100 gününü doldurdu. Bütün dünya bu 100 günü tartışıyor. Ama hiçbir şey anlayamadan. Tam körlerin fili tarifi öyküsündeki gibi: Herkes hangi nokta kendi dikkatini çekerse onu öne çıkarıyor. Trump ekonomiyi batırıyor, devlet adabını bozuyor, ABD'yi dünyadan koparıyor, demokrasiyi çiğniyor, Amerikan üniversite sistemini mahvedecek, göçmenlerin haklarını çiğniyor falan filan. Şu soruya cevap arayan yok: Neden?Bizim, Türkiye'de Trump'a karşı nasıl bir politika izlenmesi gerektiğini tartışabilmemiz için önce bunu anlamamız lazım. Trump neden bu kadar Amerika'nın da çıkarlarına aykırı olduğu iddia edilen bir politik program uyguluyor?Trump kaprisli ya da deli mi?Biz bu soruya Trump daha ilk dönemine başlarken cevap verdik. O yüzden şimdiki deli dolu politikaların her birini yerine oturtabiliyoruz. Trump'ın sapık politikaları dünya kapitalizminin ta 1970'li yılların ortalarından beri uygulamaya giriştiği neoliberal stratejinin, hem de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra uygulamaya konulan “küreselleşme” olarak anılan politikalarla de güçlendirilmesine rağmen 2008'de yeniden çok derin bir ekonomik krize düşmesine bir yanıttır. Trump diyor ki, kapitalizmin sorunlarına dünya ölçeğinde bir cevap bulunamıyor. Ben Amerika'nın çıkarına bakarım. Amerika için iyi olan dünya için de iyidir.Altın kimdeyse…Trump savaşa sadece silahla gidilmeyeceğini biliyor. Ekonomik gücün savaşan ülkelerin en önemli kozu olduğunu, o olmadan silahların ve orduların gücünün ancak geçici olacağını anlıyor. Bunun son işaretini kendi kurduğu sosyal medya ortamı olan Truth Social'da son günlerdeki bir paylaşımı ile verdi. Yazdığı şu: “Altın kimdeyse kuralları o koyar.” (İngilizcesiyle “He who has the gold makes the rules.”) Bir bakıma “parayı veren düdüğü çalar” anlamına gelen bir söz. Amerikan popüler kültürünün çok içinden söylüyor bunu. Amerika'da savaş sonrası kapitalizmin en pürüzsüz gelişmekte olduğu 1960'lı yıllarda bir gazetede neşredilmeye başlanan, çok popüler olmuş “Wizard of Id” (yani “İd Büyücüsü”) başlıklı mizahi çizgi roman türü karikatür dizisinde “İd” ülkesinin kralının tebaasını toplayıp beyan ettiği bir “Altın Kural”a dayanıyor. Karikatürün orijinalini bu yazının başındaki fotoğrafta görüyorsunuz. Kral “Altın Kural'ı hatırlayın!” buyuruyor. Halktan biri “neymiş o?” diye soruyor. Bir başkası “Altın kimdeyse kuralları o koyar” diyor. Bu, Amerikan kültüründe yarım yüzyıl önce çok yayılmış ve hâlâ yaygın olarak konuşulan bir laf. Hani bizde diyelim Porof Zihni Sinir ya da Avanak Avni ya da Muhlis Bey hâlâ bilinir ya, öyle işte. Trump halkla iletişim kurmayı bilen bir milyarder. Popüler kültürden bir sayfa açmış. Zaten başka bir kültürü de yok.Trump karşıtı burjuva ve sözde sol cepheden sefalet manzaralarıABD'de güya sola yatkın Demokrat Parti nakavt durumda. Daha parmaklarını bile kıpırdatamadılar. Aralarında bir tek Bernie Sanders hayat emaresi gösteriyor: Bu beyefendi 2016 ve 2020'de bu partinin ön seçimlerine katılmış ve yenilse de epeyce başarılı olmuştu. ama sonunda Hillary Clinton ve Joseph R. Biden gibi Wall Street hizmetkârlarına biat etmiş, seçimlerde onları desteklemişti. Sınıf sorunlarını öne çıkaran ve kendine “demokratik sosyalist” sıfatı takan biri. Yanına aynı zamanda Democratic Socialists of America (Amerikan Demokrat Sosyalistleri) olarak anılan, ABD'nin en büyük sözde “sosyalist” örgütünün üyesi olan, Temsilciler Meclisi üyesi, Alexandra Ocasio-Cortez'i alarak Amerika'yı turluyor. On binlerce insanın katıldığı çok büyük toplantılar düzenliyor. Turun adı “Oligarşiyle Mücadele”. Dolar milyarderlerini (Elon Musk'ı, Jeff Bezos'u, Mark Zuckerberg'i ve benzerlerini) püskürtecek Sanders.“Komşuda pişer bize de düşer” mi?Filistin meselesi bizi Türkiye'ye getiriyor. Şimdi Trump, Esad'ı devirip yerine kravatlı tekfircileri geçirdiği için Erdoğan'ı övdü ya, AKP-MHP blokunun aklı evvelleri ellerini ovuşturuyor, “komşuda pişer, bize de düşer” hesapları yapıyorlar.
Ekrem İmamoğlu'na ve CHP'ye yöneltilen, hukuki kılıfa sokulmuş siyasi operasyon sonucunda yüz binlerce insan istibdad rejiminin bu saldırısına karşı sokaklara döküldü. CHP'nin çağrısı ile eylemlerin merkezi olarak belirlenen Saraçhane'de bulunan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin önü günler boyu süren kitlesel eylemlere sahne oldu. Ancak kısa süre içerisinde başta gençler olmak üzere hürriyet sevdalısı yüz binlerin mücadele azmi, Saraçhane'de CHP'nin çizdiği sınırları aşabileceğini gösterdi. Bir yandan istibdad rejimi, yargıyı istediği gibi kullanarak, sandıktaki en büyük rakibine siyasi operasyon yaparak cezaevine gönderiyor, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım atama tehdidini elinde siyasi bir koz olarak tutuyor. CHP ile DEM Parti arasında yapılan “kent uzlaşısı” adıyla bilinen ittifakı terörizm diyerek yaftalıyor. Kolluk kuvvetlerini ve yargıyı kendi emir eri gibi kullanarak hem eylem yapan vatandaşlara gazla, copla saldırıyor hem de yargıya doğrudan talimat vererek yüzlerce eylemciyi hukuken hiçbir açıklaması olmayan bir şekilde tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderiyor. Öbür yandan Saraçhane Meydanı'nda otobüsün üzerine çıkmış Mansur Yavaş, Kürt halkına hakaret ediyor, Özgür Özel, İBB'ye kayyım atanmamasını kitle eylemlerinin sonlandırılmasını gerekçelendirmek için bir zafer olarak öne sürüyor, ısrarla bütün gençleri ve eylemcileri CHP'nin işaret ettiği eylemlerin dışına çıkmamaya çağırıyor! İstibdada karşı hürriyet için sokağa çıkan yüz binler, bir kez daha CHP'den ilacı değil, sadece ağrı kesiciyi buluyor! Bu yüzdendir ki gençler kaplarına sığmıyor, bu yüzdendir ki meydanlarda toplanan yüz binler “Mitinge değil eyleme geldik!” sloganını kendi sloganları haline getiriyor.Hürriyet sevdalısı gençler; sizleri ne polis şiddeti ne de talimatla çalışan mahkemelerin tutuklamaları yıldırabilir. Bu memleketin tarihi nice büyük gençlik mücadeleleri ile doludur. Dönüp bakın geçmişe! Bu ülkenin gençleri Amerikan 6. Filosunu denize mi dökmedi, Amerikan üslerini mi basmadı, üniversiteler mi işgal etmedi, Gezi ile başlayan halk isyanında milyonlar olup Erdoğan'ı mı titretmedi!Önümüz 1 Mayıs, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü. İşte hürriyetin de zaferin de anahtarı burada! İstibdad rejiminin karşısına cesaretle dikilen gençler, uzatın ellerinizi bulunduğu her yeri eylem alanına çeviren, kaymakamlık binasının içinde dahi hakları için eylem yapan gıda işçilerine! Omuz verin grev yasaklarını yırtıp atan, Cumhurbaşkanı kararnamelerini tanımayıp ölmek var dönmek yok diyerek işine ve aşına grevle sahip çıkan yiğit metal işçilerine! Kulak verin yerin yüzlerce metre altından yeryüzüne hakları için yürüyen madencilere, kelle koltukta çalışıp patronlara direnen tersane işçilerine! Bugünün öğrencileri, yarının emekçileri sakın unutmayın; her kim ki ekonomi bakanı Mehmet Şimşek'i ve onun Orta Vadeli Programı'nı savunuyorsa, bilin ki o işçi düşmanıdır, bizim dostumuz değildir! Memleketin mücadeleci işçileri, anayasal haklarımızı, sizin en temel haklarınızı, sendikalaşmayı, grevi, gösteri ve yürüyüşü patronlara meze yapan bu istibdad rejimine karşı hürriyet için, hürriyet sevdalısı gençlere sahip çıkın! Emperyalist şirketlere ve yerli patronlara hediye üstüne hediye verip, işçinin karşısına barikat kuran bu rejim, bugün aynı barikatı gençlere karşı kuruyor.İşçilerin, emekçilerin ve gençlerin ortak kurtuluşu yolunda ilerlemek için bugün parolamız 1 Mayıs! 1 Mayıs'ta hep birlikte işçi sınıfının saflarında buluşalım. Devrimci İşçi Partisi, gençliği işçi sınıfının saflarına katılmaya çağırıyor! Gençliğin azmini ve cesaretini, üretimden gelen gücü elinde tutan, bu ülkenin grevci işçileri ile buluşturalım. Gelin bu 1 Mayıs'ta, “İş, Aş, Hürriyet” sloganlarını hep birlikte haykıralım!
Onurlu bir barış mı ikinci cumhuriyetçi proje mi?Devlet Bahçeli tarafından başlatılan, Erdoğan'ın temkinli bir destek verdiği ve Öcalan'ın çağrısıyla “tarihi fırsat” olarak sunulan süreç, Erdoğan'ın silah bırakma konusunda “Sınırsız vakte ve tahammüle sahip değiliz” açıklaması ve yine Bahçeli'nin "Bizim tasavvur ve teklifimiz 4 Mayıs 2025 Pazar günü Muş'un Malazgirt ilçesinde DEM Partili belediye başkanının destek, katkı ve yardımıyla PKK'nın kongresini toplayarak fesih tartışmalarına son noktayı koyması ve bu işi bitirmesidir" çıkışıyla devam ediyor. Elbette Bahçeli'nin 20 Mart'taki “Malazgirt” teklifinin ortaya çıkış sebebi ve zamanı önemlidir. Her ne kadar Öcalan'ın mektubunu “harfi harfine” desteklese de Kandil'in bizzat hareketin liderinin fesih amacıyla bir kongre toplaması gerektiğini açıklaması, çok çeşitli biçimlerde yorumlanabilecek bir çıkıştı, en azından örgütün kendini feshetme sürecinde karşı taraftan beklediği hamlelerin bir ifadesiydi. Bu gelişmeler ışığında ve 19 Mart'ta fitili ateşlenen kitlesel eylemlerin hemen ardından yapılan “Malazgirt” çıkışı, sürecin sekteye uğrama kaygısına karşı bir hamle olarak görülebilir.İttifak mı ihtilaf mı?İstibdad rejiminin Sünni İslam kardeşliği temelinde ortaya koyduğu “Türk-Kürt ittifakı”nı, Türkiye burjuvazisinin yayılmacı emellerini ifade eden Özal mirası “İkinci Cumhuriyet” projesinin bir parçası olarak hayata geçirmeye çalışması ve 12 Eylül darbecilerinden aldığı ilhamla Erdoğan'ın en büyük rakibini zamanı manidar bir siyasi operasyonla tutuklatması birbirinden ayrı düşünülemez. Emperyalizmin, Siyonizmin büyük katkısıyla Ortadoğu'yu (Batı Asya'yı) hallaç pamuğu gibi attığı bir süreci fırsat olarak gören sömürgeci burjuvazinin yayılmacı emellerinin memlekete barış da demokrasi de getirmeyeceği bir gerçek. Dış politikada izlenen bu kırılgan ve risklerle dolu süreç, istibdadın içerideki rakiplerini alabildiğine keyfi ve baskıcı yöntemlerle bastırmasını gerektiriyor. İstibdadın tüm bu planlarıyla uyumlu bir şekilde CHP-DEM işbirliğini ifade eden “kent uzlaşısı” hattını terörle yaftalayarak, karşısında birikebilecek bir muhalefet hattının önüne set çekmek ve Kürt halkını İmamoğlu vesilesiyle sokaklara dökülen kitlelerden ayrıştırmak için yaptığı hamleler göz önündedir. Saldırıya uğrayan düzen muhalefetinin milliyetçi hattından gelen ayrıştırıcı söylemlerin istibdadın bu planını kolaylaştırdığı ise gözden kaçmamalıdır. Mansur Yavaş'ın Newroz kutlamalarına yönelik ırkçı serzenişleri Kürt halkında büyük bir tepki ve öfkeye yol açmıştır. Dört günlük gösteri ve protesto yasaklarından Newroz kutlamalarının muaf tutulması, sosyal medyada Selahattin Demirtaş'ın salınacağına dair ortaya atılan spekülatif paylaşımlar, DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan'ın Newroz'da vurguladığı “Üçüncü yol” açıklamasının dolaşıma sokulması ve yine Tuncer Bakırhan'ın Medya Haber'e verdiği “Biz CHP'nin eylemci kitlesi değiliz” demecinin Devlet Bahçeli tarafından tebrik edilmesi, aralarındaki farklara rağmen istibdadın kendi politik yönelişinden ve Kürt hareketinden beklentilerinden bağımsız düşünülemez. Kimlikçi politikalarla emekçi halkın içine ekilen nifak tohumları ne Kürt halkına ne de emekçilere hayır getirecek sahte çözüm süreçlerinin gölgesi altında zehirli meyvesini vermektedir.
Yalan söyleyemem. Pek sevmediğim bir ifade ile Z kuşağı denen gençlik kuşağının apolitik oluşu, bireyciliği, toplumsal ve siyasi konulardaki duyarsızlığı konusundan dostlarla, hocalarla aramızda çok çekiştirdik sizi. Yanılmışız. Ne güzel bir yanılgı oldu bu. Ne umut dolu, ne mutlu bir yanılgı bu.Geleceğinizin nasıl karartıldığını görüp yaşarken, kendi geleceğinizle birlikte memleketin geleceğine de sahip çıkmak için el ele verdiniz. Başınızı yukarı kaldırdığınızda herkes tertemiz yüzlerinizi, pırıl pırıl gözlerinizi gördü.Mesele ne CHP ne İmamoğlu ne de Saraçhane… Gençler hürriyet istiyor! Biz işçi sınıfı devrimcisiyiz. CHP'de yokuz. İmamoğlu'nda yokuz. Saraçhane'de yokuz! Olmayız da. MÜSİAD markalarına boykot yapıp sövmekte, TÜSİAD markalarını övmekte de yokuz. İngilizden, Amerikalıdan, Almandan herhangi bir konuda medet umanlardan olmadık, olmayız, olmayacağız. Ama gençlerin mücadele azmini, enerjisini, coşkusunu kendi pazarlıklarında koz olarak kullananlar, istediklerini yarım yamalak alır almaz, gençleri istibdadın polis gaddarlığıyla baş başa bıraktığında, orada biz varız. Hocaysak, eğitim ve bilim emekçisi isek, memleketin pırıl pırıl gençleri hürriyet için mücadele ediyor, bedel ödüyorsa, elbette ki sahip çıkacağız, yalnız bırakmayacağız. Yoksulluğun, hayat pahalılığının, işsizliğin pençesinde kıvranan işçiler, emekçiler, yoksul köylüler yani emekçi halkımız da aynı şekilde memleketin evlatlarına sahip çıkmalı. Bunun yolu CHP'ye yazılmak değil. İmamoğlu'nu siyasi olarak savunmak değil. Bunun yolu gençler nasıl kendi gelecekleriyle memleketin geleceğine birlikte sahip çıkıyorsa, işçi ve emekçinin de işine aşına sahip çıkarken, memlekette hüküm süren sermayenin istibdadına karşı da hürriyet mücadelesi vermesidir. Kim diyebilir ki grevleri yasaklanan metal işçileri fiili grevlerle yasakları yırtıp attığında sadece ekmek mücadelesi vermiştir? Bu basbayağı bir hürriyet mücadelesidir. Kim diyebilir ki sendikalaştıkları için işten atılıp aylarca direnen, barikatlar aşarak Anayasal Hak Yürüyüşü yapan Polonez işçileri sadece işleri ve aşları için direnmiştir? Bu basbayağı bir hürriyet mücadelesidir. Antep'te tekstil işçilerinin önderi Mehmet Türkmen neden hapis yattı? Hürriyet için! Gençler niye yatıyor? Hürriyet için! Biz niye yatıyoruz? Hürriyet için!İnanıyorum ki içeride yatanların temsil ettiği mücadeleler dışarıda hürriyet için buluştuğunda zafere giden yolu arşınlamaya başlayacağız. Nasıl buluşacağız? Herkes kendi payına AKP'den, CHP'den ve benzerlerinden yani düzen siyasetinden koptuğunda, kendi gücümüze ve emekçi halka güvenip alçak ve katil emperyalistlerden, ikiyüzlü ve korkak burjuvalardan medet ummaktan vazgeçildiğinde, buluşacağız! Kimsenin karşısında duramayacağı bir güç açığa çıkaracağız. Kazanacağız!Not: Ramazan bayramında işçi, emekçi dostların, yoldaşların, arkadaşların destek ve dayanışma mesajları en güzel hediye oldu. Herkese çok teşekkür ediyorum. Bir sonraki bayramda yani 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda iş, aş, hürriyet bayrağının altında mücadeleci gençleri, namuslu hocaları ve öncü işçileri bir arada görmek en büyük dileğimdir. Sevgilerimle. Silivri 3 No'lu Cezaevi
“Adalet Yürüyüşü”nden “Altılı Masa”ya ve “Kent Uzlaşısı”na, Türkiye solu epeyce büyük bir çoğunluğuyla burjuva parlamenter düzene adaptasyonunu büyük bir kararlılıkla parlattı, pekiştirdi, perçinledi. Artık birçok siyasi partinin taraftarları günlük siyasi sohbetlerinde “bizim taraf” dediklerinde CHP'yi de kendi cephelerinde sayıyor, bir sonraki seçimde AKP'nin adayları karşısında CHP'ninkilere oy çağrısı yapacaklarına bir vazgeçilmez varsayım olarak bakıyorlar. Başka nasıl olsun ki? Türkiye sosyalist hareketinin bu çok geniş kanadı artık politikaya “kazanılması gereken seçimler” ölçeğinde bakıyor. “Ah, Erdoğan bu defa seçimleri kaybetse” özleminden ileri giden pek az şey var siyasi tahayyüllerinde. Ufkunuzu böyle bir amaçla sınırlarsanız, bugün var olan her türden devasa sorunun Erdoğan ve AKP'nin (ya da AKP-MHP koalisyonunun) seçimleri yitirmesiyle çözüme kavuşacağını hayal etmeye başlarsanız, tabii ki bugün var olan illetlerin anası olarak gördüğünüz siyasi hareketin ve önderinin yenilgisinden başka bir şey düşünemez hale gelirsiniz. O zaman da onun tek “gerçekçi” alternatifi olarak gördüğünüz ana muhalefet partisinin seçim zaferi, sizin için kurtuluş formülü olur.Bütün bunları bizim için güncel kılan, bizim soldaki CHP tutkusunu yeniden ele almamıza yol açan, elbette son dönemde Ekrem İmamoğlu'na hukuk peçesi altında düzenlenen siyasi saldırı dolayısıyla yaşanan ülke çapındaki siyasi kriz oldu. Öyle bir siyasi krizden söz ediyoruz ki, bizim partice “istibdad” olarak andığımız, solun çok önemli bir bölümünün ise ağız dolusu “faşizm” olarak nitelediği (ama seçimle tasfiye etmeyi hayal ettiği!) rejimi de geçici bir krize sürükledi. Haydi rejimin, ana muhalefet partisinin İstanbul Saraçhane'de veya başka kentlerde benzer mekânlarda düzenlediği kitlesel gösterilere dokunamamasını büyütmeyelim. Ama kriz CHP'den hızla uzaklaşan öğrenci gençliğin düzenlediği, son derecede radikal sloganların atıldığı yürüyüşlere dahi dokunamadığı bir atmosfer doğurdu. Müdahale ancak hareketin soluğu tükendiğinde geldi. Herkesin yaka silktiği siyasi rejim, Fransa'da ya da Amerika'da yapılan gösterilerde polisin gösterdiği hunharlığın onda birini uygulayacak cesareti bulamadı kendinde. Demek ki, şimdilik büyük ölçüde CHP'nin evcilleştirici denetimi altında kalmış olsa bile büyük kitle hareketleri istibdad karşısındaki en güçlü panzehirmiş.Ne gaflet! CHP, daha Millî Mücadele'nin bitişiyle birlikte başlayan bir süreç içinde, Türkiye'yi Avrupa emperyalizminin ideolojik kölesi haline getirerek, bu toprakların bütün değerlerini, kültürünü, kişiliğini bir sömürgeci gibi altüst ederek İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin NATO'ya ve Avrupa sistemine teslim olmasını hazırlamış, kendisi de cumhuriyetin yüz yılı boyunca bu topraklarda emperyalizmin en aktif ajanı, Siyonizmin en yakın dostu olmuş bir geleneğin mirasçısıdır. AKP emperyalizmin dümen suyundan ayrılmıyor, doğru. Ama CHP emperyalizmin dizinin dibinden ayrılmayan kölesidir.Siz hâlâ anlayamadınız! Çünkü anlamaya çaba göstermiyorsunuz. “Bu memleket nasıl bu hale geldi, anlamıyorum” diye şikâyet edip duruyorsunuz ama anlamaya çalışmadınız hiçbir zaman. Erdoğan neden çeyrek yüzyıldır Türkiye halkının önemli bir bölümünün desteğiyle ayakta kaldı? Neden halkı acından inlettiği halde bir türlü ülkenin başından düşürülemiyor? Çünkü bu halk Türkiye'yi gönüllü ideolojik sömürgeleştirme operasyonuna maruz kılan CHP'ye düşman da onun için. Siz bunu anlamıyorsunuz ve aslında sorunun kaynağı olan CHP'yi çözümün aracı haline çevirmeye bakıyorsunuz. O yüzden debeleniyorsunuz. Avrupa Birliği'ni, Batı dünyasını, emperyalizmi kıble bildiğiniz için körsünüz. Biz ise komplo teorisyenliğini reddeden anti-emperyalistleriz, Avrupa'ya meydan okuyoruz, Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halkını er ya da geç kazanacağız ve ne AKP'nin ne CHP'nin köle ruhlu politikalarına teslim olmayan anti-emperyalist bir enternasyonalizmle sadece Türkiye'yi değil Ortadoğu'yu, Batı Asya'yı emperyalizmden ve kapitalizmden kurtaracağız.
Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği (OHSAD) 9-13 Nisan'da “Sağlıkta Ortak Gelecek” temalı bir kurultay düzenliyor. Özel sağlık sermayesinin temsilcisi OHSAD'ın, sağlığı daha fazla özelleştirmek, sağlıktan daha fazla para kazanmak için organizasyon düzenlemesi sınıfsal çıkarlarına uygun bir hamle. Ancak bu organizasyona, sağlık alanı ilgili bakanların ve bürokratların geniş bir kadro ile konuşmacı olarak katılacak olması daha başka anlamlar ve mesajlar taşıyor.Kurultaya Sağlık Bakanı ve Bakan Yardımcısı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, her iki bakanlığın önemli müdürlüklerine bağlı bürokratlar, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkan Yardımcısı, vakıf ve kamu üniversitelerinden öğretim üyeleri konuşmacı olarak katılacakmış. Sağlık sistemine dair her türlü kararı almaya yetkili bu bürokratların özel sağlık sermayesinin kurultayına adeta çıkarma yapmasını sağlıktaki geleceğimizi özel sermayeye emanet edeceklerinin bir göstergesi olarak yorumlamak gerekiyor.Sağlığın özelleştirilmesi, yani sağlığın parayla alınır satılır bir meta (mal) haline getirilmesi sağlık hizmetlerine ulaşımın önünde engel teşkil eder. Oysa sağlık sistemi ayrıcalıklı bir azınlığa değil toplumun tamamına hizmet etmelidir. Bunun ön koşulu, sağlık hizmetlerinin ücretsiz olarak sunulmasıdır. Özelleştirme aynı zamanda kamu sağlık hizmetlerinin içini oyan bir karaktere sahiptir. Kamuda sunulan hizmetlerin, doktorlardan ve sağlık emekçilerinden bağımsız olarak, niteliksizleştirilmesini veya kapsamının daraltılmasını beraberinde getirir.Peki, sağlıkta özelleştirmeye karşı olan bizler ne yapmalıyız? Patronlara ve patron destekçisi hükümete karşı örgütlü şekilde mücadele etmezsek işimiz zor görünüyor. Kamuda sendikalaşma hakkımız olsa da ne yazık ki grev hakkımız yok. Her toplu sözleşme döneminde oynanan tiyatroyu izliyoruz ancak üretimden gelen gücümüzü kullanamamış oluyoruz. Kamuda grev hakkımızı kazanmak için orta-uzun vadeli bir yol haritası çıkarmamız gerekiyor. Özel sağlık alanında ise fiilî bir sendikalaşma yasağı var. Çalışma koşulları çok kötü olmasına karşın Toplu İş Sözleşmeli sendikalı özel hastane sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Mutlaka şeytanın bacağını kırmalı, başarılı bir örnekler yaratmalıyız. Başarmak için öncelikle amaç edinmek, buna göre hazırlık yapmak gerekiyor. Sağlıkta özelleştirmeye karşı; sağlığın ücretsiz, eşit, ulaşılabilir, nitelikli, devlet eliyle sunulması gerektiğini savunan her sendika ve meslek örgütü daha fazla örgütlenmek için elinden gelen çabayı sarf etmeli; konfederasyon ayrımı gözetmeden, ayrı gayrı demeden, benzer amaçlar doğrultusunda güçlerimizi birleştirmeliyiz.
Türkiye, geride bıraktığımız ay başlayan büyük bir siyasi çalkantıya sahne oluyor. Bunun nedeni, istibdad rejiminin CHP'nin 2028 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olarak göstereceği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yönelik arka arkaya gelen operasyonları. Önce 18 Mart'ta İmamoğlu'nun üniversite diploması usulsüz olarak alındığı iddiasıyla iptal edildi. Bir gün sonrasında da İmamoğlu suç örgütü kurmak ve yönetmek, irtikap, rüşvet almak, ihaleye fesat karıştırmak, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek ve terör örgütüyle işbirliği yapmak gibi uzunca bir listeden oluşan suçlamalarla sabaha karşı gözaltına alındı. Aynı operasyon kapsamında İmamoğlu'nun yanı sıra 100'den fazla kişi için de gözaltı işlemi yapıldı. İmamoğlu ve bazı diğer gözaltına alınanlar için tutuklama kararı verildi ve bu isimler hapse yollandı.İstibdad için her şey mübah!Bu iki işlemin arka arkaya iki güne sığdırılmış olmasının kendisi bile istibdad rejiminin rakiplerine saldırırken yargıyı ne şekilde bir aparat olarak kullanabileceğinin yeni bir kanıtı olurken, AKP'nin yılmaz savunucuları arasından bazıları dahi bu tür bir yargı hamlesinin, yine hukuki bir terimle “hayatın doğal akışına aykırı” olduğunda hemfikirdi. Zira istibdad rejimi göstere göstere yargıyı ve kolluk güçlerini kullanarak, aynı 12 Eylül darbesinin organı Millî Güvenlik Konseyinin 1983 yılında seçime girecek adayların bazılarını veto ettiği gibi, rakibini saf dışı bıraktı. Aynı günlerde istibdadın kalemşörleri İmamoğlu'ndan sonra anketlerde CHP'den adaylığı durumunda Erdoğan'ı zorlayabilecek bir diğer isim olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın da yakında hedef alınabileceğini utanmadan zikrettiler. İmamoğlu'nun ifade tutanağı, operasyonun bir parçası olarak istibdad medyasına el altından servis edildi. Tüm bunları İstanbul'da 4 günlük bir eylem yasağı izledi. Sosyal medyaya erişim engellendi ve internet erişimine kısmi bir kısıtlama getirildi. Bir süre sonra da CHP'ye kayyım atanabileceği söylentisi yayıldı ve CHP lideri Özgür Özel, partisini olağanüstü genel kurula götürerek bu hamleye karşılık vermek istedi.Biriken öfke sokaklara taştıİstibdadın İmamoğlu'na yönelik saldırısının önemli bir tepki doğuracağı açıktı. Öyle de oldu, İmamoğlu'nun ev baskını ile gözaltına alınmasının hemen ardından büyük kentlerden başlayarak kalabalık kitleler sokağa döküldü. Sosyalistler ve meslek örgütleri de bu eylemlere aktif bir biçimde katıldılar. Bunların bir kısmı açısından eylemlerin CHP'nin çağrısıyla, sevk ve idaresi altında cereyan etmesi önemli değildi. Bunlar için CHP doğal bir müttefik, İmamoğlu da şimdiden 2028'de oy verilecek adaydı. Diğerleri açısından ise eylemler aslında şeklen CHP'nin çağrısı ile yapılmaktaysa da, ardında Gezi'dekine benzer bir kitle hareketi vardı ve bu hareketi sosyalist kanallara akıtmak için mücadeleye katılmak gerekliydi.İstibdadı ancak emekçi halkın bağrından kopacak bir güç yenebilir! Devrimci İşçi Partisi, bu nedenlerle CHP'nin önderliğinde Saraçhane eylemlerinde yer almamış, emekçi halkımızı istibdada karşı olduğu gibi, onunla mücadelesinde zayıflatıcı bir unsur olarak CHP'ye karşı da uyarmıştır. Ama bu uyarıyı, emekçi halkın geniş kesimlerinin tüm zayıflıklarına karşın CHP saflarına koştuğu bir ortamda yapmıyoruz. Emekçi kitlelerin önemli bir bölümünün İmamoğlu'nun burjuva karakterinden, diploma olayının halk tarafından bir zengin çocuğunun kayırılması olarak görülmesinden, CHP'nin OVP'yi sahiplenen tutumundan ve belediyelerdeki yolsuzluk iddialarından duyduğu tiksinti ile istibdad cephesinin etkisi altına sokulduğu bir anda yapıyoruz. Görevimiz, emekçi halkımızın içinde istibdada yönelik biriktirdiği öfkenin düzen siyaseti tarafından kontrol edilmesini ve soğrulmasını önlemektir. Emekçi halkın öfkesinin Saraçhane merkezli CHP mitinglerinde değil, bütün meydanlarda, fabrikalarda, atölyelerde, iş yerlerinde, emekçi mahallelerinde ve önümüzdeki günlerde 1 Mayıs meydanlarında örgütlenmesini temin etmektir.
Türkiye'de baş döndürücü savrulmalar yaşanıyor. İktidar daha dün sövdüklerini bugün övüyor. Terörist ilan ettiklerini barış elçisi olarak takdir ediyor. Hangisi doğru? Muhalefet deseniz, daha dün Erdoğan-Bahçeli'yi faşistlikle suçlayanlar, şimdi “Allah uzun ömürler versin” diye edilen dualara el açıyor. Daha dün nefes alamıyoruz diye karalar bağlayanlar bugün barış için kaçırılmaması gereken tarihsel fırsattan bahsediyor. Hangisine inanmalı? Hiçbirine!İşin gerçeği şu ki dün milliyetçi hamasetle emekçi halkın saflarına ekilen kin ve nefret tohumları bugün sahte bir barış ve çözüm masalıyla sulanmaktadır. Tamamen gizli diplomasi ile kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla yürütülen bu sürecin arkasındaki motivasyon ne Kürt halkının barış özlemidir ne de Türk emekçi halkının millî gururudur. Birinci Körfez Savaşı'nda Amerikan emperyalizmi Irak'a saldırırken Özal'ın deyimiyle “bir koyup üç alacağız” diyerek yağmadan pay kapmaya çalışan sömürgeci İkinci Cumhuriyet projesinin yeni versiyonu ile karşı karşıyayız. Özal'ın takipçisi olan bugünün iktidar sahipleri bir kez daha aynı yolun yolcusudur. Amerikan emperyalizminin başındaki faşist Trump ve hempası soykırımcı Netanyahu Batı Asya'yı hallaç pamuğu gibi atmaya hazırlanırken, yağmadan pay kapmanın peşine düşmektedirler.. Amerikan ve İngiliz emperyalizmi, Siyonizm ile el ele, Filistin'de, Lübnan'da direniş odaklarının belini kırmaya, Körfez'den Mısır'a işbirlikçi kralların, emirlerin, generallerin hizmetleriyle Suriye'yi, Irak'ı ve tüm Arap dünyasını paramparça etmeye, İran'a karşı Batı Asya'da bir mezhep kavgasını kışkırtmaya çalışıyor. Böyle bir süreçte Sünni İslam temelinde bir Türk-Kürt ittifakından bahsetmek halkların kardeşliğine değil boğazlaşmasına hizmet eder. Barışa değil savaşa giden yolun taşlarını döşer. Biz başka halklara karşı Türk-Kürt ittifakından değil emperyalizme ve Siyonizme karşı tüm halkların ittifakından yanayız! Biz Türkün ne hakkı varsa Kürdün de aynı haklara sahip olduğu onurlu barış istiyoruz. “Kürtlerle barış, ABD'yle savaş” diyoruz!Güvenme! Gizli diplomasinin sürecin sabote edilmesine karşı bir emniyet tedbiri olarak sunulması aklımızla alay edilmesidir. Gözlerden ırak pazarlıkları yürütenlerin emekçi halkın çıkarlarını gözettiğine nasıl güvenelim? Sözde darbecilere karşı OHAL ilan edip sonra bunu sermayenin önünü açmak için kullananlara, askerî vesayete karşıyız diyerek “yetmez ama evet”lerle yarı-askerî rejim inşa edenlere, ticareti kestik deyip soykırımcı İsrail'e kesintisiz petrol ve mal taşıyanlara, lafta Batı'ya atıp tutarken NATO'ya yaptıkları hizmetlerle, onun en büyük ordularından biri olmakla övünenlere, İncirlik'e, Kürecik'e asla dokunmayanlara, yerli ve millî edebiyatı yapıp memleketin işçisinin hak arayışının karşısına çıkıp, grev yasaklarıyla emperyalist tekellerin çıkarlarını savunanlara, ekonomiyi İMF'nin memuru İngiliz Mehmet'e teslim edenlere, milyonlar hayat pahalılığı ve işsizliğin pençesindeyken, emeğin vergi yükünü arttırıp patronlara vergi silmeler, muafiyetler ve teşvikler yağdıranlara neden güvenelim? Tüm bunları herkesin gözü önünde yapanların kapalı kapılar ardında Türk ve Kürt yoksullarının menfaatine çalışacağına neden inanalım? Tabii ki güvenmeyeceğiz! Tabii ki inanmayacağız! Bugüne kadar kandırılmadık, bugünden sonra da kandırılmayacağız!Örgütlenme ve mücadele yılı ilan ettiğimiz 2025'te sınıf mücadeleleri sürüyor, önümüzde kamu işçilerinden metal işçilerine randevusu verilmiş sınıf kavgaları var. İngiliz Mehmet'in işçi düşmanı Orta Vadeli Programı işçinin, kamu emekçisinin, yoksul köylünün kemerlerini sıktıkça her an patlamaya hazır bir toplumsal öfke birikiyor. Türkiye'nin kaçırmaması gereken tarihî bir fırsat varsa bu, kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarda değil, Türk ve Kürt yoksullarını birleştiren sınıf mücadelesi alanlarındadır. İşgallerde, grevlerde, direnişlerde apaçık gözler önünde yaşanmakta olan uyanıştadır! Memlekete hürriyet, işçilerin birliği, halkların kardeşliği ile gelecektir!
Türk Tabipleri Birliği (TTB), 14 Mart Tıp Bayramı'na giderken mevcut sağlık sisteminin çöktüğünü söyleyerek “Başka bir sağlık sistemi mümkün” başlığıyla eylem programını açıklamıştı. Başka bir sağlık sisteminin nasıl oluşturulabileceğine ve 14 Mart günü yapılması planlanan eyleme dair katkı ve önerilerini sunmak için Türkiye'nin dört bir tarafından yüzlerce hekim TTB'nin çağrısıyla 1 Mart'ta Ankara'da “Büyük Hekim Buluşması”nda bir araya geldi.Eylem programı kapsamında TTB, Şubat ayı içinde sağlık sisteminin her bir alt başlığında farklı illerde sempozyumlar ve çalıştaylar düzenledi. Mevcut sağlık sisteminin çöktüğüne ve başka bir sağlık sisteminin mümkün ve ihtiyaç olduğuna dair tespitlerini hekimlerle, sağlık emekçileriyle ve halkla konuşmak ve tartışmak için İstanbul'dan Ankara'ya sembolik bir Beyaz Yürüyüş organize etti. Yürüyüş Türkiye'nin dört bir tarafındaki tabip odalarının temsilcilerinin katılımıyla 25 Şubat'ta İstanbul'dan başlayarak sırasıyla Gebze, İzmit, Balıkesir, Bandırma, Bursa ve Eskişehir rotasını takip ederek 1 Mart'ta Ankara'da Büyük Hekim Buluşması'nda son buldu.Türkiye'de sağlık sistemi 1980'lerin başından itibaren özelleştirme ve piyasalaştırma saldırıları altında. Bu anlamda en büyük sıçramayı 2003 yılında AKP iktidarının başlattığı “Sağlıkta Dönüşüm Programı” yaptı. Sağlık hizmetleri yıldan yıla paralı hale getirilerek, özel sermayenin belirleyici olduğu bir sağlık piyasası yaratıldı. Hekimler ve sağlık emekçilerinin örgütsüzleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi için pek çok adım atıldı. Bunların doğal bir sonucu olarak halkın sağlığı da zarar gördü. Nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmetine ulaşmak güçleşti.Derdine derman arayıp bulamayan halkımız o doktor senin bu doktor benim dolaşmaya başladı. 2002 yılında kişi başı 3 civarı olan doktora başvuru sayısı 12'ye dayandı. Bunun sonucu olarak özellikle büyükşehirlerde randevu bulmak zorlaştı. Çözümü randevu süresini 3-5 dakikaya sıkıştırmakta bulan bakanlık yüzünden nitelikli sağlık hizmeti ve hekimlik yapılamaz hâle geldi. Oysa çözüm için en önemli adımlardan biri, vatandaşların ilk başvuru merkezleri olması gereken Aile Hekimliklerinin (eskinin Sağlık Ocakları) her bakımdan güçlendirilmesiyken bakanlık tam tersi yönde adımlar atarak sistemi daha da kilitledi.İş yeri hekimleri, taşeron şirketlere (OSGB'lere) mahkûm kılındı, işçi lehine tutum almamaları için ücretleri patronlar tarafından ödenir hâle getirildi. Meslek hastalıklarına tanı koyacak meslek hastaneleri kapatıldı, meslek hastalığının tanı koyma süreçleri zorlaştırıldı. Sağlığı korumayı, hasta olmamayı önceleyen değil, tedavi etmeye uğraşan bir sistem hâkim kılındı. Oysa TTB'nin çağrısında söylediği gibi başka bir sağlık sistemi mümkün ve aynı zamanda da gerekli. Herkese eşit, nitelikli, ücretsiz, kamu eliyle verilen bir sağlık sistemi hayal değil. Türkiye'de böyle bir sağlık sistemine yetecek kaynak da var sağlık emekçisi de. Ancak siyasal iktidarın buna niyeti yok, tercihini patronlardan, piyasadan yana kullanıyor. TTB olmaksızın işçilerin ve emekçi halkın çıkarına bir sağlık sistemi mücadelesi olamaz ancak yalnızca TTB ile de olmaz. Hükümetin arka bahçesi olmayan ve emekten yana tavır alacak sağlık sendikaları ve emek-meslek örgütleri sürece dâhil olmalı, olabildiğince birleşik ve ortak mücadelenin yolları aranmalıdır. Mücadele hedefsiz olmaz. Kamuda grev hakkını kazanmak, özel hastanelerde ise kamulaştırma perspektifiyle sendikalaşmak ana hedef olmalıdır. Ancak bu hedefe ilerlerken ara hedefler de mutlaka olmalıdır. TTB'nin, SGK'nın özel hastanelerden hizmet alımını durdurması, maaşların tamamının emekliliğe yansıması gibi talepleri bu uzun yolda öncelikli hedefler olmalıdır.1 Mart Büyük Hekim Buluşması'nda söz alan hekimlerin çoğu 14 Mart günü taleplerimizi iktidara duyurmak ve başka bir sağlık sisteminin mümkün olduğunu göstermek için bir günlük iş bırakma eylemi yapılmasını önerdi. Bu 14 Mart'ın, uzun soluklu mücadelemizin başlangıç günü olması dileğiyle.
2025 yılını örgütlenme ve mücadele yılı ilan ederken yıla Polonez işçilerinin tüm Türkiye'yi sarsan direnişiyle girmiştik. Perfetti'de direniş yıllar sürmesi muhtemel yetki davası bitmeden toplu sözleşme masasının kurulmasını sağlamış, metal sektöründe MESS'in, arkasına grev yasaklarını alarak yaptığı işten atma saldırısı metal işçilerinin ve Birleşik Metal-İş'in iradesiyle püskürtülmüştü. İşçi sınıfı namına çok güçlü girdiğimiz bu yılda Grid Solutions, Green Transfo ve Chinatool gibi grevlerde örnek başarılara imza atıldı. Tekgıda-İş'le birlikte mücadelenin içinde yer aldığımız Polonez ve Perfetti'de ise tökezledik hatta ciddi bir darbe yedik. Tökezlemekten kastımızı açacağız. Mücadelede her zaman zaferler olmayacak. Zaferlerden güç almak kadar başarısızlıklardan ve yenilen darbelerden ders çıkarmak da çok önemli.Sınıf mücadelesinde başarının ve başarısızlığın kriterlerini doğru tespit etmek gerekli. Sözleşmelerde saat ücretlerine yapılan zam oranlarından, sosyal haklara, yürürlük süresinden işyerindeki çalışma rejiminin çeşitli boyutlarına kadar birçok madde söz konusudur. Bunlarda elde edilen kazanımlar şu ya da bu ölçüde işçileri tatmin edebilir. Bazen işçileri tatmin eden seviyeler aslında işçinin alabileceğinin çok altındadır. Bazen de tam tersi söz konusu olur. İşçi ile patron arasındaki güç dengesi içinde kopartabildiklerimiz mevcut geçim şartları içinde işçileri tatmin etmekten çok uzak kalabilir. Burada işçi her zaman haklıdır. Çünkü kapitalizm artı değer sömürüsüne dayanır. İşçiler en iyi durumda dahi emeğinin karşılığını (çalışarak ürettikleri ve patronların el koyduğu değer) değil, emek gücünün (ertesi gün emek gücünü yeniden patronun hizmetine sunması için gerekli mal ve hizmetlerin değeri) karşılığını alır. Yani bazen, hatta çoğu zaman en yüksek ücret alan işçiler pekâlâ en çok sömürülen işçiler olabilir. Sıklıkla yaşadığımız bir durum. Bir fabrikada işçilerin şikayet ettiği sözleşmenin belki de çok daha azına ulaşmak için başka fabrikalardaki işçiler kıyasıya bir mücadele içindedir.Dolayısıyla imzalanan toplu sözleşmeleri ya da direnişlerin sonucunda elde edilen maddi kazanımları tartıya koymak yanıltıcı olur. Sınıf mücadelesi açısından temel kriter şunlar olmalıdır: Mücadelenin sonucunda işçilerin birliği güçlenmiş midir? Gelecek mücadeleler için işçiye dayanak oluşturacak mevziler elde edilmiş midir? Öncü işçiler nitelik olarak gelişmiş midir ve nicelik olarak artmış mıdır? Mücadelenin o fabrikadaki işçilerin ve genel olarak işçi sınıfının sınıf bilinci üzerindeki etkisi ne olmuşturBu süreçte şiarımız “Sendikana üye ol, sahip çık, denetle”dir! Şunu da özellikle belirtmek gerekir: Sendika bürokrasisine rağmen sendikalara sahip çıkmak ve onları sınıfın mücadele örgütlerine dönüştürmek için gösterilen çabalar, patronlarla cephe cepheye verilen mücadele kadar önemlidir. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Sınıf bilinci, öncü işçilerin tüm bu mücadele cephelerinin bilgi, birikim ve deneyimi ile donanmasıyla gelişir.
“Yurtta testere, cihanda testere”. Trump Türkiye'ye devlet başkanı olsaydı programını bu sloganla tarihî bir çerçeveye oturtabilirdi. İlk günden beri Nazilerin “yıldırım savaşı”na benzer bir strateji sürdürdüğünü söylediğimiz Amerikan başkanı, içeride Elon Musk aracılığıyla devlet harcamalarında tasarruf gerekçesiyle kamu hizmetlerine büyük bir taarruz başlatmış durumda. Sanki bir yıkım güllesi ABD devlet kuruluşlarının her birini teker teker hedef alıyor. Arjantin devlet başkanı Javier Milei'nin Washington ziyaretinde Musk'a bir zincirli testere hediye etmesi, Musk'ın da bunu elektrogitar çalan bir rock müzisyeni edasıyla havaya kaldırması en çok işin bu yanını sembolize ediyor. Milei kendisi de Arjantin'de göreve geleli beri, “şu bakanlığı kapatacağım, bu hizmeti durduracağım” diye çarpıcı olmasına özen gösterdiği bir üslupla aynı işi yapıyor. Eşitsiz ve bileşik gelişme! Bu alanda ABD Arjantin'den örnek alıyor!Kısaca özetleyelim: Trump ve Musk'ın el ele yapmakta olduğu şey çılgınlık gibi görünüyor, kaotik bir süreç olarak yürüyor, 19 yaşında mühendise dünyanın en zengin devletinin Hazine'sini ardına kadar açıyor. Ama çılgınlığın ardında bir metod var. Amaç, en kısa süre içinde sosyal hizmetleri yıkarak işçi sınıfını atomize etmek, yani toplumsal destekten yoksun bireyler olarak yalnızlaştırmaktır!21. yüzyıl faşizmi (şimdilik ön-faşizmi) kapitalizmin krizine son verebilmek için bu “gereksiz maliyetler”den kurtulmak zorunda!Dünya pazarını parçalamakAma mesele bundan ibaret değil. Trump aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı'nın bitişinden bu yana ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin elbirliği ile oluşturmaya gayret ettiği birleşik dünya pazarını gümrük tarifeleriyle, burjuvazinin çeşitli bölüklerini tehdit ederek ve üretim ve ticareti gittikçe daha sert güvenlik izinlerine bağlayarak paramparça etmeye yöneliyor. Burjuvazinin gittikçe zayıflamakta olan liberal kanadı dehşet içinde 80 yıldır taş üstüne taş koyarak, Bretton Woods sistemidir, GATT'tır, “en fazla müsaadeye mazhar ülke” kuralıdır, Dünya Ticaret Örgütü'dür, adım adım inşa edilmiş olan serbest ticaret sisteminin Trump'ın güçlü zincirli testeresi ile parça parça birbirinden koparılmasını çaresiz gözlerle izliyor.Kuzey Atlantik ittifakını parçalamakBundan da ibaret değil. Zincirli testere bir üçüncü operasyon için de kullanılıyor. Amerika'nın, kimi yüz küsur yıllık (diyelim İngiltere), kimi seksen yıllık (diyelim Almanya ve İtalya) müttefikleriyle ilişkilerini de kesip atmak için.“Üçüncü Dünya Savaşı ile kumar oynayan” kim?Trump başa gelmeden uyardık. Yaşlı faşistin acelesi var dedik. Daha ilk bir ayı yeni geçtik, eski dünya düzeni her yanından çatırdıyor. Trump Zelenski'yi nasıl azarladı? “Üçüncü Dünya Savaşı üzerine kumar oynuyorsun” diyerek. “Sen oynayamazsın, zamanı geldiğinde ben oynarım” diyor. Marksistler söyleyince inanmayanlar belki Trump gerçek tehlikeyi ağzına aldığında inanırlar. İşçi sınıfına gelince, öncü bilincine kavuşmuş işçilerin zaten Trump'a ya da Erdoğan'a değil Marksistlere kulak vermesi sınıf bilincinin gereğidir.
Bahçeli'nin başlattığı ve Erdoğan'la birlikte yürüttüğü süreç Öcalan'ın PKK'yi kongre toplayarak silah bırakmaya ve kendisini feshetmeye çağırdığı açıklama ile ilerliyor. Her şeyden önce tüm süreç gizli kapaklı şekilde ilerletilmekte, varılan sonuçlar, halka tüm tarafların her yana çekilebilecek şekilde kullandığı bir Ezop diliyle aktarılmaktadır. Türk ve Kürt emekçilerini birinci derecede ilgilendiren, milyonlarca işçi, emekçi, köylü geçim sıkıntısı çekerken kaynakları yutan, sayısız gencin canını alan bir mesele ile ilgili olarak, sürdürülen gizli diplomasiye son verilmelidir. Tarafların değişik vesilelerle söylediğinin aksine “gizli diplomasi” hiçbir şekilde önemli sorunların çözümü için gerekli de zorunlu da değildir. Tarihin gördüğü en büyük savaşlardan biri olan Cihan Harbi'nde (Birinci Dünya Savaşı) işçi devletinin başında müzakerelere katılan Bolşeviklerin gizli diplomasiyi reddetmesi, Çarlık Rusyası'nın gizli anlaşmalarını açıklaması, bu gizli anlaşmalarla (başta Türkiye olmak üzere) Rusya'ya vadedilmiş olan topraklardan vazgeçmesi tarihe düşülmüş devrimci bir nottur. Dünya savaşında gizli diplomasi reddedilmişse her savaşta reddedilebilir. Bu, işçi sınıfının ve ezilenlerin tavrıdır, ilkesidir, siyasetidir. Gizli diplomasi; burjuvazinin, sömürgecilerin, emperyalistlerin yöntemidir, reddediyoruz!Ne Kürt sorunu çözülmüştür ne de Kürt işçilerinin ve yoksul köylülerinin mücadelesi anlamsızlaşmıştır! İktidar cephesi bu süreci “terörsüz Türkiye” çabaları kapsamında tanımlarken Öcalan'ın açıklaması “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığını taşıyor. Ancak bu tanımlamalar işletilen sürecin gerçek içeriğini yansıtmıyor. İktidar cephesinden gelen Türkiye'de Kürt sorunu yoktur ya da çözülmüştür iddiası, İmralı'dan yapılan açıklamada da “kimlik inkarının çözülüşü ve ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” gibi değerlendirmelere referansla tekrarlanmaktadır. Öcalan, açıklamasına, bu gelişmelerin PKK'nin anlam yoksunluğuna yol açtığını söyleyerek, kendisini feshini gerekli kıldığını söyleyerek başlamıştır. Sömürgeci burjuvazinin gerici İkinci Cumhuriyet projesinin yeni versiyonu Kürt sorununun çözüldüğüne dair açıkça ya da ima yoluyla yapılan tespitler gerçeği yansıtmadığı gibi “terörsüz Türkiye” hedefi de bu sürecin gerçek amacını yansıtmamaktadır. Sürecin arka planını oluşturan gerçek amaç, sömürgeci burjuvazinin, Batı emperyalizminin himayesinde Irak'ta ve Suriye'de enerji havzalarının kontrolünü de içerecek şekilde yayılmacı çıkarları doğrultusunda, tarihe “İkinci Cumhuriyet” olarak geçmiş olan projenin yeni sürümünü hayata geçirmektir.Başka halklara karşı Türk-Kürt ittifakı değil emperyalizme ve Siyonizme karşı tüm Ortadoğu halklarının ittifakı! Turgut Özal'ın ABD'nin Irak'ı işgalini fırsat bilerek “bir koyup üç alacağız” sözleriyle akıllara kazınmış gerici İkinci Cumhuriyet projesi, ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin ve İsrail Siyonizminin Batı Asya (Ortadoğu) coğrafyasını yangın yerine çevirdiği günümüz koşullarında yeniden piyasaya sürülmektedir. Değişik açıklamalarda farklı terimlerle de olsa sürekli vurgulanan “Türk-Kürt ittifakı” kavramı bu gerici proje doğrultusunda bir işbirliğini ifade ettiği sürece halkların kardeşliği ve eşitliği mücadelesinin uzağında ve karşısındadır. İttifak kavramı, “kime karşı?” sorusundan bağımsız anlam kazanamaz! Türk ve Kürt emekçi ve yoksul gençlerinin de sömürgeci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda ve emperyalizmin himayesinde, başka halklara, Batı Asya söz konusu olduğunda özellikle Arap ve İran halklarına karşı girişilecek maceralara asker yapılmasının ilerici ve haklı bir yanı olamaz.Her ne ad altında olursa olsun sosyalizme çamur atmak sadece emperyalist kapitalizmi ve sömürgeciliği aklamaya yararAsırlar aşan çağrı: Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!
Ekrem İmamoğlu “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyerek Çağlayan'da mahkemeye ifade vereceği gün için herkesi eyleme çağırdı. Ümit Özdağ tutuklandıktan sonra taraftarları “kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet” sloganları atıyor, sosyal medyada sağa sola “haklıyız kazanacağız” yazıyor. Tersine dünya! Müteahhit Ekrem İmamoğlu, sosyalist şair Brecht'in dizelerinden esinlenerek kamu emekçilerinin eylemlerinde atılmaya başlanmış sonra tüm işçi sınıfına mal olmuş bir sloganı çalıyor. Karşı-devrimci Ümit Özdağ ise 1908 Hürriyet devriminin sloganına, Grup Yorum'un 1 Mayıs marşıyla dilden dile yayılan sözlere çökmeye çalışıyor. Bunların hepsi bizim sloganlarımız, işçi sınıfının, emekçilerin, devrimcilerin sloganları! Ne güzel işte sloganlarımız yayılıyor diye düşünemeyiz. Burjuvaların, gericilerin, faşistlerin sloganlarımızın içini boşaltmasından hoşnut olamayız.Biz pankartlarımıza “kahrolsun istibdad yaşasın hürriyet” yazdık, bu sloganı 1 Mayıs meydanlarında, sınıf mücadelesi meydanlarında haykırdık. Her zaman peşine kahrolsun emperyalizm ve Siyonizm diye ekledik! Başımıza geleceği biliyoruz çünkü… Ümit Özdağ, İttihat ve Terakki'ye sahip çıkıyor. Ama onun devrimci dönemine değil karşı-devrimci dönemine elbette. Yani İttiihat ve Terakki'nin Hürriyet devrimine yüz çevirip, işçi sınıfının grevlerini ve örgütlenmesini yasakladığı, Alman emperyalizminin himayesinde müstebit bir rejim kurduğu dönemine… Hakkını da veriyorlar doğrusu. Daha dün 2023 seçimlerinde istibdad rejiminin içişleri bakanı olmak için pazarlık eden o! Gazze'de soykırım sürerken İsrail Siyonizminin ekmeğine yağ süren Arap düşmanlığını pompalayan, her fırsatta iktidarı eleştiriyorum kisvesi altında Filistin davasını gözden düşürmeye çalışan o! Uğradığı haksızlığa karşı çıkarız ama bu adamı ve partisini asla hürriyet mücadelesinin bir bileşeni olarak görmeyiz. Sol içinde öyle görenlere de hayret ediyoruz.Ne yazık ki İmamoğlu işçi sınıfının ve solun sloganlarının içini boşaltmakta çok daha etkili. Kendisi hakkında istibdadın ısmarlamasıyla açılmış bir soruşturmaya karşı halkı ona destek vermeye çağırıyor. Görüntü bu. Ama içerik seçim mitingi! Kendi imzasıyla bir çağrı bildirisi yazıyor “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diye söze başlayıp meseleyi, Cumhurbaşkanı adaylığındaki rakibini alt etmek için ortaya atılan ön seçime getiriyor. “Ya ben ya hiçbiriniz” demeye getiriyor. Elbette onun da uğradığı haksızlığın karşısındayız. Ama yüzüne taktığı maskeyle emekçi halkı kandırmasına da izin veremeyiz. O slogan kapitalizmin yaydığı bireysel kurtuluş hülyasını reddetmeyi anlatır.Peki onunla aynı kadraja gireceğim diye omuz omuza mücadeleye giren sosyalistlere ne demeli? Ekrem İmamoğlu'nun arkasına dizilen solcular en iyi niyetli yorumla bunu baskı rejimine karşı bir sorumluluk olarak görüyorlar. Oysa gerçekte CHP içindeki kavgada Mansur'un karşısında Ekrem'in safında dizilmiş oluyorlar. Aynı sosyalistlerin daha önce Ankara seçimlerinde de Mansur'un arkasında dizilmiş olmaları ise en hafif deyimle trajikomik. Yine itiraz edecekler biliyorum. “Tek adam” rejimine karşı, “faşizme” karşı diye başlayan aynı cümleleri duyacağız yine.Burjuvalar sloganlarımızın lafzını çalabilir, emekçi ve devrimci ruhunu asla! Biz alanlarda “kahrolsun istibdad yaşasın hürriyet” demeye devam edeceğiz. Arkasından Amerikan ve İngiliz emperyalizmine, Avrupa Birliği'ne lanet okuyacağız! Yıkılsın Siyonist İsrail diyeceğiz! Çünkü emperyalizmin gölgesinde bir hürriyet mücadelesi olmayacağını biliyoruz. Hürriyet işçilerle gelecek diyeceğiz. Çünkü işçi sınıfına güveniyoruz. İstibdada karşı “iş, aş, hürriyet” diyerek direnen Polonez işçisi, grev yasaklarını grevle yırtıp atan metal işçileri yüzümüzü kara çıkarmadı. Biz düzen muhalefetinin müteahhitleriyle değil geçmişte hangi partiye oy vermiş olursa olsun ekmeği için örgütlü mücadelede birleşen işçi ve emekçilerle birlikte haykıracağız: “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
İstibdada karşı nasıl mücadele etmeli: Baskıya karşı çık, tuzağa düşme!Türkiye, iktidara muhalif kurum ve kişilere yönelik bir soruşturma, gözaltı ve tutuklama dalgasıyla sarsılıyor. Bu dalga sosyalist partilerden faşist Zafer Partisi'ne kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Kürt hareketinden ya da onunla dayanışma içinde olan siyasetçilere, sendikacılara, avukatlara yönelik operasyonlar bitmiyor. Geçmişten bugüne soruşturmaların ve kayyımların hedefi olan Dem Partili belediyelerden sonra Esenyurt ve Beşiktaş ile birlikte CHP'li belediyeler de hedef alınıyor. Türkiye'nin en büyük belediyesi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Başkanı Ekrem İmamoğlu üzerinde “ahmak davası” olarak bilenen bir hakaret davası adeta Demokles'in kılıcı gibi sallandırılıyor. Tutuklama furyasından medya dünyasının ünlü menajeri Ayşe Barım da sokak röportajında Erdoğan'a serzenişte bulunan sıradan bir kadın da nasibini alıyor.Tüm bunlar olurken yargının bir sopa olarak kullanılmasını, belirli savcıların, belirli bilirkişilerle adeta bir yargı tezgâhı kurmuş olduğunu teşhir eden haberler yapan gazeteciler de karakola çekiliyor. Yargının savunma kanadı da kırılmak isteniyor. Yoldaşımız Şiar Rişvanoğlu'na yönelik saldırılar güçlü bir dayanışmayla ve mücadeleci işçilerin sahiplenmesiyle boşa çıktı ama savunmaya saldırı bitmiyor. Son olarak avukat Fırat Epözdemir'in tutuklanması ve İstanbul Barosu'nun seçilmiş yönetiminin görevden alınması için savcılık tarafından soruşturma başlatıldı.İşçi sınıfını kazanarak istibdadı yeneceğiz!Susmayacağız! İstibdada karşı haykıracağız! Ama sesimizi düzen içinde kayıkçı kavgası veren güçlerle, Türkiye'deki baskı rejiminin yarattığı tepkiyi kendi çıkarları doğrultusunda soğurmaya çalışan Batılı emperyalistlerle ve onların sözcüleriyle karıştırmıyoruz. CHP'sinden Zafer Partisi'ne kadar düzen siyaseti istibdada karşı hürriyet kavgasını taşıyamayacağını ve bu kavgayı kazanamayacağını, bulduğu ilk fırsatta istibdadın saflarında yer kapmak istediğini daha kaç defa kanıtlayacaktır? Emperyalistlerin emekçi halkın hürriyeti ile en ufak bir ilgisinin olmadığını, işçiyi sermayelerine köle, yoksul halkı kendi savaşlarına asker, istibdad rejimini de kendi çıkarlarının gardiyanı yapmak istediğini, onca yaşanandan sonra görmemek nasıl mümkün olur? Biz sözümüzü ve eylemimizi bunlardan ayırırız. Yüzümüzü istibdadın hürriyet mücadelesi verenlere karşı ırkçı, mezhepçi, şovenist söylemlerle ve kara propagandayla kışkırtmaya çalıştığı emekçi ve ezilen halk kesimlerine dönüyoruz. Ekmek mücadelesinde birleşen, direnişlerle istibdadın barikatlarını aşan Polonez işçilerine, kadiri mutlak görülen sarayın grev yasağı fermanlarını yırtan metal işçilerine yani işçi sınıfına güveniyoruz. İşçi sınıfı mücadeleyi yükselttiğinde bütün diğer emekçi sınıfların ve ezilen kesimlerin onun mücadelesinin arkasında toplanmaya başlayacağını biliyoruz. Sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir hatta işçi sınıfını kazanarak istibdadı yenebileceğimizi biliyoruz.
Emperyalizmin, Siyonizmin ve kuklalarının vaadi etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşmadır! Bizim çözümümüz Batı Asya'yı emperyalizmden ve Siyonizmden arındırmaktır!Emperyalizmle uyumlu “kravatlı tekfirci” Ahmet el-Şara (kod adı Muhammed Colani) ve HTŞ (Heyet Tahrir Şam) Şam'da iktidarı aldı ama halen yeni bir düzen kurabilmiş değil. Ahmet el-Şara, 29 Ocak'ta kendi örgütünden ve müttefiklerinden müteşekkil bir “zafer konferansı” toplayarak kendini Suriye Arap Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı ilan etti. Emperyalist hamileri tarafından kravatlı tekfirciye Suriye Arap Cumhuriyeti adını kullanması söylendi. Çünkü bu şekilde halen dünya çapında pek çok ülkenin terör listesinde yer alan HTŞ'nin tanınması daha kolay olacak. Yeni rejimin cumhuriyetle uzaktan yakından ilgisi yok! Anayasası olan her rejime cumhuriyet denmez. Anayasası olan krallıklar (meşrutiyet) da vardır. Suriye'de Anayasa dahi yok. Ve Colani gerçek anlamda yeni bir Anayasa vaadinde bile bulunmuyor. Colani, ne idüğü belirsiz bir “ulusal konferans”, kimleri içereceği belli olmayan ama kimlerin olmayacağı bilinen (Aleviler!) “kapsayıcı bir hükümet” ve çıkmaz ayın son perşembesine atılmış “nihai seçimler”den oluşan bir “geçiş süreci”nden bahsediyor.Emperyalist politikanın şeytan üçgeni: “Etnik arındırma, mezhepçi boğazlaşma, emperyalist himaye!”Kravatlı tekfircilerin geçiş sürecinin istikameti halen belli değil ama iç savaştan barışa, farklı ülkelerin nüfuz alanlarına bölünmüş Suriye'den birleşmiş bir ülkeye bir geçiş olmayacağı açık. Görünür ufukta, ülkenin, bölge çapında yaşanan çatışma ve savaşların neticesinde değişen yeni güç dengelerine bağlı olarak, yeni nüfuz alanlarına bölünmesi var. HTŞ'nin Şam'a yürüyüşü İsrail'in ABD'nin tam desteğiyle Gazze'den başlayan, Yemen, Lübnan ve İran'la devam eden savaşının gölgesinde gerçekleşti. Arka planda yine NATO'nun Rusya'ya karşı Ukrayna cephesinde yürüttüğü savaş vardı. Türkiye de Erdoğan'ın İran'la bölgesel rekabeti merkeze alan Sünni İslam dünyası üzerinde nüfuz mücadelesi veren, sömürgeci burjuvazinin yayılmacı emellerine yaslanan Rabiacı politikasıyla bulmacayı tamamlayan parça oldu. Suriye'nin yeni hâkim güçleri bu ülkeye ve bu ülkenin halklarına özgür, onurlu, barış içinde bir gelecek vadetmiyor.İsrail her daim halkların boğazlaşmasından yanadır!Etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşma emperyalizmin Suriye'yi kontrol etme yolu ve kendi aralarında nüfuz alanları olarak bölüştürmenin yöntemidir. Halkların boğazlaşmasından en başta da İsrail çıkar sağlayacaktır. Çünkü İsrail, Gazze'de Arap halkına karşı bir soykırım suçlusudur. HTŞ ve Colani istediği kadar işbirlikçilik yapsın Arapların bunu unutmayacağını en önce İsrail bilir. Bu yüzden Suriye'de izin vereceği tek devlet dişleri sökülmüş ve mezhepsel olarak bölünmüş bir Arap devletidir. Siyonizm, Türklerin ve Kürtlerin nezdinde Arap düşmanlığının kökleşmesini ister. Türkiye'de Arap düşmanı, ırkçı, göçmen düşmanı, faşist oluşumları bu yüzden destekler. Irak'ta ve Suriye'de peşmergenin ya da YPG'nin emperyalistlerin yanında Araplarla savaşmasından memnun olur ve bu iki halkın arasına kan denizi girmesini ister. İran'da Şah rejimi gelsin, gelmiyorsa İran'la Sünni Arap dünyası hiç barışmasın ister.Çözüm, bölgeyi emperyalizm ve Siyonizmden arındırmakta!Özetle, emperyalizmin ve Siyonizmin Suriye'ye biçtiği kader olan etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşma tüm Batı Asya'ya (Ortadoğu'ya) ve bu coğrafyanın halklarına biçmek istediği kaderdir. Tabii ki bu kader mutlak değildir. Bu kaderi işçi sınıfının Batı Asya'yı emperyalizmin üslerinden, askerlerinden ve tekellerinden arındıracak, Siyonist beladan kurtaracak, Batı Asya'nın tüm halklarının vatanlarında özgür ve eşit olarak yaşayacağı Batı Asya ve Kuzey Afrika (BAKA) Sosyalist Federasyonu programı değiştirebilir.
Filistin halkı emperyalizme ve Siyonizme yenilmedi, boyun eğmedi!İsrail'in Gazze'ye yönelik bir yıldan uzun bir süre sürdürdüğü soykırım, bir ateşkes ile şimdilik sona erdi. Ateşkesin ilk aşamasında Filistinli örgütlerin ellerindeki rehinelerin, Filistinli bazı mahkûmların özgür bırakılması karşılığında salıverilmesi ve bu sırada kalıcı bir ateşkes için müzakereler yapılması, sonraki aşamalarında ise Gazze'nin yeniden inşasının sağlanması öngörülüyor.Siyonistlerin hezimeti, Filistinlilerin başarısıAteşkesin ardından Filistinliler sevinçle sokaklara dökülürken, Siyonist kanatta ise kafa karışıklığı hakimdi. Bunu İsrail'de Netanyahu'nun ultra Siyonist hükümet ortağı Ben Gvir ve bakanlarının hükümetten istifası izledi. Birçok Siyonist yorumcu, ABD aracılığı ile gelen ateşkesin İsrail için bir başarısızlık anlamına geldiğini savunuyordu.Bunun aksini iddia etmek gerçekten zor. İsrail ordusu 15 ay boyunca Gazze'de taş üstünde taş bırakmamasına, 50.000'e yakın Filistinliyi katletmesine, binden fazla asker ve yine buna yakın sayıda tank ve zırhlı araç kaybetmesine ve ABD'den aldığı 22 milyar dolara ek olarak kendisi de muazzam düzeyde askerî harcama yapmasına karşın, tek bir rehine dahi kurtaramadı. Hamas'ı yok edemedi. Gazze'yi ele geçirip kontrolü altında tutamadı. Gazzelilerin özsavunma için inşa ettikleri tünel sistemini yok edemedi. Sonunda da gelip, Hamas'ın yaklaşık bir yıldır “tamam” dediği bir ateşkes antlaşmasına imza atmak zorunda kaldı.Yani, ortada İsrail'in açık bir başarısızlığı söz konusu. Filistin açısından bakıldığında ise, daha önce gazetemizde defalarca kez belirttiğimiz üzere, El Aksa Tûfânı operasyonu, Filistin direniş örgütlerinin yok oluşa, yok edilmeye karşı kaçınılmaz olarak verdikleri bir tepkiydi. İsrail'den toprak almak ya da İsrail ordusunu mağlup etmek için değil, Filistinlilerin bölgeden silinemeyeceğini haykırmak için savaştılar. Bu yüzden, bu aşamada bir zaferden bahsedilemese de Filistinli örgütlerin emperyalizme ve Siyonizme karşı diz çökmemiş olması büyük bir başarıdır. 500 bin Filistinli Gazze'nin en güneyinden kuzeyine, bir zamanlar evlerinin olduğu bölgelere doğru yola çıktı; tüm dünya günlerdir İsrail hapishanelerinden salınan Filistinli tutsakların görüntülerini izliyor. Hamas, İsrailli rehineleri salıverdiği merasimlerde gövde gösterisi yapmayı sürdürüyor. Üstüne bir de ele geçirdiği İsrail özel kuvvetlerine ait silahları ve hatta araçları gibi unsurları da bu törenlerde sergileyerek düşmana moral bozukluğu yaşatıyor.Emperyalist / Siyonist tehdit sürüyorÖte yandan, Gazze'deki manzaranın umut vericiliğine karşın, Batı Şeria'da Siyonistlerin baskıları artıyor. Mahmud Abbas'ın liderliğindeki Filistin Özerk Yönetimi, saldırılarında Siyonistlere destek olmayı sürdürüyor. Cenin ve Tul Karim Siyonistlerin hedefinde.Güney Lübnan'da da halk, Gazzeliler gibi, İsrail ile Lübnan arasındaki ateşkes sonrasında köy ve kentlerine dönmeye başlamış durumda. İsrail bir aşamada burada evlerine dönen sivillere saldırarak 26'sını katletti. Ama Lübnan halkı büyük bir kararlılıkla, bazı bölgelerde İsrail güçlerinin halen bulunmasına da meydan okuyarak evlerine yürümeyi sürdürdü. Lübnan cephesinde Suriye'deki gelişmelerin etkisi büyük, yine de Hizbullah ve Emel hareketleri teslim olmuş değiller.Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleye devam edelimTrump'ın bu yeni “çılgın projesi”ne karşı Filistin halkının yanında olmamız şart. Öncelikle, Gazze ya da Batı Şeria'ya yönelik yeni bir Siyonist saldırganlık olmaması için Filistin halkının tüm dostları elinden geleni yapmalı. Aynı anda, İsrail ve Siyonist soykırımın sponsoru ABD'nin Gazze'deki tüm yıkımdan sorumlu tutulması ve Gazze'nin imarının ABD bütçesinden karşılanması sağlanmalı. Ardından, Gazze'nin yeniden inşası için, Gazze'nin siyonist yerleşimciler değil de Filistinliler için imarı için ne gerekiyorsa yapılmalı. Yani ateşkes sürse de sürmese de, emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadele sürmeli.
Baskıcı ve keyfî yönetim yani istibdad rejimi yargıyı bir sopa gibi kullanarak kendisine muhalif olarak gördüğü herkesi bastırmaya çalışıyor. Belediye başkanlarından teğmenlere, siyasi parti başkanlarından gazetecilere kadar çok geniş bir kesim bu baskıdan nasibini alıyor. Böylesine keyfî yönetim ve baskı rejimi elbette ki haklı bir tepkiye neden oluyor. İstibdad bu tepkinin sokaklarda ve meydanlarda kendini ifade etmesini bir suçmuş gibi göstermeye çalışıyor. Halkın haklı ve meşru mücadelesinin bir örneği olan Gezi ile başlayan halk isyanı, her fırsatta sanki bir darbe girişimiymiş gibi gösterilerek bugün hakkını sokakta arayan insanlara gözdağı veriliyor. Devlet Bahçeli çıtayı yükseltiyor ve “yüreğiniz yetiyorsa sokağa çıkın da görelim” diyerek hak arayan insanları tehdit ediyor. “Kınında beklemekten yorulmuş kılıç gibi buradayız” diyerek yaptığı şiddet iması faşizmin alametifarikası olan paramiliter tedhiş yöntemlerini gündeme taşıyor.Bu baskılar ve tehditler kimseyi yıldırmamalıdır. Toplantı ve gösteri yürüyüşü, hak arama, örgütlenme, sendika ve grev anayasal haktır. Anayasal hakların kullanılmasının engellenmesi, hele ki hak arayanları kitlesel şiddetle tehdit etmek suçtur. Bununla birlikte temel hak ve hürriyetleri savunmak bu hak ve hürriyetleri kullanmaktan geçiyor. Kullanmadığın hak, hakkın değildir. Korkmadan yılmadan haklarımızı kullanmalıyız. “Nasıl korkmayalım?” diyecekler olabilir. Koskoca belediye başkanları, büyük medya kuruluşlarına bağlı gazeteciler hapse giriyor. Hakkımızı mahkemede savunacak avukatların kendisi parmaklıkların ardına konuyor. Eli silahlı teğmenler tek bir kararla ordudan atılıyor. En kudretli görünen siyasetçiler dahi tutuklanabiliyor, haklarında soruşturmalar açılarak baskı altında tutulabiliyor. Koca profesörler, aydınlar, sanatçılar susuyor, sütre gerisine çekiliyor. Sıradan vatandaşlar haklarını nasıl savunacak?Cevabımız şudur: Belki de o çok güçlü ve kudretli gördüğünüz kişiler, ünlü olduğu için, zengin olduğu için, makam mevki sahibi olduğu için dokunulmaz zannettiğiniz kişiler o kadar da güçlü ve kudretli değildir. Paraları, malları, mülkleri, makam ve mevkileri, şöhretleri onların gücü değil zaafıdır. Düzenin muhalifleri, bir yandan hak mücadelesi verirken bir yandan da bu düzen sayesinde elde ettiklerini kaybetmekten korkuyor. Bu korku onları bu düzene bağlayan hareketsiz ve güçsüz bırakan bir zincir oluyor. İstedikleri kadar heyecanlı nutuklar atsınlar, onların korkusu etrafa bir burjuva kokusu yayıyor. Bu burjuva sınıfının kokusudur ki emekçi halka “onlar yine kendini kurtarır olan bize olur” duygusunu veriyor. Bu yüzden daha dün bu düzenden nemalanan burjuva siyasetçiler, daha dün istibdad rejimiyle normalleşme ve yumuşama dansına kalkanlar, müteahhitlikten siyasete sıçramış belediye başkanları, işçi sınıfının içinde olması gerekirken bunların arkasına katar katar dizilmiş solcular emekçi halkı hürriyet mücadelesinde seferber edemiyor. Edemezler de! Düzen siyaseti hürriyet mücadelesinin zayıf karnıdır… Erdoğan'ı işçi düşmanı İngiliz Mehmet'in ekonomi yönetimine karışma diye uyaranlar, işçiyi emekçiyi cahil görüp ona tepeden bakanlar, Batı'ya hayran olup emperyalizmin himayesinde demokrasi arayanlar, işçinin, köylünün, yoksulun derdiyle dertlenmeyip, kendi derdinin peşine düşenler istibdadın baskılarının arkasında sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarının yattığını teşhir edemez. Edemiyorlar da!Hürriyeti kazanacak güç ve kudret işçi sınıfının ve emekçi halkın saflarında mevcuttur. İşte grev yasağını yırtıp atan grevci metal işçileri! İşte sendika hakkını her türlü baskıya rağmen savunan, yürüyüş hakkını polis barikatlarını aşarak kazanan Polonez işçileri! İşte istibdadın açık çek verdiği, OHAL'i sizin önünüzü açmak için ilan ettik dediği, “millî güvenlik” gerekçesiyle fabrikalarındaki grevleri yasakladığı Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, Japon tekellerine karşı göze göz dişe diş sınıf kavgası veren Türküyle Kürdüyle Sünnisiyle Alevisiyle bu memleketin işçisi!
Donald Trump, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlık koltuğuna oturduğu 20 Ocak günü pek çok kararnameye imza attı. Kararnamelerden biri ABD'nin, Dünya Sağlık Örgütü'nden (DSÖ) ayrılmasını öngörüyordu. Trump'ın DSÖ'den ayrılma kararı, DSÖ'yü finansal açıdan zayıflatacağı ve böylece küresel sağlık göstergelerini olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle pek çok örgüt ve yorumcu tarafından eleştirildi. Oysa ABD, sağlık alanında da dünya halklarına en büyük tehdit konumunda. Dolayısıyla Trump'ın bu hamlesini dünya halkları fırsata çevirmelidir.Sovyetler Birliği ve diğer işçi devletleri dağıldıktan sonra ABD, DSÖ'ye yön veren esas aktör haline gelmiştir. 2024-2025 bütçesinde ABD, yaklaşık 1 milyar dolar katkıyla en yakın rakibi ülke olan Almanya'yı üçe, sonraki ülke olan Çin'i ise beşe katlamaktadır. ABD'nin DSÖ içinde finansal liderliği ortadadır. Ama mesele bununla kalmaz. ABD sermayesinin sağlık alanında ana yönlendiricisi olan Gates Vakfı'nın (aşıda patent haklarının yılmaz savunucusu Gates Vakfı'nın kuruluşu GAVI ile birlikte) bağış miktarı ise 1,2 milyar dolardır. Buna Dünya Bankası, Rotary Vakfı gibi ABD politikasına destekçi kuruluşları da eklersek toplamın DSÖ'nün bütçesinin neredeyse yarısına tekabül ettiğini görürüz. Bu kuruluşların hiçbiri DSÖ'ye hayrına bağış yapmıyor. Amerikan sermayesinin, sağlığı kendine temel almış temsilcilerinin kârlarını arttırmak ve bu döngüyü sürdürmek için yapıyorlar.Çok geçmişe gitmeye gerek yok. Covid-19 pandemisi tüm gerçekliği bir kez daha gözler önüne serdi. Covid-19'a karşı olabildiğince hızlı, etkili ve patent hakları olmayan bir aşı geliştirmek için oluşturulan bilgi havuzuna ABD ve yandaşları tek bir bilgi aktarmadı. Aşı bulunduktan sonra da zengin ülkeler aşıları depoladığı ve aşılar çok pahalı olduğu için zengin olmayan ülkeler aşıya zamanında ve yeterince ulaşamadı. Tahminlere göre eğer aşıda patent olmasa ve dünyaya eşit şekilde dağıtılabilseydi Covid-19'dan ölen insanların en az 500 bini -muhtemelen çok daha fazlası- kurtarılabilecekti. İlaç şirketleri milyarlarca dolar kazanırken dünya kaybetti.Ancak Trump'ın DSÖ'den ayrılma hamlesini, yürüttüğü genel politikasından ayrı düşünmemeliyiz. Bunu, Çin'i dünyadan yalıtma politikasının sağlıktaki izdüşümü olarak görmek gerekir. Trump gerçekten DSÖ'den ayrılır mı bilinmez ama ABD, sağlığı piyasacı yönde yönlendirmekten geri duramaz. ABD burjuvazisi, Gatesgiller buna müsaade edemez. O nedenle yüksek ihtimalle Trump'ın bu hamlesi, DSÖ yönetimini ve DSÖ'nün yardımına şimdilik muhtaç ülkeleri Çin'in nüfuzundan uzaklaştırıp tehditle yanına çekme hamlesidir.ABD'nin yürüttüğü politikalardan hiçbir çıkarı olmayan dünya halkları Trump'ın DSÖ'den çıkma kararını fırsata çevirip patent anlaşmalarını yırtıp atarak, yüksek teknolojiye sahip Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin başı çektiği, diğer yoksul ülkelerin destek vereceği bir dayanışma ağı/kuruluşu kurup aşı, ilaç vb. tıbbi malzemeleri üretmek için gerekli bilgi ve teknolojiyi en kısa zamanda elde edecekleri süreci başlatıp, ABD'den bağımsız olarak kendi kaderlerini çizmelidir. Elbette, zengin ülkelerin dışında kalan dünyanın kendi başına burjuvazinin iktidarı altında emperyalizmden kurtulma atılımı yapamayacağı açıktır. Yapılması gereken, işçi devletleri kurulması ve bunların dayanışma içinde kurtuluşa doğru yürümeleridir.
Hitler'in İkinci Dünya Savaşı'ndaki savaş stratejisine Blitzkrieg ya da Türkçe olarak “yıldırım harbi” adı verildi. Cihan Harbi'nde (1914-1918) siper savaşı yöntemi hâkim doktrindi. Orduların karşı karşıya gelerek siperlerde mevzilenmesine dayanan bu yöntem, birkaç kilometre toprak için çok uzun süren savaşlarla sonuçlanıyor, kâh bir taraf ilerliyor, kâh öteki taraf ilerlerken diğeri geriliyordu. İkinci Dünya Savaşı'nda (1939-1945) Nazilerin stratejisi ise ani saldırılarla düşmanı şaşırtmak, farklı alanlarda farklı silah sistemleriyle kafaları karıştırmak, rakibi ambale ederek nasıl bir savunma uygulaması gerektiğine karar bile verecek zaman bulamadan bozguna uğratmaktı.Trump yeni dönemine bu stratejiyi uygulayarak başladı. Biz Trump'ın başkanlık görevini devraldığı 20 Ocak günü bir yazı yayınlayarak şöyle demiştik: “Zaten hiç hak edilmemiş bir özgüvene sahip bu zırcahil şimdi çevresince de şımartılacaktır. Ayrıca yaşı ilerlemiş bir faşistin ne yapacağını ve ne kadar hızlı davranacağını tahmin etmek zordur. Trump şu anda geri geldiği için muhtemelen bir ego patlaması yaşıyor. Hayallerini gerçekleştirmek için bu faktörlerin de etkisiyle çok hızlı hareket etmesi neredeyse kaçınılmazdır. Biz Trump'ın Amerikan geleneğinde sadece bir defa, o da İkinci Dünya Savaşı esnasında (Franklin D. Roosevelt) yaşanan, onun dışında tamamen çok tepki çekecek olan üçüncü bir dönemi zorlayacağı kanısındayız. Ama doğal hayatının çok uzun olamayacağı, en azından sağlığını yitireceği bir yaşa girmiştir. Bu yüzden elini çabuk tutmak isteyecektir.” (Vurgu sonradan)Kristal dükkânındaki fil!Başlangıçta yapacağını söylediğimiz şeylerin biri hariç (zenginlerin vergi tarifelerinin düşürülmesi) hepsine ilişkin adımlar attı Trump, ilk günden başlayarak. Örneğin Kanada ve Meksika'ya yüzde 25, Çin'e ise yüzde 10 oranında gümrük vergisi uygulamasına geçti. Bu üç ülke ABD'nin mal ithalatının üçte birini sağlıyor (Meksika yüzde 15,6, Çin yüzde 13,5, Kanada yüzde 12,6). Üçünden ithalatın toplam değeri 1 trilyon doları aşıyor! Trump arkadan da Avrupa Birliği'nin geleceğini söyledi. Yani sanki elinde bir balta, dünya pazarını paramparça etmeye hazırlanıyor!Ne yapmalı?Yapılacak hazırlık hayatidir. Sendikalardan, mahallelerden, üniversite ve okullardan başlamak üzere birleşik savunma hattı temelinde örgütlenmek, işçi sınıfı ve yoksulların, ezilen bütün grupların haklarına saldırılara karşı gösteri ve toplantılarla kazanımları korumak, faşistlerin yarın sokakta oluşturacakları çetelerin, milislerin saldırılarını püskürtmek üzere hazırlık ve beyaz üstünlükçü ideolojiye karşı halkların kardeşliğini savunmak.Ortadoğu'da (Batı Asya'da) görevBizim görevimiz ise yaşadığımız bölgeyi, halkları kan ve soykırım ile boğmaya çalışan emperyalizm ve Siyonizmden arındırmaktır. Bunun için savaşmayan, İncirlik ve Kürecik'i kapatmayı ana hedef olarak görmeyen, emperyalizmle karşı karşıya gelmeyi merkeze almayan, insanlığı yeniden barbarlığa sürüklemekte olan bir sürece destek oluyor demektir. Biz bu satırları, 2 Şubat 2025 tarihinde yazıyoruz. Bundan tam 80 yıl önce bu hafta, Anglo-Amerikan orduları hâlâ geviş getirirken, tarihin ilk işçi sınıfı devrimi Ekim devriminin ordusu Sovyet Kızıl Ordusu, Nazi ordusunu bozguna uğratarak Auschwitz toplama kampının tutsaklarını özgürleştirmişti.Barbarlığı bir kez daha mağlup edeceksek, fabrikada, tarlada, grevde, direnişte her yerde emperyalizm-Siyonizm-kapitalizm üçlüsüne karşı işçi sınıfını örgütlemek büyük insanlık mücadelesinin temel taşıdır.
Trump konusunda ilk başkanlık döneminde solun yaşadığı şaşkınlıkların listesi say say bitmez. Bunlardan biri de sırf Trump küreselciliğe karşı Amerika'nın çıkarlarını savunan bir politika izliyor, “America First” (“Önce Amerika”) sloganıyla açık milliyetçilik yapıyor, NATO'yu bile Amerika'nın başına bela gibi sunuyor olduğu için bir “içe kapanma” politikası izleyeceğine dair bir kanaatin gelişmesi idi. Trump, ilk döneminde, Danimarka'ya ait olan Grönland adasını satın alma fikrini ortaya atmıştı. Şimdi adanın “sahipliği ve kontrolü”nün Amerikan çıkarları için gerekli olduğunu açıkladı. Bununla yetinmedi, bir de Panama Kanalı Amerikan gemilerini “kazıkladığı” için kanalın kontrolünü Panama'ya veren 1970'li yılların sonundan kalan antlaşmayı feshederek kanalı eline alacağını söyledi. Sanki bütün bunlara biraz mizah katmak için de Kanada'nın aslında ABD'nin 51. eyaleti olması gerektiğini belirtip sosyal medyada bu ülkenin başbakanından ABD eyaletlerinin en üst düzey yöneticileri için kullanılan unvana uygun olarak “Vali Justin Trudeau” olarak söz etti! Bu salvoların gürültüsü Amerika'nın liberallerinin ve “solcu”larının mışıl mışıl uyur iken uykularından bir sıçramayla uyanmalarına yol açtı. “Aaa” dediler, “milliyetçilik içe kapanma değilmiş!” İnsan bu kadar budalalığın nereden kaynaklandığına şaşıyor. 2025 İkinci Dünya Savaşı'nın bitişinin 80. yıldönümü. O savaşın en önemli müsebbibi Hitler adında meczup bir milliyetçi idi. Ve nihai programı bütün dünyanın fatihi olmaktı. Hiç mi tarih bilmezsiniz? Trump ilk döneminde Kuzey Kore'yi yerle bir etmekle tehdit etti. Şimdi İran'ın nükleer tesislerini kendisinin bombalayacağına ya da İsrail'e bombalatacağına ilişkin öngörüler dolaşıyor. Bu adamın “içe kapanmacı” olduğunu hangi yüksek zekâ düşündü acaba? Emperyalizm 2008 finansal çöküntüsünden ve onu izleyen Üçüncü Büyük Depresyon'dan hareketle geleceğini hep birlikte, el ele kurtaramayacağını anladı. Şimdi her ülkenin emperyalist burjuvazisi “her koyun kendi bacağından asılır” politikasına döndü, “önce ben” demeye başladı. Trump bunların en deli dolusu. Çin Trump için bir saplantı haline gelmiş durumda. Rusya ile dalaşmayı bunun için bir sapma olarak görüyor. Ortadoğu'ya (Batı Asya'ya) saplanmayı bunun için yanlış buluyor. Varsa yoksa Çin! Pek az insanın ufkuna girmiş olan Arktik Bölgesi'nin önemini Ukrayna savaşı dolayısıyla gündeme getirmiştik. Fosil yakıtlardan nadir toprak elementlerine, oradan buzulların çözülmesi dolayısıyla dünya ticaretini kendine çekecek olan Kuzey Buz Denizi yoluna kadar çok büyük ekonomik çıkarların konusu olan Arktik bölgesi, İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya katılması amacına hizmet ettiği ölçüde Ukrayna savaşının da dinamiklerinden biri. Grönland, yukarıdaki haritaya bakarsanız göreceksiniz ki Arktik Okyanusu'na kıyısı olan dev bir ada. Üstelik elektrikli taşıtlardan rüzgâr türbinlerine kadar yeni teknolojilerde çok önemli bir girdi olarak kullanılan 50 tür nadir toprak elementinin 43'ünde çok zengin olan bir el değmemiş coğrafya. Şimdilik Çin, Afrika'nın bazı ülkeleri ve Güney Amerika bu elementler bakımından en zengin bölgeler. Grönland ve daha genel olarak “Yüksek Kuzey” bu durumu değiştirebilecek zenginlikte. Trump jeostratejik öneminin yanı sıra bu nedenle de “Amerika için Grönland üzerinde kontrol ve sahiplik mutlak bir gerekliliktir” yazıyor sosyal medyada (vurgu bizim). Ha, Kanada konusunda şaka mı yapıyor zannediyorsunuz? Yukarıdaki haritaya yeniden bakın. Bir de bunlar gerçekçi değil demeden önce ABD'nin 19. yüzyıl sonlarına doğru Alaska'yı nasıl olup da sahiplendiğini, 20. yüzyıl başında, bütünüyle kendi sınırları dışında olan Panama'da uluslararası ticaretin yolunu belirleyen Panama Kanalı'nı nasıl inşa edebildiğini ve Kanal'a 1999'a kadar nasıl hâkim olabildiğini sorun. Aman, siz siz olun, uykularında dönüp sonra yeniden horlamaya başlayan liberallerle birlikte uyumaya devam eden Amerikan “ilericileri” gibi rehavete kapılmayın.
Gerçekten Erdoğan-Bahçeli paradigmasından ve Öcalan açılımından Türk ve Kürt halkları için hayırlı bir sonuç çıkabilir mi? Her şey gizli, her şey saklı iken, tüm tarafların açıklamaları ezop diliyle yapılırken, nerede, ne için, kimlerle pazarlık yapıldığı bilinmiyorken ve geçmişin deneyimi ortadayken, daha dün Suriye'de yaşananlar belliyken kim bu açılımın hayırlı olacağı iddiasında olabilir? Kelepçeli bir muhatapla değil müzakere, hakiki bir diyalog dahi kurulamayacağı açık değil midir? Öcalan'ın tecriti kaldırılırken Kürt siyasetçileri, sendikacıları, gazetecileri, insan hakları savunucuları şafak operasyonlarıyla tutuklanıyorken, İmralı'da görüşme haberini yayınlayan kanallar alt yazıyla sınır ötesi operasyon haberi veriyorken, Öcalan'ın pozitif katkı sunmaya hazırım dediği paradigmanın sahibi Bahçeli barış ve kardeşlik dedikten iki paragraf sonra insanları gömmekten bahsediyorken Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan neye dayanarak “önceki süreçlerden çok daha umutluyuz” diyebilmektedir? Öcalan açılımı ile ilgili konuşan herkes mutlaka meseleyi Suriye'deki ve genel olarak bölgedeki gelişmelere bağlarken, derin analizler parçalarken adı geçmeyen ABD, İngiltere, NATO ve İsrail bu sürecin dışında mıdır? Yoksa bu suskunluk bu emperyalist şer odaklarının meselenin tam merkezinde olmasından mıdır? Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin, dünyanın en büyük terör örgütü NATO'nun ve soykırımcı Siyonist İsrail'in sadece diplomatlarıyla ya da istihbaratçılarıyla da değil, askerleri, tankları, savaş uçakları ve askeri üsleri ile merkezinde olduğu bir süreçten ne zaman kime hayır gelmiştir? Perde gerisinden oyun kuran, tavşana kaç, tazıya tut diyen, halkları bölüp, birbirine düşürüp, kardeş kanı döküp tüm Batı Asya halklarının üzerine kâbus gibi çöken bu emperyalistlerin tuzağına daha kaç defa düşülecektir? Sömürgeci burjuvazinin yayılmacı hayalleri, Türk ve Kürt halklarına kâbusu yaşatacaktır Bu soruların cevabı bizler için açıktır. Erdoğan-Bahçeli paradigması denen şey her ne ise reddediyoruz. Çünkü istibdad cephesinin, Kürt partilerini kapatıp Kürt siyasetçilerini hapse tıkıp askerî operasyonlar düzenlerken de, DEM Parti'nin elini sıkıp Öcalan'la açılım yaparken de halkın çıkarını gözetmediğini biliyoruz. Açılımları petrol açılımı, savaşları sömürge savaşlarıdır. Bahçeli'nin “Türkiye iki asırlık ağırlığından kurtulmak için inisiyatif almıştır” diyerek sömürgeci burjuvazinin yayılmacı hayallerini okşuyor. Ama 200 yıl önce Türkiye'yi parça parça eden, halkları birbirine kırdıran, ülkeyi borç batağına sürükleyip İngiliz, Fransız bankerlerinin elinde bir yarı-sömürgeye dönüştüren, kendi vatanında vergi bile toplayamaz hale düşüren, Kafkasları, Orta Asya'yı, Balkanları fethetme hayalleri ile çıkılan seferlerde milyonlarca vatan evladının kurban verilmesine neden olan felaketlerin sebebinin aynı yayılmacı hayaller olduğunu onlar söylemez, söyleyemez! Emperyalizmin himayesindeki açılımların da savaşların da karşısındayız. Kürtlerle barıştan, ABD'yle savaştan yanayız! Gerçekleri sadece çıkarı her milletten, memleketten işçilerin, emekçilerin, yoksulların çıkarından ayrı olmayanlar konuşabilir. Biz konuşabiliriz. En büyük terör örgütleri NATO ve İsrail'in olduğu yerde CIA jargonuyla hakikatin sesinin kısılmaya çalışılmasını, daha dün terör listelerinden çıkartmadıkları insanlara kravat, ceket giydirip gezintiye çıkanların, Kürt sorununda konuşanların ağzına terör ve terörist kavramlarının sokuşturulmasını reddediyoruz. Emperyalizmin himayesindeki açılımların da savaşların da karşısındayız. Kürtlerle barıştan, ABD'yle savaştan yanayız! Türk ve Kürt kardeşliğinin temeli, Türk ve Kürt eşitliğinde, emekçilerin ve yoksulların sermayeye, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı kader ve mücadele birliğindedir.
Sağlık hizmetlerinin kendi içinde hiyerarşik bir yapısı bulunur. Bir ülkenin sağlık sistemi, öncelikle vatandaşlarını ve ülkede yaşayan her türlü yabancıyı hasta etmeyecek şekilde planlanmalıdır. Dolayısıyla koruyucu sağlık hizmetlerinin önceliği vardır. Keza benzer şekilde tedavi edici sağlık hizmetleri o ülkede görülen her bir hastalığa aynı önemi verecek şekilde planlanamaz. En çok hasta eden, en çok sakat bırakan ve en çok öldüren hastalıklar diğerlerine göre önceliklidir. Ülkemizde bu görevleri yerine getirmesi ve yönetmesi gereken esas sağlık birimleri Aile Sağlığı Merkezleridir (ASM'ler). Bu nedenle ASM'lerin sağlık sistemimiz içinde en güçlü yapılar olmaları gerekir. Ancak, bizimki gibi, esas olarak hastalar üzerinden kâr etmek üzerine kurgulanmış sağlık sistemlerinde bu önceliklendirme uygulanmaz. ASM'ler her bakımdan zayıf bırakılmış, hastane ve hastalık merkezli bir sağlık sistemi modeli tercih edilmiştir. Sağlık hizmetlerinin devlet eliyle merkezî ölçekte planlanarak sunulmasının ilk örneği Prusya (Almanya) İmparatoru Bismarck tarafından başlatılan ve sigorta primi ödemesi üzerinden kurgulanan sağlık hizmeti sayılabilir. Sonrasında bazı başka Avrupa devletleri de benzer uygulamalara gitmiştir. Ancak bu sağlık sistemleri tüm vatandaşlarını eşit şekilde kapsamıyor, ücretsiz sunulmuyor, koruyucu sağlık hizmetlerini önceliklendirmiyordu. Bu anlamda dönüm noktası hiç kuşku yok ki Ekim devrimi olacaktı. Ekim devrimi öncesi Rusya'da merkezî bir sağlık sistemi bulunmuyordu. Yaşam beklentisi çok düşüktü, bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere önlenebilir hastalıklar kol geziyordu. Devrimin ilk Sağlık Bakanı Nikolay Semaşko, Bolşeviklerin programıyla uyumlu şekilde sağlık organizasyonunda devrim niteliğinde değişikliklere gitti. Tüm vatandaşları kapsayan, ücretsiz ve ülkenin en ücra köşelerine dahi ulaşan bölgesel tabanlı ve basamaklı bir sağlık sistemi kurdu. Bu sağlık sistemi, vatandaşın başvurusunu beklemeden yaşam ve çalışma alanları ile iç içe olacak şekilde kurgulandı. Önceliği vatandaşların hasta olmasını önlemekti. Vatandaşlar, basamaklandırmanın bir gereği olarak yaşadığı ve çalıştığı yerdeki sağlık birimiyle irtibat halinde olmak zorundaydı. Bu birimler kişileri yalnız hastayken değil, sağlıklıyken de hasta olmaması için düzenli aralıklarla izlerdi. Bu sağlık birimleri gerekli görürse bir üst basamaktan yardım talep edebilir veya hastayı en yakın ilçe veya il merkezindeki sağlık birimine yönlendirebilirdi. Ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulan Sağlık Ocakları'yla birlikte sağlık hizmetlerinde basamaklı bir sisteme geçilmiştir. Sağlık Ocakları koruyucu ve tedavi edici hizmetlerin beraber sunulması, koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi, sistemin bölgesel ve nüfus tabanlı olması, basamaklı bir sağlık sistemi içinde kurgulanması nedeniyle sağ iktidarların hep hedefinde olmuştu. Zamanla zayıflatılan Sağlık Ocakları'na “incir ağacını diken” AKP iktidarı oldu. Sağlıkta piyasalaştırmayı, sağlık emekçilerini örgütsüzleştirmeyi hedefleyen Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın ilk icraatlerinden biri Sağlık Ocakları'nı kapatıp ASM – Aile Hekimliği sistemine geçmekti. Sağlık ekipleri dağıtıldı, çalışanlar sözleşmeli statüye geçirildi, bölgesel ve ilk basamak niteliği kaldırıldı, poliklinik hizmetleri odaklı bir çalışma düzeni dayatıldı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve emekten yana sendikalar ücretsiz, nitelikli ve ulaşılabilir bir sağlık hizmeti için birinci basamak sağlık merkezlerinin hem sağlık çalışanları (yalnızca doktorlar değil) hem tıbbi malzeme hem de yetki anlamında güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Oysa Kasım 2024'te çıkarılan yönetmelikle ASM'ler, bırakalım güçlendirilmeyi daha da zayıflatılıyor. Sağlık çalışanlarının ücretleri düşürülüyor, performans sistemi getiriliyor, vatandaşların ödemesi gereken muayene ve ilaç ücretleri arttırılıyor.
İşçiye, kamu emekçisine, emekliye ne verileceği belli oldu. Erdoğan istediği kadar enflasyona ezdirmedik desin İngiliz Mehmet'in işçi düşmanı Orta Vadeli Programı'nı uyguladı ve yaptığı TÜİK'in yalan enflasyonunun dahi altında kalan asgari ücret ve maaş zamları ile milyonları hayat pahalılığı karşısında ezdi. İşçinin, emeklinin, kamu emekçisinin geçim sıkıntısı biraz olsun hafiflesin diye beklediği değil; İMF'nin, emperyalist tekellerin, para babalarının, TÜSİAD'ların, MÜSİAD'ların istediği oldu. Ne de olsa ufukta seçim yok diyerek, düzen partisi CHP'nin aynı AKP gibi, patronların çıkarını öne koyan yumuşak muhalefetini fırsat bilerek bunu yaptılar. Daha önce seçim olan yıllarda, asgari ücrete daha yüksek zamlar yapıldığında da bu parayı, çarşıyı pazarı kasıp kavuran zamlarla ve devletin arttırdığı vergilerle fazlasıyla geri almışlardı. Ne verecekler diye beklemenin sonu her zaman hüsran oldu. Bizler “hak verilmez alınır” diyenlere ve haklarını söke söke alanlara bakmalıyız. MESS'in dayatmalarına grevle cevap veren, grev yasağını grevle yırtıp atan metal işçilerine, sendika hakkını fabrikasını işgal ederek söke söke alan Betek (Filli) Boya ve bir yıla yakın süre direnerek alan Perfetti işçilerine, işçi sınıfının Anayasal haklarını barikatları aşarak, Ankara yollarını adımlayarak, direne direne savunan Polonez işçilerine bakmalıyız. Böyle gelmişse de böyle gitmeyeceğini görmeliyiz ve göstermeliyiz. 2024 sonu itibarıyla Türk-İş açlık sınırını 21 bin TL, yoksulluk sınırını da 68 bin TL olarak açıkladı. 10 milyon işçi, aileleriyle birlikte ülkenin yarısı asgari ücretle açlık sınırına mahkûm edildi. Ama aynı zamanda işçilerin örgütlü mücadeleyle ücretlerini açlık sınırının katbekat üstüne çıkarabildiğini görüyoruz. Gebze'de Chen Solar işçileri bunu başardılar. MESS'in dayatmalarına karşı grev diyen, iktidarın grev yasaklarına Kavel ruhuyla cevap veren metal işçileri bunu başardılar. İktidardakiler “ne verirsek biz veririz, verdiğimizi de istediğimiz zaman geri alırız” diyorlar. Emekçi halkın, verdikleri üç kuruşa şükretmesini istiyorlar. Emperyalist sermaye, arkasını devlete dayamış, ülkenin sanayi bölgelerini karış karış ele geçirmiş, fabrikaların içine Anayasa'yı sokmuyor. Ama onlar emekçi halkın bunları görmeyip kendilerine verdiği “Şam Fatihi” havalarına kanmasını, Vaşington'la, Londra'yla, Brüksel'le birlikte yaptıklarını alkışlamasını istiyorlar. Yabancısıyla yerlisiyle sermaye sınıfı, memleketin işçisini en ucuza ve en kötü kölelik koşullarında sömürüyor, madenleri yağmalayıp toprakları kirletiyor. Onlar sermayeyi el üstünde tutup hakkını arayan işçiyi polis botunun altında eziyor. Ve onlar bu devir böyle gelmiş böyle de gidecek zannediyorlar. Ancak böyle gelmişse de böyle gitmeyecek. Onlar önümüzdeki yılı işçi ve emekçi milyonlar için sefalet ve kemer sıkma yılı yapmaya niyetliler. Kıdem tazminatına, emeklilik haklarına, işçi sınıfının kırmızı çizgilerine, kazanılmış tüm haklarına göz dikmiş durumdalar. Hak almak ve haklarımızı korumak için 2024'ün grevci direnişçi işçilerinin açtığı örgütlü mücadele, birlik, dayanışma ve kardeşlik yolundan yürümeliyiz. Fabrikalarda direne direne kazandığımız mevzileri, Birleşik İşçi Cephesi'yle konfederasyon ayrımı olmadan meydanlarda birleşerek güçlendirmeliyiz. 2025'i örgütlenme ve mücadele yılı yapmalıyız! İşçiler emekçiler çağrımız size! Sınıfını bil, safları sıklaştır! Örgütlü mücadeleye katıl! Fabrikanda, işyerinde sendikaya üye ol, sahip çık, denetle! Düzen siyasetinden medet umma, Devrimci İşçi Partisi saflarında sınıf siyasetine güç ver! Bu mücadelede ayrı gayrı yok, Türk-Kürt, Alevi-Sünni ayrımı yok, işçilerin birliği halkların kardeşliği var! Emekçi halkın yararına bir açılım varsa burada var. Bu mücadelede emperyalizmin kölesi de askeri de olmak yok! Bu mücadelede emperyalist zincirleri kırmak var! Bu mücadelede istibdadın baskılarına boyun eğmek yok! Bu mücadelede işçi sınıfının etrafında birleşen emekçi halk için iş, aş, hürriyet var!
Emperyalistlerin Batı Asya'daki (Ortadoğu) ileri karakolu İsrail, 1948'den beri Filistin'deki Siyonist sömürgeci işgalini sürdürürken emperyalizmin çıkarlarını da tüm bölge çapında korumaya devam etmekte. Bunun için defalarca savaşa ve katliamlara başvurdu. Son dönemde, bilhassa 2017 sonrasında askeri saldırganlığı elden bırakmadan ABD'nin koordinasyonunda bölgedeki gerici rejimlerle kol kola Filistin'i yavaş yavaş haritadan silme planları için ellerini ovuşturmaktaydı. Körfez emirlikleri ve krallıklarıyla İbrahimi anlaşmalar adıyla başlatılan, Türkiye'yi de yakın zamanda kapsama alan bu yeni işbirlikçi yapılanmaya darbe indiren, Filistin direniş örgütlerinin El Aksa Tûfânı operasyonu oldu. Direnişle tek başına baş edemeyen İsrail savaşı yaymak ve ABD'yi kendi yanında sıcak çatışmanın içine çekmek istiyor İsrail El Aksa Tufanı'na vahşi bir işgalle ve soykırım saldırısıyla yanıt verdi. Filistinli direniş örgütleri ile İran'dan Irak'a, Lübnan'dan ve Yemen'e uzanan Direniş Ekseni güçleri İsrail'in soykırım saldırısına askeri olarak karşılık vermekte. Böylelikle bir süredir düşük bir tempoda ilerleyen gerilimlerin yerini, bölge sathına yayılabilecek bir savaşın girizgâhı olarak yorumlanabilecek bir süreç aldı. Bugün bir savaş olasılığını arttıran faktör, Siyonist gayrimeşru devlet mekanizmasının dümeninde Netanyahu'nun bulunması ve hem Hamas lideri Haniye hem de Hizbullah lideri Nasrallah'ı katletmeyi hem de sivil katliamlarını, hava bombardımanlarıyla Lübnan'ın başkentine taşımayı, İran'ı da havadan vurmayı içeren kışkırtıcı hamleleri. Netanyahu hem İsrail içindeki muhaliflerini bir savaş atmosferinde etkisizleştirmek hem de bölgede İsrail'in düşmanlarına tayin edici darbeyi indirmek için ABD'nin savaş makinesini kendi yanında doğrudan çatışmanın içine çekecek büyük bir savaşı başlatmak istiyor. ABD emperyalizmi İsrail'e tam destek veriyor ama patron benim demeye devam ediyor Fakat emperyalizmin gündeminde İran'a yönelik topyekûn bir saldırının en azından bu aşamada bulunmadığı anlaşılıyor. ABD 2023 Ekim'inden bu yana bölgesel bir savaşa kapı açacak gelişmeler karşısında hep temkinli bir pozisyon aldı. Yine benzer şekilde İran'ın da savaştan kaçındığını söylemek olanaklı. ABD açısından, aynı anda hem Ukrayna'da NATO'nun Rusya'ya yönelik savaşını finanse etmek hem de İsrail'in saldırılarına arka çıkmak giderek daha büyük maliyetler doğurmakta. İkinci bir husus, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Katar gibi bölgedeki işbirlikçi rejimlerin, bir tarafı doğrudan İsrail olan bir bölgesel savaşta İsrail'le aynı safta tam anlamıyla seferber edilmesinin zor olması. Suud egemenliğindeki, petrol parası ile büyük oranda satın alınmış bir nüfus için bile açık açık İsrail'le birlikte savaşmanın kolay kabul edilemeyeceği tahmin edilebilir. Benzer bir durum nüfusunun bir bölümü Şii olan Bahreyn ve Filistinli nüfusun büyük ağırlık taşıdığı Ürdün için çok daha geçerli. Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıyan ve İbrahimî anlaşmaların da mimarı olan Trump'ın ABD başkanlığını kazanmış olması, normalde bölgesel savaş olasılığını arttıran bir diğer faktör olarak sayılabilirdi. Trump'ın Netanyahu'ya Ocak ayında kendisi göreve gelene kadar Gazze'deki işi bitirmesini söyleyen çıkışı, daha önemli bir rakip olarak gördüğü Çin'e odaklanma isteğini gösteriyorsa, bunun tersi söz konusu olur. Zaten İsrail ordusu da Kasım ayı içinde Lübnan'da Hizbullah karşısında zorlandıktan sonra ABD'nin arabuluculuğunda bir geçici ateşkese imza atmak zorunda kalmış durumda. Siyonistlerle tekfirci-mezhepçi çeteler kirli ve kanlı bir işbirliği içinde
15 Aralık 2009'da bundan tam 15 yıl önce binlerce Tekel işçisi otobüslerle Ankara'ya indi ve Türkiye işçi sınıfı tarihinin dönüm noktası olacak büyük bir direniş başladı. İşçilerin AKP Genel Merkezi'ne yürüyüşü devletin gazıyla, copuyla, tazyikli suyuyla karşılaştı. Çetin mücadelelerin sonucunda işçiler Sakarya Meydanına geldi. Türk-İş Genel Merkezi'nin önünde kar yağışının altında taburelerle başlayan oturma eylemi saatler içinde bir çadırkent inşa edilmesiyle 78 gün sürecek büyük bir direnişe dönüştü. O güne kadar Tekel benim için doğduğum yerdi. Babam İsmet Dölek, Tekel'de memurdu. Ben de Tekel'in Cevizli'deki lojmanlarında doğmuştum. Binlerce işçi çocuğu gibi ben de Tekel'in ekmeğini yiyerek, kreşine giderek, sağlık hizmetlerinden, sosyal tesislerinden faydalanarak büyüdüm. Tekel benim yuvamdı. Tekel işçisi işini ekmeğini yuvasını yuvamızı savunuyordu. “Tekel vatandır, satılamaz” sloganıyla işçiler, vatanımızı savunuyoruz diyorlardı. Ve tabii ki onlar da vatan haini ve terörist ilan edileceklerdi! Tekel işçisi “gemileri yaktık geri dönüş yok” diyerek Ankara'ya geldi, Ankara'da Sakarya komününü kurdu, zulmün karşısında Türkü Kürdü Lazı ile Tekel işçisi omuz omuza durdu. Halaylar horonlar birlikte oynandı. Sakarya'da işçilerin birliği ve halkların kardeşliği vardı. Tekel işçisinin mücadelesi tüm Türkiye işçi sınıfının mücadelesine dönüştü. Tüm Türkiye Ankara'ya aktı. İşçinin coşkun akan seli sendika bürokratlarını da önüne kattı. Ankara Sıhhiye meydanında yüz bin kişi toplandı. Devrimci İşçi Partisi yeni kuruluyordu ve biz de DİP Girişimi olarak alandaydık. Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu işçinin karşısına çıkmaya korkuyordu. Kürsünün önünde “Kumlu gelsin grev sözü versin” sloganı atmaya başladık ve genel grev çağrısı dalga dalga alana yayıldı. Sonrasında Türk-İş tarihinin en işbirlikçi başkanlarından biri olan Mustafa Kumlu nihayet genel grev çağrısı yapmak zorunda kalacaktı. Sakarya komünü 78 gün sürdü ama kavga devam etti. Aylarca meydanlarda Tekel işçilerinin merkezinde olduğu bir sınıf hareketliliği yaşandı. Nihayet gemileri yaktık geri dönüş yok diyen Tekel işçileri kefenleri giydik geri dönüş yok diyerek açlık grevine dahi gideceklerdi. Bu mücadelenin etkisi sadece sınıfın belleğine kazınmadı. Tekel'den sonra “çadır” iktidarın bitmeyen kâbusu oldu. Yıllar sonra üniversite asistanları olarak YÖK'ün önüne eylem yapmaya gittiğimizde, Ankara polisi bize “ne yaparsanız yapın lütfen çadır kurmayın” dediğinde bunu çok iyi anlamıştım. O gece YÖK'ün önünde karın altında çadır kurmadan sabahlamıştık. Ama Tekel'in direniş ruhu yanımızdaydı. Ve ertesi gün kazanımla dönmüştük. Daha sonra “çadır” korkusunu ya da daha doğru bir ifadeyle Tekel korkusunu Gezi'de gördük. Karşılarında çadırı görünce paniklediler ve çadırı yakmaya kalktıklarında isyan ateşini daha da harlamaktan başka bir şey yapmamış oldular. Tekel işçisinin büyük direnişi önemli kazanımlar elde etti. Ama sonuçta Tekel elden gitmişti. Türk-İş'in 190 bin üyeli en büyük sendikalarından olan Tekgıda-İş belkemiği olan Tekel'i kaybetmişti. Ama Tekel direnişi ardında, büyük bir mücadele mirası bıraktı. O miras Yunus Durdu'lar, Suat Karlıkaya'lar gibi Tekel'in önderleri ile bugünlere taşındı. Kamunun en büyük sendikalarından olan Tekgıda-İş Tekel'in mücadeleci mirasıyla özel sektörün en büyük sendikalarından birine dönüştü. Bu öyle kolay olmadı. Tekel'den sonra Çaykur da siyasi operasyonlarla Tekgıda'dan kopartıldı. Ama Tekgıda-İş pes etmedi, işçiden aldığı aidatı örgütlenmeye ve direnişe harcadı. Sendikalaştığı için işten atılan işçiye sahip çıktı. Bugün marketlerin gıda reyonlarında gördüğümüz pek çok markayı üreten işçiler direne direne Tekgıda-İş sendikasında örgütlendi. Bugün Nestle'den Sütaş'a Cargill'den Eker'e, Adkotürk'ten Bel Karper'e, Perfetti'den Polonez'e kurulan çadırlar Tekel'in çadırlarıdır.
Sağlık hizmetleri günümüzde, yalnızca ülkemizde değil dünyada da yüksek teknolojinin çok fazla kullanıldığı ve ileri derecede uzmanlaşmış doktorların çoğunlukta olduğu bir ortamda sunuluyor. Hatta ancak bu şekilde sağlık hizmetlerinin kaliteli sunulabileceği iddia ediliyor. Ancak dünya geneli dikkate alındığında sağlık göstergeleri, bu yönde harcanan çabaya ve yapılan harcamaya kıyasla yeterince iyileşmiyor hatta bazı parametrelerde kötüleşiyor. Çünkü sağlıklı toplumlar yaratmanın yolu, sadece yüksek teknolojiden ve alanında en uzman doktorlar yetiştirmekten geçmiyor. Çin'de 1960'larda başlayan, Ekim devriminden ilham alan “çıplak ayaklı (yalınayak) doktorlar” uygulaması bunun tarihteki en güzel kanıtlarından biri. Tıp eğitimi (doktor yetiştirme), 20. yüzyılın başlarında dünya genelinde, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekolünden etkilenerek genellikle 6 yıl olarak planlanmış ve çok detaylı bir eğitim sürecini öngörmüştür. Bu en başta insana makul görünebilir. Ancak tıbbi bilginin hepsi aynı önemde değildir. Örneğin, o ülkedeki en sık görülen, en çok öldüren ve en çok sakat bırakan hastalıklar ve bunlara dair yapılması gerekenler; korumanın, tedaviden önce gelmesi gerektiği; az bir çabayla üstesinden gelinebilecek sorunların/hastalıkların önceliklendirilmesi gibi bilgiler tıbbi yaklaşımın temelini oluşturur. Oysa ABD ekolünde doktorlar genellikle işin bu abecesini kaçırır, zaten müfredat da kaçırması üzerine kurulmuştur.
Ankara'da meclis, İngiliz Mehmet'in vergiyi emekçi halktan alıp kaynakları faize ve sermayeye harcayan bütçesini görüşürken, asgari ücret komisyonu da işçi sınıfını ölümü gösterip sıtmaya razı etmek üzere toplanıyor. Ankara'da düzen partileri asgari ücret ve bütçe tartışmalarında kendi aralarında kayıkçı kavgası yapıyor. Mesele krizin faturasını emekçi halka ödetmek olduğunda İngiliz Mehmet'in programının arkasında birleşiyorlar. Asgari ücret için İMF 20 bin diyerek tabanı, CHP 30 bin diyerek tavanı söylüyor. Türk-İş geçtiğimiz Kasım ayı için açlık sınırının 20 bin 500 lira olduğunu açıkladı. Bu rakam asgari ücretliler ilk zamlı maaşlarını aldığında 22 bin lirayı, yıl sonunda da 30 bin lirayı geçecek. Yani AKP, İMF'yle CHP'nin ortasını bulup yine asgari ücreti açlık sınırına endekslemeye hazırlanıyor. Diğer taraftan Türk-İş, DİSK ve KESK ayrı ayrı mitinglerle Ankara'nın meydanlarını yüzbinlerce işçi ve emekçiyle dolduruyor. Birleşik İşçi Cephesi kendisini bir zorunluluk olarak dayatıyor. Bu görevden kaçan kayıkçı kavgasının parçası demektir. Ya bu görevi yapacaklar ya da işçi sınıfı onları aşacak! Türkiye seçimini yapacak: Kayıkçı kavgası mı sınıf kavgası mı? Sınıf kavgasını seçenler yolu gösteriyor. İşte Tuzla'da Birleşik Metal-İş üyesi Chen Solar işçilerinin sermayeden kopartıp aldığı sözleşme ortada. CHP'nin bile asgari ücrete 30 bin liralık tavan belirlediği ortamda Chen Solar'da işçilerin en düşük ücreti 60 bin lira oldu. İşte bu da örgütlü işçinin asgari ücreti oluyor. Onlardan önce de Kırşehir'de, yine Birleşik Metal-İş'te örgütlü ÇEMAŞ işçileri de örgütlü güçleriyle fabrikadaki en düşük ücreti 58 bin liraya çıkarmıştı. Chen Solar işçileri ücretin dışında ayrıca toplu sözleşmeye koydurdukları maddelerle vergi yükünü patrona aktaran kazanımlar elde etti. Yine Birleşik Metal-İş'li işçiler bu fabrikalardaki kazanımların açtığı yoldan ilerleyerek ve “hak verilmez alınır” diyerek MESS'e karşı grev kararı aldılar. Grev tarihini 4 Aralık olarak ilan eden Hitachi işçileri, başı çekiyor, MESS sözleşmesi kapsamındaki diğer fabrikalar da şalteri indirmek için sırada bekliyor. İşçinin Anayasal hakkı olan grevi yasaklamaya kalkan olursa işçiler, Kavel parolasıyla grev hakkını grevle savunacak! İşçi emekçi ne alacaksa birliğiyle ve kendi bileğinin gücüyle alacak! Bitmedi! Çatalca'da aylardır direnen Polonez işçileri 6 Aralık'ta Ankara'ya Anayasal hak yürüyüşünü başlatıyor! Polonez işçisinin direnişi 146 işçinin Tekgıda-İş'te örgütlendiği için işten atılmasıyla başladı. Ama artık Polonez işçileri kendilerinin işe iadesi için olduğu kadar, tüm işçi sınıfı için, Anayasa'nın sendikalaşma özgürlüğünü güvence altına alan 51. maddesini uygulatmak için de yürüyor! Yani Polonez işçisi tüm işçi sınıfına bir çağrıda bulunuyor: “Kendi göbeğimizi kendimiz keselim!” diyor: “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!” Ankara'nın kayıkçı kavgasından kimse bir şey beklemesin! Gözünüzü Anayasal hakkı için Ankara'ya yürüyenlere dikin, kulağınızı grev hakkını grevle savunanlara verin! Çare orada! Polonez işçisi bu yürüyüşte başı çekiyor! Kavel'in yolunda yürüyen metal işçileri yine en ön safta! Anayasal hakları için grevde olan MKB Rondo (Selüloz-İş), Tarkett (Petrol-İş) ve Mersen (Birleşik Metal-İş) işçileri de onlarla birlikte. Sendikalaşma hakkının işten atmalarla ve yıllarca süren mahkemelerle gasbedilmesine karşı, Anayasal hakkımı hemen şimdi istiyorum diyen Kocaeli Betek Kimya/Filli Boya (Petrol-İş), Atakaş Çelik (Birleşik Metal-İş), Perfetti, Eker (Tekgıda-İş) ve TKIS (Teksif) işçileri, Fernas'tan Çayırhan'a Ankara yollarını arşınlayan maden işçileri ve hakları için direnişte olan tüm işçiler de bu haklı mücadelenin saflarında! İş, aş, hürriyet için herkesin bu onurlu yürüyüşte birleşmesi ve safları sıklaştırması gerek! Her yer Kavel her yer Polonez olacak! Fabrikalarda direne direne, meydanlarda birleşe birleşe kazanacağız!
Yaklaşık 5 aylık bir sürecin sonunda Kasım ayında Chen Solar'da toplu sözleşmemizi başarıyla imzaladık. Büyük bir zafer elde ettik, elimizden geldiği kadar diğer fabrikalardaki sınıf kardeşlerimize umut olmaya çalıştık. Taslağımızı hazırladığımız günden sözleşmemizi imzaladığımız güne kadar kendi ücretlerimizi iyileştirmenin ötesinde, emsal kazanımlar elde ederek bir buzkıran gemisi gibi bizden sonra toplu sözleşme sürecine girecek olanlara yolu açmak, grevde ve direnişte olan işçilere umut olmak istedik.
5 Kasım'da dünyanın en güçlü ülkesi ABD'de yapılan seçimi kazanarak yeniden iktidara gelen Donald Trump, zaferini büyük ölçüde işçi sınıfının ve köylülerin çıkarlarına sahip çıkar görünmesine borçlu. Varsa yoksa “Amerikan işçisinin çiftçisinin çıkarları” diyor. Kendisi dünyanın dört bir yanında yatırımları olan, İstanbul'da koskoca bir “Trump Tower” kurmuş bir patron nasıl olacak da işçinin, küçük çiftçinin çıkarları için çalışacakmış? Söylediği şu:“Küreselleşme” denen “serbest piyasa” politikaları sermayenin Amerika ve Avrupa gibi zengin ülkelerden ve bölgelerden düşük ücret ekonomilerine kaçmasına yol açtı. Bir de göç politikası milyonlarca yabancının ülkeye akmasına neden oldu. Hem sermaye kaçtığı için hem göçmen işçiler daha ucuza çalışmaya razı olduğu için Amerikan işçisi işinden oldu. Trump efendi bu “küreselleşme” politikasına son vererek Amerika'yı yeniden “büyük” kılacak. Bütün ülkelerden yapılacak ithalata yüzde 10 ya da 20 gümrük vergisi koyacak. Amerika'nın esas güçlü rakibi Çin'e ise yüzde 60! Daha önce başkanken Çin'e yüzde 20 uygulamıştı, şimdi yüzde 20 herkese, Çin'e ise yüzde 60! Böylece Amerika içinde yapılacak üretimi desteklemiş olacak. Trump o kadar işçi yanlısı ki, Amerikan kapitalist sisteminin kalbi olan borsasıyla ünlü Wall Street'in Washington'daki hâkimiyetine de sövüp sayıyor. Hatta 2016 seçiminde dünyaca ünlü finans kapitalisti George Soros'a bir küfür etmediği kalmıştı. Güzel. Yalnız bir küçük sorun var. Trump şimdi bakanlarını seçiyor. ABD sisteminin en önemli iki bakanlığına kimleri getirdi dersiniz? Hazine Bakanlığı'na, yani İngiliz Mehmet rolüne, Soros'a on yıldan fazla para kazandırmış, 1992'de İngiliz lirasını çökerterek Soros'a milyarlarca dolar kazandırmış olan birini, Scott Bessent'i. Gümrük tarifelerinin uygulanmasından sorumlu bakanlık olan Ticaret Bakanlığı'na da Wall Street'te paradan para kazanan iki şirketin birden yöneticisi (CEO'su) olan Howard Lutnik'i. Demek ki bir bit yeniği var bu işte. Şu: Kapitalizm öylesine derin bir kriz yaşıyor ki, her ülke yaşadığı krizden kurtulmak için diğerlerine ekonomik olarak saldırmak zorunda. ABD de en çok Çin'e. O yüzden milliyetçi ekonomi politikaları patronlar sınıfının kendi ihtiyacı. Bu milliyetçi politikaların iki avantajı var tek tek ülkelerin sermayeleri için. Birincisi, rakip ülkelerin sermaye gruplarına karşı kendi sermaye gruplarının çıkarını koruyor bu politikalar. İkincisi bizce daha bile önemli: işçi sınıfına hedef şaşırtıyor. Onlara kendi sorunlarının sorumlusu olarak başka ülkelerin işçilerini ve göçmenlerini gösteriyor. Yani dünya çapında işçi sınıfını bölüyor, birbirine düşürüyor. Bu şekilde her ülkede işçi sınıfı kendi patronlar sınıfı karşısında zayıf düşecek. Sınıf mücadelesi vermeye hazır sendikalar “hain” ilan edilecek. İşçi sınıfının “millî çıkarlar” edebiyatından bağımsız örgütleri, partileri düşman ilan edilerek ezilecek. Kapitalizmin dünya çapındaki büyük krizleri sırasında işçi sınıfını sözde “ulusal çıkarlar” temelinde bölerek zayıflatan, sınıfın kapitalizme karşı tepkisini “ulusal” öfkeye dönüştüren, bağımsız sınıf örgütlerini “hain” ilan edip ezen, bunları yapabilmek için bütün demokratik hak ve kuralları ayaklar altına alan hareketlere verilecek bir tek ad vardır: Faşist! Trump'ın “Hitler iyi şeyler de yaptı” demiş olduğu iddia ediliyor. O reddediyor, yalan diyor. Demiştir. Çünkü kendisi de faşisttir. Yalnızca kendi milisleri, askerî birlikleri, sokakta “itleri” yok henüz. Onun için ön-faşist diyoruz ona ve benzerlerine. Yarın doludizgin faşist olacak bunlar. Amerikan işçisinin ve gençliğinin şimdiden özsavunma birlikleri kurması gerekiyor. İşçiler, Trump Türkiye için iyi midir, kötü müdür tartışmasına kanmayın. Faşizm, hangi ülkede olursa olsun, işçiler için kötüdür. Tarihî görevi sizi, işçi sınıfını ezmek, un ufak etmektir. Nerede görülürse ezilmelidir. Trump ve bütün faşistler, dünyada ve Türkiye'de, sizin, çocuğunuzun, ekmeğinizin düşmanıdır. Bütün ülkelerin işçileri, her bir ülkede faşizme karşı birleşin!
Türkiye, bazı özel hastanelerin yenidoğan yoğun bakımlarında SGK'dan (Sosyal Güvenlik Kurumu) daha fazla para almak için bebeklerin canlarını hiçe sayan bir organize çetenin açığa çıkartılmasıyla çalkalandı. Sağlıkta özelleştirmenin halkın sağlığını nasıl gasbettiğini acı şekilde yaşamış olduk. Yorgan gitti, yani çete yakalandı ama kavga bitmiş değil. Çünkü kavganın esas muhatabı böyle bir vicdansızlığı yaptırabilecek ortamı yaratan, amacın yalnızca kâr etmek olduğu özelleşmiş sağlık ortamı. Türkiye'de sağlık alanında özel hastanelerin varlığı uzun zaman önceye dayanıyor. Ancak esas 1980'lerden itibaren sayıları artmaya başlıyor. Serpilip gelişmeleri ise 2000'lerin başında oluyor. AKP iktidar olduktan sonra, amacı sağlık emekçilerinin örgütsüzleştirilmesi ve sağlığın özelleştirilmesi olan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”yla beraber özel hastanelerde yapılan işlemlere SGK ödeme yapmaya başladı. Yani kamunun parası, özellere aktarılmaya başlandı. Türkiye'de 2000'lerin başından günümüze özel hastane sayısı iki katından fazla arttı; hastane yataklarının beşte biri özelde ve çoğu nitelikli yataklar; yenidoğan yoğun bakım yataklarının yarısından fazlası özelde. Her yıl özel hastanelere aktarılan paralar da çığ gibi artıyor. Özel sağlık sektörü, devlete getirdiği mali yük ve halk sağlığına karşı tehdit olmasının yanında sağlık emekçilerinin kötü çalışma koşullarına sahip olduğu bir sektör. Doktorların bile bordrolu şekilde çalışamadığı, pek çok hak gasbına uğradığı; keza doktor olmayan sağlık emekçilerinin asgari ücret ve ona yakın ücretler aldığı, çalışma şartlarının çok ağır olduğu bir sektör. Ancak böyle gelmiş böyle gitmez diyen örnekler de yok değil. Özelleşmiş sağlığın panzehiri sağlıkta kamulaştırmadır. Kamulaştırmayı gündeme taşımanın yolu da emekçi halkın ücretsiz ve nitelikli sağlık hakkı için mücadele etmesi kadar, özel hastanelerde sendikal örgütlenmeden geçiyor. Bu yönde son yaşanan örnek olan Özel Lokman Hekim Van Hastanesi'nde çalışan sağlık emekçilerinin mücadelesi üzerinde özellikle durmak gerekli. Özel Lokman Hekim Van Hastanesi'nde çalışan sağlık emekçileri asgari ücret düzeyinde ücretler ve kötü çalışma koşullarına dur demek için Türk-İş'e bağlı Sağlık-İş sendikasında Ağustos ayı ortasında örgütlenmeye başlamış. Birkaç günde sendikaya üye sayısı yüzü aşmış. Bunu haber alan özel hastane patronu 7 öncü işçiyi “performans düşüklüğü” bahanesiyle işten atarak karşılık vermiş. Elbette atılan işçi kardeşlerimiz yılmamış, patrona karşı sendika aracılığıyla hukuki mücadele başlatmışlar. Aynı zamanda eylemlerinin görünür olması için hastane önüne sendika çadırı kurmak istemişler. Ancak çadır kurma girişimleri valilik tarafından engellenmiş. Bu süreçte patron üç işçiyi daha atmış. Patron, işçilere sendikal haklarından vazgeçmeleri için türlü teklifte bulunmuş ama işçiler bu teklifleri ellerinin tersiyle itmiş ve sendikaya üye olma hakkının ihlali nedeniyle açtıkları işe iade davalarından vazgeçmemiş. İşçilerin mücadelesi hâlen devam ediyor. Devlet, bakanlık, patron bir olmuş işçiyi, emekçiyi sefalete mahkûm ediyor, anayasada açıkça yazan hakkını gasbediyor. Bugün için sermaye tarafı güçlü, emek cephesi zayıf. Biz işçiler, emekçiler olarak mutlaka Birleşik İşçi Cephesi'ne yığınak yapmalıyız. Ama bu yalnızca işçilerle olmaz. Konfederasyonlar, Türk-İş, DİSK ve Hak-İş ortak hareket edeceklerini açıklamıştı. Bunun gereği özel sağlık alanında yapılmalı. Bu alanda örgütlenme yürüten sendikalar, Sağlık-İş, Dev Sağlık-İş ve hatta Öz-Sağlık-İş sendikalaşmayı en öncelikli mesele olarak görüp eylemde birliği esas almalı. Bunlara emek meslek örgütleri de destek vermeli. Mücadele alanlarında “Sendika haktır, engellenemez!” sloganının yanında mutlaka “Sağlıkta özelleştirme ölüm demektir!” ve bunun gereği olarak “Özel hastaneler kamulaştırılsın!” sloganları da eşlik etmeli
Ekim ayının sonunda Eğitim-Sen Gebze Şubesi'nin düzenlediği, Birleşik Metal Gebze 1 No'lu Şube'nin ev sahipliği yaptığı “Kapital Neden İşçi Sınıfının El Kitabıdır?” konulu eğitim toplantısı üzerinde sosyal medyada epey duruldu. Biz o toplantının konuşmacısıydık. Ağzına kadar dolu olan bir salonda çoğunluğu kol işçisi, bir kısmı da kafa emekçisi olan kardeşlerimizin, etkinliği üç saat süre boyunca pürdikkat dinlemiş olması bize büyük sevinç verdi. Tartışma bölümünde salondan yapılan katkılar günümüzün en önemli sorunlarını gündeme getirdi. İşçilerle aralarda paylaştığımız düşünce ve duygular da cabası. MKB Rondo ve Mersen grevlerinden katılımcıların varlığı ise ayrı bir tat kattı toplantıya. Toplantının bu kadar başarılı geçmesi, konuşmacı ile salonun arasında bu kadar güzel bir diyalog kurulması bir tesadüf müydü? Sonuçta nice okumuşun başını yaran bir kitap anlatılıyordu. Marx'ın Kapital'i! Bu kitaba böyle bir ilgi ve anlatılanları böylesine güzel kavrayış kolay kolay görülen bir şey değildir. Nasıl oldu bu? Neden? Türkiye işçi sınıfının, sınıf mücadelelerinde bir yükselme döneminin eşiğine gelmiş olduğuna dair bir işaretti bizce o toplantıda yaşananlar. Toplantının başarısının nedeni o salonun dışında yatıyordu. Gözümüzü o “dışarıya”, fabrikalara, grev çadırlarına, sokaklara, meydanlara çevirelim. Son aylarda çok militanca verilen mücadelelere tanık olduk. Polonez et ve Fernas maden işçileri öne çıkıyordu ama mesela daha önce Gaziantep'te tekstil işçilerinin kararlı sesini de duymuştuk. Gaziantep demişken, Anadolu'nun geleneksel olarak işçi eylemi yaşamayan bazı kentlerinde de (Karaman gibi muhafazakâr bir ilde bile!) eylemler yapılmaya başladı. Grev ve direniş eylemleri eskisine göre birbirleriyle çok daha fazla dayanışma gösteriyor. İşçiler sorunun bir işyerinin değil bir sınıfın sorunu olduğunu kavrıyor. Çok yakın olmayan coğrafyalar (mesela Gebze ile Çatalca) arasında da ziyaretler artıyor. Dayanışma sendika farkının, hatta konfederasyon farkının duvarlarını yıkmaya başladı. Türk-İş'ten Tekgıda-İş ile DİSK'ten Birleşik Metal kardeş gibi oldular. Sadece işçiler değil sendikalar da sınır tanımıyor. En son Türk-İş Tekgıda-İş Polonez Bifet eylemi ile DİSK Nakliyat-İş McDonald's eylemi ardı ardına yapıldı. Bu iki sendikanın dışında Türk-İş'in Petrol-İş (Tarkett) ve Selüloz-İş (MKB Rondo) sendikaları da katıldı eyleme. Bizim salonda ise KESK de vardı, başı çekiyordu. Aşağıdan gelen basıncın etkisiyle Türk-İş, DİSK ve Hak-İş Konfederasyon yöneticileri bir araya gelerek diplomatik bir birlik gösterisi yapmaya mecbur kaldılar. Ama bu bir türlü ortak eylem kararına dönüşmüyor. Öte yandan, DİSK çeşitli şehirlerde kendi ölçülerinde eskisine göre daha güçlü eylemler düzenliyor. Türk-İş ise daha önceki Zonguldak ve Çerkezköy mitinglerinden sonra Ankara'da son dönemin ölçülerine göre göz kamaştırıcı bir miting düzenledi. Ama iş artık bütün bunların da ötesine taşmaya başladı. Başta Polonez işçisi olmak üzere mücadeleye giren işçiler sadece kendi işyeri sınırlarını aşarak sınıf kardeşleriyle dayanışma içine girmiyor, yüzünü işçi sınıfının günlük ekonomik mücadelesinin dışında doğrudan politik mücadelelere, hatta uluslararası mücadelelere dönüyor, tavır alıyor. Biz genç yoldaşlarımıza 1970'li yılların dev mücadelelerinin ya da 1990-91 Zonguldak'ın veya 2009-2010 Tekel'in işçiyi nasıl değiştirdiğini, siyasi atmosferin böyle durumlarda nasıl bambaşka bir hal aldığını hep vurgulamışızdır. Galiba eşiğine geldik, öyle bir döneme gireceğiz. Burada en büyük faktör, Birleşik İşçi Cephesi politikası doğrultusunda üç konfederasyonun ve tabii kamu emekçilerinin konfederasyonlarının eylem birliği olacaktır. Günümüzde böyle bir gelişme bütün işçi sınıfına yepyeni bir güven vererek bir sıçrama yaratır. Gebze'deki salona gelince. Onlar Marx'ın Kapital'inden artık mezun oldular sayılır. Sıra çok daha zoruna, Lenin'in Ne Yapmalı'sına geldi!
İktidarda bir “iç cephe” edebiyatı sürüp gidiyor. “Dış cephede tehlikeler var, iç cepheyi sağlam tutmak gerekir” diyorlar. Her zaman olduğu gibi dedikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Dış cephede ABD ve İsrail tehdidinden bahsedip emperyalist ve Siyonist güçlere hizmet etmekten geri durmuyorlar. İncirlik üssünden vızır vızır kalkan Amerikan uçakları Siyonist soykırım makinesine cephane taşıyor. İskenderun'dan Azerbaycan petrolü Gazze'deki yangını harlamak üzere İsrail'e akıyor. Malatya Kürecik'teki NATO radarı İsrail'in gözü kulağı kalkanı… İsrail'e ticaret kesilmedi. İsrail'e kesilen faturaların adresi değişti sadece. Dış tehdit mi dediniz? Tehdit sınırın ötesinde değil içinde. 15 Temmuz'da TBMM'yi bombalayan uçaklar sınır dışından değil İncirlik'ten geldi unutma! Amerikan başkanı Trump, Rahip Brunson olayında Türkiye'yi füzelerle değil bir tivitle ve Amerikan dolarıyla vurdu. Dış tehditten bahsedenler ekonomiyi İngiliz Mehmet'e teslim etmiş, Merkez Bankası Başkanı İMF'nin direktifleriyle hareket ediyor. İç cephe dedikleri duvar sıvası değil de bu memlekette yaşayan insanlarsa eğer bu iktidar o cepheyi sağlamlaştırmak bir yana yıkıyor! Açlık sınırının altındaki asgari ücretle, ağır vergilerle ve zamlarla milletin emekçi çoğunluğunun belini kırıyorlar. Ülkenin bölünmez bütünlüğünden bahsediyorlar ama patronlar çoktan bağımsızlıklarını ilan etmiş, ne anayasa tanıyorlar ne hak ne de hukuk! Ülkenin Anayasası fabrikalarda, madenlerde, tersanelerde askıya alınmış durumda, sermayenin orman kanunları hüküm sürüyor. İşçiler köylüler hakkını aramaya kalktı mı polisi ve jandarmayı karşısında buluyor. Türkün Kürdü, Kürdün de Türkü sevmesi farzmış… Biz işçiler, emekçiler, yoksullar olarak birbirimizi severiz! Yeter ki siz aramıza nifak tohumları ekmeyin. Bizim sevgimiz lafta da kalmaz. Polonez'den MKB Rondo'ya, Perfetti'den Eker'e, As Plastik'ten Mersen'e grevlerde direnişlerde Türk ve Kürt iş aş hürriyet için birlikte direniyoruz. Edirne'den Batman'a Samsun'dan Diyarbakır'a 100 bin işçi Ankara'da birleştik, “zordayız geçinemiyoruz” diyerek haykırdık. Biz işçiler, emekçiler, yoksullar olarak birbirimizi seviyoruz! Ama siz sadece parayı ve patronları seviyorsunuz! Biz aynı gemide de değiliz, aynı cephede de değiliz. Sizin “iç cephe”yi sağlamlaştırmaktan anladığınız, milyonlarca işçinin ve emekçinin, zulme karşı sesini çıkarmadan susup sinmesidir. Emperyalistlere ve Siyonistlere yaptığınız hizmetlere gözlerini ve kulaklarını kapatması tepki göstermemesidir. Türk ve Kürt birlikteliğinden anladığınız Türk ve Kürt yoksullarının kârlarınız için fabrikalarda alın terini, savaşlarda kanını dökmesidir. Biliyoruz ki Türk ve Kürt yoksulları köleniz de fedainiz de olmayı reddettiğinde sevmek farzdır diyen aynı ağızlar, katli vaciptir fetvaları verecek. Kardeşlik edebiyatınıza da yalancı sevgi sözlerinize de kanmayacağız, vatan millet edebiyatıyla bizi birbirimize düşürmenize de izin vermeyeceğiz. İşçi sınıfının, emekçilerin yoksulların cephesi emperyalizme, Siyonizme, yerli/yabancı parababalarına ve sermayeye karşıdır. Bizim içeride cepheyi sağlamlaştırmaktan anladığımız Birleşik İşçi Cephesi'dir. Evet o cepheyi sağlamlaştırmamız lazım. Çünkü hâlâ dağınığız. Ankara'da Türk-İş'le 100 binler olup alanı doldurduk. Ama DİSK'le Hak-İş'le KESK'le, meslek odalarıyla, demokratik kitle örgütleriyle ayrı gayrı demeden yeniden 1990'lı yılların “Emek Platformu”nu inşa edersek milyonlar olabiliriz. Milyonları açlık sınırına mahkûm edip sermayeye ucuz işgücü olarak sunmak isteyenlere karşı fabrikalarda madenlerde direnişler grevler artıyor. İşçiler örgütlenerek kendi kaderlerini ellerine alıyor. Ayrı gayrı demeden Birleşik İşçi Cephesi'ni inşa etmeli, hiçbir mücadeleyi yalnız bırakmamalıyız. Her grevi her direnişi işgalciye karşı vatan toprağını savunur gibi savunmalıyız! Direniş ve grev dereleri birleşmeli, genel grev genel direnişle sömürünün bentlerini yıkan bir sele dönüşmeli! İş, aş, hürriyet için ileri!
Devrimci Ernesto “Che” Guevara'nın Küba Merkez Bankası başkanlığına getirilmesiyle ilgili eğlenceli bir hikâye anlatılır. Fidel Castro bir bakanlar kurulu toplantısında Merkez Bankasının başına geçmesi için iyi bir “ekonomist” (economista) gerektiğini söyler. Che elini kaldırır. Che tıp tahsili görmüştür. Fidel “sen nereden ekonomist oluyormuşsun” diye gülerek sorar. Che'nin cevabı: “Ben iyi bir komünist (comunista) dedin sandım!” Fidel Castro Küba'da devrim yapıp iktidara geldiğinde kapitalist düzenden devraldığı Merkez Bankasının başına bir “ekonomist” istemekte belki haklı görünüyordu. Ama Che Guevara bu göreve bir “komünist” olarak talip olmakta çok daha haklıydı. Çünkü Merkez Bankası ya emperyalizmin askerle yıkamadığı sosyalizm kalesini dolarla içeriden fethedeceği bir “Truva atı” olacaktı ya da Merkez Bankası üzerinde işçi sınıfı diktatörlüğü kurulacak ve emperyalizmin kalenin içine sızmasına engel olunacaktı. Küba ekonomisinin doktoru da tabii ki komünist olacaktı. Mesela 126 ekonomist akademisyen; ekonomi politikasını yönetenleri asgari ücret artışlarında gerçekleşen enflasyon oranını dikkate almaya, gelir dağılımını da gözeten bütüncül bir ekonomi politikası izlemeye davet eden bir bildiri yayınladı. Okuyunca gözlerime inanamadım. Bildiri kaş yapayım derken göz çıkartmış. Asgari ücrete hedeflenen enflasyon oranında artıştan bahsederek milyonlarca asgari ücretlinin cebine elini uzatan hırsızın elini kırmak gerek. Tamam da bunun karşılığı “gerçekleşen enflasyon oranını dikkate almak” mıdır? Kaldı ki hangi enflasyondan bahsediyoruz? TÜİK mi? ENAG mı? İTO mu? TÜİK iki yıldır mahkeme kararlarına rağmen madde sepeti verileri açıklamıyorken, TÜİK'in manipüle edilmiş yani aslında “gerçekleşmemiş” enflasyon oranları gözetilerek zam yapılırsa bu alenen hırsızlığın devam etmesi demek olur. Hırsıza kapı göstermenin alemi var mı? Denebilir ki TÜİK meselesi çözülene kadar somut bir iyileşme talep edilemeyecek mi? Biz de soruyoruz: Bir-iki cümle ile “gerçekleşen enflasyon”un bugün Türkiye'de doğru dürüst ölçülmediği söylenemez miydi? Ekonominin hakim tepelerini tutan özel bankaların kamulaştırılmasını geçtik, bankacılık sistemi ile ilgili kamu bankalarının siyasi sebeple zarar ettirilmesinin eleştirisi dışında hiçbir şey yok. Kaldı ki bu eleştiri TÜSİAD'ın da eleştirisidir. TİP'in uzmanları özelleştirilmiş olan her şeyi yeniden kamulaştırmaktan bahsediyor. Ama yeni hiçbir şeyi kamulaştırmayı önermiyor. TİP'in hiçleri burada bitmiyor. Pakette emperyalizm kelimesi hiç geçmiyor. Dolayısıyla Türkiye'nin emekçi halkın üzerindeki emperyalist boyunduruğun ana unsurları olan yabancı sermayeye, döviz piyasasına, dış ticarete ilişkin hiçbir şey söylenmiyor. Ne gümrük birliğinden çıkmak ne dış borcun reddi bunlardan da hiç bahsedilmiyor. Kapitalizm demek emek gücünün meta olması ve emek gücü piyasası demek. Emek gücü piyasası işsizlik demek. İşsizlik söz konusu olduğunda sosyalistler söze “işten atmak yasaklansın” diye başlar ve iş güvencesini savunur. TİP'in uzmanları iş güvencesinden hiç bahsetmiyor yerine istihdam yaratacağız diyor işsizlik sigortasından yararlanmayı kolaylaştıracağız diyor. Bunlar gerçekçilik değildir, gerçeklikten kopmaktır. Halkı yoksulluğa ve sefalete iten mekanizmalara dokunmadan kısa vadeli bile olsa gerçekçi çözümler üretemezsiniz. Bu bilim değildir! Bu ekonomi bilimi kisvesi adı altındaki burjuva ideolojisine iman etmektir! Karl Marx'ın bilimsel sosyalizmini bırakıp kapitalizmi ezeli ve ebedi doğal düzen olarak gören Adam Smith'e bağlanmaktır. Kapitalizm büyük depresyon içinde ölüm döşeğinde kıvranıyorken kapitalizmin ebediliğine iman etmekten daha büyük yobazlık olamaz. O yüzden bugün ekonomist, bir doktora değil üfürükçüye benzemektedir. Bugün işçi ve emekçi sınıflar derdine derman arıyor. Kapitalizmin krizi ekonomistleri değil komünistleri çağırıyor. Biz elimizi kaldırıyoruz ve buradayız diyoruz!
Ekim ayı, 2010'dan bu yana en fazla kadın cinayetinin işlendiği ay oldu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun açıkladığı verilere göre, Ekim ayında en az 48 kadın cinayeti ve 28 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Bu artış tesadüf değil. İstibdadın erkek egemenliğini körükleyen kadın düşmanı politikalarının, şiddeti engellemeye yönelik yasaların uygulanmamasının, kadınları koruması gereken devletin mahkemelerde faillerin sırtını sıvazlamasının ürünü. Bu cinayetlerin hiçbirisi münferit olaylar da değil. Tıpkı Diyarbakır'da 8 yaşındaki Narin'in öldürülmesinin münferit olmaması gibi. Narin'in cansız bedeni kaybolduktan 19 gün sonra, evinin yakınlarında, üstelik daha önce 3 kez arama yapılan bölgede bulunmuştu. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, Narin'in ölümünün ardından “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söyleyemediğimiz şeyler var; çünkü aile, bizim dostlarımızdır” demişti. Bu, bir kadının, bir çocuğun canını koruyamamak değil, korumamaktır. İktidarın Narin'in hesabını sormak yerine, belki de kendi pislikleri de ortaya saçılacak diye failleri korumanın peşine düştüğünün itirafıdır. Daha Narin'in acısı tazeyken, bu kez İstanbul'dan 6 yaşındaki Şirin'in boğularak öldürüldüğü haberi geldi. Şirin'in dilendirildiği iddia edildi, kaybolduktan 2 gün sonra cansız bedeni Feriköy mezarlığında, üzeri otlarla örtülmüş şekilde bulundu. Katil, soğukkanlı bir şekilde “Çocuk peşime takıldı, yanımda yürüdü. Mezarlığın orada çocuktan 200 lira istedim. Moralim bozuk olduğu için sinirlendim. Çocuğu mezarlığa soktum. Mezarlık içinde kızın üzerinde bulunan eşarpla iki mezar arasında boğdum.” diyerek suçunu itiraf etti. Şirin'i öldüren katil kadar, Narin'in faillerini cezasız bırakanlar, okula gitmesi gereken bir çocuğun sokaklarda dilendirilmesine göz yuman, 6 yaşında mezarlıkta boğulmasına sebep olan ve mezara sokan bu düzen de suçludur. Asıl suçlu bu yüzden erkek egemen kapitalist sistem ve istibdadın ta kendisidir. Hiçbir ceza da gideni geri getirmiyor. O yüzden onlar korumuyorsa biz kendimizi, birbirimizi korumanın da araçlarını geliştirmek zorundayız. Özsavunma örgütlenmeleri, şiddete karşı kendini korumanın bir hak olduğu düşüncesinin yaygınlaşması demektir; ki şiddet uygulayanın, karşısındakini kendini savunmaya hazır biri olarak gördüğü zaman geri çekildiği biliniyor. Özsavunma bilinciyle kendisini korumaya hazır olduğunu hissettirmenin kendisi bile şiddeti başlamadan durdurabilecek bir etken. Ve özsavunma tek başına kendini savunmanın ötesine geçip örgütlü bir hâl alarak özsavunma örgütlenmelerine dönüştüğünde, işte o zaman gerçekten caydırıcı bir güç ortaya çıkar. Nasıl ki örgütlü ya da örgütsüz fabrikada işçilerin üzerindeki patron baskısı bir değilse, örgütsüz fabrikada patron her şeyi kendine hak görürken örgütlü fabrikada ayağını denk almak zorunda kalıyorsa özsavunma örgütlenmelerinin var olduğu koşullarda da erkek şiddeti bugünkü cesareti gösteremeyecektir. İşte bu nedenle Devrimci İşçi Partisi olarak şiddete karşı özsavunma örgütlenmeleri şiarını öne sürdük. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü yaklaşırken, bu çağrıyı bir kez daha tekrarlıyoruz. Ortada tek tek failler olsa da asıl azmettirici, bu erkek egemen kapitalist düzense, ona karşı verilen her mücadele, ona karşı kazanılacak her mevzi, kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı mücadeleye de bugün doğrudan bağlantılı gibi görünmese de katkı sağlayacaktır. İşte bu nedenle de şiddete karşı mücadelenin de, özsavunma örgütlenmelerinin de öncüsü, başta bugün işine, aşına, hürriyetin sahip çıkarak mücadele edenler olmak üzere emekçi kadınlar olmalıdır. Haydi emekçi kadınlar! Bugünden başlayarak, hemen şimdi fabrikalarımızda, işyerlerimizde, sendikalarımızda, mahallelerimizde, nerede ne kadar güç varsa o güçle özsavunma örgütlenmelerinin kurulması için mücadele edelim.
İşçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Nasıl ülkemizde mücadelenin her milletten memleketten insanı kapsaması gerektiğini söylüyorsak, Türkiye dışında başka ülkelerde işçilerin verdiği mücadeleleri de kendi mücadelelerimiz gibi görüp kazandıklarında sınıfımızın kazandığını, kaybettiklerinde bunun bizim de zararımıza olduğunu bilmemiz gerekir. Hal böyle olunca, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalist dünyayı kasıp kavuran büyük ekonomik buhranın orta yerinde yoksul bir ülkede cumhurbaşkanı seçimini bir Marksist adayın kazandığı haberine bütün sınıf bilinçli işçilerin kulak kabartması gerektiği açık. Marksist demek proletaryanın, yani işçi ve ücretli emekçi bütün kitlelerin iktidarı için mücadele eden demek. O zaman demek ki, bu yoksul ülkede işçi sınıfı iktidarı için mücadele eden bir hareketin, bir cephenin adayı seçim kazanmış demek. O ülkeden öğrenecek ne çok şeyimiz olabilir. Bu ülkenin adı Sri Lanka. Hindistan'ın güneyinde, Japonya gibi, İngiltere gibi bir ada ülkesi. Haydi bakalım Sri Lanka'dan bize Türkiye işçi sınıfına ne ders var? Sri Lanka'ya bakın, devrimlerin, ayaklanmaların, halkın isyanının kudretine güvenin! Eksik olan halkta değil. Eksik varsa, kusur varsa, işçi sınıfı partisini inşa etmeyenlerde. Biz ediyoruz. Devrimci İşçi Partisi halk ayağa kalktığında gür bir sesle “buradayız” diye haykıracak! Yeni bir Syriza vak'ası İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar. Karşılarında bulunan partiler arasında düzenle barışık olmadığını söyleyen, kapitalist sınıfın ayrıcalıklarını sorgulayan, İMF programının sert koşullarıyla mücadele edeceğini iddia eden, emekçi halkın yaralarını sarmayı vadeden bir sosyalist partiyi ve onun kurduğu cepheyi desteklediler. Onu yüzde 3'ten yüzde 42'ye, hatta yüzde 58'e taşıdılar. Şimdi başka bir düzene doğru yürüyüş başlayacağı umudu içindeler. İşçi sınıfı ve emekçiler ellerinden geleni yaptılar ama bu daha işin başlangıcı. Ve çok küçük bir başlangıç. Sri Lanka Marksist hareketinin tarihinde JVP'nin yeri Sri Lanka solunun tarihinin ilk büyük evresi, ülkenin henüz “Seylan” adını taşıyan bir İngiliz sömürgesi olduğu 1930'lu yıllardan bağımsızlığın elde edildiği 1948 sonrasında da devam ederek 1960'lı yılların ortasına kadar süren bir dönemdir. Bu dönemde ülkede dünyanın o sıralarda en güçlü devrimci Marksist partilerinden biri solda başı çekiyordu. Lanka Sama Samaja Party (LSSP - Sri Lanka Sosyalist Partisi) IV. Enternasyonal üyesi, Trotskist programa sahip bir parti idi. Bu partinin içinden çıkan Sri Lanka Komünist Partisi ise Sovyetler Birliği'nin uluslararası yönelişine tâbi bir parti idi. 1960'lı yıllarda Komünist Partisi'nin içinden Maocu eğilimde bir başka parti yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı. Bu evreye damgasını vuran Trotskist LSSP, 1960'lı yıllarda bazı bakımlardan kısmen solda bir program önermekte olan bir burjuva partisi ile sınıf işbirliğine yönelince bu evrenin sonuna gelindiği ortaya çıktı. Bu öyküyü 2022 devrimi üzerine yazdığımız yazılardan birinde etraflı olarak anlattık. Okurumuzun bu aşamada durup o yazıya dönmesini ve bu yazının gerisini o bilginin ışığında okumaya devam etmesini tavsiye ederiz. Aragalaya'da sol Üstelik seçim sadece seçim kampanyasında kazanılmamış gibi görünüyor. NNP ittifakının (Ulusal Halk İktidarı) en önde gelen iki sol partisi olan JVP ve Frontline Socialist Party (Cephe Hattı Sosyalist Partisi), elimizdeki (sosyalizme tamamen mesafeli duran) bir kaynağın aktardığına göre başından sonuna kadar “100 günlük” aragayala'nın (“mücadele”nin) içinde yer alıyorlar. Bu partilerin yanı sıra solcu öğrenci hareketinin birleşik örgütü olan ve Anthare adını taşıyan Üniversite Öğrencileri Federasyonu da çeşitli yürüyüş ve gösterilerde önemli bir rol oynuyor. Ne yapmalı?
Yaşasın onurlu mücadelemiz! Merhaba ben Trakya Et ve Süt Ürünleri'nde yani Polonez'de çalışmaktaydım. Ta ki insanca bir yaşam için çoluk çocuğumuzun geleceği için sendikalaşma yoluna çıkana kadar. Bu süreçte bazı arkadaşlar yanıma gelip “Biz sendika getirmek istiyoruz, sen de var mısın?” dediler. Sadece “Paketleme bölümü var mı?” diye sordum. “Var” deyince “ben de varım” dedim. Peki sonra ne oldu? Biz hepimiz sendikaya üye olduk. Bana gelip “üye olun” diyenler “Bu işe var mısın?” diyenlerden bazıları şu anda içeride çalışıyor. Bu bizi sattılar demek. Tabii ki içimizde çürük elmalar olacaktı ama hiç beklemediğim arkadaşlar tarafından satılınca kendimi kötü hissettim. Bu olaylar beni yıldırmadı, daha çok direnç gösterdim. İlk iki kişiyle başladı işten çıkarmalar. Sonra 11 kişi daha çıkarıldı. Ben bu ilk çıkarılan 13 kişiden biriyim. Fabrika müdürümüz içerideki arkadaşlara “bana bir hafta müddet verin düzelteceğim” dedi. Sonra ne oldu? Müdürün yaptığı konuşmadan 15 dakika sonra bir kişi daha işten çıkarıldı, sabah saat 7'de bir kişi daha… Bu çalışanlar sana nasıl güvensin müdür bey? Şaka gibi! Biz 13 arkadaş sabah tekrar işe gelip içeri girmeyi denedik. Nedeni üç gün üst üste gitmezsek iş hakkımızı tazminatsız feshedeceklerdi. Personel müdürü bizi kapıda karşıladı. Normalde işe saat 9'da gelen müdürler saat 5'te fabrikaya gelmişti ve içeri alınmadık. Daha sonra tazminatlarımızı sorduğumuzda “hakkınız var ama biz vermiyoruz” dediler. Mahkeme yoluyla alabileceğimizi söylediler. Yani hakkımız olduğu kabul edildi ama şirket olarak biz vermiyoruz, gidin uğraşın dendi bize. Biz de bu işçi kıyımına son vermek için, haklarımızı almak için sendikayı fabrikanın önüne davet ettik. “O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk.” Bu süreç bu şekilde başladı. Biz dışarıda direnişe başladık, ses arabasıyla birlikte sendika geldi. Yönetime seslendi, her saat başı yanlış yaptıklarını, işçi kıyımına son vermelerini defalarca söyledi. İçerideki arkadaşlar “Bizim moralimiz bozuk, keskin bıçaklarla, aletlerle çalışıyoruz” diyerekten çalışmama haklarını kullandılar. “Çıkarılan arkadaşlarımız işe geri alınsın, sendikal haklarımız yerine getirilsin” diye dışarı çıktılar. Biz kapının önünde, onlar fabrika bahçesinde. O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk. Doğru yolda olduğumuzu anladık. Sendika örgütlenme uzmanımız her gün mikrofonla yönetime sesleniyor; gelin müzakerede bulunalım, atılan işçiyi geri alın, sendikal haklarını tanıyın, bu sendikal mücadeleyi daha üst seviyelere taşımayalım diye… Ama hiçbir şekilde geri dönüş sağlanmadı. “İstanbul'daki tüm polis çevik kuvvet burada. Bizi buradan söküp atacaklardı. Direndik, bizi alamadılar. Biber gazı ve kalkanlarla bizi sürmeye çalıştılar ama başaramadılar.” “6 ay içinde işveren, işçi alacaksa kendi çıkardığı elemanı almak zorunda. Bu kanun ve yasa! Ama fabrika yönetimi hiçbir kanunu ve yasayı takmıyor.” “Üçüncü gün sabah saat 05:00'te bize şafak operasyonu gibi bir operasyon düzenlendi. İki gün suç olmayan olay 3. gün suç oldu. Peki fabrika yönetiminin suçları onlar ne olacak dediğimizde gidin şikâyet edin dediler.” “Değil 74, 740 gün dahi olsa ölürüm de bu davadan dönmem!”
Yazın çiftçilerin traktör motorlarının gürültüsünün kapladığı yollarda işçilerin ayak sesleri duyuluyor şimdi! Fernas maden işçileri çalışırken ölmek istemiyoruz diyerek Soma'dan Ankara'ya yüzlerce kilometreyi yürüyerek ovaları geçiyor tepeleri aşıyor. Sendikalı oldukları için işten atılan Eker işçileri işe geri dönmek ve sendika hakkını savunmak için Kemalpaşa'dan Bursa'ya yolları arşınlıyor. İktidarın kemer sıkma politikası yüzünden eğitim-öğretim yılına pislik içindeki okullarda giren eğitim emekçileri, öğrenciler, veliler eğitimden tasarruf olmaz diyerek yürüyor. Aylardır verdikleri mücadeleyle direnişin simgesi haline gelen Polonez işçileri direnişlerini büyütüyor, Anayasal hakları için yollara düşüyor. Elba Bant, As Plastik, MKB Rondo, Tarkett Zemin, Mersen işçileri grev çadırlarından iş, aş, hürriyet yürüyüşüne katılıyor ve güç katıyor. Onlar öncüler. Yolu açıyorlar. Yürüyen işçiler haykırıyor: “Ankara Ankara duy sesimizi!” “Bu gelen işçinin ayak sesleri!”. Ankara işçilerin ayak seslerini duymuyor mu? Ankara'nın gözü Amerikan dolarında, kulağı İngiliz Mehmet'te… İngiliz Mehmet Ankara'da emperyalist sermayenin ısmarladığı işçi düşmanı Orta Vadeli Program'ın kerametlerini anlatıyor. Ankara yollarında “madende can güvenliğimiz yok” diyerek yürüyen Fernas işçilerinin patronu AKP milletvekili Ferhat Nasıroğlu, İngiliz Mehmet'in yanında oturmuş “Sayın Şimşek'in Orta Vadeli Programı, ekonomiye ve piyasalara güven veriyor” diye konuşuyor. Necip Fazılcıların iktidarında işçiler “öz vatanında parya” muamelesi görürken 1.500 kilometre ötedeki Ürdünlü Siniora Food (Polonez) patronu, 2.000 kilometre ötedeki Avusturyalı Rondo patronu, 3.000 kilometre ötedeki Fransız Andros (Eker) ve Mersen patronu Ankara'nın tepelerine bir telefon kadar yakın. İşte Ankara'nın ülkeyi yönetirken kurduğu düzen bu! Sermayenin önünü açan, işçinin emekçinin, ezilenin ensesinde boza pişiren, Anayasa'nın dahi halı niyetine sermayenin ayaklarının altına serildiği, Anayasal haklarını savunan işçinin, polisin jandarmanın postallarıyla tekmelendiği bir istibdad rejimi bu… Elbette ki bu düzenin sahipleri, işçinin ayak sesini duymazlıktan gelecek. Ama işçi, emekçi, köylü bu sesi duymalı. Öncü olan ve yolu açan işçilerin ardında bu hak yürüyüşüne katılmalı. Elbette ki bu düzenin sahipleri, işçinin emekçinin karşısına barikatlar kuracak. Yürüyenler artmalı ayaklar yere daha sert vurmalı. Barikatlar aşılmalı. Elbette ki bu düzenin sahibi bir avuç azınlık, biz emekçi çoğunluğu ırkçılıkla, mezhepçilikle, her türlü ayrımcılıkla bin parçaya bölmeye çalışacak. Patronların kartellerine ve paranın kalleşliğine karşı işçilerin birliği ve halkların kardeşliği ile çıkmalı! Ayrı gayrı bitmeli. Ayşe ile Zeynep, Baran ile Alperen el ele vermeli, omuz omuza yürümeli! Elbette bu düzenin sahipleri, aramızdan kendine işbirlikçiler bulacak. İçimizden çıkanları bize karşı kullanmaya çalışacak. Her şeye rağmen işçi-emekçi, sendikasına üye olmalı, sahip çıkmalı, denetlemeli! Gerektiğinde sendika başkanını da önüne katıp yürümeli! Türk-İş'i, DİSK'i, Hak-İş'i, Kamu-Sen'i, KESK'i, Kamu-İş'i, memleketin mühendis, mimar, tabip odaları, baroları ayrı ayrı değil birlikte meydanlara inmeli! Birleşik İşçi Cephesi ile genel greve, genel direnişe gitmeli! Böylece iş, aş, hürriyet haykırışını, duymayan kulaklara duyurabilir, görmeyen gözlere gösterebiliriz! Böylece işçi düşmanı Orta Vadeli Program'ı çöpe atabilir, İngiliz Mehmet'i “Go Home” diyerek Londra'ya evine gönderebiliriz. Böylece krizin faturasını, krizi yaratan patronlar sınıfına ödetebiliriz. Böylece memleketin boynundaki emperyalist zincirleri kırabiliriz. Böylece işimize, aşımıza sahip çıkabilir, hürriyete kavuşabiliriz. Grevci, direnişçi işçilerin haykırdığı gibi ancak böyle bir mücadele ile çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakabiliriz!
Ayrı gayrı bitsin! Birleşin! Gaz almak için değil hak almak için eylem istiyoruz! Sınıf mücadeleci sendikacılar, işyeri temsilcileri, öncü işçiler göreve! Birleşik İşçi Cephesi için ileri! İşçi konfederasyonları Türk-İş, DİSK ve Hak-İş Temmuz ayında asgari ücret zammı, vergide adalet, enflasyonla mücadele, emekliler, sendikal örgütlenme ve iş kazaları gibi işçi sınıfını ve emekçi halkı doğrudan etkileyen konularda ortak bir bildiri yayınlamıştı. Daha sonra konfederasyonlar çeşitli miting, basın açıklaması ve eylemlerle meydanlara indi. Türk-İş ilk olarak Tekirdağ Çerkezköy'de ve Zonguldak'ta iki kitlesel miting düzenledi. Daha sonra fabrika ve işyerlerinde oturma eylemleri ve basın açıklamaları gerçekleştirdi. DİSK Gebze ve Saraçhane'de işçi buluşmaları Mersin, İzmir ve Ankara'da miting organize etti. Bu süreci en sakin geçiren, Kayseri'de miting yapan Hak-İş oldu. Konfederasyonlar alanlara inmeye başlarken fabrikalarda da direnişler ve grevler sürdü. Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş sendikasının İstanbul/Çatalca'da Polonez işçileri her türlü baskıya karşı kararlı bir direnişle iş, aş, hürriyet kavgasını Türkiye'nin gündemine taşıdı. Yine aynı sendikaya bağlı Esenyurt'ta Perfetti direnişi sürmekteydi ve bu iki direnişe Bursa/Kemalpaşa'da Eker Süt direnişi eklendi. Selüloz-İş sendikası İstanbul/Tuzla'da MKB Rondo'da greve çıktı. Petrol-İş sendikası art arda Kocaeli/Gebze'de Tarkett ve İstanbul/Hadımköy'de As Plastik, Tekirdağ/Çerkezköy'de Elba Bant grevlerine çıktı. DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş sendikasının Gebze'deki Mersen grevi sürerken Hatay/İskenderun'daki Befesa grevi kazanımla sonuçlandı. Hak-İş'e bağlı Lezita'da ise grev ve mücadele tüm zorluklara rağmen devam ediyor. Konfederasyon üyesi olmayan DGD-SEN'in İstanbul/Esenyurt'daki CarrefourSA deposundaki fiili grevi kazanım elde ederken iş güvenliği ve sendikal haklar için direnen Bağımsız Maden-İş üyesi Fernas maden işçileri de mücadelelerini bir Ankara yürüyüşüyle Türkiye'nin gündemine taşıdılar. Sorunlar ortak! Düşman ortak! Mücadele de ortak olmalı! Konfederasyonların miting, eylem ve basın açıklamalarında işlenen konular ortak. Hayat pahalılığı, vergide adaletsizlik, iş güvenliği, emeklilik hakları, sendikal örgütlenme üzerindeki baskılar… Direnişlerin ve grevlerin hepsi de bu sorunları biraz olsun hafifletmek için işçi sınıfının örgütlü gücüyle verdiği mücadeleler. Tüm konfederasyonları harekete geçmek zorunda bırakan, fabrikalarda birbiri ardına grevlerin ve direnişlerin patlak vermesine yol açan sebep ve failler belli. İktidarın İngiliz Mehmet eliyle, Orta Vadeli Program adı altında yürüttüğü işçi düşmanı kemer sıkma ve hak gaspı politikaları ve bu politikalardan güç alarak işçi sınıfına sefaleti dayatan patronlar… Sermayenin iktidarı, istibdad rejiminin tüm aygıtlarını kullanarak, patronlarla tam bir birlik içinde işçi sınıfına saldırıyor. Bu saldırıya karşı işçi mücadelelerinin de birleşmesi ve büyütülmesi gerektiği açık. Tüm işçilerin özlemi ve isteği de bu yönde. Dahası çeşitli eylemlerle tepkilerini ortaya koyan köylüler ve kamuda tasarruf adı altında üzerlerindeki baskı günden güne artan kamu emekçileri başta olmak üzere ekonomik krizin faturasını şu ya da bu ölçüde üstlenen tüm emekçi halk kesimleri de bu birliğin gerçekleşmesini istiyor. Çözüm Birleşik İşçi Cephesi'nde! İrade direnen işçilerde! Sınıf mücadeleci sendikacılar, işyeri temsilcileri, öncü işçiler göreve!
“Direnin dostlar, haklılara korku yok!”, “Direnin dostlar, işçilere korku yok!”, “Korku ölüme, cesaret zafere götürür!” Bunlar, Polonez direnişinde 20 Ağustos'ta düzenlenen slogan yarışması için bulunan sloganlardan bazıları. O gün çadırda yarışma kısmı rafa kalkmış, direnişin bağrından çıkan sloganlar hep birlikte coşku ve neşe içinde atılmıştı. Bu sloganların çadırda atıldığı ilk günden sonra da tıpkı o güne kadar olduğu gibi Polonez işçileri, bu sloganların hakkını fazlasıyla verdiler, iki ayı aşkın süredir korku nedir bilmeden mücadele ediyor, cesaretlerini de dosta düşmana gösteriyorlar. Hele bu mücadelenin en önünde dövüşen emekçi kadınlar! Daha direnişin ilk haftasında, Cumartesi günü kapının önünde ilk biber gazını yediğimiz gün, yani Polonez işçilerinin, patrona kalkan olduğu için polisle ilk kez karşı karşıya geldikleri gün, sözde değil gerçekten de en önde, polisin karşısında işçilerin en önünde duran bir kadın arkadaşımız dönüp “Kadın olduğumuz için bize dokunmazlar, dokunamazlar değil mi?” diye sormuştu. Sonra? Sonrası malum. O gün gaz yedik, ilerleyen günlerde dokunmak ne kelime, emniyet müdürü çevik kuvvete “saldırın” talimatı bile verdi. Çevik kuvvet ve özel tim polisleri işçilerin boğazını sıktı, yerlerde sürükledi, ters kelepçe ile gözaltına aldı. İşçilerin kiminin kolu bacağı kırıldı, kiminin belinde çatlak oluştu, kiminin omurgası yaralandı, kimi saldırılar sırasında baygınlık geçirdi, fenalaştı. Kadın işçilere müdahale için kadın polisler getirildi, onların gücü yetmeyince erkek polisler de kadın işçilere müdahale etti. Sonra mı? Sonrası gurur! İlk Cumartesi günü o soruyu soran kadın arkadaşın kelimeleriyle söyleyecek olursak, “Yıkılmadık, daha da güçlüyüz!” Polis saldırıları sadece sert değildi aynı zamanda fabrikanın iki kapısının önünde verilen mücadelelerde polis bilinçli bir şekilde başörtülü işçi kadınların başörtüsünü açacak şekilde müdahaleler yaptı. Buyurun “benim başörtülü bacım…” sözleriyle emekçi halkı bölmeye çalışan iktidarın ikiyüzlülüğüne karşı Polonez işçisi ablamızın sözleri: “Başörtülü ablaları ayak altına verdiler. Biz anneyiz, biz bacıyız, biz kardeşiz. Bir anne, bacı, kardeş böyle yerlerde sürüklenmez.” Ve bu bilinçli saldırılara rağmen bizim başörtülü başörtüsüz bacılarımız sinmek bir yana daha da güçlü çıktı sermayenin, onlara kalkan olanların karşısına. Polonez çadırında anıldığı adıyla bir şafak operasyonu ile emniyet, yüzlerce polisi işçilerin üzerine saldığı sırada, kol kola girdiği, birbirine kenetlendiği kadın erkek tüm işçi arkadaşlarına cesaret vermek için bir işçi ablamız Yunus peygamberin okyanusun ortasında bir balığın karnındayken oradan çıkmak için okuduğu duayı yüksek sesle okuyor, alacakaranlığı onun sesi yırtıyor, sanki savaş meydanında edilen yeminler gibi herkesin mücadele azmini, inancını tazeliyordu. Diğer kapıda aynı dakikalarda başka bir işçi kadın, zincirlendiği arkadaşından koparıp kendisini gözaltına almaya çalışan polise “Ben Türk kadınıyım, gücünüz bana kolay kolay yetmez” diye bağırıyordu. Bir başka anda, işçiler fabrikanın önündeyken, burası yol kapatamazsanız müdahale ederim diyen polise karşı kadın işçiler, “15 Temmuz'da sokağa dökülün demeyi biliyordunuz” diye haykırıyordu. Böyle sayısız örnek var Polonez işçisi kadınların bugüne kadar yarattığı. Polonez direnişine kadınların damgasını vurmasının sebebi direnen işçilerin çoğunluğunun kadın olması değil. Polonez bir kadın direnişi değil. Polonez bir iş, aş, hürriyet, onur, haysiyet mücadelesi. Ve bu mücadeleye emekçi kadınlar, her barikatta, her kavgada en önde saf tutarak, en kritik anlarda görev almak için öne çıkarak, direnişin moral gücü anlamında da öncülüğünü yaparak damga vuruyor! Selam olsun Polonez'de en öne çıkan emekçi kadınlara! Ve elbette selam olsun, onların öncülüğünde, onlarla omuz omuza mücadele etmekten gurur duyuyoruz diyen Polonez işçisi erkek yoldaşlarımıza, kardeşlerimize!
İsrail'in Filistin halkına yönelik soykırımı neredeyse bir yıldır devam ediyor. Katlettikleri Filistinlilerin sayısı 40.000'i, yaraladıklarınınki 94.000'i aştı. Açılan davalar da diplomatik kınamalar da İsrail'i durdurmuyor. Filistin direniş örgütlerinin mücadelesi ve Direniş Ekseni'nin desteği olmasa, Siyonist yerleşimciler belki de çoktan Gazze sahilinde inşası biten villalarına yerleşiyor olacaklardı. Gerici Arap rejimlerinden de istibdaddan da Filistin'e fayda yok İsrail'in müttefiki haline gelmiş Arap devletleri İsrail'i ve onun emperyalist hamisi ABD'yi Direniş Ekseni güçlerine karşı korurken, Filistin'in sözde dostu Katar ile memleketimizdeki istibdad rejimi oturmuş İsrail'in zulmünün bir hava olayı gibi kendiliğinden durmasını bekliyorlar. Durursa, biraz bekleyip yine “normalleşme” için kapısını çalacaklar Siyonistlerin! Oysa İsrail daha büyük saldırılara hazır 25 Ağustos gününün ilk saatlerinde Siyonist İsrail, Lübnan'ı savaş uçakları ile bombaladı. Siyonist ordunun sözcüsü Daniel Hagari, yaptığı açıklamada, Hizbullah'ın sabah 5'te Tel Aviv'i vurmak için büyük çaplı bir füze saldırısı hazırlığı içinde olduğunu ve bunu engellemek için “önleyici” bir saldırıda bulunduğunu söyledi. Ardından da ABD emperyalizminden destek açıklaması geldi. Hizbullah; İsrail'e şu ana kadar gerçekleştirdiği en büyük füze ve dron saldırısı ile karşılık verdi, 320 füzenin yanı sıra bir dizi dron kullandığı saldırıda Tel Aviv yakınlarında bulunan ve Mossad'ın karargahının da yer aldığı Glilot üssünü hedef aldı. Yoğun füze saldırısının Demir Kubbe savunma sistemini bloke etmek için kullanıldığı, bu esnada dronların üssü hedef aldığı aktarılanlar arasında. İsrail savaşın ve soykırımın genelinde olduğu gibi Hizbullah ile savaşında da haksız. Aldığı istihbarata yanıt vermiş de olsa, aksi de olsa İsrail'in Hizbullah'a saldırısı gayrimeşrudur. Dahası, İsrail'in Hizbullah komutanı Fuad Şükür'ü Beyrut'ta hedef alarak öldürmesi sonrası; misillemede bulunmak Hizbullah'ın hakkıdır. Batı Şeria da hedefte Öte yandan, İsrail'in soykırımın başından bu yana Batı Şeria'da yürüttüğü nokta operasyonları, yerini daha büyük harekâtlara bırakmaya başladı. Cenin, Nablus ve Kalkilya gibi noktalara düzenlediği geniş çaplı saldırılarda Siyonistler, Gazze türü kitlesel kırımların bir provasını yapıyor olabilir. Zira bu yönde çağrı yapan İsrail hükümeti bakanları mevcut ve 2 Eylül günü İsrail kanallarına çıkan Netanyahu, Gazze'yi kalıcı olarak nasıl işgal edeceğini anlatırken, ekrana yansıttığı haritada Batı Şeria tamamen İsrail tarafından işgal edilmiş olarak gösteriliyordu. Bu kadarını göze alamaz diyenleri uyarmak ve Siyonizmin yerleşimci sömürgeciliğinin devamı için bir üçüncü dünya savaşını dahi göze alacağını tekrarlamak gerekir. Daha önce Sina'yı işgal etti, Golan Tepeleri ve Güney Lübnan'a ait bazı araziler halen elinde. Zaten İsrail denen oluşum da külliyen tarihsel Filistin'deki bir işgalden ibaret. Bu tabloya Batı Şeria'nın eklenmesini neden denemesinler? Soykırım durdurulmalı! Soykırımın durması, emperyalizmin bölgedeki bu ileri karakolunun yenilmesi, en azından savaşı bölgeye yaymasının engellenmesi için herkes elinden geleni yapmalı. Bize düşen, öncelikle Türkiye'deki istibdad rejimini Kürecik'i kapatmaya, İsrail'e yönelik petrol sevkini engellemeye, İsrail ile tüm ilişkilerini kesin bir biçimde kesmeye zorlamak. Ayrıca, Zorlu gibi İsrail'de utanmadan yatırımlar yapmış sermaye gruplarını yatırımlarını geri çekmeye zorlamak. İsrail ile güçlü ilişkileri olan Zorlu Holding, ilk boykot sinyalleri gelir gelmez yatırımlarını çekeceğini ima etti örneğin, ama yeterli değil. Gerçek bir adım atması için sıkıştırılmalı, sıkıştırılacak da. Onu diğer sermaye gruplarına yönelik kampanyalar izlemeli. Safları sıklaştıralım, soykırım birinci yılını doldurmadan dostumuz Filistin halkına olan desteğimizi arttıralım. Hep dediğimiz gibi, onlar kazanırsa, biz de kazanacağız.
Çalışma şartları ve ücretler, patronlarla işçiler arasında her daim başlıca mücadele konuları olmuştur. Patronlar kârlarına kâr katmak için ücretleri baskılamaya çalışırken, işçilerin çalışma şartlarını iyileştirmeyi yalnızca bir gider kalemi olarak görür. İşçiler için ücret yaşam şartlarını belirleyen en önemli unsurken; çalışma şartları çalışırken ölmemenin, sakatlanmamanın ve hastalanmamanın teminatıdır. Ancak ne ücret düzeyi ne de çalışma şartları, yalnızca işçileri ilgilendiren meselelerdir. Bunlar, halk sağlığının da meselesidir. Piyasa koşullarında asgari ücret, asgari ücretten fazla alan çalışanların ücretleri üzerinde çok önemli bir belirleyendir. Tüm ücretler, asgari ücrete yaklaşma eğilimindedir. Bir kişi beslenme, barınma, sosyalleşme gibi ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli bir ücrete ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçların ne ölçüde karşılandığı, doğrudan kişinin sağlıklı olup olmamasını belirler. Yeterli beslenemeyen, kötü konutlarda barınmak zorunda kalan, yalnızca evden işe işten eve giden bir kişi, doktor hastalık tanısı koymadı diye sağlıklı kabul edilemez. Dolayısıyla çalışanların büyük çoğunluğunun asgari ücret ve ona yakın bir ücret aldığı Türkiye'de asgari ücret açlık sınırı düzeyinde hatta bunun altında belirlendiyse, Türkiye toplumunun sağlık düzeyinin kötü etkileneceği baştan bellidir. Bu bakış açısıyla baktığımızda sorun, her bir çalışanın kendi sorunu olmaktan çıkar, toplumsallaşmış olur. Keza aynı mantığı çalışma şartları için de yürütebiliriz. Peki, işçilerin ve emekçilerin ücret düzeyinde ve çalışma şartlarında iyileştirme nasıl sağlanır? Kanunların kendi başına sağlamadığı açık. Devlet, patronların temsilciliğine soyunup haklarını isteyen işçilere barikat kuruyor. Patrona kanunda yazılı hakları dahi uygulatmıyor. O hâlde doğru cevap patronları caydıracak bir şey olmalı. Onun adı da örgütlenmektir. Yakın zaman önce asgari ücret düzeyinde ücret alan ve kötü çalışma koşullarında çalışan Polonez Et fabrikası işçileri, “böyle gelmiş ama böyle gitmez” diyerek haklarını almak için Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş sendikasında örgütlendiler. Patronun cevabı ise anayasada yazan haklarını kullanan 146 işçiyi işten atmak oldu. Attığı işçilerin yerlerine de üretimi devam ettirebilmek ve sendikalaşmayı engellemek için işi bilmeyen, hijyen eğitimi almamış taşeron işçileri aldı. Ürettiği gıdaları ise resmî olarak bildirmediği depolarda sakladığı işçilerce tespit edildi. Hem üretim hattında hijyenik olmayan üretim yapıldığının hem de depolamanın uygun olmadığının denetlenip tespit edilmesi için Tekgıda-İş şikâyette bulundu. Peki denetimden sorumlu kimdi? Esasında kanun her türlü sorumluluğu patrona veriyor. Peki patronu kim denetleyecek? Kanun, Çalışma Bakanlığı diyor. Peki, işçilerin hijyen eğitimini kim vermekle yükümlü? Millî Eğitim Bakanlığı. Peki belediyelerin bir yetkisi var mı? Eh, çevre sağlığı anlamında olabilir deniyor. Ha bir de Tarım Bakanlığı var. Onu da atlamayalım denetlemesi gerekenler arasında. Bunca denetleyici mercii var, var olmasına ama denetim mekanizması çalıştırılmıyor. Polonez işçileri aylardır direniyor, mücadele ediyor. Ama yalnızca kendileri için mücadele etmiyorlar. Kendileriyle benzer kötü şartlarda çalışan işçilerin örgütlenmelerine örnek olacak bir mücadele sergiliyorlar. Ama yaptıkları bununla da sınırlı değil. Kanunlarda yazan ama pratikte uygulanmayan anayasal hakların ve halk sağlığı tedbirlerinin uygulanması için de mücadele ediyorlar. Hem hijyen şartlarını sağlama çabalarıyla halk sağlığına katkıda bulunurken hem de sendikalı olup genel ücret düzeyini yükseltme ve çalışma şartlarını iyileştirme çabalarıyla halk sağlığına dolaylı katkı sunmuş oluyorlar. Basın açıklamasında söylediğimiz gibi: Polonez işçileri kazanırsa Halk Sağlığı da kazanacaktır.
İşçiler pek çok fabrikada ve işyerinde iş ve aş için direnişteler. Direnenler her zaman kazanmadı. Bu bir gerçek. Ama kazananlar hep direnenler oldu. Bu da bir gerçek. Sermayeyi yenmenin formülü nedir? Öncelikle birliktir. Kazanan mücadelelere baktığınızda her zaman işçilerin tam bir birlik içinde hareket ettiğini ve bu birliği bozmadığını görürsünüz. Polonez işçilerine bakın. Kanıtımız zafere ulaşan işçi mücadelelerinde ve bugün zafere yürüyen Polonez'dedir. İşçilerin birliği ile olmaz denenler nasıl da oluveriyor… Pek çok direnişte patronun hukuk dışı uygulamalarına karşı müfettiş çağırılır. Sonra kara treni bekler gibi müfettiş bekleriz. Geldiğinde patron kebabını yedirir geri gönderir çoğu zaman. Ama Polonez işçisi fabrikanın önünde direnip, grev kırıcıları içeri salmayınca, biber gazına rağmen yılmayınca, kilometrelerce yürüyüp kaymakamın kapısına dayanınca müfettişler ışık hızıyla fabrikaya geldi. Patronun sendikal sebeple toplu işçi çıkartma suçunu açık seçik ortaya koyan, işçinin hakkını resmi düzeyde de tescil eden bir rapor da hazırladılar. Müfettişlerle de kalmadı. Çalışma Bakanlığı bir heyet halinde fabrikaya geldi. Bir olmayan daha oldu. İşten çıkartmada yüz kızartıcı suç iftirası olan Kod 46 haksız fesih maddesi olan Kod 4'e dönüştü. Tazminatsız atılan işçilere kıdem ve ihbar tazminatı ödenmesi ayrıca bu işçilerin işsizlik ödeneği alması hakkı doğdu. Bunların hepsi işçilerin birliğiyle ve direnmesiyle oldu. İyi komutan ordusunun ikmalini seferde sağlayabilendir. Büyük Çinli komutan ve filozof, meşhur savaş sanatkârı Sun Tzu demiş ki: “Donanımını yurdundan erzağını düşmandan al ki hem silahın hem de tayının yeterli olsun.” Donanımını Tekgıda-İş'ten sağlayan ve sırtını dayadığı örgütlü bir gücü, sağlam bir yurdu var Polonez işçisinin. Yunus Durdu gibi Suat Karlıkaya gibi geçmişte Tekel muharebelerinden alnının akıyla çıkmış, o büyük sınıf kavgasının deneyimlerini bugüne taşıyan böyle komutanları var. Direnişin ihtiyacı olan maddi kaynakları yine direnerek elde etmeyi başarıyorlar. Zamanın yıpratıcı etkisini tersine çevirmeyi direnişi zaman geçtikçe büyütmeyi ve güçlendirmeyi biliyorlar. Ve ne mutlu ki o komutanlara, Polonez işçisi gibi aslanlarla savaşıyorlar! Ve bu savaşta sadece cephe gerisinde durmayan kavgada en öne çıkan emekçi kadınların mücadele gücüne sahipler! Sınıf siyasetinin menzili fabrikadan başlar tüm dünyaya uzanır. Fabrikada Türkün sabrı, Kürdün inadı, Lazın coşkusu ile kazananlar her dilden memleketten inançtan ezilen insanların eşit ve hür olduğu bir dünya için mücadeleye atılır. Fabrikada zincirlerini kıran işçiler memleketin boynundaki emperyalist zincirleri kırmak için verilen mücadeleye katılır. Öncü işçinin kavgası insanlık kavgasıdır, bu kavganın bir cephesi Çatalca'daysa bir diğer cephesi de Filistin'dedir. Bu kavganın zaferi seçimlerle gelmez. Seçimler de önemlidir ama çözüm değildir. Nasıl işçiye git hakkını mahkemede ara diyorlar, işçi mahkemede hakkını arıyor ama yıllarca süren bu mahkemelerin çözüm olmadığını hatta çözümü ertelemenin aracı olduğunu görüyor, işte seçimler de öyledir. İnsanlık kavgasının zaferinin adı devrimdir! Bu kavganın zaferi için sendika konfederasyon yetmez, öncü işçilerin devrimci partisini inşa etmek gerekir. Çözümü sermaye düzeninin içinde aramayıp işçi sınıfına güvenen ve emeğini işçi sınıfına harcayan herkesi bu yolda birleştirmek gerekir. İşte bu yüzden biz Devrimci İşçi Partisi olarak Türkiye'nin her yerinde iş ve aş için omuz başında mücadele etmekten onur duyduğumuz öncü işçileri, insanlığın en haklı ve onurlu mücadelesini zafere götürecek partiyi inşa etmeye çağırıyoruz!
Avrupa'nın dört tane büyük ülkesi var. Üçü Avrupa Birliği (AB) üyesi: Almanya, Fransa, İtalya. Dördüncüsü, yani İngiltere, eskiden üyeydi, 2016'da Brexit adıyla yapılan referandum sonucunda AB'den ayrıldı. Dört büyük ülke Avrupa'da doğan bütün büyük gelişmeleri başlatan ve onlara yön veren ülkelerdir. Ekonomik liberalizm mi benimsenecek? Önce bunlarda görülür. Askerî harcamalar mı arttırılacak? İlk atak bunlardan gelir. Göç rejimi mi sıkılaştırılacak? Önce bunlar kapar sınırları. Peki ya faşizm gelecekse? Haziran ayı başında AB üyesi bütün ülkelerde Avrupa Parlamentosu seçimleri hep birlikte yapıldı. İtalya'da iki yıldır başbakan olan kadın politikacı Giorgia Meloni oylarını arttırarak durumunu sağlamlaştırdı. Meloni, 20. yüzyılın ilk faşist sistemini kurmuş olan Benito Mussolini'nin partisini atası gören bir partinin lideri. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kıtada başbakanlığa gelen ilk faşist. Faşizmin en sert politikalarına başvurmaya hemen girişmedi. Koşullar henüz ona uygun değil. Ama birçok alanda adım adım ilerliyor. Aynı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu sefer Fransa'da ta 1980'li yıllardan itibaren ağır ama emin adımlarla yükselmekte olan faşist parti, oyların üçte birini alarak seçimden birinci parti çıktı. Faşizmin bu büyük zaferi karşısında Cumhurbaşkanı Macron Fransız meclisini lağvederek baskın seçim yapmaya kalkıştı. Onu da yüzüne gözüne bulaştırdı. Şu anda faşistler parlamentonun en büyük partisi konumunda. 2027'de iktidarı gözlüyorlar. Arada bir fırsat doğmazsa. Temmuz sonu-Ağustos başı sıra İngiltere'deydi. Üç küçük çocuğun öldürüldüğü bir olay sonrasında ırkçı güruhlar katilin göçmen olduğu yolunda bir yalan haber yayarak ülkenin çok çeşitli yerlerinde gösteriler yaptı, birçok binayı ateşe verdi, sokakta göçmen avı düzenledi, göçmenlerin geçici olarak yerleştirildiği otelleri bastı, bütün bunların doğurduğu terör duygusu ülkeyi günlerce teslim aldı. Bu olaylarla birlikte görüldü ki, faşizm sadece bir seçim sandığı sorunu değildir, günlük hayatın orta yerinden yarılması, koskoca insan topluluklarının arasında yerli/göçmen, İngiliz/yabancı gibi düşmanlaştırıcı ayrımlar temelinde sokak savaşları demektir. İngiltere ayrıca Temmuz başında bir seçim yaşadı. Irkçı-faşist parti, oyların yüzde 14'ünü (4 milyonu aşkın oy) aldı. Bu parti Amerika'nın eski başkanı Donald Trump'ın İngiltere'de kendine en yakın muhatap olarak gördüğü Nigel Farage adlı politikacının partisi. Haziran İtalya ve Fransa, Temmuz-Ağustos İngiltere, şimdi Eylül ayında Almanya. 1 Eylül Pazar günü federal bir sisteme sahip Almanya'nın iki eyaletinde, Türingen ve Saksonya'da seçim yapıldı. İlkinde faşist parti birinci parti olarak çıktı, ikincisinde çok küçük bir farkla ikinci. Almanya'nın bu konudaki yeri apayrı. Hitler'in ülkesi bu! Faşist parti bir eyaleti ilk kez kazanıyor. Bugün bir eyalet, yarın bir ülke mi? İşte size Avrupa'nın yolunu çizen dört ülkede faşizmin yükselişinin kısacık özeti. Peki bütün bunların Türkiye işçi sınıfına dersi nedir? Ders çok ama en önemlisi şu: Dört büyük ülkede birden faşizm yükseliyorsa bunun ulusal koşullardan bağımsız bir nedeni olmalı. “İngilizler eski sömürgecidir”, “Fransızlar çok milliyetçidir”, “Almanlar zaten Nazidir” falan olmaz. Öyle diyene inanmayın. Neden şu: Kapitalizm ekonomik krizinden çıkamıyor. Ceremesini işçi sınıfı ve emekçiler ödüyor. Onların düzene karşı öfkesini saptırmak patronların çıkar yolu. Irkçı faşistler sorunların kaynağı olarak göçmenleri işaret edip onlara bu hizmeti veriyor. Onlar da faşist partilerin parasını ödüyor. Siz siz olun, Kürde, Alevi'ye, Afgan'a, Suriyeli'ye yıkmayın suçu. Emekli geçinemiyorsa, asgari ücretli inliyorsa, sendikalaşan işçi işini yitiriyorsa, öğretmene kadro verilmiyorsa, işçi çocuğuna okul yemeği verilmiyorsa bunun nedeni sermaye düzenidir, sermaye istibdadıdır. Yönümüzü şaşırmayalım: Mücadele başka halklardan sınıf kardeşlerine karşı değil. Mücadele iş, aş, hürriyet mücadelesidir.
27 Ağustos günü Çalışma Bakanlığı internet sayfasından bir basın açıklaması yayınlandı. Açıklamada bakanlık teftiş başkanlığının Çatalca'da faaliyet gösteren bir firmayla ilgili sendikal faaliyet dolayısıyla işten çıkarmaya gidildiğinin tespit edildiği ve 141 işçi için toplam 2 milyon liraya varan idari para cezası istendiği duyuruluyordu. “Çatalca'da faaliyet gösteren firma” kod adıyla bahsedilen firma elbette ki Polonez'den başkası değildi. 141 işçi ise 19 Temmuz'dan beri Tekgıda-İş öncülüğünde direnen Polonez işçileriydi! Sendikal sebeple işten çıkartmalara hemen her gün rastlıyoruz. Eğer bir fabrikada sendikal örgütlenmeye girişiyorsanız mutlaka bu sürecin bir aşamasında işten atmaların olacağını hesaba katmalı ve buna karşı yapılacak eylemleri de ilk baştan planlamalısınız. Dolayısıyla Polonez patronunun 141 işçiyi sendikal sebeple işten atmasında ilginç bir yan yoktu. Polonez işçilerinin bu saldırıya karşı direnişe geçmesi de öyle. Ancak ilginç olan Çalışma Bakanlığından yapılan açıklamaydı. Bu sık rastlanan bir durum değil. Hele ki böyle bir açıklamanın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik (ÇSGB) Bakanı Yardımcısı Faruk Özçelik, ÇSGB Çalışma Genel Müdürü Dr. Mehmet Baş, ÇSGB Teftiş Kurulu Başkanı Bekir Aktürk, İstanbul Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürü Uğur Oto ve Çatalca Kaymakamı Erdoğan Turan'dan oluşan kalabalık bir heyetin fabrikaya gelmesi, patronla müzakere edip direniş çadırını ziyaret etmesi görülmüş şey değil! Çalışma Bakanlığının da SGK'nın da Kaymakamlığın da başına taş düşmedi! Onları Çatalca'ya Polonez işçilerinin tüm Türkiye'ye mal olan kararlı direnişi getirtti. İstibdadın aşamadığı barikat Kaçak işçi servisleri gibi polis de işçi barikatını aşamadı. O gün kaçak işçiler gerisin geriye döndü. Günlerdir işçilerin “Patron yasadışı şekilde işten çıkartma yapıyor, sendikal baskı uyguluyor” şeklinde feryatlarına, “Hakkınızı mahkemede arayın, bizim yapacak bir şeyimiz yok” diyenler, patronun yasadışı işçileri fabrikaya sokmak için yaptığı başvurular karşısında hemen yaratıcılıklarını göstermeye başladılar. Patrona, “git derdini mahkemeye anlat” demediler. Çatalca emniyeti seferber oldu. Fabrikanın etrafında bariyerler, TOMA'larla neredeyse bir kilometre çapında bir güvenlik çemberi oluşturdular. Bu durumu görerek fabrika önüne gelen işçileri de darp ederek bu çemberin dışına attılar. Çatalca Kaymakamlığına uzun yürüyüş! Burada işçiler öfkeli şekilde bariyerlerin arkasında toplanmışken, bir anda akşamdan kalma görünümlü birisi beliriverdi. Daha sonra kendisinin AKP Çatalca İlçe Başkanı olduğu ortaya çıktı. Canı burnundaki işçilerin ortasına geçmiş “hepinize havaalanında iş bulurum” diyordu. Bir anda Çatalca Kaymakamlığına yürüme kararı alınmasıyla işçiler ana yola doğru yöneldi. Gece yarısı, 5 km mesafedeki Çatalca hükümet konağına doğru yürüyüş, marşlar ve sloganlar eşliğinde başlarken AKP'li şahıs da bir nevi işçilerin tepkisinden kurtulmuş oldu. O gece Kaymakamlığa yüründü. Kaymakam geldi. Sendikayla ve işçi temsilcileriyle bir görüşme yaptı. Somut bir sonuç çıkmadı. İşçiler eylem alanımız fabrika önüdür diyor alanlarını geri istiyordu. “Servislerin önünü kesmeyin” ihtarlarına ise “biz fabrikanın işçisine karışmayız, yasadışı kaçak işçiye ise izin vermeyiz” cevabı verildi. Görüşme çıkmaza girdi. Kaymakam yaptığınız iş kanunsuz diyerek polis müdahalesi sinyalini verip aba altından sopa göstererek makamdan ayrıldı. Polis ablukası altında tüm gece işçiler orada eylem yaptı. Polonez işçisi direne direne direniş alanına döndü! Polonez işçisi bir sabah ansızın Bâb-ı Âli'de İstanbul Valiliğinde Ataşehir'de birleşik işçi cephesinin gövde gösterisi ve sabaha kadar direniş! Birleşen işçiler birleştiriyor! Sınıf dayanışması büyüyor! Direniş Çerkezköy Türk-İş mitingine taşındı! Polonez işçileri direne direne Türk-İş başkanını direnişe getirdi! İş, aş, hürriyet işçi köylü el ele direne direne gelecek!
İsrail'in Filistin halkına yönelik soykırımı 10. ayı geride bıraktı. 40 bine yakın Filistinli'yi katleden Siyonistlerin yakın zamanda duracaklarına dair bir emare de yok. Savaşın “şimdilik” merkezinde yer alan Gazze'de İsrail'in istediğini alamadığı, kayıplarının ve savaşın maliyetinin yükselmesine koşut olarak kapsamlı kara saldırıları yerine belirli bölgelere kısa sürede girip çıkmakla sınırlı operasyonlara yöneldiği görülüyor. Ama bu bir yandan da kuşatmanın sürmesini dışlamıyor. Böylelikle Gazzeliler açlık ve salgın hastalık gibi risklere daha açık bir hâle geliyorlar. Bunlardan kaynaklı ölümleri de ekleyince soykırım tablosu netleşiyor: Muhtemelen 100 binden fazla ölü! Tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan birini yaşıyoruz! ABD açık çek verdi, Siyonistler direnişin iki lideri Haniye ve Fuad Şükür'ü katletti Filistin'in direnişi sadece İsrail Siyonizmine değil Amerikan emperyalizmine de darbe vurmaya devam ediyor İsrail, topraklarını korumak değil, sömürgeleştirdiği Filistin topraklarını elinde tutmak için yürüttüğü bu haksız savaşta Filistinli örgütlerin yanı sıra Yemen, Suriye, Lübnan Hizbullah'ı, Irak direniş güçleri ve İran'a karşı da savaşıyor. Siyonistlerin zulmüne karşı Yemen'in deniz ticaretine vurduğu darbe de, Hizbullah'ın Siyonist soykırımı engellemek için İsrail-Lübnan sınır bölgesinde yaptığı saldırılar da, İran'ın tüm bu cepheye verdiği destek de haklı ve meşru. Son günlerde bu hattın dışından, Filistin direnişine yeni bir siyasî destek de gelmekte. Çin, daha önce ABD emperyalizminin bölgedeki açmazlarını kullanarak İran ile Suudî Arabistan'ı masaya oturttuğu gibi, geçtiğimiz ay da tüm Filistin direniş örgütlerini Çin'de bir araya getirerek bunların bir “ulusal birlik” anlaşması için önemli adımlar atmalarına, yeni seçimler için birlikte çalışmaya başlamalarına vesile oldu. ABD bu süreçte hem İsrail'in soykırım saldırısını desteklemek, direnişi kırmak hem de kendisini siyasi çözüm adı altında Hamas'ı ehlileştirecek ya da işbirlikçi El Fetih'in hâkimiyetine sokacak projelerin uygulanması için hakem rolünde konumlandırmak istiyordu. ABD'nin hesapları tutmadı. Direniş kırılmadı ve Filistin halkının mücadelesi ABD'nin maskesini düşürdü. Hamas ve El Fetih ABD'nin patronluğunda değil Çin'in ev sahipliğinde buluştu. Filistin halkı palavra değil eylem bekliyor: Önce İsrail'e ticari ve askeri desteği kes! Tüm bunlar olmaktayken, memleketimizdeki istibdad rejimi ise üst perdeden atışlarını sürdürüyor. Türkiye İsrail'e saldırabilir, en azından Libya ve Karabağ'da olduğu gibi savaşan güçlere askerî yardım yapabilirmiş. Daha, soykırımcı devletle olan ticareti tam olarak kesemeyen, büyük şirketlerinin İsrail'deki yatırımlarına gıkını çıkarmayan bir rejim için çok iddialı sözler bunlar. Ama daha önemlisi var. Hamas lideri Haniye'nin İran'daki katlinin İran dışından atılan bir güdümlü füze ile olduğu anlaşılıyor. Bu füzenin hedefini vurabilmesinde Türkiye'deki Kürecik radar üssünün hiçbir rolünün olmadığını düşünmek saflık olur. Yani Erdoğan İsrail'e karşı Filistin'e, yine belirsiz bir geleceğe dair ve boş sözlerle destek veriyor ama bugün topraklarımızdaki üslerle İsrail'in suikast düzenlemesine ve İran'a saldırmasına fiilen ve somut olarak yardımcı olmaya devam ediyor. Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleyi, Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltelim! İstibdadın sözcüleri utanmadan emekçi halkımıza yalan söylerken, biz tüm gücümüzle memlekette Filistin halkına nasıl destek oluruz, İsrail'e karşı nasıl mücadele ederiz onun derdindeyiz. Devrimci İşçi Partisi ve Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları, bir yandan istibdadın yalan makinesine karşı gerçekleri anlatırken, bir yandan da yakın zamanda kurulan Filistin Eylem Komitesi'nin bir bileşeni olarak burada diğer Filistin dostu örgütlerle birlikte çalışmalarını sürdürüyor. Emekçi halkımız istibdadın palavralarına kanmasın, İsrail'le mücadele için gelin, birlikte mücadele edelim.