POPULARITY
Gazze'de insanlık dışı zulmün 300. günü de bir hafta önce geride kaldı. Bir yılın dolmasına sadece iki ay kaldı. Değişen hiçbir şey yok. Siyonist israil sınırsız vahşetini, arsızca caniliğini, tarihin gördüğü en acımasız soykırımını ara vermeden sürdürüyor. İnsanlığın kalp sahibi kısmı Müslümanlarla birlikte tepki göstermeye, İslam coğrafyasının yöneticileri kafalarını kuma gömmeye, israil işbirlikçileri katillere destek olmaya devam ediyor. İlk günden 300. güne kadar bu acı tabloda değişiklik olmadı, bir şeyler değişmezse yakın zamanda olacak gibi de durmuyor. Bir şeyler değişebilir mi peki? Bunun için “Elimizden bir şey gelmiyor!” diyenlerin değişmesi gerekiyor öncelikle. Dünyada farklı kültürlerden insanlar sadece kalplerinde bu yükü taşıyamaz hale geldikleri için değişiyor. Ya bizim toplumumuzda? İstisnalara selam durarak söyleyeyim ki bu ölçüde derin bir değişim hareketi göremiyorum ben bizim toplumumuzda. Büyük bir ekseriyetimiz henüz ne olduğunu, ne yaşadığımızı idrak etme konusunda dahi gereken gayreti dahi göstermiş değiliz. Dünya artık başka bir yer… Eskiden yaşadığımız gibi yaşayamayacağımız bir yer… Şartlar değişti, uyanık olmamız, direnç göstermemiz, alışkanlıklarımızı esaslı biçimde gözden geçirmemiz gerekiyor. Yani esastan değişmemiz, dünyanın gittiği yeri görerek anlamaya gayret etmemiz, aleyhimize gelişebilecek yeni durumlar karşısında bizi ayakta tutacak dirayet ve basireti kazanmamız gerekiyor.
Elimizden gelenin en iyisini yaptığımız sürece, her gün her hastanın ihtiyacını karşılayamadığımız için suçluluk hissettiğimizde kendimize şefkat göstermeliyiz. Sorun Acil servisler neden hep karmakarışık olur? Triyaj sıraları, dolu olan bekleme alanları, ambulansla gelen vakayı almada gecikmeler, servisten izinsiz ayrılan sinirli hastalar ve bütün bunlarla uğraşan doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları daha sürdürülebilir yaşamlar için acil servisleri terk ediyor ve artan personel eksikliği acil servis kapasitesini daha da tüketiyor. Gün geçtikçe daha da kötüleşen bu durum, sistem bozukluğu ve sıkıntılı kısır döngüsü ile acil servis bir kaos alanı olmaya devam ediyor. Acil servislerin onarıma ihtiyacı var mı? Sadece Türkiye'de değil gelişmiş-gelişmekte olan ülkelerin kendi acil servis sağlık hizmetleri hususunda hazırladıkları raporlarda, acil servis ziyaretlerinin nüfus artışından çok daha hızlı arttığını ve temel sistem değişikliği yapılmazsa 20 yıl içinde %40 daha artacağını gösteriyor. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin yeteri kadar önemsenmediği, işlev görmediği için acil servisler artık birincil bakımın en önemli odak noktası haline geldi. Ve bu sadece birincil bakımla ilgili değil; Evde bakım hastaları birinci basamakta alamadığı hizmeti almak için, hastayı başvuru anında göreceğimiz için acil servislere başvururlar. Acil cerrahi veya uzman konsültasyon işlemleri olan hastalar, hekimleri tarafından acil servise gönderirler. Cerrahi hastalarına ameliyat sonrası bir sorun geliştirirlerse acil servise gitmeleri söylenir. Yoksul ve dışlanmış hastalar orantısız bir şekilde acil servislerde tedavi edilir ve neredeyse yarısı acil olmayan klinikleri mevcut olduğu halde bu durum ortaya çıkar. Uzman randevuları veya görüntüleme istemleri için uzun süreli gecikmelerle karşılaşan hastalar, işlemlerinin daha hızlı çözülmesi nedeniyle sıklıkla acil servislere giderler. Yatan hasta servisleri tam kapasiteye ulaştığında acil servisler bu hasta yükünü taşımak zorunda kalır. Bu hastalar genellikle acil servis sedye alanlarının çoğunu işgal ederek gerçek acil bakım hizmetini sekteye uğratmış olur. Görsel kaynak: Habertürk Sağlık hizmetine “Erişilebilirlik”, sağlık sistemlerinin temel ilkelerinden biridir. Ancak bu erişilebilirliğin neredeyse %58-80'inin kilit ve çözüm noktası, tüm plansız sağlık bakım için varsayılan varış noktası ve acil servis hastalarının, ihtiyaç duyduklarında bakım alabilecekleri tek yer acil servisler olmuştur1. Araştırmalar, acil servislerin karşı karşıya olduğu dizginlenemeyen talebin, zayıf birincil bakım erişilebilirliğinden, artan hasta karmaşıklığından, yönetilmeyen kronik hastalıkların artan yükünden, doktor ve hemşire kadrosu eksikliğinden ve hastaneye yatırılan hastalar için hastane yatağı eksikliğinden kaynaklandığını doğrulamaktadır. Bu faktörlerin hiçbiri acil tıp etki alanına girmez. Peki, gerçekten düzeltilmesi gereken yer acil servisler mi? Acil tıp inancı, her hastanın sağlık endişesinin önemli olduğu ve hastaların durumlarından bağımsız olarak geri çevrilemeyeceğidir. İşte bu inancımız nedeniyle koşulsuz hizmet sunma çabalarımız, diğer alanlar için sihirli bir cümleyle sağlıkta erişebilirliği ele almalarına için yol açtı: "Acil servise git." Ancak, acil servisler diğer sağlık hizmetlerinin bıraktığı bakım boşluklarını doldurabilir ve aynı anda hızlı, yüksek kaliteli acil bakım sağlayabilir mi? Cevap hayır. Acil servisler çoğu hasta için yanlış yerdir. Acil servislerin aşırı ve uygunsuz kullanımı sistem maliyetini artırır, bakım kalitesini düşürür ve personeli tüketen kaotik çalışma ortamları yaratır. Acil servisler 1-6 saatlik karşılaşmalar için tasarlanmıştır. Acil ekipleri akut sorunlar ve hayati tehlikeler için eğitilir ve donatılır. Biz psikiyatrist, cerrah, geriatrist veya farklı alan uzmanı değiliz. Yüksek kalitede yatılı bakım, ruh sağlığı müdahalesi, kronik hastalık yönetimi,
Gazze'deki soykırım 300 günü geride bırakıyor. Tam on aydır, her an her dakika bir halk katlediliyor, bir şehir yok ediliyor. Gazze gözlerimizin önünde tarihin en ağır soykırımına maruz kalırken bizler de çırpınıyoruz. ‘Elimizden ne gelir?' sorusunu çok kez sorduk. Çok kez de çaresizliğimizden utandık. Elden gelen yürümekti, yürüdük. Avazımız çıktığı kadar sloganlar attık, toplaştık, sabahladık, boykotlar başlattık. Lakin ne Gazze için yaptıklarımız bizi tatmin etti ne de Gazze'deki soykırımı durdurabildik. Başta İslam ülkeleri, tüm devletler İsrail'i kınamanın ötesine geçemezken insanlar ne yapabilirdi ki? Üstelik, “Filistinliler toprak sattı” iftirasına muhatap edildik. Filistin halkının ataları tabii ki vatanlarını, topraklarını satmamışlardı. Ancak bu yalan, zehirli sarmaşık gibi bir anda topluma sirayet etti. Sosyal medya hızında yayıldı. Anası, babası “Kahrolsun İsrail” diye slogan atan evlatlar dahi, fanı oldukları Oğuzhan Uğur'un Gazze halkına kurduğu kumpasa alet oldular maalesef. Asıl çaresizliğimiz de buydu. İsrail'in gayrinizami harp unsurlarını fark edememiştik. Filistin'de yaşananların arka planını, bu meselenin neden bizlerin de davası olması gerektiği ve daha sarsıcı bir gerçek olan İsrail'in dünyanın geri kalanını nasıl etkisiz hale getirdiğiyle yüzleşmeliydik.. Siyonizmin kontrolünde olan, sinema, dizi ve dijital içerik platformları ‘Holokost Endüstrisi'ne seri üretim yaparken, İsrail de Filistin halkının ve son 15 yıldır Gazze'nin sesini duyulmaz hale getirerek, 10 ayı geride bırakan soykırımın sosyolojik altyapısını inşa etmişti. Geçtiğimiz hafta İstanbul ve Ankara'da birbirinden değerli üç konferans veren Filozof Taha Abdurrahman, Gazze halkı için şu tespiti yaptı: “Filistinli, Gazzeli insan bir dünya insanıdır. Aslında bunlar bütün insanlar arasında seçilmişlerdir. Tüm insanlık adına iki görevi üstlenmek üzere seçilmişlerdir. Birincisi 'insanlık değerlerini yenilemek', ikincisi ise 'dünyada insanları özgürleştirmek.' İşte Gazzelilerin görevi de budur.” Prof. Taha Abdurrahman, Müslüman halkların, fiziki özgürlüklerin rehavetinden sıyrılarak zihnen ve fikren özgürleşmesi gerektiğini söylüyordu aslında. Bizlerin de Gazze'nin ve Filistin halkının sadece bir vatan savunması yapmadığını, özelde tüm Müslümanlara, soykırım itibariyle de tüm insanlığa açılan savaşa karşı canlarını ortaya koyduklarını artık idrak etmemiz gerekiyor. Bu mukaddes bir yük ve omuzlamak istiyorsak, belki de en başa dönmemiz gerekiyor. Sizlere şimdi üç kitaptan bahsedeceğim. Roman, hatırat ve denemeden oluşan, Ketebe'den çıkan üç kitap. Aslında bu yazıyı kaleme almaya da geçtiğimiz günlerde elime geçen, ‘Gazze'deki Işık-Ateşten Doğan Yazılar' kitabını inceleyince karar verdim.
Bu yazıyı sahura kalktığımız ilk gece (pazar) Bodrum'dan yazıyorum. Çünkü pazartesi erkenden çıkıp Milas'ın Selimiye beldesinde seçim çalışmalarına gideceğim. Olur ki fırsat bulamaz da yazamazsam diye tedbiren pazar gecesinin geç bir vaktinde yazıyorum. Gurbette Ramazan zordur. Hele bir de seçim çalışmalarına katılıyorsanız. Gazzeli kardeşlerimizin halini düşününce zorluk kelimesi hem anlamını yitiriyor hem de yüreğime onulmaz bir acı gibi çöküyor. Çarşamba ve perşembe günü İstanbul'daki tv programlarından sonra cuma sabahı erkenden memleketim Adıyaman'a iki günlüğüne gideceğim. Pazar günü Gaziantep'te olacağım. Pazartesi sabahı erkenden G. Antep'ten İzmir'e uçacağım. Oradan da karayoluyla kaç saatlik yolculuktan sonra söz verdiğim üzere tekrar Milas'a geçeceğim. Seçimin son gününe kadar oradayım inşallah... Bir yanda Ramazan, bir yanda seferilik, bir yanda tv programları bir yanda da sahada seçim çalışmaları. Rabbim tahammül versin ve hayırlara tebdil eylesin. Biz seferle yükümlüyüz. Elimizden geleni yaptıktan sonra gerisi Rabbimize aittir. Kalpleri evirip çeviren O'dur. Zafer O'ndandır. xxxxx Bir ayı aşkın süredir evimizden uzaktayız. Asla şikâyetçi değiliz. Zinhar birilerinden aferin almak veya bir makam elde etmek niyetiyle de çalışıyor değiliz. Şahıslar kazansın diye çalışmıyoruz. Birilerine makam sağlamak için çabalamıyoruz. O birilerinin kibirden başları göğe ulaşsın, nefisleri daha da azmanlaşsın diye alın ve yürek teri akıtmıyoruz. Sadece ve yalnızca Reis'in başı öne eğilmesin, bayrağı yere düşmesin diye sahalardayız. Çünkü Reis'in şahsında somutlaşan davayadır bizim sevdamız. O malum odakların seçim sonuçları üzerinden kem dilleri Reis'in üstünde uzamasın diye çabalayıp durmamızın sebebi bu. Sahada olup bitenleri görüyoruz. Kimlerin ne yapıp ettiğini de.
Youtubedaki 140 Journos kanalının bence harika işi “Adnan”ı izledikten, Adnan Oktar'ın bütün pisliklerine vakıf olduktan sonra ister istemez döküldü dudaklarımdan bu cümle: “Tanrıyı şehirden kovarsan sonuçlarına katlanırsın.” Biraz geriden alayım. Bu hafta sonu izlediğim tek belgesel Adnan değildi. Kendini UFO dininin peygamberi ilan eden Rael ile ilgili bir belgesel de izledim. Bununla da yetinmedim. Bence işi bütün detaylarıyla anlatmak dururken magazine eden epeyce yüzeysel “Tarikat Lideri Nasıl Olunur?” belgesel serisine de göz attım. Zaten bildiğim meselelerdi ama peş peşe bu kadar “modern kült” izledikten sonra bu husustaki inancım bir kez daha pekişti. Bu üçkâğıtçılara gönül indiren ve sonra pişman olan biri, Batı düşüncesine dönüp “Elimizden inancımızı aldınız ama inanma ihtiyacımız yerinde durduğu için Jim Jones'undan Rael'ine, Osho'sundan Adnan'ına, İskender'inden Fetoş'una kadar bir yığın ne idiğü belirsiz soysuz herif gelip bize ‘İnanmak istediğini biliyorum, o halde bana inan' dedi ve biz de onlara inandık” dese, edecek tek bir kelimesi, verecek tek bir cevabı yok Batı'nın. Biraz daha geriden alayım. 2013 yılında taş gibi yazmışım: “Haydar Baş, Adnan Oktar, Edip Yüksel, Zekeriya Beyaz ve daha nicesi. Suç bizde. Vaktiyle kovalamadığımız için evimizin önüne pisliyorlar.” Bugün de böyle mi düşünüyorum? Evet, kesinlikle. Bu işleri temizlemek kesinlikle Türkiye'deki dini hareketlere ve dindarlara düşerdi. Sorun onların sorunu değildi ama temizlik onların vazifesiydi. Ama daha başka söyleyeceklerim de var bu meselede. İşin açığını konuşmasak olmayacak. Tanzimat öncesi başlayan ve adına Türk modernleşmesi dediğimiz kendine mahsus modernleşme biçimi bizi her bakımdan ama en çok da bilinç bakımından yaralı bıraktı. Bu tabii, uzun bir mesele. Biz şimdilik yazımıza bakan kısma odaklanalım. Türk modernleşmesi bizi Tanrıyla, tanrısallıkla ve inançla kandırmaya çabalayan madrabazları şehirden kovmak yerine bizatihi Tanrı'yı şehirden kovmayı seçince olacak zannetti ama olmadı. Şehrin ürettiği dindarlık yerin altına, taşraya, köye doğru gerileyince türlü tuhaflıklar zuhur etti. Safahatı uzun tabii ama “bugün Türkiye'de başımıza bela olan İrancılık akımı bile Tanrıyı şehirden kovan Türk modernleşmesinin bir semptomu” desek sezadır.
Vagon'un içi tenhaydı, yolcuların neredeyse tamamına yakını 50 yaş üstüydü. Ayakta duran biri iki kişi vardı sadece ve oturanların bazısında “pandemi maskeleri” takılıydı. Yüzünde maskesi olanların diğerlerine göre daha fazla sağlık haberlerine maruz kaldığını düşündüm . Çin'de görülen, Amerika'da ve Avrupa'da salgın şeklinde yayıldığı söylenen “gizemli zatüre”. “Gizemli zatüre”nin insandan insana geçtiği haberini, ekranı gün boyu açık olanlar kim bilir kaç defa izlemişti? Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın insanlar ikiye ayrılıyor: Ekrana kilitlenenler ve bir ekrandan başka ekrana kendini kilitleyenler. Dünyanın yeni “zamansal” ayrımı. Ekrana kilitlenenler en fazla ellerindeki kumanda ile başka bir kanala geçiyor. O başka kanalda da aynı haberlere rastlayacağını bilse de elinden başka bir şey gelmiyor. Elinden niye başka bir şey gelmiyor? Telefonu akıllı değildir mesela. Akıllı telefon kullanmaya hiç heves etmemiştir. Bildiği dünyada kalmayı istemiştir. Bilmediği dünyalara sadece tv ekranı üzerinden ulaşmayı emniyetli bulmuştur. Haberlerin sunduğu her şeyi bilir böylece. Türkiye'de, Hindistan'da, kutuplarda... tabii tercih ettiği kanalın “haber tercihine göre” bilir “her şeyi”. II- “Utanıyorum çok utanıyorum” diyor orta yaşlı kadın telefondaki muhatabına. “O çocukların yüzü gözümün önünden gitmiyor. Onca yokluğun içinde ne kadar mutmain her biri. Biz hiçbir şey yapmadan öylece seyrediyoruz... Onların tepesine bombalar yağarken... Elimizden hiçbir şey gelmiyor.” Telefonu kapatınca yanındaki emir verir gibi gürlüyor: “Boykot yap!” “ Ben zaten o boykot edilen şeylerin hiçbirini almıyordum ki.” “İyi ya işte sen zaten boykottaymışsın.” “Utanıyorum” diyen kadın “Kalbim mutmain değil” diyor muhatabının kendisini anlamayacağından neredeyse emin. “Dua et o zaman” diyor her durumdan kendisine vazife çıkaran seyyar nasihatçı kimliğini kartvizit yapıp yüzünde asılı tutan kadın. “Dua et o zaman” dediği kadının tepeden tırnağa haliyle edebiyle yürüyen bir dua olduğunu hiç fark etmeden... Kadın iki elini kalbine bastırıyor sanki kalbinden dışarı çıkacak olanlardan utanacakmış da çıkmasınlar orada öylece kalsınlar diye. “Bu kadar üzülme” diyor seyyar nasihatçı. Oysa kadın yeterince üzülmediği için kendini suçlu hissediyor. “Bu üzüntü mü! Ye iç. Sıcak yataklarda yat. Geç ekran başına seyret seyret.” Seyyar nasihatçi aman ne halin varsa gör deyip cep telefonundan bir vidyo açıyor. Açtığı vidyodan gelen kahkaha sesleri bütün vagona yayılmadan neyse ki telefonun sesini kısmayı akıl ediyor. III- Tren istasyona yaklaşırken aralarındaki buzdan duvarı son bir umut aşmak istercesine genç adam “üzgünüm” diyor. Öylesine söylenmiş bir cümle gibi değil. Üzgün olmayı tecrübe etmiş, üzgünlüğü harf harf inşa etmiş biri gibi. Vagondaki herkes “üzgünüm” diyen sese, sanki kendi üzgünlüğünü de katsın, katsın da muhatabına hiç cevap vermeyen şu kapşonlu kızın kalbine imece usulü bir pişmanlık tohumu atılmış olsun diye bakışları ile destek veriyor genç adama. Kapşonunu ve kara gözlüklerini kendine siper edinmiş genç kadın vagonun kapısı açıldığı sıra Ayten Alpman'ın sesinden dinlemeye alışkın olduğumuz o şarkıyı yükseklerden aşağı dökülen berrak bir su gibi söylemeye başlıyor: Üzgünüm acı sözlerim için/ Üzgünüm seni kırdığım için/ Haklısın bana darılsan bile/ Beni terketsen bile/ Ne yaparım ben böyleyim/ Üzgünüm bütün olanlar için/ Üzgünüm mutlu yıllarım için /Aşkımız gölgesiz olmalıydı /Şüphesiz olmalıydı Affedemem ben böyleyim.
Ülkemizde Gazze›de yaşananlara farklı kesimler farklı biçimde yaklaşıyor, bunu gözleyebiliyoruz. En duyarlı kesim, bütün bunlar olmadan da Gazze diye, Filistin diye, Mescid-i Aksa diye bir meselesi olan insanlarımızdan müteşekkil, protesto ve boykot hareketleri daha ziyade onlardan geliyor. Daha kalabalık bir kesim, son yaşanan vahim olaylardan, israil'in vahşi cinayetlerinden etkilenerek konuya bir duyarlılık gösterir durumda... Yazık ki bu kesimin meseleyle irtibatı oldukça gevşek... Onların yaklaşımının tarihsel bir derinliği, ümmet kardeşliği bağlamında bir muhtevası pek yok. Gösterdiği vahşi saldırganlık yüzünden israil'e kızıyorlar sadece. Sadece haberleri izlerken ya da ilgili bir şey gördüklerinde ilgililer konuyla... Mesela kısa bir süre boykot ürünlerini boykot etseler bile, ilk indirimde bu ürünlerin raflarını birkaç saat içinde boşaltabiliyorlar. Başka bir kesim de bu olayları uzaktan seyrediyor, umursamayıp hayatlarını yaşamaya devam edenler de var. Bir de Filistin'e karşı gösterilen duyarlılığa ifrit olanlar var, birilerine öfkeleri o kadar kabarmış ki parçalanmış bebek cesetleri bile onların kalplerini yumuşatamıyor. Düpedüz ırkçılık yapanlar, hatta israil'e doğrudan destek verenler bile var aralarında. Türkiye'de nitelik olarak manevi bir gerileme yaşamakta olduğumuz bir gerçek... Toplumsal ayrışmayı tetikleyen maksatlı birtakım girişimler olduğunu biliyoruz. Ama bunun ötesinde karşıtlıkların biriktirdiği öfkeler de insani konularda artık ortak bir noktada buluşmamıza engel olabiliyor. En son deprem ertesinde bu ayrışmaların nerelere varabildiğini gördük. Bir toplum, meselelerini hakkaniyetli bir biçimde konuşamaz hale gelmişse bu ciddi bir problemdir, herkes bu konuda kendi muhasebesini yapmalı. Bu itiş kakış kültürünü bu toplumdan söküp atamazsak ileride ciddi sıkıntılar yaşayabiliriz. Filistin meselesinde bir kere daha ortaya çıkan bu parçalı görüntü, israil'e karşı ortaya konan tepkilerin parazitlenmesine yol açıyor. Toplum olarak vahşete karşı durma, Filistin'e destek, israil'e lanet noktasında topyekun bir görüntü verdiğimizi söylemek zor. Oysa bütün dünyada belki de ilk kez sokaklar, caddeler, meydanlar ‘Özgür Filistin', ‘Katil israil' sloganlarıyla inliyor. Oldukça da spontan gelişen, her kesimden insanın katıldığı, son derece samimi kalabalıklar bunlar... Bizde mesela 15 Temmuz'daki gibi bir kendiliğindenlik gözlenmiyor pek, belli organizasyonlarla bir araya gelebiliyor ve istisnalar dışında daha kurgusal tepkiler veriyoruz. “Elimizden bir şey gelmiyor” diyenlerin sayısı, “Acaba Gazze için ne yapabilirim?” diye soranlardan daha fazla gibi sanki... Bunları söylerken Gazze konusunda samimiyetle gayret gösteren bütün kardeşlerimi tenzih ediyorum. Hiç kimsenin moralini bozmak değil niyetim. Ancak olayların bize söylediği şeyler var. Bu demektir ki Allah'ın bu olaylar üzerinden bize söylediği bir şeyler var. Bunlara kulak vermeliyiz. Mescid-i Aksa yıllardır işgal altında, bu konuda İslam toplumları hiçbir mesafe alamadı maalesef... Bunlar Allah'ın çevresini mübarek kıldığı topraklar... Son on yılı sosyal medyanın önümüze yığdığı gündemlerde çene çalarak kayıkçı kavgalarıyla geçirdik. Oysa hiçbir meseleyi küçümsemeden daha güçlü bir toplum olabilmek adına canla başla çalışmalı, hal çareleri üretmeliydik. Sadece israil saldırdığında hatırlayarak Gazze için bir şey yapamazdık, zaten yapamıyoruz. israil, İslam topluluklarından somut bir müdahale gelmeyeceğini bildiği için bu kadar vahşileşebiliyor, zulmünü bu kadar açıktan, bu kadar şımarıkça, bu kadar sırıtkan bir yüzle işleyebiliyor.
Arkadaşlarla muhabbetimizde konu “en zor ibadete” geldi; biri “oruç” dedi, biri “namaz”, bir başkası “hac” dedi. Bense en zorunun “zekât” olduğunu iddia ediyorum. Mal canın yongasıdır. İnsan kazandığını kendisi kazandı zanneder; çalışıp, çabalayıp, ter döküp elde ettiğinden küçük bir miktar vermek canından can gitmesi, vücudundan bir parçanın koparılması gibidir. “İlk kavga”, “ilk cinayet” de böyle çıkmadı mı? Habil cömertçe kazandığından infak ederken, Kabil cimriliğe, hırsa, tamaha yenik düşüp kardeşini katletmedi mi? Oysa Habil kazandığından infak ederek malını çoğaltmıştı; Kabil ise kısarak, çalarak malın çoğalabileceğini zannetti. Yıllar önce bir arkadaşım çok küçük miktarda bir parayla borsaya girdi. Bugünün değeriyle 1.000 TL gibi bir miktar. Sabah akşam rakam izliyor. O günlerde Başbakan Erdoğan başörtüsüyle ilgili bir açıklama yaptı. Borsa çalkalanmaya başladı. Arkadaşımla karşılaştık, “başörtüsü maşörtüsü deyip niye ortalığı karıştırıyorsunuz” diye tepki gösterdi. Mütedeyyin, muhafazakâr, 5 vakit namazında, eşi de başörtülü bir arkadaştı. Belli ki borsa düşünce zarar etmişti. Ama “hem ayranım dökülmesin, hem yoğurdum ekşimesin” istiyordu. Ya da “minareden at beni, in aşağı tut beni”... Futbol camiasını sarsan şu tefecilik meselesine ne demeli? Namazında niyazında, faiz karşıtı isimlerin epeyce paraları da olmasına rağmen yüksek faizle daha çok kazanmanın peşine düşmesi ne büyük bir çelişki. Ayı kıllandıkça üşürmüş. Gazze'de, gözümüzün önünde bir soykırım yaşanıyor. Bebekler, çocuklar toplu halde öldürülüyor. Hastaneler, okullar vuruluyor. Gazeteciler, doktorlar katlediliyor. Her gün, her an olan biteni öfkeyle izliyoruz. Elimizden gelen tek eylem boykot. Ancak Gazze manzarası karşısında ciğeri yananlar bile boykot külfetine katılmakta isteksiz davranabiliyorlar. Zira boykot konforu bozar, alışkanlıkları, adetleri değişime zorlar. Zihni meşgul eder. Belki küçük bir miktar parasal bedel ödemeyi de gerektirir. Gazze konusunda samimi olduklarına şüphe duymadığımız kişiler bu kadarcık bedeli dahi göze almayabiliyorlar. İsrail'le ticareti ya da gemi trafiğini kesmek boykotun çok çok ötesinde bir fedakârlık, cesaret ve bedel gerektiriyor. Bir tarafta, haydi İslâmî boyutunu geçelim, insani ve milli bir mesele var; diğer tarafta İsrail'den gelecek bin dolarlar, milyon dolarlar. Hem dindar görünüp, hem Filistin meselesinde en hamasi nutukları atıp hem de gizliden gizliye İsrail'le ticaret yapanların yatacak yeri yok da, en azından konuşup davanın samimiyetine zarar vermeseler keşke. Kurtla yiyor, çobanla ağlıyorlar. İsrail'in bebekleri bile acımasızca katleden vahşeti karşısında evet çok kızgın, çok öfkeli, hatta intikam duygusuyla doluyuz. Ama sevdiklerimizden fedakârlık etmedikçe ya da içinde yaşadığımız toplumu böyle bir fedakârlığa yönlendirmedikçe bu öfkenin, bu kızgınlığın bir anlamı var mı? En sevdiğimiz şeyleri Allah yolunda feda etmedikçe, az ya da çok külfete katlanmadıkça intikam mümkün mü? Evet, en zor ibadet zekât, sadaka, infak. İnsanın imanını, ihlasını, samimiyetini asıl test eden ibadetler bunlar. Ayte-i Kerime de öyle buyurmuyor mu: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe asla eremezsiniz; ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir”. Gazze bizim imtihanımız. Gazze her birimizin önce kişisel imtihanı. Sen gerçek mümin olursan İsrail yenilir, Gazze kurtulur.
İsrail'in Gazze'deki soykırımcı saldırısında ölü sayısı 10 bini aştı. Siyonist terörün kurbanlarının yüzde 65'i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Vicdanı olan her insan yaşananları görüyor ve zulme karşı Filistin halkının yanında duruyor. Ancak bu yetmez. Harekete geçmek ve somut eylemlerle Filistin'i desteklemek gerekiyor. Bunu sadece Filistinli çocuklar için değil, kendi çocuklarımız ve geleceğimiz için de yapmalıyız. Çünkü Filistin halkının düşmanı bizim de düşmanımızdır. Yanı başımızda Gazze'de göz göre göre bir halk soykırıma uğruyorsa Türküyle Kürdüyle hiçbir halk güvende olamaz. Emperyalizm, her gün bizi sömüren kapitalizmin en ileri halidir. Bugün Filistin halkına saldırıyorsa, o halkla aynı saftayız demektir. Elimizden bir şey gelmiyor diyenlere kulak asmayın. Elimizden çok şey gelir. Gerçek en büyük silahımızdır. İsrail teröre karşı savaştığını söylüyor. Batı emperyalizmi aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. Yalan söylüyorlar. İftira atıyorlar. Gerçek ise başkadır. Filistin halkının işgale karşı direnişi meşrudur ve haklıdır. Gazze'de terörist olan İsrail'dir! Teröristin en büyüğü ise İsrail'in arkasındaki esas güç olan ABD ve NATO'dur! NATO'nun bir güvenlik şemsiyesi olduğu yalandır. Gerçek 15 Temmuz'da İncirlik'ten yakıt alan uçakların TBMM'yi bombalamış olmasıdır! En büyük terör örgütünü içimizde besliyoruz. Bu zillete son verilmelidir! Siyonist İsrail ise ev, hastane, cami, kilise demeden, fosfor bombası gibi yasaklanmış mühimmat türleri kullanarak, hiçbir hava savunma sistemi olmayan, 45 kilometre karelik bir yere 2,3 milyon insanın hapsedildiği bir alanda katliam yapıyor. Gazze'yi savunan tek güç yerin altını tünellerle ören ve fedakârca savaşan direnişçiler. Ne onlar teslim oluyor ne Filistin halkı diz çöküyor. Onlar üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Bizim üzerimize düşen emperyalist ve Siyonist saldırganlığı cephe gerisinde zayıflatmaktır. Dedik ya gerçek en önemli silahımızdır. Türkiye'de iktidar ve hâkim sınıflar, sözleriyle Filistin'in yanındaymış gibi yapıp eylemleriyle emperyalizme ve Siyonizme destek vermektedir. İsrail elçisi hâlâ kovulmadı. Siyonistler adamlarını kendileri çekti. Erdoğan bu basit tepkiyi bile göstermedi. Erdoğan “one minute” dedikten sonra bile, Mavi Marmara katliamından sonra bile İsrail'le ticaret rekorları kırdı Türkiye! Siyonist katil bu ticaretle semirdi. Bugün İsrail'in çelik pazarının yüzde 65'ine Türk şirketleri sahip! Her gün Türk limanlarından İsrail'in Hayfa limanına şilepler mal taşımaya devam ediyor. İsrail'e boykot! Boykot, katili güçten düşürmek demektir. Emekçi halkımız İsrail'e destek olan markaları boykot etmeli. Ama esas, iktidarı İsrail ile yapılan ticareti durdurması için zorlamalı, diplomatik ilişkileri tamamen kesmesini sağlamak için bastırmalı. Zira Türkiye'yi yönetenler sadece ekonomik olarak değil askeri olarak da Siyonizme hizmet ediyor. Malatya'da konuşlu NATO'ya bağlı Kürecik radar üssü İsrail'in bölge çapındaki en büyük istihbarat kaynağıdır. Gazze'ye ölüm yağdıran pilotlar geçmişte Konya'daki hava üssünde eğitim gördüler. ABD iki uçak gemisinin yanı sıra İncirlik'teki askeri üsse indirdiği bombardıman uçaklarıyla bölge çapında terör estiriyor. Tüm bunlara İngiliz emperyalizminin Ağrotur ve Dikelya üsleri ile Kıbrıs'ı batmaz bir uçak gemisi olarak kullanmasını da eklemeliyiz. Türkiye Kürecik üssünü kapatırsa katilin bir gözünü kör eder. İncirlik üssünü kapatırsa katilin havaya kaldırdığı bir yumruğunu tutmuş olur. Türkiye'nin NATO'dan çıkması ise dengeyi tamamen değiştirecektir. İşçiler emekçiler köylüler! Yüreğimiz Filistin'de atıyor. Eylemimizle de Filistin'in yanında olalım! İsrail'i boykot edelim! İsrail'le tüm ekonomik, diplomatik, askeri, kültürel, akademik ilişkilerin kesilmesi talebini yükseltelim! Emperyalist üslerin kapatılması, Türkiye'nin NATO'dan çıkması için mücadele edelim! Filistin halkının bir kez daha kendi topraklarından sürülmesini engelleyelim! Soykırımı durduralım!
Gazze'deki soykırımdan sonuç itibariyle hiç de farklı olmayan ürpertici bir sorunumuz var: Çocuklarımızı kaybediyoruz... Liselerdeki çocuklarımız hız, haz ve ayartı peşinde koşturuyor. Üniversitelerdeki çocuklarımız da aynı şekilde. Popüler kültür ve popüler kültürün en yaygın mecrası sosyal medya, bu kültürel soykırımı katmerli hâle getiriyor. Soru şu burada: Liselerdeki çocuklarımızın kaçta kaçının İslâm diye bir derdi, davası, iddiası, hayali ve rüyası vardır? Üniversitelerdeki çocuklarımızın kaçta kaçı Gazalî'yi, İbn Sina'yı, İbn Arabi'yi, İbn Haldun'u, Cezeri'yi, Birûni'yi, Sinan'ı, Itri'yi ideal model olarak görüyor acaba? Bu sorular hayatî sorular ve verilen cevaplar hayal kırıklığına yol açacak kadar ürpertici. Genç kuşaklarını ihmal edenler, geleceklerini imha ederler. Çocuklarımız hız, haz ve ayartı rejimi dromokrasinin pençesinde kıvranıyor. Hedonizmin, egoizmin, nihilizmin kurbanları olmak üzereler... Bütün bu akımlar, deizmin, ateizmin kucağına itiyor çocuklarımızı. DEİZM VE ATEİZM DALGASI... Peygamber'siz din olmaz. Peygambersiz din, asliyetini ve hüviyetini de, varlığını ve anlamını da yitirir. Ama çağımızda peygamber fikrine saldırı var. Deizm, Tanrı fikrini, inancını kabul eder ama peygamberi, peygamber fikrini ve inancını reddeder. Deizm, Tanrı fikrini kabul etse de, sonuçta, deizmin tanrı inancı, pagandır: Hayata karışmaz, hayatın dışındadır deizmin tanrısı. Hayata karışmayan bir Tanrı fikri, Yaratıcı olamaz, yaratılanların icat ettiği bir mahlûkât olabilir ancak. Deist olup da dindar olduğunu söyleyen insanlar var. Deizm, hakîkî dinin, inancın altını oyar. Deist, her ne kadar Tanrıya inandığını söylese de, inanan biri değildir, inançla, din'le dalga geçen, kafasına, keyfine göre hem tanrı hem de din icat eden biridir. Deist, tastamam palyaçoyu andırır: Deistleri en iyi açıklayacak ifade palyaço metaforudur. KALICI ÇIKIŞ YOLU: TEVHİD İNANCI VE NÜBÜVVET FİKRİ
İsrail her dakika bebeklerin, çocukların, korunmasız sivillerin üstüne bomba yağdırırken bizim kendimizi iyi hissetmemiz elbette mümkün değil... Bu çaresizlik bizim kendimizle aramızı da bozuyor, böyle bir durumun içine düşmüş halde oluşumuzu kendimize açıklayacak kelimeleri bulamıyor, ahvalimizi meşru kılacak bir mazeret bulamıyoruz. Bu muhasebeyi yapalım, bu yüzleşmeden elbet kaçmayalım ama bu kahrın bir yılgınlığa dönüşmesine, bizi elden ayaktan düşürmesine de izin vermeyelim. Filistin'in uğradığı bu büyük zulmü dünyaya duyurmaya, bu büyük vahşetin kara haberini yaymaya, dünyayla iletişimi kesilen Filistin'in mazlum ve yiğit insanlarının sesi olmaya devam edelim. Bu insanlık nöbetini, bu iman vazifesini asla bırakmayalım. Bu destek faaliyetlerini küçümseyenleri, “sizler evlerinizde rahat rahat oturup laf üretirken, Gazze'de çocuklar ölüyor” diyenleri kesinlikle dikkate almayalım. Görünüşte haklı bile olsalar konsantrasyonumuzu bozmalarına, zihnimizi meşgul etmelerine izin vermeyelim. Elimizden ne geliyorsa, asla küçümsemeden bu seferberliği sürdürelim. Bu işin peşini asla bırakmayacağımızı dosta düşmana gösterelim. Gazze'de yeni bir asır başlıyor, bunu unutmayalım! Tarih yeniden yazılmaya başlıyor; bizim İsrail'i tel'in etmek ve Gazze'nin sesi olmak adına seslendirdiğimiz, görünür kıldığımız, dolaşımda tuttuğumuz her şey, bu yeni yazılmaya başlanan tarih sayfalarına birer vurgulu not olarak düşüyor, bunu aklımızdan çıkarmayalım. Elimizdeki her iletişim imkânını bu yolda seferber edelim, bölgeye yardım ulaştırabilen kuruluşlara imkânımız ölçüsünde azami desteği verelim. İsrail terörizmini lanetlemek ve bütün çıplaklığıyla ortaya sermek adına her gün yeni fikirler geliştirelim, sürekli güncellenen bilgilerle İsrail'in benzeri olmayan çirkinliğini ve yaşanabilecek en ağır şartlar ve zorluklar altında bile dirayetini, kararlılığını, davasına sadakatini yitirmeyen Filistin'in, Gazze'nin yiğitlerini dünyaya gösterelim, tarihe kayıtlarını düşelim. Cesaretin, azmin, imanın şiirini yazan, kundaktaki bebekten ahir ömrünü süren yaşlılarına kadar her yaştan binlerce şehit veren kahraman Filistin insanının destanını görünür kılalım, elimize ulaşan görsellerle bu büyük hikâyenin çarpıcı tasarımlarını üretelim, sosyal mecralardan mümkün olan bütün dillerde dolaşıma sokalım. Bunları yapalım, çünkü bu defa bu yapılanların yeryüzünün her köşesinde bir karşılığı, bir yankısı, insanlığın vicdanında bir titreşimi var. Dünyanın her köşesinde meydanlar, caddeler ‘Free Palestine' haykırışlarıyla inliyor. Zalimler yalanlarını yaymak üzere ağızlarını her açtıklarında yalanları yüzlerine vuruluyor, sert protestolara uğruyor. Batı ülkelerinde yönetimler, kendi toplumları nezdinde İsrail terörizminin yardakçısı olmak suçundan mahkûm ediliyor. Artık küresel bir gerçek bu; İsrail'in Batılı işbirlikçileri ile birlikte kurguladığı bu akıl almaz, bu insafa sığmaz kötülük senaryosu artık hiç kimseyi kendine inandıramıyor. Bu oynanan oyunun ne kadar karanlık, ne kadar kirli, ne kadar adaletsiz ve ne kadar açıklanamaz olduğunu dünyanın neresinde yaşıyor, neye inanıyor olursa olsun her insan görüyor, idrak ediyor.
Ortada bir “savaş” var artık. 75 yıldır devam eden Filistin-İsrail çatışması, Siyonizm'in soykırım silsilesi olarak karşımızda duruyor. Modern çağın insanları olarak şahit olduklarımızı havsalamız almıyor artık. Tarih bizlere Gazze'de yaşananlara şahitlik etme mesuliyetini yüklüyor. Ellerimizdeki cep telefonlarının böyle bir aracılık vazifesi var. Şahit olduğumuz her acıdan, her katliamdan, her vahşetten de mesulüz. Eğer insansak, eğer Müslümansak şahitliklerimiz karşısında ayağa kalkmaktan başka bir seçeneğimiz yok. İsrail'in 22 gündür Gazze'de işlediği vahşetlere sessiz kalmak bile Siyonizm'den yana taraf olmak demektir. Cemil Meriç'in “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur” sözü, son 22 günde bir kez daha ete kemiğe büründü. “Ortada bir savaş var” dedim. Başlatan taraf değiliz. Başlatmayalım da. Savaş da istemiyoruz. Barışı zorluyoruz. Nereye kadar zorlanacak, ne kadar daha sabredecek bu devlet ve bu halk bilmiyoruz? “Yeni Şafak yazarı savaş çığırtkanlığı yapıyor” diyeceklere en başından yanıt vereyim: Savaşı değil, meşru müdafaa hakkını savunuyorum. Batı bir savaş başlattı. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya'nın tespih tanesi gibi İsrail'in yanında dizilmesi ve ABD savaş gemilerinin Gazze sahillerine demirlemesi yeni bir Haçlı Savaşı'dır. Bunun adını koymalıyız ve çok diri bir şekilde hazırlıklı olmalıyız. Batı'nın tüm güçleriyle, 300 kilometrekare bir alana sıkışmış 2 milyonluk Gazze için pozisyon aldığını düşünmek büyük bir yanılgı olur. Batı'ın tüm değerleri ayaklar altına alarak Akdeniz sahillerinden Gazze'yi ablukaya alması Türkiye için milli güvenlik sorunudur. Dün İstanbul'da yapılan ‘Büyük Filistin Mitingi' bu büyük tehlikenin idrak edilmesi açısından çok önemliydi. Türk halkı her daim, mazlum coğrafyalardaki zulümler için meydanlara indi ve zalimlerin karşısında olduğunu haykırdı. Atatürk Havalimanı'ndaki miting ise önceki mitinglerden farklıydı. Gazze'de yaşananlara şahitlik ettikten sonra öfkeden yerimizde duramıyoruz. Elimizden gelen sadece meydanlara inmek. Bağırmak, telin etmek ve katil İsrail'in karşısında olduğumuzu haykırmak. Yeminler ediyoruz, antlar içiyoruz, boykotlar yapıyoruz. Ancak Gazze'ye anlık olarak bir faydamız olmuyor. Peki 1.5 milyon kişi dün neden İstanbul'da meydanlara indi? Ya da daha açık soralım; Cumhurbaşkanı Erdoğan neden Filistin'e destek mitingi yaptı? Öyle ya toplumun önemli bir kısmı istiyor ki küffarın karşısına artık Türkiye devlet olarak dikilsin. Çünkü diplomatik görüşmeler, müzakereler, ikazlar ve çağrılar anlamını yitirdi. Dünkü miting bence bir hazırlıktı. Hem kamuoyu yoklaması hem de İsrail'e açıkça mesajdı. Anlaşılan bundan sonrası iş diplomasi zemininde ilerlemeyecek. Batı başlattığı savaştan geri dönmeyecek. Türkiye kamuoyunun ve Türk halkının; Siyonizm ve Evanjelizm eliyle çıkarılan ve bize doğru yaklaşan büyük din savaşına hazır olması gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da konuşmasında çok net ifade etti: “Ey Batı size sesleniyorum. Yeniden bir hilal-haçlı mücadelesi mi estirmek istiyorsunuz? Eğer böyle bir gayretin içerisindeyseniz biliniz ki bu millet ölmedi.” Erdoğan Batı dünyasına o eli gördüğünü söyledi ve şunu da ekledi: “Biz burada sadece Gazze'de yaşanan katliamı telin etmekle kalmıyoruz, onunla birlikte kendi istiklalimizin ve istikbalimizin de müdafaasını yapıyoruz.” Sadece İsrail ve müttefikleri değil, Türkiye'deki İsrail yanlısı etki ajanları ve “Erdoğan neden miting yaptı”, ya da “elinden sadece miting mi yapmak geliyor” diyenler de bu sözleri dikkatle okumalı. Bu miting sadece kalabalık olarak değil, verdiği mesaj itibariye de tarihe geçmiştir.
Bugünkü yazımızda da okuyucularımızın sorunlarına yer vereceğiz. Bir dokun bin ah işit kabilinden bakılınca okuyucularımızın ciddi sorunlar yaşadığını görüyoruz. Bu sorunları elimizden geldiği kadar bugünkü köşemizde de paylaşmaya çalışacağız. AILE VE SOSYAL HIZMETLER BAKANLIĞI'NDAKI EK DERSLILER DERTLI Bir okuyucumuz; “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nda tam zamanlı çalışan ek derslilerin de sesi olur musunuz? 8.00- 17.00 çalışıyoruz. Memur ile aynı işi yapıyoruz fakat hiçbir özlük hakları izin hakkımız yok, süt izni ve analık iznimiz yok. Asgari ücret altı maaş alıyoruz. Bize de özlük verilmesini talep ediyoruz.(Özlük hakkı olmayan sosyolog)” ifadelerini kullanmış. Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere aynı işi yapan çalışanların farklı ücret ve özlük haklarına sahip olmaları ister istemez bu tür talepleri gündeme getirmektedir. Elbette her çalışanın işe giriş ve çalışma şartlarının aynı olmadığını da belirtmemiz gerekiyor. Buna ilişkin olarak söylememiz gereken nihai cümle ise kamuda mutlaka insan kaynakları stratejisinin oluşturulması gerektiğidir. KADROYA GEÇEN ÖĞRETMENLER AILE BIRLIĞI ISTIYOR Okuyucularımız; “Kadroya geçen öğretmenlerin aile birliği mazeret tayin haklarını kullanamamalarından kaynaklı oluşan maddi ve manevi zorlukların ve olumsuzlukların samimi duaların alınacağı müjdeler ile giderilmesi talebimiz var. (İbrahim Aydın)” ifadelerini kullanmış. “7433 sayılı Kanun ile sözde kadro verilen öğretmenlerin kanuni kadro hakkı olan eş tayini verilmedi. Hâlâ sözleşmeli gibiler. Aileler perişan. Çocukların gözü yaşlı, anaların yüreği yangın yeri. Çok zor durumdayız.” “Kadroya geçen sözleşmeli öğretmenler şartsız eş durumu tayini verilmesini istiyor. VERİLEN AMA TUTULMAYAN SÖZLERDEN BİRİ. (alifarukzengin)” “Dinimiz ne, kültürümüz ne, inancımız ne? Aile birliğinin kadrolusu sözleşmelisi, memuru, özel sektörü olur mu? Aile ne demek? Niçin bu kadar çile çektiriliyor bu insanlara, yazık günah değil mi yavrulara? Okuduk suç mu ettik? Atandık hata mı ettik...( korkmaz)” ifadelerini kullanmış. Öğretmenlerin aile birliği sorununa bir denge içerisinde çözüm üretilmesi gerekmektedir. Yani ne öğrenciler öğretmensiz kalmalı ne de eşler ve çocuklar anne ve babadan uzak kalmalıdır. Bunun için yapılacak çalıştaylarla konu bütün boyutlarıyla masaya yatırılmalıdır. Bu konuda sorun olduğu kesin ve bunda hiçbir şüphe yok ama bir denge içerisinde sorunun nasıl çözüleceğinde uzlaşmaya varılması gerekiyor. SIZ DE SIYASILER GIBI DAVRANIYORSUNUZ Okuyucularımız; “Belki kaleminizle bazı güzel şeylere vesile olacakken siz de siyasiler gibi çoğunluğu tercih ediyorsunuz. Hakkı ve haklıyı gözetmek lazım. Çünkü her insanın yaptığının hesabını vereceği büyük gün var. Çoğunluğun hakkından ziyade mazlumun hakkının savunmanın doğru olduğu kanaatindeyim.” ifadelerini kullanmış. Doğrusunu söylemek gerekirse okuyucumuzun neyi kastettiğini anlamış değiliz. Elimizden geldiği ve dilimizin döndüğü kadar doğruları yazmaya ve okuyucularımıza faydalı olmaya çalışıyoruz. Eleştirirken de önerilerimizi de sıralıyoruz. MEVZUATTAKI AYRIMCILIKLAR KALDIRILSIN Okuyucularımız; “Seyyanen zam kaldırılsın. 5434-5510 ayrımı kaldırılsın. İdareci kadro ne olursa olsun memurdan, asıl işin yapan kim olursa olsun işçiden fazla almalı. Kendine her uzman diyen TV'lerde çıkıp açıklama yapamasın. Çalışandan alınan vergi oranı yeniden düzenlensin. (Fikret ÖZTÜRK)” ifadelerini kullanmış. Mevzuattaki ayrımcılığın kaldırılması hepimizin arzusudur. Ancak bazı kazanılmış hakların korunması açısından maalesef mevzuatta aynı statüdeki personel arasında farklı düzenlemeler yapılmak zorunda kalınabilmektedir. Sistem bozucu özelliğinden dolayı seyyanen zam çok arzulanan bir durum değildir.
Hased Kanserine Yenilmişlerin Prototipi Ebu Cehil *Bir de hased, inançsızlığa inzimam ederse, tehlikeyi muzaaf, hatta muk'ap hale getirir; iki buutlu, üç buutlu, dört buutlu düşmanlığa sebebiyet verir. Bunun prototipi Ebu Cehil'dir; onun için kendisine devr-i risalet-penahide, ışık çağında, gül asrında “cehaletin babası” denmiştir. *Hased, kıskançlık ve hazımsızlık gibi hastalıkların “takdîr-i ilâhîye rıza göstermeme” ile çok yakın irtibatı vardır. Hased, olumsuzluklara sebebiyet verme açısından bazen küfrün önüne geçer ve ondan daha fazla negatif tesir icra eder. Nitekim Ebu Cehil, Allah Rasûlü'nün emin olduğuna gönülden inanıyordu fakat hasedini bir türlü aşamıyordu. Hatta bir gün şöyle diyordu: “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, ‘Rifâde (Mekke'ye gelen hacıların fakir olanlarını doyurup onlara ikramda bulunmak) bizde, sikâye (hacca gelenler için su/zemzem temin etmek) bizde, hicâbe (Ka'be'nin anahtarlarını taşıma ve muhafızlığı) bizde!..' diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘Peygamber de bizden' derlerse, işte ben buna dayanamam.” *Hased, böyle bir tahribata vesile olabilecek bir maraz-ı ruhîdir ve her devirde olmuştur. Firavun, Hazreti Musa'yı çekememiştir. Bilmem hangi mel'un, Hazreti Nuh'u çekememiştir. Nemrut, Hazreti İbrahim'i çekememiştir. Daha başkaları başka enbiya-ı izâmı çekememiş, onları değişik eza ve cefaya maruz bırakmışlardır. Hazreti Zekeriyya'nın başına erre koyanlar, vücudunu testereyle ikiye biçenler, o zatı şehit etmişlerdir. Hased, küfür ve zulüm kıyamete kadar da ilahî adet olarak, tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep kendisini gösterecektir; doğru yolda olan insanların başına çekiç ya da balyoz şeklinde inecek, gelip onların sinelerine mızrak gibi saplanacak, sürekli onlarla uğraşacak, onları incitecek ve o yoldan döndürmek için her şeyi yapacaktır. Eğer bu türlü musibetler sizin başınıza da geliyorsa, O'nun yolunda yürüdüğünüzden emin olabilirsiniz. Bu video 06/12/2015 tarihinde yayınlanan “Sıra Bizde” isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel...
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan yüz yirmi yedinci bölüm sizlerle. Kaydımızın başında, Köfn grubunun “Bi Tek Ben Anlarım”dan sonra gelen yeni parçasını değerlendirdik. Konu müzikten açılınca da müzik dünyasındaki Meksika fırtınasını en popüler örnekle aktardık. Son gelişmeleri, yapay zeka alanındaki son haberlerle harmanladık. Yapay zeka kullanılarak üretilen Drake ve The Weeknd düeti bu hafta müzik sektörünü sarstı. Hikayenin başı, sonu ve geleceğe etkisini konuştuk. Araya bir de Oasis girdi nasıl olduysa !! Ardından Singapur hakkında konuştuk. Nasıl bir yer, ülkenin yapısı nasıl, iklimi nasıl, vs.? Sonrasında, Kahramanmaraş depreminde büyük özveriyle çalışan GEA Arama Kurtarma ekibinden bahsettik. Yaşanan felaket nerede olursa olsun, afet bölgesine en kısa zamanda ulaşmak ve enkaz altında kalmış kazazedeleri canlı olarak kurtarmak amacıyla çalışan bu ekibe teşekkür ettik. Bu fırsatı kullanarak hatırlatma yaptık. Elimizden ne geliyorsa, deprem felaketini yaşayanlara yardım elimizi uzatmaya devam etmeliyiz. Ve son olarak, “bi de buna bak”ta nefis iki önerimiz var. İkisi de müzik odaklı. İlk önerimiz iki kitap, diğeri ise bir dizi. Bi de Buna Bak Messengers: The Guitars of James Hetfield https://metallica.com/store/books-magazines/ Marr's Guitars https://www.harpercollins.com/products/marrs-guitars-johnny-marr?variant=41046832185378 Daisy Jones & The Six https://www.primevideo.com/detail/0PTTLRQF3LB1X2N0OTNY32CH6S/ref=atv_sr_fle_c_Tn74RA_1_1_1
Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi kitap teliflerinden depremzedeler için bağışta bulundu ve imkanı olan herkesi bu yardım seferberliğine katkıda bulunmaya davet etti.
Adaletin İş Yüzü'nde Çalışma Ekonomisi Doktoru Murat Özveri ve Gözde Meydan, bu hafta da Arif Koşar'ın kaleme aldığı bir kitaba dair konuştu. Dr. Özveri ve Meydan, Koşar'ın Kor Yayınlarından çıkan "Robotlar İşimizi Elimizden Alacak mı?" adlı kitabını değerlendirdi. Adaletin İş Yüzü her salı Evrensel'de.
Türkçe yazılan mevlid manzumelerinin arasında özel bir yere sahip olan, Süleyman Çelebi'nin aşkla kaleme aldığı Vesîlet'ün Necât (Mevlid-i Şerif) eserini Prof. Dr. Sadeddin Ökten'le birlikte "Süleyman Aşk Dilin Bilir Dediler" programında hem okuyup hem de şerh ediyoruz… Süleyman Aşk Dilin Bilir Dediler'in yeni bölümünde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: "Merhabâ ey pâdişâh-ı dü cihân Senin için oldu kevn ile mekân Ey cemâli gün yüzü bedr-i münîr Ey kamu düşmüşlere sen destgîr" Süleyman Çelebi Hazretlerinin Vesîlet'ün Necât'ın 'Merhaba Bahri'nden iki beyitle Süleyman Aşk Dilin Bilir Dediler'e başlıyoruz efendim. Hoş geldiniz, safalar getirdiniz... Sadeddin Ökten: "Ey kamu düşmüşlere sen destgîr" Elden tutan demek... Elimizden tutan olmasa biz hiçbir şeyiz... Çocukluğu hatırlayın. Önce anne tutuyor sonra baba tutuyor sonra... Geçen de bi yerde konuşuyorduk öğretmenlerle. Ben dedim muallim diyorum, üç tane de muallim tanıdım hayatta; ilimle iştigal, ilim talim eden... Öğretmen öğretir. Hayır da öğretir şer de öğretir ama muallim başka bi şey. İlim talim ediyor. İlim ne? İlm-i İlahi'den bir cüzdür ilim. Fizikte buna dahil... Dolayısıyla hepimizin elinden tutacak birisi lazım. Muallim tuttu işte sonra üniversite hocası tuttu. Eski zamanda mürşid tutardı. Mürşid tutar seni nereye götürür? Sünnet-i Seniyye'ye götürür. Peki o hangi yol? Sırat-ı Müstakim'in adım taşlarına yürütür seni... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
"Hapisteki dostlar içiniz rahat olsun, Saray rejiminin, tek adam rejiminin zamanı hızla kısalıyor" Hasan Cemal'in 26 Nisan 2022 tarihli yazısının seslendirmesidir. https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/kavala-ve-gezi-tutuklulari-ozgurluklerine-kavusana-kadar-direnecegiz-adalet-ve-hukuk-bayragi-elimizden-dusmeyecek,35083
Konya'da, ilerlemiş bir gecenin iyice yorgun dibinde o en olmadık sorunun cevabını arıyoruz iki arkadaş: İnsan insanın yurdu olabilir mi? Ağzındaki sıcak ve şekerli tadı dilinden, damağından, gırtlağından değil de yediği dikenli ottan geliyor zanneden devenin akciğerlerine dolan ve birazdan onu boğarak öldürecek kanından bahsetmemişiz henüz. Daha çok şöyle bir cümlenin etrafında dolanıyoruz: “Sende olmayan neyse onun yoksulusun en nihayet.” Yan masadaki delikanlı, karşısında oturan kızı bir şeye ikna etmeye çabalıyor o esnada. Duymuyoruz ve fakat anlıyoruz ikimiz de. Birlikte bir hayat geçirmek için doğru kişinin kendisi olduğunu ispat etmeye çalışıyor kıza. Kız, inanmaya çoktan razı, baygın, süzülmüş gözlerle dinliyor genç adamı. Şuna bağlıyoruz bu inanmışlığı nedense: Henüz inançlarını kaybetmek için çok genç. İnsandan umudunu kesmesine ve evini sadece sırtında taşıyan argın bir kaplumbağaya dönüşmesine birkaç hayal kırıklığı, birkaç kavga, birkaç kandırılmışlık hissi daha var. Belki bu sebeple bir çeşit hayranlık besliyoruz kıza. Birine inanmanın, dahası birine güvenmenin, güvenebilmenin imkân dâhilinde olduğunu düşünen bu süzülmüş ve baygın gözlü kızın dünyayı dilediği yere dönüştürebileceğine dair geliştirdiği inanca hayranlık duymaz da ne yapar insan? “Peki, şunu anlat o zaman” diyor arkadaşım o berbat kahveden bir yudum daha alarak, “Bu kahveden bir yudum daha alacağımı bilen Allah, niçin sorumlu tutsun beni kahve içmek suçundan?” Böyle oluyor her seferinde. Şaşmayan bir düzenekle kaybolan umudumuzu, yıkılan güvenimizi tazelemek için O'na, yüceler yücesine müracaat ediyoruz. Hiç yoktan zorlaştırıyoruz işi. Halbuki mesele basittir. Allah'a nasıl inanacağını seçmelidir insan. Oysa biz öyle yapmayız. Allah'a nasıl inanacağımızı seçmek yerine O'nu kendi fikirlerimize ikna etmek için didiniriz. “Sana inanıyorum ama benim fikirlerimi kabul edersen” dediğimizi fark etmeye de yanaşmayız hiç. “Tahayyülüne sığdırmaya kararlı olduğun birine inanabilir misin, onu de bana?” demek istiyorum arkadaşıma. O esnada yan masadaki kızın mutluluktan gözleri doluyor. Karşısındaki delikanlı, görevini yapmış erkeklerin o kendilerine mahsus huzurlu dinginliğiyle peçetelikten peçete çekip uzatıyor. Gözyaşları, mutlu ve uzun geleceklerinin teminatına dönüşüyor bir anlığına. O bir anın çok uzun süreceğini zannetmelerindeki saflığa da hayranlık besliyoruz. Elimizden başka ne gelir? “Burası” demek istiyorum arkadaşıma, “Burası insanın insana ikna olduğu yerdir usta. Burası insanın insana kıydığı yerdir. O yüzden insana iktidar alanı açacaksan onun seni ikna edeceği bir şey kalmadığına emin olduktan sonra yapacaksın bunu.” Sorusu bu değildi arkadaşımın, biliyorum. Ama benim cevabım bu işte. İnsanlar hangi soruyu sorarlarsa sorsunlar bana, sadece bildiğim cevapları verebilirim. Başkası gelmez elimden. Yine de söylemiyorum zihnimdeki cevabı. Sadece şu cümle dökülüyor dilimden: “Matematik kesinliklere inanmaya devam edersen yağmura inanmak için güç bulamazsın kendinde.”
İşten atılan Xiaomi Salcomp İşçileri Sözcüsü Dönel, “Bize tebligatlarla işten çıkarıldığımız söylenildi. İlk başta Türk Metal sendikasından da destek bekledik ama alamadık. İşlerimize tekrar iade edilmek, gasp edilen haklarımızı almak istiyoruz. Elimizden geldiğince gösterilerimize devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
Men-E-Men Stüdyo tarafından hazırlanan yetmişinci bölüm sizlerle. 2021 yılının ilk kaydında bir söz vermiştik, daha doğrusu bir hedef koymuştuk. “Bu yıl boyunca 40 bölüm paylaşmayı hedefliyoruz.” demiştik. İşte dinlemeye başladığınız bu bölüm, 2021 yılı boyunca kaydettiğimiz 40. bölüm. Hedefler tuttu, hatta önümüzdeki hafta yapacağımız bölümü de sayarsak, hedefimizi aştık diyebiliriz.
Ahmet Kurucan | Ruhumuzu da elimizden alamazlar ya! | 02.12.2021 by Tr724
Devam Filmi'nin yapımcısı Seçil Türkkan yeni bir program serisinde Ankaralı Gazetecilere soruyor: Nedir bu Ankara Gazeteciliği? - Ankara Gazeteciliği, "Ankara gazetecilerinin" kullandığı bir kavram değil ve temelde Istanbul'dan bir bakışı ifade ediyor. Bu hitap, Ankara bürolarının güçlü olduğu bir zamana dayanıyor. Meclisin etkin olduğu rejimle, şimdiki partili Cumhurbaşkanı zaviyesinden bakınca Ankara gazeteciliği farklı. - Örneğin bir konuda muhabirin uzmanlaşaması zamana dayanıyor, hemen meclis muhabiri olunmuyor. Ankara gazeteciliğinin özünde iyi bir muhabirlik, mutlak saha ve dosya hakimiyeti bekleniyor. - Medyadaki değişimin ve yıpranmanın sebebi medya sahipliğindeki değişiklik ve yarattığı bozulmayla ilişkili. Gazetelerin Ankara büroları önemliydi, örneğin bir dönem sadece Ankara bürosunda 40 küsur kişiydik sadece. O zamanın gereksinimi ve gerektirdiği bir şeydi bu ama ne zaman ki medya patronları kamu ihaleleriyle ilgilenmeye ve iktidarla ilişkileri iyi tutmaya başladı bu durum gazetecilik mesleğini kırılganlaştırdı. Ki burada Ak Parti öncesi dönemden bahsediyorum, yani her şey AKP ile başlamadı. - Ankara gazeteciliğinin yeniden güçleneceği dönemler olacaksa, o zaman sahayı yakından izleyen ve bu kişilerin gelişimine katkı verecek kurumlar olmalı. Bu demokrasi ve hukuk marifetiyle mümkün olur. Şu sıra uzman muhabirlik eskisi gibi hayata geçirilmiyor. - Gazeteciliğin temeli eşit ilişki içinde soru sorma özgürlüğüdür. Genç meslektaşlarımız soru sormaktan imtina ediyorlar, bunu görüyoruz. Sadece soru sorabilmek değil, sorduğunuz soruya cevap bulabilmek hakkı da gazeteciliğin içinde yer alıyor. - AKP öncesi dönemde çok iyiydi demiyorum ama, o zamanlarda da kendi içinde hatası olan dönemler vardı. Ama soru sorabilme özgürlüğümüz elimizden bu dönemki kadar alınmamıştı. Bunu sayısız soru sormuş bir muhabir olarak söylüyorum. - Basın toplantılar, çıkıp söyleyeceğini söylüyor ve iniyor. Eğer soru sorulmayacaksa/yöneltilmeyecekse anlamı yok. Soruların önden toplanması da korkunç bunu arkadaşlarımdan biliyorum. Sorular önceden bilinmek isteniyormuş. Bu gazetecilik açısından korkunç bir şey. - Günümüzde bir alanı izleyen muhabirler bir WhatsApp grubuna dahil ediliyorlar. Rutin işleyişe ilişkin ajandanın paylaşıldığı bir grup gibi gözüken ama aslında bir akreditasyon merkezine dönüşmüş durumdaki bu gruplar içinde "atılma" tehlkesini de barındırıyor. Bugünün basın toplantılarında sorulacak sorular önden toplanıyor. Sorulacağı öngörülen soru dışında bir şey sorduğunuzda o WhatsApp grubundan da çıkarılıyorsunuz. Bu, basın müşavirinin gazeteci üzerinde tahakküm kurması ve medyanın üzerindeki kontrol anlamına geliyor. Gazeteci, WhatsApp grubunda olamayacağı için o soruyu soramıyor. O nedenle demokrasiyle ihtiyaç duyduğumuz ankara gazeteciliği hayata geçirilir. - Geçmiş çok iyiydi demiyorum ama, o zamanlarda da kendi içinde hatası olan dönemler vardı. Ama soru sorabilme özgürlüğümüz elimizden bu kadar alınmamıştı. Bunu sayısız soru sormuş bir muhabir olarak söylüyorum. - Meselemiz ifade özgürlüğü ve hak ihalalleri. Bu yüzden yaptığımız işi iyi yapmayı sürdürmemiz gerekir. Learn more about your ad choices. Visit megaphone.fm/adchoices
Moonstra Tv - Şahan Gökbahar YANACAK DEDİĞİ YER YANDI 4 AĞUSTOS 2021 ŞAHAN GÖKBAKAR, MARMARİS GECE YAYINI Ünlü sanatçı, yaşadığı Delikyol koyundan çarpıcı bir yayın gerçekleştirdi. Sanatçı, vatandaşın 3 gündür uçak istediği halde, bölgedeki yangınlara etkili müdahale edilmediğini, gönüllülerin çalıştığını anlattı: -İki gündür, anlatmaya çalıştım. -Gözlerimizin önünde yanıyor. -Bu çaresizlik çok kötü. -Böyle bir çaresizlik olamaz. -Böyle bir sahipsizlik olamaz. -Suyun üzerine ayın yansımasını izlerdik, şimdi alevleri yansıyor. -Tüyler ürpertici bir görüntü. -Ben bu kadar başarılı tahminde bulunabiliyorsam yangının gideceği yer konusunda.. devlet yetkilileri de kat kat fazlasını biliyordur maalesef önlem alınamıyor. -Biz bunu söndüremiyoruz; uğraştık, olmadı. Elimizden bir şey gelmedi. -Sabahın ilk ışıklarıyla buraya uçak müdahalesi lazım, değilse Turgut köyüne doru önüne kata kata gidiyor, artık önünü alamayacağımız bir hale gelecek. -Net şekilde görülüyor. -#ŞahanGökbakar olarak, devlet yetkililerine yalvarıyorum. Bu kadar zor olamaz. Buraya uçak rica ediyorum.. -#Marmaris'in neredeyse yüzde 80'i yandı. İçmeler'de başladı Bozburun ve Marmaris şehir merkezine doğru ilerledi. -#İçmeler'i yakan yangın 36 km ilerledi, burayı yakıyor şimdi.
Elif ve Aytuğ, dünya bir numarası ABD'ye karşı başabaş mücadele eden Filenin Sultanları'nı değerlendiriyor.
Esmiyor Podcast'in yirmi dördüncü bölümünde konuğumuz Fularsız Entellik'in yaratıcısı Immanuel Tolstoyevski. Immanuel 2020 yılında ilk kitabı olan "Safsatalar Ansiklopedisi: Akıl Yürütememenin Kısa Tarihi" kitabını yayınladı. Biz de kendisiyle bu kitapta sabırla tek tek açıkladığı safsataların, iklim krizinin varlığına ve çözümüne olan etkilerini konuştuk. Elimizden geldiğince akıl yürütmeye çalıştık ve iklim krizinde "en büyük engel kendimiz miyiz?" diye sorduk.Bu podcast, Garanti BBVA hakkında reklam içerir.See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Siyasetbilimci Burak Bilgehan Özpek, koronavirüs salgını karşısında 29 Nisan ile 17 Mayıs tarihleri arasında uygulanacak “tam kapanma” önlemlerini değerlendirdi. Hükümetin tedbir alma yetkisini muhalifleri sindirmek için bir araç olarak kullandığını belirten Özpek, bunun “meşruluk kaybına” yol açtığını söyledi.
Çetele Bölüm 2 - Fikri Sağlar Yaşam Hakkımız Elimizden Alınıyor by Artı TV
Magazin programlarına ve hayat koçlarına ezber bozduracak bir lifestyle bölümü karşınızda. Teknoloji her ne kadar bizi alçak oyunları ile yıldırmaya çalışsada yıkılmadık ayaktayız! Elimizden geleni yapıyoruz bu günlerde kendi dengemizi koruyabilmek için buda kanıtıdır, 19. bölümümüze hoşgeldiniz! ft. Muşmula
Teknoloji ve istihdamı konuştuk. Bölüm notları için: https://tersaci.substack.com/p/ters-acdan-teknoloji-istihdam-ve Podcastimize abone olmayı unutmayın. Güncellemelerden haberdar olmak ve daha fazlası (bölüm notları, soru ve yorumlarınız) için: https://tersaci.substack.com/ Twitter: @trscbrs, @zgrzr MeWe: tersaci Youtube: youtube.com/tersacidan youtube.com/metapolitika
#NihanKaya #Sartre #ErichFromm #iyitoplumyoktur
Elimizden düşmeyen telefon, kullanmaya kıyamadığımız ayakkabı, yemeye doyamadığımız altın, bize dair bir marka yaratıyor. Peki bu markayı yaratan nedir? Nesneler mi yoksa insanların bu nesnelere verdiği önem mi?
Türkiye'de büyük tartışmalara neden olan yeni sosyal medya yasa teklifi, gece boyunca süren bir mesainin ardından bu sabah kabul edilerek yasalaştı. Yasanın geçmesinin ardından TBMM tatile girdi. Dolayısıyla yasanın 1 Ekim'de yürürlüğe gireceği açıklandı. Yeni yasa; Twitter, Facebook veya YouTube gibi sosyal mecralarda paylaşılan içeriklerin kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Peki şimdi ne olacak? Yeni bir sansür dönemi mi geliyor? İstanbul'dan gazeteci Bülent Mumay ile konuştuk.
Bu bölümde: Lifestyle business nedir? Günde birkaç saat çalışmayla hayatını kazanmak mümkün mü? Lifestyle business kimler için en uygun iş modeli? Lifestyle iş yaşamına nasıl geçilir? Bizi bekleyen problemler ve zorluklar neler? sorularına cevap aradık. Elimizden geldiğince cevaplamaya çalıştık. Aklınıza takılan tüm sorular için bize ulaşabilirsiniz. Bize ulaşmak için: Büyübozumu email: büyübozumu2019@gmail.com Emre Twitter: https://twitter.com/kodlamadan Ekin Twitter: https://twitter.com/khrmnekn
Silmarillion Bölüm 19'la serimize devam ediyoruz. Tolkien'in belki de tüm yazdıklarının arasındaki en kişisel ve en özel anlam ifade eden, karakterlerinin isimlerinin kendisinin ve karısının mezar taşlarına yazılmasını isteyecek kadar önemsediği bir bölüm: BEREN VE LUTHIEN'E DAİR... Elimizden geldiğince detaylandırarak anlatmaya çalıştığımız bu bölümü 5 kısım halinde sizlerle buluşturuyoruz. Umarız hakkını vererek anlatabilmişizdir. İyi seyirler.
Silmarillion Bölüm 19'la serimize devam ediyoruz. Tolkien'in belki de tüm yazdıklarının arasındaki en kişisel ve en özel anlam ifade eden, karakterlerinin isimlerinin kendisinin ve karısının mezar taşlarına yazılmasını isteyecek kadar önemsediği bir bölüm: BEREN VE LUTHIEN'E DAİR... Elimizden geldiğince detaylandırarak anlatmaya çalıştığımız bu bölümü 5 kısım halinde sizlerle buluşturuyoruz. Umarız hakkını vererek anlatabilmişizdir. İyi seyirler.
Silmarillion Bölüm 19'la serimize devam ediyoruz. Tolkien'in belki de tüm yazdıklarının arasındaki en kişisel ve en özel anlam ifade eden, karakterlerinin isimlerinin kendisinin ve karısının mezar taşlarına yazılmasını isteyecek kadar önemsediği bir bölüm: BEREN VE LUTHIEN'E DAİR... Elimizden geldiğince detaylandırarak anlatmaya çalıştığımız bu bölümü 5 kısım halinde sizlerle buluşturuyoruz.
Silmarillion Bölüm 19'la serimize devam ediyoruz. Tolkien'in belki de tüm yazdıklarının arasındaki en kişisel ve en özel anlam ifade eden, karakterlerinin isimlerinin kendisinin ve karısının mezar taşlarına yazılmasını isteyecek kadar önemsediği bir bölüm: BEREN VE LUTHIEN'E DAİR... Elimizden geldiğince detaylandırarak anlatmaya çalıştığımız bu bölümü 5 kısım halinde sizlerle buluşturuyoruz.
Silmarillion Bölüm 19'la serimize devam ediyoruz. Tolkien'in belki de tüm yazdıklarının arasındaki en kişisel ve en özel anlam ifade eden, karakterlerinin isimlerinin kendisinin ve karısının mezar taşlarına yazılmasını isteyecek kadar önemsediği bir bölüm: BEREN VE LUTHIEN'E DAİR... Elimizden geldiğince detaylandırarak anlatmaya çalıştığımız bu bölümü 5 kısım halinde sizlerle buluşturuyoruz.
oldaki Işıklar #14 Burada istirham edeceğim. Ümmet-i Muhammed’in derdi çok büyüktür. Onu ben anlatamam. Ümmet-i Muhammed çok dertlidir. Ümmeti dertli olunca peygamber dertli olmaz mı? Hazreti Muhammed de dertlidir ve elimizden bir şey gelmez. Elimizden gelen bir şey var. Dikkatinizi rica ediyorum! Allah’ın kapısının tokmağına dualar ile dokunmak. Sizi hak üzere yaratan Allah aşkına, önünüzde size çobanlık yapan Peygamberler Sultanı aşkına, Hazreti Muhammed aşkına, geceleri kalkınız hiç olmazsa 2 rekat namaz kılınız. Seccadeleriniz gözyaşlarına iştiyak duyuyor. Gözyaşlarıyla seccadeleri bir kere daha tanıştırınız. Seccadeyle gözyaşını hasretten kurtarınız. Evlerinizin duvarlarını inleme hasretinden kurtarınız. Ve sonra da ellerinizi açınız. Hacet namaz kılınız, hacet duası ediniz. Ve Allah’a deyiniz: Ey Aziz-i Cebbar olan Allah’ım, ey Cebbar-ı Kahhar olan Allah’ım, Müslümanlara içte ve dışta zulmedenleri, ezenleri senin o Kahhar İsm-i Celiline havale ediyorum. Senin Cebbariyetine havle ediyorum deyiniz. Burada dediğiniz gibi deyiniz. Sağda solda Müslümanları ezenleri Allah’a havale ediniz. O Aziz-i Cebbardır, O iniltileri askıda bırakmaz. O göz yaşlarını askıda bırakmaz. O vicdanın ızdırabını askıda bırakmaz. Sohbetin yazılı haline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: https://drive.google.com/file/d/1H9zNVIr7wYyVQE0vSGcFqF5iUxW3X5f9/view?usp=sharing
Gittikçe düşen performansımızla yine karşınızdayız. Elimizden gelenin en iyisini yapsak da potansiyelimizle sınırlıyız maalesef. Cam fanustaki bir pire en fazla ne kadar zıplayabilir ki? Boynuna bağlı zincirle erişkin haline gelmiş bir fil, boynundaki elindeki basit bir ipi tutan çocuğa karşı koyabilir mi?(bkz: öğrenilmiş çaresizlik) Belki de koyabilir ve belki de zamana ihtiyacı vardır.
Bölümlerde sürekli bazı terimlerden bahsediyoruz, mesela SaaS diyoruz, tabi yazılı bir mecra olmadığımızdan bu sas diye anlaşılabiliyor, dinleyicilerimiz isyan edebiliyor. Bu bölümde sürekli bahsettiğimiz bazı terimlerin detaylı açıklamalarını yaptık. Açıklamasını yaptığımız diğer terimler ise vesting ve stock option oldu. Bu konu girişimcilik dünyasında çok konuşulmakta, ama kimse tam detaylarını bilmemekte - nedir bu stock option nasıl veriliyor, Türkiye'de oluyor mu? Peki vesting nedir, yelek gibi bişey midir üstüne mi giyersin? Elimizden geldiğince bu konuları anlatmaya çalışıyoruz.Hepinize iyi dinlemeler!
Selam gençler! Söz verdiğimiz ve şurada girizgâhını yaptığımız üzere DC Rebirth konulu GPoD ile karşınızdayız. Elimizden geldiğince tüm rebirth sayılarına ve yeni DC’nin ilk sayılarına değinmeye çalıştığımız için ister istemez uzun bir podcast oldu. Dolayısıyla iki parça halinde yayınlayacağız. DC Rebirth podcastimizin bu ilk bölümünde Rebirth one-shot, Titans, Wonder Woman ve [...]
Selam gençler! Söz verdiğimiz ve şurada girizgâhını yaptığımız üzere DC Rebirth konulu GPoD ile karşınızdayız. Elimizden geldiğince tüm rebirth sayılarına ve yeni DC’nin ilk sayılarına değinmeye çalıştığımız için ister istemez uzun bir podcast oldu. Dolayısıyla iki parça halinde yayınlayacağız. DC Rebirth podcastimizin bu ilk bölümünde Rebirth one-shot, Titans, Wonder Woman ve [...]