POPULARITY
ABD Başkanı Donald Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz'u görevden alması Trump Yönetimi içindeki ideolojik güç mücadelesinin yeni bir yansıması olarak görülüyor. Pentagon'da da kısa bir süre önce dört üst düzey isim görevlerinden alınmıştılar. Bu isimlerden ikisi dış politikada “Önceliklendiriciler” olarak biliniyordu. Keza bu isimler “İsrail Lobisi”yle bağlantılı yayınlarda İsrail karşıtı “izolasyonistler” olarak itham ediliyorlardı.
Bilim alanında öyle gelişmeler var ki, insan gerçekten hayret ediyor. Doku mühendisliği alanı da bu gelişmelerin yaşandığı disiplinlerden birisi… Koç Üniversitesi'nden Dr. Ece Öztürk bize bu alandaki son gelişmeleri anlattı. Kanser hücrelerinin nereye metastaz yapabileceğini hastalardan alınan hücrelerle laboratuvar ortamında tahmin etmeye çalışıyorlar. Böylelikle belki de bir zaman sonra kanserin nereye metastaz yapacağını önceden bilecek ve gerekli önlemleri alabileceğiz. Keza insanın belli başlı organlarını üretebileceğimiz teknolojiye her zamankinden daha yakınız. Ece Öztürk'e tüm bunları sorduk ve aldığımız cevaplar karşısında şaşkınlığa uğradık. Video
Sağlık hizmetlerinin kendi içinde hiyerarşik bir yapısı bulunur. Bir ülkenin sağlık sistemi, öncelikle vatandaşlarını ve ülkede yaşayan her türlü yabancıyı hasta etmeyecek şekilde planlanmalıdır. Dolayısıyla koruyucu sağlık hizmetlerinin önceliği vardır. Keza benzer şekilde tedavi edici sağlık hizmetleri o ülkede görülen her bir hastalığa aynı önemi verecek şekilde planlanamaz. En çok hasta eden, en çok sakat bırakan ve en çok öldüren hastalıklar diğerlerine göre önceliklidir. Ülkemizde bu görevleri yerine getirmesi ve yönetmesi gereken esas sağlık birimleri Aile Sağlığı Merkezleridir (ASM'ler). Bu nedenle ASM'lerin sağlık sistemimiz içinde en güçlü yapılar olmaları gerekir. Ancak, bizimki gibi, esas olarak hastalar üzerinden kâr etmek üzerine kurgulanmış sağlık sistemlerinde bu önceliklendirme uygulanmaz. ASM'ler her bakımdan zayıf bırakılmış, hastane ve hastalık merkezli bir sağlık sistemi modeli tercih edilmiştir. Sağlık hizmetlerinin devlet eliyle merkezî ölçekte planlanarak sunulmasının ilk örneği Prusya (Almanya) İmparatoru Bismarck tarafından başlatılan ve sigorta primi ödemesi üzerinden kurgulanan sağlık hizmeti sayılabilir. Sonrasında bazı başka Avrupa devletleri de benzer uygulamalara gitmiştir. Ancak bu sağlık sistemleri tüm vatandaşlarını eşit şekilde kapsamıyor, ücretsiz sunulmuyor, koruyucu sağlık hizmetlerini önceliklendirmiyordu. Bu anlamda dönüm noktası hiç kuşku yok ki Ekim devrimi olacaktı. Ekim devrimi öncesi Rusya'da merkezî bir sağlık sistemi bulunmuyordu. Yaşam beklentisi çok düşüktü, bulaşıcı hastalıklar başta olmak üzere önlenebilir hastalıklar kol geziyordu. Devrimin ilk Sağlık Bakanı Nikolay Semaşko, Bolşeviklerin programıyla uyumlu şekilde sağlık organizasyonunda devrim niteliğinde değişikliklere gitti. Tüm vatandaşları kapsayan, ücretsiz ve ülkenin en ücra köşelerine dahi ulaşan bölgesel tabanlı ve basamaklı bir sağlık sistemi kurdu. Bu sağlık sistemi, vatandaşın başvurusunu beklemeden yaşam ve çalışma alanları ile iç içe olacak şekilde kurgulandı. Önceliği vatandaşların hasta olmasını önlemekti. Vatandaşlar, basamaklandırmanın bir gereği olarak yaşadığı ve çalıştığı yerdeki sağlık birimiyle irtibat halinde olmak zorundaydı. Bu birimler kişileri yalnız hastayken değil, sağlıklıyken de hasta olmaması için düzenli aralıklarla izlerdi. Bu sağlık birimleri gerekli görürse bir üst basamaktan yardım talep edebilir veya hastayı en yakın ilçe veya il merkezindeki sağlık birimine yönlendirebilirdi. Ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulan Sağlık Ocakları'yla birlikte sağlık hizmetlerinde basamaklı bir sisteme geçilmiştir. Sağlık Ocakları koruyucu ve tedavi edici hizmetlerin beraber sunulması, koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi, sistemin bölgesel ve nüfus tabanlı olması, basamaklı bir sağlık sistemi içinde kurgulanması nedeniyle sağ iktidarların hep hedefinde olmuştu. Zamanla zayıflatılan Sağlık Ocakları'na “incir ağacını diken” AKP iktidarı oldu. Sağlıkta piyasalaştırmayı, sağlık emekçilerini örgütsüzleştirmeyi hedefleyen Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın ilk icraatlerinden biri Sağlık Ocakları'nı kapatıp ASM – Aile Hekimliği sistemine geçmekti. Sağlık ekipleri dağıtıldı, çalışanlar sözleşmeli statüye geçirildi, bölgesel ve ilk basamak niteliği kaldırıldı, poliklinik hizmetleri odaklı bir çalışma düzeni dayatıldı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve emekten yana sendikalar ücretsiz, nitelikli ve ulaşılabilir bir sağlık hizmeti için birinci basamak sağlık merkezlerinin hem sağlık çalışanları (yalnızca doktorlar değil) hem tıbbi malzeme hem de yetki anlamında güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Oysa Kasım 2024'te çıkarılan yönetmelikle ASM'ler, bırakalım güçlendirilmeyi daha da zayıflatılıyor. Sağlık çalışanlarının ücretleri düşürülüyor, performans sistemi getiriliyor, vatandaşların ödemesi gereken muayene ve ilaç ücretleri arttırılıyor.
“Esad rejimi”nin devrilmesinin “Soğuk Savaş”tan bu yana var olan jeopolitik düzenin parçalanmasında yeni bir aşamaya işaret ettiği konusunda neredeyse herkes hemfikir. Aslında bu jeopolitik düzen “Osmanlı İmpara-torluğu”nun tasfiyesinin ardından dönemin emperyalist güçler tarafından yapay bir şekilde oluşturulan temeller üzerinde inşa edilmişti. “İkinci Dünya Savaşı”ndan sonra ortaya çıkan “Soğuk Savaş”ın tarafları arasındaki büyük güç mücadelesiyse bu jeopolitik- jeostratejik alan üzerinde hakimiyet kurmakla ilgiliydi. Keza İsrail'in kullanışlı bir aygıt olarak kuruluşu da bu bağlam içerisinde gerçekleştirilmişti.
Aylık enflasyon yüksek seviyede gelmeye devam ediyor. Görünüm yazın dahi bozulmamışken kış aylarında iyileşme beklemek normal değildi zaten. Keza 2025'in ilk yarısında baz etkisi lehte rol oynayabilir. 2025 yazında ise temkinli iyimserlik beklenebilir.
Çalışma şartları ve ücretler, patronlarla işçiler arasında her daim başlıca mücadele konuları olmuştur. Patronlar kârlarına kâr katmak için ücretleri baskılamaya çalışırken, işçilerin çalışma şartlarını iyileştirmeyi yalnızca bir gider kalemi olarak görür. İşçiler için ücret yaşam şartlarını belirleyen en önemli unsurken; çalışma şartları çalışırken ölmemenin, sakatlanmamanın ve hastalanmamanın teminatıdır. Ancak ne ücret düzeyi ne de çalışma şartları, yalnızca işçileri ilgilendiren meselelerdir. Bunlar, halk sağlığının da meselesidir. Piyasa koşullarında asgari ücret, asgari ücretten fazla alan çalışanların ücretleri üzerinde çok önemli bir belirleyendir. Tüm ücretler, asgari ücrete yaklaşma eğilimindedir. Bir kişi beslenme, barınma, sosyalleşme gibi ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli bir ücrete ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçların ne ölçüde karşılandığı, doğrudan kişinin sağlıklı olup olmamasını belirler. Yeterli beslenemeyen, kötü konutlarda barınmak zorunda kalan, yalnızca evden işe işten eve giden bir kişi, doktor hastalık tanısı koymadı diye sağlıklı kabul edilemez. Dolayısıyla çalışanların büyük çoğunluğunun asgari ücret ve ona yakın bir ücret aldığı Türkiye'de asgari ücret açlık sınırı düzeyinde hatta bunun altında belirlendiyse, Türkiye toplumunun sağlık düzeyinin kötü etkileneceği baştan bellidir. Bu bakış açısıyla baktığımızda sorun, her bir çalışanın kendi sorunu olmaktan çıkar, toplumsallaşmış olur. Keza aynı mantığı çalışma şartları için de yürütebiliriz. Peki, işçilerin ve emekçilerin ücret düzeyinde ve çalışma şartlarında iyileştirme nasıl sağlanır? Kanunların kendi başına sağlamadığı açık. Devlet, patronların temsilciliğine soyunup haklarını isteyen işçilere barikat kuruyor. Patrona kanunda yazılı hakları dahi uygulatmıyor. O hâlde doğru cevap patronları caydıracak bir şey olmalı. Onun adı da örgütlenmektir. Yakın zaman önce asgari ücret düzeyinde ücret alan ve kötü çalışma koşullarında çalışan Polonez Et fabrikası işçileri, “böyle gelmiş ama böyle gitmez” diyerek haklarını almak için Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş sendikasında örgütlendiler. Patronun cevabı ise anayasada yazan haklarını kullanan 146 işçiyi işten atmak oldu. Attığı işçilerin yerlerine de üretimi devam ettirebilmek ve sendikalaşmayı engellemek için işi bilmeyen, hijyen eğitimi almamış taşeron işçileri aldı. Ürettiği gıdaları ise resmî olarak bildirmediği depolarda sakladığı işçilerce tespit edildi. Hem üretim hattında hijyenik olmayan üretim yapıldığının hem de depolamanın uygun olmadığının denetlenip tespit edilmesi için Tekgıda-İş şikâyette bulundu. Peki denetimden sorumlu kimdi? Esasında kanun her türlü sorumluluğu patrona veriyor. Peki patronu kim denetleyecek? Kanun, Çalışma Bakanlığı diyor. Peki, işçilerin hijyen eğitimini kim vermekle yükümlü? Millî Eğitim Bakanlığı. Peki belediyelerin bir yetkisi var mı? Eh, çevre sağlığı anlamında olabilir deniyor. Ha bir de Tarım Bakanlığı var. Onu da atlamayalım denetlemesi gerekenler arasında. Bunca denetleyici mercii var, var olmasına ama denetim mekanizması çalıştırılmıyor. Polonez işçileri aylardır direniyor, mücadele ediyor. Ama yalnızca kendileri için mücadele etmiyorlar. Kendileriyle benzer kötü şartlarda çalışan işçilerin örgütlenmelerine örnek olacak bir mücadele sergiliyorlar. Ama yaptıkları bununla da sınırlı değil. Kanunlarda yazan ama pratikte uygulanmayan anayasal hakların ve halk sağlığı tedbirlerinin uygulanması için de mücadele ediyorlar. Hem hijyen şartlarını sağlama çabalarıyla halk sağlığına katkıda bulunurken hem de sendikalı olup genel ücret düzeyini yükseltme ve çalışma şartlarını iyileştirme çabalarıyla halk sağlığına dolaylı katkı sunmuş oluyorlar. Basın açıklamasında söylediğimiz gibi: Polonez işçileri kazanırsa Halk Sağlığı da kazanacaktır.
İsmail Heniyye'nin İran'ın başkenti Tahran'da şüpheli bir suikasta kurban gitmesinin ardından, İslâmî Direniş Hareketi (Hamas) liderliğine Yahyâ Sinvâr getirildi. Hamas'ı yakından ve içeriden takip edenler için, bu görevlendirme sürpriz değildi şüphesiz. Son birkaç yıldır teşkilât içindeki ağırlığını giderek artıran Sinvâr, Aksâ Tufanı'ndan sonra kitlelere de mal olmaya başlamış bir isim. Dolayısıyla, Sinvâr'ın seçilmesi, Hamas açısından bir tür mecburi istikamet sayılabilir. “Arap Baharı” adı verilen bölgesel türbülânsın oluşturduğu yeni atmosfer ve bilhassa 2013'te Mısır'da gerçekleştirilen askerî darbenin ardından, Hamas içinde bir ayrışma giderek bariz hale gelmişti. İç politik kaygılarla “Siyasal İslâm'la mücadele” konseptini uygulamaya koyan bazı bölge ülkelerinin Hamas'ı “terörist organizasyon” olarak değerlendirmesi nedeniyle, teşkilât saflarında merhum İsmail Heniyye ile birlikte Yahyâ Sinvâr'ın da dâhil olduğu bir kamp, İran'la yakınlaşmaya başladı. Bazı Arap devletlerinin açık düşmanlığına karşın İran'ın Hamas'a sağladığı destek, bu yakınlığın ana gerekçesini oluşturuyordu. Hâlid Meşal'in içinde bulunduğu diğer kamp ise, Türkiye- Katar eksenine yakın duruyor, hareketin istikbali açısından, Hamas'ın bölge ülkeleriyle ilişkilerinde denge politikası gütmenin daha mantıklı olacağını savunuyordu. Hem söz konusu Arap devletlerinin gittikçe artan düşmanlığı hem de 7 Ekim'den bu yana İsrail'in Gazze'de uyguladığı soykırımın korkunç boyutlara ulaşması, İran-Hamas ilişkilerini “stratejik ortaklık” seviyesine yükseltti. Nihayet Yahyâ Sinvâr'ın liderliğe seçilmesi, bu durumun somut bir kanıtı olarak karşımızda duruyor. İran mahfillerinin Hâlid Meşal'in yeniden Hamas liderliğini üstlenmemesi için yoğun şekilde kulis yaptığı, Meşal'in de baskılardan dolayı epey bunaldığı biliniyor. Mevcut atmosferde, Hamas içinde İran'ın desteklediği bir adayın kazanması gayet anlaşılır. Zira Gazze'de yaşanan fiilî durum, “Şimdiye kadar diplomasi ve müzakere kanalları kullanıldı da ne oldu? İnceldiği yerden kopsun!” düşüncesini benimseyen insanların çoğalmasına yol açtı. Keza şu yorum da epey taraftar buluyor: “Arap ve Müslüman kardeşleri, Hamas'ı yeterince desteklemiyor. Hatta birçoğu itiyor, öteki haline getiriyor ve düşmanlaştırıyor. Hamas'a İran'dan başka gidecek kapı bırakmadılar!” Meselenin “konjonktürel mecburiyetler” kısmını bir yana bırakırsak, İran-Hamas yakınlaşması, teşkilâtın geleceğiyle alakalı bazı durumların konuşulmasını gerektiriyor. Şu üç noktanın anlaşılması, özellikle çok mühim:
ABD Temsilciler Meclisi'ndeki “Demokratlar”ın neredeyse yarıya yakınını teşkil eden “İlerici- Sol” kanadında Biden Yönetimi'nin İsrail'e koşulsuz desteğine muhalefet devam ediyor. “Genç Demokratlar” arasında Filistin'e destek ise giderek artıyor. Daha önce “ateşkes” kelimesini telaffuz etmekten bile şiddetle kaçınan Biden Yönetimi'nin ateşkes için sözde girişimlerde bulunmasını tabandan gelen baskının bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Ancak Biden'ın girişimleri Netanyahu'nun soykırım savaşında duraksamaya yol açmıyor. Netanyahu Amerikan bombalarıyla öldürmeye devam ediyor. İsrail Mayıs ayı sonlarında Refah'ta, Kuzey Gazze'den kaçan sivillerin yaşadığı çadır kampı vurmuştu. Keza İsrail Ordusu Çarşamba'yı Perşembe'ye bağlayan saatlerde “BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı”na (UNRWA) ait bir okulu vurarak, aralarında çocukların da yer aldığı kırktan fazla Filistinli'yi daha katletti. Her iki saldırıda kullanılan mühimmatlar ABD yapımı “GBU-39” bombalarıydı. “Genç Demokratlar” Biden Yönetimi'nin İsrail'i ateşkese zorlayacak önlemlerden kaçınmasına fena halde içerliyorlar. Senato ve Temsilciler Meclisi'ndeki Demokrat liderlik takımının Cumhuriyetçilerle el ele vererek “Soykırımcı Netanyahu”yu Kongre ortak oturumunda konuşma yapması için davet etmesi “İlericiler Grubu”nu daha da öfkelendirdi. Perşembe günü yapılan duyuruda Netanyahu'nun 24 Temmuz'da Kongre'de konuşacağı belirtiliyordu. Biden Yönetimi'nin İsrail'e verdiği koşulsuz desteğe Demokratlar'ın çantada keklik olarak gördükleri “Siyahî Amerikalılar” da tepki gösteriyorlar. “Genç Siyahîler”de tepkiler çok daha yüksek. 2020'de Siyahîler'in yüzde 90'dan fazlası Demokratlar'a oy verdi. Donald Trump'ın Siyahîler arasındaki desteğini artırdığına yönelik anketler Demokratlar'ı kaygılandırıyor. Yine anketlere bakılacak olur ise New York'ta görülen “sus payı” davasında jüri tarafından suçlu bulunması bile Trump'a verilen seçmen desteğini Demokratlar'ın umduğu ölçüde azaltmadı. Biden'ın seçilmesi seçmen katılımının artmasına bağlı. Katılımının artmasında en fazla rol oynayanlarsa Siyahî Amerikalı örgütler ve “Genç Demokratlar”. Bu unsurlara bazı kritik eyaletlerdeki “Arap-Amerikalılar”ı da eklemek gerekiyor. Demokratlar'ın ön seçimlerinde 500 bin civarında seçmen, aday adayları listesinde “boş oy” kullanarak Biden'ı protesto etti. Diğer yandan “Biden'ı bırak(Abandon Biden)” hareketinin yükselişi Demokratlar'ı bir hayli korkutuyor. “Biden'ı bırak” hareketi tarafından Perşembe günü yapılan açıklamada Biden'ın Gazze'ye ilişkin söylemlerinin diplomasi tiyatrosunu andırdığı, katliam devam ederken suçu başkasına atmanın çelişkilerle bezeli bir grotesk gösterisi olduğu ve İsrail'in ölüm makinesinin Biden'ın politikalarıyla beslendiği belirtiliyordu. “Abandon Biden” hareketinin söylemi İsrail'i durduracak politikalardan kaçındığı için Biden'a oy vermeyi tamamen reddetmeye dönüştü.
Terör örgütü PKK ile yatakçısı ABD'nin Suriye'de kurguladığı 11 Haziran ‘seçimlerini', Tel Aviv, Gazze soykırımından ‘sıyrılırsa', İran ve Türkiye'yi “yaşam alanından” uzak tutma planı/ihtarı olarak değerlendirebilirsiniz… Ermenistan'da Paşinyan'a yönelik muhalefete Kilise'nin de katılmasını, yeni Doğu-Batı sınırının daha genişlemesini önlemek adına Hazar operasyonu sayabilirsiniz… Keza Gürcistan'da, Gürcüceyi bile doğru dürüst konuşamayan Cumhurbaşkanı'nın, “Etki Ajanları Yasası”nı referanduma götürerek ülkeyi kadife ayaklanma havuzuna itekleme aklını, Karadeniz denklemleri, Ukrayna Savaşı'nda Rusya'yı meşgul etme ve dahi aynı Hazar haritasının diğer taktik paftası kabul edebilirsiniz… İran'da, Cumhurbaşkanı Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan'ın hayatını yitirmesi ile ortaya çıkan boşluğun yerine, bölge politikalarında Tahran'a yeni bir iktidarla seçenek geliştirme potansiyeli sunulduğunu akla getirebilirsiniz… *** 24 yıl aradan sonra gerçekleşen Berlin-Paris buluşmasını, Rusya'nın üzerine yürümek vitrini ardında, Biden sonrası olası Trump dönemi kâbusu kabul edebilirsiniz… Keza, 6-9 Haziran'da yapılacak, 450 milyon insanın oy kullanacağı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde kıta ülkelerinin başı kesik tavuklar gibi birbirlerine nasıl çarpıp sersemlediklerini de, “aşırı sağ” korkular yüzünden elde gram kalmış demokrasilerini nasıl ezip geçtiklerini de alametler dökümüne ekleyebilirsiniz. Çünkü AP'de ‘menfaat', bir tür ‘Ponzi' tezgâhıdır… *** Yunanistan'ın bir yandan Ankara'ya buseler gönderip, öte yandan Ege krizini canlı tutup, ‘Türkiye'yi ilgilendirmez' demesini, Irak ve Suriye'de TSK'nın dikkatini dağıtma olarak akılda tutabilirsiniz. Cumhurbaşkanı'nın EFES-24'ten Suriye'ye çektiği çizgi odur… Türkiye'nin, aynı konuşma metni içinde, İsrail'le birlikte ABD'yi eli kanlı ilan edip, hem de AB, İslam İşbirliği Teşkilatı, NATO'yu toptan aynı kan banyosunun vurdumduymazları ilan etmesini, “alayınıza rest” saymak isteyebilirsiniz…
Üçlü takvim kurmuştuk; Perşembe başlayan Rusya (Putin)-Çin (Xi) zirvesi, Kazan'da yapılacak BRICS zirvesi ve ABD Başkanlık seçimleri… Dünyada her gün sürüyle olay yaşanıyor. Bir kısmı stratejik bir kısmı konvansiyonel etkilerle gerçekleşiyor. Örneğin, Fransız Kolonisi Yeni Kaledonya'da yaşanan dalgalanmalar bir sebep-sonuç ilişkisi içerdiğinden, Afrika'da Fransa'nın varlığının rendelendiği dönemle senkron gösterdiğinden, yüzölçümü küçük olsa da jeopolitiği büyük olaydır. (Öyle ki, Paris basını içinde gelişmeleri Türk ve Azerbaycan istihbaratına bağlayanlar var!) Keza, Nijerya'da ABD ve Rus askerlerinin bir askeri üste ‘yüz-yüze' kalmaları da öyle. Yapı-bozum dönemlerinde şaşırtıcı olayların tekdüze sayılmaları olağan. Ancak önemlerini azaltmıyor… Yukarıdaki üçlünün sonuçları, önümüzdeki en az dört-altı yılın nasıl bir küresel form şekillendireceğinin işaretlerini verecek. Hatta bir ‘kılavuz' bile ortaya çıkarabilir… FİNAL YOK, ÇOK VE UZUN SAVAŞLAR VAR… Benzer şekilde, Ukrayna'da Rusya için avantajlı saha pozisyonu gelişirken Savunma Bakanı'nın yerine askeri değil ekonomik alanda temayüz etmiş bir siyasinin getirilmesi de öyle. (Ukrayna savaş stratejisi bundan sonra Rus Genelkurmayı/Gerasimov tarafından yönetilecek demektir ve ülkenin rol dağılımı hakkında da fikir verir.) Yanılmıyorsam şimdiye kadar sadece iki ülke, Rusya ve İngiltere “savaş ekonomisine” geçtiklerini duyurdu. Çoğu yorumcuya/analizciye göre anlamı, ‘daha büyük bir savaş'ın yaklaşmakta olduğu…
Filistin Devlet Başkanı Mahmûd Abbas, geçtiğimiz cumartesi günü -28 Nisan- Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu Özel Toplantısı sırasında yaptığı açıklamayla gündeme oturdu. Oturduğu yerden söz alan Abbas, şunları söyledi: “Siyasî görüşleri ve eğilimleri ne olursa olsun, İsrail'in sivillere yönelik saldırılarını kesin bir dille kınıyoruz. Her şeyden önce savaşın durmasını, ikinci olarak da insanî yardımlara izin verilmesini istiyoruz. Ayrıca Filistinlilerin vatanlarının dışına tehcir edilmesini de asla onaylamıyoruz. 1948 ve 1967 tecrübelerinin tekrarlanmasını istemiyoruz. Netice olarak, siyasî bir çözüm çerçevesinde Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Kudüs bağımsız bir Filistin devletinin çatısı altında toplanmalıdır. 7 Ekim'den bugüne de hep aynı şeyleri söyledik. İsrail, Hamas'tan intikam aldığını iddia etmesine rağmen, aslında Filistin halkından intikam almaktadır. Gazze halkı şu anda Refah'ta toplanmış ve sıkışmış durumda. Oraya herhangi bir saldırı yapılması halinde, Filistin tarihinin en büyük katliamı gerçekleşmiş olacaktır. ABD'den, bu ihtimali tamamen engellemesini ve İsrail'i durdurmasını bekliyoruz. Bunu sadece ABD yapabilir. Dünya ülkelerinden beklentimiz, Filistin'in tam üye olarak BM'ye kabul edilmesidir. Dünya İsrail'in bağımsızlığını tanıdı, ama Filistin'i tanımadı. Filistin tanınırsa, sonrasında İsrail'le müzakerelere başlayabiliriz, sınırları vs. konuşabiliriz. İsrail'in tam bir güvenlik içinde yaşama hakkı vardır ve bunu sağlamak bizim vazifemizdir. Filistinliler olarak da bizim kendi kaderimizi tayin etme ve bağımsız bir devlet kurma hakkımız vardır. İsrail'in, Gazze'deki işini bitirdikten sonra yönünü Batı Şeria'ya çevirerek, Filistinlileri Ürdün tarafına doğru tehcir etmeye girişeceğinden endişeliyiz.” Dikkatli nazarlar, Mahmûd Abbas'ın epey klişe ifadelerle dolu konuşmasının içinden, özellikle iki vurguyu hemen seçip kenara ayırmıştır: -Siyasî bir çözüm çerçevesinde, müzakereler yoluyla, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması… -İsrail'in tam bir güvenlik içinde yaşama hakkına sahip olması ve Filistin yönetiminin bunu sağlama vazifesini üstlenmesi… Bu iki nokta, hem Abbas'ın politik çizgisi hem de söz konusu cümlelerin sarf edildiği başkente hâkim olan duruş sebebiyle, oldukça anlaşılır. Fetih Hareketi ve onun da içinde yer aldığı Filistin Kurtuluş Örgütü çatısı zaten siyasî çözüm ve müzakereyi öne çıkarmasıyla maruf. İsrail'in güvenliği konusu ise, Filistin kamuoyundan gelen bütün itirazlara ve öfke patlamalarına rağmen, Abbas yönetiminin uzun yıllardır üzerine adeta titrediği bir mesele. Aksâ Tufanı'ndan hemen sonra, Râmallah sokaklarına protesto gösterileri için inen kalabalıklara Filistin güvenlik güçlerinin sergilediği vahşi müdahale, bugün hâlâ hafızalardaki tazeliğini koruyor. Keza, Batı Şeria'nın bütün şehirlerinde İsrail istihbaratı ve işgal askerleri, diledikleri noktaya baskın yapıyor, insanları evlerinde ve dükkânlarında taciz ediyor, her türlü fiilî saldırı sürekli gerçekleşiyor. Yahudi yerleşimcilerin, İsrailli askerlerin gözetimi ve himayesi altında sürdürdüğü saldırılar da cabası.
Bir, Bağdat'da yaşananlar ve Irak'ın kuzeyinde yaşanacaklar, yeni küresel jeopolitiğin Türkiye'ye sunduğu riskler ve fırsatlar manzumesinde ilk hayata geçecek öge gibi duruyor… İki, yıllar içinde uzun uzun anlatıldığında intibak edemeyen görsel akıllar, belki kontrastlar üzerinden anlayabilirler; Cumhurbaşkanı Bağdat'ta artık eskisi gibi olmayacak Ortadoğu'nun imzalarını atarken, Almanya Cumhurbaşkanı Erdoğan dönene kadar ‘döner keserek' bekliyordu… Üç, On yıllardır ABD/İngiltere/İsrail'in zulmü altında inleyen bölgenin, milyonlarca vatandaşını kaybetmiş, hâlâ da bölünme tehlikesi yaşayan ülkesi Irak'ta çıkış ışıklarından biri yanarken, ‘kandiller' sönüyor… Dört, En dikkat çekici olan-ki, ‘fırsatlar ve riskler' derken, Irak'ta fırsatı değerlendiriyoruz değil, fırsatı iyi yönetmeye soyunuyoruz, aksi halde riskler bekliyor anlamındadır-‘onların sessizliğidir'! ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail hatta Rusya'nın sessizliğini şu aşamada “kabullenme” sayabiliriz ama “sindirme” değildir! Beş, Irak maalesef, hâlâ ABD'nin, işgal demeyelim, etkisi altında bir ülkedir. “Koalisyon artık gitsin” diyen Bağdat, diğer üyeleri gönderebilmiş ama Amerikan varlığının çözümünü yine zamana bırakmıştır… Altı, Keza ülkede Tahran'ın nüfuzundan bahsederken de dolgunluğu, eti-butu konusunda eksiksiz tarifimiz, “haa, demek öyle” diyeceğimiz idrakimiz yok… Yedi, son iki maddeyi saymamızın nedeni, dördüncü maddedeki sessizliği kulak kabartarak, göz kırpmadan takip gerektiğinin ikazıdır!..
Türkiye tarihten 4,5 yıl önce yaşanan ve kamerada gözüken kişilerce veya kişi tarafından kayda alınan ve günümüzde servis edilen ve bankalardan geldiği anlaşılan balya balya Türk Lirası ve Euro paraların bozulup sayıldığı arka planda ise lastiklere sarılarak paylaşıldığı skandal görüntüleri konuşuyor. Panikleyen muhalefete medyasına göre CHP İstanbul İl Başkanlığı videodaki paraların bağış yoluyla elde edildiğini, partinin il başkanlığı binasının alımı için kullanıldığını öne sürdü. CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik ise İmamoğlu'nun kasası Fatih Keleş'in balyalarca para sayma görüntülerini savunurken kayıt dışı parayı itiraf etti. Banka yoluyla değil de elden makbuz karşılığı bağış yapmak isteyen iş insanları olabiliyor." diyen Çelik, 15.5 milyon liranın CHP İl Başkanlığı binası için verilen kapora olduğunu savundu. Bu önemli konunun arka planını en iyi şekilde anlatan Ak Parti Milletvekili gazeteci yazar siyaset bilimci sosyoloji doktoru ve işletmeci Hulki Cevizoğlu ile CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun eski avukatı Mustafa Kemal Çiçek'in önemli analizleri ile bina alımı ile kamerada deste deste sayılan paraların ayrı olaylar olduğunu asıl amacın bu olayda üst düzey bir CHP'linin karıştığı kara para olayının üstünü örtme amacı taşıdığı iddiası önemli sanırım! HULKİ CEVİZOĞLU'NUN PARA SAYMA GÖRÜNTÜLERİ ÜZERİNDEN YAPTIĞI ÖNEMLİ ANALİZ Hulki Cevizoğlu skandal ekran analizlerine baktıkça paraların pay edilme görüntüsü veya havası var. Paralar balya balya bankadan gelmiş. Ekranın önündeki kişilerin balyaları bozduğu arkanda plandaki kişilerin ise ayrıştırılmış balyalardaki paraları sayarak lastiklerle sarılıyor. Diğer bir kişi ise paraları lastikle saran kişiye cebinden çıkardığı bir not kağıdı veriyor. Bu not kağıdında Kime ne kadar para verileceğinin listesi mi veriliyor? Böyle bir alışverişte CHP'nin il binası alındı satıldı deniyorsa İmamoğlu'nun danışmanı ile Belediyenin danışmanının bu kaparo işinde ne işi var. CHP'Genel Merkezinin sorumlu olduğu bir işte neden CHP'nin avukatları yok. Yasalar gereği 15milyon 500 bin lira elden taşınabilir mi? İmamoğlu'nun da itiraf ettiği gibi bu para sayma içinde İmamoğlu'nun siyasi arkadaşları ne arıyor? Bankadan gelen paraların neden sayıldığı bile bu paraların bina satışı ile ilgili olmadığının açık kanıtı gibi sanki! Bu konuda başka dedikodular da var. İmamoğlu'nun bireysel kendi tanıtımı ve reklamı için 4 trilyona yakın para harcadığı yazıldı çizildi. Cevizoğlu 03 ve 01 numaralı kameralarda içeride para sayımı yapan kişiler arasında bir kavga olduğunu para için birbirlerini hançerlediklerini de iddia ediyor. Bu kavgadan dolayı bu görüntülerin sızdırıldığını düşünüyor. HER YOL İMAMOĞLU'NA ÇIKIYOR! CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun 10 yıllık avukatı Mustafa Kemal Çiçek ise şunları söyledi: "Peçetelere imzalar atılarak kıymetli menkullerin teslimine ilişkin ciddiyetsiz bir belge var karşımızda bu belgeyi Anayasa Mahkemesi'ne kabul ettirmeniz dahi mümkün değil. Yani bunun bir bağlı olduğu protokol, kayıt hiçbir şey yok. Keza bu belgenin tesis edildiği bir ortamda genel merkezin yetkililerin, avukatlarının olması gerekir. Çünkü İl başkanlığının bir salahiyeti yoktur. İl Başkanlığının bir yetkisi yoktur. Tüzel kişiliği yoktur. Siyasi partiler yasası açıktır. Muvafakat onay, icazet olmadan işlem dahi tesis edemezler. Zaten Genel Merkez olarak satış miktarını göndermişiz. Burada genel merkezin işlemi bitmiş. Ama sonrasında il yönetiminden birkaç isim, bu avukatlar başka bir faaliyetin içerisinde zaten benim için müphem olan noktalar, anlayamadığım nasıl teşhis edildiğini bilemediğim noktalardan bunlardan ibaret. AVUKAT ÇİÇEK CHP İSTANBUL İL BAŞKANLIĞINA ALINAN YER İMAMOĞLU'NA YAKIN GÜLLÜ İNŞATTAN ALINMIŞ
Pek çok konuda dedikodu kabilinden söylentilerin gerçek bilginin yerini aldığı ve milyonların ağzında sakıza dönüştüğü ülkemizde, Hamas'la alakalı şöyle bir iddianın dile getirildiğine şahit oluyoruz: “Hamas'ı İsrail kurdu”. İddia sahipleri, 1980'lerin Filistin'ine dair zihinlerinde kurguladıkları senaryoyu sahneye sürüyor: “İsrail, Yâser Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nü (FKÖ) zayıflatmak için, radikal Filistinli gençlerden bir grup oluşturdu. İsrail istihbaratının desteğiyle ve yönlendirmesiyle FKÖ hedeflerine saldıran bu gençler, daha sonra Hamas'ı meydana getirdi.” Laf burada kalmıyor elbette, günümüze de intikal ediyor: “İsrail'in Hamas'a yönelik saldırıları, tamamen bilinçli bir stratejinin parçasıdır. Hamas, İsrail'in Filistin halkını yok etmek için hazırladığı bir mizansendir.” Hatta bazı yorumcular, hızlarını alamayarak şu noktaya sürükleniyor: “Siyasal İslâmcılar, İsrail'in tuzağına düştü!” Buna benzer değerlendirmeler, daha eski tarihlerde Müslüman Kardeşler Teşkilâtı (İhvân) için de yapılmıştı. Bugün bile İhvân'ı İngilizlerin kurduğunu ve palazlandırdığını, İhvân'ın on yıllar boyunca Londra'dan yönetildiğini ve İhvân mensuplarının İngilizlere çalıştığını ciddiyetle savunan insanlara rastlamak mümkün. Keza, “Arap Baharı” adı verilen bölgesel türbülansı sadece ve sadece “Batılıların Müslümanlara kurduğu tuzak” şeklinde okuyanlar da çoktur: Planlar yıllar önce hazırlanmış, sonra gerekli şartlar oluşturulmuş ve zamanı gelince “düğmeye” basılmıştır. Evet, o esrarengiz “düğme” kelimesi bu tür değerlendirmelerde kilit konumdadır. Ve ne hikmetse, düğme hep bizim sırtımızdadır, düğmeye basanlar da hep Batılılardır ve “dış mihrak”lardır. Müslümanların bastığı tek bir “düğme”den söz edilmez. Ezkaza Müslümanlar bir düğmeye basacak olsa, buna -tabii ki kendi planlarının gerçekleşmesi için- müsaade edenler de yine Batılılardır… Bu tür masa başı ezbere analizler, şu üç sebeple bizi vahim yanılgılara ve algı çarpılmalarına sürükler: 1. Bir şeyi yabancıların yapması ve kurgulamasıyla, zaten var olan hareketlilik ve potansiyellerin “dış mihraklar” tarafından istismar edilerek rotasından saptırılması / saptırılmaya çalışılması, tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar birbirine karıştırılırsa, Müslümanların düşmanlarına olağanüstü güçler ve insanüstü yetenekler atfetmek hatasına düşülür. İsrail istihbaratı mesela, adeta “her şeye kâdir” ve “her attığını hatasız vuran usta bir avcı” biçiminde akıllara yerleşir. Kimse Mossad'ın fiyaskolarından ve istihbarat zafiyetlerinden söz etmez olur. 2. Böyle kaba genellemeler, yerel dengeleri göz ardı ettiği ve hadiseleri şekillendiren sebep-sonuç zincirini parçaladığı için, meselelerin doğru biçimde anlaşılmasını imkânsızlaştırır. Örneğin Arap Baharı'nı sadece “dış etkiler” üzerinden okursanız, insanları öfkelendirip sokaklara döken iç sebepleri ıskalamış, diktatör rejimleri de aklamış olursunuz. Böylece, şu kritik kural saf dışı kalır: Hiçbir dış mihrak, iç sebepler olmadan, yazdığı senaryoyu sahneleyemez. 3. En önemlisi: Bu türden yorumlar, İslâm dünyasını, gelen-geçen herkesin istediği gibi at koşturduğu ve mensuplarının sürekli “dış mihraklar”dan gol yediği bir coğrafya olarak; Müslümanları da devamlı ezilen, kandırılan, tokatlanan ve oyun dışına itilen ahmaklar sürüsü şeklinde tanımlar. Oysa Batılılar veya “dış güçler” tasvir edildiği biçimde “mükemmel” senaristler olmadığı gibi, Müslümanların eli de tümüyle armut toplamıyor. Ayrıca her oyun ve senaryonun sahnelenişi sırasında sayısız sürpriz yaşanıyor, gidişat hiçbir zaman başta kurgulandığı biçimde ilerlemiyor.
Suriye-Ürdün-Irak sınırının köşebendinde yer alan Tanf'daki ABD üssünün vurulması ile İran'ın, Irak-Suriye-Pakistan'a gönderdiği füzeler, daha ileri giderek, Türkiye'ye yönelik terör saldırılarının bağlantısı var mı? İlk bakışta kesin bir rabıta/ilinti kurmak müşkül gelebilir. Bu gelişmeler ayrı katmanlara, daha doğrusu ayrı ‘katlara' denk düşüyor ama aynı apartmandan, aynı adresten bahsediyoruz… Keza, üçlü füze saldırılarında İran'ın taşeronsuz ilk kez ortaya çıkması ile ilk kez ABD'li askerlerin öldürülmesi arasında şeklî bağ kadar nitelik alakası da mevcut… Biri yerel, diğeri bölgesel dengeler üzerinden gelişiyor ama açık biçimde hepsi Ortadoğu güç mücadelesinin ana parçaları… Mesela, Tanf vakası ABD Başkanlık seçimlerinin zamanlamasına nasıl denk düşürüyorsa, terör saldırıları ve füzeler de Irak'ın kuzeyinde gerçekleşecek-gerçekleşirse tabi-seçimlere denk düşüyor… Ya da nasıl İsrail-Gazze trajedisinin bölgeye yansımaları konjonktüründe, Tanf saldırısının çıktılarından biri ABD'nin İran'ı vurması beklentisiyse, Türkiye'nin PKK/YPG/Bafel Talabani üzerinden İran ve ABD'yi dövmesi de benzerini oluşturuyor… Katları, daireleri hatta odaları bilmemiz şart. Ama adresleri karıştırmadan. (Girizgâhı şuradaydı; ‘İran üçlü saldırısının gerçekleri', 20/01.)
A conversation with my little sister about friendship from her perspective. She touches on seasonal friendships, how she handles conflicts in friendship, and so on.
Geçen ay köşe yazımızda TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez Konseyi'ne kayyım atanmasını protesto etmiş ve TTB'ye destek vermiştik. TTB, bir doktor örgütü olarak kurulmuş olsa da sağlığı işçilerin ve emekçi halkın çıkarına yorumlamış işçi sınıfı müttefiki bir meslek örgütüdür. TTB'ye göre sağlıklı olmanın koşulu yalnızca sağlık merkezine gidip muayene olduktan sonra ilaç alabilmek değil, aynı zamanda kötü şartlarda yaşamamak ve çalışmamaktır. MESS gündemi, yalnızca metal işçilerinin değil Türkiye'de çalışan işçi ve emekçilerin tamamını ilgilendiren, pek çok başka hakların yanında yaşama ve çalışma şartlarının iyileştirilmesi yönünde çok önemli yeri olan bir mücadele gündemidir. Memlekette gündem yoğun. Ancak çoğu yapay gündem. Bir de memleketin gerçek gündemleri var. Örneğin 2024'ün asgari ücret tespit gündemi böyle gerçek bir gündemdi. İktidar, patron sendikası ve Türk-İş yönetimini yanına alarak işçiye sefalet ücretini dayattı. Şimdi ise önümüzdeki gerçek gündem MESS gündemidir. Sanayi işçilerinin sınıf mücadelesi içindeki stratejik önemi kapitalizmin başından beridir devam etmektedir. Türkiye için de bu tahlil aynen geçerlidir. Tarihî dönüm noktası hiç kuşkusuz Kavel grevidir. Grev hakkının yasak olduğu dönemde grev hakkını 1963 yılında yaptıkları grevle kazanan işçiler bir metal fabrikası olan Kavel'de çalışan işçilerdi. 12 Eylül darbesine kadar, işçi sınıfının ayakta olduğu yıllarda sanayi işçilerinin, özel olarak da metal işçilerinin yeri çok önemli olmuştur. Keza yakın tarihimizden, “metal fırtına” olarak bilinen 2015 yılında gerçekleşen büyük fiilî metal grevleri örnek verilebilir. MESS ile yapılan görüşmeler tıkanınca metal işçileri greve çıkmış, grev dalga dalga fabrikalara yayılarak işgallere evrilmişti. İşçiler; patronları ve patron yalakası sendikacıları fabrikalarından kovmuştu. Esas önemli nokta: Tüm bu eylemler süresince memleketin gündemi işçinin gündemi olmuş, sadece metal işçilerinin değil tüm işçilerin gözü kulağı bu greve çevrilmişti. Patron sendikası MESS'e bağlı metal fabrikalarında çalışan işçi sayısı 160 bin civarında olup Türkiye'de toplam ücretli çalışan sayısı ise yaklaşık 15 milyondur. Yani MESS fabrikalarında çalışan işçilerin, toplam çalışanlara oranı yaklaşık %1'dir. Sayılar yalan söylemez ancak sınıf mücadelesi sayılardan büyüktür. MESS gündemi o kadar kritik bir yerdedir ki iktidar, bunu doğrular şekilde greve gidilmemesi için daha şimdiden arka kapılarda tehditler savurmakta, greve gidildiğinde ise grevi yasaklamak için planlar yapmaktadır. Yerel seçimler öncesinde MESS gündemi iktidarın zayıf karnıdır. Metal işçileri bu zayıf karna olanca gücüyle yüklenmek için uzunca bir süredir çalışmalarını sürdürüyor. Onlar üzerlerine düşeni yapacaktır. Özelde veya kamuda çalışan sağlık emekçileri de yeni yıla sefalet ücreti ile girdi. Sağlık alanında, kamuda grev hakkımız var ama yasal olarak tanınmamakta. Özelde ise toplu iş sözleşmesi yapacak sendikal örgütlülük bulunmadığı için grev hakkı kâğıt üzerinde kalmaktadır. Eylül ayındaki köşe yazımızda sağlık alanında grev hakkının Kavel işçilerinin yolundan gidilerek kazanılabileceğini yazmıştık. Bugün metal işçileri yeni Kavel'ler yaratma yolunda. Sağlık emekçileri, metal işçilerinin kazanımlarından güç almak ve grev hakkını grevle kazanacağı mücadelelere girmek için bugün metal işçilerine MESS'e karşı mücadelelerinde elinden gelen desteği vermelidir.
ABD Başkanı Joe Biden'ın alenen soykırım suçu işleyen Netanyahu Hükümeti'nin arkasına koyduğu desteğin 2024 seçimlerinde kaybetmesine yol açabileceğine ilişkin tartışmalar devam ediyor. ABD'de yapılan anketlerde Biden'ın Gazze politikasının onay oranının Ekim ayından bu yana hem “Demokratlar”, hem “Cumhuriyet-çiler” ve hem de “Bağımsızlar” arasında düştüğünü gösteriyor. Demokratlar'a oy veren genç seçmenlerin ezici çoğunluğu Biden'ın İsrail'e verdiği koşulsuz desteğe itiraz ediyor. Keza seçmenlerin önemli bir kesimine göre Biden'ın politikası çatışmanın barışçıl şekilde çözülme ihtimalini artırmıyor, azaltıyor. Sadece anketler değil, ABD Kongresi'ndeki Demokratlar arasında da aykırı sesler çoğalıyor. Bütün bunlara rağmen Biden Yönetimi'nin İsrail'e koşulsuz destekte ısrar etmesi siyaset analizcilerinin kafasını karıştırıyor. Analizciler, İsrail'e koşulsuz desteğin iç siyasette zararlı hale geldiği durumlarda ABD yönetimlerinin tutumlarını değiştirdiğine dair bazı örneklere yer veriyorlar. Mesela, ABD Başkanlarından Ronald Reagan 1982'de Lübnan'ı işgal eden İsrail'e misket bombası göndermeyi durdurmuştu. Buna göre Reagan dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin'i telefonla arayarak Beyrut'un bombalanmasına son vermesini sağlamıştı. Oysa Reagan İsrail'in Lübnan'daki saldırılarına ilk başlarda sessiz kalmıştı. Analizcilere göre anketlerde önemli bir seçmen grubunun İsrail'in işgalini onaylamaması Reagan'ın tutumunu değiştirmesinde etkili olmuştu. Biden'ın siyaseten Reagan'dan daha zor durumda olmasına rağmen Netanyahu'nun sırtını sıvazlamaya devam etmesi bu yüzden manidar bulunuyor. Amerikalı araştırmacı-yazar Alan Macleod İsrail'e verilen koşulsuz desteği, siyasetçilere seçimlerde yapılan cömert bağışların arkasında yer alan “İsrail Lobisi”ne bağlıyor. Macleod “MintPress News”te“Kanlı Para: İsrail Lobisi'nden en çok para alan ilk 10 siyasetçi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazarın 1990'ların başlarına kadar giden bu araştırmasına göre ilk sırada Joe Biden yer alıyor. İkinci sıradaysa, hakkındaki rüşvet iddiaları sebebiyle geçtiğimiz Eylül ayında Senato Dış İşleri Komitesi Başkanlığından geçici olarak ayrılan Demokrat Senatör Robert Menendez yer alıyor. Üçüncü ve dördüncü sıralarda Senato'daki Cumhuriyetçiler'in lideri Mitch McConnell ile Senato'daki Demokratlar'ın lideri Chuck Schumer yer alıyor. Beşinci sırada yer alan isim ise Temsilciler Meclisi eski çoğunluk lideri Demokrat Steny Hoyer.
İşgal altındaki Filistin topraklarında “Siyonist yerleşimler” ABD ve Batı Dünyası tarafından da uluslararası hukuka aykırı olarak görülüyor. “İki Devletli çözüm” konusunda olduğu gibi bu konuda da ABD ve Batı'nın izlediği tutum, müeyyidesi olmayan söylemlerden ibaret kalıyor. Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te 700 bin yasa dışı yerleşimci var. İki yıl öncesine kadar yerleşimci sayısı yaklaşık 200 bin imiş. Yerleşimlere karşı mücadele eden Yahudiler tarafından 1978'de kurulan, Tel Aviv merkezli “Peace Now(Şimdi Barış)” isimli sivil toplum kuruluşunun sitesinde Doğu Kudüs'te yeni bir yerleşim yeri inşa etme planının onaylandığı, Batı Şeria'da ise yeni yollar ve karakolların açıldığı belirtiliyordu. İsrail'de yayınlanan “Haaretz” gazetesinde de yerleşimcilerin Gazze'deki savaşı fırsat bilerek Filistinlileri topraklarından çıkarma, saldırma ve Batı Şeria'da yeni alanlar ele geçirme çabası içerisinde olduklarına dair haberler çıkıyor. 7 Ekim öncesi dahil olmak üzere, sadece son bir yıl içinde Batı Şeria'da İsrail güçleri ve silahlı yerleşimciler tarafından katledilen Filistinlilerin sayısı 500'e yaklaştı. Biden 18 Kasım'da “Washington Post” gazetesinde yayınlanan yazısında “Batı Şeria'da Filistinlilere yönelik aşırılık yanlısı şiddetin sona erdirilmesi ve bu şiddeti uygulayanların sorumlu tutulması gerektiğini İsrail liderlerine vurguladım. ABD olarak Batı Şeria'da sivillere saldıran aşırılık yanlılarına vize yasağı getirilmesi de dâhil, kendi adımlarımızı atmaya hazırız” demişti. Keza 18 Kasım'da “Politico” gazetesinde Alexander Ward imzalı haberdeyse Biden'ın “Dış İşleri” ve “Hazine” bakanlıklarına gönderdiği notta Batı Şeria'da Filistinlilere saldıran ve onları yerlerinden eden yerleşimcilere yönelik vize yasakları ve yaptırımlar hazırlamalarını istediği belirtiliyordu. Notta insan hakları ihlali veya suiistimali teşkil eden hareketlerde bulunan ve iki devletli bir çözüme ulaşma çabalarını önemli ölçüde engelleyen, bozan veya önleyen eylemlerde bulunan kişi veya kuruluşların yaptırımlara tabi tutulacakları ifade ediliyor imiş. “Avrupa Birliği” ile İngiltere, Kanada, Avustralya, Norveç, İsviçre gibi ülkelerden de İsrail'e yerleşimlerle ilgili uyarılar yapılıyor. AB ve diğer ülkelerce yapılan bir ortak açıklamada ise İsrail'in Filistinliler'i korumada ve aşırılık yanlısı yerleşimcileri yargılamada gösterdiği başarısızlığın tahmin edilemez seviyeye ulaşan yerleşimci şiddetinin neredeyse cezasız kaldığı bir ortama yol açtığı belirtiliyordu. Tabii ki Netanyahu bu uyarıları da kulak arkası yapıyor. Söz konusu açıklamalarda İsrail Hükümeti'nin yasa dışı yerleşimleri teşvik ettiği, yerleşimcileri silahlandırdığı, koruduğu göz ardı ediliyor. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir İsrail'in en aşırı ilhakçılarından biri. “Washington Post”ta 15 Şubat 2023'te Shira Rubin imzalı, “Itamar Ben Gvir: Aşırılıkçı bir yerleşimci nasıl güçlü bir İsrailli bakan oldu?” başlıklı yazıda Gvir'in İşgal altındaki El Halil kenti yakınlarındaki bir yasa dışı yerleşimde yaşadığı belirtiliyordu. Ekim ayı sonlarında Gvir yerleşimcilere Amerikan menşeli saldırı tüfekleri dağıtırken görülmüştü. Biden Yönetimi'nin ifade etmediği bir diğer gerçek ise Siyonist yerleşimcilerin önemli bir kısmının ABD ve diğer Batı'lı ülkelerin vatandaşları olduğuydu. ABD'nin yanı sıra Avrupa ve dünyanın birçok bölgesinden İsrail'e Yahudi göçünü finanse eden kişi ve kuruluşlar var. Çoğu ABD'de olan bu kişi ve kuruluşlar yasa dışı Siyonist yerleşimlerin genişletilmesi için bağış kampanyaları yapıyorlar ve ABD yönetimi tarafından hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmuyorlar. Kudüs merkezli “Times of İsrael” gazetesinde 24 Mayıs 2017'de Amanda Borschel-Dan imzalı yazıda İsrail'de tahminen 200 bin ABD vatandaşının bulunduğu, bunların 60 binden fazlasının ise Batı Şeria'daki yasa dışı yerleşimlerde yaşadıkları belirtiliyordu. Yazıda yer alan bilgilere göre Amerikalı yerleşimciler tüm Siyonist yerleşimcilerin yüzde 15 kadarını teşkil ediyordu.
ABD ve Avrupa liderleri İsrail'in Gazze'de Filistinli sivillere yönelik olarak işlediği savaş suçlarını görmezden gelmek bir yana utanmadan sahip çıktılar. Irkçı-faşist “Apartheid Rejimi” kuran Binyamin Netanyahu'nun arkasında sıraya girmek için adeta yarıştılar. Batı medyası ise Amerikalı Neoconlar'ın ve Netanyahu'nun kirli savaşının aparatı haline getirildi. ABD “İki Devletli Çözüm”ü taahhüt etmişti. Gerçekte, onlarca yıl ABD'nin bu sözde taahhüdü çözümün önünde sadece bir barikat işlevi gördü. Bu arada İsrail ordusu ABD askeri yardımıyla güçlendirilirken, diğer yandan işgal altındaki toprakların Yahudileştirilmesine hız kazandırıldı. Cebren yasa dışı yerleşimlerle gerçekleştirilen “Yahudileştirme” veya “etnik arındırma” politikalarına ABD ve Avrupa'nın tepkisi göstermelik uyarı ve kınamaların ötesine geçmedi. Amerikan Dış İşleri'nde İsrail'ci bakış açısının içselleştirildiği bir personel politikası yürütüldü. ABD'nin Ortadoğu'daki çıkarlarının iki tarafa eşit davranma pozisyonunu gerektirdiğini savunanlarsa etkisiz hale getirildiler. İsrail yanlısı düşünce kuruluşlarında çalışan birçok sözde uzman Dışişleri, Savunma ve Ulusal Güvenlik Konseyi gibi karar alma mekanizmalarını etkileyen kurumlarda kilit mevkilere getirildiler. Böylece Amerikan yönetimleri İsrailci bakış açısıyla körleştirilen bir Ortadoğu politikası yürüttüler. Keza ana akım medyaya “İsrail Lobisi” tarafından beslenen sözde düşünce kuruluşlarındaki uzmanların yorumları hep egemen oldu. Yasal mevzuat gereği ABD'nin yabancı ülkelere silah transferleri, ‘insan hakları' başta gelmek üzere, koşullara bağlanmış olsa da, İsrail bu koşullardan muaf tutuldu. Dış İşleri Bakanlığı'nda yabancı ülkelere silah transferlerini denetleyen “Siyasi-Askeri İşler Ofisi”nin Kongre ve Halkla İlişkiler Direktörü Josh Paul bu İsrail muafiyetine daha fazla dayanamayarak istifa etti. İsrail'e ölümcül silahların sağlanmasına devam edilmesi Paul için bardağı taşıran son damlaydı. Paul, son derece adaletsiz, tek taraflı, yıkıcı ve kamuoyuna bildirilen Amerikan değerleriyle çelişen politikalara ahlâken daha fazla destek veremeyeceğini duyuruyordu. Josh Paul'ün istifası Dış İşleri'ndeki daha geniş bir rahatsızlığın dışa vurumuydu. Nitekim The Huffington Post'ta yer alan bir habere göre Biden'ın İsrail politikasının ABD'yi yanlış bir yöne götürdüğünü düşünen kariyer memurları, içeriden muhalif görüşü ifade etmek için kurulmuş olan “Dissent Channel” mekanizmasını işlettiler. Bu mekanizma yoluyla kariyer memurları Bakanlık tarafından uygulanan politikanın yanlış olduğunu veya bu politikanın tek seçenek olmadığını ifade etme imkanı buluyorlar. Bir tür erken uyarı anlamı da taşıyor bu mekanizma.
“Kemal Kılıçdaroğlu, anketlerde geride olduğunu biliyordu. Genel Merkez, bu durumu görmezden geldi.” İtirafın adı güzel! 14 Mayıs'taki ilk turun ardından apar topar görevden alınan... Bilgi ve Teknolojilerden Sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel'in itirafı ibretliktir. 14 Mayıs'ın öncesinde başta Kemal Bey olmak üzere CHP'nin yöneticileri “seçimi kazanmış” gibi konuşuyorlardı. Misal, Özgür Özel gibi tipi tipler... “Kılıçdaroğlu kesin kazanır. Hatta fark atar” falan diyorlardı! CHP'liler, Mister Kemal'i her gittiği yerde “13. Cumhurbaşkanımız” diye karşılıyordu! “EN İYİ YARDIMCI AKTRİS” İYİ (Rol Yapan) Parti'nin Başı Meral Hanım... “Millet İttifakı'nın adayı On Üçüncü Cumhurbaşkanı olacak” diye çok iddialı konuşuyordu! Bu lafına kendisinin de inanmadığını söylemeye gerek var mı? Kamuoyuna defalarca “seçilebilecek, kazanabilecek aday” diye mektup yazan Meral Hanım... Altılı Masa toplantılarının sonuncusu hariç hiçbirinde, Kemal Bey'in adaylığı bahsini açmıyordu! “Kumar Masası” diye yerden yere vurduğu Altılı Ganyan Masası'nı terk ettikten üç gün sonra dönmesi mi? Aslında, Kemal Bey ile birlikte kendi partisini de vuruyordu! Zillet cephesindekiler, bunun farkına ancak “seçim testisi kırıldıktan sonra” varabildiler. “MAZİ, KALBİNDE YARA!” Akşener, birkaç gün önce artık Millet İttifakı diye bir şeyin kalmadığını açıkça ilan etti. 14-28 Mayıs'ın sonuçlarından dolayı “kalbi ağrıyormuş!” Siyasi Aktris Meral Hanımefendi... 2024 yerel seçimleri öncesinde yeni repliklerle sahne aldı: “Kuruluş ayarlarımıza dönüyoruz... 81 ilde kendi adaylarımızla seçime gireceğiz... Blöf yapmıyoruz!” Bu sözleri, haliyle “İnanalım mı?” diye karşılandı! Çünkü: Çark etme bahsinde Kemal Bey'i bile sollamıştı. “Yarın bir gün yine dönüp pazarlık çalışırsa” diye, şu blöf lakırdısından da kuşkulananlar az değil! Ne de olsa... İnandırıcılığını çoktan yitirmiş bir siyasi portreden bahsediyoruz. DÜNDEN BUGÜNE Bu sütunda, en başından beri... Meral Hanım'ın partisinden “İYİ Rol Yapan Parti” diye söz etmemiz, boşuna değil... Keza, Akşener siyasi bir aktris!
neymiş? İsveç hükümeti, Stockholm'deki caminin önünde Kur'an yakılmasını kınamış! Riyakârlığın doruğuna çıktılar. Hem yakanları teşvik ve himaye ediyorlar, hem de yalandan kınayıp skandalı geçiştiririz sanıyorlar. İsveç'te İslam düşmanlığı, yazılı olmayan bir devlet politikası... Keza, Türkiye'mize düşmanlık da! NATO'nun üyesi olabilmek için Türkiye'ye muhtaç haldeki İsveç... Kutsal Kitabımızı yakanlarla birlikte PKK'lı ve FETÖ'cü hainlerin de yeminli hamisidir. ABD'nin İskandinavya'daki Maşası İsveç, NATO'nun dışında Türkiye için böylesine bir güvenlik sorunu iken... Şayet, NATO üyeliğini elde ederse tam bir baş
Even for us, that was pretty...Scottish. Jordan Middler, Chris Scullion and Keza MacDonald dodge Nintendo's IP attack dogs while taking this week's gaming news to task. Keza's managed to red ring her XBOX in 2023, Jordan's gives his thoughts on Immortals of Aveum, and Chris's body is falling apart. Send us your questions, comments and rude daubings to podcast@videogameschronicle.com! Hosted on Acast. See acast.com/privacy for more information.
Keza et Lo* exposent au Décalé - café ludique au 27 rue Turenne jusqu'au 10 mars 2023.Mélange de sculture métalique et de graff', les deux artistes collaborent ensemble pour vous proposer des oeuvres qui ont un univers unique.
Actualités Locales : - Ravalement de façade et aides aux propriétaires du quartier Thiers/Coty- Les Restos du Coeur cherchent des bénévoles pour la grande collecte nationale- La NUPES propose une votation citoyenne sur les marchés du Havre- L'entreprise havraise Univerre rachète le verrier de prestige Crystal Spirit- Le Lions Club Le Havre Salamandre propose un concert caritatif les 4 et 5 mars au Petit ThéâtreOn parle aussi de l'exposition Urbain au Décalé avec Keza et Lo*Bonne écoute !
Keza MacDonald left home at sixteen to work in video games journalism, and when she first met Ellie Gibson on a trip her glasses were held together by sticky tape. Ellie was already established in the industry and became a mentor to Keza. They talk about what it was like being one of only a handful of women working in video games journalism at the time which meant being taken to strip clubs and having to laugh off inappropriate behaviour by male colleagues. Comparing their experiences to today they describe how streaming platforms have created a more open and inclusive gaming culture from women of today, but it is still far more perfect. Produced by Toby Field for BBC Audio in Bristol.
Sommaire du 5 à 6 du 14 Février 202317h - 17h15 : actu et météo17h15 - 17h30 : Partenariat Férarock17h30 - Fin : Keza et Lo* nous parlent de leur expo au décalé : Urbain
Mehmet Akif, 20 Aralık 1873 tarihinde İstanbul'da doğmuştu. Bu yıldönümü münasebetiyle merhum Akif'e rahmet diliyor, mekanının cennet makamının âlî olmasını niyaz ediyorum. Safahat şairi Mehmet Akif, siyasî düşüncelerini asıl şiirlerinde işlemiş olmakla birlikte, kurucularından olduğu Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd'da yayımlanan yazılarında toplumsal hayata, düşünce ve edebiyata dair görüşlerini ayrıca dile getirmiş; tercümelerinde de yine daha çok siyasi metinleri tercih etmiştir. Bunlardan hareketle Mehmet Akif'in nasıl bir yönetim istediği sorusuna bir cevap bulmak elbette mümkündür ancak bu cevap onun Osmanlı'dan Cumhuriyet'e iktidar sahiplerine olan ve dolayısıyla kırgınlığını da ihtiva eden muhalefetini tek başına açıklamaya yeterli gelmez. Bu sebeple mezkûr cevap için, şairliği nedeniyle Mehmet Akif'i geçici olarak paranteze alıp, ilgili konularda daha sistemli düşündüklerini bildiğimiz ve aynı zamanda her biri Mehmet Akif'in en yakın arkadaşları olan alim ve münevverlerin devlet anlayışlarına baş vurulması gerekir. Bunlardan biri olan Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın -A. Cüneyd Köksal ile Murat Kaya tarafından yayıma hazırlanan- Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler adlı kitabına (Klasik Yayınları, 2011) bu maksatla baş vurduğumda, onun da Şah Veliyullah Dihlevî'nin (v. 1762) Hüccetullâhi'l-Baliğa'sından (Trc.: Mehmet Erdoğan, İz Yayınları, 2020) şehir yönetimi konulu birkaç sahifeyi tercüme etmekle yetindiğini gördüm. Mezkûr esasta Elmalılı gibi bir alim tarafından seçildiği için ayrıca değerli olan bu metni okurlarımla paylaştıktan sonra Mehmet Akif'in iktidarlara muhalefetine ve kırgınlığına dönmemiz daha makul olacaktır. Dihlevî'ye göre Şehir Yönetimi: “Bu konudan maksat, şehir halkı arasında mevcut bulunan ilişkilerin nasıl korunacağıdır. Şehirden kastım ise, birbirine yakın, aralarında muamelelerin sürdüğü ve çeşitli evlerde oturan insanlardan müteşekkil yerleşim birimidir. Şöyle ki: Şehir, sözü edilen ilişki açısından tek bir şahıs (hükmünde) olup, birimlerden ve sosyal bir yapıdan meydana gelir. Çeşitli birimlerden meydana gelen her şeyin, madde ve suretinde çözülmelere, yapısında hastalığa maruz kalabilmesi kaderidir. Hastalıktan maksat, halihazırdaki haline nispetle başka bir durumun o topluma daha uygun olmasıdır. Keza toplumlar, hasta olabilecekleri gibi sağlıklı da olabilirler. Şehirde büyük kalabalıklar yaşar. Bu itibarla onların tümünün âdil bir düzenin sağlanması ve devam ettirilmesi üzerinde görüş birliği etmeleri imkânsızdır. Keza, belli bir makamı ihraz etmeksizin içlerinden herhangi birinin, diğerlerine karşı emredici / yasaklayıcı bir tavra girmesi de imkânsızdır. Çünkü bu tutum, büyük çaplı çarpışmalara sebebiyet verir ve şehir düzeni ancak seçmenlerin (ehlü”-hall ve'l-akd) çoğunluğunun itaati üzerinde anlaşacağı; yardımcıları, güç ve kudreti bulunan bir başkanın mevcudiyeti ile sağlanabilir. Cimrilikte, hiddette, öldürme ve gasp gibi cürümlere karşı cüretkârlıkta en ileride olanlar, idare edilmeye en çok muhtaç kimselerdir. Şehrin maruz kalabileceği bozulmalardan biri, kötü ruhlu kimselerin bir araya gelerek şehir düzenini bozmak ve kötü yollara sapmak için bir güç oluşturmalarıdır. (...) Bu gibi düzeni bozucu unsurlara karşı adam toplamak ve onlara savaş açmak gerekir.
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Saîd, yayınladığı özel bir kararnameyle, Tunus Cumhuriyeti Başmüftülüğü'ne Şeyh Hişâm bin Mahmûd'u (81) atadı. 2019'da göreve başladığından bu yana birbirinden tartışmalı kararlara imza atan Saîd, son olarak, 25 Temmuz 2021'de hükümete el çektirerek seçilmiş parlamentoyu feshetmişti. Saîd'in çağrısıyla 17 Aralık 2022'de düzenlenen genel seçimlere ise katılım oranı yüzde 11'de kalmış, böylece ülkede siyaset mekanizması tümüyle kilitlenmişti. Böyle bir atmosferde, Şeyh Hişâm bin Mahmûd'un müftülüğe atanması, elbette birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Ki bunların başında Şeyh Hişâm'ın yaşı ve kendisini atayan iradenin halk nezdindeki meşruiyeti meselesi geliyor. İslâm dünyasında “nev'i şahsına münhasır” bir ülke olarak dikkat çeken Tunus'ta, siyasetle doğrudan bağlantısı sebebiyle, müftülük makamı önemini hep korudu. Uzun Osmanlı asırları boyunca herhangi bir gerilimin konusu olmayan müftülük, 1950'lerden sonra ise bu göreve getirilenler açısından adeta “ateşten gömleğe” dönüştü. 1574'te bugünkü Tunus ve çevresi Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkimiyeti altına girdiğinde, halkın ekseriyeti Mâlikî mezhebine mensuptu. Yönetimi üstlenen Murâdîler hanedanı, Hanefîliği de ülkede yaygınlaştırarak dinî hayata resmî bir düzen getirdi. 1600'lü yılların başından itibaren Tunus'ta biri Hanefî diğeri de Mâlikî olmak üzere iki müftü vazifelendirildi. Müftülük makamını dolduran zat, zaman içinde “müftî-i ekber”, “başmüftü”, “şeyhülislâm” gibi unvanlarla anıldı. 1881'de Tunus'ta başlayan “Fransız himayesi” dönemi, müftüler açısından ilk ciddi sıkıntıların baş gösterdiği bir zaman dilimiydi. Gördükleri siyasî baskıların yanı sıra, halkın “himaye” yönetimi sırasında yaşadığı çok çeşitli problemlerin çözümü yine müftülerin sorumluluğundaydı. Fransız tesirlerine karşı İslâm kültür ve ahlâkının müdafaası da müftülerden beklenen bir görevdi. Tüm bunları aynı anda ve mükemmel bir biçimde yerine getirmenin zorluğu ise malumdu. Keza, siyasî dengeler sebebiyle, süreç içinde Mâlikî müftü sayısının dörde kadar çıkması, dikkat çeken bir ayrıntıydı. Tunus, 1956'da Fransız sömürgesinden kurtulup bağımsız bir cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıktığında, Paris'te eğitim gören ve Fransız tipi jakoben laikliği benimseyen Habib Burgiba, ülkede gerçekleştirdiği “modern” reformlar bağlamında müftülük makamını da kontrolü altına aldı. Müftülükteki çok başlılık ortadan kaldırıldı, “Tunus Cumhuriyeti Başmüftüsü” siyaset tarafından atanan bir memura dönüştürüldü. Muhammed Abdulazîz Cuayt (1886-1970), müftülük makamına getirilen ilk isim oldu. 1957-1960 arasında koltuğunda oturan Cuayt'tan sonraki müftüler sırasıyla şunlardı: Muhammed Fâzıl Bin Âşûr (1909-1970, görev: 1962-1970), Muhammed Hâdî Belkâdî (1905-1979, görev: 1970-1976), Muhammed Habîb Belhûca (1922-2012, görev: 1976-1984), Muhammed Muhtâr Selâmî (1925-2019, görev: 1984-1998), Kemâleddîn Cuayt (1922-2012, görev: 1998-2008), Osman Battîh (1941-2022, görev: 2008-2013 ve 2016-2022), Hamde Saîd (d. 1940, görev: 2013-2016). Bu isimlerden Muhammed Fâzıl Bin Âşûr, Tunuslu meşhur âlim Muhammed Tâhir bin Âşûr'un, Kemâleddîn Cuayt da ilk müftü Muhammed Abdulazîz Cuayt'ın oğluydu. Habib Burgiba'nın İslâm'la kurduğu “Fransız tipi” münasebet sebebiyle, 1956'dan sonraki Tunus müftüleri ciddi sınavlarla karşı karşıya kaldılar. Burgiba, devlet memurlarına orucu yasaklamayı düşünecek kadar uçlarda gezinen bir devlet başkanıydı. “Aşırılıkla mücadele” adı altında İslâmî şiarların tamamına cephe alan ve din adamlarını da bu çizgide yürümeye zorlayan Burgiba'nın 1987'de kendi başbakanı Zeynelâbidîn bin Ali tarafından emekliye sevk edilmesi, müftüleri yine tam anlamıyla rahatlatmadı. Ancak görev yaptıkları sürelerin uzamasından da anlaşılacağı üzere, siyaset kurumuyla dinî müesseseler arasındaki gerilim azaldı.
Önceki ABD Başkanı Donald Trump'ın 2024'te aday olacağını açıklaması Cumhuriyetçi Parti'de bir “iç savaş” başlattı. Bu savaş, sadece “Ana akım/ Merkezci Cumhuriyetçiler” ile “Trumpçı Cumhuriyetçiler” arasında yaşanmıyor. “Hıristiyan Siyonistler” olarak da nitelenen “Beyaz Evanjelist Hıristiyanlar” arasında da ciddi bir bölünme söz konusu. Öte yandan “Dinî Muhafazakarlar” ve “Ulusal Muhafazakarlar” biçiminde daha kuramsal boyutlarda bir bölünmenin de giderek derinleştiği söyleniyor. Keza bütün bu tartışmalar, çatışmalar, bölünmeler Cumhuriyetçi Parti tabanı üzerindeki “Trump etkisi” etrafında şekilleniyor. Bugünkü yazımın kapsamı, 2016'dan sonra Trump'ın en aktif destekçisi olan “Hıristiyan Siyonistler” ile ilgili. Trump 2016'da Başkan seçilmeden evvel “Hıristiyan Siyonistler” için ciddi bir seçenek değildi. Trump özel yaşamı itibariyle desteklenmesi gereken bir siyasî kişilik olarak görülmüyordu. Trump'ın 2016 seçimlerinde Başkan Yardımcısı adayı olarak Mike Pence'i tercih etmesi Evanjelistler için çok büyük bir kazanım sayıldı. Başkan seçildikten sonra Trump, “Hıristiyan Siyonistler”in “İsrail gündemi”ni ilerleten
Geçtiğimiz hafta salı günü -1 Kasım- uçağımız Tel Aviv Ben Gurion Havaalanı'na indiğinde, ortalıkta tam bir ölüm sessizliği vardı. Pasaport kontrolünden önce mutad olan “mavi kart”larımızı alırken, normalde yolculara yardımcı olan görevliler bu defa yerlerinde değildi. Pasaport bankoları öylesine boş ve salonda biriken insan sayısı o kadar fazlaydı ki, 35 kişilik grubumuzu doğrudan ülkeye “buyur” ettiler. Bazen saatlerce beklemeyle sonuçlanan o bıktırıcı prosedürü de atlamış olduk böylece. Bahsettiğim sıra dışı sükûnetin sebebi, genel seçimlerdi. Birbirine düşman kamplara ayrılmış ve kanlı-bıçaklı hale gelmiş İsrail toplumunun farklı kesimleri kozlarını sandıklarda rahatça paylaşabilsin diye, ülke toptan paydos etmişti. Sonucu çoktan belli bir seçimdi bu gerçi: Benyamin Netanyahu ve müttefiklerinin oluşturduğu “aşırı sağcı” blokun yarışı önde tamamlaması bekleniyordu. Nitekim tahmin edildiği gibi oldu. Biz Kudüs sokaklarını adımlarken, şehrin öbür tarafında “Araplara ölüm!” sloganlarıyla kutlamalar yapılıyordu. Filistinliler için ise, seçimler sadece müsamereden ibaretti. Kime kulak versek, İsrail siyaset sahnesini tek kelimeyle tarif ediyordu: “Zebâle!” Yani “Çöp / çöplük!” Yakından bakınca, onları böyle konuşmaya sevk eden sebepleri kestirmek zor değildi. Netanyahu'yu devirmek için bir araya gelen “sekizli masa”, aslında en az Netanyahu kadar ırkçı ve Arap düşmanı bazı isimleri içinde barındırıyordu. Örneğin İçişleri Bakanlığı vazifesini üstlenen Ayelet Şaked'in “Sadece Filistinli teröristleri öldürmeyelim. Onların annelerini de öldürelim ki, terörist doğuramasınlar!” şeklindeki sözleri hâlâ hafızalardaydı. Şaked, şimdi yine aynı makama talip olan Itamar Ben- Gvir'in dişi versiyonuydu, o kadar. Filistinlilerin nazarından bakınca, görünen manzara buydu. Son 3,5 yılda 5'inci kez genel seçimlerin düzenlendiği İsrail'de, toplumsal anarşi ve kaos hâli giderek derinleşiyor. Devletin ömrü 70 seneyi henüz aşabilmişken, içerideki uçurumların böylesine keskinleşmesi, İsrail ve onun kurucu ideolojisi olan Siyonizm'in tarihini bilenler için aslında hiç de sürpriz değil. İlk günden itibaren zaten var olan çatışmaların kalıcı hale geldiğini ve giderek yaygınlaştığını gözlemliyoruz sadece. Siyonizm içinde, en başından beri, Araplarla yan yana ve barış içinde yaşamayı savunan şahsiyetler var olageldi. Katı bir Arap düşmanı olan ilk Başbakan David Ben-Gurion'u yumuşatmaya ve Araplar hakkındaki önyargılarını kırmaya çabalayan Moşe Şaret (1894-1965) bunlardan biriydi mesela. 1954-1955 arasında kısa süreli başbakanlık da yapan Şaret, çocukluğunun iki yılını Râmallah yakınlarındaki bir Arap köyünde geçirdiği için Arapça'yı akıcı biçimde konuşuyor, Araplara sempati besliyordu. Keza, meşhur Avusturyalı Yahudi filozof Martin Buber (1878-1965), ömrünün sonuna kadar Araplarla Yahudilerin birlikte yaşayabilecekleri modern bir devletin avukatlığını ve sözcülüğünü yapmıştı. Yine, Amerikan kadın Siyonistlerin öncülerinden Henrietta Szold (1860-1945) da, “tek devletli çözüm”ün yılmaz bir savunucusuydu. 1933'te Kudüs'e yerleşen Szold, New York'ta kurduğu “Hadassa” adlı yardım teşkilâtını burada büyük bir hastaneye çevirmişti. Szold, öldüğünde Zeytindağı'na, hâlen Kudüs'ün (ve İsrail'in) en büyük hastanelerinden biri olan Hadassa Tıp Merkezi'nin bulunduğu tepeler silsilesinin en güney ucuna defnedildi...
Diğer canlılardan farklı olarak kendisine akıl ve dolayısıyla teemmül nimeti verilen insanın, gerekli olmadıkça düşünmek istemediği, az bir kısmının düşündüğü ama onların da az bir kısmının ancak asıl düşünülmesi gerekeni düşünebildiği bilinen bir husustur. Bu sebeple insanların, kamu genel tanımı altındaki ortak bir görünmez hapishanede, eski söyleyişle avam ve havas, yeni söyleyişle yığınlar ve seçkinler olarak ikiye ayılması usul haline gelmiş; avam/yığınlar düşünmedikleri için güdülen; havas/seçkinlerse güden grup olarak nitelenmiştir. İnanç-işgal-istila planında tarihin kaydettiği yığın hareketleri, bugün de gizli olarak varlığı devam ettirilen Haçlı Seferleri'yle, temel nedeni ekonomik olmakla birlikte daha çok insan hakları, inanç, düşünce özgürlüğü, Demokrasi vb. görünümler altında yapılan devrimler ve darbelerdir. Her üçünde de yığınlar bir merkezden güç gösterme, zafer kazanma, refah sağlama, mal edinme... gibi saiklerle sokağa sürülür; bu sürülüşte aklın devre dışı bırakılması ve hayvanî güdülerin tahrik edilmesi nedeniyle vuku bulan linç etme eylemleri de ilgili hareketin mahiyeti ve maksadı içinde meşrulaştırılmış olunur. Bunlara tabi olarak kamunun mahiyeti (kamusallığı), maksadı (yeni kazanımları) bidayetinden beri düşünenlerin dikkatini çekmiş; kamunun yeni şartlara, yeni taleplere, yeni hareket tarz ve imkanlarına (bilgiye) göre değişen uygulamaları felsefeciler, sosyologlar ve aktivistler tarafından sürekli olarak mercek altında tutulmuştur. Bu manada konuyla ilgili günümüzdeki anlayış, Özkan Gözel'in herkes, mesafelilik, sıradanlık ve düzleştirme terimlerinden kamusallık fenomenine geçen Martin Heidegger'in ilgili tespitlerinden yaptığı şu şerhten açıkça görülebilmektedir: “Kamusallık, (..) hayatın çekilip çevrilmesinde karar, yargı ve değerlendirmenin kendisinden hareketle verildiği zemini ifade eder. Ya da şöyle demek de pekâlâ mümkündür: Kamusallık dediğimiz bu elle tutulur ve gözle görülür olmayan fenomen, insan tekleri olarak aldığımız kararların, verdiğimiz yargıların ve yaptığımız değerlendirmelerin her daim ardında bulunan gizli ve belirsiz öznedir. Fiiliyatta bizden sadır oluyor görünüyorlarsa da söz konusu karar, yargı ve değerlendirmelerin perde ardındaki hakiki oluşturucusu şu hâlde kamusallıktır. Bu surette o, Dasein'ı sahiden düşünme ve görüş oluşturma ödevinden kurtarır, onu bu yükten azat eder, çünkü onun yerine bunları o yapar. Dasein ortada dolaşan şu veya bu düşünceyi ya da görüşü kendine mal eder sadece veya onları paylaştığını beyan eder. Heidegger her ne kadar, buna doğrudan işaret etmese de kamusallık ‘ortak duyu'yu (common sense), dolayısıyla ortalama/vasati idrak düzeyini –medy(okra)atik düzeyi– akla getirmektedir aynı zamanda. Nitekim ‘tüm düzey ve gerçeklik ayrımlarına karşı duyarsız olan kamusallık' der Heidegger, ‘en yakından tüm dünya ve Dasein yorumlarını düzenler ve tümünde haklıdır.' Keza kamusallık ‘her şeyi bulanıklaştırır ve böyle örtülmüş olanı tanıdık ve herkes için erişilebilir bir şey olarak ortaya sürer.'
Ünlü bilim adamı Kemal Kılıçdaroğlu'nun ABD'deki seçkin temasları devam ediyor. Yurda dönüşte “Altılı Masa'dan Tavşan Çıkarmak” gibi akla ziyan buluşları hayata geçirmesi bekleniyor. ŞAKA BİR YANA CHP'nin Başı, ABD ziyaretinin ilk ayağı olan Boston'daydı. MIT ve Harvard üniversitelerinde bazı görüşmeler yaptı. « Ardından, İktisat Profesörü Daron Acemoğlu'nun başını çektiği bir grupla akşam yemeğinde buluştu. İSTİKAMET: IMF 2018'in yazında, necip medyamızda Acemoğlu'nu “Yeni Kemal Derviş” olarak lanse eden övücü yazılar döktürülmüştü. Bu kampanyanın öncülüğünü Ertuğrul Özayemef yapıyordu. « O günlerde... Acemoğlu “Türkiye'ye IMF programının yardımcı olacağını düşünüyorum” demişti! (Cumhuriyet, 2 Temmuz 2018) GÜL'DEN ÖDÜL FETÖ'nün 17-25 Aralık Operasyonu'nun yaşandığı günlerde... Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Daron Acemoğlu'na ödül vermişti! (24 Aralık 2013) BİR NEVİ “AKIL HOCASI” Ankara kulislerinde... “Kılıçdaroğlu'na, ABD ziyaretinde Daron Acemoğlu ile görüşmesini öneren kişinin 11. Cumhurbaşkanı olduğu” konuşuluyor. « Keza, CHP Genel Başkanı'nın bir süredir dillendirdiği “Helalleşme” söyleminin, yine aynı adresten fısıldandığı öne sürülüyor. KİMİN DAMADI? 1993'den beri Massachusetts Institute of Technology'de (MIT) İktisat Profesörü olan Daron Acemoğlu... Dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın Ocak 1985'te “bakanlık görevinden aldığı” İsmail Özdağlar'ın damadıdır. « Acemoğlu'nun eşi Asuman Özdağlar da Kemal Kılıçdaroğlu'nun yemeğine katılanlar arasındaydı. « Asuman Hanım “Oyun Teorisi” üzerine yaptığı araştırmalarla biliniyor. 2017'de MIT'deki Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri Bölüm Başkanlığı'na atanmıştı. “AYEMEF” FAİK ABD gezisinde Kemal Baydınoğlu'na eşlik edenler arasında Faik Öztrak da yer alıyor. IMF'nin CHP'deki elemanı gibidir Mister Öztrak! « Şubat 2001'deki büyük ekonomik krizin ardından Kemal Derwish tarafından “Hazine Müsteşarı” olarak atanmıştı. IMF, o dönemde “sömürge yasalarını” Mister Öztrak aracılığıyla dayatmıştı! « Yeri gelmişken, hatırlayalım... Eylül 2019'da, IMF temsilcilerinin bir otelde CHP'li Faik Öztrak ve de İP'li Durmuş Yılmaz ile “gizli kapaklı” buluştuğu ortaya çıkmıştı! KISSADAN HİSSE Henüz adaylığı bile garanti değil amma velakin... 2023 yılında kendisinin Cumhurbaşkanı seçilip CHP'nin de iktidara geleceğine kesin gözüyle bakan Mister Kılıçdaroğlu'nun... Şayet hayalleri gerçekleşirse, ekonomiyi Profesör Daron Acemoğlu'na teslim etmeyi düşündüğünü öngörmek zor değildir. « Haliyle, hemen ardından da... “-Hoş geldin IMF” diyeceklerdir!
Ukrayna ve ekonomi/gıda/enerji/tedarik zinciri krizi iki büyük korkuyu besliyor; biri, daha yakıcı ve çok ülkeli bir savaşın ortaya çıkma ihtimali. İkincisi, ya müstakilen ya da savaşla birlikte, merkezi Avrupa ülkeleri olan “halk hareketleri/isyanlar”ın patlama potansiyeli... İtalya, Almanya, Çekya, Fransa, İngiltere'de iç huzursuzlukların öncülü sayılabilecek gösteri ve protestolar zaten yaşanıyor... Avrupa ekonomisinin ana dişlisi Almanya'da şimdiden binlerce insan sokak gösterilerinde toplanmaya başladı. Bunlar yine de “düzenli” itirazlar. Kırıp-dökmeler, yakıp-yıkmalar yok. Kış ve devamında daha sertleşecek olaylardan herkes endişe ediyor. Alman şirketlerinin yaşadığı dalgalanmalar da korkulara eşlik ediyor. Neredeyse yüz yıllık tuvalet kağıdı üreticisi Hakle'nin iflas başvurusunda bulunması artık istisna sayılmayacak bir örnek. Makro açıdan, mevcut enerji krizini harlayacak petrol fiyatlarında da parlamalar bekleniyor. 'OPEC+' ülkeleri Maliye Bakanları toplantısından, günlük yüz bin varil kısıtlamaya gidileceği kararı da çıktı. Spot piyasalar zaten alev alev... (Bu anlamıyla 'Soğuk Savaş' ilk kez elle tutulur hale geliyor.) Bir seri ciddi araştırma, küresel sivil huzursuzlukları işaret ediyor. Avrupa'da-yukarıdakilere ilaveten- Hollanda, İspanya, İsviçre, Bosna-Hersek'i de riskli ülkeler içinde sayıyor. Keza, tek tek devlet isimlerinden öte, son altı aylık dönemde, 198 ülkeden 101'inde bu manada artan riskler gözleniyor. Sıradan kıvılcımlar da değil bunlar; “Sivil Huzursuzluk İndex”inin oluşturulmaya başlandığı 2016 yılından bu yana en yüksek oranlar söz konusu... ('Inflation and War are stoking sivil unrest across globe, research shows', 02/09, Bloomberg.)
2022'nin yaz aylarının gişelerine bakacak olursak bir yıl önceki döneme oranla belli bir artış söz konusu. Ne var ki sinema sektörünün pandeminin etkisinden tam anlamıyla kurtulamadığı da görülüyor. Keza 2022 yazının gişe rakamlarının pandemi önce...
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2017'den bu yana ilk kez, resmî ziyaret için Cezayir'deydi. Kabinesindeki çok sayıda bakanın yanı sıra, iş adamlarından, sanatçılardan ve sporculardan oluşan 90 kişilik bir heyetle Cezayir'de boy gösteren Macron, Paris'ten ayrılmadan önce yaptığı açıklamada, Cezayir'le ilişkileri her alanda ileriye götürmek istediklerini, geçmişin yüklerinden kurtularak geleceğe bakmayı hedeflediklerini, iki ülke liderliğinde bu isteğin var olduğunu kaydetmişti. Benzer ifadeler ziyaret sırasında da tekrar edildi. Emmanuel Macron, geçtiğimiz yıl Fransız basınına verdiği bir mülakatta, Cezayir ordusunun kendi halkını Fransa'ya karşı kışkırtmak için tarihi yeniden yazdığını iddia ederek, “1830'dan önce Cezayir diye bir yer mi vardı ki?” diye sormuştu. Macron'un bu sözleri, -doğal olarak- kendisine ve ülkesine karşı bir öfke tufanına yol açmış, Cezayir hükümeti Paris'teki büyükelçisini geri çağırmış ve hava sahasını Fransız uçaklarına kapatmıştı. 24 Nisan'da Macron yeniden cumhurbaşkanlığına seçilince, Cezayir'e karşı üslubunu yumuşatmış ve “özre benzer” bir ifadeyle muhataplarının gönlünü almaya çalışmıştı. Beş yıllık bir arayla bile olsa, Macron'un Cezayir ziyareti, iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden onarma ve özellikle ekonomik işbirliğini daha da derinleştirme noktasında Paris'in sergilediği isteği gösteriyor. Macron'u aceleye sevk eden başka unsurlar da var tabii ki. Bunların başında, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle Avrupa'nın doğalgaz konusunda yaşamaya başladığı kriz geliyor. Kış mevsimi yaklaşırken, “Rus gazına alternatif” bulmak mecburiyeti var. Cezayir'in barındırdığı muazzam petrol ve doğalgaz rezervleri, Fransızların iştahını kabartıyor. Söz konusu rezervlerin büyük bir bölümü için ciddi altyapı yatırımları gerektiği için, Cezayir şu anda hemen Rusya'ya alternatif olabilecek bir ülke değil. Ancak Cezayir'den alınacak desteğin, kısa vadede Fransa'nın enerji açığı için pansuman işlevi göreceği kesin. Nitekim Macron, temaslarının son gününde -dolambaçlı bir üslupla- “Cezayir, Avrupa'nın gaz tedariklerini çeşitlendirmeye yardımcı oluyor” demek suretiyle, ziyaretinin alt metnini ifşa etmiş oldu. Macron'u eski sömürge topraklarında yeniden boy göstermeye iten bir diğer sebep, son yıllarda büyük ivme kazanan Cezayir-Türkiye ilişkileri. İki ülkenin her alanda giderek derinleşen işbirliği ve dayanışmasının Fransızlar tarafından dikkatle takip edildiği sır değil. Türkiye'nin Cezayir'de tümüyle Fransa'nın yerini alabileceğini iddia etmek gerçekçi olmasa da, İslâm dünyasının iki büyük devletinin böylesine yakınlaşması, Paris'in işine gelmiyor. “Geçmişte yaşanan acıların araştırılması için” Fransız ve Cezayirli tarihçilerden oluşacak karma bir komisyonun kurulacağına dair açıklama, Macron'un ziyaretinde öne çıkan bir başka noktaydı. İki tarafın da kendi arşivlerini açacağını, belgelerin ortaya konacağını ve 1830'dan 1962'deki bağımsızlığa kadar geçen bütün sürecin bu sayede dikkat bir şekilde inceleneceğini belirten Macron, “Bu iş, hiçbir şeyi tabu haline getirmeden, tamamen özgür bir biçimde ve tarihî kaynaklara dayanarak yapılmalı” dedi. Arşivlerin sansürsüz biçimde erişime açılması durumunda, Fransa'nın Cezayir'de imza attığı mezâlimin hiç tahmin edilemeyecek boyutlarda gözler önüne serileceği ve tartışılacağı kesin. Bugün eldeki mevcut bilgi ve belgeler bile, hiçbir Fransız devlet yetkilisinin inkâra kalkışamayacağı netlikte. Örneğin, sömürge dönemleri boyunca -özellikle de 1945'te halk ayaklanması yaygınlaşmaya başladıktan sonra- Müslüman kadınlara tecavüzün sistematik ve kitlesel hale geldiğini artık bütün dünya biliyor. Cemile Bûpaşa (Djamila Boupacha), 1960'ta Fransız Le Monde gazetesinde yayınlanan öyküsüyle, bu acılı sürecin sembol isimlerinden biri. Keza 8 Mayıs 1945'te, Fransız ordusunun 45 binden fazla Cezayirliyi tek bir gün içinde ve gözünü kırpmadan katlettiğini hatırlamak için, arşivlerin açılmasına ve tarih komisyonlarının kurulmasına hacet yok.
Ukrayna'da sona yaklaşılıp-yaklaşılmadığı henüz tartışılıyor olmakla birlikte, bu ‘sonun' beklendiği gibi Rusya'nın ricatı/yenilmesi olmadığı, Ukrayna'nın da ‘zafer'le çıkmasının mümkün gözükmediği, Batı ağzıyla şöyle ifade ediliyor demiştik; “Rusya, Ukrayna'nın tamamını artık alamaz, Kiev ve Batı da, Rusya'yı ele geçirdiği topraklardan atamaz...” Yine bunu ‘beraberlik' arayışı olarak tarif etmiştik. Yalnız nihai hesaplaşmada coğrafi fatura var ortada, Avrupa'nın en büyük ülkesinin yaklaşık beşte biri Moskova'nın eline geçmiş durumdadır... Dahası, sıradan toprak kaybı değildir; bir anda Kırım'a, ardından Kafkaslar ve Hazar'a bağlanıyor, araya da Karadeniz'i alıyor. Uluslararası ‘gerçek' uzmanlara/yorumculara göre de bu, dünyanın klasik hakimiyet teorilerindeki ‘kalpgâha' yönelik en yakın ‘toplamı' ifade ediyor... ‘Çıkan kısmın özeti'ni şundan veriyoruz.. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Devlet Başkanı Putin arasındaki Soçi görüşmesinin bir evveli-bir sonrası var... ««« Şöyle diyor Erdoğan; “Yine bugün dünyanın gözü Soçi'de. Acaba Soçi'de ne görüştüler, ne yaptılar, burayı takip ediyorlar. Bizim de yapacağımız bu görüşmelerden sonra, bunlara verilecek olan cevaplar, onları belli istikamette yönlendirecektir”... “Onlar” kim?.. Elbette Batı, daha inceltirsek ABD. Görüşme sonrasında da şu açıklama... “(SİHA ve İHA'lar için) bizimle bu alanlarda ortak yatırımlara girmek isteyen dünyadaki süper güçler var”... Bu kim? Rusya. Toplantıya girerken ve çıktıktan sonra yapılan iki açıklama bize, zirvenin merakla izlenen, Suriye, tahıl meselesi, ticari ilişkiler gibi konuların dışında iki liderin, uluslararası gelişmeleri nasıl değerlendirdiklerine ilişkin konuştuklarını söylüyor... Bu da bizi, ‘stratejik' okumalara taşıyor; hep bahsedilen ‘Yeni Dünya Düzeni ve müstakbel değişimleri' konusunun, ‘Rusya ve Türkiye nasıl duruyor/durmalıdır' gibi adlı adınca belirtilmiş bir başlığa ihtiyaç duyulmadan tartışıldığını gösteriyor... ‘Evet, öyledir' demek için başka karine/delil var mıdır zirveden duyulan.. Var; Ruble, Swift kalemlerini önemsemeliyiz. Sadece ekonomik bir enstrümanın yerel ölçeklerle kullanılması değildir bu. 40'ların sonundan beri her açıdan Batı'nın müttefiki olan bir ülkenin, dolarizasyon gibi Amerika'nın dünyaya yönelik yaptırım/yönetim/hegemon yöntemlerinden biri(incisi) olan konuda, “ben akitlerime bağlı olmakla beraber, NATO tarafından ‘düşman' ilan edilmiş bir ülkenin para birimiyle alış-veriş yaparım” demiş olması herhalde dikkate alınmalıdır... Keza, S-400 tecrübesi ortadayken,-ki tartışmasının biteviye devam ettirilmesi yerli-yabancı muhaliflerin büyük bir Ankara başarısını yutmakta zorlanmasıdır-bir de SİHA'ların aynı dosyaya eklenme ihtimali, Soçi muhtevasında daha geniş haritaların açıldığını bize gösterir... Son tahlilde; kritik bir zirveden sonra bunlar sadece yorumdur. Bunları sayıp-döktükten sonra, ‘gerçekten böyle mi görüyorsunuz dünyayı' diye devlete sorsanız, kuvvetle muhtemel alacağınız yanıt, ‘kategorik kutup refleksleri göstermiyoruz' olacaktır... Yani? “Olaylar karşısında direkt Amerika'yı suçlamıyoruz veya desteklemiyoruz, olaylar karşısında direkt Rusya'yı suçlamıyoruz veya desteklemiyoruz”... Teyit sayabilirsiniz. Bu denge tutturma arayışı mı? Evet öyle ama hep öyle değildi. Bugüne kadar Türk dış politikası ABD'ye yapışık/ilişikti. Normali, yani taraflara makul ve eşit mesafe olan hâli, Türkiye'nin kendilerine karşı bir tutumu veya uzaklaşması olarak alıyorlar.
Can video games change lives? And, if so, how? 50 years after the arrival of Pong, gamer and writer Keza MacDonald considers what gaming has done for us. Using the rich BBC Archives, she explores how video games grew from a niche pursuit to a cultural phenomenon which stokes the imagination of, and offers agency to, those who fall for its charms. Games now influence who we are, what we think and how we act. Keza speaks to collectors, competitive gamers, psychologists, games designers and, mostly importantly, gamers young and old to find out what impact games have had on us. We hear about the deep relationships that millions cherish with Pac-Man, Space Invaders and Donkey Kong, and illustrate the entanglement of life and gaming that is increasingly impossible to sever. Presenter: Keza MacDonald Producer: Gary Milne
Indirimbo z'abana, Itetero Rwanda --- Send in a voice message: https://anchor.fm/radio-rwanda/message
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde Serdar Tuncer ile birlikte sizlere Kosova'dan sesleniyor. Dinle Neyden'in bu bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Ney, neyi söyler? Dinlemeyi bilene, içindeki şeyi söyler. Yeterki insan kulak sahibi olsun hatta kulakta yetmez bazen gönül sahibi olsun. Güzel bir mekandayız, safalı bir mekandayız, bizi mahzun eden ama bir yandan da buralarda bir muradımız olduğunu, hala olduğunu, hep olmaya devam edeceğini ihtar eden bir mekandayız; Kosova'da, Meşhed-i Hüdavendigar'dayız. Oradan selamlıyoruz sizi... Efendim hoş geldiniz. Ömer Tuğrul İnançer: Teşekkür ederim. Hoşa geldik. Ne güzel ifade ettin... Hem sürurlu hem hüzünlü bir hal... Buna da eyvallah diye diye gönlümüzü, kafamızı, arzularımızı fukaralaştırmayalım. Elbette eyvallah, elbette elhamdülillah ama rıza göstermek hareketsiz kalmamıza sebep oluyor. Sabrın adı hiçbir şey yapmadan beklemek oluyor halbuki bütün esbaba tevessül edip yani herhangi bir neticenin elde edilmesi için lazım olan bütün sebepleri bir araya getirip sonra sebepler bir araya geldi mutlaka netice çıkacak demeyip sahibinden beklemeye sabır denir. Hiçbir şey yapmadan beklemeye sabır denmez. Keza buna da eyvallah diye diye kendimizi fukaralığa... Fukara deyince herkes cep ve cüzdan fukaralığı zannediyor, gönül fukaralığına düşmeyelim... Peki toprak mı feth edelim? diyen veya düşünen az beyinliler çıkacaktır... Hayır... Serdar Tuncer: Kuşları sevdiğinizi mi anlamalıyım bu cümleden? Ömer Tuğrul İnançer: Tabi, kuş hürdür, hududu yoktur. :) Yani buraların devlet hududu dışında olması, gönül hududu dışında olmayı gerektirmez. Çünkü... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Il a commencé à mixer dans sa chambre, aujourd'hui il réside à Dubai, il est DJ, producteur et fait partie intégrante de la scène musicale internationale.Avant d'obtenir la renommée qu'il connaît aujourd'hui, comme toute personne qui se lance dans un projet passion, il faut savoir travailler sans relâche, prendre les bonnes décisions et tout donner quand c'est nécessaire.Ça me démangeait depuis un moment de lui demander comment il avait réussi, alors je lui ai demandé.Dans ce Podsapp, DJ KEZA revient sur son parcours en toute transparence et en toute simplicité.Il nous partage ses meilleurs tips pour réussir en tant que DJ, artiste mais aussi entrepreneur.Pour suivre DJ KEZA :Instagram: @djkezaTwitter: @djkezawww.djkeza.comContact@djkeza.com-------
Ömer Tuğrul İnançer Dinle Neyden'in bu bölümünde dostluğu anlatıyor. Ömer Tuğrul İnançer bu bölümde başlıca şunları söyledi; Efendim, Kemal-i hürmet ve muhabbetle arz-ı selam eyleriz. Sevgili dostlar... deyince dost nedir diye aklıma geliverdi... Veysel'e de rahmet olsun; Benim sadık yarim kara topraktır da hep dostluk işlenir... Çağırıram dost dost... Niyaz-i Mısri'de de vardır... Dost Farsça bir kelime. Arapça karşılığı aşağı yukarı Halil. Tabi Hazreti İbrahim'in (a.s) lakabı, daha doğrusu sıfatının izahı, halinin izahı bir kelime. Resulullah Hazretlerinin halinin izahı da Habib yani sevgili... Ha, bir takım kendini bilmezler Kur'an-ı Kerim'de Habibullah ifadesi yok diye Resulullah'a Habibullah demek caiz değildir filan gibilerinden ne diyim ipe sapa gelmez deyip geçiştireyim... öyle diyenler, öyle diyen beyinsizler var. Halbuki Kur'an-ı Kerim'in özellikle ayetlerin sonunda daha fazla geçer; Allah, ikram edenleri sever, cömertleri sever, kendisine tevekkül edenleri sever... gibi Allah'ın sevdiği şeyler bir çok ayette var. Keza kafiri sevmez, münafığı sevmez, cimriyi sevmez, kaba saba hareket edip gönül kıranları sevmez gibi... Yuhibbu veya Layuhibbu ile bir çok sıfatları Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz. Bu sıfatların içinde Allah'ın sevmez dediği hiç bir sıfat ve hal Resulullah Efendimizde yok. Severim dediği her türlü sıfat ve hal de Resulullah Efendimizde var. Ona Habib demeyeceğiz de kime diyeceğiz?... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Gündemde yine, hep olduğu gibi anayasa sorunu var. Cumhurbaşkanı, yeni anayasa talep ediyor. Ancak, Cumhur İttifakı'nın nasıl bir anayasa istediğini henüz bilmiyoruz. Parlamenter sistemi istemedikleri açık. Buna karşılık Millet İttifakı, parlamenter sistem hazırlıklarını, HDP dışındaki diğer partileri de işin içine katarak sürdürüyor. Bu hazırlıkların da içeriği, parlamenterizmi hedeflemesi dışında, net değil. Tüm bunların dışında kalan HDP, geçtiğimiz günlerde açıkladığı Tutum Belgesi'nde, kuvvetler ayrılığının yerele doğru genişletilmesini, anadili hakkının kabulünü ve nihai olarak farklı kimlikleri tanıyan bir demokratik anayasa düzenini talep etmekte. HDP'nin talepleriyle 2023 arayışlarının kesişme ve ayrışma noktaları var mı? Soru önemli çünkü HDP'nin desteği olmaksızın Anayasa değiştirmek mümkün olmadığı gibi belki 2023 sonrasında TBMM'de kanun yapmak dahi zorlaşabilir. Bugünkü sistemin değiştirilmesi başta olmak üzere, HDP'nin tutum belgesinde, Millet İttifakı ile örtüşen pek çok nokta bulunmakta. Bunlardan biri kuvvetler ayrılığı. Ancak, kuvvetler ayrılığının yerele doğru genişletilmesi hususu, yerel yönetimin yasama yetkisine de sahip olması anlamına gelecekse, burada problem yaşanacaktır. Keza anadili hakkı ve farklı kimliklerin tanınması meselesinde de böyle bir kırılma söz konusu olabilir. HDP'nin aslında doğrudan Kürt sorununa da bağlanabilen bu talepleri, aslında parlamenter sistemi, Tutum Belgesi'nin son maddesindeki ‘demokratik anayasa'ya geçiş için bir hazırlık olarak gördüğü söylenebilir. HDP dışındaki muhalefetin bugünkü tek adam rejimini değiştirme hedefi bağlamında, parlamenter sistemi böyle bir geçiş olarak kavrayabilmeleri ise, geçmişin parlamenter deneyimlerini bu gözle değerlendirebilmelerine bağlıdır. Bakalım bunu yapabilecekler mi?
Indirimbo za abana mu kinyarwanda Radio Rwanda Itetero --- Send in a voice message: https://anchor.fm/radio-rwanda/message
Indirimbo za abana mu kinyarwanda Radio Rwanda Itetero --- Send in a voice message: https://anchor.fm/radio-rwanda/message
This week best-selling author Jenny Colgan (of The Summer Seaside Kitchen, Dr Who and more) joins Keza and Ellie. They speak about Colgan leaving her only “real job” in the hospital, which was preceded by her non-stop playing Theme Hospital for five months. There's also plenty of chat about Tetris, the Tomytronic 3D, and a whole lot more! .......................................... Extra Life is an original Great Big Owl Production for Auddy #extralifepod Hosts: Keza Macdonald & Ellie Gibson Producer: Joel Morris Assistant Producer: Alex Hardy Music: Waen Shepherd Album Art: Nicole Stewart Auddy Executive Producer, Andrew Sampson Learn more about your ad choices. Visit megaphone.fm/adchoices
Comedian Sophie Duker (Frankie Boyle's New World Order, 8 Out Of 10 Cats) has a Saddest Pokemon Anecdote contest with Keza and Ellie, and talks candidly about her passion for pigeon-dating simulators. .......................................... Extra Life is an original Great Big Owl Production for Auddy #extralifepod Hosts: Keza Macdonald & Ellie Gibson Producer: Joel Morris Assistant Producer: Alex Hardy Music: Waen Shepherd Album Art: Nicole Stewart Auddy Executive Producer, Andrew Sampson Learn more about your ad choices. Visit megaphone.fm/adchoices
Nitekim Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendide 1990'lı yıllardan itibaren, “demokrasiningeri dönüşü olmayan bir süreç olduğunu,daima ilerleyeceğini ve gelişeceğini” vurgulamaktadır.5 Hatta İslam adına aynı istikamettehizmet eden bazıları, o dönemde Hocaefendi'yibu söylemi nedeniyle şiddetle eleştirmelerinerağmen zamanla tam aksi yöne savrulmalarınakarşılık Hocaefendi söylemlerinihiç değiştirmemiş, dünyanın farklı coğrafyalarından,farklı zamanlarda, farklı şahıslar;demokrasi ve İslam hakkında
Friends, a sad day is upon us. Yes, today marks the last time you'll ever hear the lovely Keza MacDonald on the IGN UK Podcast. She leaves us now, but will continue to write for the site in future. Which is nice. I wish I could say it's to a much better place she goes, but sadly it's Brighton. Can't win 'em all, K-dawg. Still, before we get too morose (after all, Christmas is just around the corner), be reassured that there's a bumper crop of joy on this week's Podcast, as Luke, Alex and Stu relive Keza's best memories, discuss our favourite games from 2013 and talk about how to commemorate Keza. My idea of a Viking funeral involving her desk in the Thames doesn't go down well. As an added bonus, we're all hungover! That's right! It's going to be one of those Podcasts! So don't deny yourselves the exquisite aural pleasure we've cultivated for you any longer. Click below to get listening, and head back to IGN on Christmas Eve to check out our Christmas Quiz! It proves beyond any reasonable doubt that we have been paying absolutely no attention to what's been going on in the last 12 months. Here's to a similar 2014!
It's a bumper edition of the podcast this week, where Alex, Chris, Keza and Luke discuss everything from Microsoft's Xbox One sales to the... interesting VGX awards ceremony. We also reveal the sad news that the wonderful Keza MacDonald will be leaving us full time, becoming a contributing editor in the New Year. You'll still see her stuff around the site, it just means she won't be podcasting with us no more. But don't worry! There are happy things too! There's interviews with the Trade-In Detectives, a team working to get you the best value second hand games, and Richard Armitage AKA Mr Thorin Oakenshield from The Hobbit: Desolation of Smaug. We even discuss whether we're Directioners or Beliebers. It's a very exciting time. So what are you waiting for you lucky things? Click below to get listening!