POPULARITY
Birisi size bağırdığında genellikle donup kalabilir ya da öfkeyle karşılık verebilirsiniz. Ancak bu tepkiler ya çatışmayı tırmandırır ya da kişisel sınırlarınızı ihlal ettirmenize neden olur. Bu bölümde, bu gibi durumlarda ne yapmanız gerektiğini, hangi cümleleri kullanarak, hangi beden diliyle kendinizi savunmadan ifade edebileceğinizi konuşuyoruz!
İmam Ahmed (r.âleyh), “Peygamber (s.a.v.)'in Ashâbı (r.a.e.)'e sövmeyiniz. Onlardan birinin bir saatlik kıyâmı sizden birinin ömür boyu amel etmesinden daha hayırlıdır.”Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki; “Ensarı ancak mümin sever ve onlara ancak münafık buğz eder. Kim onları severse Allâh da onu sever, kim onlara buğz ederse Allâh da ona buğz eder.”Süfyan es-Sevrî (r.âleyh)'in şöyle dediğini rivayet ediyor: “Selefe dil uzatma ki, selâmetle cennete girebilesin.” Ahmed Bin Hanbel (r.âleyh) şöyle rivayet ediyor: Babama Peygamber (s.a.v.)'in Ashabı (r.a.e.)'e dil uzatan bir kimse hakkında sordum. Dedi ki; “Onu müslüman görmem.” Birisi el-Firyabî (r.âleyh)'e Hz. Ebubekir (r.a.)'e söven kişi hakkında sordu. “Kâfirdir” dedi. “Cenaze namazı kılınır mı?” dedi. “Hayır” dedi.Kadı Iyaz (r.âleyh) der ki; “Peygamber (s.a.v.)'in Ashabı (r.a.e.)'e veya onlardan birine sövmek ve onlara kusur bulmak büyük günâhlardandır. Nitekim böyle yapana Peygamber (s.a.v.) lânet etmiştir. Ebu Bekir Abdulaziz el-Muknî (r.âleyh) de der ki: “Rafızi'ye gelince, eğer sövüyorsa (sahabeye) kâfir olmuştur, nikâhı caiz değildir.” Kadı Ebu Ya'lâ (r.âleyh) sahabeye dinleri ve adaletleri konusunda lekeleyici şekilde dil uzatanların kâfir olacağını belirtmiştir. Müslümana bu konuda vacip olan böyle inanması, bunu savunmasıdir.Bu konuda Peygamber (s.a.v.)'in Ashâbı (r.a.e.)'den, onlara güzellikle uyan tabiinden ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin diğer mensuplarından ilim ve fıkıh ehli arasında bir ayrılık bilmiyoruz. Onların hepsi de Sahabeler hakkında onları övmenin, onlar için bağışlanma dilemenin, onlara hürmet etmenin ve onlardan razı olmanın, onlara muhabbet etmenin, onları dost edinmenin ve onlar hakkında kötü konuşanların cezalandırılmasının vacip olduğunda icma etmişlerdir.”(İbnu Hacer el-Askalânî, el-İsabe (Seçkin Sahabeler), s.39-50)
Öcalan'ın PKK'ya “Silah bırak, kendini fesh et” çağrısı… YPG/SDG'nin Suriye'de ayak oyunları… İsrail'in tam da bugün Şam'ı hedef alması… Trump ve Arap devletlerinin (Burası sürpriz: Şam'ı da kapsayan) barış planı… Ve Ankara'nın tüm bunlarla ilgili yaklaşımı… Bu başlıklar su üstünde yüzen halkalar gibi birbirini etkiliyor. Hepsiyle ilgili çarpıcı perde arkası bilgiler, ilginç öngörüler gündeme geliyor. Bölgede iki eksen var. Birisi savaş, diğeri barış istiyor. Detaylarını anlatayım…
Sigorta sektöründe 25 yılı aşkın tecrübesiyle kurumsal sigortalar aslanında fark yaratan Polaris Sigorta Brokerliği ile “Güven” konuşuyoruz. Polaris Sigorta Brokerliği hakkında detaylı bilgi için: Tıklayın * Instagram: @ortamlardasatilacakbilgi Twitter: @OrtamlardaB * Reklam ve İş birlikleri için: ortamlardasatilacakbilgi@gmail.com Farkındalık Defteri: https://www.podcastbpt.com/ortamlarda-satilacak-bilgi * Bu bölüm "Polaris Sigorta Brokerliği " hakkında reklam içerir
Bir kimse Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat itikâdına uygun bir şekilde yaşar ve bu şekilde son nefesini verirse biiznillâh kurtuluşu tamamdır. Allâh (c.c.) günâhlarını dilerse affeder, dilerse de günâhı müddet cezalandırdıktan sonra cennetine dahil eder. Buna karşın, bir kimsenin itikâdı bozuksa ne yaparsa yapsın kurtulması mümkün değildir. Bir gün, Hz. Selman (r.a.)'in de içinde bulunduğu bir mecliste Cuma sûresi nâzil oluyordu. “Ashâba yetişmeyen ümmetlere de peygamber gönderildi.” (Cuma s. 3) âyet-i kerimesi nâzil olunca, orada bulunanlar “Yâ Resûlallâh (s.a.v.), kimdir bu ashâba yetişmeyen ümmetler?” diye sordular. Allâh Resûlü (s.a.v.) cevap vermedi. Üçüncü defa sorulunca mübârek elini yanında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)'in omuzuna koyarak “Şunlardan öyle erler vardır ki, imân Süreyya yıldızında olsa varır yetişirler.” (Sahih-i Buhârî) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf muhakkikîn ulemâ tarafından iki kişiye hamledilmiştir. Birisi kendisi Fârisî olan ve Nakşî silsilesinin ikinci postnişini olan Selmân-ı Fârisî (r.a.), diğeri de yine Fârisî olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (r.a.)'dir. Bir müslüman bu mübarek zevâtın yollarından hakkıyla gider ve onlara tâbi olursa Allâh (c.c.)'un izniyle hiçbir ifsâd ve tefrid hareketinden olumsuz yönde etkilenmeyecektir. Resûlullâh (s.a.v.) bir hadis-i şerifte erişilmesi en güç olan belki de mümkün olmayan Süreyya yıldızını misâl göstererek, o erlere tâbi olunduğu takdirde bütün güçlüklerin bertaraf olacağını bizlere müjdelemişlerdir. O erlere tâbi olunduğu takdirde inşallâh “Âkıbet müttakînindir.” (Kasas s. 83) müjdesine nâil olunacaktır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-2, s.50-51)
Lionel Messi, yeni bir krampon serisini giymesi için dünya genelinde 10 genç futbolcu seçti. Messi'nin listesinde A Milli Takım'ın genç oyuncusu Kenan Yıldız da yer aldı. Haberi değerlendiren Ali Çağatay, Yıldız için "Son milli maçlarda fazla eleştirildi ama kendi takımında çok başarılı bir oyuncu, ilk 11'in vazgeçilmezlerinden birisi" dedi.
Mısır'da iken, İmam Şafii (r.âleyh) Resûlullâh (s.a.v.)'den bir hadis nakletti. Topluluktan birisi dedi ki: “Ey Abdullah! Sen de mi kabul ediyorsun?” İmâm Şafii (r.âleyh) sinirlenerek dedi ki: “Sen beni kiliseden çıkarken veya benim belimde zünnar bulunurken mi gördün ki Resûlullâh (s.a.v.)'den bir hadis olsun da onu kabul etmeyeyim.” Ebu Nuaym (r.âleyh) şöyle nakletti: Bir adam İmâm Şafii (r.âleyh)'e bir hadis hakkında sordu. İmam Şafii (r.âleyh) de “Bu hadis sahihtir” dedi. O kişi: “Sen ne diyorsun?” dedi. İmâm Şafii (r.âleyh) sinirlendi ve dedi ki: “Ben, Resûlullâh (s.a.v.)'den bir hadis naklettiğim zaman o hadise aykırı görüş bildirirsem, hangi semâ beni gölgelendirir, hangi yer beni barındırır?” Ebu Nuaym (r.âleyh), Rebi (r.âleyh)'in şöyle dediğini nakletti: İmâm Şafii (r.âleyh) bir hadis anlattı. Birisi ona: “Bu hadisi sen kabul ediyor musun?” diye sordu. İmâm Şafii (r.âleyh) dedi ki: “Bana Resûlullâh (s.a.v.)'den sahih bir hadis gelir de onu kabul etmezsem, şahit olunuz ki benim aklım yok olmuştur.” Bir başka rivayette İmâm Şafii (r.âleyh) şöyle dedi: “Resûlullâh (s.a.v.)'den sahih bir hadis olduğu zaman onu kabul eder, kendi sözümü yok sayarım.” Ebu Nuaym (r.âleyh) İmam Şafii (r.âleyh)'in şöyle dediğini nakletti: “Size Resûlullâh (s.a.v.)'in sünnetinden herhangi bir şey ulaşırsa, ona hemen tabi olup onu yaşayınız. Başka kişilerin sözlerine asla iltifât etmeyiniz.” (İmam Suyutî, Akidede Sünnetin Yeri, s.155-156)
Ülke olarak ne yaşıyorsak onun zirvesini yaşamaktan büyük zevk duyuyoruz. Vargas'ın manşetinden de ekonomik büyüme performansından da büyük bir mutluluk ile bahsediyoruz. Zirveyi görmenin vermiş olduğu heyecanı paylaşmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Bu da yetmiyor oyun sonu canavarı enflasyonun zirveyi görmesine bile sevinirken buluyoruz kendimizi. Yaşasın diyoruz beklenen zirve geldi, öngörülerimiz gerçekleşti, kötüler çok kötüler geride kaldı. Yaşasın dezenflasyon süreci çığlıkları geliyor iki dudağımız arasına, ket vuruyoruz haykırışlarımıza. BÜYÜTTÜK BESLEDİK TÜİK tarafından açıklanan büyüme rakamları parasal sıkılaştırmaya kafa tutan hane halkı tüketiminin dikkat çekici performansını yansıtıyor. Kredi sınırlamaları, yüksek faiz oranları, kredi kartı düzenlemeleri bir yana ekonomik büyümeyi beklentilerin üzerine taşıyan hane halkı tüketim harcamaları bir yana. Bu büyüme performansı bir başarı ise faiz politikası üzerinden terbiye edilmeye çalışılan tüketim davranışları çabası ne diye sorusunu da sormadan edemiyor insan kendi kendine. Kendin pişir kendin ye gastronomi anlayışının gündelik ekonomi anlayışımıza uyarladığımız bir çeyreği geride bırakıyoruz. Bir yıl önce % 39,59 olan enflasyonun %75'lere dayandığı, 20 lira seviyelerinde kurun 30'ları aştığı, 21 liralarda olan akaryakıtın 41'e geldiği bu dikenli yolda düşen alım gücüne rağmen kendi kendimize büyüyoruz. NET İHRACAT Bugün bir büyüme başarısı varsa bunun iki önemli figürü dikkat çekiyor. Birisi hane halkı tüketimleri diğeri ise uzun bir süre sonra pozitif görünüme geçen net ihracat etkisi. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, hane halkı tüketim harcamalarının artış hızı son beş çeyreğin en düşüğünde gerçekleşmiş durumda. Yani daha çok tüketim üzerinden şekillenen sıkılaştırma politikaları beklenilen sonucu verirse azalan tüketim harcamaları ile büyüme performansımız da düşme patikasını takip edecek. Büyümeye en çok ikinci katkıyı veren gayrisafi sabit sermaye oluşumlarının (yatırımların) 2023'ün üçüncü çeyreğinden itibaren benzer performansı gösteriyor olması da büyümeyi ayakta tutan öncül aktörlerden birisi. Ve, cari denge politikası açısından ihracata dayalı büyüme politikası meyvelerini yılın ilk çeyreğinde vermişe benziyor. SÜRDÜRÜLEBİLİR BÜYÜME
Binance'ın CEO'luğundan istifa eden Changpeng Zhao'nun hapis cezasına çarptırılmasının ardından Bitcoin, 60 bin doların altına düştü. Ali Çağatay haberi değerlendirirken "Bitcoin çok kolay speküle edilen bir emtia. Birisi hapse giriyor, bir bakıyorsunuz 4-5 bin dolar aşağıya doğru geliyor. Bir piyasası yok" dedi.
Geçenlerde tesadüfen bir sohbet odasına denk düştüm. Hepi topu 20-30 kişilik gir gruptu. Bir iki tanıdık isim görünce gecenin bir vakti öylesine dinleyeyim dedim. Konu “Türk milliyetçiliğinin değeri” gibi bir şeydi. AK Parti'ye dair ilginç analizlere tanık oldum. Birisi mealen şunu dedi mesela: “Biz AK Parti ile ittifak yapmasaydık AK Parti ya FETÖ'cülerin ya da geçmişte olduğu gibi tekrar kripto Kürtçülerin eline geçerdi.” Beni fark edince konuşmaya çağırdılar. Ben de konuyla ilgili mülahazalarımı paylaşırsam ortamda gereksiz bir huzursuzluğun doğacağını söyleyerek imtina ettim. “Fikirlerinizi dinlemek isteriz” denilince de katıldım. “Müslüman bir Kürt kardeşiniz olarak sizlere kendi mülahazalarımı paylaşmaktan onur duyarım” dedim. Giriş sadedinde kendimi ve durduğum yeri tarif için şunları söyledim: “Ben etnik anlamda Türk değilim. Dolayısıyla Türk milliyetçisi değilim. Etnik anlamda Kürdüm. Ama Kürt milliyetçisi de değilim. Kürtlüğümle gurur duyan biri de değilim. Bir insanı sırf Kürt olduğu için değerli ve üstün gören ırkçı anlayışa sahip değilim. Benim için Müslüman bir Türk, kafir Kürt'ten bin kat daha evladır. Ben dinimden ve akidemden olan herkesi kardeşim bilirim. Ümmetçilik deyip suçladığınız şey şayet bu ise can kurban, çünkü bu benim akidemdir. Milliyetçilik denilen şey, ırk ve etnisite temelli ise ben milliyetçi değilim. Etnik milliyetçiliklerin de bölücü ve çatıştırıcı olduğuna inanıyorum. İçine doğduğumuz etnik aidiyetler bizi ne değerli kılar ne de değersiz. Ben Müslümanım. Benim ölçüm sadece Kur'an'dır. Bir de Peygamberin sözleridir. Kur'an sadece mü'minler kardeştir, kavimlerinizin, ırklarınızın, dillerinizin farklı olması Allah'ın ayetlerindendir, birbirinizi tanıyasınız ve bilişesiniz diye sizi farklı yarattık, üstünlük sadece takvadadır der. Peygamberimiz Veda Hutbesinde ‘Ey insanlar! Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arab'ın Acem'e, Acem'in Araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir' der. Bizim öğretimiz; akide temellidir, etnik veya milliyet temelli değildir. Milliyetçiliği etnik temele indirgediğimiz andan itibaren akidemiz zarar görür. Devletimizin bekası ve milletimizin bütünlüğü zarar görür. Geliniz Batı'nın etnik sosyolojisine ait kavramlar içinde düşünmekten vazgeçip, kendi kutsal öğretimizin kavramları içinde düşünelim. O zaman emin olunuz ki hiç bir sorunumuz kalmaz. Sorun Batı'nın o sorunlu-marazî kavramlarından kaynaklanıyor.” TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ IRKÇILIK MI? Bu mealde konuşurken pattadak araya giren biri, “Ne yani sen bizi, Türk milliyetçilerini ırkçılıkla mı suçluyorsun? Sen Türklükten rahatsızlık mı duyuyorsun? Anayasamıza göre herkes Türk'tür, sen Türk'üm demek yerine Kürdüm deme ihtiyacını niye hissediyorsun, Türk milletine karşı mısın?” gibisinden sataşmalarda bulundu. Araya giren başkaları da benzer sözler edince sükunetimi kuşanarak cevap verdim:
Moskova'daki Crocus City Hall terör saldırısı konusunu analiz edelim. Ama önce bugünlere nasıl geldik, bir bakalım. Sonuçta aradığımız birisi var! Kim bu birisi? Hani öndekileri görüyoruz, yakalandılar da. Ama bu tür küresel etkisi olan ciddi konularda, Rusya gibi bir ülkeye terör saldırısı yapılarak, asıl ne amaç güdülüyor olabilir, bunu anlamaya çalışalım.
Etrafta bir “yalnızlık” lafıdır gidiyor. Etmeyin eylemeyin kardeşim. Bizim inancımıza göre “Yalnızlık Allah'a mahsustur”, kul kısmı yalnız kalmaz, kalamaz. Ancak meseleye biraz daha yakından bakarsak yaşadığımız modern hayatın kişiyi yalnızlığa mahkûm ettiğini görebiliriz. Modern hayatın zihniyeti geleneği dışlıyor. Cemaati küçümsüyor, horluyor, baskıcı buluyor; kişinin özgürlüğünü kısıtladığını iddia ediyor. Oysa bizim cemaat anlayışımız böyle değildir. Bizim cemaat anlayışımız ferdi cemaate ezdirmez, tek tip insan hedeflemez, şahsiyetin gelişmesine hizmet eder, bu yolda ferdi kısıtlamak bir yana onun önünü açar. Karşılığında ferdin cemaate tahakkümünü engeller. Böylece baskıcı bir toplum yapısının önünü keser. Cemaat bir yana modern hayat aileye de düşmandır. Aileyi bir “evlilik şirketi” olarak tarif eder, aile ilişkilerinin özgürlüğü kısıtladığını öne sürer. Bu böyle olunca pek tabiî olarak akrabalık hapı yutar. Akraba ilişkileri “göstermelik” hâle gelir, kısa merasimlerden oluşur. Fert şöyle demektedir: “Beni rahat bırakın, kendi hayatımı yaşamak istiyorum”. İyi, peki, hayatını yaşa. Ama madem yanında kimseyi görmek istemiyorsun o zaman “yalnızım, yalnız” diye salya sümük ağlama. Hayır ağlamıyorum. Benim arkadaşlarım, dostlarım, sevgililerim, seviyeli ilişkilerim var. Ama görüyoruz ki onlar da “üfürükten tayyare”. En küçük bir sarsıntıda “tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna”. Böylece gel-geç ilişkiler, savrulmalar, –eh hepimiz insanız yani– ızdıraplar, gerçekten yalnızlıklar yaşanmaya başlar. Birisi şöyle diyordu, iktisadı öne alan birisi. “Bırakın aile dağılsın, tek buzdolabı yerine iki, tek televizyon yerine iki, tek çamaşır makinası yerine iki tane satarız, fena mı?” Aile bağlarını, sevgiyi, aşkı, çocukları falan her ne kadar modern bir hayat yaşıyorsak da bu kadar maddiyata bağlamak bana abartılı geliyor. Yalnızlığa dönersek son kale olan mahallenin de modern hayat ile ortadan kalktığını görürüz. Ülkemizde bir “mahalle baskısı” olduğu söyleniyor. El-insaf. Yahu memlekette mahalle kaldı mı ki, baskısı olsun. O dediğiniz yetmişli yıllarda bitti. Biraz taşrada kaldı, o da yavaş yavaş eriyor. Apartman hayatı mahallenin sonunu getirmiştir. Oysa mahalle ailenin ve ferdin sığınağı idi. Sıcak ilişkilerin yaşandığı bir mekândı. Başta “Perihan Abla” olmak üzere sinemamızda ve televizyonda ne kadar işlenmiş ne kadar tutulmuştur. Bu elbette ki orta yaşlı kuşağın özlemine dayanıyordu. Yeni yetişenler o günleri bilmiyor. Demek ki yalnızlık bahsinde ferdin şikâyete hakkı yok. Sen putunu yap, sonra ona tap; put su koyverince ağlamaya başla, bir dert ortağı, bir dost, bir yuva ara. Olmadı işte. Bu olmadı. Ancak ben ferde de pek kabahat bulmuyorum. Bu mesele modern hayatı yaşatan, modern teknoloji ile donatan zihniyetin eseridir. Zihniyet insanı hemcinsinden uzaklaştırıp eşyaya esir hâle getiriyor. Bir baba düşünün arabasını eşinden ve çocuklarından çok seviyor. Bir eş düşünün yeni çıkan bir mutfak robotu almak için eşine yalan söylüyor veya parasını araklıyor. Alt gelir grubunun ağzına kadar düşen “Kendi ayakları üzerinde durmak” bir efelenme olduğu kadar, esasen bu yalnızlığı yaşamaktır. Oysa biz yalnızlığın karşısına dayanışmayı, sevgi ve saygıyı, bağlılığı, feragati, şefkati, aşkı ve merhameti koymalıyız. Haz ve hız çağında, eski yapıların çöktüğü bir zamanda; oğulun babayı, kızın anayı dinlemediği demde, öğüdün çağdışı ilan edildiği sırada bu mümkün mü? Bence mümkün değil. İnsanoğlu bu modern hayatın ve modern teknolojinin yarattığı ideolojiyi terk edemez. Alıştığı konfordan vazgeçemez. Nefsini terbiye edecek her söze, her uyarıya burun kıvırır. Tâ ki başını bir taşa, bir duvara vuruncaya kadar. Hangi taş? Hangi duvar?
kendiniz içinse fark edilir
"Birisi, biri için, bilerek, bilmeyerek."
Yaşadığımız dönem üzerine düşünceler (Şubat 2024) : Bu zamanda güç ve demokrasi savaşları (Plüton-Kova), aşk ve tutku (Mars-Venüs), kıskançlık ve şüphe (Mars-Plüton), cömertlik ve barış (Venüs-Kova), yenilikler, yenilikler, yenilikler… görüyoruz. Birisi oturup senaryosunu yazsa en iyi ihtimalle pembe dizi olurdu, en kötü ihtimalle "olmaz böyle şey" denip bir kenara atılırdı! Ne yapmalı? Bu paylaşımda bazı öneriler göreceksiniz. Sezon 2 Bölüm 64 Dinlemek yerine okumak ya da enerjisi mesaja uygun, özenle seçilmiş görselleri görmek, bahsedilen bağlantılara ulaşmak için https://moralev.com/ Meditasyonlar, yöntemler ve zamansız makaleler için https://moralev.com/ Mor Alev'le bireysel olarak çalışmak içinse https://moralev.com/hizmetler/ Mor Alev'i Instagram'dan takip etmek için: @moralev1111
*İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek demektir; tasavvuf erbabınca ise, en hâlisâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsîliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir. وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü'minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle Ashâb-ı Kirâm'ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur. (00:25) *Abdullah İbn-i Ömer radıyallâhu anhümâ hazretlerinin anlattığı şu hadise Ashâb-ı Kirâm'daki îsâr ruhunu aksettirmektedir: “Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi gönderdi. Ev sâhibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.” Bu video 22/09/2013 tarihinde yayınlanan “Îsâr Ruhu: Başkalarını Kendine Tercih Etme Ufku” isimli bamtelinden alınmıştır.
,
yazık etceksek çabamızla olsun
Üçüncü bin yıla (niçin üçüncü bin de daha fazla veya daha eksik değil, buna kim ne hakla karar veriyor?) girerken bilgi ve iletişim kelimelerine/kavramlarına fazlaca vurgulama yapılmakta, hatta çağa “bilgi-iletişim çağı” ismi verilmektedir. Çağa damgasını vuracağı iddia edilen bu bilgi, dini ve metafiziği dışlayan, değeri ve gerçekliği beşeri bilgi araçlarının ulaşabildiği sınırda tutan, bunun ötesini -en azından şimdilik- yok sayan bilgidir. Bu bilgi, kaynağının kaynağını irdelemeyen, başı ve sonu devre dışı bırakan, içe değil, dışa yönelen bir bilgidir. Buna rağmen “hayatta en hakiki mürşit” vasfına layık görülmekte, dinlerin ve aşkın rehberliklerin yerine teklif edilmektedir; bu noktadan itibaren bilim, bilimciliğe dönüşmekte, onun da ümmeti ve kulları oluşmaktadır. İslâm'a göre bilgisizliğin (cahilliğin) en kötüsü Allah ve hak din ile ilgili olan bilgisizliktir. İletişimsizliğin en berbadı da kulun, Allah'a yönelik iletişimsizliğidir. Hakiki Ma'bûd'u tanımamış, ona iman ve kulluk edememiş, hak dini bilmemiş olan topluluklar “bilgisizlik (cahiliyye) toplulukları”dır. Bu bilgisizlik ve ilgisizliğin zararı ebedidir, sonucu bedbahtlıktır. Madde âlemi ile ilgili bilgisizlik de zararlıdır, matlup değildir, ancak bunun zararı geçicidir, en fazla dünya hayatı ile sınırlıdır. En değerli bilginin taşıyıcısı ve en önemli iletişimin rehberi olan Allah Resulü (s.a.) bilginin önemine ve gerekliliğine dikkat çektiği gibi şöyle de buyurmuştur: “Allah'ın adıyla başlamayan her önemli iş güdüktür, amaca ulaştırmaz”. Buradan hareketle İslâm ilminin kül, çağdaş bilginin cüz (hem de çok küçük bir parça) olduğunu ifade etmek mümkündür. İslâm ilmi kâinatı kuşatır, onu öğrenmeye ve keşfetmeye âşıktır, ancak İslâm âlimi burada kalmaz, ötelere geçerek varlığın ve bilginin kaynağını keşfetmek, O'nunla iletişim kurmak ister, asıl maşuku da budur. Kendini ve çevresini bildikçe, tanıdıkça Rabbini tanıyacağı, O'na keyfiyetsiz olarak vasıl olacağı düşüncesi ve inancı içinde büyük bir vecd ile ilme, bilmeye, bilgiye yönelir. Allah'ın varlığının ve sıfatlarının, gönderdiği dinin hak ve gerçek olduğunun “gözlem ve deney yoluyla elde edilen” delilleri, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle “âyetler”dir. Bu âyetler insanın kendi varlığında başlar, madde âleminin sonuna kadar devam eder (Fussilet: 41/53). İslâm insanının/âliminin önünde iki bilgi kaynağı vardır: Birisi yetebildiği yere kadar bilgi üreten gözlem, deney ve tefekkür, diğeri bunların erişemediği yerde başvuracağı vahiy ve ilham (Allah'tan gelen doğrudan bilgi). İslâm insanı, Allah'ın “Oku” emrine uyarak hem Kur'an'da âyetler okur, hem de keşfine çıktığı kâinatta.
“Hak sübhânehu ve teâlâ, Evliyâya inanmakla ve bu yüksek insanları sevmekle, hepimizi şereflendirsin! İçinde birkaç süâl bulunan mektûbunuz geldi. Denemek ve üzmek için yapılan süâl, cevâb vermeğe değmez ise de, belki fâideli olur düşüncesi ile cevâb veriyorum. Birisi anlamazsa da, anlayanlar çok şey öğrenir. Süâl: Eskiden gelmiş geçmiş Velîlerde çok kerâmetler, hârikalar hâsıl olmuşdu. Zemânımızdaki büyüklerde ise az görülmekdedir. Bunun sebebi nedir? diyorsunuz. Cevâb: Bu süâli sormanız, zemânımız büyüklerinde hârikalar az görülüyor diyerek bunları küçültmek düşüncesi ile oldu ise, şeytânın aldatmasından Allahü teâlâya sığınırız. Sözün gelişinden düşüncenizin öyle olduğu anlaşılıyor. Şeytânın şerrinden Allahü teâlâya sığınınız! Velî olmak için, bir insandan hârikaların, kerâmetlerin meydâna gelmesi şart değildir. Hâlbuki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” mu'cize göstermesi lâzımdır. Bununla berâber, Evliyânın hemen hepsinde, kerâmet görülmüşdür. Kerâmet göstermeyen Velî pek azdır. Bir Velîden, çok kerâmet meydâna gelmesi, onun üstünlüğünü göstermez. Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya dahâ yakîn olmalarına bağlıdır. Dahâ yakîn olan bir Velî, pekaz kerâmet sâhibi olabilir. Allahü teâlâdan dahâ uzak olan bir Velî, dahâ çok kerâmet, hârika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen Evliyâsında, o kadar çok kerâmetleri olanlar görülmüşdür ki, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi aleyhim” hiç birinde, bunun yüzde biri bile, meydâna gelmemişdir. Hâlbuki, Evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir Sahâbînin “radıyallahü anh” derecesine yetişemez. Görülüyor ki, Evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlıyabilmek için, kerâmetlerine, hârikalarına bakmak, câhillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve Velîlerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayâllerine uyanlar, kavuşamaz. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, uymak kâbiliyyeti sebebi ile, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” birşey sormadan inanıverdi. Ebû Cehlde bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alâmet ve mu'cizeler gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak se'âdeti ile şereflenemedi. Sûre-i En'amda, (Senin Peygamber olduğunu belirten, açık alâmetlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zemân, terbiyesizlik yapar, kalbini incitirler ve bu Kur'ân, eskiden kalma hikâyeler, masallardır, derler) meâlindeki âyet-i kerîme, böyle tâlihsizleri bildirmekdedir. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına yakîn zemânlardaki Evliyânın, az kerâmet gösterdiğini, bütün ömrlerinde üç-beş hârikadan başka görülmediğini söyledik. Cüneyd-i Bağdâdînin on kerâmeti bile işitilmemişdir. Hak teâlâ, kelîmi olan, Mûsâ aleyhisselâma dokuz mu'cize verdiğini bildirmekdedir. Bunlar, düşmanlara karşı olan hârikalardır. Yoksa, Peygamberlerden ve Evliyâdan her sâatde, hârikalar meydâna gelmekdedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, hârikaları güneş gibi görülmekdedir. Fârisî mısra tercemesi: Kör göremezse, güneşin kabâhati ne? Süâl: Temiz olan tâliblerin, keşf ve müşâhede etdikleri şeylere, şeytân birşey karışdırabilir mi? Karışdırabilirse, bunu ayırd etmek nasıl olur? Karışdıramaz ise, keşf ve ilhâm ile elde edilen bilgilerin, bazısının yanlış olması nedendir? Cevâb: Herşeyi doğru olarak ancak Allahü teâlâ bilir. Bilgisini şeytânın karışdırmadığı kimse yokdur. Peygamberlere bile karışabileceği hâlde, Evliyâya karışmaz olur mu? Nerde kaldı ki, acemi tâliblere karışmasın. Şu kadar var ki, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” şeytânın karışdırdığı, haber verilir ve yanlış doğrudan ayırd olunur. Nitekim Hâc sûresinde, “Biz senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki o, vahyedilenleri okuduğu zaman şeytan okuduklarına bir şey karıştırmış olmasın. Ancak Allah şeytanın karıştırdıklarını iptal eder, kendi âyetlerini de sağlamlaştırır.” (Hac 52) âyeti kerimesi bunu beyân etmekdedir.
Öğretmenlerin yaşadığı sorunları içeren “Öğretmen Atama ve Yer Değiştirme Süreci Tespitler ve Bir Model Önerisi” başlıklı bir rapor 2019 yılında MEB'e sunulmuştu. Bu raporda yer alan ve MEB'in yıllardır bir türlü çözemediği önemli sorunları başlıklar halinde açıklamıştık. Bu sorunlar bizim bu köşede yıllardır gündeme getirdiğimiz sorunların adeta özetlenmiş haliydi. Bakanlar değişti ama sorunlar değişmeden ve artarak yerinde duruyor. - ÖĞRETMEN DAĞILIMINDAKI DENGESIZLIK HÂLÂ ÇÖZÜLEMEDI “Norm kadro verilerine göre en az 100 bin öğretmen ihtiyacının olduğu Millî Eğitim Sistemi'nde aynı anda 50 bine yakın norm fazlası öğretmen ve 80 binden fazla ücretli öğretmen görev yapmaktadır.” Benzer eleştirileri Sayıştay Raporlarında da görüyoruz. Sayıştay Raporu'ndan çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; Ankara'nın Çankaya ilçesinin norm kadrosu 6.822 iken öğretmen mevcudu 8.105'tir. İlçe genelinde öğretmen ihtiyacı 325, öğretmen fazlası ise 1.608'dir. Sayıştay Raporu'nda ayrıca şu ifadelere yer verilmiştir; “Bakanlığın ‘Resmi Eğitim Kurumlarında Görev Yapan Öğretmenlerin Mevcut İhtiyaç ve Norm Durumu'na ilişkin veriler incelendiğinde, il ve ilçeler bazında öğretmen ihtiyacı ile öğretmen fazlası sayılarının birçok bölgede yüksek olduğu görülmektedir. Büyükşehir belediyesi bulunan illerdeki ihtiyaç ve fazlaya ilişkin veriler aşağıdaki tabloda gösterilmiş olup, söz konusu illerde öğretmen ihtiyacı 107.109 iken, aynı zamanda 29.626 adet öğretmen fazlası bulunmaktadır. Türkiye genelinde ise 153.640 adet öğretmene ihtiyaç varken, aynı zamanda 41.654 öğretmen norm fazlası durumundadır. İhtiyaç duyulan sayının yüksekliği karşısında aynı zamanda ihtiyaç fazlası olması, kısmen öğretmenlere alanları dışında istekleri olmadan ders görevi verilememesinden kaynaklanıyor ise de, bu dengesizliğin en önemli nedeninin sağlıklı bir planlama yapılmaması ve özellikle bazı merkezlerde çeşitli saiklerle ihtiyacın çok üzerinde öğretmen görevlendirilmesi olduğu açıktır. Örneğin Ankara'da norm kadro 53.036 iken mevcut öğretmen sayısı 53.606'dır. Bir başka deyişle mevcut öğretmen sayısı ihtiyaç duyulan sayının üzerindedir. Ancak buna rağmen 5.169 öğretmen ihtiyacı bulunmaktadır.” Sayıştay raporunda belirtilen öğretmen dağılımındaki sorunlar hala devam ediyor. Öğrenci-öğretmen dengesi merkeze alınarak bu soruna çözüm bulunması gerekmektedir. Acı reçete içeren bu soruna çare bulmak için bedel ödenmesi ve birilerinin kötü adam olması gerekiyor. Asker ve emniyet personelinde de zorunlu yer değiştirme olmasına rağmen bu personel grubunda norm kadro fazlası sorunu yaşanmamaktadır. - EĞITIM VE ÖĞRETIM DEVAM EDERKEN YER DEĞIŞTIRME YAPILMAMALIDIR
Merhaba Arkadaşlar, Bugünkü Podcastimizde aile hayatında en çok yaşanan problemler arasında yer alan "Anne ve Eş Arasında Kalmak" konusunu işledik. İki taraftan hangisini tercih etmeliyiz? yada mutlaka birini tercih etmemiz mi gerekiyor? Bu gibi konuları ele aldık. Keyifli Dinlemeler...
İnsan cennette her ihtiyacını temin eder ve daha fazlasını da temin eder. İnsan cennette bir şeyi arzuladığında sadece hatırından geçirmekle onu derhâl önünde bulur. Cennet ehli arasında kin ve nefret bulunmaz. Çünkü orada her isteyen istediğini anında önünde bulur. Bu yüzden Allâh (c.c) şöyle buyurmaktadır: “(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde içinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız.” (A'raf s. 43) Yani onlar, cennete girdiklerinde arzuladıklarından çok daha fazla nimetle karşılaşacaklardır. Dünya hayatında insanlar arasındaki mücadele, çekişme ve nefret, herkesin nimetleri kendi tekelinde bulundurmak istemesi esasına dayanır. Birisi yöneticidir, diğeri bu imkânı onun elinden almak için çalışır. Birisi zengindir, diğeri onun zenginliğini elinden almak için çalışır. Dünyada nimetler üzerindeki bu rekâbet cennette yoktur. Çünkü orada Allâh (c.c.)'un nimetleri kullarının ihtiyacından çok daha fazladır. Üstelik insan orada her arzuladığını elde edecektir. Allâh (c.c.) cennet ehlinin benliklerini de kötü huylardan arındıracaktır. Meselâ Allâh (c.c.)'a karşı sorumluluk bilinci duyan bir eşinizin olduğunu, fakat onun bazı huylarının hoşunuza gitmediğini varsayalım. Allâh (c.c.) hoşunuza gitmeyen huylardan onu arındıracaktır. Bu yüzden Allâh (c.c.) Kur'ân'da şöyle buyurmaktadır: “İnanıp, iyi işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.” (Nisâ s. 57) Ancak Allâh (c.c.) niçin “tertemiz eşler” ifadesini kullanmıştır da “tertemiz oğullar ve kızlar” ifadesini kullanmamıştır. Kullanmamıştır, çünkü karı ve koca ailenin direğidirler. Dolayısıyla onlar huzur içinde olurlarsa çocuklar da huzurlu bir ortama kavuşurlar. (Muhammed Mütevelli Şaravî, Kur'ân'da Kıyâmet Sahneleri, s.186-188)
Psikolog Büşra Naz Kandemir ( @basitterapi) ile “Neden Değer Verdiğim Kadar Değer Görmüyorum?” sorusu üzerine 20 Ağustos'ta Müze Gazhane'de gerçekleştirdiğimiz canlı podcastin kaydını dinleyeceksiniz. Dinleyicilerimizin soru ve yorumları ile katıldığı bölümde değer algısını pek çok açıdan konuştuk. Sizlere ilham olacak pek çok nokta var. “Kendinize değer vermek eylemden geçiyor.” “Ben görülmek istiyorum ve onaylanmak istiyorum. Varlığımın onaylanmasını istiyorum ve bunun çok fazla koşulu olsun istemiyorum.” “Değerli olduğum ilişkileri seçebilmek için önce o verilmemiş değeri doldurmam gerekiyor.” NOT: Ortamda bazen dinleyicilerin yorumları ve soruları mikrofona yansımadığı için kısık olduğu noktalar var. Bu durum dinlemeyi zorlaştırabilir. Bunun için kusura bakmayın. Müze Gazhane'de devam eden canlı podcastlere beklerim! Bölüm notları: (1:34) Giriş (3:08) Basitterapi ile giriş (4:41) Değeri nasıl ölçemeyiz? (7:54) Neden bu konuyu konuşmak istedin? 11:04) “Burada bana bir şey batıyor.” (13:54) Değeri nasıl ölçüyoruz? (18:29) Kendimizi değerlendirmek için sorular var mıdır? (23:24) Birisi bize nasıl değerli olduğumuzu gösterebilir? (25:54) Vagal Teori (26:33) Mola ve Şarkının adı: Neil Frances - Dancing (28:07) Değerli hissettiğiniz hangi duygular canlanıyor? (31:44) Beklentiler ve gerçeklik (34:44) Doğru çemberde olmayabilirsin (38:59) Şiddetsiz İletişim kursu (40:04) Kendimize soracağımız sorular (45:04) Değersiz bir ilişkide nasıl değer görebilirim? (49:54) Değerli olduğumu yeniden keşfetmek için... (59:34) Ben değerimi ölçmek için kendime neye göre puan vermeliyim? (1:02:54) Değersiz hissettirenden neden kopamıyoruz? (1:08:04) Nasıl iyileşeceğiz? (1:12:04) Dİnleyenler yanlarına hangi 3 cümleyi alsalar, neler olurdu? --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/meraklistesi/message
Kurban, tarih boyunca her yerde ve her zaman var olmuş bir ibadet, bir ritüel, bir kültürel gelenek. Ama bu tarihsel ve toplumsal tezahürlerindeki çeşitliliğe bakan sosyolog ve antropologlar büyük ihtimalle insanların birbirlerinden görerek, taklit ederek kurbanı benimsedikleri sonucunu çıkarmaya çok eğilimlidirler. Bu eğilime göre kurbanın devamlılığı onun işlevselliğiyle ilgilidir. Tıpkı genel olarak din kurumu gibi. Birçok yerde hurafelere dayanıyor olsa da, çok çeşitlense de, din, toplumsal dayanışmayı sağlayıcı bir ideoloji olarak gördüğü işlevle zamana ve değişime direnmektedir. Kurbanın da bir şekilde yerine getirdiği toplumsal veya psikolojik bir telafi, dayanışma veya ikame işleviyle her yerde karşımıza çıktığını varsayabiliriz. Terry Eagleton'dan özetle aktardığımız bakış açısı, Marksizmin dini ihmal ettiği kadar kurbanı da ihmal etmiş olmanın onda ciddi bir eksiklik olarak kabul edilmesi gerektiğini anlatıyor. Eagleton Yunan filozoflarından Aydınlanma ve modern filozoflara kadar, Yahudi ve Hıristiyanlıktan Hindu ve Budist felsefe ve pratiklere kadar kurbanın izini sürerek zihinlere yansıyan anlamlarını çözümlemeye çalışır. Bu anlamlar arasında birbiriyle taban tabana zıt yaklaşımlar ve işlevler de sözkonusudur. Kurban heryerde var olsa bile heryerde aynı şekilde anlaşılıp aynı şekilde uygulanmamıştır. Bundan da doğal bir şey olamaz aslında. Genel olarak bir din savunması yapılamayacağı gibi genel olarak bir kurban savunması da yapılamaz herhalde. Kurban kavramının kendisi zaten bir tercihtir. Bir şeye yaklaşırken sonsuz sayıda birçok şeye uzaklaşmaktır. Çünkü sosyal hayatımızda da yaptığımız her tercih bizi tercih ettiğimiz şey dolayısıyla bir şeye yaklaştırırken bunun bedeli sonsuz sayıda başka şeye uzaklaşmaktır. İslam'ın kurban anlayışı yaptığımız tercihlerle Allah'a yaklaşmaktır, dolayısıyla Allah'a yaklaştığımız ölçüde, yaklaştığımız konularda başka nesnelere, ideallere, amaçlara, dostluklara, sevgilere de, kulluklara da uzaklaşmaktır. İslam Hz. Adem'den beri insanlara sunulduğu her dönemde insanlar tarafından aynı şekilde anlaşılmamış, İslam'ın teklifleri herkes tarafından aynı şekilde kabul edilmemiştir ki, tarih boyunca kurbanın herkes tarafından aynı şekilde anlaşılmasını bekleyelim. İslam'ın verdiği bilgiye göre insanlık tarihinde ilk kurban tecrübesi Hz. Adem'in iki çocuğu, aynı ailede, aynı bilgileri, eğitimleri alan iki insan daha bilginin kaynağında kurban davranışı konusunda birbirlerinden ayrışmışlardır. Birisi açıkça Allah'a karşı hesaplar yapmış, kurban eylemini bir aşk ile yaklaşmanın bir vesilesi olarak görmek yerine bir şekilde geçiştirilmesi gereken bir ödev, ödenmesi gereken bir borç olarak görerek en değersiz varlıklarını sunmuş. Diğeri ise büyük bir imanla, iman ettiğine aşkla bağlı bir mümin olarak geçiştirmek değil, bir aşığına yaklaşmanın, ona sevgisini, bağlılığını samimiyetle ifadenin bir yolu olarak en değerli varlığını kurban olarak sunmuştur. Sevgi ile yaklaşmak ile korkudan dolayı, mecburiyetten bir şeyi yapmak zorunda kalmak arasındaki fark, kurban pratiklerinde de kendini kaçınılmaz olarak ortaya koyar. İbrahim'in yaşadığı büyük imtihanın bir boyutu iki sevgi arasında kalmakla ilgili bir şeydi. “Allah sevgisinin yanında başka sevgiler” ile “Allah için sevmek” arasındaki dengenin kurulmasına dönük bir ders vardı kurbanda.
“Hasetle başlayan şükrana giden bir yolculuk içerisindeyiz bu hayatın içerisinde, varoluş içerisinde. O şükrana doğru giden yol benim sevgi dediğim şey.” İyi ki kitaplar var diyen Timaş'un sunduğu merak listesinin bu bölümünde konuğum yeni kitabı “Sevmek Cesurların İşidir” henüz çıkan psikoterapist ve psikodramatist Ayşe Melek. Melek Hanım ile yeni çıkan kitabını ve kitabı okurken ben de merak ettirdiği konuları konuştuk. Yorumlarınızı ve paylaşımlarınızı bizi etiketleyerek yapmayı unutmayın.Merakla kalın! Bu bölümde sorduğum soruyu yanıtlayan, @timasyayingrubu ve @kupelicagri hesaplarını etiketleyerek paylaşan ilk 3 kişiye Melek Hanım'ın kitabını hediye edeceğim. İndirim fırsatı: Merak10 kodu ile satinal.timas.com.tr ‘de kitapsiparis.com ‘da yıl sonuna kadar geçerli %10 indirim fırsatı meraklı insanları bekliyor. Bu indirimden yararlanmayı unutmayın! Kitabı hemen almak için: https://bit.ly/41ltFXY Bölüm Akışı: (0:53) Ayşe Melek kimdir? (2:05) Ayşe Melek'i arkadaşları hangi 5 kelime ile ifade ederler? (3:13) Kitabı yazdıktan sonra ilk yazma motivasyonuna baktığında ne düşündü? (5:56) “Toplumda iki durum sıklıkla karıştırılır. Birini sevmeyi ve saygı duymayı o kişiye karşı tüm sınırları kaldırmak olarak görürüz.” Bunu neden yapıyoruz? (09:03) Ruhsal doğumu yapmak için ne yapabiliriz? (10:15) Sosyal rahim - besleyici çevreyi seçmek (12:10) Bağlanma stiline dair farkındalık oluşmasına rağmen bir değişiklik oluşmuyor. Neden sizce? (16:37) Hem %10 indirim var hem de 3 Kitap hediye ediyorum. Nasıl mı? Tam burada açıkladım. (17:58) Kitabınızın ismi neden “Sevmek Cesurların İşidir”? (20:03) Aşık olmaktan neden korkuyoruz? (22:43) Birisi kitabınızdaki bölümlerden sadece birisini okuyacak olsa hangi bölümü okusun? (23:54) Haset duygusu neden bizim için oldukça negatif algılanıyor? (26:25) Kendimizi tanımak için başkasına ihtiyacımız var. (27:50) Bu bölümü dinleyenler bu bölümden nasıl ayrılsınlar? --- Send in a voice message: https://podcasters.spotify.com/pod/show/meraklistesi/message
Bu masallar yapay zekaya yazdırılıp seslendirilmiştir. Siz de ücretsiz olarak bir çocuğa özel masal yazdırın: https://s.cagrisarigoz.com/masal Bölüm 1: Azra'nın Sıradan Bir Günü Bir sabah, küçük Azra gözlerini açtığında güneşin ışıkları odasına doluyordu. Azra heyecanla yatağından kalktı ve hemen abisiyle oynamak istedi. Abisi, Azra'nın en iyi arkadaşıydı. İkisi her gün birlikte oynar, güler ve eğlenirlerdi. Ama bu sabah Azra'nın abisi biraz farklı görünüyordu. Gözleri kırmızıydı ve burnu sürekli akıyordu. Azra endişeli bir şekilde abisine sordu: "Abi, senin neyin var? Neden böyle halsizsin?" Abisi, "Azra'cığım, sanırım biraz hasta oldum. Bugün seninle oynayamayacağım, üzgünüm." dedi. Azra üzüldü ama abisine yardım etmek istedi. Anneleri ise abisinin hastalığını tedavi etmek için doktordan aldığı ilaçları hazırlıyordu. Azra annesinin yanına giderek, "Anne, abimi nasıl iyileştirebiliriz?" diye sordu. Annesi, "Azra, doktor abine ilaç verdi. İlaçları zamanında alarak, bol sıvı tüketerek ve dinlenerek abin kısa sürede iyileşecektir." dedi ve abisinin ilaçlarını almasına yardım etti. Bölüm 2: Azra'nın Yardımcı Olma Arzusu Azra, abisinin hasta olduğunu görünce çok üzüldü ve ona yardımcı olmanın bir yolunu bulmak istedi. O sırada Azra'nın aklına kedisi Havuç geldi. Havuç, Azra'nın en sevdiği oyuncaktı ve onunla her zaman oyunlar oynar, dertleşir ve güzel zaman geçirirlerdi. Azra, Havuç'la birlikte abisine yardım etmeye karar verdi. Azra ve Havuç, abisinin odasına giderek onun yanında olduğunu hissettirmek istediler. Abisi yatağında yatarken Azra ve Havuç, ona masal anlatarak, şarkı söyleyerek ve komik hikayeler anlatarak zamanını güzel geçirmesini sağladılar. Bu sırada anneleri de abisinin ilaçlarını ve ihtiyaçlarını eksiksiz karşılamaya çalışıyordu. Azra, abisinin biraz daha iyi hissettiğini fark etti. Onun yanında olmak ve onunla vakit geçirmek abisine iyi geliyordu. Azra, "Abi, bu şekilde sana yardım etmek istiyorum. Sen iyileşene kadar seninle ilgileneceğim. Hem böylece arkadaşlığımızı da güçlendireceğiz." dedi. Abisi ise, "Teşekkürler Azra, senin ve Havuç'un desteğiyle daha çabuk iyileşeceğimi düşünüyorum." dedi ve gülümsedi. Bölüm 3: Abisinin İyileşmesi ve Arkadaşlığın Gücü Günler geçtikçe Azra'nın abisi daha iyi hissetmeye başladı. İlaçlarını düzenli olarak alıyor, bol sıvı tüketiyor ve dinleniyordu. Azra ve Havuç, abisinin her gün yanında olup ona neşe ve enerji katıyor, iyileşme sürecine destek oluyorlardı. Abisinin iyileşmeye başlamasıyla Azra çok mutlu oldu. Onunla tekrar oynayabilecek, gülebilecek ve eğlenebileceklerdi. Ama en önemlisi, Azra bu süre zarfında arkadaşlığın ve sevginin ne kadar önemli olduğunu anlamıştı. Hastalık zamanlarında bile, sevdiklerinin yanında olup onların ihtiyaçlarına destek vererek daha güçlü bir bağ kurabileceklerini öğrendi. Sonunda abisi tamamen iyileşti ve Azra ile Havuç'la tekrar oyunlar oynamaya başladı. Abisi, Azra'ya ve Havuç'a minnettar olduğunu söyledi: "Siz sayesinde daha çabuk iyileştim ve hastalığım boyunca ne kadar değerli olduğunuzu anladım. Arkadaşlığınız ve sevginizle her zorluğun üstesinden gelebiliriz." dedi. Azra, abisi ve Havuç bu deneyim sayesinde arkadaşlığın ve sevginin gücünü bir kez daha anlamış oldular. Ve böylece Azra, abisi ve Havuç, arkadaşlığın ve sevginin önemini kavrayarak daha da güçlü bir bağ ile hayatlarına devam ettiler. Onlar için evde hasta birisi olması, aslında önemli bir ders öğrenmelerine vesile oldu ve bu sayede her zorluğun üstesinden gelmeyi başardılar.
Craig Townsend kitabından, "Yüzücüler İçin Zihin Eğitimi" pozitif düşünme ile performansınızı nasıl geliştireceğiniz hakkında bilmek isteyebileceğiniz birçok şeyi içeriyor. İlk seri olan "Birisi Sizi Geçtiğinde Telaşlanmayın" şimdi yayında
İbrahim Kalın ile “Kendi Gökkubbemiz” kendine has üslubuyla farklı ufuklara yelken açtırmaya kaldığı yerden devam ediyor. Her hafta farklı konulara değinerek izleyicilerine yeni fikir kapıları aralayan İbrahim Kalın bu bölümde "Flanör, İnsan, Şehir ve Ünsiyet" kavramları üzerinde duruyor. Kendi Gökkubbemiz'in yeni bölümde başlıca şunlar konuşuldu; Serdar Tuncer: Hocam hoş geldiniz, safa getirdiniz. Nasılsınız görüşmeyeli? İbrahim Kalın: Hoş bulduk, safa bulduk. İyiyiz hamd olsun, çok şükür, her halimize şükür. Serdar Tuncer: Eyvallah. Böyle bir Flanör olma haliyle hayatı idame ettirmeye devam diyebilir miyiz? İbrahim Kalın: Evet, diyebiliriz :) İnsan bazen Flanör olmalı. Flanör olmak ne demek? Bir şehirde, bir yerde, bir köyde, kasabada, ormanda, sahilde çok hesap kitap, plan program yapmadan yürüyüşe çıkmak... İnsanın bir anlamda kendini ait hissettiği yerde bir akışa bırakması ve yeni keşiflere kendini hazır kılması demek. Flanör bir şekilde dolanmak şehrin bazen öyle yerlerini keşfetmenize vesile olur ki planlı programlı, rehberli gezilerden çok daha fazlasını öğrenirsiniz çünkü artık şehir sizi gezdirmeye başlar. Birisi, elinizdeki kılavuz vesair değil, şehrin kendisi sizi açmaya başlar. Kendini size açmaya, bu vesile ile de sizi açmaya başlar... Ben mesela bir şehre gittiğimde, kendi şehirlerimiz olsun ya da yurtdışında başka bir şehir olsun genelde bunu yapmaya çalışıyorum tabi ki imkanlar el verdiğinde çünkü görevimiz gereği her şey planlı programlı olmak durumunda elbette, bunu yadsımadan, göz ardı etmeden ama o plan programın içerisinde o esnekliği bir gezinin, bir yere yarım saatliğine bile gitmenin keyfini, inceliğini, o letafetini de kaybetmeyecek şekilde bir plan programla yürümek daha keyifli geliyor bana. Mesela bir şehre gittiğimde... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Geçmişteki travmaların bugünün etkileyebilir.
Birisi şu verileri koruyabilir mi? Teşekkürler...
Abdullah bin Mes'ûd (r.a.) buyuruyor ki, alışveriş, ya'nî ticâret ilmini bilmeyen faiz yer. İstese de, istemese de bundan kurtulamaz. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu ki: “Bile bile bir dirhem gümüş değerinde faiz yemek, otuz zinâdan daha çok günâhdır.” (Mişkât) Sahîh-ül Mahrec'de, Ebû Hüreyre (r.a.)'in bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Mi'râc gecesinde, bana, karınları anbarlar gibi şişmiş insanlar gösterdiler. İçleri yılanla dolu olup, dışardan görünürlerdi. Cebrail (a.s.)'a, “bunlar kimlerdir” dedim. Cebrail (a.s.), “bunlar faiz yiyenlerdir” buyurdu” buyurulmuştur. Birisi, İmâm-ı Âzam (r.a.)'in huzûruna geldi. “Ey müslümanların imâmı! Benim için zühde dâir bir kitab yaz da, okuyayım” dedi. İmâm-ı Âzam ona alışveriş bilgileri hakkında bir risâle yazdı. O kimse, “sizin bu yazdıklarınız, çarşıda pazarda iş yapan kimseleri ilgilendirir. Bunun zühdle ne alâkası vardır” deyince, Hz. İmâm: “Herkesin yiyecek ve giyeceğe ihtiyâcı vardır. Bunların alışveriş yolunu bilmedikçe, meşru olmamak tehlikesi ile başbaşadır. Böyle olunca, tâati noksan, şübheli olur, kabul edilmez, çalışmaları boşa gider. O ise, sevâb ve karşılık aldığını zanneder, halbuki azaba dûçâr olacaktır” buyurdu. Allâhü Teâlâ: “Onlar, o kimselerdir ki, dünyâ hayâtında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir; halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar” (Kehf s. 104) buyuruyor. Herkes kendi sanat ve mesleğine âid emir ve yasakları bilmelidir ki, bununla satın alacağı yiyecek nurlu olsun, ibâdet lezzetini duysun ve bu kazancında bereket bulunsun. Bu kazançta, el işte, gönül Allâhü Teâlâ'da olmalıdır. Kazanç, arada sadece bir sebebdir. Yoksa hakîkâtte rızkı veren Allâhü Teâlâ'dır. Ama her işi sebeble yapması âdet-i ilâhîsidir. Sen rızkı, kendi çalışmandan bilme! Nitekim fetvâlarda diyor ki, “bu iki altın bilek bende oldukça, benim rızkım azalmaz” demek küfürdür. (Muhammed Rebhami, Riyâdü'n-Nâsihîn, s.315)
Namâz ve zekâttan sonra en önemli şartlardan biri oruç tutmaktır. Resûlullâh (s.a.v.): “Oruç tutun sıhhat bulun” buyurmuşlardır. Demek ki sıhhat bulmak için oruç tutmak gerekir. Ramazân orucu zaten farz olduğu için her Müslümanın tutması şarttır. Bunun yanında nefsi terbiye etmek için de nafile oruçlara devam etmek gerekir. Resûlullâh (s.a.v.)'in beyânına nazaran; otuz gün Ramazân orucundan sonra Şevval ayında da altı gün oruç tutulursa bütün sene oruçlu geçirilmiş gibi olur. Oruç, şehvete en büyük kalkan olur. Bu yüzden nefis terbiyesinin ilk şartı az yiyip oruç tutmak ve açlıktan istifâde etmektir. Çünkü çok yemek yenildiği zaman nefis kuvvetleniyor. Resûlullâh (s.a.v.): “Bir kimseye isrâf olarak canının her istediğini yemesi yeter” buyurmuştur. Dolayısıyla insan canının her istediğini yemeyi değil, bedenini ayakta tutacak kadar yemeyi öğrenmelidir. Bunu da en güzel şekilde Ramazan ayı öğretmektedir. Ramazân ayında dedikodu, gıybet vs gibi boş sözlerin hepsinden kaçınmak gerekir. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.): “Birisi sizinle cidâl (tartışma, kavga) ederse “Ben oruçluyum” dersiniz” buyuruyor. Yani ona karşılık verilmemesini bildiriyor. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.): “Cennette Reyyan isimli bir kapı vardır. O kapıdan oruç tutanlar girer, onlardan başkası girmez. Oruç tutanlar o kapıdan cennete girince o kapı kapanır” buyurmuşlardır. Burada oruç tutanlardan maksat Ramazân orucunu hakkıyla idrâk edenler ve nafile olarak oruçlara devam edenlerdir. Nebî (s.a.v.): “Eğer mü'minler ramazanın kıymetini hakkıyla bilselerdi bütün senenin Ramazân olmasını arzu ederlerdi” buyurmuşlardır. Kendisi tabî ki biliyor, elhamdülillah bizlere de anlayabileceğimiz kadarını bildiriyor. Kul bilmese de, anlamasa da Resûlullâh (s.a.v.)'in söyledikleri yapıldığı takdirde, Resûlullâh (s.a.v.)'in şefaati ile neticeye ulaşılır. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler-1, s.102-181)
Üçüncü bin yıla (niçin üçüncü bin de daha fazla veya daha eksik değil?) girerken bilgi ve iletişim kelimelerine/kavramlarına fazlaca vurgulama yapılmakta, hatta çağa “bilgi-iletişim” ismi verilmektedir. Çağa damgasını vuracağı iddia edilen bu bilgi, dini ve metafiziği dışlayan, değeri ve gerçekliği beşeri bilgi araçlarının ulaşabildiği sınırda tutan, bunun ötesini -en azından şimdilik- yok sayan bilgidir. Bu bilgi, kaynağının kaynağını irdelemeyen, başı ve sonu devre dışı bırakan, içe değil, dışa yönelen bir bilgidir. Buna rağmen “Hayatta en hakiki mürşit” vasfına layık görülmekte, dinlerin ve aşkın rehberliklerin yerine teklif edilmektedir; bu noktadan itibaren bilim, bilimciliğe dönüşmekte, onun da kulları ve grupları boy göstermektedir. İslâm'a göre bilgisizliğin (cahilliğin) en kötüsü Allah ve hak din ile ilgili olan bilgisizliktir. İletişimsizliğin en berbadı da kulun, Allah'a yönelik iletişimsizliğidir. Hakiki Ma'bûd'u tanımamış, ona iman ve kulluk edememiş, hak dini bilmemiş olan topluluklar “bilgisizlik (cahiliyye) toplulukları”dır. Bu bilgisizlik ve ilgisizliğin zararı ebedidir, sonucu bedbahtlıktır. Madde âlemi ile ilgili bilgisizlik de zararlıdır, matlup değildir, ancak bunun zararı geçicidir, en fazla dünya hayatı ile sınırlıdır. En değerli bilginin taşıyıcısı ve en önemli iletişimin rehberi olan Allah Resulü (s.a.) bilginin önemine ve gerekliliğine dikkat çektiği gibi şöyle de buyurmuştur: “Allah'ın adıyla başlamayan her önemli iş güdüktür, amaca ulaştırmaz”. Buradan hareketle İslâm ilminin kül, çağdaş bilginin cüz (hem de çok küçük bir parça) olduğunu ifade etmek mümkündür. İslâm ilmi kâinatı kuşatır, onu öğrenmeye ve keşfetmeye âşıktır, ancak İslâm âlimi burada kalmaz, ötelere geçerek varlığın ve bilginin kaynağını keşfetmek, O'nunla iletişim kurmak ister, asıl maşuku da budur. Kendini ve çevresini bildikçe, tanıdıkça Rabbini tanıyacağı, O'na keyfiyetsiz olarak vâsıl olacağı düşüncesi ve inancı içinde büyük bir vecd ile ilme, bilmeye, bilgiye yönelir. Allah'ın varlığının ve sıfatlarının, gönderdiği dinin hak ve gerçek olduğunun “gözlem ve deney yoluyla elde edilen” delilleri, Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle “âyetler”dir. Bu âyetler insanın kendi varlığında başlar, madde âleminin sonuna kadar devam eder (Fussilet: 41/53). İslâm insanının/âliminin önünde iki bilgi kaynağı vardır: Birisi yetebildiği yere kadar bilgi üreten gözlem, deney ve tefekkür, diğeri bunların yetmediği yerde başvuracağı vahiy ve ilham (Allah'tan gelen doğrudan bilgi). İslâm insanı, Allah'ın “Oku!” emrine uyarak hem Kur'ân'da âyetler okur, hem de keşfine çıktığı kâinatta. Çağımızda beşer üstü, akıl-gözlem-deney dışı (üstü) bilgi ve bu bilgiye dayalı aşkın iletişim “çağdışı”dır. Bu çağda yaşayan insan çağın adamı olmak istiyorsa -İslâmî mânâda- cahil kalacak, “âlim ve ârif” olmak istiyorsa çağdışı olacaktır. Ya çağdaşlık adına, maddi ve manevi sayısız âleme nispetle bir zerre olan “dünya” çapında iletişimle yetinecek yahut da bu manada çağdaşlığı reddederek bilgi ve iletişimini On Sekiz Bin Âlem'e ve “Âlemlerin Rabbine” kadar genişletecektir. Çağdaş bilgi ve iletişim konusundaki “yükselen değer” vasfının sahteliğini, mahiyetini ve tehlikesini keşfetmek isteyenler şu mühtedi mütefekkire de kulak verebilirler:
Bu video 18/12/2016 tarihinde yayınlanan " ŞERBET" isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hal dilinin tesirini ve adanmışlığın değerini bilemeyen müfsitler Hizmet gönüllülerine lütfedilen muvaffakiyetleri maddî imkânlarla elde edebileceklerini sanıyorlar. Her şeyi O'ndan bilme, O'ndan görme… Gittik, dünyanın 170 küsur ülkesinde “insanlık kardeşliği”ni.. şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. (“Şöyle-böyle” derken, arka planındaki mülahazaları siz değerlendirin..) şöyle-böyle “inanma kardeşliği”ni.. Allah'ın (celle celâluhu) öne sürdüğü “fasl-ı müşterekler kardeşliği”ni.. isterseniz Frenkçe ifadesiyle, “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni.. diyaloga kapıların açıldığı nokta (“rampa” veya “blokaj” ya da “rıhtım” diyebilirsiniz) olan “evrensel insanî değerler kardeşliği”ni tesis etmek için. Bunları da esasen hal ve temsil ile yapma azmiyle gittik. Çünkü söz ile niceleri destan kesmiş, destanlar yazmış fakat hiç tesirli olamamışlardır. İnanın, bugün sizin o muktedir gibi gördüğünüz, her şeyi iktidar ile ifade eden insanlar -hallerine, tavırlarına, cehdlerine, gayretlerine baktığınızda- on tane insana Müslümanlığı, Kur'an'ı sevdirememişlerdir. Yemin, selef-i sâlihînden bazılarına göre, mübah olduğu yerde bile mahzurludur; onlar yemin etmeyi mahzurlu gördüklerinden dolayı yemin etmeyeceğim; fakat yemin edilecek bir konu: On tane insana İslamiyet'i sevdirememişlerdir.. Allah'ın Habîbullah'ı olan Hazreti Rasûl-i zîşan'ı sevdirememişlerdir.. Râşid halifeler efendilerimizi sevdirememişlerdir.. özüyle, esasıyla, hedefiyle, dünyaya bakışıyla, ukbâ rasatıyla “İslamiyet”i sevdirememişlerdir.. dünyayı bir koridor olarak gördürememişlerdir; bir mezraa olarak gördürememişlerdir; esmâ-i İlahiyenin bir tecelligâhı olduğunu gördürememişlerdir… On tane insana… Geniş imkânlarını, ellerindeki iktidarı ve o güçlü lafazanlıklarını bu istikamette değerlendirememiş ve anlatamamışlardır. Ama siz gitmişsiniz, Allah'ın izni ve inayetiyle, hem de muzırların, müfsitlerin bütün ifsat gayretlerine, cehdlerine rağmen. Neredeyse 200 ülkeye yaklaşacak şekilde, dünyanın dört bir yanında sizi sevdiler, saydılar, bağırlarına bastılar. Aleyhinizde ifsat akımları oldu, dalalet akımları oldu, fitne akımları oldu, “Kapatın!” güft ü gûsu oldu, dedikodusu oldu; fakat çok yerde insanlar yerlerinde durdular. Onların belki yüzde bir tesir ettikleri yer oldu; yüzde doksan dokuz ise olduğu yerde durdu. Yüzde doksan dokuz olduğu yerde durdu. Olduysa (onların dediğine göre) yüzde bir ancak oldu; ancak o kadar, bütün güçlerini kullanmalarına rağmen. Antrparantez: Keşke ifsat adına kullandıkları o güçlerini/imkânlarını seferber ederek “Biz de o kadar yapalım!” deselerdi. 1400-2000 okul da onlar yapsalardı. 30-40 milyon insanın gönüllerine de onlar öyle girselerdi. Diyalog adına yapılması gerekli olan bir o kadar şey de onlar yapsalardı… Bu, geleceğin kardeşliği adına çok önemli bir şey olurdu. Zannediyorum, siz de alkışlardınız onu. Benimle bu recâda müttefik misiniz? Evet, alkışlardınız, “Allah ebeden razı olsun; 1400'ü 2800 yaptınız!” derdiniz. Yıkmaya ne gerek var?! Zemin o kadar geniş ki, her yer -coğrafî durumu itibariyle- müsait. O “ışık evler”ini, o “ışık yuvalarını” gidin dünyanın değişik yerlerinde yapın!.. Birisi iğneleyici bir mektup yazmıştı bana: “Dünyada hiçbir yer koymamış, her yere girmişsiniz; başkalarına açılma imkanı bırakmamışsınız!..” Yahu dünyada bir sürü boş yer var, Allah aşkına; kullanın himmetlerinizi, imkanlarınızı!..
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Kim, namazın ilk tekbirini imâmla beraber alarak 40 gün boyunca namazlarını cemaatle kılarsa, Allâh (c.c.) o kimse için iki berât yazar. Birisi nifâktan (münafıklıktan) uzak olma berâtı, diğeri de cehennemden kurtulma berâtı.” Cemaati asla terk etmemelidir. Özellikle sabah namazını cemaatle kılmaya gayret etmelidir. Cemaatle kılınan namazın sevâbı, tek başına kılınan namazın sevâbından 27 kat fazladır. Sabah namazını cemaatle kılmak, yatsı namazını cemaatle kılmaktan efdâldir. Yatsı namazını cemaatle kılmak ise diğer vakitleri cemaatle kılmaktan efdâldir. Namazlar içinde en efdâli ise ikindi namazıdır. Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor: “Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gecenin yarısını ibâdetle geçirmiş gibi olur. Kim de sabah namazını cemaatle kılarsa, gecenin tamamını ibâdetle geçirmiş gibi olur.” (Müslim) Cemaatle namaz kılmak için mescide, camiye giderken acele etme. Yavaş yavaş, ağır başlı ve vakarlı bir şekilde yürü. Yolda şu duâyı oku: “Allâhümme bihakkıs sâilîne aleyke ve bihakkı râğıbiyne ileyke ve bihakkı memşâye hazâ ileyke. Feinnî lem ahrüc eşeren ve lâ betaren ve lâ riâen ve lâ süm aten. Bel haractü ittikaae sahatıke vebtiğâe merzâtik. Fees elüke en tengızenı minen nâri ve en tağfire lî zünûbî. Fe innehû lâ yağfirüz zünûbe illâ ente.” Mânâsı: “Allâh'ım! Senden isteyenlerin hürmetine, sana yönelenlerin hürmetine, senin beytine şu yürüyüşüm hürmetine senden istiyorum. Ben evimden nankörlük ve gösteriş için, şiddetle ve insanlar beni övsünler için çıkmadım. Senin gadâbından korktuğum için ve rızana kavuşmak için çıktım. Senden, beni ateşten kurtarmanı ve günâhlarımı affetmeni istiyorum. Çünkü senden başka günâhları affedecek kimse yoktur; ancak sen affedersin.” (İmâm Gazâlî (r.âleyh), Nasıl İyi Bir Kul Olunur?, s.121-123)
Bir karikatür vardı, yıllar evvel görmüştüm, çok manidar. Hatırladığım kadarıyla şöyleydi: İki ev arkadaşı aralarında konuşuyorlar. Birisi diğerine soruyor: Çoraplarımı gördün mü? Cevap: Çoraplarını gördüm müü... Hayır. “Peki” diyor, mavi pantolonum nerede biliyor musun? Cevap: Mavi pantolonun neredeee... Bilmiyorum. Sorduğu her soruya
Yazdığım masallardan, iyi dinlemeler dilerim...
“Beni görevden alabilir” diyor birisi... Adını vermeyeceğim. Bir büyükşehrimizin belediye başkanı kendini gündemde tutmak için ağzına geleni söylemeyi siyaset zannediyor. Kendini hizmetleriyle kalıcılaştıracağına ha bire siyasi şov anlamına gelen söz ve davranışlarda bulunmayı marifet sanıyor. Gerektiğinde partisinin genel başkanına aba altından sopa gösteriyor. Kendinde olağanüstü bir güç vehmediyor. Daha kaç yılını
Bu video 26/02/2017 tarihinde yayınlanan "SİZ NEREDESİNİZ EY MÜ'MİNLER!.." isimli bamtelinden alınmıştır. Tamamı burada: https://www.herkul.org/bamteli/bamtel... Hakkın Hatırı, Münazara Adabı ve İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri Değişik vesilelerle hep tekerrür ettiği gibi, bir kere daha tekrar etmek istiyorum, mazur görürseniz: Ebu Hanife, gecenin yarısına kadar talebeleriyle bazı meseleleri müzakere edermiş. Bizdeki münazara âdâbına göre; yoksa televizyonlardaki birbirine karşı saygısızlık yapma tartışması değil. Münazaranın âdâbı vardır, o mevzuda yazılmış kitaplar vardır: İnsanlar birbirlerine karşı hakikati nasıl savunacaklar? Herkes kendi düşüncesini nasıl ortaya koyacak? Nasıl ifade edecek onu? Geriye dönmesini nasıl yapacak? İleriye adım atmasını nasıl yapacak? Orada karşı tarafın duygu ve düşüncesine nasıl saygılı olacak? Kendi duygu ve düşüncelerine nasıl saygı toplayacak? Buna dair kitaplar yazılmış. Televizyonlardaki o tartışmalar, oradaki o tartışmalar, vahşîce boğuşmalar gibi bir şey. Öyle değil, “münazara âdâbı”na göre… Ebu Hanife hazretleri, münazara âdâbına göre, gecenin yarısına kadar münazara yapıyor. Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî hazretleriyle, İmam Yusuf hazretleriyle, Züfer hazretleriyle… Beş bin tane, derslerine devam eden insan var. Birisi, mübalağa mı yaptı, bilemiyorum; yapabilir, çağımız, mübalağa çağı: “Elli bin tane, derslerini dinleyen insan vardı; kitaplara bakarak, derse iştirak ederek, onun mütalaalarını müzakere eden insanlar vardı.” demişti. “Elli bin” olmasın, “beş bin” bile olsa, öyle entelektüel, öyle kapasiteli, öyle yürekli, öyle hakşinâs insanın bulunması çok önemli; demek ki, o dönem, hakikaten bir “altın çağ”. Gecenin yarısına kadar müzakere ediyor. Ve sonra talebeler diyorlar ki: “Üstadım!” Ne diyorlarsa, “Ey büyük müctehid! Ey babayiğit adam!” Ne diyorlarsa, nasıl hitap ediyorlarsa o gün. “Senin dediğin gibiymiş bu!” diyorlar. Talebesiyle, meseleyi müzakere ediyor. Hazret, gittikten sonra, bir daha temel kaynaklara müracaat ediyor; Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tâbiîn'in kavilleri… Kendisi Tâbiîn'den değil; bazıları onun bir sahabî gördüğünden bahsederek, onu da Tâbiîn'den sayarlar; oysaki kendi, Tebe-i Tâbiîn'den, üçüncü sınıftan. Seleflerinin mütalaalarına, müzakerelerine, yorumlarına başvuruyor. Sabah namazına geldiğinde… Nasıl hitap ediyorsa onu da bilmiyorum, “Çocuklar!” mı diyor; yoksa Kıtmîr'in beraber ders müzakere ettiği ders arkadaşlarına dediği gibi, “Ali Hoca, Veli Hoca!” dediği gibi, öyle mi diyor, bilemiyorum. Ben, efendiler efendisi o insanın, kendi talebelerine seslenirken bile, efendiliğini koruduğuna inanarak, mutlaka onları tazimle yâd ettiğine inanıyorum. Nasıl diyordu, belki “Ey Ebu Yusuf Efendi! Ey Muhammed Efendi! Ey Züfer Efendi!” Paşazade çünkü, o da; “Ey Züfer Efendi!..” “Ben sabaha kadar, o dediğimiz meseleyi bir kere daha gözden geçirdim, sonra gördüm ki, benim değil de, sizin dediğiniz doğruymuş!” Hakk'ın hatırı, âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemelidir. İlle de “Benim dediğim dedik. Benim dediğime uyulmadığı takdirde, herkes yok edilmelidir, zindanlara atılmalıdır; taziplere, tehcirlere, tehditlere, tevkiflere maruz bırakılmalıdır!” Bu, Firavunların düşüncesi… Bu, zâlimlerin, gaddarların, hattârların, müfsitlerin düşüncesi!.. Ebu Hanife'nin düşüncesi, Râşit Halifeler'in düşüncesi, Efendimiz'in düşüncesi ise, meşveret yörüngeli. Ümmetine fikir soruyor, onlar bir şey söyleyince, dikkate alıyor. Geçen sohbette zikredildiği üzere, Selmân-ı Fârisî'nin mütalaasına uyarak, “Hendek!” diyor. Sahabesiyle meşveret ediyor; Uhud savaşında, dışarıya çıkıyor. Her şeyi O'ndan öğrendikleri bir insan… Onların düşüncelerine saygının gereği, “küçüklük” demiyor. Her şeyi O'ndan öğreniyorlar ama meşverette onların dediklerine uyuyor; Uhud'da dışarıya çıkıyor, yoksa Efendimiz'in kendi düşünceleri, içeride kalıp tabya savaşı vermek, müdafaa savaşı vermek istikametindeydi.
Türkiye'de iktidar olmak isteyen muhalefet partilerinin yapması gereken iki şey var: 1) Ülkenin problemlerini net bir şekilde tespit edip onlara dair çözüm önerilerini gayet rasyonel ve anlaşılır şekilde halka anlatmak, bunları mevcut iktidarın niçin çözemediğini ve neden çözemeyeceğini de aynı sarâhatle izah etmek. 2) Samimi ve sahici olmak. Muhalefet Partilerimiz birincisini 20 yıldır yapmadılar, yapamadılar. Niçin yapamadıkları bu yazının mevzuu değil. Görünen o ki ilerleyen dönem için yapmaya da niyetleri yok. Ehil kadrolarla, bilgiyle, gayretle, azimli ve sistemli çalışmayla, dert etmeyle bu mesele halledilebilir. Yani, iktidara alternatif olabilmek için gereken iki şarttan birisini halletmek nispeten muhalefetin elinde ve pekâlâ yapılabilir. Ancak, iktidar olabilmek için birinci meselenin halli tek başına yeterli değil, ikincisinin de ortaya konması şart. Hatta inandırıcılık ve samimiyet noktasında seçmen sizi yeterli görmüyorsa ilk maddede özetlediğim hususları yapmanız millet nezdinde hiçbir şey ifade etmiyor. MUHALEFET INANDIRICI VE SAMIMI MI? Kemal Kılıçdaroğlu zamları protesto için elektrik faturasını ödemeyeceğini söylüyor birkaç ay sonrasında da ödenmeyen faturalar yüzünden evinin elektriğinin kesildiğini ama geri adım atmayacağını ifade için evinde mum ışığında bir video çekiyor. Ortam loş, Kılıçdaroğlu kendinden emin, Selvi hanım mahzun, ambiyans iyi. Ana muhalefet partisi liderinin gün gelip başına geçmek istediği devletle ve yasa ile böylesine illegal, ergen protest, ilkokul müsameresi kıvamında kavga etmesini haydi bir kenara bırakalım. O gün, o saatte, o evde, ödenmeyen faturalar sebebiyle elektriklerin kesik olmadığı Enerji Bakanlığı tarafından ispat ediliyor. Demek ki danışmanlar ve kurmaylarla yapılan istişare neticesinde bu protestonun oy getireceğine inanılmış, taçlandırmak için elektriklerin kesilmesi beklenmiş, kesilmeyince de marketten mumlar alınmış, video hazırlıkları yapılmış, şalter indirilmiş! Bunun tespit edilebileceği bilgisinden bile mahrum bir siyasi partinin iktidar olup Enerji Bakanlığını yönettiğini düşünün! Hafazanallah! Bakanlığın açıklamasından sonra ne bir özür, ne bir izah, ne de açıklama geldi. Bu şu demek: Yaptık bir iş, sosyal medya ahalisi de havaya girdi, gerçek ortaya çıktı ama şimdi kitlenin keyfini kaçırmanın ne alemi var? Sonra ikinci hamle geliyor, Keçiören'de elektriği gerçekten kesilen bir aile ziyaret ediliyor. Bu da şu demek: Tamam ikrar etmesek te bizim elektrik kesik değildi ama gerçekten elektriksiz kalanlar var onları da gösterelim, sosyal medyada inandırıcılığımız pekişsin. Haydaaa! O ailenin de elektriğinin o tarihte kesik olmadığı Bakanlık tarafından ispatlanıyor. İnandırıcılık? Samimiyet? Kılıçdaroğlu üç-beş aileyi daha ziyaret etti bu hadiseden sonra. Gerçekten elektrikleri var mıydı yok muydu bilmiyoruz. Bakanlık yalanlamaktan yoruldu, biz takipten, Ce-Ha-Pe kitlesi yalana sevinmekten, zira! Bir tek Genel Başkan değil, kurmayların hali de içler acısı. Birisi bir tweet atıyor, iddia büyük; bir saatte binlerce rt, on binlerce faw, yüzlerce yorum. İddianın tamamen hayal ürünü olduğu, böyle bir şeyin yaşanmadığı net bir şekilde delilleriyle ortaya konuyor. Fakat o tweet silinmiyor, bir özür gelmiyor, ben yanlış bilgilendirilmişim yahut yanlış anlamışım sadedinde bir izaha ihtiyaç duyulmuyor. İşin acı tarafı o tweeti rt edenler, altına yorum yazanlar da gerçeği öğrenmelerine rağmen hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar. Ben yazdım diyor, kitle de mutlu oldu, gerçek kimin umurunda? Bu kafayla fanatiklerinizden rt alırsınız ama milletten oy, asla! Bir değil, iki değil yüzlerce örneği var bu hadisenin. Bir-iki kişinin ihtirası da değil mesele onlarca bu kafada kurmay var Partide. Meraklısı Google'a “CHP, tweet, yalanlama” yazıversin.
İstikrar güzeldir ama her zaman ve her konuda değil! İyinin güzelin ve doğrunun muhafazasında istikrar güzel. Daha iyiye, doğruya ve güzele doğru bir istikrar yakalanabilirse bu çok daha güzel. Ancak, kötünün, çirkinin ve yanlışın değişmeyişinde istikrar iyi değil. Daha kötüye, çirkine ve yanlışa doğru gidiş varsa, bu hepten kötü. Yıllar evvel yazdığım bir yazıyı okurken bazı şeylerin hiç değişmediğini üzülerek fark ettim ve o yazıyı nazar-ı dikkatinize arz etmek istedim. Buyurun lütfen ve siz karar verin paçozluğumuzun nişanesi olan bu konuda değişen bir şey var mı yok mu? Birisi çıkıp bir şey söylüyor. Başlıyoruz kavga etmeye. Söyleneni konuşmuyoruz hiç. Doğru mu, gerekli mi, zamanı mı, böyle mi ifade edilmeli? Bunlar aklımıza bile gelmiyor. Söyleyeni sevenler savunma pozisyonu alıyorlar hemen,
İnsanlar saygısızca davrandığında kendini suçluyor musun? Eleştiri karşısında moralin anında bozuluyor ya da sinirleniyor musun? Birisi aptal dediği an bağırıp çağırmak istiyor musun? Ben bunların hepsinde ve daha fazlasında kişisel algılıyordum. Hem de her şeyi. Değiştirmek istediğimde ise pek çok söylem yeterli gelmedi. Sonra fark ettim ki 2 strateji var. Bu bölümde bunu anlatmak istedim. Yorumlarını bekliyorum! -- Destek olmak için-> https://www.patreon.com/meraklistesi Merak bülteni: https://www.getrevue.co/profile/meraklistesi Instagram: https://www.instagram.com/kupelicagri -- Bölüm Akışı: (1:00) Neden kişisel algılıyoruz? (2:20) Değersizlik ve görülmemek (4:28) Kişisel algılamamak için 2 strateji (10:00) Özdeğer - özşefkat - özsevgi
Çok güzel bir sorumuz var gelin üzerine düşünelim. Siz de fikrinizi paylaşmak için bana buradan ulaşabilirsiniz.
Hayır diyebilmek ve hayır yanıtını kabul edebilmek oldukça zor. Bu bölümde bunun üzerine düşündüklerimi ve bende bu konuda değişimi sağlayan yöntemi ve.3 soruyu sizinle paylaştım. Bölümün soruları şu şekilde: Birisi size sınır koyduğu zaman nasıl hissediyorsunuz? Hayır yanıtını duymak sizde neler canlandırıyor? Hayır dediğinizde suçluluk ya da utanç hissediyor musunuz? -- Destek olmak için-> https://www.patreon.com/meraklistesi Merak bülteni: https://www.getrevue.co/profile/meraklistesi Instagram: https://www.instagram.com/kupelicagri
Turkish Stories for Learner Turkish Toplum Hayatının On Şartı İnsan, yalnız ve toplum hayatı dışında yaşayamaz. Toplum hayatının da kendine göre birçok şartı vardır: Bir toplulukta tanıdıklarınıza, onların hoşuna gidecek hikâyeler ve fıkralar anlatın. Ara sıra onların iyi yönlerini övün. Samimi ve içten bir övgü, toplum hayatının başlıca şartıdır. Tanıştığınız kimselerin yüzlerini ve adlarını aklınızda tutmaya çalışın. “Ben kimsenin yüzünü ve adını hatırlayamam...” demeyin. Yoksa sizin adınız da silinir gider. Birisi size bir sırrını verirse, bunu kendi sırrınız gibi gizli tutun. Dedikoduları, çevreye yaymaktan kaçının. Tanıdıklarınızdan birisi başka biri hakkında kötü sözler söylediği zaman, bunu hemen karşı tarafa taşımayın. Hemen unutun. Hatta “Falan kimse, sizin hakkınızda çok iyi konuştu.” deyin. Çevrenizdekilerle alay edip onları küçümsemeyin. O anda siz küçülürsünüz. İnsanların sevgisini kazanmak istiyorsanız, onları küçük düşürmeyin. Başkalarına zor zamanlarında bir tekme de siz vurmayın. Anlayışlı davranın, onlara yardımcı olmaya çalışın. Konuşurken başkalarının kişiliğine saygı gösterin. Onları küçük düşürmeyin. Kendinizden övünerek söz etmeyin. Haksız olduğunuzu anladığınız zaman, hatanızı kabul edin. Yanlış bir hareketi düzeltmenin en güzel yolu, yapılan hatayı kabul etmektir. Bu sizi küçültmez, sizin değerinizi artırır. Konuşmaktan çok, dinleyin ve güler yüzlü olun. Başkalarının mutluluğunu ve acısını paylaşın. Başkalarının kalbini kırmayın. İnsanlara sevgiyle davranın. “Bunu bilmiyordum.” diyerek kendinizi kurtarmaya çalışmayın. Eğer çevrenizde iyi tanınmak ve sevilmek istiyorsanız yukarıdaki şartlar rehberiniz olacaktır. Kendini Test Et. İnteraktif Videoları İzle - Takip et - Düşün - Bilmediğin kelimeleri araştır - sorulara cevap ver - : https://nilecenter.org/turkce-ogreniyorum-b1-ders-16/
Yeni seride kırılganlık kavramına odaklanıyorum. Kırılganlık İngilizcede vulnerability olarak geçiyor. "Yaralanmaya açık olmak" demek. Birisi neden yaralanmaya açık olsun ki? Aslında kendi olabilme yolumuzun en etkili çözümü kırılganlığımızı fark edip bunu açma cesareti gösterebilmek. Bu seride içerik üretirken, yazarken, düşüncelerini paylaşırken kırılganlıklarının gücünü kullanan kişileri konuk edeceğim ve birlikte kırılgalığın ne olduğunu ve nasıl bunun bir güce dönüşebileceğini konuşacağız! İlk bölüm konuğu Mimoza Cendey!
Hz. Alî (r.a.)'den rivâyetle Resûlullâh (s.a.v.): “Allâhü Teâlâ (yani Allâh (c.c.)'un râhmeti) Şa'ban'ın on beşinci gecesi birinci kat göğe iner. Müşrik, bid'at ehli, sıla-i râhim yapmayan (akrabası ile alâkasını kesen) ve zina yapan kadınlardan başkasını mağfiret eder” buyurdular Nebî (s.a.v.) buyurdular ki: “Şa'bân'ın on beşinci gecesi olduğu zamân o geceyi ibâdetle ihyâ ediniz. Gündüzünü de oruçla geçiriniz. Çünkü Allâh (c.c.), o gece güneş doğuncaya kadar dünya alemine râhmet nazarı ile tecelli eder. Ve buyurur ki: Yok mu istiğfâr eden, mağfiret edelim? Yok mu rızık isteyen, rızıklandıralım? Yok mu dert ve musibete uğrayan, şifâ verelim? Daha ne gibi dilekleri olanlar varsa istesinler verelim.” Cebrâil (a.s.), Resûlullâh (s.a.v.)'e “Yâ Muhammed (s.a.v.)! Bu gece duâya çok çalış. Zîrâ bütün ihtiyaçlar gerçekten bu gece görülecektir.” buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte: “Şa'ban'ın on beşinci gecesinde Allâhü Teâlâ'nın kulları üzerine râhmeti zuhur edip (ortaya çıkıp), mü'minleri mağfiret eder, kâfirlere ise mühlet verir. Kin ve hâsed sahibi olanları, bu sıfatlarını terk edinceye kadar kendi hallerinde bırakır” buyurulmuştur. İkrime (r.a.) der ki, Şa'ban'ın on beşinci gecesinde, Allâhü Teâlâ, gelecek sene o geceye kadar bir senelik işleri tedbîr, takdîr ve ta'yîn eder. O yıl içinde ölecek olanların isimleri yaşayanlar defterinden, ölüler defterine geçirilir. O sene hacca gidecek olanlar yazılır. Berât gecesi, hüküm, kazâ, gadâb ve rızâ gecesidir. Berât gecesi red veya kabul, kavuşamamak ve kavuşmak, saâdet ve şekâvet gecesidir. Berat gecesinde birisi saîd, diğeri baîd (uzak) olur. Birisi mükerrem, diğeri mahrûm olur. Hazırlanmış kefenler vardır; sâhibleri ise çarşılarda işle meşgûllerdir. Çok kazılmış kabirler vardır, sâhibleri ise sevinç ve gururdadırlar. Çok gülen ağızlar vardır, sâhibleri pek kısa zamanda göçücüdür. (Hz. Seyyid Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.), Gunye'tü-tâlibîn, s.282-287)
Birisi, dünyaya gelmeden daha önceki ölçüsüz zamanı ve içinde bulunmayacağı gelecekteki seneleri, yani önceliksiz ile sonsuzluk arasındaki birkaç günlük ömrünü hesaplarsa, dünyada geçici bir misafir olduğunu, ilk yerinin beşik, son yerinin mezar ve bu ikisi arasında birkaç konak bulunduğunu görür. Kiminin bir fersah, kiminin daha az, kiminin daha çok yolu kalmıştır. Kendisi ise devamlı burada kalacakmış gibi üzüntüsüz ve düşüncesizce oturmuş, on sene içinde bile kendisine lazım olmayacak şeyleri düşünmekle uğraşmaktadır. Sevgisini dünyaya verip ondan aldıkları zevklerden dolayı ahirette rezillik ve sıkıntı çekenler, çok yağlı yemekler tıkıştırıp üzerine tatlı şerbetler içerek midesini bozan, sonra da midesinde, ağzında ve dışkısındaki rezaleti görerek utanan, pişman olan “lezzetleri geçti, pislikleri kaldı” diyen kimse gibidir. Yemekler ne kadar çok olursa ağırlık da o kadar fazla olacağı gibi, dünya lezzeti de ne kadar çok olursa, sondaki rezillik o kadar fazla olur. Zira çok zengin, bağ, bostan, cariye, köle, altın ve gümüş sahibi olan kişi ölürken, bunlardan ayrıldığı için duyacağı üzüntü, malı, mülkü az olanlarınkinden daha çok olur. Bu acı ve üzüntü ölümle yok olmaz. Bilakis daha da artar. Çünkü sevgi kalbin sıfatıdır. Kalb ise ölmez, olduğu gibi kalır. Uğraştığı dünya işleri, insana az gelir, bununla uğraşmanın uzun sürmeyeceğini zanneder. İsa (a.s.) diyor ki: “Dünyayı arayan, deniz suyu içene benzer. Ne kadar çok içilirse o kadar susuzluk artar, çok içilince sonunda öldürür. Yine de susuzluğun harareti eksilmez. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Suya girenin ıslanmaması imkânsız olduğu gibi, dünyada olup da ona bulaşmamak imkânsızdır.” (İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh), Kimyayı Saadet, s.49-50)
Ebû Eyyüb (r.a.) şöyle anlatıyor: “Resûlullâh (s.a.v.)'e bir Arap köylüsü geldi; devesinin yularından tuttu. Sonra şu dilekte bulundu: “Yâ Resûlullâh (s.a.v.)! Beni cennete yaklaştıran, cehennemden uzaklaştıran ameli anlatır mısın?” Resûlullâh (s.a.v.) şöyle anlattı: “Allâh (c.c.)'e ibâdet etmelisin; O (c.c.)'a hiçbir şeyi ortak koşmamalısın. Namazını kılmalı, zekâtını da vermelisin. Akrabanı ziyâret etmelisin.” Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.) anlatıyor: Bir ârefe günü öğlen vakti Resûlullâh (s.a.v.) ile oturuyorduk. Resûlullâh (s.a.v.) aniden şöyle buyurdu: “Akraba ziyâretini kesen kimse, benimle oturmasın. Bizden ayrılıp gitsin.” Birisi hariç, hiç kimse kalkmadı. O da halkanın tâ ötesinde oturuyordu. Az zaman sonra dönüp geldi. Geldikten sonra Resûlullâh (s.a.v.) ona şöyle sordu: “Neyin vardı ki, kalktın, senden başka kalkan olmadı?” Şöyle anlattı: Yâ Resûlullâh (s.a.v.)! Sözünü duyunca kalkıp gittim. Bana gelip gitmeyen bir teyzem vardı; onun ziyâretine gittim. Beni gören teyzem şöyle dedi: “Seni buraya getiren neydi? Âdetin olmadığı hâlde niçin geldin?” deyince, emrini bildirdim. Benim için Allâh (c.c.)'dan bağış talebinde bulundu. Ben de onun bağışlanmasını istedim.” Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İyi etmişsin, otur. Şu bir gerçektir ki, aralarında akraba ile ilişkisini kesen biri bulunan topluluğa râhmet inmez.” Ritat (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullâh (s.a.v.)'e biri geldi; şöyle dedi: “Benim akrabalarım var. Kendilerine gidiyorum ama onlar bana gelmiyorlar. Bana haksızlık ediyorlar; affediyorum. Bana kötülük ediyorlar; iyilik ediyorum. Onların bu yaptığına karşılık ben de aynısını yapayım mı?” Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hayır olmaz. Onlara karşılık aynısını yaparsan onların ettiğine ortak olursun. Fazîletli yanı al. Onlara sen git. Sen böyle yaptıkça Allâh (c.c.)'dan sana yardım gelir.” (Ebu'l-Leys Semerkandî, Tenbihu'l-Gafilîn, s.142-143)
Robot dersinin sınavında iki grup oluşturur öğretmen. Birisi sınavda başarısız olur. Sınavı geçmeyen grup ne yapacak acaba?
Ticâret eden kimse, alışveriş bilgilerini bilmeden dînini kayıramaz. Diğer kazançlar ve san'atlar da böyledir. Ona âit dîn bilgilerini, şerîatin emir ve yasaklarını bilmezse, faiz, haram ve şüphelilerden sakınamaz. Bunun için âlimlerimiz demişlerdir ki, mükellefler üzerine dâima farz-ı ayn olan ilim, emir ve yasaklara âid ilimlerdir. Buna ilm-i hâl de diyebiliriz. Ya'nî hangi halde bulunursan, o hâlin ilmi sana farz olur. Bu hâl ibâdet yâhut muamelât olabilir. O hâlde tacirin, ticâret hukukunu öğrenmesi farzdır. Ancak bu bilgileri öğrenince, haramdan sakınmak mümkün olur. Özellikle faiz, alışverişten başka, kira, rehin, şirket ve başka şeylerde de olur. O halde îmânı olanın, kazancında, yemesinde, giymesinde, şeriatın hududunu gözetmesi ve çalışmalarının boşa gitmemesi lâzımdır. Birisi, İmâm-ı Âzam (r.a.)'in huzûruna gelerek: “Ey müslümanların imâmı! Benim için zühde dâir bir kitap yaz da, okuyayım, halvet ve uzlette onları yapmakla meşgul olayım” dedi. İmâm-ı Âzam (r.a.), ona alışveriş bilgileri hakkında bir risale yazdı. O kimse, sizin bu yazdıklarınız, çarşıda pazarda iş yapan kimseleri ilgi¬lendirir. Bunun zühdle ne alâkası vardır deyince, İmâm-ı Âzam (r.a.): “Herkesin yiyecek ve giyeceğe ihtiyâcı vardır. Bunların alışverişi yolunu bilmedikçe, meşru' olmamak tehlikesi ile başbaşadır. Böyle olunca, tâati noksan, şüpheli olur, kabul edilmez, çalışmaları boşa gider. O ise, sevâb ve karşılık aldığını zanneder, halbuki azaba dûçâr olacaktır” buyurdu. Allâhü Teâlâ âyeti kerîmede: “Onlar, o kimselerdir ki, dünyâ hayâtında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir; hâlbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlar” (Kehf s. 104) buyuruyor. (Muhammed Rebhâmi, Rîyâd'ün-Nâsıhin, s.313-314)
Arapça'da rızık, pay ve hisse demektir. Cenâb-ı Hâkk “Size verdiğimiz rızka şükredeceğiniz yerde, onu vereni mi yalanlıyorsunuz?” (Vakıa s. 82) buyurur. Yani rızık kişinin nasîbi olup, başkasına değil, sadece ona mahsus olan şey demektir. Bazı ulemâ ise, “rızık yenilen veya kullanılan her şeydir” demişlerdir ki, bu bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hâkk, bize rızık olarak verdiği şeylerden infakta bulunmamızı emrederek, “Ve, size verdiğimiz rızıklardan infâk ediniz” (Münâfikûn s. 10) buyurmuştur. Şayet rızık, yenilen şey olsaydı, onu harcamak mümkün olmazdı. Cenâb-ı Hâkk'ın “Rızık olarak size verdiklerimizden bir kısmını infak ederler.” (Bakara s. 3) âyetinde birçok faydalar vardır. Öncelikle Cenâb-ı Hâkk, mü'minleri israftan ve yasaklanan saçıp savurmadan korumak ve alıkoymak için böyle emretmiştir. Bu ifade ile, Cenâb-ı Allâh, sanki “Onlar, mallarının bir kısmını tasadduk et mek için ayırırlar” demiştir. Âyette bahsedilen, infâk lâfzına farz olan da mendub olan da dâhildir. Farz olan infâk birkaç çeşittir. Birisi, zekâttır. Bu, Cenâb-ı Hâkk'ın “O biriktirdiği malları, Allâh yolunda infâk etmez (harcamazlar).” (Tevbe s. 34) ayetinde ifâde ettiği husustur. İkincisi, kişinin hem kendisine hem bakmakla yükümlü olduğu kimselere yaptığı harcamalardır. Üçüncüsü, Allâh (c.c.) yolunda cihad etmek için harcamaktır. Mendûb olan harcamalara gelince, buna da infâk denir. Çünkü Cenâb-ı Hâkk, “Sizden birine ölüm gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden harcayınız.” (Munâfikun s. 10) buyurmuştur. Allâhü Te‘âlâ, buradaki infâk ile, bu ayetin devamında bulunan “Tasaddukta bulunup da ben de sâlih kimselerden olsaydım.” (Münafikûn s. 10) sözünden dolayı, sadakayı kastetmiştir. Buna göre bütün bu harcamalar, bu ayetin muhtevâsına girer. Çünkü bunların hepsi, övgüyü haketmenin sebebidir. (Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.461-464)
Savaş Şafak Barkçin Çağrışımlar'ın bu bölümünde "Hulusi nasıl dinden çıktı?" hikayesi üzerinden söylemimizle halimiz arasındaki boşluğu anlatıyor. Savaş Şafak Barkçin bu bölümde başlıca şunları anlattı; Serdar Tuncer: Kendimi de işin içine katarak bir soru soracağım bu defa... Söylemimize baktığımız vakit hakikaten uçuyoruz, göklerdeyiz, evliyalarla yatıyoruz filan ama halimize bakınca da çamurun içine düşmüşüz, perişan vaziyetteyiz... Abi, Hulusi nasıl dinden çıktı? Savaş Şafak Barkçin: Şimdi, arkadaşlara izah edelim Hulusi de nereden çıktı demesinler. Benim böyle bir kısa, mizahi bi hikayem var çalışıyorum üzerinde... Aslında bu sorduğun sorunun kısa hikayesi gibi bir şey o içinde tabi bir çok şey barındırıyor, benim de günlük hayatta, gerçek hayatta karşılaştığım, muhtelif insanlardan gördüğüm şeyleri içine hamur ettik diyelim öyle bir hikaye... Şimdi, bizim hikayede aslında bunu bir çok yönü var bu soruya belki cevap olabilecek... Şunun için söylüyorum bizatihi mesela bende öyle ders veriyorum, tevhid medeniyeti diye şu anda bir ders veriyorum haftasonları bir vakıfta, çok soyut şeyler anlatıyorum hikmet mesela, irfan, ilim, akıl falan diyoruz e şimdi tabi her soyut şey gibi insanın kafasında bulut yani... Günlük hayatına bakıyorsun, kendi hayatıma bakıyorum yani o konuştuğunla senin yaptığın arasında her zaman bir maalesef boşluk diyeceğim bazen uçurum oluyor Allah korusun. Dolayısıyla hani günlük hayatımıza bu kadar büyük laf söyleyip, bu kadar hala senin tabirinle çamurda sürünme realitesi arasındaki bu korkunç boşluk insanları iki türlü davranışa sevk ediyor benim hikayem aslında öyle bir şey... Birisi ya söyleme doğru uçmaya devam ediyor diyor ki bu realite adam olmaz, bu kadar büyük laflar konuştuk, bu kadar çok kitap okuduk, abilerimiz, üstadlarımız bize bunları anlattılar, parti liderlerimiz bunu gösterdiler ulan dönüp bakıyorum rezilliğin rezilliği, ne bende var, ne toplumda var demek ki bu dava, bu düşündüğümüz şeyler boşmuş. N'apayım? Ben gideyim realiteye tam köle olayım... Devamı videoda... Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bugün size biri iyi, biri kötü olmak üzere iki mesajım var. Birisi iyi, birisi kötü. Kötü haber maaşların asla yükselmeyeceği. İyi haber ise aslında sizin bu sorunu çözmek için çarelerinizin olması. Buyrun anlatıyorum. NASDAQ'a NASIL YATIRIM YAPILIR EĞİTİMİ: https://www.haddinias.net/event-detai... NASIL PODCASTER OLUNUR EĞİTİMİ: https://www.haddinias.net/event-detai... YARATICILIK EKONOMİSİ: https://www.youtube.com/watch?v=X2ete... E-BÜLTENİME ÜYE OLUN: Yazılılar da dahil olmak üzere ürettiğim içeriklerin tamamına ulaşmak web siteme gelebilir, ücretsiz e-bültenime abone olabilirsiniz ⇒⇒ https://www.haddinias.net HADDİNİ AŞ KULÜBÜ: Kişisel dönüşüm yolculuğunuzda canlı seminerler, özel eğitimler, yol gösteren e-rehberler, birebir mentorluk hizmetleri ve benzer amaçları olan insanlar burada ⇒⇒ https://bit.ly/2XN3bCM PODCAST: Kanalımın yayınlandığı tüm video ve podcast platformlarına şu linkten ulaşabilirsiniz ⇒⇒ https://www.haddinias.net/podcast SOSYAL MEDYA: Linkedin: https://lnkd.in/gt97snS Twitter: https://lnkd.in/gKRwr5d Instagram: https://lnkd.in/gmc7Yk8 İLETİŞİM Bana Ulaşmak İsterseniz... Email adresim: haddinias@ozkent.co Kişisel web sitem: https://www.boraozkent.com #haddinias #kisiselgelisim #boraozkent
Geçmiş büyüklerin ahlâklarından biri ilkeleri çiğnendiğinde Allâh (c.c.) için tepki göstermeleri, tertemiz Şeriat'a destek için hassasiyet sergilemeleri idi. Onlar, Allâh (c.c.)'un rızasını tespit etmedikleri sürece ne bir kişiyi dost edinir ne de bir işi yaparlardı, dünyevî bir amaçla ne birisini sever ne de birisine kızarlardı. Hadiste şöyle buyrulduğu saptanmıştır: “Allâh (c.c.) için sevmek ve Allâh (c.c.) için buğzetmek imânın en güçlü kulplarındandır.” Gerçekten bir kişi sevâp kazanma amacıyla ama Allâh (c.c.) rızâsı için olup olmadığını dikkate almadan Rabbine ins u cinnin ibâdetinde bulunsa yine de doğru yolun dışında kalmıştır. Allâhü Te‘âlâ, Musâ Peygambere vahiyde bulunup sorar: “Benim için bir amel yaptın mı?” “Evet Rabbim, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim.” “Bunlar senin menfaatine olan şeyler; benim rızam için birisini dost veya düşman edindin mi?” Allâhü Te‘âlâ böyle buyurunca Hz. Musâ (a.s.), Allâh (c.c.) için sevmenin ve Allâh (c.c.) için buğz etmenin amellerin en değerlisi olduğunu anlar. Ali b. el-Hüseyin (r.a.) şöyle demiştir: “Allâh (c.c.)'a itaat amacı dışında dost olan kişiler yine bu amaç dışında ayrılırlar.” Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir: “Birisiyle dostluk kurduğunda seni sevip sevmediğini sorma ama ona karşı gönlüne ve vicdanına bak, kendi vicdanında neleri tespit ediyorsan onun da benzeri duyguları taşıdığını bil.” Süfyan es-Sevrî (r.âleyh) şöyle demiştir: “Birisi bir bid'at ortaya attığında onun kardeşi olduğunu söyleyen kişi, buna tepki gösterip kendisine kızmazsa onun sevgisi Allâh (c.c.) için değildir. Çünkü sevgisi Allâh (c.c.) için olsaydı, ona isyân bayrağı açana kızardı.” (İmâm Şaranî, Selef-i Sâlihîn'in, Evliyâullah'ın Yüce Ahlâkı, s.59-60)
CENÂB-I HÂKK'IN KEREMİ Ali Bin Muvaffak (r.âleyh) anlatıyor: “Arefe gecesi Mina'da Mescid-i Hayf'da uyuyordum. Rüyamda yeşil iki meleğin semâdan indiklerini gördüm. Birisi arkadaşına: “Ya Abdullah?” diye seslendi. Arkadaşı: “Buyur ey Allâh (c.c.)'ın kulu diye mukabelede bulundu. Öteki: “Bu sene Kâbe'yi ziyaret edenlerin kaç kişi olduğunu biliyor musun? dedi. Arkadaşı: Hayır bilmiyorum” diye cevâb verdi. Öteki melek: “Tam altı yüz bin ziyaretçi var” dedi ve devamla: “Bunlardan kaç kişinin haccı kabul olunduğunu biliyor musun? diye sordu. Arkadaşı: “Hayır bilmiyorum” diye cevâb verince, yine ötekisi: “Yalnız altı kişinin haccı kabul edilmiştir” dedi. Ali Bin Muvaffak sözlerine devam ederek, sonra onların yükselip gözden kaybolduklarını gördüm ve korku içinde uyandım. Haccımın kabul olup olmayacağından son derece endişe ediyordum. Çünkü altı yüz bin kişi arasından seçilen altı kişi arasına girmek benim için çok uzaktı. Bu düşünce ile Arafat'ta rüyamda aynı melekleri gördüm. Aynı şekilde biri diğerine seslenip öbürü de cevâb verdikten sonra: “Hâkk Te‘âlâ'nın bu geceki hükmünü biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum” deyince, diğeri: “Altı kişinin her birine yüzbin kişi bahşetti” dedi. Yâni altı yüz bin kişinin hepsini affetti. Ali Bin Muvaffak (r.âleyh) “tam bu sırada büyük bir neşe ve sevinç içinde uyandım” dedi. Yine bu zât anlatıyor: “Bir seneki haccımda, haccı kabûl olmayanları düşündüm ve “Allâhım bu seneki haccımın sevâbını haccı kabûl olmayanlara verdim” dedim. O gece Allâhü Te‘âlâ'yı rüyâmda gördüm; Rabbim bana: “Ya Ali! Sehâveti ve sehâvet etmeği ben yaratmış iken sen bana karşı cömertlik mi yapıyorsun?” diye buyurdu ve “Cömertlerin cömerdi benim. Haccını kabûl etmediklerimin hepsini, haccını kabûl ettiklerime bağışladım” buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî (r.âleyh), İhyâu Ulûmi'd-dîn, c.1, s.687)
Kendisi ile sorumlu tutulduğumuz fiillerimiz iki kısımdır. Birisi, genel manada aklımızla, hikmetini anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü namaz, Yaratan'a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarmadır. Zekât, fakirin ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma hususunda bir sa'y-ü gayrettir. Diğeri, hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hacda yapılan bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmenin, reml yapmanın (sa'yin bir yerinde koşar gibi yürümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu anlayamayız. Muhakkîk âlimler, Allâh (c.c.)'un, kullarına hikmetini anlayabildiğimiz fiilleri emretmesi gibi hikmetini anlayamadığımız fiilleri de emretmesinin güzel olduğunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Allâh, bazen manasını anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredilen şahsın, âmirine teslimiyetini ortaya koymasıdır. Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin manasını iyice anladığında, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Allâh (c.c.) olduğuna kesinkes inanarak, onun manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (teklifin) özü, insanın sırrını (kalbini) Allâh (c.c.)'un zikri ve Kur'ân'ı tefekkür ile meşgul etmektir. Allâh (c.c.)'un, kulunun zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O (c.c.)'a kulluk etmesi uzak görülen bir ihtimâl değildir. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.415-416)
Geçenlerde Ömer Lekesiz ve arkasından Mehmet Göktaş Samirî kıssasının farklı iki yönüne işaret ettiler. Ömer Lekesiz meselenin sanatla ilginç bir alakasını kurdu ve sanatın suiistimal edildiğinde saptırıcı olabileceğine işaret etti. Mehmet Göktaş da Samirî'nin Hz. Musa ile beraberliğine ve bunca mucizeyi görmesine rağmen iman etmemesini, imanın ilahi inayetle alakasıyla ilişkilendirdi. Kısaca Firavun'un yanında Âsiye iman edebilir de Musa'nın (sa) yanında Samirî iman etmeyebilir. İkisi de güzel tespitlerdi.
İslam'ın bir iman bir de amel yönü olduğu bilinir. Birisi iman, diğeri İslam kelimeleriyle ifade edilir. Kelime olarak aralarındaki farkı söz konusu etmediğimizde mümin, aynı zamanda müslim/müslüman, müslim de aynı zamanda mümindir. İnanma ve inandığı ile amel etme yönleri kastedildiğinde ise aralarındaki farka işaret edilir. Ama bu dinin özel adı iman değil ‘İslam'dır. Bu da İslam kelimesinin ikisini birden kapsadığını gösterir. Belki onun için ‘iman' büyük harfle yazılmaz da ‘İslam' büyük harfle yazılır. Resulüllah'ın (sa) hadisi şeriflerine dayanarak iman için olmazsa olmaz esaslar ‘Amentü' metniyle anlatılır. ‘Amentü'de sayılan altı iman esası Resulüllah'ın bir hadisidir. Bir başka hadiste de bizim İslam'ın şartları dediğimiz ameller sayılır. Mümin ve Müslüman olma öncelikle Allah'a imanla başlar. Nasıl bir Allah'a inandığımızı önceki iki yazımızda anlatmaya çalıştık. Şimdi ise inandığımız Peygamber nasıl birisidir meselesini anlamaya çalışacağız. Çünkü Kelime-i Tevhit'teki ve Kelime-i Şehadet'teki ikinci esas, Peygamber'e inanmaktır. Peygamberlerin birine bile inanmayan ya da düşman olan bir kimse mümin olamaz. Türkçe için günlük dilde Nebi, Resul ve Peygamber kelimeleri aynı anlamda kullanılır. Ama detaya inildiğinde aralarında teknik farklar vardır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'te Nebi ve Resul ifadeleri geçer, Peygamber kelimesi geçmez. O Farsça, haber getiren anlamındaki peyâm-ber kelimesinin Türkçeleştirilmiş halidir. İran'ın Sünni olduğu zamanlar biz Araplardan çok, onlarla irtibatlı olduğumuz için ibadetlere dair bazı kelimeleri onlardan almışız. Namaz, oruç, abdest kelimeleri de Farsça'dır. Peygamber kelimesi hem Nebi hem Resul için kullanılır. Ama o zaman aralarındaki farka işaret edilmemiş olur.
İ'tikâd bilgilerinde doğru olan tek yol vardır. Bu da (Ehl-i Sünnet vel-cemâ'at) mezhebidir. Yeryüzünde bulunan bütün müslimânlara doğru yolu gösteren ve Muhammed aleyhisselâmın yolunu değişmeden, bozulmadan öğrenmemize sebeb olan dört büyük zâtdır. Bunlardan birincisi, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Numân bin Sâbitdir. İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reîsidir. İkincisi, İmâm-ı Mâlik bin Enes, üçüncüsü, İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi'î, dördüncüsü, İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir “rahmetullahi aleyhim ecma'în”. Bugün, bu dört imâmdan birine uymıyan bir kimse, büyük tehlükededir. Doğru yoldan sapmışdır. Biz bu kitâbımızda Hanefî mezhebine göre namâzla ilgili mes'eleleri, o mezhebin büyük âlimlerinin kitâblarından alıp, sâdeleşdirerek bildirdik. Bu dört imâmın talebesinden ikisi, îmân bilgilerinde çok yükseldi. Böylece i'tikâdda mezheb iki oldu. Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îmân, bu ikisinin bildirdiği îmândır. Fırka-i nâciyye olan Ehl-i sünnetin îmân bilgilerini yeryüzüne yayan bu ikisidir. Birisi, Ebû Mansûr-i Mâtürîdî, ikincisi, Ebûl Hasen Alî Eş'arîdir. Bu iki imâm, aynı îmânı bildirmişlerdir. Aralarında olan birkaç fark, mühîm değildir. Hakîkatde aynıdır. İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde övülmekdedir. Bir âyet-i kerîmede meâlen: (Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?) buyurulmuşdur. Başka bir âyet-i kerîmede meâlen: (Ey müslimânlar! Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz) buyuruldu. Hadîs-i şerîflerde geldi ki: (Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğreten müslimânlara düâ ederler). (Kıyâmet günü önce Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehîdler şefâ'at edeceklerdir). (Ey insanlar, biliniz ki, ilm âlimden işiterek öğrenilir). (İlm öğreniniz. İlm öğrenmek, ibâdetdir. İlm öğretene ve öğrenene cihâd sevâbı vardır). (İlm öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilm öğrenmek, teheccüd namâzı kılmak gibidir). (İlm öğrenmek, bütün nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Çünki, kendine de, öğreteceği kimselere de fâidesi vardır). (Başkalarına öğretmek için öğrenen kimseye, Sıddîklar sevâbı verilir). (İlm hazînedir. Anahtarı sorup öğrenmekdir). (İlm öğreniniz ve öğretiniz). (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir). (İlm öğretmek günâhlara keffâretdir). Namâz Kitâbı | Sayfa : 27
Serdar Tuncer ile “Biri Bir Gün” uzun bir aranın ardından kendine has tarzıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde Serdar Tuncer "3 Soru" hikayesini anlatıyor. Biri Bir Gün'de anlatılan hikaye; Bir zamanlar bir kral vardı. Bu kral, işini en iyi şekilde yapmak isterdi. Sık sık şöyle düşünürdü: "Bir iş için en uygun zaman hangisidir acaba? En gerekli kişi kimdir ve yapmam gereken en önemli şey nedir? Bu üç şeyi bilseydim, çok başarılı olurdum." Bir gün kral her tarafa haber saldı. Soruların cevabını bilene büyük ödüller vereceğini duyurdu. Bilgili kişiler toplandı. Kimileri takvim hazırlamaktan, kimileri bir bilge kişiler meclisi kurmaktan bahsetti. Böylece en uygun zamanın hangisi olduğunu bulacaklardı. En önemli kişiyse bazılarına göre din adamları, bazılarına göre savaşçılar, bazılarına göre hekimlerdi. En önemli şeye gelince, bazıları "bilim", bazıları "savaşta ustalaşmak" dediler. Kral bu cevapları kabul etmedi. Bir ağaç kovuğunda tek başına yaşayan, bilgeliğiyle ünlü, yaşlı bir adam vardı. Kral, ona danışmaya karar verdi. Yaşlı adam, yaşadığı kovuğa halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral, halktan biri gibi giyinerek yola düştü. Kovuğa yaklaştıklarında muhafızlarını orada bırakıp yola devam etti. Yaşlı adam, çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selâmladı. Zayıftı, işini yaparken zorlanıyordu. Kral; Ey bilge, üç sorum var! diyerek sorularını sordu. Yaşlı adam dinledi ama cevap vermedi. Kral; Siz biraz dinlenin, diyerek küreği aldı. Yaşlı bilge; Sağ olun, deyip oturdu. Kral sorularını tekrarladı. Bilge yine susuyordu. Kral kazmaya devam etti. Ufukta güneş batmaya başladı. Kral sıkılmıştı. - Ey bilge, cevap vermeyeceksen gideyim, dedi. Bilge; Birisi geliyor, dedi. Kim acaba? Kendilerine doğru birisi koşuyordu. Adam yaralıydı. Yanlarına ulaşınca bayıldı. Adamın elbiselerini çıkardılar. Kral yarayı havluyla bastırdı. Fakat kanama devam ediyordu. Kral havluyu defalarca yaraya bastırıp yıkadı. Sonunda kanama durdu. Bu arada akşam olmuştu. Yaralıyı kovuğa taşıdılar. Kral da yorgunluktan, eşikte uyuyakaldı. Deliksiz bir uyku çekti. Uyandığında kendisine bakan yabancıyı bir süre hatırlayamadı. Adam; Beni affedin! dedi. Kral; Sizi tanımıyorum, affedilecek ne yaptınız ki? - Ben sizin düşmanınızım. Kardeşimi astırdığınız için sizden öç almaya yemin etmiştim. Buraya geldiğinizi öğrenince size pusu kurdum. Fakat akşam olduğu hâlde dönmediniz. Ben de beklediğim yerden çıktım. Ama muhafızlarınız beni tanıyıp yaraladılar. Kaçtım. Siz yardım etmeseydiniz, ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise benim hayatımı kurtardınız. Affedin beni! Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı için çok mutlu oldu. Doktorunu göndereceğini söyleyip onunla vedalaştı. Dışarı çıktı. Yaşlı bilge, tarhlara tohum ekiyordu. Kral yaklaştı. Yalvarırcasına sordu. - Cevap verecek misiniz? Adam gözlerini kaldırdı. - Cevabınızı aldınız ya, dedi. - Aldım mı? Nasıl? - Anlamadınız mı? Dün bana acımayıp tarhları kazmasaydınız, gidecek, şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik etmekti. Bu adam geldiğindeyse en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti. Çünkü yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı. Şu gerçeği unutmayın: En önemli vakit, içinde bulunduğumuz andır. Çünkü sadece o an bir şey yapabiliriz. En önemli kişi, o anda kiminle berabersek odur. Zira onunla bir daha görüşüp görüşmeyeceğimizi bilemeyiz. En önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya bunun için gönderilmiştir. Gelin, Beraber Yürüyelim...
"İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki. Gülüşerek başlıyoruz söze."
Kaçık Prens Podcast: Psikoloji ve Günlük Hayat Üzerine Söyleşiler
Birisi için iyi bir şey yapmanız o kişiyi mutlu eder; bunda bir sürpriz yok. Acaba bu sizi ne kadar mutlu eder? Mesela başkaları için bir şey yapmak sizi kendiniz için bir şey yapmaktan daha fazla mutlu edebilir mi? Buyrun bu konudaki araştırmalara birlikte bakalım.
Stoizm felsefesinden günlük hayatımıza uygulayabileceğimiz 10 ders
Cevşen-i Kebir Duası (Arapça: دعاء الجوشن الكبير); Peygamber Efendimizden (s.a.a) nakledilen ve yüz bölümde, Allah'ın 1001 isim ve sıfatını içeren duadır. Bu duayı Cebrail (a.s) Allah Resulüne (s.a.a) öğretmiştir.  Bu münacaat 100 segmentten oluşur , her bir segmentinde Allah'ın 10 mubarek ismi bulunur ve onunla "YA!" diye nida edilir. her segmentte 10 ismi esmaul husna , 100 segmentte 1000 esmaul husna ya ulaşır. Başındaki besmeleyle Allah'ın 1001 isim ve sıfatını içeren muazzam bir duadır Rivayetlere binaen bu duayı okumanın faziletleri şunlardır: Her kim evden çıkarken bu duayı okursa, Allah-u Teala onu korur ve çok sevap verir. Kim bu duayı kefenine yazarsa, kabir azabından korunur. Her kim bu duayı Ramazan ayının başında halis niyetle okursa, Allah-u Teala ona Kadir gecesini kavramayı nasip eder. Birisi bu duayı Ramazan ayında üç defa okursa, Hak Teala cesedini cehennem ateşine haram kılar; cenneti ona vadeder; onu günahkârlardan koruyacak iki melek görevlendirir ve hayatı boyunca Allah'ın emanında olur.[6]
Bu video 22/07/2018 tarihinde yayınlanan "KARDEŞLİĞİN KERÂMETİ“ isimli Bamteli'nden alınmıştır. Tamamını buradan izleyebilirsiniz : http://www.herkul.org/bamteli/bamteli... Oturup kalktığımız her yerde, bu kardeşliği, bu ölçüde ele almak, hakikaten “bünyân-ı marsûs” haline getirme adına sohbetleri o istikamete kanalize etmek lazım; meseleyi hep o mecrâda götürmek lazım. O mecrâda götürülürse, zannediyorum, öylece işte o deryaya ulaşılır ve derya haline gelince de insan bu defa damlaya dönüşür; sonra rahmet olur, sonra bulut haline gelir. Sonra rahmet halinde sizin başınızdan aşağıya yağar, yer tarafından emilir, kaynaklar tarafından fışkırır, bir devr-i dâim haline gelir, yeniden deryaya doğru çağlayanlar halinde akar. Derya-damla, damla-derya arasında bir “sâlih daire” oluşur. “Sâlih daire” diyoruz; bu tabiri kullanmıyor hekimler. “Fâsid daire” diyorlardı eskiden, şimdi “kısır döngü” deniyor. Bu sâlih daireye de “doğurgan döngü” diyebilirsiniz. Evet, istikamet korunur ve o ölçüde îsâr ruhu ile bir kenetlenme olursa, Allah'ın izni ve inayeti ile, bu durum yakalanır. Bence, bu kerâmet, insanın öyle havada uçma kerâmetinden, suda batmama kerâmetinden, aynı zamanda bir anda birkaç yerde birden -Ebdâl'ın bulunduğu gibi- bulunma kerâmetinden çok daha önemlidir. Hem böyle hususî bir şahsın eliyle ortaya çıkmadığından dolayı, zannediyorum enâniyet adına, ucub adına, fahir adına da değişik şeyleri çağrıştırmaz bu, insana tedâî ettirmez bu. Dolayısıyla bir cemaate terettüp eden ihsan-ı İlâhî olarak hakikaten doğru bakılırsa, doğru görülürse, meseleye o mercek ile bakılırsa, o irfan merceği ile bakılırsa, zannediyorum insan enâniyete düşmemiş, aynı zamandan kibirden, gururdan, ucubdan, fahirden de kurtulmuş olur, âzâde olur. Dolayısıyla öbüründen çok daha önemlidir. Şahsî kerâmetlerden, havada uçmaktan, kendini burada iken Cennet'te görmekten, Huri ve Gılmanlar ile tanışmaktan çok daha önemlidir; çünkü kendisine bir şey mal etmiyor. Îsâr… Kardeşlik bu ölçüde olmalı: وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü'minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kıskançlık, bir ihtiyaç duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) Burada isterseniz şöyle diyelim: Birisi hakikaten havada uçacak kadar, çok önemli; bir kardeşi de var ki, o mevzuda derbeder, düşe-kalka yürüyor. Fakat onu öyle kıymetli görüyor ki!.. “O kardeşimin bazı meziyetleri var; o, benim çok üstümde, çok fâik! Keşke geçse de namazı o kıldırsa, ben de onun arkasında namaz kılsam!” diyor. Bir başka ifadeyle, herhangi birisi kendini havada uçar gibi görüyor. Biri de düşe-kalka yürüyor. Fakat öyle bir îsâr ruhu var ki, öyle bir kenetlenme var ki, şöyle düşünüyor: “Bunun bazı hususiyetleri var ki!.. Cenâb-ı Hakk'a bir teveccühü var ki!.. Bir-iki kere ben onun öyle ‘Allah!' dediğine şahit oldum; öyle bir dedi ki, benim kalbim duracaktı. Dolayısıyla esasen bu hak ona ait!” diyor. İşte böyle düşünüp diyecek kadar… Ayrıca, وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ ayetiyle işaret edilen îsâr duygusunu sadece, kendileri fakr u zaruret içinde iken, ellerindeki her şeyi başkalarına vermeleri şeklinde anlamamak lazım. Her hususta îsâr… “Millet, beni intihap etti; beni milletvekili yaptılar. Keşke falanı yapsalardı; o, karakter bakımından daha yüksek, daha iffetliydi; milletin arpa kadar malına elini uzatmayacak kadar namuslu idi, iffetli idi.” Veya “Beni bakan yaptılar; keşke falanı yapsalardı. Ben bakıyorum, esasen, karakter bakımından, insan olma bakımından, o, çok daha fâik bir insan; dün nasıldı, bugün de öyle, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi.” Ayrıcalıklardan yararlanmak için bu kanala katılın: https://www.youtube.com/channel/UCVgC...
Size sokakta herhangi biri sorsa: Evine gelip evini gezebilirmiyim diye, siz ne tepki verirdiniz, veya izin verirmiydiniz? Peki sosyal medya daki ev turlarına ne diyorsunuz? Sizce yapılmalı mı yoksa fazla mahrumiyet alanına mı girer? Ebrulita bu Podcast'inde sizlere bu konu hakkındaki kendi düşüncelerini sunuyor
İbrahim Kalın ile “Kendi Gökkubbemiz” kendine has üslubuyla düşündürmeye ve yeni ufuklara kapı açmaya kaldığı yerden devam ediyor. Bu bölümde negatif ve pozitif özgürlük kavramından bahsetti. Her hafta farklı konulara değinerek yeni ufuklara kapı açtıran İbrahim Kalın bu bölümde negatif ve pozitif özgürlük anlayışını anlattı. İbrahim Kalın başlıca şunları söyledi; Hürriyet insanın her istediğini yapabilmesi demek midir ya da bir şeye köle olarak insan nasıl hür olabilir? Şimdi, modern felsefede, siyaset düşüncesinde özgürlük ile ilgili iki temel tanım hep tartışılagelmiştir. Birisi negatif özgürlük anlayışı, buna göre insanın bir şeyi yapabilme imkanının önündeki engellerin kaldırılmasıdır, özgürlük. Mesela benim buradan falanca yere gidebilmem yani seyahat özgürlüğüm. Aslında özü itibari ile seyahat etme imkanımın, özgürlüğümün önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Üniversitede okumak istiyorum, bununla ilgili engellerin ortadan kaldırılması, bu minimum özgürlük tanımıdır. Batılı düşünürler bunu negatif özgürlük olarak tanımlamıştır. Bu minimum özgürlük tanımıdır yani başkasının özgürlük alanına girmedikçe yapmak istediğin şeyleri yapmakta hür olman, özgürlüktür fakat özgürlük tabi sadece bundan ibaret değil çünkü ben mesela buradan falanca yere niye gitmek istiyorum, üniversite de neden okumak istiyorum, neden mühendislik değil de tıp okumak istiyorum sorusunun cevabı da bize pozitif özgürlük kavramını verir yani kendimi nerede, ne şekilde gerçekleştirmek istiyorum bunu yaparken önümdeki engellerin kalkması ve bunu yapabilmek için ortaya bir irade koymam, fedakarlıklarda bulunmam da pozitif özgürlük kavramını bize verir. Yani bir hedefe doğru yürüyerek kendini gerçekleştirme serüveni özgürlük olarak da pozitif özgürlük olarak tanımlanabilir. Burada özgürlük ile anlam arasında bir ilişki var. Hegel diyordu ki; gelenek insanlara anlamlı bir hayat önerir, modernite ise özgürlük teklif eder. Bu ikisini telif etmek mümkün değildir. Gelenek insanlara sana ben anlamlı bir hayat teklif ediyorum, hayatında anlam olacak anlamla birlikte mutluluk olacak, tatmin olacak, itminan olacak ama bunu gerçekleştirmek için belli özgürlüklerden fedakarlıkta bulunacaksın, şunları yapabilirsin, bunları yapamazsın diyeceğim sana… Modernite ise insana özgürlük vaad eder ve özgürlüğü insanın tercih yapabilme imkan ve kabiliyeti olarak tanımlar. Sana istediğin alanda ve konumda tercih yapma imkanlarını sunuyorum, bu tercihleri yaparken sen özgürsün ve ben senin yaptığın tercihlerle ilgili herhangi bir yargıda, hükümde bulunmuyorum. Neyi tercih ettiğin beni ilgilendirmiyor. Dindar olmak istiyorsan olabilirsin, dinsiz olmak istiyorsan olabilirsin, kapitalist olmak istiyorsan olabilirsin, sosyal adaletçi olmak istiyorsan olabilirsin bütün bu tercihleri senin önüne koyuyorum, yaptığın tercihle ilgili ahlaki yargıda, hükümde bulunmuyorum. Modernitenin en büyük vaadi budur… Devamı videomuzda… Gelin, Beraber Yürüyelim...
Bir kimse Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat itikadına uygun bir şekilde yaşar ve bu şekilde son nefesini verirse biiznillah kurtuluşu tamamdır. Allâh (c.c.) yaptığı günâhları dilerse affeder, dilerse de günâhı bir müddet cezalandırdıktan sonra cennetine dahil eder. O kişi cehennemde ebedî kalmaz. Buna karşı, bir kimsenin itikadı bozuksa ne yaparsa yapsın kurtulması mümkün değildir. Bu dünya hayatında en mühim mesele Resûlullâh (s.a.v.)'den ittifakla nakledilen inanç esasları üzere yaşayıp, yine bu düzgün îtikad üzere son nefesi verebilmektir. Bu yolda Allâh (c.c.)'un, her dönemde gönderdiği rehberler vardır. Bir gün, Hz. Selman (r.a.)'in de içinde bulunduğu bir mecliste Cuma Sûresi nâzil oluyordu. Resûlullâh (s.a.v.)'e: “Ashâba yetişmeyen ümmetlere de peygamber gönderildi” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, orada bulunanlar: “Yâ Resûlullâh (s.a.v.), kimdir bu ashâba yetişmeyen ümmetler?” diye sordular. Allâh Resûlü (s.a.v.), cevap vermedi. İkinci defa aynı soru soruldu, Nebî (s.a.v.) yine cevap vermedi. Üçüncü defa sorulunca mübârek elini yanında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)'in omzuna koyarak: “Şunlardan öyle erler vardır ki, îmân Süreyya Yıldızı'nda olsa, varır yetişirler” buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, muhakkik âlimler tarafından iki kişiye yorulmuştur. Birisi kendisi Fârisî olan ehl-i sünnetin reîsi ve fıkıh ilminin kurucusu İmâm-ı Â'zâm (r.a.), diğeri de Selmân-ı Fârisî (r.a.)'dir ki Hz. Ebûbekir (r.a.)'e ulaşan tarîkat silsilesinin ikinci postnîşinidir. Bir müslüman bu mübarek zevâtın yollarından hakkıyla gider ve onlara tâbi olursa Allâh (c.c.)'un izniyle hiçbir ifsad hareketinden olumsuz yönde etkilenmeyecektir. Hadis-i Şerif'te Süreyya yıldızı örnek gösterilerek Resûlullâh (s.a.v.) burada erişilmesi en güç olan belki de mümkün olmayan bir yıldızı örnek göstererek, o erlere tâbi olunduğu takdirde bütün güçlüklerin bertaraf olacağını bizlere müjdelemişlerdir. (Ömer Muhammed Öztürk, Sohbetler, c.2, s.49-51)
Hiçbir günâhı işleme! Allahü teâlânın gadabı hangi günâhda olduğu belli değildir. Sevâb olan işlerin hepsini işlemeğe çalış! Zîrâ, Hak teâlânın rızâsının hangi amelde olduğu belli değildir. İki günâhdan çok kork! Birisi, emrinde olan insanlara zulm etme! En büyük zulm, onların islâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni' olmakdır. İkincisi, din ve dünyâ yolunda hâin olma! Her günâhdan kork! Bir kimse, bir günâh işlemek istese, fekat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân eder. Bir müslimân, sana zarar verirse, sen ona iyilik et! Hiç kimsenin ayblarını yüzlerine vurma! İslâm Ahlâkı | Sayfa : 508
Peygamberlik da'vâsına kalkışmaksızın hârika haller göstermek anlamına gelen kerâmet mümkün bir olaydır ama gaye değildir. Yani Allâhü Te‘âlâ'nın üstün dostluğunu kazanmış bir veli, gerektiğinde maddî herhangi bir sebebe başvurmadan alışılagelmiş hâdiselerin dışında bir takım olayların zuhûruna sebep olabilir. Hakikatte o işi vücûda getiren Allâhü Te‘âlâ'dır. Maddî işlerin maddî sebepleri olduğu gibi, ruhî hâdiselerin de ruhî sebepleri vardır. Gerçekte izin ve müsaade yalnız Allâh (c.c.)'dandır. Birisi maddî vasıtalara başvurur Ay'a çıkar, diğeri ruhunu aklayarak, nefsini paklayarak göklerde olup bitenleri temâşâ eyler. Bizde veli, evliyâullah denilince veliliğin şartlarındanmış gibi akla hemen kerâmet gelir. Halbuki velilik imân ve takvâ işidir, Allâh (c.c.) ile kulları arasındaki bir sırdır, Allâh (c.c.) için ihlâs ve samimiyettir, O'nun dinine sımsıkı sarılmaktır. En büyük kerâmet, Allâh (c.c.)'un istediği şekilde kul olmaktır. O'nun murâd buyurduğu şekilde kul hüviyetini kazanan birinin pek çok ibretli hâdiselere mazhar kılınmasının lâfı bile edilmez. Allâhü Te‘âlâ dilerse böyle bir kulunu havalarda uçurabilir, ateşte yakmayabilir, sesini binlerce kilometre uzaklara ulaştırabilir. Yeter ki kul, kulluk mertebesine yücelsin, yeter ki Yaratan kulunu sevsin ve onun eliyle harikulade işleri zuhûra getirmeyi irâde buyursun. Bununla birlikte büyük zatlar rastgele kerâmet izhârından kaçınır, bunu yakîn inancın zayıflığı olarak yorumlar, kerâmet gösterme sevdâsını bir kadının hayız bezini teşhir etmesine eş değerde abes sayarlardı. Onlar, asıl ve en büyük kerâmetin Şeriat'ın öngördüğü edepleri uygulamak, güzel huy ve ahlâk sahibi olmak, bütün farz ve vacip vazifeleri vaktinde yerine getirmek, sünnet ve nafileler üzerinde duyarlılık göstermek, hayır işlerine koşmak, gönüllerde kin ve hâset bırakmamak, kalbi her türlü yerilmiş sıfatlardan arındırmak; hâsılı Hâkk'ın ve halkın hukukuna riâyet etmek olduğunu söylemişlerdir. (İmâm Şaranî, Selef-i Sâlihîn'in Evliyâullah'ın Yüce Ahlâkı, s.23-25)
Kendisi ile sorumlu tutulduğumuz fiillerimiz iki kısımdır. Birisi, genel manada aklımızla, hikmetini anladığımız fiillerdir. Meselâ, namaz, zekât ve oruç gibi. Çünkü namaz, Yaratan'a sırf bir tevazu ve yalvarıp yakarmadır. Zekât, fakirin ihtiyacını gidermeye çalışmaktır. Oruç ise, şehveti kırma hususunda bir sa'y-ü gayrettir. Diğeri, hikmetini anlayamadığımız fiillerdir. Meselâ, hacda yapılan bazı işler gibi. Çünkü biz aklımızla, şeytan taşlamanın, Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmenin, reml yapmanın (sa'yin bir yerinde koşar gibi yürümenin), ıztıba yapmanın, yani ihramlı kişinin, ihramını sağ koltuğunun altından geçirip sol omuzunun üstüne atmasının hikmetinin ne olduğunu anlayamayız. Muhakkîk âlimler, Allâh (c.c.)'un, kullarına hikmetini anlayabildiğimiz fiilleri emretmesi gibi hikmetini anlayamadığımız fiilleri de em retmesinin güzel olduğunda ittifak etmişlerdir. Cenâb-ı Allâh, bazen manasını anladığımız şeyleri söylememizi emreder. Bundan maksat da, emredilen şahsın, âmirine teslimiyetini ortaya koymasıdır. Bunun bir başka faydası daha vardır: İnsan bir şeyin manasını iyice anladığında, o şeyin tesiri kalbten gider. Ama o şeyi söyleyenin Hâkimler Hâkimi olan Allâh (c.c.) olduğuna kesinkes inanarak, onun manasını anlayamazsa, o insanın kalbi devamlı o söze yönelik olur ve devamlı onu düşünür. Çünkü mükellefiyetin (teklifin) özü, insanın sırrını (kalbini) Allâh (c.c.)'un zikri ve Kur'ân'ı tefekkür ile meşgul etmektir. Allâh (c.c.)'un, kulunun zihninin devamlı buna yönelik ve bununla meşgul olmasında kul için büyük bir menfaatin bulunduğunu bilmesi; kulun da bu menfaati elde etmek için O (c.c.)'a kulluk etmesi uzak görülen bir ihtimâl değildir. (Fahruddîn Er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu'l-Ğayb, c.1, s.415-416)
Kur'ân'ın devamlı tilâveti ve çokça okunması müstehaptır. Allâhü Te‘âlâ, Kur'ân tilâvetini âdet edinenleri “gece saatlerinde Allâh (c.c.)'un âyetlerini okurlar” âyetiyle övmektedir. İbn Ömer (r.a.)'dan şu hadis nakledilmiştir: “Haset sadece iki şeyde caizdir. Birisi, Allâh (c.c.) kendisine Kur'ân okuma nimetini vermiştir. O da gece gündüz Kur'ân okur. Diğeri ise Allâh (c.c.) kendisine mal vermiştir O da malı gece gündüz Allâh (c.c.) yolunda harcar.” (Müslim) İbn Mesud (r.a.)'dan rivâyet edilmiştir: “Kur'ân-ı Kerîm'den bir harf okuyana bir hasene verilir. Bir hasene on sevab değerindedir.” Selefin Kur'ân okuma miktarı hususunda çeşitli uygulamaları vardı. Kur'ân'ın çokça tilâveti meselesinde günümüze birçok rivâyet ulaşmıştır. Kur'ân'ı dört, beş, altı ve yedi günde bir hatmedenler de olmuştur ki bu en güzel ve doğru olandır. Sahabenin ve tabiin (r.a.e.)'in çoğu böyle yaparlardı. Kays b. Ebi Sa'saa (r.a.)'in şöyle dediği rivâyet edilir: Kays: “Ya Resûlullâh, Kur'ân'ı ne kadar sürede hatmedeyim” diye sorunca Resûlullâh (s.a.v.); “on beş günde bir” diye cevap verdi. Bundan daha kısa sürede hatmedebileceğimi söylediğim zaman; “öyleyse haftada bir hatmet” buyurdu. Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan rivâyet edilir ki: “Resûlullâh (s.a.v.)'e: “Kur'ân'ı ne kadar günde hatmedelim” diye sorulunca o da: “Kırk günde” diye cevap vermiştir. Yine Kur'ân sekiz veya on günde, bir veya iki ayda hatmedenler de olmuştur. Mekhûl b. Ebî Müslim (r.a.)'in şöyle dediği rivâyet edilir: “Sahâbe (r.a.e.)'den güçlü olanlar yedi günde, bazıları bir ay, bazıları iki ay, bazıları da daha uzun bir zamanda hatim yaparlardı.” Ebû Hanîfe (r.a.) şöyle demiştir: “Kim senede iki defa Kur'ân-ı hatmederse, hakkını vermiş olur. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.) vefât edeceği sene Kur'ân'ı Cibril (a.s.)'a iki kere arzetmişti (hatmetmişti).” Ahmet b. Hanbel (r.âleyh): “Özürsüz Kur'ân hatminin kırk günü aşması mekruhtur” demiştir. (İmâm Suyuti, İtkan Muhtasarı, s.34)
“Kardeşler üç çeşittir: Birisi gıda gibidir; o her gün lazımdır. Diğeri, ilaç gibidir; ihtiyaç olunca alınır. Üçüncüsü, hastalık gibidir; kendisinden kaçılır.” İnsan bu üçüncüsü ile imtihân içindedir. Onunla ünsiyet kurulamaz, muhabbet edilemez, kendisinden bir fayda gelmez. Birinci kimse, Allâhü Te'âlâ'nın kuluna bir ikrâmıdır; onunla kolayca kaynaşılır, muhabbet kurulur, kendisinden devamlı istifade edilir. Ebû Zer (r.a.) demiştir ki: “Yalnızlık kötü arkadaştan; salih (güzel ahlâklı) arkadaş ise yalnız kalmaktan daha hayırlıdır.” Bişr b. el-Hâris demiştir ki: “Bir insanın üç çeşit kardeşi olur: Birisi ahireti içindir; diğeri dünyası içindir; diğeri de kendisiyle muhabbet edip huzuru bulmak içindir.” O, kendisiyle muhabbet edilen kardeşin, bazen ibâdet ehlinden bile çıkmayacağını, muhabbetin özel bir yeri olup seçilmiş kimselere has olduğunu bildirmiştir. Denilmiştir ki: “Muhabbet ancak, kalbi uyanık ve şerefli kimselerde bulunur.” Yusuf b. Esbat, kardeşleri içinde muhabbet ehli olanları över, sever, onların çok kıymetli olduğunu söyler ve içinde bulunduğu beldenin ismini vererek: “Şu Masisa'da kendisiyle muhabbet edilip huzur bulunacak üç kişi yok!” derdi. Şunu bil ki, ünsiyet ve muhabbet, her alimde, her akılda ve her ibâdet ehli zahitte bulunmaz. Muhabbet, velilerde bulunan bir takım sıfatlara muhtaçtır. Onlar bir insanda toplandığı zaman, onun muhabbeti en üst seviyeye çıkar; kendisinden soğukluk ve çekinme hali kalkar. Bu sıfatların bulunmadığı bir kimse ile muhabbet kurulamaz. Onların bir kısmına sahip olan kimse ile bir derece muhabbet kurulabilir. Gerçek muhabbet elde edildiği zaman, insan bütün sıkıntılardan, gam ve kederlerden kurtulur; rahat eder; kalbi huzur bulur. (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, 4.c., 363-364.s.)
Muaz b. Cebel (r.a.) şöyle diyor: “İlmi öğreniniz. Çünkü Allâh (c.c.) için ilim öğrenmek, Allâh (c.c.)'dan korkmaktır. İlim talep etmek ibâdettir. İlmi müzâkere etmek tesbihtir. İlmi araştırmak cihattır. İlmi, öğrenmeyenlere öğretmek sadakadır. İlmi ehline vermek Allâh (c.c.)'a yaklaştırıcı bir ameldir. Çünkü ilim helâl ve haramın nişanlarıdır. Ehl-i Cennet'in yolunun belirtileridir. Vahşet devrinde insana dosttur. Gariplik devrinde insanın arkadaşıdır. Tenhâda insanla konuşan nesnedir. Genişlikte de sıkıntıda da insanın önderidir. Düşmana karşı insanın silahıdır. Dostlar yanında insanın süsüdür. Allâh (c.c.) onunla bazı kavimleri yüceltiyor ve onları hayırda önder ve imâm yapıyor. Onların eserlerinden istifade edilir. İnsanlar onların fiillerine uyar ve onların reyleri kâfi gelir. Melekler onların dostluklarını istemektedirler. Kanatlarıyla onları sıvazlamaktadırlar. Yaş, kuru, hatta denizdeki balıklar, yerdeki haşerat, sahralardaki yırtıcı ve ehlî hayvanlar ilim sahiplerine af talebinde bulunurlar. Çünkü ilim cehâletten ölen kalpleri diriltir. Gözlerin ışığıdır. Kul ilimle en yüksek mertebeye varır. Dünya ve ahirette en yüce kemâle erer. İlmî düşünce, oruç tutmaya denktir. İlmî tartışma gece ibâdetine denktir. İlimle akraba hakkı gözetir ve iyi kötüden ayırdedilebilir. İlim amelin önderidir. Âmel de ilmin takipçisidir. İlim ancak saadet sahibi kişiye nasip olur. Şâkî ve bahtı kara olanlar ondan nasip alamazlar. Peygamber (s.a.v.) devrinde iki kardeş vardı. Birisi sanatkârdı. Diğeri de Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda durur, ilim öğrenirdi. Sanatkâr, kardeşini Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şikâyet etti. Hz. Peygamber (s.a.v.) sanatkâra hitaben “Umulur ki, sen onun sayesinde rızıklanıyorsun.” dedi. (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahâbe, 3.c., 434-435.s.)
"Birisi ansızın hayallerinizi, düşlerinizi ve rüyalarınızı çalsaydı ne yapardınız? Onlara tekrar kavuşmak için neleri göze alırdınız?" Gece Masalcısının 7.Bölümünde Necmettin Tetik; İnsanların rüyalarını çalan kötü kalpli bir adam ve bu uğurda onunla savaşan iki kardeşin sihirli macerasını anlatıyor... Keyifli dinlemeler!
Yalnız Yürümeyeceksin platformuna gönderildi "Yaşadıklarım 70 yaşında birisi gibi hissetmeme sebep oluyor" hikayesinin seslendirilmesinden.
Birisi, Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)'a; “Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl koruyabilirim?” diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) “Yabancı kadını gördüğün zaman, Allâhü Te'âlâ'nın seni, senin o kadını görmenden daha iyi gördüğünü hatırla.” buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) buyurdu ki: “İnsanları Allâhü Te'âlâ'nın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Peygamber (s.a.v.)'in yoludur. Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyalar çıkmaz sokaktır. İnsanı saadete kavuşturmazlar. Kur'ân-ı Kerîm'in ahkâmını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır.” Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.)'a; “Tevazû nedir?” diye sordular. Cevâbında “Şefkat ve merhamet kanatlarını (kuşun yavrularını koruyabilmek için germesi gibi) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı yumuşak davranmandır.” buyurdu. Yine Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) buyurdu ki: “İbâdet etmek bakımından dünyanın bir saati, kıyametin bin senesinden daha iyidir. Zira bu bir saatte, salih faydalı âmel işlenebilir. Hâlbuki kıyametin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O halde, ey Mü'min kardeşim! Vâktini boş şeylerle geçirme! Zamanının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namâzlarını vaktinde kıl ki, kıyamet günü pişman olmayasın ve büyük sevâba kavuşasın!” “İnsanı Allâhü Te'âlâ'ya kavuşturan yol, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in izinde bulunanların gittiği yoldur. Bu yola bütün kötü yollar kapalıdır.” “Bir kimse, Allâhü Te'âlâ'ya kavuşmak yolunda, milyonlarca sene sıdk ve ihlâs ile yürüse ve bir an geri dönse, kaybı kazancından fazladır.” “İnsanın, Allâhü Te'âlâ'ya kavuşturan yolda yürümesi, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e ve O (s.a.v.)'in hakîkî vârisi olan büyük âlimlere tam tâbi ve teslim olmakla mümkündür. Şüphe çukuruna ve bid'at karanlığına düşmüş olanlar bu yolda yürüyemezler.” “Allâhü Te'âlâ'nın rızâsına nasıl kavuşulur?” diye sorulunca; “Dünyâya düşkün olmayı terket, kavuşursun. Nefsin hevâsına uyma ulaşırsın.” buyurdu. (Evliyalar Ansiklopedisi, 1006-1010.s.)
Hayatımıza giren olumsuz duygular etrafımıza neşe saçan birisi olsak dahi bizi birden bire 180 derece ters bir çıkmaza sokabilir. Bu duygulara sebep olan bir kişi olabileceği gibi, bir olay veya geçmişten bugüne çağırdığımız bir anı da olabilir. Çağırdığımız bu anılar şimdilik algımıza temas ederken, bizleri de o zaman boyutuna götürerek geçmişin tam ortasına bırakabilir. Etrafımızdaki insanlar tarafından da anlaşılan bu duygu durumu değişikliği, “Çok düşünceli görünüyorsun. Neyin var? Yoksa kötü bir şey mi oldu?”, “Sana bir haller olmuş.”, “Sende iyi gitmeyen bir şeyler var. Birisi bir şey mi dedi?” gibi soruların da muhatabı olmamıza neden olur.
Herkese merhabalar. Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Cins Dergi'nin sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinliyorsunuz. Bugün hicri takvime göre 22 Ramazan 1441 Miladi takvime göre ise 15 Mayıs 2020 Cuma. Ramazan ayı boyunca muhtelif yazarlardan en güzel ramazan yazılarını sizlerle buluşturuyoruz. Ramazan ayının Alem-i İslam'a ve bütün dünyaya sağlık, sıhhat, esenlik ve güzellikler bahşetmesini diliyoruz. Bugünkü yazımız Hayrettin Karaman'ın, 02 Ağustos 2013'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Oruç Ahlakı” başlığıyla yayınlanan yazısı. Bakalım ne demiş Hayrettin Karaman. Orucun bir terbiye vasıtası olduğunu, insanın alışkanlıklara, gazap, şehvet gibi saptırıcı, günaha itici faktörlere karşı güç ve hakimiyet kazanması hedefine yönelik bulunduğunu biliyoruz. Oruç tutan Müslüman yalnızca yeme, içme ve birleşmeyi terketmekle kalır; dilini, kalbini, gözünü, elini, hasılı bütün duygu, düşünce ve uzuvlarını ibadet için seferber etmez ve özellikle günahtan men etmezse orucu çok eksik kalacak, şekilden ibaret olacak, ruh ve manasından soyulmuş bulunacaktır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir kutsî (öznesi Allah olan, Allah''ın buyurduğu) hadîslerinde şöyle diyorlar: "İnsanoğlunun her amel ve ibâdeti kendisi içindir, yalnız oruç müstesna; çünkü o, benim içindir, onun özel ödülünü de ben vereceğim. Oruç (koruyucu) bir kalkandır. Oruç günü olunca kimse kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın, cahilce davranmasın. Birisi sataşır veya bulaşırsa, "Ben oruçluyum, ben oruç tutmaktayım!" desin. Bu ve benzeri hadîslerle orucun amacı göz önüne alındığında kâmil bir orucun, yalnızca yeme içme ve cinsel teması terk etmekten ibaret olmadığı, oruç tutan müminin her an Allah şuuru içinde bulunması gerektiği, her zaman ayıp ve günah olan davranışlardan, oruçlu iken daha çok, daha titizlikle uzak kalmanın kaçınılmaz olduğu, orucun insanı âdeta melekleşmeye doğru götürmesi icabettiği ortaya çıkmaktadır. Güzel ahlâkın, insanı insan yapan erdemlerin oruç sâyesinde güçlenmesine, daha şuurlu ve güçlü bir nitelikte yaşanmasına "oruç ahlâkı" diyoruz. Bu yönüyle oruç aynı zamanda iyi bir "ahlâk eğitimi aracı" olmaktadır. Bir başka hadîste "Nice oruçlu vardır ki, orucundan kendisinde kalan yalnızca açlıktır, nice gece boyu namaz kılan vardır ki, namazından yanına kalan sadece uykusuzluktur" buyuruluyor. Bütün ibâdetler gibi orucun da - kula, insanlara ait- faydaları, maddî ve manevî güzel sonuçları vardır. Bunları hâsıl etmeyen bir oruç, aç ve mahrûm kalmaktan ibaret kalır. Bu böyle olmakla beraber, orucun mânâ ve hikmetini kendinde gerçekleştiremeyen insanların onu bırakmaları da gerekmez; çünkü her ava çıkan av yapamazsa da, ava çıkmayı terk edip evinde oturanın av yapma ihtimâli hiç yoktur. Sonuç ne olursa olsun oruç tutmak, ancak bu ibâdeti yaparken şekil yanında öze de yönelmek, orucun maddî ve manevî bereketini elde etmeye çalışmak, özellikle oruç ahlâkına sahip olmak için çaba göstermek tercih edilecek en doğru yoldur. Gzt podcast ekibinin hazırladığı, Cins Dergi'nin sponsoru olduğu “Ramazan Yazıları” podcast'ini dinlediniz. Bugün sizlerle Hayrettin Karaman'ın, 02 Ağustos 2013'de Yeni Şafak Gazetesi'nde “Oruç Ahlakı” başlığıyla yayınlanan yazısını paylaştık. Bir sonraki podcastimizde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın.
Helâl kazanç elde etmek temel olarak şu üç yolda toplanır: Doğrulukla yapılan ticaret, temiz yolla ortaya konan sanat ve hukukuna uygun ele geçen ihsan. Sonra bu ihsanlar da dört kısma ayrılır: Ganimet, miras, rıza ile verilen hediye, fakir kimseye gelen sadaka ve zekât. Bütün bunların ortak noktası şudur: Helâl, kelimesinin iki manası vardır: Birisi helâl; içinde zulüm ve haksızlık olmayan şeydir. İkincisi, helâl; ilme uygun olan şeydir. İçinde zulüm ve haksızlık olmayan bir şeyden hak talep eden olmaz. İlme ve dine uygun olan şey, serbest olur ve onun yapılması emredilir. Sehl b. Abdullah (r.âleyh)'a, helâlin ne olduğu sorulunca: “O ilme uygun olan şeydir. Şayet bir kul ağzını göğe doğru açsa ve ağzına düşen yağmur damlalarını içse, sonra bunu isyan etmede kullansa yahut onunla aldığı kuvveti Yüce Allâh'a itaatte kullanmasa, bu içtiği yağmur suyu helâl değildir.” Yahya b. Main (r.âleyh), Ahmed b. Hanbel (r.âleyh) ile senelerce yolculuk yapmıştı, fakat Ahmed b. Hanbel (r.âleyh), onun bir sözü yüzünden kendisiyle yemek yemiyordu. Yahya b. Main (r.âleyh), bir defasında: “Ben hiç kimseden bir şey istemem, ama bana şeytan bir şey verse, onu da yerim” demişti.Bu söz İmâm Ahmed (r.âleyh)'e ulaşınca, onu terk etti, sonunda Yahya gelip kendisinden özür dileyerek: “Ben o sözü şakadan söylemiştim!” dedi. İmâm Ahmed (r.âleyh): “Din ile şaka yapılır mı? Bilmiyor musun, yemek işi dinin bir parçasıdır, bunun için Allâhü Teâlâ: **“Temiz/helâl şeylerden yiyin ve salih amel edin” (Müminun s. 51) ayetinde yeme işini önce zikretmiştir”** dedi. **(Ebu Talib el-Mekkî, _Kutu'l Kutub_, c.4, s.611-614)**
Ey oğul! Dostunu iyi seç! İki çeşit dost ve kardeş vardır. Birisi, başına bir bela geldiği zaman seni korur; diğeri de mutluluk ve ikbal günlerinde senin dostundur. Belâ gelip ikbalden düştüğünde dostluk yüzünü gösteren kardeşi hakiki kardeş ve dost bil ve dostluğunu korumaya çalış. Saadet günlerindeki dosta pek güvenme. Sıkıntılı günlerinde dostluk bağını uzatmıyorsa, onu düşmanların düşmanı bil. Ey oğul! İnsanları iyi tanı! Heveslerine ve nefsine uyan aşağılık çukuruna yuvarlanır. Zarif görünümlü insanlar fazla ilgini çekmesin, dış görünüşe pek aldanma. Çünkü insan, kalbiyle, düşüncesiyle ve diliyle adamdır, kıyafetiyle değil. Benzi sarı, zayıf kimseleri hor görme. Çünkü insan iki küçük et parçasıyla ölçülür: Kalbi ve dili. Öyleyse insanların bu iki değerinden faydalanmaya çalış; gerisi et, kan ve kemiktir. Ey oğul! Fitneden sakın! Düşman ülkesinde de olsan fitne ve fesat çıkarmaktan sakın. Kendinden aşağı kimselere karşı çoluk çocuğunu, şeref ve itibarını yaygı yapma. Ey oğul! Malını kendinden fazla kıymetli ve üstün tutma. Fazla konuşma. Sonra bulunduğun toplulukta taşınması güç bir yük olursun. Seninle beraber oturana karşı alicenap davran. Yanına oturmak isteyene güzel, nazik, hareket et. Başkasının gözüne dikkatle bakıp durma. Fazla lügat parçalayıp yaldızlı söz söyleme. Çünkü bu sözlerin dış görünüşü belki güzel sayılabilir, fakat gerçekte güzel değildir. Ey oğul! Kendinden fazla söz etme! Çocuğunu çok beğendiğini başkalarına anlatma. Hizmetçinin çok hünerli olduğundan başkalarına söz etme. Atından ve kılıcından bahsetme. Gördüğün rüyaları her yerde anlatmaya kalkışma. Çünkü gördüğün rüyadan sevinç duyduğunu belirttiğin zaman beyinsiz ve seviyesiz insanlar bu konuda seni rahatsız etmeye başlarlar. **(İmâm Gazâlî, _Ey Oğul Risalesi_)**
Erişimi olan verilerin hacmi ve muhtevasıdüşünüldüğünde Facebook, böyle bir devletebenzemektedir. Bu kadar büyük miktarda verininsistematik analizi sayesinde, bir üyeninneler düşünüp hissettiğini ve davranış kalıplarınıprofesyonel olarak tanımlayabilir, böylecegelecekteki tercihleri, tepkileri ve tutumlarıüzerinde tutarlı öngörülerde bulunarak biravantaj elde edebilir. Bunların tümü, müşterilerininihtiyaçları ve arzuları hakkında dahafazla bilgiye erişmek için şirketler tarafındankullanılabilir, bu da daha iyi reklam ve yenilikleredönüşebilir. Bu kurumlar, global seviyedeağlar ve ilişkiler de dahil olmak üzere şahsi bilgilerin,yetkililerin terör faaliyetlerini önlemesineyardımcı olabileceğine inanıyorlar.Facebook, gerçeklik algımızı derinden şekillendiriyor.Birçoğumuz Facebook profilindenbir kişi hakkında ilk izlenimleri ediniyoruz.İnsanlar bir kişinin mizacını anlamak için bazımetotlar kullanırlar; ilk izlenimlerimizin değişmesipek kolay değildir. Birisi belirli bir kalıbakonulmuşsa veya başkaları tarafından belirlibir kişiliğe sahip olarak kodlanmış ise, bunuçok ciddi bilgiler olmadan değiştirmek zordur.Facebook kullanıcıları, genellikle arkadaşlarınınkendileri hakkında bilmesini istediklerişeyleri paylaşmayı tercih ederler (ki bunlarhayatlarının en iyi kısımlarıdır), fakat aynı zamandabazen diğer insanların eksik ve çarpıkgörüntülerinin inşasına katkıda bulunurlar.Malum olduğu üzere, insan psikolojisi çokkarmaşıktır ve her insan fikirler, duygular,tecrübeler, korkular ve umutlarla yoğrulmuşfarklı bir dünyadır. İnsanlar toparlanmış bilgiparçalarıyla değerlendirilmemelidir. Bir kişinindavranış ve tutumlarının farklı şartlaraltında ve farklı muhataplarla nasıl değiştiğinigözlemlemeden, kişiliği hakkında görüşleroluşturmak sağlıklı ve adil değildir. Genel birilke olarak, sözlerin fiillerden farklı olabileceğiunutulmamalıdır. Bir kişinin davranış kalıplarınıgözlemlemek tercih etmelidir.Yoğun Facebook kullanımı (bir kullanıcı tarafındanFacebook'ta harcanan ortalama süre,günde 50 dakikadır), kişide profilini güncellemearzusu doğurabilir. Anı paylaşma dürtüsü,anı yaşama yeteneğimize zarar verir. Facebook'tapaylaşım mantığı da potansiyel reaksiyonlaraçısından bir dizi standartlar belirler.Sözgelimi, birinin gönderileri ortalama 40 kişitarafından beğeniliyorsa, bu otomatik olarakkabul edilebilir bir takdir seviyesi için bir eşikoluşturur ve bu takdir seviyesi sürekli olarakelde edilmediğinde, hayal kırıklığına yol açar.Takdir görme hırsı, Facebook'taki arkadaşlarımızınbeğenilerine göre kendimizi şekillendirmemizeyol açar. Artık kendimiz olamayız.Facebook kimliğimizin, arkadaş çevremizinbeğenilerine göre şekillenmesine izin veriyoruz.Bu biraz meşhur olmaya benziyor, fakat birfark var: Bu durumda meşhur olmanın yükü,sıradan insanlar tarafından taşınmakta ve neticedeciddi bir fayda da elde edilmemektedir.Facebook, temel sosyal etkileşimlerimizinmahiyetini de değiştiriyor. Mesela, bir kişiyiyüz yüze etkileşim içinde tebrik etmek veyaonunla bir telefon görüşmesi yapmak yerine,kişinin Facebook profiline, basit bir doğumgünü mesajı bırakılıyor. Birinin kederini gönüldenpaylaşmak yerine, o kişinin Facebook mesajınınaltına, “Gerçekten üzgünüm” yorumuekleniyor.Forbes dergisine göre, iletişimin sadece%7'si sözlü dile dayanıyor. İletişimin %90'ındanfazlası; vücut dili, göz teması ve ses tonugibi, sözlü olmayan unsurlar üzerine kuruludur.Sosyal medya etkileşimleri, sağlıklı iletişim içingerekli olan bu hâl dili için elverişli değildir.Son olarak Facebook, eski davranışlarımızıveya inançlarımızı değiştirmemiz halinde, genişbir topluluğun önünde mahcup olma riskinide artırır.
İngilizce konuşma pratiği yapmadan da çok iyi İngilizce konuşabilmek mümkün. Kulağa çok garip geliyor, değil mi? Bence de öyle. Kendim yaşamasam belki de inanmayacağım türden bir olay. Ama aslında dil bilinciniz yüksekse, doğru adımları atarak iyi seviyede İngilizce konuşma becerisi geliştirmek mümkün. Şimdi size tüm detayları, bu sürecin arkasındaki mantığı ve tavsiyelerimi anlatacağım.Birisi çıkıp İngilizce konuşma pratiği yapmadan çok iyi İngilizce konuşacak seviyeye gelebilirsiniz dese çok garip gelirdi değil mi? Yaşamasan ben de öyle düşünürdüm. Hele de sürekli abartılı ve saçma sapan başlıkların döndüğü internet aleminde böylesi bir başlık şüphe uyandırırdı. Ama işin ilginci birazdan anlatacaklarım kendi hayatımdan lise yıllarımdan çarpıcı bir hatıra.Pek çok imkanın olmadığı bir bölgede, doğru düzgün İngilizce konuşmadan çok iyi seviyede İngilizce konuşma becerisini kazanmanın hikayesi. Anlatacak çok şey vardı. O sebeple sizin için bir video ders/sohbet çektim. Dile ve konuşma becerisine bakışınızı çok ciddi manada değiştirebilir diye düşünüyorum. İzleyince yaşadığınız aydınlanma anlarını ve yorumlarınızı benimle de paylaşın.
İngilizce konuşma pratiği yapmadan da çok iyi İngilizce konuşabilmek mümkün. Kulağa çok garip geliyor, değil mi? Bence de öyle. Kendim yaşamasam belki de inanmayacağım türden bir olay. Ama aslında dil bilinciniz yüksekse, doğru adımları atarak iyi seviyede İngilizce konuşma becerisi geliştirmek mümkün. Şimdi size tüm detayları, bu sürecin arkasındaki mantığı ve tavsiyelerimi anlatacağım.Birisi çıkıp İngilizce konuşma pratiği yapmadan çok iyi İngilizce konuşacak seviyeye gelebilirsiniz dese çok garip gelirdi değil mi? Yaşamasan ben de öyle düşünürdüm. Hele de sürekli abartılı ve saçma sapan başlıkların döndüğü internet aleminde böylesi bir başlık şüphe uyandırırdı.Ama işin ilginci birazdan anlatacaklarım kendi hayatımdan lise yıllarımdan çarpıcı bir hatıra. Pek çok imkanın olmadığı bir bölgede, doğru düzgün İngilizce konuşmadan çok iyi seviyede İngilizce konuşma becerisini kazanmanın hikayesi.Anlatacak çok şey vardı. O sebeple sizin için bir video ders/sohbet çektim. Dile ve konuşma becerisine bakışınızı çok ciddi manada değiştirebilir diye düşünüyorum. İzleyince yaşadığınız aydınlanma anlarını ve yorumlarınızı benimle de paylaşın.
Yol gösterici anlamına gelen “kılavuz”, günümüzde çok değişik alanlarda kullanılan kelimelerden birisi haline gelmiştir. Geniş manasıyla “rehber” kelimesi de aynı şeyi ifade eder. Latince “mentor” de denilen kılavuz veya rehber; yol gösteren, tecrübelerini paylaşan, nasihatlerde bulunan, uyarılar yapan, izahlar getirerek problemleri çözen kişi olarak görülür.Kanallar veya boğazlardan geçen gemilere kılavuz verilir; geçiş güzergâhını çok iyi bildiklerinden kaptanın yanında durur, yolu tarif eder ve böylelikle muhtemel kazaların önüne geçerler. Müzelerdeki rehberler de ziyaretçilere ayrıntılı bilgi veren kişilerdir.Gerek kendi gayretleriyle gerekse eğitimini almak suretiyle insan, belli alanlarda ihtisas sahibi olabilir. Ancak bu onun, başkasının kılavuzluğuna ihtiyacı olmadığı anlamına gelmemelidir. Aksi halde kişinin gelişimi durur ve kendini tekrar etmeye başlar. Halbuki her bilenden daha iyi bilen birisi vardır ki konuya bu zaviyeden bakanlar, hayat boyu ilerleme kaydederler.Bu açıdan hemen her yerde, her zaman, herkesin bir kılavuza ihtiyacı olduğu gibi, hemen herkes de birilerinin kılavuzu olmalıdır. Başkalarına kılavuzluk yapanlar, hem topluma faydalı bir iş yapmış hem de bilgilerini pekiştirmiş olurlar.