POPULARITY
BAE ne zamandan itibaren tamamen İsrailvari bir politika izlemeye başladı sorusunun cevabı Araplar ve Müslüman dünya açısından oldukça önemlidir. Bu yönde başka soruların cevapları da mühim. BAE'nin bugün İslam coğrafyasının geneline yayılan faaliyetlerini bilenler bu soruları yadırgamayacaktır. Bu küçük Körfez ülkesinin, merkezinde yer aldığı gelişmelerden hareketle Arap ve Müslüman kimliğinin yeniden değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Kur'ân nazmının ve üslûbunun mevcut Arap edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarının fevkinde oluşu; kelime, cümle ve ayetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu, Kur'an'ın bir mucize olduğunu göstermektedir. Kur'ân; gerek fesâhat ve belâgatı, sözünün üstün, güzel ve son derece tesirli oluşu, gerek telifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesâhat ve belâgatının üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri, Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır. İbn-i Hacer (r.âleyh) diyor ki: “Yüce Allâh Resûlullâh (s.a.v.)'i gönderdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamını Allâh (c.c.)'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir suresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap edebiyatının bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar. Bu durum, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kâbul eder. Çünkü küçük bir sure veya birkaç ayet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamber (s.a.v.)'i müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına gerek kalmayacaktı.” (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,S.207)
Büyük çoğunluğunu Sünni-Arapların oluşturduğu Suriye'de Nusayri, Kürt, Türkmen, Dürzi, İsmaili, Ermeni ve Hıristiyanlardan oluşan etnik ve dini unsurlardan oluşan bir demografik yapı var. Ama bu yapıların da ötesinde Suriye toplum olarak hâlâ aşiretlerin çok etkili olduğu bir sosyolojik yapıya sahip.
“Ey ademoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için ama israf etmeyin. Çünkü O; israf edenleri sevmez.” (A'raf 31)“De ki: Allah´ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” A'raf 32"Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir." (İsra 27)İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Cahiliyye Arap kabileleri, Kabe'yi çırılçıplak olarak tavaf ederlerdi. Bunu, erkekleri gündüz, kadınları da geceleyin yaparlardı. Minâ'da mescide, ibadet ettikleri yere geldiklerinde, elbiselerini tamamen çıkararak, o yere çırılçıplak girer ve "Biz, içinde (giyinik iken) günah işlediğimiz elbiselerle tavaf (ibadet) etmeyiz" derlerdi. Bazıları da şöyle derlerdi: "Biz bunu, uğur sayarak yapıyoruz. Elbiselerimizi soyup attığımız gibi, günahlarımızdan da soyunup kurtulmuş oluyoruz." Onlar elbiseleri ile ibadet ediyor, yaşayacak kadar yiyor, et ve iç yağı yemiyorlardı. Bundan dolayı, müslümanlar, "Ya Resûlallah, bizim böyle yapmamız daha münasiptir" deyince, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu, "Elbiselerinizi giyiniz, et ve iç yağı yiyiniz, (içilecek şeyleri) içiniz, ama israf etmeyiniz" demektir.Ayetteki "Zînetinizi alın"sözü, bir emirdir. Emrin zahiri vücûb (farziyyet) ifade eder. Dolayısiyle bu, her namaz kılındığında setr-i avretin vacib olduğunu gösterir.Bu, Ebu Bekr el-Esam'ın görüşüdür. Buna göre ayette bahsedilen israftan murad, cahiliyye Araplarının "bahire" ve "sâibe" gibi hayvanları haram saymalarıdır. Çünkü onlar o hayvanları, mülkiyetlerinden çıkarıyor ve onlardan istifade etmiyorlardı. Yine onlar hacc yaparlarken, Allah'ın kendilerine helal kıldığı bazı şeyleri haram sayıyorlardı. İşte bu da israftır.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, israf edenleri sevmez" buyurmuştur. Bu cümle, tehdidin doruk noktasını ifade eder. Zira, Allah'ın sevmediği herkes, sevabtan mahrum olarak kalır. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona mükâfatını ve sevabını ulaştırarak vermesi demektir. O halde, bu sevginin olmaması, sevabın ve mükâfatın olmaması demektir. Her ne zaman sevab bulunmazsa, orada ceza söz konusu demektir.Bu, bütün zînet çeşitlerini içine alan bir kelimedir. Böylece, ayette bahsedilen zînetin hükmüne, her türlü süsleme çeşitleri, bedeni her türlü şeyden temizleme, binecek şeyler ve her türlü takı çeşitleri dahil olur. Çünkü, bütün bunların hepsi bir zînettir. Eğer erkeklere, altın ve ipeğin haram olduğu hususunda bir nass (hadis) bulunmasaydı, bunlar da bu umûmî ifadenin hükmüne dahil olurlardı.Yine, ayette bahsedilen "temiz ve hoş rızıklar..." ifadesinin kapsamına, her türlü yiyecek ve içeceklerden leziz ve iştah çekici olanları girdiği gibi, aynı şekilde bunun hükmüne kadınlar ve güzel kokulardan faydalanmak da dahildir. Osman İbn Maz'ûn'dan rivayet edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Nefsimin bana telkini, kendimi hadım etmeme karar verme hususunda bana üstün geldi..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Yavaş ol, ey Osman! Benim ümmetimin hadımlığı, oruçtur" buyurdu. Bunun üzerine Osman, "Nefsim bana, ruhban olmamı telkin ediyor" dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber, "Benim ümmetimin ruhbanlığı, namaz vaktini beklemek için, mescidlerde beklemektir" buyurdu. O, "Nefsim bana, yeryüzünde seyahat etmemi telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber "Benim ümmetimin seyahati, savaşmak, hacc ve umre yapmaktır"; O, "Nefsim bana, malik olduğum bütün şeyi elden çıkarmamı telkin ediyor" deyince, Hz. Peygamber, "(Bu hususta) evla olan, senin, kendin ve çoluk çocuğuna harcaman, yetim ve yoksula acıman ve onlara bundan daha iyisini vermendir." O, "Nefsim bana, eşimle cima etmememi telkin ediyor" deyince,
Vaktiyle İstanbul'un büyük ilçelerinden birinde “Ortadoğu ve İslâm Dünyası” konulu bir konferans vermiştim. Epey büyük bir salonda, kalabalık bir dinleyici kitlesine konuştum. Konferansı haberleştirmek üzere, yerel basının temsilcileri de salondaydı. Ertesi gün bana yolladıkları linke baktım, kocaman bir başlık: “Taha Kılınç: Araplar bizi arkamızdan vurdu!” Bir daha okudum, evet böyle yazıyordu. Haliyle, beynimden vurulmuşa döndüm. Haber de epey izlenmiş, tıklanmıştı.
Hâkk Teâlâ'dan emir gelince Allâh Resûlü (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebûbekir (r.a.) ile berâber Ukaz panayırında Arap kabilelerine Allâhü Teâlâ'nın birliğini ve kendi risâletini anlatmak üzere yola çıktı. Lanetli Ebû Leheb, Allâh Resûlü (s.a.v.)'in Ukaz panayırına gittiğini duyunca erkenden pazara gitti. Resûlullâh (s.a.v.)'i bekledi. Allâh Resûlü (s.a.v.) panayıra geldi ve risâletini anlatmaya başladı. “Ben size Allâh tarafından gönderilmiş bir peygamberim. “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” deyiniz” dedi. Lanetli Ebû Leheb, “O'na kesinlikle inanmayın. Peygamber olduğunu kâbul etmeyin, gelip kavminiz arasına girmesine izin vermeyin” diyerek panayır için gelen Arapları kışkırttı ve Allâh Resûlü (s.a.v.)'i taşlattı. Hz. Ebûbekir (r.a.), Allâh Resûlü (s.a.v.)'i korumaya çalışırken kendisi de yaralandı. Taşlardan birkaç tanesi de Allâh Resûlü (s.a.v.)'e isabet etmiş ve yaralanmıştı. Mübarek bedeninden kanlar akıyordu. Hz. Ali (r.a.)'ın elbisesi de kana bulanmıştı. Hz. Ebûbekir (r.a.), Resûlullâh (s.a.v)'i o kalabalıktan çıkarttı. Biraz uzaklaştıktan sonra Allâh Resûlü (s.a.v.) devesinden indi. Mübârek eliyle Hz. Ebûbekir (r.a.)'in yaralarını sardı. Sonra elini bedeni üzerine koydu. Hz. Ebûbekir (r.a.)'in ağrıları o anda geçiverdi ve Mekke'ye döndüler. Yolda gelirken; Allâh Resûlü (s.a.v.), Hz. Ebûbekir (r.a.)'a; “Ey Atîk! Git bu gece dinlen. İnşaallâh yarın tekrar gidelim. Kendimizi Arap kabilelerine tanıtalım. Allâhü Teâlâ ne yazmışsa onu görürüz” dedi. Hz. Ebûbekir (r.a.); “Başım üzerine! Ey Allâh'ın Resûlü” dedi. Ümmü Rammân: “Ey Ebûbekir! Tekrar gidersen dünkünden daha beter ederler” dedi. Hz. Sıddîk (r.a.): “Ey Ümmü Rammân! Resûl yoluna kurban olmayan can, can mıdır? Benim cismim, canım, oğlum, kızım O (s.a.v.)'e feda olsun” dedi ve sonraki gün tekrar gittiler. (Erzurumlu Mustafa Darir, Siyer-i Nebi,c.2,s.85-88)
Emperyalizmin, Siyonizmin ve kuklalarının vaadi etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşmadır! Bizim çözümümüz Batı Asya'yı emperyalizmden ve Siyonizmden arındırmaktır!Emperyalizmle uyumlu “kravatlı tekfirci” Ahmet el-Şara (kod adı Muhammed Colani) ve HTŞ (Heyet Tahrir Şam) Şam'da iktidarı aldı ama halen yeni bir düzen kurabilmiş değil. Ahmet el-Şara, 29 Ocak'ta kendi örgütünden ve müttefiklerinden müteşekkil bir “zafer konferansı” toplayarak kendini Suriye Arap Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı ilan etti. Emperyalist hamileri tarafından kravatlı tekfirciye Suriye Arap Cumhuriyeti adını kullanması söylendi. Çünkü bu şekilde halen dünya çapında pek çok ülkenin terör listesinde yer alan HTŞ'nin tanınması daha kolay olacak. Yeni rejimin cumhuriyetle uzaktan yakından ilgisi yok! Anayasası olan her rejime cumhuriyet denmez. Anayasası olan krallıklar (meşrutiyet) da vardır. Suriye'de Anayasa dahi yok. Ve Colani gerçek anlamda yeni bir Anayasa vaadinde bile bulunmuyor. Colani, ne idüğü belirsiz bir “ulusal konferans”, kimleri içereceği belli olmayan ama kimlerin olmayacağı bilinen (Aleviler!) “kapsayıcı bir hükümet” ve çıkmaz ayın son perşembesine atılmış “nihai seçimler”den oluşan bir “geçiş süreci”nden bahsediyor.Emperyalist politikanın şeytan üçgeni: “Etnik arındırma, mezhepçi boğazlaşma, emperyalist himaye!”Kravatlı tekfircilerin geçiş sürecinin istikameti halen belli değil ama iç savaştan barışa, farklı ülkelerin nüfuz alanlarına bölünmüş Suriye'den birleşmiş bir ülkeye bir geçiş olmayacağı açık. Görünür ufukta, ülkenin, bölge çapında yaşanan çatışma ve savaşların neticesinde değişen yeni güç dengelerine bağlı olarak, yeni nüfuz alanlarına bölünmesi var. HTŞ'nin Şam'a yürüyüşü İsrail'in ABD'nin tam desteğiyle Gazze'den başlayan, Yemen, Lübnan ve İran'la devam eden savaşının gölgesinde gerçekleşti. Arka planda yine NATO'nun Rusya'ya karşı Ukrayna cephesinde yürüttüğü savaş vardı. Türkiye de Erdoğan'ın İran'la bölgesel rekabeti merkeze alan Sünni İslam dünyası üzerinde nüfuz mücadelesi veren, sömürgeci burjuvazinin yayılmacı emellerine yaslanan Rabiacı politikasıyla bulmacayı tamamlayan parça oldu. Suriye'nin yeni hâkim güçleri bu ülkeye ve bu ülkenin halklarına özgür, onurlu, barış içinde bir gelecek vadetmiyor.İsrail her daim halkların boğazlaşmasından yanadır!Etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşma emperyalizmin Suriye'yi kontrol etme yolu ve kendi aralarında nüfuz alanları olarak bölüştürmenin yöntemidir. Halkların boğazlaşmasından en başta da İsrail çıkar sağlayacaktır. Çünkü İsrail, Gazze'de Arap halkına karşı bir soykırım suçlusudur. HTŞ ve Colani istediği kadar işbirlikçilik yapsın Arapların bunu unutmayacağını en önce İsrail bilir. Bu yüzden Suriye'de izin vereceği tek devlet dişleri sökülmüş ve mezhepsel olarak bölünmüş bir Arap devletidir. Siyonizm, Türklerin ve Kürtlerin nezdinde Arap düşmanlığının kökleşmesini ister. Türkiye'de Arap düşmanı, ırkçı, göçmen düşmanı, faşist oluşumları bu yüzden destekler. Irak'ta ve Suriye'de peşmergenin ya da YPG'nin emperyalistlerin yanında Araplarla savaşmasından memnun olur ve bu iki halkın arasına kan denizi girmesini ister. İran'da Şah rejimi gelsin, gelmiyorsa İran'la Sünni Arap dünyası hiç barışmasın ister.Çözüm, bölgeyi emperyalizm ve Siyonizmden arındırmakta!Özetle, emperyalizmin ve Siyonizmin Suriye'ye biçtiği kader olan etnik arındırma ve mezhepçi boğazlaşma tüm Batı Asya'ya (Ortadoğu'ya) ve bu coğrafyanın halklarına biçmek istediği kaderdir. Tabii ki bu kader mutlak değildir. Bu kaderi işçi sınıfının Batı Asya'yı emperyalizmin üslerinden, askerlerinden ve tekellerinden arındıracak, Siyonist beladan kurtaracak, Batı Asya'nın tüm halklarının vatanlarında özgür ve eşit olarak yaşayacağı Batı Asya ve Kuzey Afrika (BAKA) Sosyalist Federasyonu programı değiştirebilir.
#acıtatlımayhoş Makarnanın geçmişi, Etrüsk'lere kadar uzanıyor. Marco Polo getirmiş olamaz, çünkü Araplar o tarihlerde çoktan makarnayı Sicilya'ya götürmüş. Aylin Öney Tan'dan dinleyin
#acıtatlımayhoş Makarnanın geçmişi, Etrüsk'lere kadar uzanıyor. Marco Polo getirmiş olamaz, çünkü Araplar o tarihlerde çoktan makarnayı Sicilya'ya götürmüş. Aylin Öney Tan'dan dinleyin
Habeş Sultanı Necâşî'nin hicret edenler hakkında ortaya koyduğu saygı ve hürmet, Hicaz memleketlerinde duyulunca Mekke müşrikleri göç eden müminleri geri döndürmek için Melik Necâşî ve Habeş vekiller heyetine verilmek üzere Hicaz yöresinden bir takım pahalı hediyeler hazırladılar. Araplar'ın çare bulucularından olan Amr b. Âs'la Amâre b. Velîd'i yolladılar. Bu elçiler Necâşî'nin memleketinin baş şehrine varıp yanlarında getirdikleri hediyeleri uygun gördükleri kişilere ve Habeşli yüksek makâmlı vekillere bir yolunu bularak takdim ettiler. Birkaç gün geçince Melik Necâşî'nin, damaklarında rüşvetin tadı bulunan vekilleri ve yöneticileri vasıtasıyla müslüman muhacirlerin Habeş beldesinden kovulup uzaklaştırılması hususu Necâşî'ye arzettirilmişti. O da, “Benim lutfumun hisarına sığınan kimselerin durumlarını öğrenmeden düşmanlarına teslim etmek, devletimin namusunu çiğnemek demektir. “Namusa halel getirmektense ateşe girmek yeğdir” hükmü de gâyet açık olduğundan onları düşmanın ellerine teslim edemem. İlk iş olarak vaziyetin anlaşılması için büyük âlimler ve vekillerden oluşan genel bir meclis oluşturulsun. Bu meclis benim başkanlığımda bulunsun” cevâbını verdi. Ertesi gün o şekilde bir danışma meclisi oluşturuldu. Toplanan meclise bahsi geçen elçiler ve muhacir sahabiler getirildi. Dirâyeti ve zekâsı inkâr edilemeyen ve akıcı konuşmasıyla bilinen Cafer b. Ebû Tâlib (r.a.), bu meclise girince resmî usulleri yerine getirip melike saygısını gösterdikten sonra Arap usulü üzere bir konuşma yaptı ve mecliste bulunanları hayret deryasına daldırdı. Bu konuşmadan sonra Hz. Ca'fer (r.a.) melik Necâşî'nin işaretiyle Meryem Suresini okudu. 19-26. âyeti kerimesine gelince Necaşi ve etrafta bulunanlar ağlayıp gözyaşı döktüler. Necâşî, “İşte bu âyet İsa ve Musa peygamber hazretlerine nazil olan âyetlerle aynı mealdedir” diyerek Amr ve Amare'ye “Bu yüce topluluğu size vermek değil, kendilerine kat kat ikrâmda bulunmak benim boynumun borcudur” demiş ve muhacirleri lütûflarla kaldıkları yere göndermiştir. (Eyüp Sabri Paşa, Mahmudu's Siyer, s.77-78)
Arap-İsrail Savaşları'nın üçüncüsü olan Yom Kipur'da (1973) Golan cephesine sevk edilen 19 yaşındaki bir Yahudi genç, savaş devam ederken, birliğini komuta eden uzman çavuşun şöyle dediğini işitmişti: “Arapları, özellikle de genç Arapları öldürmek zorundayız. Eğer şimdi biz onları öldürmezsek, onlar büyüdüklerinde bizi öldürecekler!” Kulaklarının duyduğuna inanmakta zorlanan Ilan Pappe adındaki bu genç, savaş sırasında İsrail ordusunun bütün sivil hedefleri bombaladığını, askerlerin köy ve kasabalara çekinmeden saldırdığını ve tüm bu eylemlerden dolayı hiç kimsenin herhangi bir pişmanlık ya da sorumluluk hissetmediğini gözlemlemişti.
MAİDE SÛRESİ 95-109 MEALİ N112 M005 Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile 95 Ey iman edenler, ihramlı iken avı öldürmeyin. Sizden biri bilerek avı öldürse cezası; sizden iki adil kişinin kararıyla, öldürdüğü avın dengi bir hayvanı Ka'be'de kurban olarak kesmek veya fakirleri doyurmak veya buna denk oruç tutmaktır. Bu yaptığının cezasını tatmak içindir. Geçmişte olanları Allah afvetti. Kim geçmişe dönerse Allah ondan intikamını alır. Allah güçlüdür, intikam sahibidir. 96 Size ve yolculara yiyecek olarak deniz avı ve yemeği size helal kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan sakının. 97 Allah; Kabe'yi, Beyti haram'ı insanlar için kıyam (doğrulma, ayağa kalkma) yeri kıldı. Haram ayı, kurbanlığı ve boynuna gerdanlık takılan kurbanlıkları da kıyama vesile kıldı) Bu, göklerde ve yerdekileri Allah'ın bildiğini, Allah'ın her şeyi bildiğini bilmeniz içindir. 98 İyi bilin ki; Allah'ın azabı şiddetlidir ve Allah esirgeyendir, bağışlayandır. 99 Peygambere düşen yalnızca apaçık tebliğdir. Allah, açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir. 100 De ki: "Pisin çokluğu tuhafına gitse de pis ile temiz denk olmaz. Ey akıl sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. 101 Ey iman edenler, açıklandığında hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onlardan sorarsanız size açıklanır. Allah onları afvetmiştir. Allah, afvedendir, halimdir. 102 Sizden önceki toplum onları sormuştu da daha sonra onlarla kâfir olmuşlardı. 103 Allah, Bahire, Saibe, Vasile, Hâm (gibi batıl inançlar) ı meşru kılmadı. Ancak kâfirler Allah'a iftira ederler, onların çoğu da akıl edemezler. (Cahiliye döneminde Araplar, develerinin yaptığı doğum sayısınca onlara kutsiyet verirler ve develer dokunulmazlık elde derlerdi. Rabbimiz bu türden bütün batıl inançları reddetmemiz için bunları örnek veriyor) 104 Onlara: "Allah'ın indirdiklerine ve peygambere geliniz" dendiğinde, "Bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey yeter" derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve doğru yolda gitmiyorlarsa? 105 Ey iman edenler, size gereken kendinizi (ve toplumunuzu) düzeltmektir. Siz doğru yolda olduğunuz zaman sapıtanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir. 106 Ey iman edenler, sizden birinize ölüm geldiğinde vasiyyet anında sizden iki adil şahit gerekir. Eğer yolculuk anında ölüm size isabet ederse, sizden olmayan iki şahit olursa, o ikisini namazdan sonra alıkoyarsınız ve eğer şüphelenirseniz "Yakın akraba da olsa para karşılığında yeminimizi satmayacağız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. (Eğer şahitliği yapmazsak) o takdirde biz günahkarlardan oluruz" diye yemin ederler. 107 Eğer bunların günaha girdiklerine vakıf olunursa, onların yerine, hakkına tecavüz edilen taraftan iki şahit geçer ve "Allah'a yemin olsun ki bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur ve biz haddi aşmadık, o takdirde biz zalimlerden oluruz" diye yemin ederler. 108 İşte bu, şahitliği gereği gibi yerine getirmelerine, yeminlerinden sonra yeminlerinin reddedilmesinden korkmalarına en yakın çaredir. Allah'tan sakının ve dinleyin. Allah fasık toplumu doğru yola iletmez. 109 O günde Allah, peygamberleri toplayacak ve "Size nasıl karşılık verildi?" diyecek. Onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yok, gizlileri bilen şüphesiz sensin sen" diyecekler. https://soundcloud.com/kuranikerimtefsiri/maide-suresi-95-109-tefsiri
Tarihî kabristanlarda bir mezarı ararken, bazen uzun vakitler geçebiliyor. Oxford'un kuzeyindeki Wolvercote Mezarlığı'nda çok şükür böyle olmadı. Aradıklarımızı, elimizle koymuş gibi bulduk: J.R.R. Tolkien (1892-1973) ve Albert Habib Hourani (1915-1993). Tolkien'e dair merakım “magazin” seviyesindeydi, ama Hourani'nin kabrinin başında hürmetle ve muhabbetle durdum. Lübnanlı Hristiyan bir ailenin oğlu olarak İngiltere'de dünyaya gelen Albert H. Hourani, gençlik yıllarında “köklerini aramak üzere” Ortadoğu'ya dönmüştü. Beyrut'ta yaşadığı dönemde Filistin meselesine derin bir sadakatle bağlanan Hourani, Siyonist işgale ve onun hamisi İngiliz yönetimlerine karşı tavrını erkenden netleştirdi. 1946'da Filistin'e gönderilen soruşturma komisyonunda görev aldı, Yahudilere karşı Arapları güçlü biçimde savundu. 1951'den 1979'da emekliye ayrılıncaya kadar Oxford Üniversitesi'nde Ortadoğu tarihçisi olarak ders veren Hourani, hem Doğu'ya dair önyargıları ve yanılgıları tashih etti hem de birbirinden önemli metinler kaleme aldı. Hourani'yi dönemindeki tarihçilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu'na yaklaşımda benimsediği müspet tavırdı.
Müslümanlığımın ve Türklüğümün gereği olarak, ömrüm yettikçe, bir hakikati ısrarla savunmaya, bir tehlikeye ısrarla dikkat çekmeye devam edeceğim. Hakikat şu ki: Türk, Kürt ve Arap, bu zorlu coğrafyada ittifak yaptıkları müddetçe var kalabilir, kimliklerini, benliklerini ancak ittifakla muhafaza edebilirler. Tehlike de şu ki: Türk, Kürt ve Arap'ın ittifakının ne büyük bir güç olduğunu bilen ve yaşayan Batı, “böl-parçala-yut” taktiğiyle ittifakı parçalamak, tarafları birbirine düşman etmek için, içimizdeki hainleri ve cahilleri de kullanarak, 100 küsur yıldır artan bir ivmeyle aramıza fitne ve nifak sokmaya çalışıyor. Lawrence ve benzeri ajanlar bazı Arap kabilelerini kandırarak Osmanlı'ya isyan ettirdiler ve aramıza fitne soktular. İçimizdeki bazı ajanlar da “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” yalanını tekrar tekrar söyleyerek duygusal bir kopuş için çabaladılar. PKK'nın hep şiddet eylemlerine odaklandık. Oysa vitrinde tedhişi kullanırken, geri planda, özellikle de Kürt gençlerinin sekülerleşmesine, Kürtler arasında ırkçılık fitnesinin oluşmasına ve tutunmasına hizmet ettiler; bunda da epey başarılı oldular. Son yıllarda sayıları ve cüretleri daha da artan Türk ırkçıları da aynı amaca, aynı hedefe ve odağa hizmet ediyorlar: Türk ve Türkçü maskesiyle Arapları ve Kürtleri ötelerken aslında Türk'ü yalnız bırakarak yok olmasının mücadelesini veriyorlar. Evet, Türk, Kürt ve Arap ittifak etmezlerse, tek başlarına ayakta kalamazlar; yutulurlar, asimile edilirler, kimliklerini, benliklerini, kültürlerini, inançlarını kaybederler. Öyle de oluyor. Bugün, Malazgirt Zaferi'nin 953'üncü yıldönümünü kutluyoruz.
Pazartesi günü, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferimizin 953'üncü yıldönümünü kutlayacağız. Malazgirt, “Türklere Anadolu'nun kapılarını açan zafer” gibi oldukça dar bir tanımlamayla biliniyor ve geçiştiriliyor; oysa savaşın detaylarına kabaca bakıldığında bile coğrafyamıza ve tarihimize ilişkin çok önemli, ibretlik dersler barındırıyor. Muş Alparslan Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Abdullah Kıran, 2020 yılında üniversitenin Anemon adlı sosyal bilimler dergisinde yayınladığı “Malazgirt Savaşı, Sultan Alparslan ve Diyojen” başlıklı kapsamlı akademik makalesinde 1071 zaferini etraflıca ele almış. Abdullah Kıran, makalesinde İbnü'l-Cevzi, İbnü'l-Esir, Aksaraylı Kerimüddin Mahmud, Urfalı Meteos gibi, Malazgirt Savaşı'na yakın dönemde yaşamış tarihçilerin yanı sıra savaşa Roma saflarında bizzat katılmış Psellos gibi askerlerin de eserlerinden yararlanmış. Meraklısına makalenin tamamını okumasını tavsiye ederim. Burada, makaleden ve “Sonuç” bölümünden bazı hususları özetleyerek aktaralım: - Türklerin Anadolu'ya yayılması Malazgirt Zaferi'yle başlamamış, çok daha öncesinde Türkler Anadolu'ya girmiştir. - Alparslan'ın ordusunda Türkler neredeyse azınlıktır. 15 bin kişi olduğu tahmin edilen ordunun 4 bini Memluk askeri, önemli bir kısmı Kürt'tür. Orduda ayrıca Araplar ve Müslüman olmuş Gürcü ve Ermeniler de bulunmaktadır. - Dönemin tarihçileri Diyojen'in ordusunun Alparslan'ın ordusundan 20-30 kat daha fazla olduğunu belirtirler. Diyojen'in ordusunda paralı asker olarak hizmet eden ve sayılarının 15 bin olduğu söylenen Oğuz, Kıpçak ve Peçenek Türkü vardır. Bu Türklerin sadece bir kısmı ve pazarlıkla, savaş sırasında Selçuklu ordusuna katılmışlardır. - Zafer 26 Ağustos Cuma günü kazanılmış olsa da öncesinde Selçuklu Ordusu vur-kaç taktiği ile Diyojen'in Ordusu'nu yıpratmıştır.
"Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra 36) Enseye de, insan bedeninin arkasında olduğu için, "kafa" denmiştir. Çünkü ense, sanki bedeni izleyen ve onu takip eden birşey gibidir. Binâenaleyh ayetteki la takfu "Hakkında bilgin olmayan şeyi, söz söyleyerek veya fiili olarak takîb etme, peşine düşme" manasında olur. Bunun neticesi, bilinmeyen birşey hakkında hüküm vermekten, konuşmaktan nehyetmeye varıp dayanır. Bununla, atalarını taklid ettikleri için, ulûhiyyet ve nübüvvet hususunda İnandıkları şeylerden, müşrikleri nehyetmek murad edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o müşriklerin bu inançlarında, hevâ-ü heveslerine uyduklarını bildirerek, "Bu (putlar), sizin ve atalarınızın taktığınız boş adlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılığı hakkında hiçbir hüccet indirmedi. O müşrikler, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâ-ü hevesden başkasına tabi olmazlar" (Nm, 23) buyurmuştur. "Allah'tan dosdoğru bir delil olmaksızın, hevâü hevesine uyandan daha sapık kimdir?" (Kasas 50) Muhammed b. Hanefî, bu ayetten muradın, yalan yere şâhidlik etmek olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Abbas (r.a) da, "Ancak, gözünün gördüğü, kulağının işittiği ve kalbinin iyice anladığı şeyler hususunda şâhidlik et" demiştir. Bununla, evli erkek ve kadınlara (zina) iftirasında bulunup, onlar hakkında asılsız şeyleri uydurmak nehyedilmiştir. Çünkü bu, Arapların adeti idi. Onlar, hicivlerinde bunu yapar ve çok ileri giderlerdi. Bununla, yalan söyleme nehyedilmiştir. Katâde: "Duymadığım halde "duydum", görmediğim halde "gördüm", ve bilmediğim halde "biliyorum" deme" demiştir. Kıyası kabul etmeyenler, bu ayeti delit getirerek şöyle demişlerdir: "Kıyas, ancak zan ifade eder. Zan ise ilimden farklıdır. O halde, Allah´ın dini hususunda kıyas ile hükmetmek, insanın bilmediği bir hususta hüküm vermesi demektir. Binâenaleyh Hak Teâlâ´nın, "Senin için hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme" buyruğundan ötürü, bunun caiz olmaması gerekir. Buna birkaç yönden cevap verilir: 1) Sırf zanna dayanarak din hususunda pek çok yerde hüküm vermek, icmâ i ümmet ile caiz görülmüştür: a) Fetvaya göre amei etmek, zan ile amel etmektir ve caizdir. b) Şâhidlerin şahidliğine göre işlem yapmak, zan ile hüküm vermektir ve bu da caizdir. c) Kıbleyi araştırmadaki gayret sadece zanna dayanır, ama caizdir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Biz zahire (görünüşe) göre hüküm veririz. Allah Teâlâ ise, içlerde olanı bilir" buyurmuştur. Binâenaleyh, "işi zan özerine bina etmek caiz değildir" diyen kimsenin sözü batıldır, yanlıştır. Ayet şöyle de izah edilir: O kimselerin hepsi, kulağından, gözünden ve kalbinden mes´ul olacaklardır ve onlara, "Kulağınızı Allah´a taatta mı, yoksa isyanda mı kullandınız?" denilecek. Diğer uzuvlar hakkında da aynı sorgu yapılacak. Çünkü bu duyular, nefsin alet edevatıdır. Nefis de adetâ onların başkanı, emîri ve onları kendisi için kullanan efendi gibidir. Binâenaleyh, eğer nefis onları hayırlarda kullanırsa mükâfaatı, yok eğer şerlerde ve günahlarda kullanırsa cezayı hakeder. Allah Teâlâ´mn, ahirette insanın uzuvlarında hayatı yaratacağı ve onların da insan aleyhine şahidlikte bulunacağı Kur´ân ile sabittir. Bunun delili, "O gün, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayakları neler yaptıklarına şahidlik edecektir" ayetidir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk´ın, uzuvlarda hayatı, aklı ve konuşma kabiliyetini yaratıp, sonra onlara soru sorması uzak bir ihtimal, olmaz bir şey değildir.” Razi Bera b. Azib rivayet etti: “Biz Hz. Peygamber'in yanında oturuyorduk. Peygamberimiz dedi ki: İslam'a en iyi bağlayan şey nedir? Sahabeler namazdır dediler. Peygamberimiz cevabınız güzel fakat o değildir. Sahabeler dediler: Zekat vermek. Peygamberimiz dedi ki: Cevabınız güzel fakat o da değildir. Sahabeler Ramazan orucudur dediler. Peygamberimiz cevabınız güzel fakat o da değildir dedi. Sahabeler Hacca gitmektir dediler.
Osmanlı döneminin büyük müderrislerinden Üsküplü Ali Çelebi (r.âleyh)'in yolu, seyahât ettiği bir zamanda Rumeli'de bulunan Debre kasabasına bağlı bir köye düşer. Orada her köşesi Çin evlerindeki nakışlara benzer, her duvarı Mâçin ressamlarının eserlerinden bir numuneyle süslü, gâyet büyük ve sağlam bir kilise görür. İçinde yapılışı ve düzenlenişi şahane, süsü ve ziyneti harika, iç süslemelerin ve resimlerin hepsinden daha mükemmel ve eşsiz bir büyük resim görmüş. Kimin resmi olduğunu ve ne vakit resmedildiğini güngörmüş bir rahibe sorar. Yaşlı rahip, “Bu büyük meclis, peygamberiniz Muhammed el-Arabî (s.a.v.)'in ticaret için Şam'a giderken Hz. Mesih'in ümmetinden rahip Bahîrâ'nın vermiş olduğu karşılama ziyafetini anlatmaktadır” cevâbını verir. Bu resme dikkatle bakınca, siyer kitaplarının anlattıklarıyla birebir uyuştuğunu görür. “Eğer peygamberimizin Allâh (c.c.)'un vazifelendirdiği hak bir peygamber olduğu ilk hıristiyanlarca kabul edilmemiş olsaydı, rahib Bahîrâ niçin ziyafet verme konusunda zahmet çekmeyi tercih etmiş olsun? Ve niçin böyle büyük bir mâbedde o resmin bulunmasını hıristiyan âlimler beğensinler, caiz görsünler?” diye sorar. Dalâlete esir düşmüş rahip, “Biz onun peygamberliğini inkâr etmeyiz. Belki ümmetimizin şerli kişilerinden çekinmeseydik “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” demekten geri durmazdık. Ancak o, ahir zamanın vaadinde sadık nebîsi ise de peygamberliği Araplar'adır” diyerek sözünü bitirdi. Cenâb-ı Hâkk Kitab-ı Kerimi'nde şöyle buyurmuştur: Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. (Sebe s. 28) (Eyüp Sabri Paşa, Mahmudu's Siyer, s.62)
Yakın veyâ Ortadoğu olarak bilinen coğrafyada, geçen asrın başlarından beri kesin bir Batı hâkimiyetinin devâm etmekte olduğu âşikârdır. I.Umûmî Harp sonrasında Birleşik Krallık, II.Umûmî Harp sonrasında ise Birleşik Krallık ve ABD berâber, coğrafyanın şekillenmesinde başat rol oynamışlardır. Her iki safhada da ,eğer Fransa'nın çok mahdut olarak dâhil olmasını ihmâl edecek olursak Anglo amerikan ittifak tarafından Kıt'a Avrupası devre dışı bırakılmıştır. II.Umûmî Harp sonrasında kurulan BAAS rejimleri ise ilk defâ olarak Sovyetler Birliği'ni bu kervâna dâhil ettiğini de biliyoruz. Bilhassa yeni kurulan İsrâil ile çatışan Arap dünyâsı ,desteği Sovyetler'den alıyorlardı. Ama Sovyetler'in bu coğrafyadaki varlığı ve tesiri son derecede sınırlıydı. Arapların İsrâil karşısında ağır mağlûbiyetler almasından sonra gevşedi. Camp David anlaşması ise bu varlığı sona erdiren süreçlerin başında yer aldı. Soğuk Savaş sonrasında Angloamerikan blok , Irak'ın işgâlinden Arap Baharı'na kadar devâm eden bir zaman aralığında, İsrâil'in yaşatılması adına direnen Arap rejimlerini tasfiye etti. Araplar İsrâil ile uzlaşmaya zorlandı. Bunda da hayli mesâfe kat edildi. Artık İsrâil için yeni bir düşman ortaya çıktı: İran. Makro ölçekte, Şii-Sünnî ihtilafını merkeze alarak Arap-Fars gerilimi ve çatışmaları teşkilatlandırıldı. Bu sûretle, yâni Fars-Şii tehlikesi korkusuyla Sünnî/Vahâbî Araplar İsrâil ile anlaşmaya icbâr edildi. Bunu taçlandıran gelişmenin o mâhut Abraham anlaşmaları olduğunu biliyoruz. Lâkin Araplar arasında ,son derecede yaygın bir coğrafyada Şiî Arap topluluklarının yaşamakta olduğu gerçeği de vardı. İran, Irak'tan Yemen'e, Sûriye'den Lübnan'a bu nüfusları askerî olarak teşkilatlandırarak cevap verdi. Angloamerikan blok açısından bu bir ihmâl miydi ; değilse İsrâil'in teopolitik ihtirasla güttüğü yayılmacılığına zemin oluşturacak olan danışıklı bir kurgu muydu? Cevap tercihe bağlıdır. Ama ben doğrusu ikinci seçeneğin vârit olduğunu düşünüyorum.
Hamas lideri İsmail Heniyye'nin şehadeti sonrası Türkiye'de 1 günlük yas ilan edildi, bütün camilerde gıyabi cenaze namazı kılındı, çağrısına icabet eden milyonlar meydanlarda toplandı. Bazı kesimlerdeki Hamas'a yönelik hazımsızlık da doruk noktasına çıktı. Mazlum bir halk adına bağımsızlık savaşı veren bir örgütten kim neden rahatsız olur? İşte sıralı tam liste: 1. İslam Karşıtları: Türkiye'de İslam'a, Müslümanlara ve toplumun dini değerlerine alerji duyan bir kesim var. Renginde İslam olan her şeye ve herkese ne yaptığına ve ne maksatla yaptığına bakmaksızın peşinen karşılar. Karşıtlıkları dine değil İslam'a, dolayısıyla başka inançlara hoşgörülüler, Müslümanlara hasımlar. Hamas'ın “iman dolu göğsünden” rahatsız oluyor ve mücadelesine karşı çıkıyorlar; İslam'la savaştığı için de İsrail'e hayranlar. 2. Irkçılar: Bunların da ırkçılıkları ikiyüzlü. Araplara, Kürtlere karşı ırkçılık yaparken, “Araplar bizi sırtımızdan vurdu” ve benzeri iftiraların arkasına saklanırken, 100 yıl önce Anadolu'yu işgal eden ülkelere gönüllü servis hizmeti veriyorlar. Hamas'a, Filistinli ve Arap olmasını bahane göstererek karşılar. Bu ikiyüzlü tavırlarıyla bazen cehaletle, bazen de bilinçli olarak Siyonizm'e hizmet ediyorlar. 3. Kemalistler: Doğaları itibariyle zaten ırkçılar. Ayrıca Kemalizm'in sorgusuz sualsiz Batılılaşma fikri gereğince Doğu'ya ait her şeyden nefret ediyorlar. Araplara düşman ama örneğin Yunanistan'a, İngiltere'ye, Fransa'ya, İtalya'ya bayılıyorlar. Mustafa Kemal, Filistin cephesine 2 kez atanmış, ilkinde ordu kumandanlığından istifa etmiş ve tatile çıkmış, ardından Kudüs düşmüş, ikincisinde ise Nablus'tan başlayarak Afrin'e kadar orduya da ağır kayıplar verdirerek çekilmişti. Bu kötü hatıralar da Kemalistlerin Hamas'a husumetini besliyor. Kuvayı Milliye ile Hamas'ın birebir benzeşmesine de sırtlarını dönüyor, görmezden geliyorlar.
“Ahlakı, hayat tarzı, dünya görüşü ne olursa olsun her insanın, insan olmak bakımından insan onurunu korumak gerekir. Hicret edeceği gece Efendimiz(s.a.v)'in evinin önünde suikast için bekleyen müşriklerin biri perdeyi açıp içeriye bakmayı teklif edince, diğerleri bunu şiddetle reddeder ve bunu öğrenirlerse Arapların kıyamete kadar kendilerini ayıplayacağından korkarlar. Hücresinin perdesini aralayarak kendisini görmek isteyen bir kişiye Efendimiz(s.a.v) ‘senin gözlerini çıkarırım' demiştir. Öyle bir sözdür ki bu, en öfkeli anında bile böyle bir söz duyan olmamıştır onun ağzından. Öyle rezil bir döneme denk geldik ki insanlığın var olduğu günden beri koruduğu en asgari hassasiyetler bile yok oldu gitti. (Mustafa Sarıgül'ün durumunda) kişi işlediği varsayılan günahın hesabını eşine ve Allah'a verir. Bu kadar basit. İslam ceza hukukunun istinat ettiği en temel ilke, önce gizlemektir. Resulullah (s.a.v), çok defa günahını itiraf edip ceza isteyen kimseleri duymazdan gelmiş ve gizlemeyi öncelemiştir.” Benim de imzamı çekinmeden atacağım bu satırlar, sevgili Muhammet Yazıcı hocaya ait. Doğrusu bu ya, bize, güncel meselelerde durmamız gereken yeri, almamız gereken pozisyonu açıklıkla ve hiçbir şart altında eğip bükmeden anlatacak böylesi insanlara çok ama çok ihtiyacımız var. Fakat yazık ki sayıları az, pek az. Sarıgül'e ait olduğu iddia edilen videoyu izlemedim. İzlemek gibi bir niyetim de yok. Benim günahım bana yeter. Bir de başkasının (olduğu iddia edilen) günahına ortak olarak günahlarımı artırmak gibi bir salaklığa düşmeme gayretindeyim. Telefonda sohbet ettiğim bir siyasetçinin tavrı da benimki gibiydi. Dedi ki “Bana Sarıgül'ün videosunu izletmek istedi bir arkadaşım. Şiddetle reddettim bunu. Vaktiyle Deniz Baykal'a ait olduğu söylenen videoyu da izlememiştim. Son derece yanlış buluyorum böyle merakları.” Gündelik hayatın hayhuyu, tekno-yaşam denilen zımbırtı ve Türkiye'de politik tarafların ellerine ne geçerse karşısındakine atma iştiyakı bizi en temel insani değerlerimizden uzaklaştırıyor. Sarıgül'e ait olduğu iddia edilen görüntülerin ortaya çıkardığı sert, incitici ve çirkin hakikat budur. Ben dini bakımdan değerlendirerek “günah” diyeceğim. Siz buna anlayışınıza göre, “yanlış” deyin, “ayıp” deyin, ne derseniz deyin sonuç değişmez. O yüzden ben dini literatür üzerinden gitmeye devam edeyim, siz uyarlarsınız yazdıklarımı. Bir düşünelim: İnsanın kendisinden bile saklamak istediği günahları olabilir. Hatta yapmaktan sürekli pişman olduğu ve fakat işlemekten vazgeçemediği günahları olabilir. Allah'ın kuluna bahşettiği en büyük nimetlerinden biri “bir daha yapmamak azmiyle pişman olma” yani tövbe nimetidir. Bir günahkâr, her an günahına tövbe edebilir ve anasından yeni doğmuş kadar günahsız olabilir. Bizeyse bir günahkârın günahı üzerinde tepinmenin günahı kalabilir. Söyleyin bana, kim karda kim zararda?
İçinde bulunduğumuz bölgede sular yine kaynıyor. Belki “Ne zaman duruldu ki?” diye sorulabilir ki, hiç de haksız bir tepki olmaz. Ama bu seferki kaynamalar, fokurdamalar, 1. Dünya Savaşı sonrasından itibaren kurulmuş olan, başka kılıflar ve örtülerle kamufle edilmiş, örtbas edilmiş bazı düzen ve tezgâhları açığa çıkarıyor, onlarla yüzleşmeye, hesaplaşmaya zorluyor. O gün tesis edilen düzen bin bir türlü yalanla, dolanla, ideolojiyle veya hikayeyle meşrulaştırılmıştır. İşbaşına getirilen birçok işbirlikçi yöneticiler ülkelerinin işgalden kurtarıcı kahramanları olarak lanse edilmiş, tesis edilen düzenler de halklarının, milletlerinin, uluslarının şan ve şerefine layık ve onun bir eseri nizamlar olarak kabul ettirilmişti halklarına. Osmanlı'dan bağları kopartılarak tesis edilmiş Arap rejimlerinin hepsinin bayraklarının birbirinin aynısı olması elbette tesadüf değildir. Her birine daha özgün bir bayrak üretme zahmetine bile girilmemiştir. Üç çizgi ve başındaki üçgen renklerinin her bir ülkede yerlerinin değişmesinden ibaret olan farklılıklar, hepsinin aynı kafadan, aynı mutfaktan, aynı projenin seri uygulamaları olarak ortaya çıkmış olmasından.. Bu çizgilerden veya ortasına yapıştırılmış yıldızlardan birisi mutlaka Osmanlı emperyalizminden kurtuluşu simgeliyordur Araplara bu hikayeleri ezberletenler bize de Arapların bizi arkadan vurmuş olduğunu ve bizi terk etmiş oldukları hikayesini ezberletmişlerdir. Klasik ve aksine bugün de karşı-ezbere geçmiş bir vakadır bu. Oysa Araplar bizi terk etmeden önce biz Filistin Cephesinden, arkamızda Nablus'u, Şam'ı, Humus, Hama ve Halep'i bırakarak bizim terk etmiş olduğumuza dönüp bakmayız bile. 500 yıl idare ettiğimiz (öncesinde de Abbasi ve Selçuklu dönemlerinde yine bir ve beraber olduğumuz) bu topraklardan 40 gün içinde çekilmemizin sonucu olarak Ürdün, Filistin, Lübnan, Irak ve Suriye birer Osmanlı toprağı olmaktan çıktı. Her şey tam da bu 40 gün içinde ve Osmanlı olarak bizim çekilmemizle oldu. Tabi bu 40 günün sonunda zaten bitme noktasına gelmiş olan savaşın mütareke anlaşması faslına geçildi. Bu tarihe yakından bakıldığında görülecek en net şey bizi Arapların terk etmemiş olduğu, bilakis bizim Arapları terk etmiş olduğumuzdur. Çekilen ordularımız Humus ve Halep'te durmuş olsalardı, Misak-ı Milli davasına sadık olunup Kerkük ve Musul'dan vazgeçilmemiş olsaydı bugün Türkiye'nin çok farklı bir kaderi, coğrafyası ve demografyası olurdu. Bunun üzerinde durmaya değer, ama ne yazık ki, bunun ne kadar farkında olsak da bugün içinde bulunduğumuz gerçekleri değiştirmeye yetmez. Suriye halkına empoze edilmiş olan Baas rejimi hesapta bir Arap milliyetçisi, hatta Arap ırkçısı bir rejimdir. Ama Arap ırkçısı olan bu rejimi tamamı Arap olan halkının yüzde 90'ı onaylamaz, o halka düşman, o halka rağmen cebren ve hile ile başta duran bir rejimdir. Osmanlı çekildikten sonra buraları istila eden sömürge ülkelerinin buralara reva gördükleri rejimlerdir bunlar. Tek misyonları Türklerle Araplar arasında hatta Arapların kendi aralarında yeniden bir siyasi birliğin tesis edilmesini engellemektir.
Ülkemizde muhalefet açısından siyasetin S'sine dokunmayan bir altılı masa süreci yaşandı. İlginç bir şekilde siyasetin temel meselelerine hiç dokunmadılar. İç politikada “Erdoğan gittikten sonra''; dış politikada ise uçuk kaçık fikirler (Akdeniz'e barış getireceğiz, Mavi Vatan işgalciliktir gibi) akılları zorlayan yaklaşımlar. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'nin bağımsızlık ilanı girişiminden sonra Türkiye ile diplomatik ilişkiler askıya alınmıştı. Bağımsızlık konusu işlevini kaybettikten sonra ilişkiler adım adım yumuşama sürecine girdi. Türkiye'den bir iki düşünce kuruluşu ve GENAR adına ben çalıştaya katıldım. Barzani hükümetine yakın çalışan RUDAV Araştırma Merkezi bir toplantı organize etmişti. Irak'taki Kürtler, Türkler, Araplar ve Türkiye'den katılımcıların olduğu bir toplantı günü Türkiye'de Kılıçdaroğlu dış politika mesajları vermiş ve medyada hayli gündem olmuştu. Ulusal kanallardan biri konuyu müzakere etmek için yayın planlaması yaptı. Biz de tam Ortadoğu meselelerini tartışırken yayına katılmak ilginç olur diye düşündüm. Kılıçdaroğlu'nun mesajı şu şekildeydi: “Esad'la konuşacağım ve Ortadoğu'ya barış getireceğim.'' Sorulan soruda tam da bu noktada, “Peki beyefendiler ve hanımefendiler, bu ne kadar mümkün olur?'' Katılımcılar imkanlarını zorlayarak yorum yaptılar. Söz sırası bana geldiğinde ise dedim ki: “İki gündür Erbil'deyiz, küçük bir bölgesel yönetimin iç içe geçmiş katman katman sorunlarını konuşuyoruz. Kılıçdaroğlu ile bir anlaşma yapalım: Önce bölgesel yönetimin sorunlarını çözsün; görece daha küçük boyutlu bir dış politika meselesi. Sonra Ortadoğu, daha sonra Akdeniz sorunlarını çözmek için kapıları aralasın.'' Birkaç cümle ile Irak'ın içindeki karmaşadan bahsettim. “ABD Irak'ı işgal etti, İran işgali ve kaosu sürdürülebilir hale getirdi. Şiiler, Sünniler, Kürt-Sünniler olmak üzere iç içe geçmiş bir iplik yumağı gibi karışmış etkin yapılar var. İran, Şiiler üzerinde nüfuz sahibi, fakat İran'ın Irak üzerinden nüfuz sahibi olmasını istemeyen daha milliyetçi Arap Şiiler var. Kürt bölgesinde üç nüfuz alanı var: Barzani, Talabani ve onun tarafından desteklenen PKK, ABD, Türkiye, İran ve Irak devletlerinin bölge üzerinde nüfuzu var. Konuyu daha fazla içinden çıkılmaz hale getirmeden Kılıçdaroğlu'na bir tavsiyede bulundum: ‘'Sayın Kılıçdaroğlu, Kuzey Irak'ın sorunlarını çözsün, kendisinden başka bir şey istemiyoruz.''
Derdimi yazının sonunda anlatacağım ama önce uzun bir girizgâh yapmam lazım. Türkiye'deki Arap düşmanlığının en belirgin nedeni, seküler ve oligarşik Kamalistlerin Batılı efendilerine “Biz de Araplardan nefret ediyoruz, bizi de aranıza alın, bizi de kulübünüze kabul edin” ezikliğidir. Hayranlık beslediği, “gelişmiş” bulduğu Batı'ya yaranmak için her şeyi ama her şeyi yapabilir bir Kamalist. Hani Avrupa Yakası dizisinde “Ben de Nişantaşılıyım, bende de panik atak var” diyerek kendisini “o sınıfa” ait hissetmek için çabalayan bir karakter vardı ya. Seküler ve oligarşik Kamalizmin ürettiği Arap nefreti de tam böyledir. Sorsanız, hiçbiri ırkçı değildir ha. Kategorik olarak hiçbir ırktan nefret etmezler güya. Ama işte Türkiye'nin doğusunda sevdikleri bir tane millet yoktur. Belki biraz Japonlar. Çünkü kendilerinin yapamadıklarını bir şekilde Japonlar yapmış, iki atom bombasıyla geliştirdikleri eziklik onları “Amerikan uydusu” haline getirmiştir. “Haysiyetini satan adama Dilber denir” hakikatini haykırsak aleyhimize mahkeme açılır da “Filistinli diye toprağını satan adama denir” yalanını dolaşıma sokmak alkışlanır mesela memlekette. Seküler ve oligarşik Kamaliste sorsan gurur duyar elbette Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış olmamızdan. “Tam olarak düşmanına benzemek istediğin bir savaşı kazanmış sayılır mısın?” diye sorsak verecek cevabı yoktur ama. Bir de tabii şu meşhur “Araplar bizi arkamızdan vurdu” yavesi var. Doğru. İngilizlerin tasallut ve tavassutuyla bize ihanet eden Araplar olmuş. “İyi de, Arapların ihanetini planlayan,1915'te seni bir'e kadar kırmak üzere Çanakkale'ye asker döken İngiliz'e niye kategorik olarak düşman değilsin, hatta hayransın da Arap'a kategorik olarak düşmansın?” sorusuna nasıl cevap versin ezik Kamalist. Dahası, “Ülkeni işgale yeltenen Yunan'a, sana isyan etmiş Bulgar'a, ‘Türklerle hesabımızı göreceğiz' çığlıkları atan Sırplara kategorik olarak düşman değilsin de niye Araplara düşmansın?” sorusunu sorsak hepten mavi ekrana düşerler. Yanlış anlaşılmasın. “Yunan'a, Bulgar'a, Sırp'a kategorik olarak düşmanlık edelim” demiyorum. Kamalist miyim de edeyim bu saçma sapan lafı? Ben, “Arada masum olanları vardır” diye kategorik olarak Yahudi'ye bile düşmanlık etmiyorum. “Siyonistler gebersin” diyorum. Gelelim bu seküler ve oligarşik, az gelişmiş Kamalistlerin Türk bayrağı sevgisine. Kocaman ama kocaman bir yalandır o da. Suriye'de “kimin planladığı çok açık” olan Türk bayrağı yakma provokasyonuna efelenirler elbette. En büyük numaralarıdır “sıfır risk alarak efelenmeleri.” Ama iş, neredeyse 15 yıldır açıktan Türk bayrağına hakaret eden, düğününü derneğini askerimizi öldüren Suriye'nin bayrağıyla yapan terörle iltisaklı ve üstelik Türk vatandaşı Nusayri çetelerine gelince “çokoprens almaya” giderler.
İsmail Kuveyt'te doğmuş, burada ilk eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye'de Sakarya Üniversitesi Sosyoloji bölümünü okumuş ve tekrar Kuveyt'e dönmüş Suriyeli bir genç girişimci. Türkiye'de okuduğu yıllarda mükemmel Türkçe öğrenmiş tam bir Türkiye sevdalısı. Kuveyt'e döndükten sonra kariyer planını Türkiye'ye de hizmet edebileceği bir alanda çalışacağı şekilde belirlemiş. Bunun için en iyi yapacağı şeyin Türklerle Araplar arasında sağlıklı ve sağlam bir şekilde işleyen iletişim köprüleri oluşturmak olduğuna karar vermiş ve Arap dünyasında bugün büyük bir ihtiyaç olduğunu düşündüğü bir Türkçe kursu açmış. Kuveyt'te aslında Türkiye'nin Yunus Emre Enstitüsü bu alanda oluşmuş talebi karşılamak, talebi daha da geliştirip onu da karşılamak üzere çalışmalar yapıyor. Ama İsmail bunu bir özel sektör girişimi olarak oldukça yeni eğitim yöntemlerini de uygulayarak yapmak istemiş ve önce mütevazi bir düzeyde kursuna başlamış. Gelen talepler kısa sürede işi daha fazla büyütmeye zorlamış ve bugün sadece Kuveyt'e değil, bütün Körfez ülkelerine hitap eden yüz yüze ve online eğitimin beraber verildiği güçlü bir kuruluşa dönüşmüş kursu. Birkaç yıllık süre içinde 5 bine yakın öğrenci değişik kurlarda bu kurstan faydalanmış. Ağırlıklı olarak Kuveyt doğumlu Suriyeli gençlerin yönettiği ve hizmet verdiği bu kuruluş kuşkusuz Arap dünyasında şu anda Türkiye'nin ekonomisine, kültürüne, etkinliğine şu veya bu düzeyde katkıda bulunan Suriyeliler için sadece bir örnek. Bunun gibi farklı düzeylerde Türkiye'deki Suriyeliler ile de bir şekilde irtibatlı olarak Türkiye için ciddi katma değer üreten Suriyelilerin örnekleri saymakla bitmez. İsmail kursunun bir aşamasında Türkiye'den gelen, alanlarında uzman insanlarla öğrencilerini buluşturuyor, onlarla Türkçe konuşma seansları düzenliyor. Daha önce Türkiye'den de birçok kişi katılmış, en son Türkiye Büyükelçisi Tuba Nur Sönmez de katılmış ve güzel bir teatide bulunmuş öğrencilerle. Bu seanslar sayesinde kurs rutinleri aşarak sadece Türkçenin grameri veya dilsel boyutuyla sınırlı kalmıyor, canlı bir şekilde Türkçe ile buluşmanın ilk tecrübelerini yaşatıyor. Eşimle, Sakarya Üniversitesinden Doç. Dr. Aydın Aktay ve eşiyle kurs ortamında Türkçe öğrenmeye oldukça istekli, heyecanlı farklı yaş gruplarından ve meslekten insanlarla Türkiye, Türkçe ve bunlar üzerinden farklı konulara dair sohbetin rahatlığı ve güzelliği bir başkaydı. Kursun müdavimleri oldukça seçkin, Türkiye'de yatırımları olan, bağlarını daha köklü bir biçimde geliştirmeye çalışan insanlardan oluşuyor. Birçoğu da Türkiye'nin televizyon dizileriyle inanılması zor düzeyde ilgili. Bütün drama veya tarihi dizileri tek kalemde sayıyor çoğu. Amerikan veya Avrupa dramasındansa Türkiye'nin drama dizileri daha cazip geliyorsa da tarih dizileri özellikle Türk-İslam tarihine dair ilgiyi bir hayli artırmakla kalmamış Osmanlı-Selçuklu ile ciddi bir özdeşlik kurmayı da sağlamış durumda. Osmanlı-Türk tarihine dair uyanan bu ciddi ilgi daha üst düzey akademik çalışmalara da ilgileri artırmış. Kuveyt Üniversitesi Tarih bölümünden Prof. Dr. Faysal el-Kenderi'nin Osmanlı tarihi üzerine verdiği yaz derslerine bile önemli bir katılım var. El-Kenderi'nin daveti üzerine dersine de katılarak öğrencilerine Osmanlı tarihi üzerine bir konuşma yapma fırsatı bulduk. Türkiye'nin bütün Arap ülkelerinde yaklaşık 20 yıldır gergef gergef işlediği çok güçlü bir algısı var. Bu algı bir sevgiye, bir saygıya giderek kendiyle bir özdeşleşmeye kadar götürmüş. Kolay kolay başka hiçbir ülkenin, başka hiçbir milletin yapamayacağı bir şeydir bu. Bunun eskiden beri öyle olduğunu kimse sanmasın. 20 yıl önce Arap ülkelerinde Türkiye'nin algısı bu değildi. Bilakis tarihte ne kadar kötü olay varsa onun hatırlandığı, günümüzde ise Batıya yaklaşmış İslam dünyasından uzaklaşmış bir Türkiye algısı geçerliydi.
Türkiye-Kuveyt arasındaki tarihi ve güncel ilişkiler, Osmanlı tarihi ve bölgeyi ilgilendiren hususlarda bir dizi konferansa, Divaniyeye katılmak üzere Kuveyt'teyim. Kuveyt'teki Divaniye geleneğine daha önce değinmiştim. Kesinlikle sosyolojik olarak incelenmeyi ve kamusal alanın olabildiğince geleneksel, organik bir boyutu olarak üzerinde durulmayı hak eden oldukça köklü bir toplumsal kurum. Katılabildiğimiz bütün Divaniyelerde tabii ki Türkiye'ye büyük bir ilgi var, çünkü Kuveytliler Türkiye'yi adeta ikinci evleri gibi görüyorlar. Tanıştığımız her üç Kuveytliden neredeyse ikisi yakın zamanda ya Türkiye'ye gidecektir veya Türkiye'den gelmiştir, orada bir evi, bir yatırımı veya üniversitede okuyan bir evladı veya hastanelerinde gördüğü bir tedavisi vardır. Bu durum Katarlılar için de son zamanlarda yeniden işlemeye başlayan trafik dolayısıyla Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ummanlılar için de geçerli. Bu ülkelerden Türkiye'ye son zamanlarda akan turizm trafiği ister eğitim, sağlık, kültür-inanç- tarih veya iktisadi yatırım düzeyinde Türkiye için artık önemli bir kaynak haline gelmiş durumda ve bunun daha da gelişmesi bekleniyor, gerekiyor. Bugün Türkiye'nin özellikle Körfez ülkelerinden çektiği bu yatırımlar İngiltere, Hollanda, İtalya veya Fransa'nınkiyle hala karşılaştırılamayacak durumda. Bu trafiğe Türkiye'nin çok ihtiyacı olduğu, Türkiye'ye çok kazandıracağı çok açık. Daha da artması yolunda ise aslında Körfez Araplarından yana çok büyük bir arzu var. Zannedildiğinin aksine ortada eşit seçenekler olduğunda asla Türkiye'ye başka bir Batı ülkesini çok azı tercih edecek, ve ama ancak… Türkiye'nin yabancı yatırımcılar için gerçekten uygun ve teşvik edici bir ortam sunup sunmadığı hususu giderek ciddi ve Türkiye aleyhine algılar besleyen bir gündem oluşturuyor. Yabancı yatırımcılar için halen sistem içindeki zorlaştırıcı bürokratik engellerle ilgili ağzını açtırdığımızdan bin ah işitiyoruz. Gerçekten gerek ticaret bakanlığımızın gerek göç idaremizin gerek çalışma bakanlığımızın el birliği ederek Türkiye'nin yabancı yatırımcı konusunda ne kadar elverişli olduğu üzerinde ciddi çalışmalar yürütmesi gerekiyor. Türkiye'de yatırım yapan yabancıyı yaptığını yapacağın bin pişman eden süreçler işliyor ve bunun farkında bile değiliz. Doğrudan saha verileriyle, gerçek tecrübelerle insanlar dinlenmeli ve sistem içindeki uyum sorunları giderilmeli. Kâğıt üzerinde hiçbir saha tecrübesinden geçmemiş sistemlerle yabancı yatırımcı celbedilmiyor. Bugün hiç beğenmediğimiz, Türkiye'nin kulvarında olmayan bazı ülkelerin yabancı yatırımcı çekmek için çok daha cazip hale gelmiş olduğunu duymak çok üzüyor. Bunların üstüne tabii son zamanlarda artmış olan yabancı düşmanlığı en ciddi şikâyet konusu. Türkiye'yi sevdiği için, bilhassa Türkiye ile kalbi bağlar hissettiği için yatırım için, eğitim, sağlık-tedavi veya normal turizm için Türkiye'yi tercih edenlerin Türkiye'de son zamanlarda maruz kaldıkları olaylar başka hiçbir ülkede başlarına gelmiyor. Bu konunun, kaba ve yoz bir Arap düşmanlığının Türkiye'nin güvenliğini, imajını, marka değerini ve değerler düzeyini tehdit eden çok daha ciddi bir sorun haline gelmiş olduğunu ne zaman görüp tedbir almaya başlayacağız?
Çocukluğumuzdan beri alışkın olduğumuz bir trajedi var her bayramda: İsrail askerleri bayram günlerinde ya Mescid-i Aksa'yı basar ve postalları ile mescidin maneviyatını kirletir ya da Mescid-i Aksa etrafında olay çıkarır, Müslümanlara şiddet uygular. İslam dünyasında belirsiz tepkiler olur, mesele kapanır gider ve Filistin'de günlük yaşamda, kentte, kırda, köyde, tarlada Filistinliler yavaş yavaş ölmeye devam eder. Filistinlilerin 75 yıldır yavaş yavaş ölmesine dünya şahit oldu. Bugün Gazze'de Filistinliler toplu halde ölmeye devam ediyor. Soykırım tarifine sığmayacak kadar büyük ve insan bedeninin kaldıramayacağı kadar zulüm ve eziyet var. Beyrutlu ünlü yazar Amin Maalouf, “Uygarlıkların Batışı” kitabında 1967 Arap-İsrail savaşına atıf yaparak bu savaşa kadar Nasır'ın oluşturmuş olduğu milliyetçilik motivasyonuyla bir Arap gururundan bahseder. “Savaşta Arap ülkelerinin yenilgiye uğraması, Arap gururunu yerle bir etti. Bu yenilmişlik ve içinden çıkılmaz aşağılanmışlık duygusu, Arap ülkelerinde kalıcı bir sendroma dönüştü” der. Bugün tam da bir avuç imanlı vatansever Filistinli savaşçı, çekilen bunca acılara rağmen Arapların yok olmuş gururunu yeniden var edecek güçte bir kahramanlık destanı yazıyor. Fakat ortada Arap var mı, yok mu emin değilim. 1970'li yıllarda petrol zenginliği, dünyadaki servetler arasında önemli bir yer tutuyordu. Teknolojik gelişmeler, kalkınma alanındaki gelişmeler ve nüfus yoğunlukları, Türkiye, Pakistan, İran, Malezya, Endonezya ve Mısır gibi ülkeleri daha çok öne çıkardı. Petrol zengini Arap ülkeleri, dünyadaki etkileri bakımından oldukça gerilerde kaldılar. Uluslararası ilişkilerde enerjinin dışında bir etkileri de yok. Batılı devletler farklı saiklerle Arap ülkelerinin çoğunu ülke statüsünden çıkardılar. Halklar da yarı müstemleke ülkelerin etkisi altında iyice pasifleştiler. Türkiye'de hükümet canlı, sivil toplum ölü: Dünyanın herhangi bir yerinde bir zulüm, adaletsizlik veya hak ihlali olduğu zaman önce sivil toplum isyan eder ve hükümetleri doğru politika uygulamaya çağırır. Başta ABD üniversiteleri olmak üzere, Avrupa'nın tamamında isyan dalgası, şapka çıkarılacak düzeyde başarılı. İsrail'in iletişim savaşını kaybettiği bir tespit olmanın ötesine geçti. Hatta bu durum batılı genlerde bir Yahudi nefretini geri çağırmaya başladı.
Bir gün Nebi (s.a.v.) Efendimiz'e bedevi Araplar geldiler ve kavimlerinin müslüman olmak istediğini söylerek Kur'an muallimi talep ettiler. Resûlullâh (s.a.v.) de sahabenin ileri gelenlerinden yedi kişiyi gönderdi. O hain bedeviler Medine'den uzaklaştıktan sonra o yedi müslümandan beş tanesini katlettiler, diğer ikisini ise esir aldılar. Esir alınanlardan bir tanesi Zeyd bin Desise (r.a.), diğeri de Hubeyb Bin Adiy (r.a.) idi. Bu iki esiri götürüp müşriklere ile sattılar. Satın alanlar bu iki sahabeye birçok eziyetler ettikten sonra Mekke'nin dışında bir darağacına çıkardılar. O sırada henüz İslâm ile müşerref olmayan ve Ebû Cehil'den sonraki Mekke'nin reisi olan Ebû Süfyan her ikisine de ayrı ayrı “Şimdi Peygamber'in sizin yerinizde olmasını, sizin de evinizde ailenizin yanında olmasını ister miydiniz?” diye sordu. O sahabelerin kurtuluş ümitleri olduğu hâlde her ikisinin de verdikleri cevap “Hayır! Allâh (c.c.)'a yemin ederim ki, değil Resûlullâh (s.a.v.)'in şu an bizim yerimizde olmasını, oturduğu yerde ayağına bir diken bile batmasına razı değilim.” demişlerdir. Hubeyb Bin Adiy (r.a.) idam edilmeden önce en son iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra “Ya Rabbi, burada beni öldürüyorlar, idam ediyorlar. Habibin (s.a.v.)'e bunlar içerisinde haber gönderecek adam yok ki, içlerinden birisine söyleyim de selâmımı tebliğ etsin. Ya Rabbi seni aracı kılıyorum, benim selâmımı Habibin (s.a.v.)'e ilet.” diye duâ etti. Cebrâil (a.s.) Resûlullâh (s.a.v.)'e gelip “Ya Resûlullâh (s.a.v.), Hubeyb darağacında, size selâm söylüyor.” deyince Nebi (s.a.v.) Efendimiz onun selâmını aldı ve karşılık verdi. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.72-74)
“İ'tikâf” kelimesi, kök anlamı itibariyle, “kişinin kendisini herhangi bir yerde, bir maksada binâen bekletmesi” anlamına gelir. Terimsel anlamı ise, “Bir Müslümanın, dünyevî meşgalelerden uzaklaşıp Rabbi ile baş başa kalmak amacıyla bir camide belirli bir süre halvete girmesidir.” İlginçtir ki, itikâftan bahseden kadim ya da çağdaş eserlerde, bu ibadetin, aslında bir “halvet” olduğundan bahsedilmez pek. Hâlbuki, itikâf ibadeti, özel bir halvet çeşididir. Halvet ve uzlet; bazı farklılıklarla, hemen her dinde görülen evrensel bir ibadet tarzıdır. Nitekim İslâm öncesindeki Araplar da, halvet ve uzleti uyguluyorlar ve buna “tahannüs” diyorlardı. Kaynaklardan anlaşıldığına göre; kendilerine “hanîf” denilen ve Hz. İbrahim'den tevârüs edilen tevhid inancını korumaya çalışan kişiler, çeşitli mağaralarda, dağlarda ya da evlerinin bir köşesinde uzlete çekiliyorlardı. Hikmetli Kitab'daki “İbrahim ve İsmail'e ‘Evimi, tavaf edenler, orada itikâfa girenler, rükü ve secde edenler için tertemiz tutun' buyurduk.” (Bakara 2/125) meâlindeki âyetten anlaşıldığına göre, en azından Hz. İbrahim devrinden beri bilinen bir ibadettir itikâf. Hanif geleneğin temsilcisi olan Efendimiz (sav), Mekke'de vahiyle müşerref olana kadar Hira Mağarası'nda defalarca Mevlâ'sı ile baş başa kalmak için dünyasından uzaklaşıp uzlete çekilmişlerdi. Medine'yi teşrif ettikten sonra da, artık bir manevî rehber, bir toplum lideri, bir devlet başkanı ve bir komutan olmanın verdiği sorumlulukla, şehrin dışında ıssız bir yerde değil, şehrin tam göbeğinde, bir mabed olmanın yanı sıra o dönemin her türlü meselelerinin görüşüldüğü bir merkez olan Mescid-i Nebî'de yapmaya devam etmişlerdi bu ibadeti. Şimdi gelin, asr-ı saâdetin kutlu günlerini hayal edelim. Yıllardan, hicri 2. yıl sonrası bir yıl; aylardan ise, ramazan olsun. Mescid-i Nebî'ye kuzey kapısından girelim. Ashâb-ı suffenin yaşadığı üstü kapalı bölümden geçip, üstü açık kumluğa doğru ilerleyelim. Önümüzde, kıble cihetine paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu, üstü yanlamasına hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatılmış sade bir çatılı yapı çıkacak. Bu yapının sol tarafında Âlemlerin Efendisi'nin (sav) her biri birer odacıktan oluşan, hanımlarına tahsis edilmiş hücreler var. Mescid'deki yirmi yedi sütundan, Efendimiz (sav)'in hücre-i saâdetlerinin yakınında olan ve Tevbe Sütunu diye bilinen hurma kütüğünün yanında keçeden yapılmış küçük bir Türk çadırı…İçinde basit bir yaygı…Çadırın kapısı olarak kullanılan basit bir hasır…İşte bu mütevazı çadırın içinde Fahr-i Kâinât Efendimiz (sav)…Dünyasına uzak; ama Mevlâ'sına yakın…Yalnız hani “Dünya nedir?” sorusuna, “Allah'tan gafil olmaktır” demişti ya Hz. Mevlânâ…Öyle bir uzaklık. Yoksa ne sahâbîlerini unutmuş, ne de hanımlarını…Ne toplumsal sorumluluğunu göz ardı etmiş, ne de ailevî sorumluluğunu… İlk başlarda, ramazanın ilk on gününde girerlermiş itikâfa. Sonraları ortasındaki on günde girmeye başlamışlar. Ramazanın yirmi birinde hücre-i saâdetlerine avdet ederlermiş.
Geçen yazımda söz verdiğim üzere, meraklısı ve ilgilisi için, İslâm coğrafyasına dair bir okuma listesini takdim ediyorum. Liste elbette çok daha detaylandırılabilir, eklemeler- çıkarmalar yapılabilir. O açıdan, bahsedeceğim kitaplara, bir gazete yazısının ebatlarına sığacak şekilde hazırlanmış “başlangıç önerileri” gözüyle bakılması daha doğru olacaktır. Genel: Coğrafyanın geneline dair okumalarla başlama adına, Ira Lapidus'un “İslâm Toplumları Tarihi”yle konuya giriş yapabiliriz. Prof. Dr. Âdem Apak'ın “Siyer-i Nebî”si, bilhassa İslâm'ın doğuş yıllarına dair çok sağlam bir kaynaktır. Prof. Dr. Namık Sinan Turan imzalı “Hilafet - Erken Dönemden Osmanlı'nın Son Yüzyılına”, panoramik bir bakış sunması açısından tavsiye edilir. Oral Sander'in “Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü” ise, özet bir Osmanlı tarihi olması bakımından dikkate değer. Ortadoğu: Ilan Pappe'nin kaleme aldığı “Filistin'de Etnik Temizlik”, bence her Müslümanın muhakkak okuması icap eden bir başyapıt. Amin Maalouf'a ait “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”, dünün bugüne ne kadar benzediğini göstermesi bakımdan mühim. Nikolaos Van Dam'ın “Suriye'de İktidar Mücadelesi”, dışarıdan bir bakış sunuyor. Richard P. Mitchell'in “Müslüman Kardeşler” adlı eseri, Mısır yakın tarihinin dikkatli bir panoraması. Ervand Abrahamian'ın yazdığı “Modern İran Tarihi”, Stephen Kinzer imzalı “Şah'ın Bütün Adamları” ve Arshin Adib-Moghaddam'ın editörlüğünde hazırlanan “Ayetullah Humeyni - Politik ve Entelektüel Biyografi” İran için özel tavsiyeler. Balkanlar: Türkiye Maarif Vakfı'nın yakınlarda yayınladığı “Balkanlarda Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eser, vazgeçilmez bir başvuru kaynağı. Prof. Dr. Mustafa İsen ve Prof. Dr. Tuba Durmuş tarafından hazırlanan kitap, sadece edebiyat alanıyla sınırlı değil, Balkanlara dair özet bir siyasî çerçevenin yanında dört başı mamur bir kültür tarihi de vaat ediyor. Mark Mazover'in “Selanik”i ve Barbara Jelavich'in iki ciltlik “Balkan Tarihi” keza gözden kaçırılmaması gereken kitaplar. Mağrib-Endülüs: Prof. Dr. İsmail Ceran'ın “Fas Tarihi”, Lucette Valensi imzalı “Avrupa'da Müslümanlar” ve Matthew Carr'ın “Kan ve İman”ıyla birlikte okunmalı. Bunlara bir de Maria Rosa Menocal'in ölümsüz eseri “Dünyanın İncisi Endülüs”, Hugh Kennedy'nin “Endülüs - Müslüman İspanya ve Portekiz'in Siyasî Tarihi” ve Prof. Dr. Mehmet Özdemir'in artık klasik bir başvuru kaynağına dönüşen “Endülüs” adlı kitabı eklenirse tamamdır. Afrika: Prof. Dr. Ahmet Kavas'ın “Geçmişten Günümüze Afrika” adlı kitabı, sıkı bir başlangıç için ideal. Dr. Murat Yiğit'in yakın dönemde yayınlanan “Afrika'da Askeri Darbeler ve Dış Müdahale” adlı hacimli çalışması, dikkat çekici detaylar sunuyor. Afrika deyince elbette İmam Abdullah Harun'dan vazgeçemeyiz:
Araplar, “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” anlamına gelen kelimeye fıkıh, fıkıh işiyle meşgul olan insana da “fakih” demişler malum. Bir de kavramsal tanımı vardır malum fıkhın: “İnsanın, zihni çabası ile dinin ana kaynaklarından kendi sorumluluk ve hakları ile ilgili olarak elde ettiği bilgilerin tamamına denir.” Fıkıh, bu tanımıyla son derece bireysel bir şey olarak görünse de aslında “hak ve sorumluluklarını bilen ve buna uygun şekilde davranan insanların oluşturduğu bir toplum” meydana getirebilmenin de yegane yolu olarak görmemiz, kodlamamız gerekir fıkhı. O yüzden rahatlıkla denilebilir ki “arkeolojisi üzerinde çalışma”nın pek işe yaramadığı, bugün ve burada yaşayan insan teklerinin yeniden ve yeniden “temel kaideler üzerinden” üretmeleri gereken bir ilimdir fıkıh. Tam da bu sebeple “fıkıhsızlık”, Müslümanlar açısından dipsiz, derin bir kuyuya dönüşür. Dikkat isterim: Fıkhın yöntemi ile “fıkhetmek” ve bugünün sorununu bugün ve burada çözmek dururken sürekli düne, “olmuş bitmiş”e dönmek ne denli saçma sonuçlar doğurursa, geride kalmış o muazzam müktesebatı “ezber” değil “veri” kabul ederek ilerlememek de o denli saçma sonuçlar doğurur. O halde soru şu: Bugün dünyada 2 milyar Müslüman'ın, “bugün ve burada olan bitenle ilgili” olarak üzerinde ittifak ettiği, bu ittifaktan hareketle toplumsallık kurduğu ve toplumsallığı geliştirdiği tek bir “fıkıh alanı” var mıdır? Hadi dünyayı boş verelim bir anlığına. Türkiye'de var mıdır? Yoktur. Bu yokluk, yani en genel anlamda hak ve sorumluluklarımız konusunda anlaşma ve birlikte hareket etme zemini bulamıyor oluşumuz bizim toplumsallaşmamızın önüne devasa bir set çekmektedir. Bu meseleyi keşke uzun uzun konuşabileceğimiz bir vasatımız olsa ama o da yok işte. Misalen gördünüz mü “İsrail'e mal satmak caizdir, silah satılacak olsa onu da oturur, konuşuruz diyen İsmail Hünerlice'yi. Hünerlice, Türkiye gündemine sert giren konuşmasında şunları söylüyor: “Bazılarımız diyor ki, ‘Vay efendim ülkemiz oraya niye malzeme gönderiyor?' Ya hu tamam da burada savaş durumunda bile, İslam hukukumuz diyor ki, ‘Vatandaşın suçu yok.' Savaş yapıyorsan 50 bin kişiyle orada 5 milyon insan var… 5 milyon insan açlıktan mı ölsün? İslam böyle bir şey yapmaz, insanları açlıktan öldürmez. Onun için ülkemizin İsrail'e ürün göndermesine karşı değilim. Yahudi'ye silah gönderse, orada tamam… Oturulur, tartışılır.”
“Elçi, içimizde akan yıldızdır Ve onu aydınlıklar aydınlığı bir ışık izler Onun yıldızlara da lütfu vardır. Hak, sözüdür O'nun; adalet, yoludur. Kim uyarsa O'nun çağrısına, kim katılırsa O'na, kurtuluş onundur. Savaşçıdır en cesurundan. Kalpler korkudan titrese bile o, amacına ilerler. İsyandan, örtmeden uzak tutar bizi, dolunaydır o, göğü parıldatır. Ve yalan yoktur sözlerinde, hiç olmamıştır. O bize görünür görünmez tasdik ettik O'nu ve uyduk sözlerine… Bazıları yalanladı onu. Bizse en mutlusu olduk Arapların.” Dama serdiği yatağında gökyüzünü seyredip Allah'ı tesbih ile meşgul olan büyük şair Kâ'b'a aslında şunu teklif etmişlerdi: “Git, Allah'ın peygamberine bir mazeret beyan ediver de seni affetsin. Biliyorsun ki seni sever. Küçük bir yalan, basit bir mazeret bu çektiğin acıyı sonlandırır.” Kâ'b, zorluk seferi olarak adlandırılan Tebük seferine niçin gitmediği sorulduğunda yalan söylemeyi yahut mazeret beyan etmeyi kendisine yedirememiş, açıkça “nefsime uydum” demişti. Şimdi, Tebük seferinden geri kalan iki arkadaşıyla birlikte kesin ve keskin bir sessizlikle cezalandırılmışlardı. Arapların bu en parlak şairi, kavminin ulusu, Allah'ın Resulüne Akabe'de biat eden 12 Medineliden biri olan Kâ'b, 40 gündür bu boykotun tam ortasındaydı. Amcası oğlu Muaz, “eşinden boşanma ama onu da yanından gönder. Kesin olarak yalnız kalacaksın. Allah'ın ve Resul'ünün muradı böyle” haberini getirdiğinde boynunu eğmiş ve bu emre de itaat etmişti. Ahval böyleyken gelmişti yanına bir Şam habercisi. Ona “ben, senin yakın dostun Gassan Meliki Haris bin Ebi Şimr'in elçisi, habercisiyim. Melikim sana selamların en büyüğünü söyledi” demişti. Ardından kuşağından bir mektup çıkarıp okumaya başlamıştı: “Bana ulaştı ki arkadaşın sana cefa ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevki'de yaratmamıştır. Bize gel! Sana hürmet ve ihsanda bulunuruz!” Kâ'b, şöyle karşılamıştı mektubu: “Bu da öbürü gibi bir imtihandır. Emir ve murat böyle çünkü.”
Amâlika ile Yahudilerin Filistin / Kudüs merkezli ilişkilerine gelince: Şu hakikati tekrar iletelim: İsrailoğulları, Hz. İbrahim'in diğer oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakub'un oğullarıdır. Araplar doğrudan Hz. İsmail'den çoğaldıkları halde, İsrailoğulları, oğlundan (Hz. İshak'tan) değil torunundan (Hz. Yakup'tan / İsrail'den) çoğalmışlardır. Diğer bir söyleyişle Araplar Hz. İbrahim'in birinci, İsrailoğulları ise ikinci neslidir. Fakat bu ayrımda önemli olan Kur'an'ın, Hz. İsmail'i Hz. İshak'ın önüne alarak: “Yoksa siz Yakub'un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına, ‘Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?' dediği, onların da ‘Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahı olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz; bizler O'na boyun eğmiş Müslümanlarız.' dedikleri zaman orada hazır mı bulunuyordunuz?” mealindeki ayetle (Bakara 2:133) Müslümanları tevhid bağında, ümmet / şeriat tasnifinde ve takva üstünlüğünde birleştirmiş olmasıdır İslam'daki bu tutuma karşılık, Hz. İbrahim'in kavmi olan Amorî-Amâlek kavminin, muharref Tevrat'ın Hz. Musa'ya mal edilen ilk kısmında, ailesince kurulan bir komplo ile peygamberliği kaybeden Hz. İshak'ın ikinci oğlu Esav'ın oğlu Elifaz'ın oğlu Amâlek'e mal edilmesi (Yaratılış 36:11-17) tipik tarihi yanlışlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Çünkü Esav'ın oğlu Elifaz'ın oğullarından birine Amâlek adını vermesi atası Hz. İbrahim'in soyuna hürmeten olabilir, ki bu aile aidiyetini göstermesi bakımından daha doğrudur. Diğer bir söyleyişle Amorî-Amâlek kavmi Hz. İbrahim üzerinden Hz. İshak'ın torunu Elifaz'ın da kavmidir. Ancak Hz. Yakup ile Esav arasındaki çatışmada, Yakuboğulları'ndan olan Tevrat yazıcıları ve müfessirleri, Hz. Yakup ile oğullarının orada öne alınmasını bile yeterli görmemiş ve her fırsatta Esav'ın soyunu Kenan'ın, Musa şeriatının ve ahlakın dışına itmeye çalışmışlardır. Örneğin,“İshak'ın hayatı 180 yıldı. (…) Oğulları Esav ve Yakup onu gömdüler. Edom olarak da bilinen Esav'ın soyu bunlardır: Esav eşlerini Kenan kızlarından seçti: Hiti (ulusundan) Elon'un kızı Ada, Hivi (ulusundan) Tsivon'un kızı Ana'nın kızı Aolivama; (ve ayrıca) İsmail'in kızı (ve) Nevayot'un kızkardeşi Basemat (ile evlendi). Ada; Esav'a Elifaz'ı doğurdu. (…) Bu sayılanlar, Esav'ın Kenaan Ülkesi'nde doğan oğullarıdır. Esav eşlerini, oğullarını, kızlarını, evinin tüm halkını, sürülerini, tüm hayvanlarını ve Kenan Ülkesi'nde edindiği tüm mallarını aldı ve kardeşi Yakup sebebiyle başka bir bölgeye gitti.” şeklindeki Antik Tevrat zikri (Yaratılış 35:28; 36:1-6) Tora Aftara'nın Türkçe tercümesinde şöyle açıklanmıştır:
ABD Temsilciler Meclisi'nin Cumhuriyetçi üyesi Andy Ogles, Gazze'de çocukların katledilmesiyle ilgili olarak -kendisiyle yüzleşen- Filistinli bir aktiviste aynen şöyle dedi: “Sanırım, hepsini öldürmeliyiz! Hamas'a ölüm!” (The Tennessean, 21 Şubat) *** İsrail'deki Yahudi Gücü Partisi'nin önde gelen isimlerinden Baruh Marzel, Filistin halkı için “Bir devleti değil, bir mezarlığı hak ediyorlar!” diye konuştu. (18 Şubat) *** Marzel'in partisinin kurucusu olan ve “Ulusal Güvenlik Bakanı” sıfatını taşıyan İtamar Ben-Gvir de, şöyle zırladı: “Filistinliler teröristtir… Kim bir kurşun yediyse muhtemelen hak etmiştir… Kadın ve çocukların sınıra yaklaşmasına izin veremeyiz… Sınıra yaklaşan herkes, kafasına kurşun yemeli!” (14 Şubat) GEÇMİŞE SEYAHAT Şimdi 1991 yılına gidelim, San Francisco Chronicle gazetesinde yayınlanan haberin başlığını okuyalım: “Shamir, terörizmin Araplar için değil, Yahudiler için kabul edilebilir olduğunu söyledi.” *** İsrail'de iki dönem Başbakanlık yapan Yitzhak Shamir'in ordu radyosuna verdiği röportajda söyledikleri hakkındaydı, işbu haber: “İsrail'in Başbakanı Shamir, gerilla komutanı olarak geçirdiği günleri överek, geçmişte Yahudilerin devlet kazanmak için terörizmi kullanmalarının hak olduğunu ancak bunun Filistinlilerin hakkı olmadığını söyledi. Shamir, ‘Kişisel terörizm belirli koşullar altında, belirli hareketler tarafından kabul edilebilir bir mücadele şeklidir' dedi…” ÖNCE TERÖRİST, SONRA BAŞBAKAN 1940'da, Siyonist Lehi terör örgütü bir başka Siyonist terör örgütü olan İrgun'dan ayrılarak kurulmuştu. Yitzhak Shamir, “Filistin'de Yahudi devletinin kurulmasını savunan” Lehi'nin (Stern Gang) komutanları arasındaydı!
Hz. İbrahim'in soyu olarak Hanîf milletinin ve Hanifî şeriatının Peygamberimiz Aleyhisselam'a bağlanmasıyla, onun “Arapların hepsi İsmail'dendir. Ancak şu dört kabile hariçtir: Sülef, Evzâ, Hadramevt ve Sakîf” haberi de, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'i, Hicaz'dan göç eden atalarının yerlerine getirerek eski kavmini diriltmediğine, bilakis Hz. İsmail'den türeyen yeni bir kavme atalık ettiğine yorulabilir. Buna göre Amorî - Akkad - Amâlika ayrımları ortadan kalkar ve Araplar Hicaz'ın tek hakimi olurlar. Ancak tarihçilerin ilgili rivayetlerine göre Amorî-Amâlika'nın Araplaşması ve dolayısıyla Hz. İsmail'in yeni milletinden (Araplardan) sayılmaları için Peygamberimiz Aleyhisselam'a kadar uzun bir sürenin geçmesi gerekecektir. Bu uzun süre aynı zamanda Yahudilerin Hicaz ve Filistin'deki Amâlika ile ilişkilerinin ve onlara duydukları derinin kinin de Tevrat'a belli safhalara göre işlemelerinin süresidir. Bunların ışığında yapılan her inceleme ise bizi söz konusu Yahudi kinin ilahi olmadığına, ancak planlı bir siyasetin neticesi olduğuna götürecektir. Şöyle ki, yukarıda ana hatlarıyla zikrettiğimiz üzere Amâlika dendiğinde, ilk yurtları olması bakımından Güney ve Orta Arabistan öncelikli olmak üzere üç Sami göçüyle kolları Mezopotamya, Suriye, Filistin, Irak, Anadolu ve Mısır'a uzanan bir kavimler topluluğundan söz ediliyor demektir. Böylece Amâlika iki ayrı kol halinde (sonradan içinde eriyecekleri) İsmailoğulları'yla Hicaz'da ve İsrailoğulları'yla ise Hicaz ve Filistin'de karşılaşırlar. Bu karşılaşmalarının merkezinde ise, o zamanki kavimlerin -müşrik de olsalar- çok büyük bir kısmınca mukaddes kabul edilen Mekke'deki Beytullah ile Kudüs'teki Süleyman Mabedi (Peygamberimiz Aleyhisselam'ın adlandırmasıyla: Beytülmakdis) vardır. “Başlı başına bir ümmet / kâne ummeten” (Nahl 16/120) olan Hz. İbrahim'in atalığında Beytullah'ın da koruyucuları olarak İsmailoğulları'yla; Beytülmakdis'i asıl yerlileri (ve kimi tarihçilerce Amâlika'nın bir boyu olan) Yebusilerin elinden alan İsrailoğulları'nın Amâlika ile ilişkilerine Müslümanların kayıtlarından baktığımızda çok ilginç rivayetlerle karşılaşırız. Örneğin, İbn Zebâle (ö. 199/814) Ahbar'u-Medine'sinde, “Amâlika çeşitli yerleşim yerlerine dağılıp Mekke, Medine ve Hicaz'ın tamamına yerleştiler ve aşırı derecede büyüklenip kibirlendiler” dedikten sonra Hz. Musa'nın Şam'da Kenanlıları öldürüp ardından Amâlika için Hicaz'a bir elçi (askeri birlik) gönderdiğini onların da “büluğa ermiş hiç kimseyi bırakmaksızın” Amâlikalıları öldürerek Medine'ye yerleştiklerini bildirmiştir. (Medine Tarihi, trc.: Fatih Mehmet Yılmaz, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2018) Ezrakî (ö. 250/864) Ahbar'u-Mekke'sinde, “Kabe'nin ilk banisi melekler, sonra Âdem (as.), sonra Şît (as.), sonra Amâlikalılar…” kaydını düşmekle kalmayıp, Hz. İbrahim'in Cebrail'in rehberliğinde karısı Hz. Hacer ile oğlu Hz. İsmail'i Mekke'ye getirdiğinde “Mekke'nin civarında Amâlikalılar denilen bir kavim oturmaktaydı. Beyt o zaman yüksek kırmızı topraklı bir yerdi” bilgisini ileterek, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'den sonra Kabe'nin üçüncü defa Amâlikalılar tarafından “yeniden inşa” edildiğini kaydetmiştir. (Mekke Tarihi, trc.: Yunus Vehbi Yavuz, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2020) El-Hasen el-İsfahanî de (ö. 360/971), Tarihu Sinî'sinde, “(Fars hükümdarı) Ferîdûn zamanında İbrahim aleyhisselam, Minuçehr zamanında Musa aleyhisselam peygamber olarak gönderildiler. O dönemde Yemen Meliki Şimr b. el-Emlûk, Minuçehr'in yönetimi altındaydı. Aynı şekilde oğlu da Fars Hükümdarları'na bağlıydı. (Şimr) Yemen'de Zuffâr şehrini inşa etti ve Amâliklilerin tamamını Yemen'den çıkardı.” bilgisini iletmiştir. (Hükümdarlar Tarihi, Trc.: Habip Demir, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2021).
Uluslararası Adalet Divanında (UAD), İsrail'in, işgal ettiği Filistin topraklarındaki uygulamalarının hukuki sonuçlarının ele alınacağı duruşmalar geçtiğimiz iki gün içinde gerçekleşti. Duruşmalar İsrail'in sadece 7 Ekim'den bu yana gerçekleştirildiğinden artık kimsenin kuşku duymadığı soykırım suçları ele alınmıyor. Bu dava vesilesiyle İsrail'in 1948 yılından bu yana işgal ettiği topraklarda uyguladığı ırkçı Apartheid rejiminin bütün çirkinlikleri ortaya konuluyor. Yanısıra dünyaya şimdiye kadar Yahudilikten nefret etmenin koşulu olarak masumlaştırılarak sunulan siyonizmin ırkçı, saldırgan, başka insanlara karşı nefret ve düşmanlık kaynağı olan ideolojik yüzü de gözardı edilemeyecek somut örneklerle ortaya konuluyor. Siyonizmi eleştirmenin hemen anti-semitizm suçlamalarını harekete geçirdiği bir ortamda Siyonist İsrail'in Araplara yönelik nefret dolu yaklaşımının kendisi aslında anti-semitizmin ta kendisi sayılmalı. Çünkü Araplar da İsrailoğullarından daha az semitik bir ırk değildir. Bir farkla, Araplar ırk konusunu kana ve genlere hasretmeyip daha kucaklayıcı olmak üzere kültür ve dile dayandırdıkları için saf semitik ırk olarak kalmamıştır denilebilir. Ancak mevzunun İsrail açısından da münhasıran ırk sınırlarının içinde bırakılmadığı çok açık. Semitik ırk içinde İsrailoğullarının bir imtiyaz hissetmek ve bunu dünyaya kabul ettirmek için işledikleri Siyonist ideoloji insanlara hiçbir hayrı olmayan, başka insanlar için hiçbir zaman bir iyilik düşünmeyen, alabildiğine ayrımcı, imtiyazcı, üstünlükçü bir ideoloji olarak her türlü şiddetin kaynağı olabiliyor. O kadar şiddet içerikli ki, kendisine yan gözle bakan herkesin gözünü oymayı düşünebiliyor. Siyonizmi bu boyutlarıyla akademik, entelektüel veya sıradan herhangi bir araştırmanın konusu bile yapamazsınız. Yaptığınızda ortaya çırılçıplak siyonizmin ırkçılığı ve saldırganlığı gerçekliği çıkıyor. UAD'nin duruşmalarında konunun buralara bu kadar açıklıkla gelmiş olması Siyonist ideolojinin anti-semitizm adına biriktirdiği bütün masumiyet ve mağduriyet sermayesini tüketmiş oluyor. İsrail'i 7 Ekim'den beri sürdürdüğü barbarlığı durdurmaya davet de ediyor, ama bütün bunlara rağmen İsrail saldırganlığında hiç hız kesmeden devam ediyor. Refah sınır kapısına kadar sürdüğü Gazzelileri burada da rahat bırakmıyor, bu noktada onları yine çoluk çocuk, sivil, kadın, hasta, yaşlı, gazeteci ayırımı yapmadan katletmeye devam ediyor. Bu arada İsrail soykırım hükümeti, Gazze ile ilgili iki hedefinden de hala çok uzak. Ne Hamas'ı bitirebilmiş ne de Hamas'ın elindeki esirlerini kurtarabilmiş durumda. Esirlerle ilgili üzerindeki İsrail kamuoyu baskısından hareketle yapılan müzakerelerde Hamas'ı Gazze'den tamamen yok etme hedefini sürekli tekrarlamaya devam ediyor. Ancak bu hedefe ulaşmak için katliamlarının seviyesini daha da artırmaktan, soykırımı daha da derinleştirmekten başka bir yol görünmüyor.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular: “Şüphesiz, insanların önünde beş tehlikeli geçit vardır ki amelen zayıf ve çelimsiz olanlar bu geçitleri aşamazlar.” Hz. Ebûbekir (r.a.): “Beş tehlikeli geçit nedir, yâ Resûlallâh?” diye sordu. Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular: “Ölüm ve ölümün ızdırâbı, kabir ve onun korkutan yalnızlığı ve darlığı, Münker ve Nekir'in suâli ve onların heybetleri, mîzân ve amellerinin mîzânda hafif gelme korkusu, Sırat ve onun inceliğidir.” Hz. Ebûbekir (r.a.) bu sözleri duyunca, şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı. Bunun üzerine Cebrâil (a.s.) derhâl inerek şöyle buyurdu: “Yâ Muhammed! Ebûbekir'e söyle, ağlamasın! Arapların “Ölüm hariç her derdin devâsı vardır” sözünü duymadı mı?” Sonra Cebrâil (a.s.) şöyle buyurdu: “Kim sabah namazını kılarsa, ölüm ve ölümün ızdırabı ona kolay gelir. Kim öğle namazını kılarsa, kabir ve kabrin darlığı onun üzerine kolay gelir. Kim ikindi namazını kılarsa, Münker ve Nekir'in suâli ve onların heybeti, o kişi üzerine kolay gelir. Kim akşam namazını kılarsa, mîzân ve amellerinin hafif gelme korkusu onun üzerine kolay gelir. Kim yatsı namazını kılarsa, sırat ve sıratın inceliği ona kolay gelir.” (İsmail Hâkkı Bursevi, Rûhu'l-Beyân Tefsiri) FARZ NAMAZLARDAN SONRA OKUNACAK DUÂ Farz namazdan sonra aşağıdaki duâyı 10 def'a okuyan İsmail (a.s.) zürriyetinden bir köle azâd etmiş gibi olur. Her kim aynı duâyı Cuma Namazının farzından sonra 100 def'a okursa İsmail (a.s.) zürriyetinde 10 köle azâd etmiş gibi olur: “Lâ ilâhe illalâhu vahdehû lâ şerîke leh. Lehü'l mülkü ve lehü'l hamdü ve hüve ‘alâ külli şey in kadîr.” Türkçe Anlamı: “Allâh (c.c.)'dan başka ilâh yoktur, O birdir, O'nun ortağı yoktur. Mülk de O'nundur, hamd de. O, her şeye kâdirdir.” (www.ibadettakvimi.org
Önceki yazımızda meallerini zikrettiğimiz iki ayete (Hucurat 49/13; İsra 17/15), şunları ilave etmeliyiz: “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra 17/15) “İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah'ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.” (Rad 13/11) Bu ayetlerdeki emirlerin terki ve belirlenen hadlerin aşılması, diğer bir söyleyişle “şeylerin hakikatlerine uygun davranmak” şeklinde tanımayabileceğimiz adaletin Hak ve halk yönünden bozulması tek başına zulüm demek olduğundan, Allah fert ya da kavim olarak bu zulmü işleyenleri -Allah'ın affını talep etmedikleri, bilakis kötü hallerindeki azgınlıkta inat ettikleri takdirde- cezasız bırakmaz. Dolayısıyla her fert ve her kavim kendi karar ve eyleminin rehinidir; kendi niyet ve fillerindeki kötülüğe karşı kötülüğün ya da iyiliğe karşı iyiliğin Allah tarafından (dünyada ya da ahirette ya da ikisinde birden) verilmesi O'nun el-Hakem, el-Adl sıfatları gereğince zorunludur. Tarihimizi kuran ikinci esasın yani nübüvvetin hakikati ilkin burada ortaya çıkar. Allah insana insanlığını, Kendisi'nin ortağı bulunmayan tek bir ilah oluşunu, ferdi ve toplumsal yayıştaki ilahi kuralları tebliğ etmek üzere gönderdiği peygamberlerle yeniden ve yeniden hatırlatır. Kavimler peygamberlere ve getirdiklerine iman ettikleri takdirde kurtuluşu, onları inkar ettikleri takdirde ise cezalandırılmayı kendi adlarına satın almış olurlar. İşte peygamberlerle tanımlı ve iki yönlü satın alış, (peygamberler, kavimler ve devirler itibariyle) bizim insanlık tarihimizi teşkil eder. Bu tarihi, tabanıyla eş olan kenarların her birine diğer kenara paralel olacak şekilde doğru parçalar çizildiğinde yine ikizkenar üçgenler elde edilmesi özelliğine sahip bulunan ikizkenar üçgen benzetmesiyle açacak olursak, tümü ed-Din'e ait olan bu üçgenin tepe noktasında Hz. Âdem ile Havva, içindeki ikizkenar üçgenlerde de onun şeriatını hem tekrarlayan hem de yenileyen diğer peygamberler yer alır. Peygamberimiz Aleyhisselâm ise onların tamamını ihata eder. Kur'an'da insan neslinin devamı ve dolayısıyla boyların ve kabilelerin taksiminde iki peygamber işaretlenmiştir: Hz. Nuh (a.s.) ile Hz. İbrahim (a.s.) Hz. Nuh'un kavmi helak edildiğinden “Onun (Nuh'un) neslini yeryüzünde kalanlar kıldık.” (Saffat 37/77) ve “Ona denildi ki: ‘Ey Nuh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden esenlik ve bereketlerle (gemiden) in. Daha birtakım ümmetler de olacak ki, biz onları (dünyada) yararlandıracağız. Sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap dokunacak.' (Hud 11/48) mealindeki ayetlerle hem İlahi bir vaat iletilmiş hem de yukarıda arz ettiğimiz şekliyle sünettulâhtaki işleyiş hatırlatılmıştır. Neslinin yer yüzünde kalanlardan kılınması nedeniyle Hz. Nuh ikinci ata olarak nitelenir ve Mesudî'nin Mürûc ez-Zeheb'inde (Trc.: D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2014) detaylı bir şekilde anlattığı üzere hepimiz onun torunlarıyız. Zira gemiden Ham, Sam ve Yâfes adlı oğullarıyla birlikte inen Hz. Nuh, yeryüzünü bunlar arasında bölüştürmüştür. Oğullara göre bölgelerin ve kavimlerin taksimi (Taberi, Mesudî, Belazurî ve İbnü'l-Esîr'e göre) şöyledir: Ham: Nil'in batı ülkeleri; Siyahilerin atasıdır. Sam: Yemen, Hicaz, Suriye, Nil, Fırat, Dicle, Seyhan ve Fuyşun ırmağına kadar olan yerler; İrem, Araplar, Farslar, Amâlikler, Ken'anîler, Âd, Semûd, Cürhüm ve Rumların atasıdır. Yâfes: Feyşun ülkeleri; Türkler, Hazarlar ve Ye'cûc-Me'cûclerin atasıdır.
Ortadoğu'nun iç dengelerine yakından bakmayanlar, “Araplar” veya “Arap dünyası” şeklindeki kolay genellemelere hep daha yatkın. Ancak bölge, kendi dinamikleri çerçevesinde okunduğunda, karşımıza özellikle dört ülke çıkar: Türkiye, Mısır, İran ve Suudi Arabistan. İlişkiler ağı, bu dört ülkenin merkezde olduğu noktalarda şekillenir. Dışarıdan bölgeye dâhil ve müdâhil olan bütün oyuncular, bu dört ülkeden en az birini yanına almak durumundadır. Bu ülkelerin birbirlerine olan yakınlıkları veya uzaklıkları, işbirlikleri veya rekabetleri, dostlukları veya düşmanlıkları, Ortadoğu'da tarihin yazıldığı esas zemini oluşturur. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Mısır ziyareti vesilesiyle Ortadoğu'ya yeniden dikkat kesilirken, bilhassa Mısır'ın Arap dünyası içindeki konumunun ülkemizde yeterince takdir edilemediği görülüyor. Önemine binaen bu konuyu belli zaman aralıklarıyla zaten köşeme taşıyorum. Şimdi, detaylı olarak değil ama belli başlıkları tekrar hatırlatmak istiyorum: Afrika, Akdeniz, Arabistan ve Bilâdüşşâm havzalarını buluşturan sıra dışı konumuyla; 100 milyonu çoktan aşan ve ciddi bir kısmı da dünyanın dört bir yanına dağılmış bulunan nüfus gücüyle; Arap dünyasının en büyüğü olan, aynı zamanda devasa bir holding biçiminde ülkenin ekonomik hareketliliğini de kontrol altında tutan ordusuyla; hem Arap milliyetçiliğine hem de yakın tarihin en güçlü İslâmî hareketlerinden Müslüman Kardeşler Teşkilâtı'na beşiklik yapmasıyla; basın-yayın ve medya endüstrisinin en etkili merkezlerinden biri olmasıyla; Ezher Üniversitesi gibi ilmî ve akademik bir kurumu elinde bulundurmasıyla; İslâm dünyasında İstanbul'la rekabet edebilecek tek şehir olan Kahire'siyle… Ve daha birçok avantajı ve kozuyla, Mısır, Arap dünyasının amiral gemisidir. Mısır'ı denklemdeki yerine oturttuğumuzda, Türkiye ile Mısır'ın el ele vermesi ve İslâm coğrafyasının lehine olacak projelerde işbirliği imkânları bulması durumunda, bundan ne büyük müspet neticelerin doğacağı daha iyi anlaşılacaktır. Müslüman kamuoyu nezdinde, böylesi bir işbirliğinin beklendiği ve umulduğu ilk mesele, hiç şüphesiz Gazze. İsrail, İslâm dünyasındaki parçalanmışlıktan ve devlet yöneticileri arasındaki ihtilaflardan faydalanarak, Gazzeli masum sivillere yönelik soykırımı pervasızca sürdürürken, Türkiye ve Mısır gibi bölgenin iki güçlü ülkesinin bu konuda dayanışma içine girerek birbirini desteklemesi ve İsrail işgaline karşı ortak bir savunma hattı kurması hayatî bir önem arz ediyor. Fiziksel, kültürel ve tarihî yakınlığı sebebiyle Gazze'deki krizin ilk muhatabı Mısır, ancak içinde bulunduğu şartlar ve çeşitli handikaplar nedeniyle, Mısır tek başına hareket edemiyor. Türkiye ile ortaklaşa yürütülecek bir süreç, Mısır'ı da kendi yalnızlığından kurtaracaktır.
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)'in soyunun şerefi, memleketinin ve büyüdüğü yerin değeri son derece açıktır. Çünkü o Hâşimoğullarının en seçkinidir. Kureyş'in özü, baba, anne ve soy bakımından en şereflisidir. O, hem Allâh (c.c.)'un hem de Allâh (c.c.)'un kullarının en çok değer verdiği Mekke-i Mükerreme'nin halkındandır. Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivâyet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ben devirden devire ve aileden aileye süzülerek Âdemoğulları soyunun en temizlerinin birinden diğerine intikâl ettirildim. Sonunda içinde bulunduğum Hâşimî soyundan dünyaya geldim.” (Buhârî) Hz. Abbâs (r.a.)'in rivâyet ettiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâhü Teâlâ, mahlûkatı yarattı ve beni o mahlûkâtın en hayırlısı olan insanoğlundan, insanoğlunun da en hayırlı soyundan yarattı. Sonra insanları kabilelere ayırdı, beni en hayırlı kabilenin, Kureyş'in içinde yarattı. Sonra onları ailelere ayırdı, beni en hayırlı aile, Benî Hâşim içinde yarattı. Ben insanların şahsen ve aile bakımından en hayırlısıyım.” (Tirmizî) Ashâb-ı Kirâm (r.a.e.)'den Vâsile bin Eskâ‘ (r.a.), Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Allâhü Teâlâ İbrâhim oğullarından İsmâil'i, İsmail oğullarından Benî Kinâne'yi, Benî Kinâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Benî Hâşim'den de beni seçti.” Abdullah ibni Ömer (r.a.)'in rivâyetine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allâh mahlûkâtı yarattı; onların arasından insanoğlunu seçti. İnsanoğlunun arasından Arapları seçti. Arapların arasından Kureyş'i seçti. Kureyş'ten Benî Hâşim'i seçti. Benî Hâşim'den beni seçti. Ben hep seçilerek geldim. Şuna dikkat ediniz. Arap'ı seven, beni sevdiği için sever. Arap'tan nefret eden, bana buğzettiği için nefret eder.” (Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerîf, c.1, s.196-198)
büyük kalemler sadece edebî anlamda beni etkilemekle kalmayıp, gidip göremediğim yerleri beni götürüyorlardı. Kahire'ye gitmemiştim ama Necip Mahfuz'un kaleminden Kahire'nin arka sokaklarını dolaşıyordum. Ya da Cengiz Aytmatov sayesinde Kırgız halkının kültürünü öğreniyor, sofralarına oturuyor ve yaşadıklarını daha yakından görüyordum. Bu okuma serüvenim içerisinde bir gerçekle yüzleştim: Filistin halkı ve Filistin bize bu kadar yakın olmasına rağmen, Filistin edebiyatı hakkında çok az bilgi sahibi olduğumun farkına vardım. Dünyada çok fazla mensubu olan o kocaman aile ve kalbinde büyük bir yere sahip Filistin... Portakal bahçelerinin ve zeytin ağaçlarının kadim ülkesi... Bu kadar yakın olmamıza rağmen Filistin edebiyatına dair bilgimin sınırlı olması beni böyle bir serüvenin içine attı. Bir halkı tanımak için onun edebiyatını bilmek gerekiyor. Bu yola 5 bölümlük bir belgesel planıyla koyulduk. Belgesel metinlerini yazarak başladım. Biraz daha derinleştirmeye başladım kitabı. Yaklaşık 2,5-3 yıl çalıştıktan sonra kitap ortaya çıktı.” Bugünlerde elimden düşürmediğim “Zeytin Ağaçlarının Arasında” ile “Kalem ve Tüfek” kitaplarının yazarı Peren Birsaygılı Mut, kıymetli dostum Reha Ermumcu'yla yaptığı bir programda, Filistin edebiyatını araştırmaya ve okumaya nasıl başladığını böyle anlatmıştı. Gerçekten, her ikisi de Filistin'den çok çarpıcı portreleri ihtiva eden kitaplarını okurken, Peren Hanım'ın ne kadar önemli bir işi başardığını daha iyi anladım. Filistin halkının duygu dünyası ve hisleri, Türkçeye nedense pek yansımamıştı şimdiye kadar. Peren Hanım'ın Farabi Kitap etiketiyle yayınlanan eserleri artık bu açığı kapatmaya aday, çok önemli ve derinlikli çalışmalar. Kitaplardan ilki, Zeytin Ağaçlarının Arasında, yakın dönem Filistin edebiyatının beş önemli ismine odaklanıyor: Gassân Kanafânî, Mahmûd Dervîş, Semîh el-Kâsım, Nâcî el-Âlî ve Fedvâ Tûkân. Sayfalar arasında ilerlerken, henüz 36 yaşındayken Beyrut'ta bir suikasta kurban giden Gassân Kanafânî'nin öyküsüyle tanışıyorsunuz evvela. Kaleminin kudreti ve tesiri sebebiyle “hiç ateş etmemiş komanda” lakabıyla bilinen Kanafânî'nin hayatı, Filistinlilerin yaşadığı dramı her açıdan kapsayan bir serüven. Türkçeye çevrilen çok sayıda şiiri sebebiyle ülkemizde de yakından tanınan Mahmûd Dervîş, kitapta sadece şair olarak değil, aynı zamanda aktivist ve siyasetçi yönleriyle de anlatılmış. 1987'den itibaren “İntifada şairi” lakabıyla Filistinlilerin hafızasına kazınan Semîh el-Kâsım, “1948 Arapları” şeklinde tasnif edilen İsrail vatandaşı Arapların arasında uzun yıllarını geçirmiş bir isim. Onun hikâyesi, bu açıdan, kitaptaki diğer isimlerden daha ayrı bir yerde duruyor. Filistin direnişine armağan ettiği “Hanzala” karakteri sebebiyle, Peren Hanım'ın yer verdiği biyografiler içinde en tanıdık isim Nâcî el-Âlî. Kitapta onun sanatkâr yönünün yanı sıra, direnişçi ve edebiyatçı vasıflarının da öne çıkarıldığını görüyoruz. Nihayet kitaptaki beşinci isim, Fedvâ Tûkân, Ürdün politik arenasına çok sayıda siyasetçi yetiştirmiş meşhur bir Nabluslu ailenin kızı olarak, hayat öyküsüyle bize Ortadoğu yakın tarihinin önemli sayfalarına dair ipuçları sunuyor.
Geçenlerde beş vakit namazlı, kültürlü ve kendince bir okuma disiplini de bulunan bir tanıdıkla sohbet ederken, birden durdu ve şöyle dedi: “Düşündüm de... Yahudilere Kudüs ve Filistin konusunda fazla yükleniyoruz. Tarihî açıdan ele alacak olursak, adamlar zaten haklı. Araplardan önce, Filistin'de Yahudiler vardı. Araplar, kendi davalarını neye göre savunuyor? Tarafların iddialarını ele alınca, Yahudilerin öne sürdüğü gerekçeler bana çok daha mantıklı görünüyor. Kudüs'ü onlar kurmuş zaten. Bütün kaynaklar aynı şeyi teyit ediyor...” Önce şaka yapıyor zannettim. Hayır, gayet ciddiydi. Yahudilerin dünyaya yutturduğu bütün tarih tezlerini güzelce sindirmiş, kendi zihninde tutarlı ve sağlam bir kronolojik akış da bulunmadığından, Arapların haksız olduğuna kanaat getirip dosyayı kapatmıştı. Dilim döndüğünce, meseleyi anlatmaya çalıştım: “Kudüs'ü Yahudilerin kurduğu iddiasından başlayalım... Irk olarak, evet, Kudüs'ün semavî bir şehir olarak kuruluşu, İsrailoğulları eliyle oldu. Hz. Davud ve Hz. Süleyman dönemlerinde şehrin temelleri atıldı, Beyt-i Makdis inşa edildi ve Kudüs tarih sahnesine çıktı. Ancak bu durum, “Kudüs aslında Yahudilerin olmalı” demeye yetmez, zira İsrailoğulları, o dönemin Müslümanlarıydı, çünkü Hz. Davud ve Hz. Süleyman, birer İslâm peygamberiydi. Beyt-i Makdis, bir “Yahudi tapınağı” değil, İslâm mescidiydi, kıblesi de Mekke'ye ve Kâbe'ye dönüktü. Bu noktada bir Müslümanın yapacağı en büyük hatalardan biri, Hz. Âdem'den Hz. Peygamber'e kadar kesintisiz devam eden İslâm peygamberlerinden bazılarını “Yahudilerin peygamberi” diye işaretleyerek zihin dünyasından uzaklaştırmak olacaktır. Böyle yapmak, Kudüs'ü de anlam haritasından çıkaracaktır. Yahudilik ve Hristiyanlık, köken olarak İslâm'dan ayrılmış kollardır. Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İsa... hepsi birer İslâm peygamberi olduğundan, zihinde bu kronolojiyi yeniden canlandırmak gerekiyor. Öbür türlü, Yahudilik ve Hristiyanlık sanki başından beri müstakil birer dinmiş gibi düşünmek ve böylece İslâm'ın tarih telakkisini ters yüz etmek kaçınılmaz hale gelir.” Sohbetin devamında, peygamberler tarihindeki basit bazı kronolojik illiyetlerin de muhatabımda bulunmadığını gördüm. Örneğin, Hz. İshak kimin oğlu ve kimin babasıydı, haberi yoktu. Zihninde isimler, tarihî sıralamalar ve en temel malumatlar, tümüyle birbirine karışmış haldeydi. Kendinden emin bazı yorumlar yapıyordu, ama yorumlarını üzerine bina ettiği iskelet darmadağındı. Haliyle, vardığı neticeler de çarpık ve bağlamlarından kopuktu.
Gözlem aletlerinin ve yeni yöntemlerin gelişiminde müslüman astronomların öncellerine kıyâsla kaydettikleri büyük ilerlemeler hakkında, İslâm astronomisine yönelik modern bilimsel araştırmaların gerçekten de erken sayılabilecek bir aşamasında, bilim adamı C. A. Nallino'nun edindiği genel izlenimden şunu duyuyoruz: “Araplar hem trigonometrik formüllerin kullanımında hem de aletlerin sayısı, kalitesi bakımından ve gözlem teknikleri sayesinde öncelleri Yunanları övgüye değer bir biçimde aşabildiler. Gözlemlerin hem sayısı hem de kesinliğinde İslâm ve Yunan astronomisi arasında çok dikkat çekici bir farklılık kendini göstermektedir.” Müslüman astronomların ele aldıkları diğer bir konular kompleksi ise, yeryüzünün dönmesine (rotasyon) ilişkin görüş ve hipotezler ile gezegen teorileridir. Coğrafyacı İbn Rüsteh (Hicri 3./Miladi 9. Yüzyılın son çeyreği) birçok teorinin yanı sıra, dünyanın merkezinde değil de evrende bulunduğuna, güneşin ve en uzak gök kürenin değil, dünyanın kendisinin döndüğüne ilişkin teoriyi aktarmaktadır. El-Bîrûnî, bu sorunun tatmin edici bir açıklamasına ulaşmak için ciddi olarak çaba sarf etmiştir. Hindistan'a dair eserinde (miladî 1030) şöyle demektedir: “Yeryüzünün dönmesi astronomi biliminin sonuçlarına hiçbir şekilde zarar vermez, bu konuya ait olan şeyler bu kabulde de aynı şekilde mantıksal olarak birbirleriyle bağlantılı kalır. Ayrıca, dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, el-Bîrûnî'deki alıntılardan çıkarıldığı kadarıyla Ebû Ca'fer el-Hâzin'in Hicri 4./Miladi 10. Yüzyılın ilk yarısında gezegenlerin dönmelerinin (rotasyonlarının) görünüşte simetrik olmayışına yeni bir açıklama getirmesidir. Kendisi tarafından kurgulanan modelde eksantrik ve episik (ayrı merkezli yörüngelerle ek yörüngeler) öğretilerini eleştirmiş, onların yerine ekliptik düzlemi yönünde göreceli gezegen yörüngesi variyasyonları varsayımını getirmiştir. (Prof. Dr. Fuat Sezgin, İslâm Uygarlığında Astronomi, Coğrafya ve Denizcilik, s.14-27)
Arapların dünyanın en kaliteli ırkı olduğu yıllarda onları kandırmaya gelen bir grup vardı. O grubun adı Mekkeli Müşrikler'di. Onlar kötüydü. Ya da yıllarca bize öyle anlatmışlardı. Bakalım gerçek kötü Arabistan çöllerinde kötülüğünü yapmaya devam edebilecek miydi? Cevabı podcastimizin bu bölümünde.
Bir Yakın Körü Prototipi: Ebû Leheb Soru: Muhterem efendim! Müşrik ve münkir onca şahıs varken Ebû Leheb ve hanımı hakkında müstakil bir sûre indirilmiş olmasının hikmetleri nelerdir? Bu sûre-i celile ile verilmek istenen mesajlar sadedinde neler söylenebilir? *Ebû Leheb'in asıl adı Abduluzza'dır. “Ebû Leheb” sözlük itibarıyla alevli, kızgın ateşin babası demektir. Bu türlü lakaplar aslında Araplar'da özel tabir ve bir üsluptur; birinin bir şeye iltisakından, fevkalade münasebetinden dolayı öyle derler. Mesela, bir defasında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ali'yi mescidde kumun üzerinde yatarken görünce, ona Ebû Turab (toprak babası) şeklinde hitap etmiştir. Bu itibarla da Kur'an-ı Kerim, kötü akıbeti ve alevli ateşe girmesi açısından Abduluzza adındaki şahsı “Ebû Leheb” lakabıyla zikretmiştir. Bir de zayıf rivayetlerde yüzü ve yanağı kırmızı olduğundan dolayı Ebû Leheb dendiği de söylenmiştir. *Rasûl-ü Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcası olmasına, O'nun ne kadar nezih yetiştiğine şahitlik etmesine, O'nu çoklarından daha iyi tanımasına ve tanıyan herkes gibi “emin” bilmesine rağmen Ebû Leheb, o Nur'dan istifade edememişti. Dahası, en azılı düşman kesilmişti. Çünkü onda çok ciddi bir yakın körlüğü vardı. *Aynı çağda, aynı toplum içinde, aynı muhitte, bazen de aynı ailede neşet eden insanı görmezlikten gelme, beşerin tabiatında vardır ki buna yakın körlüğü diyoruz. Bu yakın körlüğü en temiz, en nezih ruhlarda bile olabilir. “Emsal arasında tenâfüs olur!” sözü de bir açıdan bunu anlatmaktadır; yani birbirlerine yakın olan insanların yarışmada birbirlerine dirsek vurmaları gibi hafif bir hazımsızlık bulunabilir. Fakat bu tenafüs hissinin önü alınmazsa ve o duygu dengelenmezse, tehlikeli bir rekabete ve körlüğe dönüşebilir. İşte Ebû Leheb'de de Efendimiz'e karşı bir tenafüs hissi vardı; “Bizim Muhammed” diyordu. Böyle bir bakış onu kör etmişti ki bu yakın körlüğü dediğimiz marazdı. *Bir de daha önce değişik vesilelerle ifade edildiği gibi kibir, bakış zaviyesindeki inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit, imana girmeye mani ve imandan çıkmaya sebep olan virüslerdir ki bunların üçü de Ebû Leheb'de vardı. *O mütekebbir, mağrur ve neye nasıl bakacağını bilemeyen Ebû Leheb, servetiyle sarhoş olmuş; sarayıyla, villasıyla, yalısıyla zehirlenmiş bir insandı. Kolu Kanadı Kırılsın Ebû Leheb'in, Kırıldı da!.. *Cenâb-ı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, “Önce en yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ, 26/214) buyurarak, Allah Rasûlü'nün evvela yakınlarından başlamasını emretmişti. Bu ayet indirildiğinde Peygamber Efendimiz ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar, “evet inanırız” deyince Efendimiz sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” deme ve “tebben leke” sözünü tekrar etme küstahlığında bulunmuştu. “Tebben leke” helak olasın, kolun kanadın kırılsın manasına geliyordu. Bunun üzerine Tebbet (Mesed) Sûresi nazil olmuş ve Kur'an-ı Kerim ona kolu kanadı kırılası, helak olası, hüsrana uğrayası, mahv u perişan olası, tepetaklak gidesi, gayyaya yuvarlanası, ateş babası demişti: “Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb'in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde. Bu video 10/05/2015 tarihinde yayınlanan “Yakın Körlüğü ve Ebu Leheb” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
ataları/öndekileri körü körüne taklit etmek de sağlam imanın önündeki engellerden biridir. Kur'ân-ı Kerim pek çok yerde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Onlara Allah'ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.' derler.” (Bakara, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâyüs'el”dir; yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. İşte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok tehlikeli bir marazdır. *Taklit ve geçmişlerin izinde yürüme bütün bütün mezmum değildir, peygamberler ve hak dostları gibi taklit edilmesi faydalı hatta gerekli olan şahıslar da vardır. Bu, özleri sâfi, düşünceleri duru, kafaları Hak'la halk arasında büyük gerçeğin haliçesini ören müstesna insanları taklit doğruya yönlendirici ve maddî ma'nevî huzura erdiricidir. Kendisine, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harabîsin, harabatîsin” diyenlere karşı Yahya Kemal, “Ne harabîyim ne harabatîyim / Kökü mazide olan âtîyim” diye cevap vermiştir. Evet, bugünü değerlendirmek için dünü bilmek iktiza etmektedir. Zararlı taklit ise, akl-ı selim kâle alınmadan, müspet fenlerin ortaya koyduğu neticeler düşünülmeden, insanın, yine kendisi gibi insanların düşüncelerini benimsemesi ve onların hareketlerini tekrarlamasından ibarettir. Böyle bir taklit, insanlık mânâsına hakarettir; insanı, iman-ı kâmilden uzak tutar ve kendi gibi aciz zayıf varlıklara köle yapar. *Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) din-i mübîn-i İslâm'ı bize emanet ederken, فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتيِ وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ “Siz, Benim ve doğru yolda olan Raşid Halifelerin yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Ebû Davud, Sünnet 5) buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça'da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz. *İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ فَبِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir. Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Fidiro Kahvesi bu bölümünde Arapların 'nakba' (büyük felaket) olarak tanımladığı 1948 olaylarını konu alan Farha filmini konuşuyor. Filistin kırsalında öğretmen olma hayalleri kuran küçük Farha'nın hayatı, yaşadığı köyün Siyonist milisler tarafından basılmasının ardından tamamen değişir. Saklandığı kilerden çevresinde cereyan eden yıkım ve şiddete tanık olan Farha, yetişkinliğe de bu kilerde ayak basacaktır. Müdavimlerimizin filmin sinematografisinden hikaye anlatıcılığındaki inceliklerine, kamusal alanda karşılaştığı tepkiden Filistin meselesini anlatan yapımların azlığına kadar pek çok konuya değindiği bu sürükleyici sohbete sizler de buyurun!Bölümde bahsi geçen yazı: https://www.aljazeera.com/amp/opinions/2023/1/7/farha-and-the-story-of-the-palestinian-collaboratorGiriş müziği: Sana Moussa - Safar BarlikSupport the show
“Yahudiler, 'Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler; Hıristiyanlar, 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!” Tevbe 30 “İbn Abbas şöyle demiştir: "Bir grup yahudi Hz. Peygambere geldiler. Bunlar Sellam İbn Müşkim, Nu'mân İbn Evfâ ve Mâlik İbn es-Sayf idi. Onlar şöyle dediler: "Sen, kıblemizi terkettiğin ve Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmediğin sürece, sana nasıl ittiba ederiz?" İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.." Bu iki görüşe göre de bu mezhebi, itikadı benimseyenler, yahudilerin bazısıdır. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, cemâat ismini müfred, tek kimse hakkında kullanma hususunda Arapçada cari üslûba binâen, bu sözü {bu kimselere değil de) bütün yahudilere izafe etmiştir. Onların bu sözü söylemelerinin sebebi, İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği şu husustur: "Yahudiler Tevrat'a aldırmadılar ve hak olmayan şeylere göre amel ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onlara Tevrat'ı unutturdu ve onu, onların hafızalarından sildi. Bu sebeple Hz. Uzeyir, Allah'a çok yalvarıp yakardı da, Tevrat onun kalbine ve hafızasına yeniden döndü. O, bununla kavmini inzâr etmeye başladı. Yahudiler Uzeyr'i denediler ve onun samimi ve emin olduğunu gördüler. Bunun üzerine, "Bu iş, ancak Allah'ın oğlu olduğu için Uzeyir'e müyesser oldu" dediler. Kelbî şöyle dedi: "Buhtunnasr, bütün yahudi âlimlerini öldürdü. Yahudilerin içinde Tevrat'ı bilen hiç kimse kalmadı." Bununla, "Bu, hiçbir aklî delile dayanmayan bir sözdür" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, hiçbir gerçekliği olmayıp, sadece onların ağızlarından çıkmış bir lafızdır" demektir. Velhasıl onlar, dilleriyle bir söz söylediler, ama bu sözün akıl yanında hiçbir değeri yoktur. Çünkü ihtiyaçtan, şehvetten, zevciyyet hayatından, parçaları bulunmaktan münezzeh olduğu halde Allah Teâlâ'nın bir çocuğu bulunduğunu söylemek, akıl yanında hiçbir değeri olmayan, bâtıl bir sözdür. Bunun benzeri de, "(Onlar) ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı" Hatta biz iyi düşünürsek, puta tapanların küfrünün, hristiyanların küfründen daha hafif olduğunu anlarız. Çünkü puta tapan, "Bu put, âlemin yaratıcısı ve âlemin ilâhıdır" demiyor, aksine onu, Allah'a ibadetine vasıta yapıyor. Ama hristiyanlara gelince, onlar Allah hakkında hulul ve ittihadı kabul ediyorlar ki, bu son derece çirkin bir küfürdür. Böylece, hulule inananlarla diğer müşrikler arasında bir farkın bulunmadığı sabit olmuş olur. Bununla "Yahudi ve hristiyanların bu sözü, müşriklerin, "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerine benzer" manası kastedilmiştir. Buradaki "Onlar" zamiri, hristiyanlara aittir. Yani, "Hristiyanların "Mesih (İsa), Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri, yahudilerin "Uzeyir, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerine benzer" demektir. Çünkü yahudiler, hristiyanlardan daha öncedir. "Döndürülüyorlar" demektir. Bunun masdarı olan "îfk", dönmek manasınadır. Nitekim, "Adam hayırdan döndü, vazgeçti" denilir. Yine "hayırdan dönmüş adam" manasında, denilir. Buna göre ayetteki tabiri, "deliller apaçık olduğu halde, onlar nasıl da haktan dönüp sapıtıyor ve Allah'a çocuk isnad ediyorlar, hayret!" demektir. Ayette bulunan bu "şaşma" manası, insanlar açısındandır. Yoksa Allah Teâlâ, hiç bir şeye şaşıp hayret etmez. Ayetteki bu üslûb, Arapların hitab üslublarına göre getirilmiştir. Allah Teâlâ onların hakkı bırakıp bâtılda ısrar edişleri karşısında, Hz. Peygamberi hayret etmeye davet etmiştir.” Razi "Onların, Rahman olan Allah'a oğul isnâd etmelerinden neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar parçalanıp çökecektir." (Meryem 91) İsa Allah'ın oğludur dediklerinde arş çatlayacaktı! Tüm yıldızlar 1. kat semadır. Sonra 6 kat sema daha vardır. Sonra Kürsi vardır. 7 kat semanın kürsi yanındaki durumu, çölün ortasındaki bir yüzük gibidir buyurdu Efendimiz Ebu Zer'e. Arş'ın yanında Kürsinin durumu da bunun gibidir.
Evin reisi neden erkek? / Kerem Önder . وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلٰثَةَ قُرُٓوءٍۜ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ ف۪ٓي اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ وَبُعُولَتُهُنَّ . اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ اِنْ اَرَادُٓوا اِصْلَاحًاۜ وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذ۪ي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِۖ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟ "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları bir derece daha fazladır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara 228) İslâm'dan önceki birçok dinde ve kültürde kadın cinsinin hem insan olarak hem de haklar ve ödevler bakımından erkeğe nisbetle ikinci sınıf bir varlık olarak kabul edildiği bilinmektedir. Câhiliye Arapları'nda da kadının durumu farklı değildi; ana, eş, kardeş ve çocuklar olarak kızlar ve kadınların hakları erkeklerin istek ve keyiflerine bırakılmıştı; dilediklerini verir, dilediklerini alırlardı. Hz. Ömer bu tarihî gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Câhiliye devrinde biz kadınları bir şey saymaz, hesaba katmazdık; bu durum Allah Teâlâ'nın onlar hakkında âyetler indirmesine ve kendilerine birtakım haklar vermesine kadar devam etti...” (Müslim, “Talâk”, 31 vd.) İstisnalar bir yana bırakılınca genel olarak erkeklerin, genel olarak kadınlardan bir derecelik hak fazlalığı nedir ve neye dayanmaktadır? Bu soruya cevap arayan eski müfessir ve müctehidler dayanak olarak erkeğin fizik gücünü, üstün aklını ve güçlü iradesini ileri sürmüşlerdir. Erkeğin fizik gücünün kadınınkinden fazla olduğunda şüphe bulunmadığından buna dayalı bulunan hak ve ödev farklılıkları da tabiidir. Erkeğin aklının daha fazla olduğu iddiası “Aklı ve dini eksik olanlar içinden, sizden fazla, akıl sahiplerine hâkim (galip) olanları görmedim!..” meâlindeki hadise dayandırılmıştır (Müslim, “Îmân”, 132). Halbuki bu hadisin söyleniş amacı kadınlarla erkekler arasındaki akıl farkını açıklamak değildir. Ayrıca burada geçen “akıl eksikliği”nden maksadın ne olduğu hanımlar tarafından Hz. Peygamber'e sorulmuş; akıl eksikliği, “şahitlikte bir erkeğe karşılık iki kadın şahit istenmesi”; din eksikliği ise “hayız halinde namaz kılmamak ve oruç tutmamak” olarak tanımlanmıştır. Kadınlar, aybaşı halinde iken menedildikleri için namazlarını kılmazlar, oruçlarını da –sonradan kazâ etmek üzere– tutmazlar. Bunun olumsuz mânada din eksikliği ile bir ilgisi olamaz. Buradaki “din”le bu kelimenin “yükümlülük” anlamının kastedildiği, dolayısıyla din eksikliğinin de “yükümlülükten muaf tutulma” anlamında kullanıldığı açıktır. Hadisin mâna ve maksadı bir vâkıayı dile getirdikten sonra buna dayanarak “Böyle olduğunuz, böyle yaptığınız halde yine de erkekleri etkiliyor ve kandırabiliyorsunuz. Bu özellik ve kabiliyetinizi kötüye kullanmayın” şeklinde bir uyarıda bulunmaktan ibarettir
İlk bölümde, Pakrat Estukyan ile Türkiye'nin ve Ermeni toplumunun gündemini konuşuyoruz. İkinci bölümde, "Arapların 1915'i- Soykırım, Kimlik, Coğrafya" kitabını derleyen Emre Can Dağlıoğlu ile kitaptaki makalelerin ele aldığı konular üzerine bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Son bölümde, Türkiye Ermeni Azınlık Okulları Öğretmenleri Yardımlaşma Vakfı'nın Eğitim Danışmanı Natali Bağdat Kocabay ile öğretmenlere yönelik başlatılan atölye çalışmasını konuşuyoruz.
Selam Fularsızlar. Futbol ekonomisine odaklı son bölümdeyiz ve bugün de tema mülkiyet. Türk Telekom özelleştirmesiyle giriş yapıp, Man Utd'ın akıl almaz satışına, İspanya'nın socios kültürüne, Arap sermayesine, sportswashing kavramına ve futbolun geleceğini sinyalleyen devasa yatırım fonlarına uzanıyoruz.Bundan sonra biraz ara vereceğiz 1-2 gündem bölümüyle, sonra da Kaan Kuralla yaptığım söyleşiyle serimize geri döneceğiz ve tabii ki konu NBA olacak. Plan budur. Tüm notlar ve kaynaklar aşağıda, sevgiler.Duyuru: Safsatalar Ansiklopedisi Kısaltılmış Edisyon çıktı! Hem kitapçılarda hem de e-kitap olarak blogda.Bölümler:(00:05) Kaldıraçlı soygun 1: Türk Telekom özelleştirmesi.(05:20) Kaldıraçlı soygun 2: Manchester United'ın satışı.(12:15) Almanlık gibisi yok: 50 artı 1 kuralı.(15:00) Red Bull'un vitrini olarak futbol.(17:50) Socios: Şirketleşmeye direnen milyarlık kulüpler.(20:15) Manchester City 1: Devrik başbakan devri.(22:20) Manchester City 2: Araplar ve gerçek küreselleşme.(24:45) Hitler'den Katar'a, sportswashing.(32:00) Taraftarlığın manası. (35:15) Patreon teşekkürleri. KaynaklarGerman football's 50+1 rule unproblematic says regulatorBayern Munich: Why Does The Bundesliga Look So Easy To Them?Why everyone hates RB Leipzig!Who owns Real Madrid?Private vs Public OwnershipHow Manchester City became the Disney of FootballHow One Industry Controls FootballThe Olympic Games (1936)Revealed: 6,500 migrant workers have died in Qatar since World Cup awardedHow Qatar ‘sports-washed' its global imageWHY rich regimes are ruining footballWho are Newcastle's Prospective New Owners?How Nike signed Liverpool FCWHY only idiots invest in football nowadaysSponsorlar:Bu podcast, TAKK ve Qumpara hakkında reklam içerir.Bizleri sıkıştırıldığımız kalıpların dışına davet eden, kişisel bakımımıza yeni bir soluk getiren TAKK'ı incelemek ve kontratsız, ön ödemesiz, iptal cezası olmayan aboneliğinizi başlatmak için tıklayın. 2 milyonu aşkın kullanıcısı ile alışverişçi dostu uygulama Qumpara'yı indirmek ve FULARSIZ15 kodu ile birçok markadan hediye çeki, akaryakıt puanları, dijital abonelik fırsatlarını yakalamanı sağlayacak 15 TL Qumpara'nın sahibi olmak için tıklayın.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.